İnsan topluluklarını «millet» yapan unsurlar, maddî ve manevi o "mak üzere ikiye ayrılır. Her iki gruptaki vasıflar da mîllet için ve geçilmesi mümkün olmıyan vasıflardır. Maddî unsurlar da manevî urisurlar kadar mühim olmakla beraber, tarih bu yönüyle tedkîk edildiği takdirde; kaybettiği maddî unsurları tekrar kazanan milletler görmek mümkündür. Fakat, manevî unsurlarını kaybetmiş olan cemiyetlerin tekrar millet vasfını kazanarak, tarih sahnesine döndüklerini görmek mümkün değildir.
İşte bu gerçekten hareketle, milletler arasındaki mücadeier, son cihan harbinden sonra daha ziyade manevî değerlere yönelik olmuştur. Yani daha acımasız, daha hâinâne bir hüviyet kazanmıştır. Günümüzde buna soğuk savaş denilmektedir. :
Milletimizin asırlardır Batı ve Kuzey iİe süren mücadelesi, şimdi din, dil, örf-âdet, san'at ve her çeşit kültür sahasında soğuk savaş hâlinde devam etmektedir. Devirler değişmiş, rejimler değişmiş; hatta Kuzeye karşı Batı ile aramızda askerî paktlar oluşmuş; fakat Kuzey ve Batının manevî değerlerimize yönelik müşterek saldırganlığı durmamıştır.
Millî ve manevî değerlerimizden mahrum, kendi kültür hazinelerinden habersiz yetişen münevverlerimiz, bu mücadelede kültür kalelerimizi müdafaa etmek yerine, kesif propagandaya mağlup olarak. Kuzey ve Batının niyetlerine hizmet eder hâle gelmişlerdir. Bu münevverlerin (!) kontrolünde yetişen yeni nesil de kendi öz kültüründen bîhaber yetişmektedir. Bu gidişin vahameti nihayet idrak edilmiş; fakat maalesef hâlâ ciddî tedbirler alınmamıştır.
Bu hususta bütün müesseselerimize önemîi görevler düşmektedir. Dış tesirlerle faydalı olmaktan ziyade tehlikeli bir kuvvet hâline gelmiş bulıman tahsilli (i) gençlerimizi, tarihî ve millî gerçeklerle karşı karşıya getirecek, zihinlerine ekilen şüphe tohumlarını silecek, kendi lisanı ile konuşmasını sağlıyacak, sağlam muhakeme tarzını, dünya görüşünü, güven duygusunu ve teşebbüs gücünü kazandıracak tedbirler alınmalıdır. 3u mücadele, milîî kültürü yüceltmek, yaşatmak ve zenginleştirmekle kazanılır.
Hiç şüphesiz manevî değerlerimizin en mühimi odîn» unsurudur. Bugünkü gençliğimiz ya Kuzeyin tesiriyle «Din afyondusafsatasına iştirak etmekte; yahut da, Batının tesiriyle, ilim ve medeniyet karşısındaki kilisenin menfî tavrı ile, Isîâmın miisbet tavrını mukayese etmeden her konuda olduğu gibi, din konusunda da batılı münevverin geleneksel din düşmanlığı tavrını benimsemektedir.
İşte bu düşünce karınca kararınca Yayınevimiz, miiletîmizin kültürünü korumak, onu nesillerin zihinlerine ve gönüllerine nakşetmek faaliyetinde, yüce kitabımız «Kur'an-ı Kerîm» İn neşrini müteakip «İman Esasları» isimli eseri neşretmekle atmış olduğu adıma, elinizdeki eserle devam etmektedir.
Mısırlı Profesör Muhammed Kutub tarafından telif olunan «İslâm Etrafındaki Şüpheler isimli elinizdeki eser; Muhterem Hocamız Dr. Ali Özek tarafından tercüme edilerek dilimize kazandırılmıştır.
Mısır şartlarına göre hazırlanmış olan bu eserin, asırlardır ecdadımızın uğruna kanım akıttığı, canını feda ettiği Yüce Dinimiz etrafında genç neslimizin zihinlerinde ve kalplerinde uyanan tereddütlerin izâle edilmesine vesile olması gayesiyle, neşrinde fayda mülâhaza olunmuştur.
Tevfîk Allah'tandır.
«...Kalblerinde şübhe ve sapıklık bulunanlara gelince, işte onlar, arzularına göre âyetleri te'vil etmeyi ve fitne çıkarmayı istedikleri için, Kur1 ândan müteşabih
[2] olanlara tâbi olurlar...»
(Âl-i îmrân sûresi, âyet: 7)
[3]
Dokuz sene önce bu kitabı yazarken onun bu kadar rağbet ve takdir göreceği benim hesabımda yoktu. Basımı arka arkaya defalarca yenilendiği zaman, bana lâyık gördüğü nimetlerinden dolayı Aîlahü Teâlâya hamd, kitabın ihtiva ettiği mevzulara alâka gösterdikleri için de okuyucularıma teşekkür ettim... Lâkin ben bundan sonra tekrar basımına lüzum kalmadığını zannetmiştim de artık İslâm düşmanlarının, bizi kendilerine cevap vermekle meşgul etmek için ortaya attıkları bâtıl şüphelerden sarf-ı nazar ederek sözü, müsbet dinamik ve yapıcı şekliyle hayatı içine alan İslâmın zatından ve mahiyetinden bahsetmeye getirmemizin zamanı gelmiştir, sanmıştım.
Fakat, müsteşrik VVilfred Cantwell Smith'in «Çağdaş, Tarih İçinde İslâm»
[5]adlı kitabını okuduğum ve kitabın üç yerinde küfür derecesine ulaşan öfkeli, kindar işaret ve saldırılarla «İslâmın Etrafındaki Şüpheler» kitabımıza atıflarda bulunduğunu gördüğüm zaman anladım ki : Haçlıların gazaplarını harekete getiren ve onların böylesine kindar bir tavırla mütalea ettikleri bu kitap, mutlaka devamlı olarak okunmalı ve tekrar tekrar basılmalıdır.
Hamd Alîah'a mahsustur... ve muvaffakiyet Allah'tandır.
Şiddetli bir bunalım nî meseleler karşısında zam; dönüyor bugün aydınların çoğu, di-laman kafalarında şöyle sorular.
Acaba din, hayatın hakikatlerinden biri midir? Eğer mazide öyle idiyse, ilmin, hayatın şeklini değiştirdiği, dünyada ilim ve ilmî gerçeklerin,dışında herhangi bir konunun kalmadığı bugün de öyle olmakta devam ediyor mu?
Din beşerî bir ihtiyaç mıdır? Yoksa şahsî bir mizaç meselesi midir? ki, o zaman dileyen dindar olur, dileyen inkâr eder, neticede bu ve o müsavidir?
Bundan başka onlar, İsîâmm bugünkü durumu hakkındaki düşüncelerinde de şiddetli bir buhranın tesiri altındadırlar.
Şüphesiz İslâm davetçiîeri insanlara diyorlar ki : Bu din tek başına bir nizamdır. O yalnız inanç değildir. Yine o sadece ruhu terbiye etme ve faziletleri Öğretme vasıtası da değildir. Bunlara muzaf olarak belki hakikatte İslâmiyet âdil İktisadî bir nizam, dengelenmiş içtimaî bir sistem, medenî ve, cezaî bir hukuk nizamı, devletler arası bir kanun, akılcı bir yönetici, beden ve ruh eğitimcisidir. Bunların hepsi, ahlâkî yönetim ve ruhî terbiyeden ibaret olan bir mizaca bürünerek akideden kurulmuş bîr temel üzerine oturtulmuştur.
Aydmlar dinle ilgili buhranlarında şaşkındırlar. Çünkü onlar, İslâmiyetin sona erdiğini ve gayelerinin tükendiğini zannetmişlerdi. Sonra onlar birdenbire İslâm mefkuresinin dâvetçileri ile karşılaşıyorlar ve bu dâvetçiler onlara şöyle diyorlar :
Bilinmelidir ki, bu din iddia edildiği gibi bugün artık eski inanç, fikir ve nizamların müzesine terkedilmiş uzak mâznin kalıntılarından ibaret olan şeyler değildir; şüphesiz İslâm, şu anda yaşamaktadır. Ve ilelebet de yaşayacak olan bir nizamdır.
İslâmiyet, aralarında sosyalizm ve komünizm de olmak üzere bugüne kadar beşeriyetin tanıdığı, bütün nizamların hiçbirinin mâlik olamadığı hayatiyet unsurlarına dün ve bugün mâlik olduğu gibi yarın da mâlik olacaktır.
İşte bunların yanısıra gençlerin karşısına dikİIiveren sürpriz onları sarsar da kendilerine mâlik olamazlar ve şöyle seslenirler :
Köleliği, ağalığı, kapitalizmi mubah kılan, kadını erkeğin yarısı sayan ve onu evinde hapseden... Ceza sistemini, «El kesme, recmetme ve değnek vurma» şeklinde düzenleyen; sâliklerini zenginlerin vereceği ihsanlarla yaşamaya terk eden ve onları, bir kısmı diğerlerini istismar edecek şekilde zümrelere bölen; emekçilerin normal yaşama teminatını sağlayamayan, böylece daha neler ve neler ortaya salan bu nizam mı?
Gelecek bir tarafa acaba bugün, bu nizamın yaşaması mümkün müdür?
«İlmî esaslar!» a dayalı iktisadî ve içtimaî nizamlar arasında meydana gelmiş olan dev mücadelede rekabet etmek ve karşı koymak şöyle dursun acaba o bugün ayakta durabilmeğe muktedir bir nizam mıdır?
İlk önce, böyle düşünen «Aydınlar» in, bu şüphelerin kimler tarafından imâl edildiğini ve nereden geldiğini bilmeleri lâzımdır ki, onlar, ifade ettikleri bu safsataların hakikî sahipleri midirler, yoksa anlamadıkları şeyleri papağan gibi tekrar eden birtakım mukallitler midirler, anlasınlar!...
Şurası muhakkak ki, bu şüpheler onların ne kendi akıllarının şüphesi ne de zatî düşüncelerinin neticesidir. O halde yeni çağ tarihinden bazı şeyleri taniyabilmemiz için birkaç adım geri dönelim:
Orta çağda Avrupa ile İslâm âlemi arasında ehl-i salîp karşılaşması vukua geldi ve harbin ateşi tutuştu. Bir müddet sonra da söndü. Fakat bu harbin o zaman sona erdiğini zanneden hata eder. İşte Lord Allenby'nin Birinci Dünya Harbinde Kudüs'ün işgali sırasında, tam sarahatle söylediği söz : «Ancak şimdi Haçlt Seferleri sona ermiştir!..?»
Geçen iki asır içinde müstemlekeci Avrupa, İslâm âlemine hücum etmeğe başladı. 1882 senesinde Hidiv Tevfik'e karşı, Arabî Paşa kumandasında meydana gelen halk ayaklanmasından sonra İngilizler Mısır'a girdiler. Bundan sonra İngiliz için, İslâm dünyasında yerleşmeyi sağlayacak ve dâima kendisine karşı durabilecek İslâmî ruhu söndürmeyi teminat altına alacak, böylece kısa zamanda İslâm müdafilerini ezecek şiddetli bir siyasetten başka çıkar yol yoktu. Burada misâl olarak, Kraliçe Viktorya zamanında Başbakan Gladstone'un Avam Kamarasında, eline Mushafı alarak bu siyasetten bahisle milletvekillerine karşı yapmış olduğu konuşmada açıkça ifade ettiği şu sözleri yüksek takdirlerinize bırakıyoruz: «Durum şu ki, bu kitap Mısırlıların elinde bulunduğu müddetçe, orada bize hiç bir zaman rahat ve huzur olmayacaktır.»
İşte böylece istenilen siyaset bu memleketlerde müstem-lekeciîerin uzun müddet oturabilmeleri için, müslümanlarm dinlerinden soyulmaları, dinin ahkâmına ve âdabına sarılmaktan kaçmaları lâzımdı. Bilhassa inanış bakımından dinî bağları zayıflatmak, dinin müslümanlarm gönüllerinde yer etmiş olan kudsiyetini zamanla kaldırmak, dinin onların fikir ve vicdanlarmdaki mevcut şeklini karmakarışık etmek, bozmak gerekiyordu.
İşte İngilizler Mısır'da böyle yaptılar. Din konusunda, ibadetler ve dualardan, zikir, teşbih ve birtakım tasavvufî yollardan «Bereket» maksadiyle okunan Kur'ân'dan, İslâm ahlâkına ait birtakım nazariyattan başka, îslâmm hakikatm-dan hiçbir şey öğretmeyen bir maarif siyaseti takip ederek okullarda ona göre bir program vazettiler. Amma iktisadî ve sosyal adaleti muhtevi bir devlet nİ2amı, dahilî ve haricî siyaset için bir düstûr, öğretim ve eğitim için bir sistem, başlı başına bir hayat ve hayatı içine alan bir nizam olan İslâm... Bunlardan hiçbirisi kasden talebeye okutulmadı. Bilâkis müs-lüman çocuklarına dinleri öğretilecek yerde, habîs müstemlekeciliğin gayesini tahakkuk ettirmek maksadıyla, müslüman-ları dinlerinden uzaklaştırmak için, müsteşriklerin Haçlı zihniyetiyle kasten vazettikleri şüpheler okutuldu.
Ve bunların hepsinin yerine müslümanlara Avrupa'yı Öğrettiler, şöyle ki: Gerçek içtimaî nizamlar Avrupa'da mevcut olanlardır. Gerçek iktisadî nizam, Avrupa görüşünün ortaya koyduğu nizamdır. Uygun anayasa nizamı Avrupalıların fikir ve tecrübeleriyle aydınlığa kavuşmuş olan nizamdır. İnsan haklarını, Fransız ihtilâli takrir etmiştir. Demokrasiyi İngiliz Milleti yaşar hale getirmiş, medeniyetin esaslarını Roma İmparatorluğu te'sis etmiştir. Kısaca Avrupa kendisini müs-îümanlara, karşısında hiçbir kuvvetin duramayacağı cebbar bir dev olarak tanıtmıştır. Şark'a gelince; o, kendisinden bir kıyam ümid edilmeyen, ancak Avrupa'ya boyun eğmesi ve bütün şahsiyetini oradan alması gereken zayıf, alçak ve değersiz bir şeydir.
Bu siyaset te'sirini gösterdi. Mısırlılardan, kendisinin müstakil bir vücûdu ve özel bir şahsiyeti olduğunu duyup hisset-miyen nesiller meydana geldi. Avrupa'ya köle olma şuurunu taşıyan ve bu şuura dibine kadar dalan bir nesil... Kendi gözleriyle göremiyen, kendi aklıyla düşünemİyen, ancak Avrupalıların kendilerine gösterdiklerini görebilen ve yalnız Avrupalıların kendilerine telkin ettikleri fikirlere İnanan bir nesil...
Bugün aydınların büyük bir ekseriyeti, işte o müstemlekeciliğin koymuş olduğu plânlı siyasetin tam bir hülâsasıdır. Çünkü, onlar, İslâmiyet hakkında da ancak Avrupalıların kendilerine telkin yoluyla aşıladıkları şeyleri biliyorlar. İşte onun için onlar Avrupalılar gibi dinin devletten ve ilmin de dinden ayrılması tezini savunurlar.
Onlar Kendilerine has gafletlerine gömülmüş olarak Avrupalıların siyasî idareden soyup attıkları dinin başka bir şey, islâmî fikrin savunucularının davet ettikleri islâm dininin başka bir şey olduğunu unuturlar veya bilmemezlikten gelirler.
Bilinmelidir ki: Avrupa'yı kaplayan ve onu din düşmanlığına ve dinden uzaklaştırmağa zorlayan sebeb ve şartlar, orada yaşayan milletlere âİd birtakım davranışlardır. Onun benzeri haller, İslâm ülkelerini içine alan Şark'ta hiç vukubuî-mamiş ve vukubulması da mümkün değildir. Binaenaleyh, bizim aydınlar (!)T toplum düzeninin canlı idare organları olan. iktisadî ve siyasî işleri yürütmek hususunda, dinin terkedümesi yolundaki birtakım hazırlanmış fikirleri İthal ediyor ve Avrupa'da yaşayanların söyleye söyleye eskittikleri şeyleri sadece tekrar ediyorlar.
Hakikaten Avrupa'da, ilimle din arasında bir çatışma zuhur etmiştir. Çünkü, kilise, birtakım muayyen nazariye ve ilmî saydığı fikirlere saplanarak «Bunlar mukaddes hakikatlerdir. Çünkü, bunlar Sema'mn sözüdür.» demişti. Fakat zamanla, nazarî ve teknik ilimler o fikirlerin bozukluğunu isbat edince, orada yaşayan insanlar için sadece ilme İnanmak, kiliseye cephe almak, papazların kendilerine telkin etmeğe çalıştıkları bâtıl dini inkâr etmekten başka bir çıkar yol yoktu. Avrupa'da kilisenin kendini ilâhî bir sulta farzetmesi ve bu sultayı tatbik hususunda diktatörlük derecesine varması, bu mücadelenin şiddetini ve dinî bağlardan kurtulma arzusunu ziyadeleştirdi. Zira bu sulta öyle bir sulta oldu ki, uykuda ve uyanık hallerinde insanları kovalayan, onlara birtakım vergiler yükleyen, din adamlarına kayıtsız şartsız boyun eğmeği telkin eden çirkin bir kâbus halini aldı. Misâl olarak, Allah'ın Peygamberi Hazreti İsa (A.S.) adına birtakım hurafe ve evhamları, insanların üzerine dinin mecburî vazifeleri olarak farz kılmalarını, söyleyebiliriz. Meselâ dünyanın yuvarlak olduğunu söyledikleri için ilim adamlarına işkence etmek ve onları ateşte yakmak ve benzeri haller öylesine çirkin ve tahammülü güç bir vaziyet meydana getirdi ki, işte bu durum, o hayasız ve çirkin kâbusu parçalamağa veya hiç değilse, onu insanlar üzerinde sultası olmıyacak bir tarzda bağlamağa, hür fikir ve vicdan sahiplerinin hep birden yardımcı olmalarım âdeta farz kıldı. îşte böylece Kilisenin tasvir ettiği gibi olan dinî prensipleri çürütmek, dinde ayıplanabilecek bazı noktalar araştırmak, oradaki hür düşünürler için mukaddes bir vazife oldu.
Fakat burada, Şark'in İslâm beldelerinde ne oldu bize? Niçin ilimle dinin arasını açıyor, aralarına mevhum bir niza. ve mücadele ikame ediyoruz? Havaî arzulardan uzak olmak şartiyle hangi saf ve ilmî gerçek dîn ve akîde ile çatışmaktadır? İslâmin gölgesinde âlimlere zulüm ne zaman vâki oîmuştur? İşte bize, müsbet ilimler cümlesinden olan tıp, astronomi, hendese ve kimyada, İslâmın gölgesinde birçok âlimlerin serbest İlmî çahşmalariyîe meşhur olduklarına, kafalarında ilimle akîde arasında herhangi bir mücadelenin kopmadığma, bundan başka ilim adamlariyle devlet sultası arasında, ilim adamlarını işkenceye veya onları yakmaya müncer olan bir durum vâki olmadığına bütün vesikalarîyle tarih şahadet eder.
Hal böyle olunca, bizim aydınlan dinin ilimden ayırmadini kö'tüieyip onda mevhum noksanlıklar aramağa, araştırmasız, idraksiz ve kızgm'arm bağırmasına benzeyen bîr edâ ile çığırtkanlığa sevkeden sebeb, farkına varmadan yutmuş veya yutturulmuş oldukları müstemlekecilik zebirinden başka ne olabilir?..
Ben bu kitabı yazarken «aydınlar!» dan bahsi geçen sınıf hesabımda yoktu. Fakat bizimkiler» taklit ettikleri Avrupalıların inkarcı ve maddeci medeniyetlerinin sonunda ye'se düşerek, madde- ile mânayı bir arada yürüten bir nizama, yâni bir anda hem akideyi, hem de maddî hayatı içine alan bir nizama dönünceye kadar maalesef doğru yola gelmiyecekler.
Benim hesabımda, ancak aydın; düşünceli, İhlâslı gençlerden bir sınıf vardı. Onlar hakikate ulaşmak gayesinde samîmi arzulara sahip gençlerdir. Fakat bu şüpheler onların yollarına sed çekiyor, işte o sırada, o tertemiz gençler, onlara verecek cevap bulamıyorlar. Çünkü, hilebaz müstemlekeci, o gençlerin ışığı görmelerine, gerçek hür düşünce tarzını idrâk etmelerine mâni oluyor, böylece onları karanlıkta dolaşmağa mahkûm bırakıyor. Zira müstemlekeciliğe köle olmuşlarla, komünizmin gönüllü şeytanları, hürriyete, istiklâle ve insanlığa giden doğru yolu bulmalarından korktukları için, o masum gençleri yollarından saptırmak hususunda lüzumundan fazla gayret sarf ederler.
Bu kitabı, o aydın düşünceli ve İhlâsh gençlere takdim ediyorum.
Allahü Teâlâ'dan, onların önüne kurulacak şüphe tuzaklarını kaldırmaya beni muvaffak kılmasını dilerim.
Onsekiz ve ondokuzuncu asırdaki ilmi başarıların sarhoşluğu içinde kendini kaybeden bazı Avrupa-lı'Iar, dinin gayesinin tükendiğini ve yerini ilm'e ter-kettiğini zannettiler. Onun için Garb âleminde sosyoloji ve psikoloji âlimlerinin ekserisi bu zan üzeredir.
işte meselâ Freud CFroyd) beşeriyetin hayatını üç psikolojik merhaleye ayırır: Birincisi, hurafeler merhalesi, İkincisi, dindarlık merhalesi, Üçüncüsü ve sonuncusu, ilim merhalesi!.
Avrupa âlimlerinin, dine düşman ve dinden uzaklaştırıcı olan bu nazariyeyi benimsemelerinin sebeb ve sâiklerini mukaddimede izah etmiş ve «Kilise ile ilim adamları arasında başlayan mücadele, Kilise tarafından söylenenlerin bihakkın hurafe, gerilik ve gericilik olduğunu, binaenaleyh beşeriyetin medeniyet yolunda ilerlemesine imkân verilmesi için yerini ilme bırakması lâzım geldiğini ilim adamlarına hissettirdi.» demiştik.
Sonra mağlûb duruma düşmüş olan müslüman şarktaki taklid hastalığı, bir takım zavallı müslümanlara, ilerlemenin tek yolunun ancak muzaffer Avrupa'nın yolu olduğunu ve Avrupa'nın dini terk ettiği gibi kendilerinin de dini terketmeleri gerektiğini, telkin etti. Eğer böyle yapmazlarsa gerilik ve hurafe içinde şaşkın şaşkın dolaşacaklarını hayal ettirdi!
Bununla beraber, Avrupa âlim ve yazarlarının hepsi din düşmanı değildir! Onlar arasında, Avrupa'nın inkarcı maddeciliğinin esaretinden kurtularak gönülleri vicdani hürriyete ve akılları hür düşünceye kavuşmuş, inanmanın aynı zamanda akli ve nefsi bir ihtiyaç olduğunu idrak etmiş makul davranışlı insanlar da vardır. Onlara en bariz misâl, hayatına şekci ve inkarcı olarak başlayan, sonra ilmi araştırmalarla «ilmin en büyük müşkülünü ancak bir tek Allah'ın varlığı ve O'na iman etmek halleder.» neticesine varan astronomi âlimi James Jeans ile, bir tek fikir ve nizam içinde maddi ve ruhî kuvvetleri cemettiğinden dolayı özellikle islâm dinini öven meşhur içtimaiyatçı Ginsburg'dur. Bunlardan başka işte meşhur yazar Samerset Maugham doğruluğunda şüphe olmayan sözünü söylüyor: «Muhakkak ki, Avrupa bugün Allah'ını kaybetmiş ve yeni bir Allah'a inanmıştır. O da ilimdir. Lâkin ilim devamlı değişen bir varlıktır. İlim dün inkâr ettiğini bugün isbat eder. Ve bugün isbat ettiğini de yarın inkâr eder. îşte o sebepten dolayı ilmin kullarını, istikrar ve sükûndan mahrum daimî bir ızdırab ve gönül darlığı içinde bulursun.- Şüphesiz bu görüş bir hakikattir. Muztarib garbın içinde yaşadığı bu daimî huzursuzluk, orada, insanların âsâbını bozan, ruhî ve fikri, çeşitli hastalıkların isabetine sebep olan bu ızdırap, yerde ve gökte sabit bir kuvvete dayanmaksızın insanlar arasında cereyan eden daimî çatışmaların neticesidir, insanların etrafındaki her şey değişiyor, siyasî nizamlar değişiyor, devletlerin ve fertlerin birbirlerile olan alâkaları değişiyor, ilmî' hakikatler değişiyor...
Sabit bir kuvvetin bulunmadığı yer ve zamanda,! önüne geçilemeyen akışına devam eden hayatla mü-j cadelede fertlerin dayanacağı bir tek zaruri ve kaçınılmaz netice vardır : Gönül darlığı ve ıztırab.
Fert, itikad ve amellerile Allah'a yöneldiği, O'-nun rızasını kazanmak için azgınlık ve kötülüğe karşı mukavemet ettiği, O'nun iradesini tenfiz edip sevabına nail olmak için yeryüzünü imar etmeğe çalıştığı sırada Allah'a inanarak yaşamakta bulacağı huzur ve emniyetten başka, inancın insan hayatında ifâ edeceği bir vazifesi olmasa bile bu dahi ona sarılmağa kâfi derecede hak verdirici bir sebebdir.
İmansız yaşayan insan nasıl bir varlıktır? Ebedll hayatın yeri ve kaynağı başka bir âleme inanmayan insan nasıl bir varlıktır? Şüphesiz olan şudur ki, yokluk şuuru; yâni, ferdin rüyaları ve emellerine nisbetle ömrün azlığını ve kısalığını idrak etme şuuru, mutlaka onu kaplar. İşte o zaman fert, kısa hayatında] dünyaya ait zevklerden pek çoğunu gerçekleştirmek maksadile şehevî arzuların arkasından koşar. Kendine bahşedilmiş olan bu biricik fırsattan istifade dü-şüncesile yalan faydalardan becerebileceği her şeyiı yapmak için bu dünyada elde edeceği menfaatlere ve; bu uğurda vahşice yapılan mücadeleye ihtirasla sarılir... insanlar hislerinde ve düşüncelerinde alçalır.| Hayatın hedeflerini ve o hedeflere vardıran vasıtaları elde etme hususundaki tasavvur ve düşüncelerin seviyesi düşer, insanlar, yüksek insanî düşünce ile hareket etmeyen ve kendisinde sevgi, merhamet ve gerçek yardımlaşma duygusundan bir iz bulunmayan çirkin mücadele âlemine inerler. O zaman onlar, bedenin arzularına ve içgüdülerin isteklerine hayvan-! ca boyun eğerler. Bir lâhza olsun, asil bir duyguya,
insanca cömert bir mânâya doğru yücelmek istemezler.
Şüphesiz onlar hayat yolundaki mücadelelerinde fayda ve zevkten bir şeyler gerçekleştiriyorlar. Lâkin onlar bu sefer, fayda ve zevk üzerine teksif ettikleri hirslarile onların hepsini ifsad ediyorlar. Fertlere gelince, şehevî arzular onları köle yapacaktır. Böylece onlar, şehevî arzulara boyun eğecek ve te'sirinden kurtulamıyacak bir şekilde bu arzulara esir olurlar. Milletlere gelince, onların hareket tarzı da hayatın zevkini bozacaktır. İlim, o büyük ve mühim vasıta- insanlığın faydasından alınıp mutlak tahribe ve korkunç parçalanmaya sebeb olacak harplere vasıta kılınacaktır. Dinin ve inanmanın, hayatta dirilere bahşettiği gönül ferahlığı, dünyada gönlüne düşüp de yapamadığı şeylerin hepsmi yapma imkânına sahib olacağı ebedî bir hayatın varlığına inanmaktan başka gördüğü mühim bir vazifesi olmasa bile Yine din için, yeryüzündeki çatışmanın şiddetini azaltmaktan, sevgi, merhamet ve kardeşlik duygularının yerleşmesine imkân vermekten başka bir vazifesi olmamış olsa bile, işte bu saydıklarımız, îmana sarılmağa ve ondan hayırlı azıklar elde etmeğe kâfi bir sebebdir.
En yüksek doktrinlerin, insanî fikirlerin ve yüksek inançların sahiplerine, fikir ve prensiplerinin müdafaası uğrunda azgınlara ve şer kuvvetlere karşı mücadele sabrını ve mukavemet şuurunu veren nedir veya kimdir? Acaba onların bekledikleri menfaat mi? Halbuki, onlardan bir kısmı - belki çoğu - beklenen faydayı elde etmeksizin hayatlarını tüketiyorlar. Malûmdur ki, şahsî menfaat üzerine kurulmuş olan dâva hiç bir vakit başarıya ulaşamaz, olsa olsa. ancak onun küçük bir kısmı tahakkuk edebilir. En sonunda da ihtiras fırtınaları; şehvet ve menfaat kasırgaları onu çürütüp atar. Çünkü, o, köksüz ayakta duran bir şeydir.
O halde sabır've mukavemete sevkeden sebeb sadece dünyada elde edilen yakın fayda ve menfaat değildir.
Bazı ıslahatçılar, kuvvet ve sabrı kinlerinden alırlar! Şahsî kinleri, insanlardan bir zümreye olan kin-r leri, veyahut içinde yaşadıkları nesle olan kinlerinden... Böylesi islâh hususundaki hedefine bazan ulaşır. Bazan da varmak istedikleri gaye uğrunda hsr türlü mahrumiyet ve işkenceye tahammül edecek dereceye varabilir. Lâkin kin ve adavet üzerine bina edilmiş olan doktrinlerin beşeriyeti, hayırlara götürmesi mümkün değildir. Bu türlü doktrinler bazan belli ve geçici bir müşkülü halleder, mevcut bir zulmü kaldırır, fakat hiçbir vakit beşeriyetin çekmekte olduğu bir çok illetlerden mütevellit elem ve ıztırabları din-dirici bir ilâç olamaz. Muhakak olan şudur ki, o türlü mukavemet,, içinde bulunan kinler ve ölçüsüz düşüklükler sebebiyle, yolundan inhiraf eder, böylece bir kötülüğü başka bir kötülükle; bir zulmü başka bir zulümle; bir düşmeyi bir başka düşme ile değiştirir.
Gerçek akîde ancak, yakın menfaat üzerine kurulmamış olan, gıdasını kinlerden ve kötü düşüncelerden almayan, temiz ve doğru kardeşliği hedef tutan, insanların hayrım istediği için kötülüklerle mücadele eden akidedir. İşte insanlara fayda veren, onlar medeniyet yolculuğunda ileriye, iyiye götüren, yalnızj bu akidedir.
Allah sevgisinden doğan en büyük sevgiye, Allâh'a ulaşan en büyük hayra, hayatın gerçekleri kendişile ölçülen en büyük hakikate giden yol, iman olmadan iıasıl bulunur? Yeryüzünde yok olup gitme düşüncesini hafızadan çıkaran, kişiye devamlılık ve ebedilik şuurunu kazandıran, çalışmaların Semeresiz, üstün duyguların karşılıksız zayi' olup gideceği fikrini akıldan uzaklaştıran bir başka âleme inanma duygu ve iz'anı olmadan o yüksek insanı vasıflara ulaşmanın yolu ne olabilir?
Bu söylediklerimiz akideye... Allah ve âhiret günü ile ilgili her türlü inanca mütealliktir.
Lâkin îsiâma gelince, O'nun başka bir hesabı vardır.
«îslâmın hedefleri tükenmiştir» düşüncesi kalble-rine gelenler, Islâmın niçin. geldiğini bilmiyorlar. Onlar sadece Mısır okullarında okutulmak üzere müs-temlekecilerin hususî maksatlar ile hazırladıkları tarih kitaplarından ezberledikleri gibi biliyorlar ki:
islâmiyet, putlara tapmayı menetmek, insanları bir Allah'a ibadet etmeye yöneltmek için gelmiştir. Araplar, birbirine düşman ayrı ayrı kabileler halinde yaşıyorlardı. İslâm onların arasını te'lif etti ve onları bir millet haline getirdi. Araplar, kumar oynuyorlar, içki içiyorlar ve nice kötülükler irtikâb ediyorlardı. İşte İslâmiyet onları o kötülüklerden menetti ve bunları haram kıldı. Öç alma, kızları diri diri toprağa gömme gibi bazı kötü âdetleri ve benzerlerini yasak etti. İslâm, o gün kendine inananları, ülküsünü yaymağa çağırdı. Onlar da derhal.İslâmı neşre kıyam ettiler, o yolda, bugün bilinen hudutlarına kadar Islâmın yayılmasiîe sonuçlanan gazalar ve harpler yaptılar...
Fakatl Islâmın vazifesi işte sadece bunlar İdi. Hal böyle olunca, bu tarihî vazife artık bugün sona ermiş ve hedefler tükenmiştir. Bugün artık İslâm âleminde puta tapan yok. İs-lâmm o gün İslahına çalıştığı kabileler ise az veya çok bir takım milletler kavimler içinde eridi. İçki, kumar, zina ve diğer ahlâkî meselelere gelince, artık onlar da toplumun tekâmül seyrine bırakılmıştır. Zaten bunlar dinlerin haram kılmasına rağmen' daima var olagelmişlerdir.
Hal böyle olunca yapılacak denemelerden bir fayda yoktur. Böylece İslâmın davetini yayma işi sona ermiştir. Yeni çağda artık onun yeri yoktur. Binaenaleyh İslâmiyetin gayeleri tükenmiştir. Bugün bize lâzım olan modern görüşlere dönmektir. Kazanç ve dünya zenginliği ancak oradadır. (!)
İşte bu fikirler eğitim ve öğretimin okullarda çocuklarımıza yapmakta olduğu telkinlerdir. Bilindiği veçhile, bu fikirler, zayıf zihinlerde ve garbın hâkimiyetine köle olmuş kimselerde görüldüğü gibi, açıkgözlerin «Emr-i vâki» diye adlandırdıkları safsatanın ilhamıdır.
Lâkin bunlar ve onlar îslâmın gayesini, niçin geldiğini ya bilmiyorlar veya bilmez görünüyorlar.
Onlara deriz ki; Tek kelime ile İslâm bağımsızlıktır. İslâm yeryüzünde beşeriyetin gidişini kayıtlayan, iyilik yolunda devamlı ilerlemeden alıkoyan her türlü kayıtlardan kurtulmaktır.
İslâm, kendi şahsî menfaatları için insanları köle-leştiren, onları baskı ve tehdit ile kendine râmeden azgınların tahakkümünden kurtulmaktır. Çünkü bunlar, hak ve hakikate muhalif olan şeyleri insanlara zorla yüklerler, insanların şereflerini, ırz ve namuslarım, mal ve canlarını selbederler. Binaenaleyh İslâm, her türlü sultayı yalnız Allah'a vermek suretiyle azgınların tasallutundan kurtulmak, insanlarm zihinlerinde vicdanlarında açıkça belirmesi lâzım gelen en büyük hakikati takrir ve tesbit etmektir. O hakikat de şudur:
Mülkün sahibi yalnız Allah-ü Teâlâdır. Kulların üzerinde Kahhar olan ancak O'dur. İnsanların hepsi, Allah'ın kulları olup kendileri veya başkaları için ne fayda ne de zarara maliktirler. Onların hepsi kıyamet gününde fert fert hesap vermek üzere Allah'ın huzuruna geleceklerdir.
İşte ancak bu inançtan sonra insanlar, kendi işlerinde dahi hiç bir şeye malik olamayan, haddi zatında her halile zayıf olan bir beşer korkusundan kurtulmak suretile gerçek hürriyete kavuşurlar. Fert ve cemiyet, ancak Kahhar ve bir olan Allah'ın kanunlarına, boyun eğmelidir.
îslâmm gayesi, kasıtlı veya kasıtsız, azgınların beşeriyeti iğfal etmek için kullanmakta oldukları şehvet silâhının te'sirinden insanları kurtarmaktır. Eğer insanların şehvet üzerine vâk'i ihtirasları olmasaydı, zilleti kabul etmezler ve kendilerine yapılan zulümlere mukavemetten geri durmazlardı. Bunun için İslâmiyet, insanların, zillet ve hakareti kabul eden çelimsiz kimselerin mukavemetile değil, kuvvetli ve mücahit kimselerin mukaveîetüe kötülüğe karşı durmalarına, şehvet ve havaîlik sultasından onları kurtarmağa son derece önem verir.
«Ya Muhammed de ki: «Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, aileleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallarınız, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz ve hoşunuza giden meskenleriniz size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise o zaman Allah size emrini (azabım) getirinceye kadar bekleyiniz. Allah fâsık kavimleri hidayet etmez.
[8]
Bununla İslâm, şehvetlerin hepsini bir kefeye (terazinin gözü) sevgi, hayır, hak, Allah yolunda ve bütün yüce mânalar uğrunda cihad etmenin kendisinde temessül ettiği Allah sevgisini de diğer kefeye koyar. Sonra Allah sevgisini bu şehvetlerden üstün ve imanın şartı kılar. İslâmın dâvası, yalnız aşırı azgınlara mukavemet için şehvet sultasından kurtulmak değildir. Lâkin bunun yanı sıra, bir takım şehevî içgüdülere esir olup onların zulüm ve zillete götürücü tahakkümünün içine düşmekten fertleri kurtarmağı hedef tutar.
Şehvetlere dalan kimse, ilk anda hayatın lezzetlerini başkalarından daha iyi tattığım zanneder. Lâkin bu hatalı zan biraz sonra onu, kurtuluşu olmayan bir köleliğe ve huzur bulunmayan bir. yorgunluğa teslim eder. İnsandaki şehevî arzular, hiç bir vakit üzerine fazla eğilmekle doyan şeyler değildir. Böyle yapıldığı takdirde sadece onun arzusu daha da artar, en sonunda kendisine esir düşen kimseye tam bir meşguliyet olur. İnsanın bütün gayesi, şehvetin çağrılarına icabet olduğu zaman içine düşeceği değersizlik bir tarafa artık şehvetin tazyikinden kurtulmağa da muktedir olamaz. Hayatın ilerlemesi, beşeriyetin yükselmesi, insanın hür olarak çalışabilmesi ancak şehevî içgüdülerin baskısından kurtulmakla kabil olur. Şehevî arzuların dışında beşerin gayesinin, hayatı kolaylaştıran bir ilim veya onu güzelleştiren bir fen veya insanı en yüksek duyguların ufuklarına yükselten bir akîde olması normaldir.
İşte îslâmın beşeriyeti şehvetlerden kurtarma gayreti bundan dolayıdır. Lâkin bu kurtarma gayreti ne ruhbanlığı onlara yüklemek, ne de hayatın güzel nimetlerinden faydalanmayı haram kılmaktır. İslâ-mın bu hareketi, ancak insanların şehevi meyillerini terbiye etmek, zaruri ihtiyaçları karşılamak, yeryüzünde Allah'ın ismini yüceltmeğe çalışmak, hayat gücünün serbest çalışmasına mâni olmayan zevklerden makul bir miktarı yapmalarına imkân vermektir, islâmiyet bu hususta zevkten ve gönül rahatlığından bir miktarı elde etmekle fert için şahsi bir faydayı hedef tutuyor. En büyük doktrine göre, fert ile toplumu bir düzen içinde iyiliğe, yükselmeye ve ilerlemeye yöneltmek, cemiyetin tamamı için bir çok faydalan hedef edinir.
[9]
îslâmm gayelerinden biri de aklı hurafelerden kurtarmaktır. İnsanlık bir çok hurafelere dalmıştır. Onlardan bir kısmını bizzat beşer kendisi yapmış ve kendine nîsbet etmiş, veya kendi ellerile yaptıkları ilâhlarına nisbet etmişlerdir. Bunların hepsi çocukluk devrinde beşer aklının içinde yaşadığı cehaletten neş'et etmiştir. İşte İslâmiyet, ilâhlarda, Yahudi efsanelerinde, kilise hurafelerinde temsil edilmek istenen batıl inanç ve hurafelerden beşeriyeti halâsa erdirmek için gelmiştir. İslâm, insanları, aklın anlayacağı, hissin idrak edeceği ve vicdanın inanabileceği sade bir yol ile Hak Teâlâya yöneltir. Onları, hayatın hakikatlerini anlamak için akıllarını çalıştırmağa davet eder. Lâkin bu irşad öyle eşsiz bir şekildedir ki, ne akıl ile din, ne de din ile ilim arasında her hangi bir hu^ sûmet vuku'bulur. İslâm, Allah'a inanması için insanı, hurafeye inanmağa mecbur etmediği gibi; ilmin hakikatlerine inanmak için de Allah'ı İnkâr etmeğe mecbur etmez. Ancak tam bir açıklık ve doğrulukla İnsanın aklına, yeryüzünde Allah'ın her şeyi insana teshir ettiğini yerleştirir. Muhakkak ki, insanların ulaştıkları her ilmî hakikat yahut elde ettikleri her maddi fayda sadece Allah'ın bir ihsan ve tevfikidir. Onun için insanların, Allah'a şükredip güzelce ibadet etmeleri icabeder. Bununla İslâm, ilim ve irfanı imandan bir cüz sayar. Hiç bir vakit ilmi imana muhalif bir unsur addetmez. İşte böylece İslâm, gayeleri tükenmemi bir nizamdır. Yeryüzünde insanlar yaşadığı müddetçe de gayelerinin tükenmesi mümkün olmayacaktır.
Bütün gayretlere rağmen, beşeriyet hurafelerden kurtuldu mu? Azgın diktatörlerin sultasından kurtulabildi mi? Cismin hayvani baskılarından, şehvetin kötü tesirinden uzak kalabildi mi?
Dünya sakinlerinin yansı, Hindistan'da, Çin'de ve dünyânın muhtelif yerlerindeki çeşitli kabilelerde hâlâ putlara tapıyorlar. Yarısına yakın bir kısmı da, insanları hak yolundan saptıran, vicdanları, şuurları ve insanların birbirlerile olan alâkalarını ifsad eden ve putperestlikten aşağı kalmayan başka hurafelere tapıyorlar. Belki bu beriki, sapıklık ve tehlike bakımından öbüründen daha ileridir. İşte o hurafe ilim veya ilim adına yutturulan hurafedir.
Şüphesiz ilim, bilgi vasıtalarından çok mühim bir vasıtadır. İlerleme ve yükselme yolunda bütün beşeriyeti geniş adımlarla öne doğru yürütmüştür. Lâkin garbın, ilmi tek ilâh kabul etmesi, onun dışındaki bütün bilgi menfezlerini kapaması, beşeriyeti hedefinden saptırmış, ufkunu daraltmış ve çalışmalarını, deney ilminin çalışmaya muktedir olduğu his sahasına hasretmiştir. Bu saha ne kadar geniş olursa olsun, beşeri takata nisbetle dardır.
Onun maddî yükselmesi ne derece olursa olsun, fikri ve ruhu ile beraber yükselerek Ruhu A'zamla temas edip doğru bilgi nurundan bir anda gözü ve basireti ile aydınlanacağı zaman yükseleceği seviyeden çok daha aşağıdır. Bu söylediklerimiz ilim hurafesine ilmin hayatın ve kâinatın esrarını çözeceğine, sadece ilmin isbat ettiklerinin hak olduğuna ve ilmin isbat etmediği her şeyin hurafe olduğuna inananlann hayal ettiklerinin fazlasıdır. Halbuki ilim daha çocukluk devrindedir. Henüz bir çok hakikatları idrak hususunda nefy ile isbat arasında bocalamaktadır. Eşyanın hakikatma nüfuz etmekten âcizdir. Eşyanın künhünü veya hakikatini değil dış görünüşlerini anlamakla iktifa eder. Lâkin ilmin kulları, ilimde ve kendilerine ait hususlarda, acele ediyorlar da, ruhun varlığını, bu mahdut hisli beşerî yaratığın maddî engelleri aşmasını, telepati
[10]akımlarından bir akımla
meçhul âleme ilgi kurmasını ve bunlara olan kudretini inkâr ediyorlar. Onların inkârı, bunun bir hakikat olmadığından değil, lâkin deney ilminin henüz o tarafı isbata kaadir olamadığından ileri geliyor. En nihayet bu sivri akıllılar, Allah'ı deney ilmine girmediği gerekçesi ile O'na hizmetten kendilerini müstağni addettiler. Bazıları da sıkılmadan Allah'ın (hâşâ) mevcut olmadığını ilân edecek kadar ileri gittiler!.
Bin üçyüz sene önce olduğu gibi bugün de beşeriyet İslama ne kadar muhtaç!. Evet kendini, yâni aklını ve ruhunu hurafelerden kurtaracak ve bir daha onun içine düşmekten uzak tutacak olan İslama bugün daha çok muhtaçtır insanlık!.. Bu hurafeler isterse putlara tapmak olsun, isterse ilerici geçinen garblüarm çirkin şeklile alışkanlık haline getirdikleri ilme tapma olsun. Garbın sapık akideleri ile ruhu parçalanmış, vicdanı ile aklının arası açılmış, Allah'a olan ihtiyacı ile ilme olan ihtiyacı birbirine muhalif gösterilmiş insanlara istikrar ve sükûnu iade etmek için, din ile ilim arasında beklenen sulhu temin edecek olan İslama insanlık bugün daha çok muhtaçtır. İnsanlar arasındaki alâkayı husumet ve cidal alâkası tarzında tasvir eden; ilmin inceliklerinden her inceliğin veya beşerin ulaşabildiği her hayrın ilâhlardan zorla alınmış bir şey olduğunu, eğer güçleri yetse mâni' olacaklarını telkin eden, böylece her ilmî keşfi ilâh-, lara karşı bir zafer ve onları acze düşürme sayan sapik ideolojileri, Roma imparatorluğunun ve modern Avrupa'nın varis olduğu habaset yuvası eski Yunan ruhunun kalıntılarını izale edecek olan îslâma insanlık bugün ne kadar muhtaç durumdadır...
O habis ruh, bazan Avrupalının -genel olarak batılının iç şuurunda, «İnsanın tabiatı yenmesi» yahut «ilim esrarı açıklıyor.» gibi ve benzeri tâbirlerinde görülmekte devam ediyor. Bu cihet umumiyetle Allah'ı kavrama yollarında ve «Ancak insanın aczidir, Allah'a boyun eğmeğe mecbur eden» şeklindeki anlayışlarında görülmektedir. Onların iddialarına göre, «insan tarafından elde edilen her ilmî keşif, insanı bir dereceye yükseltir, buna mukabil ilâht da bir derece düşürür. Böylece insan bu yolda ilmin bütün esrarını bilinceye, hayatı (canlıyı) yaratmcaya kadar devam eder. O bugün alimlere övünç veren bir rüyadır. Bu rüya tahakkuk edince insan son olarak Allah'a boyun eğmekten kurtulur ve kendisi ilâh olur...»
Kendisini bu dalâletten kurtarması, ruhuna kaybettiği emniyet ve selâmeti iade etmesi için, bugün insanlık İslama daha çok muhtaçtır. Çünkü, İslâm insana, Allah'ın lütuf ve merhametim, bildiği şeylerin ve elde ettiği hayırların, Allah'ın ihsan ettiği nimetinden başka bir şey olmadığını duyurur ve onu anlar hale getirir. İnsan, bildiklerini cemiyetin hayrına kullandığı müddetçe, Allah ondan razı olur. İslâmın insanlara öğrettiği Allah, bilgili oldukları zaman insanlara gadabetmez, insanların hâşâ kendisine rekabet edeceğinden de korkmaz. Allah, insana ancak bilgilerini, mahlûkata zarar ve eziyet veren şeylerde kullandığı zaman gazab eder.
Bin üçyüz sene evvel olduğu gibi insanları kötü düşüncelerden, azgınların ve zâlimlerin elinden kurtarması için bugün insanlık İslama daha çok muhtaçtır.
Zâlimler bugün çoğalmıştır. Onlardan bazıları krallar, bazıları diktatörler ve komünistler, bazıları ağalar ve patronlar, bazıları da kapitalistlerdir. Bunlar çalışan zümrenin kanını emer ve onları fakirlik ve ihtiyaç zilleti ile kahrederler. Bunların en korkuncu, demir perde gerisi gibi - demir, ateş ve casusluk esasına dayanan polis kuvveti ile hükmeden diktatörlerdir. Bunlar hiç utanmadan, milletin iradesini veya proletaryanın iradesini tenfiz ettiklerini söylerler.
İslâm, rüyalar âleminde değil, gerçekler âleminde insanları zâlimlerin elinden kurtarır. Bu söze karşılık bazı kimselerin şöyle bir soru sormaları -kendilerine - hoş olabilir:
Neden İslâmiyet, kendi sâliklerini, onların kanlarını emen, ırz ve namuslarını tarumar eden ve devamlı olarak nefeslerini tıkayan zâlim melik ve idarecilerin elinden kurtarmıyor?
Bu sorunun cevabı şudur: Halkı müslüman olan memleketlerde, İslâm hükmetmiyor. O memleketlerin ahalisi ancak ismen müslümandır. Allah'ın kitabı Kur'an'daki şu âyetler onların durumunu ne güzel anlatır : «Allah'ın indirdiği ahkâm ile hüknıetmeyenler var ya, işte onlar kâfir îzâlir») dirler.
[11]
Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da içlerinde burukluk duymadan verdiğin hükme teslim olmadıkça inanmış olmazlar.»
[12]
Tabiatile bizim kendisine çağırdığımız İslâmiyet, şarkın İslâm beldelerinde, meliklerin ve millet idarecilerinin tatbik eder göründükleri, halbuki bu hareket-lerile Allah'ın kanunlarının hepsine muhalefet ettikleri bazan Avrupa düsturlarile bazan da ilâhî hak nazariyesi ile hükme koyuldukları, ne bunda ne de onda, insanlar arasında adalen gözetmedikleri bilinen müslümanların müslümanlığı değildir. Bizim kendisine çağırdığımız İslâmiyet, bugün uyanmağa başlayan, böylece sandalyaları yerinden oynatan, o sandal-yalarm üstünde oturan zâlimleri oradan iten, onları ya kendi hükmüne boyun eğdirecek veya oralardan sürecek olan gerçek sosyal adaleti ihtiva eden İsiâmi-yettir. «Köpük ve cüruf atılır gider, insanlar için faydalı olanlara gelince, onlar yerin üstünde kalır.
[13]
Bu şekilde anlaşılan İslâmiyet hâkim olunca - ki, o Allah'ın izni ve te'yidile mutlaka hâkim olacaktır elbette ki İslâm topraklarında hiç bir zâlim idareci ve hâkim kalmıyacaktır. Çünkü, İslâm, zâlimleri kabul etmez, islâm, yeryüzünde kendi arzusuna göre hükmetmeyi hiç bir kimseye müsaade etmez. İslâm ancak Allah'ın ve Resulünün emrile hükmedene müsaade eder. Zira Allah hükmünde ve muamelesinde âdildir, kulunun da âdil olmasını emreder.
Tarifini yaptığımız İslâmiyet hâkim olunca, yâni İslama hakkile inanan ve onun yolunda cihad eden ilim ve imanla mücehhez bir nesiî yetiştiği zaman, elbette idareci için, Allah kanunlarını bihakkın tatbik etmekten başka bir vazife veya çıkar yol kalmayacaktır. Aksi halde, İlk Halîfe Hz. Ebu Bekir'in sarih ifadesi mucibince, insanların ona itaat etmeleri lâzım gelmez: «Sizin aranızda Allah'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah'a isyan eder, onun emrinden dışarı çıkarsam bana itaat etmeniz gerekmez.»
Elbette ki, mal, mülk ve kanunî hususlarda hükümdarın, millet fertlerinden fazla ayrı bir hakkı olmayacaktır. Bu hükümdar sultasını, ancak seçme haklarını hâiz seçmenler tarafından hür bir seçimle elde edecektir.
Bu İslâm hâkim olduğu zaman, müslümanları sadece dâhili baskı ve zulümlerden kurtarmakla kalmıyacak, belki onun yanı sıra, müstemlekecilik ve onun neticesi olan yabancı tahakkümünden de kurtaracaktır. Çünkü, İslâmiyet, izzet, şeref ve haysiyet dinidir. Gerçek müslümanlık müstemlekeciliği kabul etmez, onu reddeder. İslama hakkile inanmış bir müslüman, müstemlekeciliğe razı olmayı veya onun sultasına boyun eğmeyi, Allah'a hesap vermekten daha mes'uliyetli sayar, böylece islâm mûslümanlan, eldeki bütün vasıtalariyle ona karşı cihada çağırır.
Kendisine ibadet ettiğimiz Allah'ın «Bugün sizin dininizi ikmal ettim. Size ait nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslâmı seçtim.
[14] dediği gün olduğu gibi, bi2im için rıza gösterdiği dinine lâyık olacak şekilde onun bayrağı altında toplanıp da müstemlekecilik pisliğinden topraklarımızı temizlemek, onun habis kabzasından mal, ruh, ırz, inanç ve düşüncelerimizi kurtarmak için bugün İslama ne kadar muhtacız!.
Lâkin îslâmın rolü bu hududun yanında durmaz. Dünyanın bir kısmını dahildeki ve hariçteki zâlimlerin elinden kurtarıp hürriyete kavuşturmanın te'siri yalnız oralarda yaşayanlara münhasır kalmaz. Belki o, geçen harbin yaraiarüe muztarib, gelecek harbin ifna edici korkunç tahribatının tehdidi altında korkulu bulunan insanlığın hepsi için en büyük bir nimettir.
Bugün insanlık iki büyük kütleye ayrılmıştır. Bir tarafta kapitalist kütle, bir tarafta komünist kütle. Bu iki kuvvet, dünyanın verimli kaynaklan ve stratejik noktaları etrafında ihtilâf halindedirler. Lâkin her ikisi de gerçekte sadece bizi paylaşmak hususunda anlaşmazlığa düşüyorlar. Tabiî biz onlar için, okyanustan okyanusa uzanan son derece değerli maddî ve beşerî kaynaklara ve stratejik noktalara sahip zengin sahalarız. İşte bu yüzden o iki kuvvet bizim üzerimizde boğuşuyor. Sanki biz değeri olmayan atılmış bir şeyiz, köle itaatile galibe boyun eğer, mal ve eşyanın el değiştirmesi gibi bir efendinin mülkünden diğer bir efendinin mülküne intikal ederiz.
Eğer îslâm âlemi şahsiyet yapısını istirdat etmiş olsa -ki, Allah'ın iznile o yoldadır yeryüzünü tahrib ile tehdid eden azgın boğuşma akamete uğrar, böylece devletlerarası kuvvet terazisini ortasından tutan üçüncü bir kuvvet meydana gelirdi. O zaman Rusya ve Amerika bugün yaptıkları gibi, çirkin bir tarzda bizim üzerimizde kavga etmezler, her ikisi de müslümanları razı etmek için yarış yaparlardı.
O halde bugün beşeriyet îslâmın zaferine muhtaç durumdadır. Şimdilik her ne kadar buna sadece îslâmın mevcut sâlikleri inanıyorsa da. Çünkü, îslâmın zaferi insanlığı, ardı arkası kesilmeyen harb korkusundan ve sinirleri bozan heyecandan rahata kavuşturacaktır. îçine düştüğü şehevi meyillerin felâketlerinden kurtulmak için de bugün beşeriyet İslama ne kadar muhtaç!...
İşte Avrupa kokmuş şehvetlerin içine dalmış, ayrılmak bilmiyor. Bütün âlemi sarmış olan bu dalgınlığın neticesi ne olacak? Evet ilim ilerlemiştir. Lâkin beşeriyet ilerlememiştir. Şehvetlerinin esiri olarak, içgüdülere dayanan kaba zevke dalmış olduğu halde insanlığın terakki etmesi zaten mümkün değildir. Batıda ve Doğu'daki bir takım ilmî inkişaflar, bazı insanların gözlerini kamaştırıyor da bu yüzden zannediyorlar ki: İlerilik ancak uçan füzeler, atom bombası, radyo cihazı, çamaşır makinesi ve benzeri şeylerdir. Halbuki bunlar üeriliğin hakikî ölçüsü değildir. Bu konuda hataya düşmeyecek olan gerçek Ölçü ancak, beşerin maddî ve manevî zaruri ihtiyaçlarına cevap verme ölçüsüdür. Bu ise manen kudretli olduğu devirlerde yüksek; maddi ilim ve kültür ne kadar yüksek olursa olsun manen muztarib olduğu devirlerde, düşüktür.
Bu ölçü, belli bir sebebi ve gerçek bir payı olmaksızın, dinlerin veyahut ahlâk ilminin koyduğu tahak-kümi bir ölçü değildir. Tarihe bir göz atalım : Kaç millet vardır ki, beşeriyetin hayrı ve iyiliği için çalışan, kuvvetli ve birbirine sıkı bağlarla bağlı olarak hürriyetile yaşamağa muktedir olmuştur? Eski Yunan'm, eski Romanın, eski İran'ın şan ve şerefini yıkan nedir?. Abbasîlerin sonunda İslâm âlemini yıkan nedir?. Son harpde ahlâkı çürümüş Fransa ne yaptı? Fransızlar, memleketini müdafaaya gerekli maddî ve ruhi hazırlıktan uzak, kendi israf, lüks ve şehvetlerüe meşgul bir topluluk olduğu için ilk hücumda teslim olmadı mı?. Kendi tarihi şeref ve haysiyetini korumaktan daha çok, bombalarla Paris'in binalarının ve rakkaselerinin tahribinden korkan bir millet?..
Olabilir ki, şarktaki gafillere gurur veren örnek Amerika'dır. Zira Amerika, âdi zevklere dalmış olmakla beraber kuvvetli, satvetli, maddî istihsali yeryüzündeki müstahsillerin en büyüğü olan bir ülkedir. Bunların hepsi doğru. Lâkin Amerika'nın bu duramu kendilerini gururl andıranlar, Amerika'nın henüz genç, maddî ve manevî kuvvetleri birleşmiş, maddî ve ruhi gençlik çağını yaşamakta devam ettiğini unutuyorlar. Zira genç vücut daima dıştan hastalığa daha mütehammil görünür. Lâkin hâdiseleri iyi görebilen kimsenin gözü, aldatıcı kuvvetin görünüşünün arkasına gizlenmiş olan hastalık arazını görmeğe kaa-dir olabilir. Amerika'nın.dış görünüşüne aldanmış olanların, «Kâinattaki ilâhi nizamın değişmez» düstûrunu bilmeleri için gazetelerde varid olan ve etrafı avaz avaz dolduran şu ilk haberi zikretmek kifayet eder sanırız. Çünkü, bütün buluşlariyle ilim eşyanın ve Ruhun tabiatını değiştiremez. Zira bizzat ilim kendisi sünnetuîlahtan bir cüzdür. «Şüphesiz Allah'ın nizamında hiç bir bozukluk bolamazsınız»
[15]
Birinci haber, Amerikan Hariciye Vekâletinden otuç üç memurun tard edilmesidir'. Çünkü bu memurlar cinsî sapıklıkla ma'lul imişler. Bu sıfatlarile de onlara devletin esrarı emanet edilmezmiş!..
İkinci haber, Amerika'da yüz yirmi bin kişinin mecburi askerlikten kaçmasıdir. Bu Amerikan ordusunun mecmuuna nisbetle ve âleme efendi olmaya çalışan genç bir milletin askerî otoritesi itibarile büyük bir adettir. Eğer Amerika milleti, içine dalmış olduğu o âdi zevklerde devam ederse bunun arkası gelir mutlaka gelecektir.
İkincisi, Amerika'nın büyük istihsaline gelince, o yalnız madde âlemindedir. Lâkin o, zenginliğine, güçlülüğüne, insanlarında ve memleketinde depo edilmiş olan enerji ve gücün büyük olmasına rağmen, prensipler ve yüksek değer ve kıymetler âleminde zikre değer bir şey intaç etmemiştir. Çünkü o, çok kere hayvani arzuları tatmine çalışan hayat seviyesinden yukarı yükselmeyen, daha çok mekanik âletlerin akışına benzeyen bir hareket tarzına, lüks ve israf akışına kendim kaptırmıştır. Zencilere, o çirkin ve vahşice muameleyi yapan milletin Amerika olması, insani ufuklarını ve ruhî seviyelerini anlamamız için kâfidir.
Evet!... Şehvet çamurunun içine dalmakla beşeriyet yükselmez...
Binüçyüz sene Önce olduğu gibi, beşeriyet bugün de, kendisini şehvete tapmaktan kurtarması, yeryüzünde hayırların yayılması, Allah'ın kendisine ihsan ettiği üstün kıymetlere lâyık olabilmesi, kendine ve-j riimiş olan hayat gücünü kendi yüce ufuklarında dalgalandırması için bugün îslâma ne kadar muhtaçtır.
Hiçbir kimse «Bu, .neticelerinden ümit beklenmeyen boş bir denemedir.» diyemez. Çünkü, bundan önce insanlık, yükselmeğe muktedir olup olmadığını denedi ve yükseldi. Malûmdur ki, bir defa vukubulanm defalarca vukua gelmesi mümkündür. İnsanlık Islâm-dan önce, şehvetlere tapma hususunda, bugün içine düştüğü duruma büyük çapta benzeyen bir dereceye varmıştı. Şu kadar var ki, eski ile yeni arasında zevk vasıtalarının değişik olmasından başka mühim bir fark da yoktur. Zira eski Roma habaset bakımından günümüzdeki Paris, Londra ve Amerikan şehirlerinden daha geri değildi. Eski İran, çağımızda komünist ülkelerde olduğunu söyledikleri tarz üzere ahlâki bir kargaşalığa dalmıştı. Sonra İslâmiyet geldi, bunların hepsini tebdil etti. Bunun yerine hareket ve canlılıkla dolu, dinamik, hayırları yapıcı, yeryüzünü imar edici, doğuda ve batıda bütün insanlığı fikri ve ruhî ile-riliğe götürücü faziletli ve yüksek bir hayat anlayışı ikâme etti. O gün insanların içine dalmış oldukları kötülükler, İslâmm yapmak istediği İslâhata karşı gelmedi veya gelemedi. Böylece İslâmiyet uzun bir müddet bütün âlemde, aydınlığın, hayırların ve ilerlemenin kaynağı olmakta devam etti. Beşeriyet o uzun müddet boyunca, muhtaç olduğu maddi kuvveti elde etmek, fikri ve ruhî ilerlemeyi gerçekleştirmek için, ahlâkta israfa başıboşluğa ve ibahiyyeye Cher-şeyi mübâh saymaya) herhangi bir ihtiyaç hissetmedi. İslama inananlar her sahada yüksek birer örnektiler. Bu örnek durum, ölçülü ahlak sisteminden uzaklasın caya, hayvani arzu ve şehvetlerin kölesi oluncaya, Allah'ın değişmez nizamı onların üzerine de cari oluncaya kadar devam etti.
Bu büyük hamle hareketini yapmak üzere bugün birikmekte olan ve bütün kuvvetini mazinin zenginliklerinden alan yeni İslâmi akım, günümüzde mevcut bütün kuvvetlenme vasıtalarının sebeplerine yapışarak ümitle istikbâle bakan dehşetli bir akımdır. Bu akım önce îslâmm yeniden yüze getirmek ve gerçekleştirmek istediği «mucize» yi teminat altına alacak, sonra da insanları, düşmüş oldukları şehvet çukurundan kurtarıp yeryüzünde fazilet esasına gör» çalışan yüksek insanî seviyeye kaldıracaktır.
Lâkin îsiâm bunların hepsinin yanı sıra veya bunların hepsile ilgili bir sebebe müsteniden, sadece ruhî' bir inanç sistemi veya ahlâkî terbiye denemeleri veya mücerred olarak Allah'ın kâinatını düşünmeye davet edici bir fikir hareketi olmakla yetinmez. O, her halile dünya işlerini de nazarı itibare alan ameli bir dindir. Binaenaleyh insanların birbirlerile olan müna-sebetlerile ilgili hususlarda hiç bir şey onun gözünden kaçmamıştır. Bu alâka isterse siyasi, isterse iktisadî, isterse sosyal bir mesele olsun müsavidir. İslâm bunların hepsine ihtimam göstermiş ve herbiri için kanunlar vazetmiş ve tatbik şekillerini göstermiştir. İşte İslâm bunların hepsini, fert ile. cemiyetin, akıl ile vicdanın, amel ile ibadetin, yer ile göğün, dün-:. ya ile âhiretin aralarını mükemmel bir nizam içinde bağlıyarak eşsiz bir tarz üzere bina ve tesis etmiştir.
Bu bölüm, İslâmm siyaset, iktisat ve sosyal konulardaki nizamından genişçe bahsetmeye yeterli değildir. Gelecek bölümlerin hepsi de islâmi tahrif kasdie Avrupalıların ve buradaki kullarının karıştırdıkları şüphelerin münakaşası esnasında, bu nizamın
çeşitli zaviyelerden bazı görünüşlerini arz mahiyetini taşımaktayız. Biz burada sadece aşağıda sıralayacağımız gerçeklere işaret etmekle yetineceğiz.
1- Şüphesiz islâm, nazarî bir davetten ibaret değildir. O hadd-i zatında insanların ihtiyaçlarım takdir eden ve onların teminine çalışan, her halile ameli ve tatbiki bir nizamdır.
2- O, bu ihtiyaçları temin yolunda, beşer tabiatının kaldırabileceği nisbette mutlak muvazeneyi korumağa çalışır. İlk önce ferdin vicdanında, cesed, akıl ve ruhun ihtiyaçları arasında bir muvazene kurar. Bu ihtiyaçlardan bir kısmının diğerine taşkınlık edecek bir tarafını bırakmaz. Ruhu yükseltme yolunda beşerî takati hapsetmez. Cismin arzularına cevab verme hususunda, inşam hayvan seviyesine indirecek derecede ileri gitmez. Mülayim bir tarzda bunların hepsinin ortasını bulur. İnsan ruhunu, birbirine zıt çeşitli fikirlere yöneltmez. Sonra, ikinci olarak ferdin istekle-rile cemiyetin istekleri arasında bir muvazene kurar. Böylece bir fert başka bir ferde, ferd cemiyete, veya cemiyet ferde, tahakküm edemez.' Bir sınıf başka bir sınıfa, bir millet başka bir millete tahakküm edemez, îslâm ancak bunların hepsinin ortasında durur, aralarında vukubulacak çatışmayı önler ve onların hepsini insanî hayırlar yolunda yardımlaşmaya davet eder. Böylece sonunda İslâm, çeşitli sınıflar ve unsurlar arasında meydana gelen cemiyet nizamında bir muvazene vücuda getirir.
îslâm maddi kuvvetlerle ruhî kuvvetler, iktisadî âmillerle ahlâkî âmiller arasında muvazene kurar, îslâm komünistlerin yaptığı gibi ancak iktisadî veya maddî âmillerin müessir ve hâkim olacağını iddia cihetine gitmez. Beşerin hayatını tanzim işinde Mücerret ruhi dâvetçilerin ve misâliyye (idealizm) nazariye çilerinin yaptığı gibi yalnızca ruhî âmillerin veya yüksek örneklerin müessir ve muktedir olacağına da inanmaz. Ancak İslâm, bunların hepsinin muhtelif unsurlar olduğuna, insanın bu saydıklarımızın hepsinden meydana geldiğine, şüphesiz EN ÜSTÜN NİZAMIN ANCAK CESEDİN, AKÜN VE RUHUN ARZU VE İHTİYAÇLARINA ÖLÇÜLÜ VE ŞÜ MULLÜ BİR TARZDA CEVAB VEREN NİZAM OLDUĞUNA İNANIR.
3 - Şüphesiz İslâmm kendine has sosyal bir görüşü ve iktisadî bir nizamı vardır. Bazan bu nizam, tesadüfi olarak kapitalizm ve komünizmin bir kısım tezahürleri ile buluşabilir. Lâkin îslâm kafi olarak kapitalizm ve komünizmden ayrı bir nizamdır. İslâm ta-biatile her iki sistemin iyi taraflarını, onların düştükleri hata ve sapıklığa düşmeden cem'eder. Fertçilikte, batıda mevcut olup sevilmeyen kötü anlayış gibi aşırı hareket etmez. Batıda ferde verilen kıymet, onun cemiyette temel unsur itibar edilmesidir. Orada fert hürriyeti masum ve mukaddes bir varlıktır. Toplumun, onun yolunu kesmesi caiz olmaz... Böylece batıda, başkalarını istismar hususunda ferdi hürriyet esasına dayanan, kapitalizm meydana gelir. İslâm Avrupa'nın şarkında yürürlükte olan, ancak cemiyeti esas kabul eden, cemiyete yönelmede aşın hareket edenler gibi de hareket etmez. Çünkü o aşırı sisteme göre fert, kendi kendine hiç bir kıymeti olmayan basit bir zerredir. Ferdin ancak sürünün içinde vücudu vardır. Yalnız basma hürriyet ve sulta sahibi olan ancak toplumdur. Fert için, bu nizama karşı gelme imkânı olmadığı gibi şahsî haklarını talep etme hakkı da yoktur... Orada, fertlerin hayatını tanzim işinde devletin mutlak sultasına dayanan komünizm vardır. İslâm ancak bu ikisi arasında vasat, yani mutedil bir nizamdır. Ferdin ve toplumun varlığını birlikte kabul eder, ikisi arasında muvazene kurar. Böylece ferde normal arzularını tatmin etme imkânı sağlayacak kadar hürriyet verir. Fakat bununla fert başkalarının hak, vicdan ve hürriyetlerine karşı taşkınlık edemez. Fertler arasındaki normal düzen bozulunca, İslâm, içtimaî alâkaların yeniden tanzimi işinde cemiyete ve cemiyet mümessili olan devlete geniş selâhiyet tanır. Bunların hepsi -komünizmde olduğu gibi - kin ve sınıf mücadelesi esasına göre değil, fertler ve taifeler arasındaki karşılıklı anlayış ve sevgi esasına göredir.
îslâm, bu eşsiz nizamı, ne iktisadi zaruretlerin baskısı altında, ne de birbirine zıt menfaatlerin çatışması neticesinde getirmiştir. İslâm bu nizamı, bütün âlemin henüz iktisadi âmiller için bir ölçü vazetmediği veya bugün anladığımız mânâda sosyal adaletten bir şey bilmediği bir zamanda herhangi bir mecburiyet karşısında olmadan, yeniden inşa olarak getirmiştir. Bu nizam, ekonomi ve sosyoloji sahasında yeni çağın tanıdığı en son sistem- olan komünizm ve kapitalizme nisbetle şu ana kadar çok ileride bir nizam olagelmiştir.
Gıda, mesken ve cinsî arzuların tatmin edilmesini sözüm ona (!) hedef tutan ve tatbikatından devleti mesul sayan, tarihin en büyük kanlı ihtilâlini doğuran Kari Marks'm savunduğu temel meseleler, İslânım bin üç yüz sene önce takrir ve tesbit ettiği şeylerin bazısıdır. îslâmm Resulü Hz. Muhammed (S.A.) der ki, «Bizim için çalışan, fakat zevcesi olmayan varsa kendine bir zevce edinsin, meskeni olmayan mesken, hinetçjsi olmayan hizmetçi, bineği olmayan bir binek edinsin.» Böylece İslâm, Kari Marks'ın savunduğu Temeı ihtiyaçlar» ı çoktan savunmuş ve insanî hayatı^ bütün yaşatıcı unsurlarını inkârdan, kanlı ihtilâller, sınıf ve zümre kinlerinden uzak olarak daha ileri gitmiştir. Bu saydıklarımız İslâm nizamının bazı taraflarıdır.
Kaide ve rükunlan böyle olan bir din, hareket ve sekenâtmda, düşünce ve duygularında, amel ve ibadetleriz^^ iktisadî ve sosyal sistemlerinde, fıtrî sevk-i tabiî v$ runî yönelmelerinde beşer hayatından bu ka- B dar germiş sahayı ihata eden ve bunların hepsi için tarihte eşi olmayan ölçülü bir nizam koyan bir din... Bu dinin gayelerinin tükenmesi imkânsızdır. Çünkü onun gayeleri, hayat var olduğu müddetçe hayatın ta olan şudur ki, bugün âlem, içinde yaşadığı hajierile, îslâmm vahyinden ve onun tanziminden müstağni kalamaz, kalmamalıdır.
asırda Güney Afrika ve Amerika'da derecesine ulaşan bir ırk taassubu içinde bulunan insanlar, on üç asır önce, rüyalar ve hayaller âleminde değil, hayat vakıalarında siyah, beyaz ve kırmızı renkli insanlar arasında takva (gerçek insan olma vasf) müstesna hiçbir ferdin diğeri üzerinde, hiçbir Şekil ve surette üstünlüğü olmadığını beyan ederek, beklenen müsavatı sağlayan islâmın vahyine muhtaç» olmakta devam eder. İslâm, siyah köleye, yalnız olmaktaki eşitliği değil, belki bir müslümanın tama' edeceği mevkilerin en yükseğini vermiştir ki bu, müslümanîara âmir ve vali olmaktır. Bu hususta Resuülîah şöyle buyurur: «Sizin üzerinize şayet habeşii bir köle hâkim veya kumandan tayin edilse ve sanki onun başı kuru üzüm gibi simsiyah olsa dahi, sizin aranızda Allah'ın kitabını tatbik ettiği müddetçe, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz..
[16]
Müstemlekecilik ve esirleştirme heveslilerinin vahşet derecesine varan kötü idarelerinin eline düşmüş olan insanlık, istismar kasdile yapılan müstem-lekeci istilâları yasak eden, sadece İslâm davetini neşretmek kasdile fetihler yapan, fethettiği memleketler halkına temizliği ve yüceliği öğreten, onlara, medenî Avrupa'nın kötü niyetli kavimlerinin ulaşmak şöyle dursun tasavvur bile edemedikleri bir yücelikle muamele eden îslâmm vahyine muhtaç olmakta devam edecektir. Buna verilecek misâlimiz pek çoktur. Burada sadece Hz. Ömer'in bir kıptîye, Amr ibnil Âs'ın oğluna değnek vurdurma hâdisesini zikredelim
Amr ibnil Âs Mısır valisidir. Oğlu bir yarış neticesinde haksız yere Mısırlı genç bir kıptîyi döver. Kıptî hac mevsiminde doğruca Medine'ye gider. Orada Hz. Ömer'e durumu anlatır. Amr ibnil Âs da oğlu ile beraber Hacca gelmiştir. Hz. Ömer muzaffer bir kumandan olmasına rağmen Amr'i ve oğlunu çağırtır. Tarafları îsticvab ettikten sonra, kısas olarak kıptı-nin, Amr'm oğluna değnekle vurmasını emreder. îşte insanlığın özlediği adalet.
Kapitalizmin kötülüklerinin ağma düşmüş olan insanlık, faizi ve ihtikârı haram eden İslâm nizamına muhtaç olmakta devam edecektir. Kapitalizmin, üzerine şebekesini kurduğu bu iki kötülüğü islâm, on üç asır önce yasak etmişti.
İnsanları ağaç kurdu gibi içten yiyen bir başka felâket de komünizmdir. Bu inkarcı ve maddeci sistemin şaşkına çevirdiği insanlar; insandaki manevî kaynakları kurutmaya muhtaç olmadan, beşerin görüş sahasını yalnız duyu organlarının idrak ettiği dar sahaya inhisar ettirmeden, kendi inancını insanlara zorla kabul ettirip sonra da ateş ve demirle dikta rejimine sapmak zorunda kalmadan, insanlar arasında sosyal adaleti son haddine kadar tatbik eden İslâm nizamına muhtaç olmakta devam edecektir. İslâm onlara şöyle der:
«Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan ayırd edil mistir.» (Yani hakkile düşünen neyin doğru, neyin eğri olduğunu anlar.)
[17]
Harpten titreyen âlem, İslâmm ayakta durmasına muhtaç olmakta devam edecektir. Çünkü, insanlığı selâmete ulaştıracak gerçek yol sadece İslâmiyet-tir. Binaenaleyh, iddia edildiği gibi îslâmm gaye ve hedefleri tükenmemiştir. Onun gelecekteki vazifesi, karanlık ve zulmet içine gömülmüş olan Avrupa'yı aydınlığa kavuşturmak suretiyle geçmişte yaptığı vazifesinden daha az olmıyacaktu.
[18]
Şu şüphe, gençlerin akidelerini bozmak, inançlarını sarsmak için, komünistlerin oynamakta oldukları oyunların en çirkini olabilir. Komünist şöyle der:
Eğer İslâm - İslâm dâvetçilerinin dediği gibi her asra uygun bir din olsaydı köleliği mubah kılmazdı... Köleliği mubah kılması mahdut bir zaman için geldiğine kesin bir dedir. Muhakkak ki o, vazifesini eda etti, fonksiyonunu tamamladı ve nihayet tarihin emanetine tevdi edildi...
«İslâmiyet köleliği nasıl mubah kılmış?» sorusu bir an için inanan müslüman gençliği bile bir takım jşüphelerin çemberi içine alabilir... Bu din ki, Allah tarafından indirildiğinde kat'iyyen şüphe yoktur. Ve yine onun doğruluğunda; bütün nesiller boyunca, beşeriyetin hayrı için gönderildiğinde şüphe yoktur... Hal böyle iken bu din köleliği nasıl mubah kılmıştır?..
O İslâm ki, kâmil bir müsavat esası üzerine kurulmuştur. O, insanları bir asla döndürür ve o müşterek asıldaki müsavat esasına göre muamele eder... Öyle ise nasıl olmuş da köleliği kendi nizamından bir cüz kılmış ve onun için prensipler vazetmiştir. Allah, insanların ilelebet köle ve efend1'. olarak ikiye ayrılmalarını mı İrade eder, yoksa bu, onun yeryüzündeki iradesi midir?. Acaba Allah : «Şüphesiz bir âdem mükerrem (saygıdeğer ve şerefli! kıldık.
[19]demek suretiyle üstünlüğünü belirttiği mahlûkunun, alınıp satılan ve ellerde dolaşan bir meta1 olmasına razı mı oluyor? Allahü Teâlâ eğer buna razı olmamışsa, o halde, şarabı, kumarı, ribayı ve daha İsiâmın çirkin addettiği şeyleri haram ettiği gibi niçin köleliğin ilgasını Kur'an'da kesin olarak belirtmemiştir?
Müslüman genç şüphesiz, İslâmm hak din olduğunu bilir. Lâkin o, bu sorusunda tıpkı Hz. İbrahim gibidir: «Yâ Rabbi! Ölüleri nasıl diriltirsin bana göster!» diyen İbrahim'e Allah, «Yoksa inanmadın mı? dedi. O da «Evet, inandım, lâkin kalbimin mutmain olması için sordum,» dedi.
[20]
Fakat, aklını ve akidesini müstemlekeciliğin ifsat ettiği gence gelince, o hiç bir vakit, işin hakikati meydana çıkıncaya kadar beklemez, kötü arzuları kendisini yakalar ve derhal, münakaşasız olarak, İslâm eski bir nizam olduğunu, onun hedeflerinin tükendiğini kabul ve tasdik eder. Özellikle komünistlere gelince, onlar müzeyyef «ilmi* dâvaların erbabıdırlar. Onlar o sahte bilgileri, oradaki efendilerinden alırlar ve aldıklarını garib bir şekilde yayarlar. Onlar, şüphe ve münakaşaya mahal olmayan sonsuz hakikati sadece kendilerinin keşfettiklerini zan ve iddia ederler ki, o keşfettikleri hakikat (!), beşerin hayatını, başka tarafa geçiş noktası ve kurtuluş çaresi olmayan bir takım muayyen, iktisadî merhalelere taksim eden cidalci materyalizmdir. O merhaleler de şunlardır:
a) Birinci komünizm devri,
b) Kölelik devri,
c) Ağalık devri,
d) Kapitalizm devri,
e) İkinci komünizm.
(Onlara göre bu merhale âlemin sonudur!..) Akîde, nizam ve fikir akımlarından beşeriyet ne biliyorsa, onların hepsi, ancak bulundukları devrin iktisadî 'durumlarının veya mevcut iktisadî gelişmelerin bir inikasmdan ibarettir. O nizam, o zamana uygundur, o devrin şartlariyle bağdaşır. Lâkin o, yepyeni iktisadî esaslara sahip olması gereken gelecek zamana uygun değildir. İşte bunun içindir ki, dünyada bütün nesillere uygun düşmesi mümkün olabilecek bir nizam mevcut değildir. İslâmiyete gelince o, insanlık tarihindeki merhalelerden, kölelik devrinin sonu ile ağalık devrinin başında gelmiştir. Onun kanunları, nizamları ve akîde sistemleri, gelişme merhalelerinin o devrine münasip olarak gelmiştir. Binaenaleyh, İslâm, köleliği kabul etmiş ve ağalığı
[21] mubah saymıştır.
İktisadî gelişmeyi dikkate almamak veya uygulama için iktisadî imkânları henüz hazır olmayan yeni bir nizamı müjdelemek îslâmm takatma sığan bir şey değildi. Çünkü Kari Marks (sözüm ona) bu mümkün değildir demiş.
Biz burada, şunların ve bunların koparmak istedikleri yaygaradan uzak olarak, mes'eleyi, tarihi, içtimaî ve psikolojik hakikatma uygun bir şekilde vazetmek isteriz. Konu ile ilgili hakikate ulaştığımız zaman artık sapıkların ve tezyifcilerin iddialarile bir ilgilimiz kalmıyacaktır.
Biz bugün köleye, yirminci asrin şartlan içinde, köle ticareti yapılan ülkelerde işlenen şenaatlerin, hassaten eski Roma âleminde tarihin tescil ettiği korkunç, vahşî muamelenin ışığında bakar, böylece kölelikten tiksiniriz. Bir din veya nizamın, muamelenin bu türlüsünü meşru saymasına, bizim duygu ve vicdanımız tahammül edemez. Sonra bizdeki bu tiksinme ve çirkin addetme duygusu bize galebe çalar, bu yüzden hayrete düşerek, islâm köleliği nasıl mubah kılmıştır?.. Bütün nizamları ve kanunlariyle insanlığı esaretin her türlü şekil ve renginden kurtarmayı hedef tutan bu din buna nasıl cevaz vermiştir?. îşte bu infial ve teessür içinde, keşke İslâm köleliği açık bir lisanla yasak etse de akıl ve vicdanımızı saraha-ta kavuştursaydı, diye temenni bile ederiz.
Burada, tarihin gerçekleri yanında bir nebzecik duralım. Eski Romalılarda kölelere reva görülen işkencelerin hiçbirisi, İslâm tarihinde görülmemiştir. Roma înıparatorluğundaki kölelerin, içinde yaşadıkları duruma şöyle bir müracaat, kölelikle ilgili olarak îslâmm getirdiği büyük değişikliği bize göstermeye kâfidir. Binaenaleyh, «köleyi hürriyetine kavuşturma yolunda hiçbir şey yapılmamıştır» iddiası doğru değildir.
Eski Roma kanun, örf ve âdetlerine göre, köle, insan olmayan bir şeydi. Hayatta onun hiçbir hakkı yoktu. Fakat, buna rağmen birçok vazifeler ve en ağır yükler kölelerin üzerinde idi. Şimdi ilk olarak, köleliğin nereden geldiğini, kaynaklarının ne olduğunu bilmeliyiz.
Köleliğin kaynağı harplerdi, köle harp yolile geliyordu. Romalılar devrinde bu harpler, ne bir fikir, ne bir inanç ve ne de bir ilke için yapılırdı, harbin sebebi Romalıların menfaatleri için başkalarını esir etme, toprakları alma ve halkını köle olarak çalıştırma idi. Romalılarin, sıcak ve soğuk su hamamlarının safasını sürerek, güzel elbiseler giyerek, çeşit çeşit yemeklerin en güzeli ile gıdaîanarak, şaraplı, kadınlı ve danslı ihtifal ve merasimlerde ahlâk dışı hayvanı zevklerin içine gömülerek lüks ve israf hayatı yaşamaları için, diğer milletleri mutlaka köleleştirmek ve onların kanlarını emmek lâzım geliyordu. Müslümanlar Mısır'ı fethetmeden önce, Romanın boyunduruğu altında bulunan Mısır halkı o köleliğe çirkin bir örnekti. Çünkü Mısır, Roma İmparatorluğunun buğday ambarı ve sonsuz zenginlik kaynağı idi. Müs-temîekeci Roma İmparatorluğu bu çirkin şehvet yolunda meydana geldi ve o yolda yürüdü, o müstemlekecilikten de kölelik doğdu.
Romalüardaki kölenin durumuna gelince söylediğimiz gibi o, beşer haysiyyeti ve beşer hukuku olmayan bir takım eşya mesabesinde idi. Kaçmalarına mâni olacak şekilde ağır zincirlerle bağlı olarak tarlalarda çalıştırılıyorlardı. Diğer hayvanlar gibi kendilerinin de yeme içme hakkı olduğu için değil, ancak çalıştırılmaları için yedirüirlerdi. Bu mahlûklar işlerine, efendinin veya vekilinin duyacağı vahşet zevkini tatmin için, kırbaçlanarak sevkedilirlerdi. Bundan sonra köleler, çirkin kokuların kapladığı, farelerin ve çeşitli hayvanların dolaştığı karanlık zindanlarda yatırılırlar, zindanlara düzinelerce köle birden atılır, bazan bir zindanda elli köle üstüste yığılırdı. Zin-cirlerile beraber zindanlara atılan bu zavallı insanlara, ahırlarda hayvanlara yapılan muamele bile çok görülürdü. Lâkin eşine ender rastlanan, müstemlekecilik ve istirmarcılık vasıtası olarak yeni Avrupalının tevarüs ettiği, eski Romalıların içine düşürüldüğü en büyük ve en çirkin şenaat, kölelere kılıç ve mızrakla yaptırılan hakikî mübareze rol ve gösterileridir. Bu türlü gösteriler, Romalıların en çok sevdikleri bayramlar idi. Bazan imparator başta olmak üzere efendiler sahiden mübareze yapan, öldürmekten herhangi bir endişe ve çekinme duymadan, vücudun neresine gelirse gelsin, kılıç ve mızrak vuruşlarını yönelten köleleri seyretmek için toplanırlardı. Orada bu vahşî duygu son haddine varır, bağırmalar ve alkışlar yükselir, mübarezecilerden biri diğerini tamamen öldürdüğü zaman, zalimane ve çılgınca kahkahalar boşanırdı. Zavallı köle, kahkahalar ve neşe çığlıkları arasında can verirdi. İşte kölenin Roma alemindeki durumu bu idi. O zamanda, köleye ait kanunî bir durum," kendisine şikâyet hakkı ve bu şikâyete bakacak bir merci bulunmadığından kölesini öldürmekte, ona işkence yapmakta ve onu istismar etmekte mutlak hak sahibi olan efendi hakkında daha. fazla söz söylemeğe lüzum yoktur, sanırız.
Belde ve şahısların değişmesiyle köleye yapılan çirkin muamele az veya çok değişirse de, kölenin insanlık şerefini tamamile kirletmek, mukabilinde hiç bir hak tanımadan köleye en ağır iş ve vazifeleri yüklemek hususunda îran, Hihd ve diğer memleketlerdeki durumun söylediklerimizden fazlaca değişen bir tarafı yoktu.
Sonra İslâmiyet geldi...
İnsanların insan olduklarını kendilerine duyurmak ve haklarını vermek için İslâm geldi. Kölelere ve efen- dilere «Sizin bazınız bazmizdandır.
[22]demek için İslâm geldi. İslâm «Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz. Kim kölesini hadım yaparsa onu hadım yaparız»
[23] demek için geldi. İslâm «Siz Âdemin oğullarısınız, Âdem de topraktandır.»
[24]diyerek, aslın, menşein ve gidişin bir olduğunu takrir etmek için geldi. Bilinmelidir ki; sadece birinin efendi diğerinin köle olmaları sebebile hiçbir efendinin köleye üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. «Biliniz ki, hiçbir arabin arap olmayana, arap olmayan hiçbir kimsenin de bir araba, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza sureti kat'iy yede üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva yani in-san-ı kâmil olmakladır.
[25]
İslâm, kölelerine güzel muamele yapmayı efendilere emretmek için geldi. «Ebeveyne, yakınlara, yetimlere, miskinlere, akraba olan veya olmayan komşulara, yabancı arkadaşlara, yolcu ve misafirlere ve eliniz altında bulunan kölelere iyilikle muamele ediniz. Daima onların haklarını gözetiniz. Zira Allah, kendim beğenmiş, mütekebbirleri sevmez.».
[26]
islâm, efendiler ile köleler arasındaki alâkanın - esaret veya baskı -, tamamen emir altına alma veya tahkir etme alâkası olmadığını, bu alâkanın ancak yakınlık ve kardeşlik alâkası olduğunu takrir ve ilân etmek için gelmiştir. Efendisi cariyenin ehlidir, onunla evlenmek hususunda izin talebeder. «Eliniz altında bulunan jsü'mine genç kızlardan evleniniz. Sizin bazınız bazınızdandır. Yani hepiniz kardeşsiniz.
Velilerinin iznini alarak onlarla evleniniz. Onların mehirlerini güzelce veriniz.»
[27]Köleler efendilerinin kardeşleridirler. «Köleleriniz kardeşlerinizdir. Kimin kardeşi elinin altında bulunursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Kölelerinize yapamı yacaklan işleri yüklemeyin. Eğer onlara zor işler buyurursanız yardım edin.»
[28]
Kölenin duygularına ziyade hürmet ve riayet etmek hususunda Resûlüllah şöyle buyurur. «Sizden hiç biriniz, bu benim kölemdir, bu benim cariyemdir, demesin. Ancak benim kızım veya oğlum veya kardeşim desin.»
[29]Buna dayanarak Ebu Hüreyre, kendişi binekte, kölesi arkasında yaya yürüyen birisine! şöyle der: «Onu arkana bindir. Çünkü, o senin kardeşindir. Onun canı da senin canın gibidir. O da senin gibi bir insandır.»
Bu saydıklarımız olup bitenlerden bir nebzedir.!. Bu hususu bir tarafa bırakarak ikinci merhaleye intikâl etmeden önce burada îslâmın, köleyi yükseltmek] hususundaki sıçrama hareketini tescil etmemiz gerekmektedir.
İslâm devrinde köle artık bir «şey» addolunuyordu. O, efendilerin sahib olduğu ruha sahib bir beşer oldu. Diğer milletlerin hepsi köleyi, efendilerin cinsinden başka bir cins sayarlardı. Onun, çalıştırılmak ve tahkir edilmek için yaratılmış olduğunu düşünürlerdi. İşte bu sebepten dolayı, köleyi öldürmek, ona eziyet etmek, ateşle vücudunu dağlamak, çirkin ve zor işlerde kullanmaktan vicdanları zerrece günahkârlık duymazdı.
[30]
îşte İslâm, sadece nazariyat ve hayaller aleminde değil, belki vâki ve gerçekler âleminde, köleyi oralardan alarak şerefli insan kardeşliği seviyesine yükseltti. Tarih ki, hiçbir kimse hattâ mutaassıp, salipçi Avrupalılar bile inkâr edemez Sadrı İslâmda köleye yapılan muamelenin, başka hiç bir yerde ulaşmadığı yüksek insani seviyesinin zirvesine ulaşmış olduğuna, şehadet eder.
Kölelik meselesinde îslânım ulaştığı derece öyle yüksek bir derece idi ki, iktisadi bakımdan tamamen serbest ve kendi işlerinde tam bir hürriyete mâlik oldukları halde azad edilen köleler, sabık efendilerini bırakmayı istemiyorlar; onun yanında kalmayı tercih ediyorlardı. Çünkü onlar efendilerini kendi aileleri sayıyorlar, bu yüzden kan rabıtasına benzeyen bir rabıta onları birbirlerine bağlıyordu. Böylece köle, kanunla himaye edilen haysiyetli, ne söz ne de fiil ile tecavüz edilmesi caiz olmayan, şerefli bir insan oldu. Sözle incitmeye gelince, Resûlüliah kölelere, köle diye çağırmaktan ve köle olduklarını hatırlatmaktan menetti. Buna mukabil onlara, aile sevgisini telkin edecek, kölelik vasfını kendilerinden uzaklaştıracak şeylerle hitab edilmesini emretti. Resuüllah bu yönetmeliğin arzında şöyle dedi: «Allah sizi onlara! mâlik kıldı. Dilerse onları size mâlik kılar.
[31]
O halde, onları köle yapan bu şartlar geçici ilgilerdir. Bugün efendi olanların köle, kölelerin de efendi olmaları da mümkündür. İşte bu sebepten dolayı îsiâm, efendilerin kibirlerini kırar, iki sınıfın birbirleri ile olan alâkalarında, bütün insanları birbirine bağlayan insanî atıfet ipine yapışmağa çağırır, onları, aralarında insanlık sevgisini hâkim kılmağa teşvik eder.
Fiüî tecavüze gelince, onun kanundaki sarih cezası nıukabele-i bilmisüdir. «Kim kölesini öldürürsa onu öldürürüz...»
[32]
Bu söylediklerimiz, efendi ile köleki onun geçici vaziyeti kendisi için aslolan insanî vasfından çıkarmaz- arasındaki tam insanî eşitliğe delâleti sarih olan, köle sınıfının hayatını çevreleyen teminatları beyan eden apaçık bir prensiptir. Bunlar, ne îsiâmdan önce ne de sonra, tarih boyunca yaşamış nizamlardan hiçbirinin ulaşamadığı akılları hayrete düşüren seviyeye ulaşmış olan tam ve yeterli teminatlardır. Çünkü, İslâm, terbiye maksadının dışında köleye tokat vurmayı, hürriyetine kavuşmaya vesile ve kanunî bir sebep kılmıştır. (Efendi kölesine terbiye kasdile ancak çocuklarına yaptığı muameleyi yapmakla mükelleftir.)
Bundan sonra ikinci merhaleye; gerçekten hürleş-tirme merhalesine geçelim. Filvaki yukarıda geçen adımlar, köleyi insanlığa çekmesi, aslında efendiden aynlmayan şerefli bir insan olduğu esasına göre muamele edilmesini sağlaması sebebile ruhî bir hürleştirmedir. Geri kalan taraflar sadece toplumda doğrudan doğruya muamelede kölenin harici hürriyetinden bazı şeyleri tahdid eden geçici şartlardır.
Lâkin İslâm bununla iktifa etmedi. Çünkü o'nun gayesi insanlar arasında adalete dayanan eşitliği kurmak ve herkesi ona teşvik etmektir. Bu ise bütün beşeriyet için tam hürriyettir. Bunun için İslâm, fiilen köleyi hürleştirmeğe iki büyük vesile ile çalışmıştır:
[33]
Azat etme; elinde bulunan köleleri serbest bırakmak suretile efendi tarafından yapılan gönüllü bir harekettir. İslâm, büyük bir titizlikle insanları buna teşvik etmiştir. Bu hususta ilk örnek hareketi yapan Resûlüllah idi. Çünkü o, eli altında bulunan bütün köleleri azat etti. Onu bu hareketinde ashabı takip etti. Hz. Ebu Bekir, kendi öz servetinden büyük bir meblâğı, azat etmek üzere Kureyşii kâfirlerden köle satm almakta sarfetmiştir.
Beytülmâlde fazla para kalınca İslâm Devleti onunla köle satın alır ve onları azat ederdi. Yahya ibni Said derki, Ömer ibni Abdülaziz, zekât vergilerini toplamak üzere beni Afrikaya gönderdi. Gittim, orada zekâtları topladık. Sonra dağıtmak için fakir aradık, fakat hiç bir fakir bulamadık. Aramızdan, kendiliğinden alacak bir adam da çıkmadı. Çünkü Ömer ibni Abdülaziz insanları zengin etmişti. O paralarla bir miktar köle satın aldım ve onları azat ettim.
Resûlüllah, müslümanlardan on kişiye okuyup yazma öğreten veya buna benzer bir hizmette bulunan köleleri azat ederdi. Bazı günahların keffareti-nin köle azat etmek olduğunu Kur'an-ı Kerim nass olarak ifade etmiştir. Resûlüllah da nvuslümanları, işlemiş oldukları günahlarına keffaret olmak üzere köle azat etmeğe teşvik ederdi. Bunların hepsi imkân nisbetinde, kölelerden büyük bir adedin hürriyete kavuşmasını sağlayan hareketlerdir. Tabiî Peygamberin de buyurduğu gibi günahlar kesilmiyeceğine göre keffaret yolile azat işi devanı edecektir.
îsîâmm köle hakkındaki görüşüne özel bir delâleti olması dolayısiyle, biraz evvel bahsettiğimiz keffa-retlerden birine özellikle işaret etmek yerinde olur. İslâm hukuku, hataen adam öldürmenin keffaretini, ölenin ehline verilmek üzere, diyet-i müselleme ve bir kölenin azat edilmesi olarak tesbit ve takrir etmiştir. «Kîm hataen bir mü'mini öldürürse, onun keffareti bir mü'rain kölenin azadı ve ölenin ehline vereceği diyet-i müsellemedir.
[34]
Hataen öldürülmüş olan kimse, mensup olduğu ailenin ve toplumun haksız olarak kaybettiği bir insan ruhudur. Onun için îslâm, her iki tarafa verilmesi gereken tavizi (bedeli) takrir eder:
1 - Ölenin ehline verilecek olan =Diyet-i müsellerae» tavizi.
2 - Mü minin bir köleyi azat etmek suretiyle cemiyete verilecek taviz.
Sanki köle azat etmek, hataen öldürülmek sûre-tile gitmiş olan bir insan canını ihya etmektir. Zira köleyi muhafaza altına alan bütün teminatlara rağmen İslâm nazarında köle, ya ölü veya ona benzer bir şeydir. Bunun için İslâm, kölelikten kurtarmak sûretile köleyi diriltmek ister ve ona vesile olacak her fırsatı bir ganimet sayar
[35]
Ne îslâmdan önce ne de sonra başka milletlerin tarihinde kölelerden büyük bir miktarın azat etme yoluyla hürriyete kavuş turulduğu haberi vardır. Azat etme sebebleri, Allah'ın rızasını tahsil için vicdanın derinliklerinden gelen insani duygudan başka bir şey değildi.
Mükâtebeye gelince o, kendi arzusu ile, istediği anda, köle ile efendinin mutabık kalacakları belli bir meblâğ mukabilinde köleye hürriyetini vermektir. Burada, tesbit edilen miktar ödenince azat mecburîdir. Tarafların mutabık kaldıkları meblâğın edasından sonra efendi artık bunu red veya te'cile malili değildir, Aksi haîde devlet işe el koyar ve mesele biter. Mükâtebenin kabulü ile filvaki gönlünde hürriyete kavuşma hissini duyan, günlerin geçmesile doğacak bir vesile ile efendisinin gönüllü azat etmesini beklemek istemeyen kimselere İslâmda hürriyet kapısı açılmıştır.
Mükâtebeyi taîebettiği ilk andan itibaren kölenin efendisi yanındaki çalışması ücret karşılığıdır. Hatta mutabık kalman meblâğı biriktirmek için -isterse - ücretle çalışmasına imkân verilir. Köle nıükâtebe talebinde bulunduğu zaman, kölelikten kurtulmasında îslâm Devletinin emniyetini tehlikeye düşürecek bir durum olmadığı müddetçe, efendisinin bunu reddetmeğe hakkı yoktur.
Bu türlü çalışmalar, îslâmın dışında ondördüncü yüzyılda yâni îslâmm köle hakkını tanımasından yedi asır sonra büyük bir farkla Avrupa'da da meydana gelmiştir. O da, mükâtip kölenin hukukunu korumağa devletin kefil olmasıdır. Bu ise, Allah'a ibadetini tam- yapmak ve ona yaklaşmak maksadile, karşılıksız, gönüllü olarak köle azat etme hususundaki Îslâmm muazzam gayretine sadece bir ilâvedir. Zekâtın sarf mahallini beyan eden âyet şöyle der: «Zekât, ancak fakirlere, miskinlere, zekât toplamakla vazifelilere.,, köle azadına... verilir.»
[36]
İslâm, Beytülmaîde -ki günümüzde umumî hazineye tekabül eder - biriken zekâtların, özel kazançlar ile mükâtebe vergisi vermekten âciz olan kölelere verileceğini takrir eder.
Şu veya bu vesileyle köleyi hürriyete kavuşturmak yolunda islâm, geniş ve fiilî adımlar atmış, bununla tarihî gelişmeyi en az yedi asır geçmiştir. Bu gelişmenin üzerine, âlemin ancak yeni tarih başlangıcında elde edebildiği Devlet teminâtı gibi - bir takım unsurları ilâve etmiştir. Bundan başka İslâm nizamında daha bir takım unsurlar vardır ki, insanlık hiçbir vakit ona mâlik olamamıştır. Bu unsurlar isterse köleye yapılan güzel muamelede veya iktisadî gelişmelerden mütevellit bir baskı olmaksızın gönüllü olarak köle azadında yahut da ileride geleceği veçhile, köleyi hürriyetine kavuşturmak için garbın raecbur olduğu siyasete düşmeksizin elde ettiği başarılarda olsun, tebcile değer.
Bu izahlarımızla anlaşılmıştır ki, komünistlerin bilgiçlik taslayarak, İslâmın, iktisadî gelişme halkalarından bir halka olduğunu ve tabiî devrini tamamladığını iddia eden yaldızlı ve «ilmi» (!) propagandaları da boşa çıkar. Bundan başka «içinde îslâmm da bulunduğu her nizam, zuhur ettiği zamanki mevcut iktisadî gelişmenin bir in'ikasıdır. O nizamın bütün inançları ve fikirleri bu iktisadi gelişmelere uygun olarak cereyan eder. Böylece o zamanın ihtiyaçlarına cevap verir, fakat o inanç ve fikirler o nizamı geçemezler.» iddiası tıpkı hata yapmadığını, alttan ve üstten kendine bâtılın yaklaşmadığım iddia eden Kari Marks'm aklı gibi bir şey!..
İşte İslâm, o zaman Arap yarımadasında ve bütün dünyada ayakta duran iktisadî nizamların hiçbirinin telkiniyle hareket etmemiştir. Zira, İslâm, ne kölenin durumu hakkında, ne servetin tevzinde, ne de hâkim ile mahkûmun veya işverenle işçinin arasında o zamanın mer'i nizamlarının hiç birini almamıştır, îslâm, içtimaî ve iktisadî nizamını, daha evvel benzeri geçmemiş bir tarzda karşılıksız olarak yeniden inşa etmiştir,
Burada akıî ve vicdanlardan hayreti mucib şöyle bir sual geçebilir:
Mademki, İslâm köleyi hürriyetine kavuşturma yolunda gereken adımların hepsini atmış, mecbur olmaksızın, baskı ve te'sir altında kalmadan bu insanî konularda gönül rızasiyle çalışarak bütün âlemi geçmiştir, o halde neden, geri kalan ve me-selenin sonunu getirecek olan kestirme adımı atıp da tam bir sarahatle köleliği ilga edecek kanunu ilân etmemiştir? Eğer böyle yapsaydı şüphesiz beşeriyete sonsuz bir hizmet yapmış olacak ve o zaman İslâm şek ve şüphesi bulunmayan mükemmel b:r nizam olacaktı? Mahlükatmın birçoğuna üstün saydığı ve mükerrem olduğunu söylediği insan hakkında Allah'a yaraşan da bu değil mi idi?
Bu soruya cevap vermek için, kölelik mevzuunu ihata eden, köleliğin ilgası ile ilgili ilânı geciktiren siyasî psikolojik ve sosyal bir takım hakîkatlan idrak etmemiz icabeder. Her ne kadar beklenen köleliği ilga hareketi, gerçekte, İslâmın gerçekleşmesini istediği zamandan gecikmiş ise de, eğer müslümanlar hak yolunda yürümüş olsaydı, şehevî arzular ve sapıklıklar İslâmın yolunu kesmeseydi, tahakkuku beklenen hususlar cidden bu kadar çok gecikmeden karşımıza çıkacaktı.
İlk olarak şunu zikretmemiz lâzım gelir ki, İslâmf dünyanın her tarafında köle nizamının makbul olduğu, hiçbir kimsenin onu inkâr ve değiştirme hususunu düşünmediği aynı zamanda köleliğin, insanlar arasında içtimaî ve iktisadî geçer bir değer olduğu bir sırada zuhur etti. Onun için, bu nizamı değiştirmek ve tamamen ortadan kaldırmak, şiddetli bir deneme, alıştırma ve uzun bir zaman muhtaç bir işti. Malûm olduğu veçhile şarabın yasaklanması bile uzun senelere ihtiyaç gösterdi. Her ne kadar sosyal görünüşü var sa da, her şeyden önce şarap içme şahsi bir alışkanlıktır. Cahiliyyet devrinde dahi bazı araplar içmekten kaçınırlar ve bunda yüksek şahsiyet sahiplerine yakışmayan bir takım kötülüklerin olduğunu görürlerdi. Kölelik ise, şahsî sosyal ve iktisadî amilleri içine aldığı için fertlerin gönüllerinde ve toplumun yapısında daha derin bir yer tutmakta idi. Yukarıda da söylediğimiz gibi o devirde hiç bir kimse köleliği çirkin bir şey saymıyordu. Hiç bir kimsenin aklından böyle bir tasavvur geçmemişti. Binaenaleyh köleliğin kaldırılması, Peygamberin hayatını içine alan zamandan daha fazla bir zamana muhtaç idi. Çünkü o, tanzim ve teşri' ile vahyin indiği kısa bir fetretten ibaret idi. Allah yarattığı mahlûkatmı daha iyi bilir. Şarabın iptali için ânında tenfiz edilecek bir kanun çıkarmak kâfi olsaydı, o vakit Allah şarabı birkaç senede kademeli olarak haram etmezdi. Anında bir tek emirle haram ederdi. Yine köleliğin ilgası için onu lâğveden bir emrin çıkarılması kâfi olsaydı, o zaman Allah'ın ilmi mucibince bu emrin te'hirine bir sebeb kalmazdı!..
Bizim, «İslâm, bütün beşeriyet ve bütün nesiller için inmiştir. O beka ve devam için elverişli unsurlara sahiptir.» sözümüzün mânâsı, bütün nesilleri ilgilendiren her şeye mufassal kanunlar vazetmiş, demek değildir. İslâm onu ancak nesilden nesile değişmeyen meselelerde yapar. Çünkü, îslâmm nazarı itibara aldığı o değişmeyen meseleler, beşerin oluşu ve yaratılışmdaki fıtrî karakterler ile alâkalıdır. Devamlı olarak değişen hususlara gelince, orada îslâmın ölçülerinde, beşeriyetin gelişmesi için lâzım olan umumî esasları vazetmesi yeterlidir. İşte İslâm kölelik meselesinde böyle yapmıştır. Zira, azat ve mükâtebe olmak üzere köleyi hürriyete kavuşturmanın kâmil esaslarını vazetmiştir. Son olarak tamamen ortadan kaldırılması için münasib vakit gelinceye kadar, bu eski müşküllerden kurtulmak için, insanlığın takip etmesi gereken yola işaret etmiştir.
İslâm, beşerin tabiatlerinı tağyir (değiştirmek) için gelmedi. Ancak İslâm, insanı, beşeri tabiat ve fıtrî çerçevesi içinde terbiye etmek ,onu yükselme yolunda gücünün yettiği seviyenin en üstüne kahır ve zilletten uzak olarak- yükseltmek için inmiştir. İslâm bazı fertlerin terbiyesinde eşsizlik derecesine yükselmiştir. Bu hususta tarih boyunca keyfiyet ve kemmiyet bakımından hiç bir nizamın ulaşamadığı mertebeye ulaşmıştır. Lâkin o, bu söylediklerimize rağmen, genel olarak insan topluluklarını bu nâdir seviyeye aktarmakla mükellef değildir. Allah bunu irade etmiş olsaydı, başlangıçta insanları melek yaratır ve onlara meleklerin mes'uliy etlerini yüklerdi.
«Melekler, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylerde isyan etmezler ve emrolımdukları şeyleri yaparlar.»
[37]
Fakat Allah insanları beşer olarak yaratmıştır. Onların güçlerini ve olgunlaşmaları için lâzım olan müddeti bilir.
Bununla beraber, îslâmı kabul etmemiş memleketler, yüzlerini köleye çevirmeden yedi asır önce, dünyada hürleştirme hareketine başlayan nizamın ancak İslâmiyet olması, ona şeref ve üstünlük olarak yeter. Hakikatte İslâm, Arap Yarımadasında mevcut eski. kölelik menbalarmın hepsini kurutmuştur.
Eğer her yerde köleliği kaynatıp taşırmakta devam eden yeni bir menba' (harp) olmasaydı İslâm istikbale matuf olarak köleliği ilga etmeğe hakikaten kaadir ve lâyıktı. O gün için köleliği tamamen ortadan kaldırmağa Islâmm gücü yetmedi. Çünkü kölelik yalnız İsîâmı ilgilendiren bir mesele değildi. Çünkü kölelik, îslâmın sultasının dışında bulunan düş-manlarile ilgili idi ki, o da harp köleliğidir. Bir miktar tafsilatıyla biraz sonra ondan bahsedeceğiz.
ikinci olarak,, hürriyetin, verilmeyip alman bir şey olduğunu hatırlamamız lâzımdır. Resmî emir çıkarmak suretile köleyi hürîeştirmek, onu gerçek mânâda hürleştirmek için yapılan bir iş sayılmaz. Amerika Reisicumhurlarından Abraham Linkolen'in (1809-1865) bir kalemde köleyi hürleştirme ameliyesinde ki 'Amerika tecrübesi, söylediklerimize en doğru şahittir-. Linkolen'in kanunla dıştan hürleştirdiği köleler hürriyete tahammül edemediler. Bunlar daha önce olduğu gibi, köle olarak kabul-edilmelerini isteyerek eski efendilerine döndüler. Çünkü onlar henüz içten hür-leşmiş değillerdi. Bu hâdisenin garabetine rağmen ona psikolojik hakikatlerin ışığı altında bakıldığı zaman mesele garip değildir. Hayat bir âdettir. Hayat, insanın içinde yaşadığı şartlardır. Zira, köleye ait duyguları niteleyen, hissi ve ruhî cihazlarını dokuyan
[38]oluş, hür kimseye ait oluştan başkadır. Eskilerin zannettiği gibi, kölenin başka bir cins olmasından değil, lâkin onun devamlı kölelik gölgesinde gelişen hayatî ve ruhî cihazlarını bu şartlarla nitelemiş olmasından dolayı bu böyledir. Binaenaleyh, kölenin itaat cihazları son haddine kadar gelişir, mes'uiiyet ve ağırlıklan yüklenme cihazları da son haddine kadar gizlenir.
Köle, efendisi emrettiği zaman bir çok işleri gürel yapmayı becerir. Bu durumda köle için itaat etmek ve emri yerine getirmekten başka bir şey yoktur. T Akın o, sorumluluğu kendine ait olan hiç bir şeyi güzel yapamaz, en basit bir şey olsa bile. Bu onun cisminin onu yapmaktan âciz olduğu için değil, onun fikrinin, o işi bütün hallerde anlamaktan âciz olduğundan da değil, lâkin onun kişiliiğnin ve mânevi yapısının kendi mes'uliyetlerini yüklenmeğe tahammülü olmadığı içindir. Böylece yapacağı işlerde bir takım mevhum tehlikeler ve hal çaresi olmayan müşküller görür gibi -olur. Böylece o, mevhum tehlikeden kendini kurtarmak için hürriyetten kaçar.
Son zamanlarda-Mısırın ve Doğunun hayatına dikkatlice bakanlar, habis müstemlekeciliğin, garbın hizmetçisi yapmak için şarklıların gönüllerine yerleş-:' tirmiş oldukları bu gizli köleliğin te'sirini anlayacakları umulur. Yine bu meseleye dikkatle bakanlar, başka bir şeyin te'sirile değil, sadece neticelerile yüz yüze gelme korkusunun muattal bıraktığı tasarı ve plânlarda o gizli kölelik ruhunu görürler. Yine bu kölelik ruhu, plânın sorumluluğunu üzerine alması ve iş a başlama emrini vermesi için bir İngiliz veya Amerikan.... v.s. bilirkişi ve mütehassısı getirilinceye kadar, araştırmaları yapılmış olduğu halde tatbikine başlanmayan tasarıların gerçekleştirilmesi işinde de görülür.
Yine o kölelik ruhunu baskılarını, memurların üstüne çadır kuran taşlaşmış monoton bir gidişle onların iş üretimini takyid eden o korkunç donukluklarda görmek mümkündür. Zira vazifelilerden hiç birisi üs makamdaki büyük vazifelinin emrettiklerinden başka bir şey yapmağa muktedir olamaz. Dolayısile o vazifeli de kendisinden daha üst mevkidekinin emrine itaat eder. Hadd-i zatında onların bu durumları iş yapmaktan âciz oldukları için değil, onların sorumluluğu yüklenme kabiliyetleri muattal olduğundan dolayı böyledir. Buna mukabil onların itaat cihazları gelişmiştir. Her ne kadar resmen hür iseler de gerçekte köleye benzer bir durum içindedirler.
İşte köleyi, köleleştiren ancak bu ruhî keyfiyettir. Bu aslında tabiatile dış şartlardan doğmakadır. Lâkin bu, tıpkı ağacın yere uzanan dalı gibi, dış şartlardan kurtulur ve kendi kendine ayakta duran bir şey olur. Sonra kendine has kökler salar ve aslından müstakil bir hale gelir. Devletin köleliği ilga eden bir ilânı bu ruhi oluşu yerinden oynatamaz. Belki, şuurları başka bir tarz üzere, niteleyen kölenin ruhuna yerleşmiş olan cihazları geliştiren ve zayıflatılmış bozuk bünyesinden mütekâmil bir şahsiyet yapacak olan yeni şartlar vazetmek suretile köleyi içten değiştirmek lâzımdır.
İşte Islâmm yaptığı şey budur. İslâm ilk önce köleye güzel muamele yapmakla işe başlamıştır. Zira inhiraf etmiş ruhun muvazenesini iade edecek, itibarını kendine yeniden kazandıracak, böyle insani tabiatını ve zatî değerini kendine hissettirecek güzel muamele gibi hiçbir şey yoktur. İşte ancak o zaman köle hürriyetin tadını tadar ve ondan zevk alır. Bu suretle hür bırakılmış Amerikan kölelerinin yaptığı gibi hürriyetten kaçmaz.
İslâm, köleye iyi muamelede ve insanî itibarını kazandırmada, akıllara hayret verecek bir dereceye ulaşmıştır. Bundan önce Kur'ân âyetlerinden ve peygamberin hadîslerinden bir kısım örnekler vermiştik. Burada da gerçek tatbikatı hususunda başka örnekler serdedeceğiz.
Peygamber, kölelerden bazısı ile efendi araplardan bazısını birbirine kardeş yapardı. Böylece Bilâl ibni Keban'ı Halit ibni Rüveyha El Has'amiye, kölesi Zeydi amcası Hamza'ya, Hârice bin Zeydi Ebû Bekir'e kardeş yapmıştı. Bu kardeşlik kan bağına benzeyen ve mirasta iştirak derecesine yaklaşan hakikî bir bağ idi.
İslâm, bu yüksek insanî seviye ile de iktifa etmedi...
Hesûlüllah, teyzesinin kızı Zeynep binti Cahşı kölesi Zeyd'le evlendirdi. Bilindiği gibi evlenme işi hassatan kadın nazarında hassas bir meseledir. Kadın daha çok mevki bakımından kendinden daha üstün olan birisile evlenmeği tercih eder. Buna mukabil hasep, nesep ve servette kocasının kendinden daha aşağı bir mevkide olmasını reddeder ve bunun kendi seviyesini düşürdüğü ve büyüklüğüne halel getirdiği kanısındadır. Lâkin Resûlüllah bunların hepsinden daha üstün bir mânayı hedef tutuyordu. O hedef, zalim insanların köleyi itmiş olduğu çukurdan alıp kureyşli efendi araplarm çoğunun seviyesine yükseltmekti.
Fakat bununla da iktifa etmedi... Resûlüllah kölesi Zeyd'i, muhacir ve ensardan İslâm büyüklerinin içinde bulunduğu bi rorduya kumandan tâyin ederek harbe gönderdi. Zeyd şehit olunca, aralarında peygamberin iki veziri ve kendinden sonra iki halifesi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in bulunduğu ordunun kumandanlığına Zeyd'in oğlu Üsameyi tâyin etti. Resûlüllah bu davranışı ile köleye yalnız insani eşitliği vermiş olmayıp, hürlere verilen kumandanlık ve reislik yapma hakkını da vermiş oldu. Ve bu hususta şöyle diyecek kadar yükseldi:
«Başı kuru üzüm tanesi gibi simsiyah habeşli bir köle size amir tâyin edilse bile, Allah Teâlânın kitabını sizin aranızda tatbik ettiği müddetçe onu dinleyin ve itaat edin.»
[39]
İşte İslâm bu düstûru ile kölelere, devletin bütün makamlarının en yükseğinde vazife görme hakkım tanıdı. En yüksek mertebe de müslümanlara halifelik yapmaktır, Hz. Ömer CR.A.) hilâfeti bırakırken şöyle demişti: «Eğer Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâîim sağ olsaydı onu namzet gösterirdim.» Bu şekilde Hz. Ömer Resûlüllahm çizmiş olduğu yolun üzerinde yürüyordu. Hz. Ömer, kölelere gösterilen saygının parlak misallerinden bir başkasını daha sunar: Bir gün Bilâl-i Habeşî CR.A.) Ömer'e muaraza eder ve bunda hiddetlenir. Ömer: «Ey Allahım, benim için Bilâl'ın ve arkadaşlarının hakkından gel.» demekten başka bir yol bulamaz. İşte bu hâl, emrettiği takdirde itaat edilmesi zaruri ölen halifenin durumudur.
İslâmm vermiş olduğu bu örneklerden maksut olan, bu kısmın başında dediğimiz gibi, şahsî yapısını hissetmesi ve hürriyeti istemesi için köleyi kendi kişiliğinde hürleştirmek için hakiki teminat ancak budur.
îsîâmm her vesile ile köle azat etmeyi tavsiye ve teşvik ettiği doğrudur. Haddi zatında, hürriyeti elde etmenin ve efendilerin saf asını sürdükleri hakların her birile safalanmanm kendi imkânı dahilinde olduğunu kölenin anlaması gerekir. İşte bu, köleye ait ruhî terbiyeden bir cüzdür. Böylece onların da hürriyete rağbetleri artar ve hürriyet uğrunda ağır mes'uliyetler yüklenmeyi kabullenirler. Kölenin ruhî yapısı bu seviyeye gelince, İslâm hürriyet onlara vermek için koşar. Çünkü onlar artık hürriyeti almaya hak kazanmış ve onu korumağa kaadir olmuşlardır.
İnsanları hürriyet istemeye teşvik eden, onun şart-. Iarmı hazırlayan, sonra bizzat kendileri istediği anda onlara hürriyeti veren nizam ile, işleri yüz üstü bırakan ve imkânsız kılan, iktisadî ve içtimaî ihtilâller koparan, işi yüzler ve binlerce canın telef olmasına kadar vardıran, böylece her şeyi donduran, bundan sonra da hürriyeti isteyenlere, ancak istemeyerek ve mecbur kalarak veren nizam arasında pek büyük farklar vardır.
İslâmm, içten ve dıştan köleyi hakiki hürriyete kavuşturma hususundaki dikkatli davranışı ve gönüllerde teminatı olmayan bir kanunu çıkarmak suretiyle Linkoln'in yaptığı gibi iyi niyetle iktifa etmemesi köle meselesindeki en yüce üstünlüklerindendir. Avrupa'da olduğu gibi, haklar için duyguları kurutan, düşmanlıklar getiren, böylece hayat yolu boyunca beşeriyete isabet etmesi mümkün olan bütün hayırları, iyi hareket ve davranışları ifsat eden o ikinci mücadeleye girişmeden cemiyetin bütün sınıfları arasında yerleşmiş sevgi ve saygı esasına dayanarak hakk'a yapışmayı ve mes'uliyetleri yüklenmeyi ferde öğreten, hakları sahiplerine gönül rızası ile teslim etmeyi sağlamış olan îslâmm yanma bunu da katabiliriz.
Son olarak kölelerin hürleştirilmesi için ana esası koymağa, sonra onu yavaş yavaş tabii sonuca varması için kendi haline bira) yük âmile dönüyoruz.
Demiştik ki, kurutmak imkânı dahilinde olmayan, bir tek menba hariç islâm eski kölelik menbalarmı kuruttu. Kurutulamıyan menba harp köleliğidir. Şimdi bazı tafsilâtı ile meseleyi yeniden ele alıyoruz.
O gün hâkim olan örf veya umumî nizam, harp esirlerini köleleştirmek veya öldürmekten ibaretti .
[40]
Bu örf cidden çok eski olup tarihin karanlıklarına gömülmüş idi. O derece ki nerede ise ilk insana varıyordu. Lâkin bütün devirleri boyunca kölelik insanlığa kötü bir arkadaş olmakta devam etti.
İnsanlar bu hal üzere iken İslâm geldi. Düşmanları ile arasında harpler vuku buldu. Müslüman esirler îsîâm düşmanları tarafından köîeleştiriîiyor, hürriyetleri gasbediliyor, erkeklerine o gün köleye reva görülen baskı ve zulümle muamele ediliyor, her arzu sahibi tarafından kadınların ırzları çiğneniyor, bir kadında baba, çocukları, arkadaşları ve kendini tatmin etmek isteyen her şahıs, hiçbir kaide ve nizama bağlı olmadan iştirak ediyordu. Bakire olsun olmasın kadınların insanlığa karşı hiç bir hürmet hissi mevcut değildi. Çocuklara gelince-esir düşmüşlerse onlar köleliğin gayr-ı insanî zilletinde yetişirlerdi. Hal böyle olunca îslâmın eline düşen düşman esirlerini bırakması elinde olmayan bir şeydi. Tabiatiyle, akrabaları, komşuları ve dindaşları düşmanların elinde azap ve işkence çekmekte iken esirleri serbest bırakmak suretiyle düşmanı kendi aleyhine kuvvetlendirmek ve cesaret vermek iyi bir siyaset olamazdı. Burada îslâmın kullanmağa muktedir olduğu en âdil veya biricik kanun mukabele bilmislidir. Düşman, elindeki esirleri köleleştirmekte ısrar ettiği müddetçe orada îslâmın kendini kurtarması mümkün olmayan bir zaruret var demektir. Bu durum karşısında îslâmın düşmanı üzerinde bir sultası olamıyacağı tabiîdir. Bu konuda köleleştirme nizamının dışında olmak şartıyla, esirlere yapılacak muamelede insanlık, başka bir prensip üzerinde ittifak edinceye kadar bu zaruret ayakta durmakta devam edecektir. Bununla beraber İslâm nizamı ile onun dışında kalan diğer nizamlar arasında, harp esirlerinin durumu hakkında bir çok derin ayrılıkların bulunduğunu nazarı itibara almamız gerekir.
îslâm âleminin dışındaki harplerde, ancak başkalarına saldırma, etrafı yakıp yıkma ve sonunda da insanları köleleştirme gayesinden başka bir hedef güdülmüyordu. Böylece harpler, milletlerden birinin diğerini altederek hükmetme ve o milletin aleyhine olarak kendi arazisini genişletme, yahut o milletin maddi kaynaklarını istismar ederek kendi fertlerini ondan mahrum etmek veyahut da bir kiralın veya askeri bir kumandanın şahsi gururunu tatmin etmek, kibir ve azametini göstermek için tamamen şahsî bir kapris veya bunlara benzeyen düşük, âdi hedeflerden birini elde etmek arzusu üzerine kopardı. Köleleş-tirilen esirler, akidede mevcut bir ihtilâftan yahut ahlakî, ruhî veya fikri bakımdan kendilerini esir alanlardan daha aşağı seviyede oldukları için değil, sadece harpte mağlûp oldukları için köleleştirilirlerdi.
Bunun gibi bu harplerde ırzlara tecavüzden, şehirleri yağma ve tahrip etmekten, kadınları, çocukları ve yaşlıları öldürmekten men'eden herhangi bir prensip veya duygu mevcut değildi. İşte bu durum, harplerin bir akîde veya bir nizam veya yüksek bir hedef için yapılmamış olduğunu iddia eden düşünce ile mantıken bağdaşır.
İslâm ise, onların hepsini iptal etti ve bütün harpleri yasakladı. Ancak Allah yolunda cihad için yapılanlara müsaade etti ki, bu da müslümanlara yapılacak tecavüzü defetmek, baskı ve zulümle insanları dinlerinden saptırmayı hedef tutan zalim kuvvetleri yıkmak, veya hakk'ı görmeleri ve dinlemeleri için İs-lâmm yapacağı davet yolunda ona karşı duran ve îs-lâmın tebliğine mâni olmak isteyen sapık kuvvetleri ortadan kaldırmak için yapılacak olan cihattır. «Size îharb açanlarla, Allah yolunda, siz de döğüşün (müdafaa harbi yapın. Ancak) aşırı gitmeyin. Şübhesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez..
[41]Fitnenin vücût bulmaması ve dinin Allaha ait olması için onlarla harbediniz.
[42]
Bu, hiç kimseyi zorlamayan sulhcu bir davettir. «Dinde zorlama yoktur. Doğru ile eğri, birbirinden ayırt edilebilecek şekilde belli olmuştur.»
[43]İslâm
âleminde şu ana kadar Yahudilerin ve Hıristiyanların kendi dinleri üzere kalmış olmaları, cidal ve mugalâtayı kabul etmeyen ve İslâmın kılıç kuvvetiyle başkasına kendini kabule zorlamadığını kat'ı olarak isbat eden kesin bir delildir.
[44]
İnsanlar İslâmı hakkile kabul ettikleri, hak dinin hidayet yoluna gönül rızasiyle girdikleri vakit, harp, husumet, bir milletin başka bir millete boyun eğmesi, yeryüzünde iki müslüman arasında herhangi bir ayırma, bunların hiç birisi mevcut olmayacaktır. Hiç bir arabın arap olmayan üzerine üstünlüğü yoktur. İslâm-da üstünlük ancak takva iledir.
Her kim îslâmı kabul etmez fakat, îslâm nizamının gölgesinde kendi akidesini korumak isterse İslâm kendisinin ondan daha iyi ve doğru olduğunu bilmesine rağmen- himaye karşılığı olarak alınan cizye vergisini vermek şartile, herhangi bir zorlama ve baskı olmaksızın kendi inancı ile başbaşa kalması hakkıdır. Kaldı ki, müslümanlar, onları himayeden âciz duruma düştükleri takdirde cizye sukut eder ve geri verilir
[45]Eğer onlar hem müslüman olmağı ve hem de cizye vermeyi birden reddederlerse, o zaman onların inatçı oldukları meydana çıkar. Onlar, davetin sulh yolunda yürümesini istemiyor]ardır. Bu demektir ki, onlar ilâhî nurun yolunu kesiyorlar, kendi hallerine bırakılmış olsalar Allanın dinine girecek olan insanların imanına mani oluyorlar. İşte ancak böyle bir durum karşısında harp vukubulur. Lâkin buna rağmen, yeryüzünde sulhu yayıp yaşatmak ve kan dökülmesine mani olmak maksadile, karşı tarafa son bir fırsat daha vermiş olmak için, daveti yeniden ilân ve inzar yapılmadan harp koparılmaz. «Eğer onlar sulha meylederlerse sen -de meylet. Ve Allah'a mütevekkil ol.
[46]
O ancak İslâmî bir harptir. Bu harp, bir memleketi almak ve şehvetleri istismar etmek arzusu ile yapılmaz. İslâmî harpte bir kumandanın veya müstebit bir melikin gururunun müdahalesi yoktur. Bu, insanları doğruya götürmek hususundaki sulhçu vesilelerin hepsinin âciz kaldığı zaman, Allah yolunda ve beşeriyetin hidayeti uğrunda yapılan bir harptir.
Bununla beraber savaşın bir takım prensipleri vardır. Resülüllah vasiyetinde der ki: Allah yolunda Allanın adına savaşınız, Allah'a küfredeni öldürünüz. Harbediniz, fakat zulmetmeyiniz. Tenkil şeklinde kimseye eziyeti reva görmeyiniz, çocukları Öldürmeyiniz
[47]Müslümanlara karşı silâhla harbe girişen ve onlara silâhiyle karşı duran muharipten başkasını öldür mek, yakmak, yıkmak, ırzlara tecavüz etmek, kötülük ve fesat arzusu ile ateş açmak İslâm'da yoktur, çünkü «Muhakkak Allah müfsitleri sevmez.
[48]
Müslümanlar, bu insanî prensiplere bütün harplerde riayet etmişlerdir. Hattâ zalim haçlı savaşlarında ırzlara tecavüz eden Mescid-i Aksa'ya hücum edip oraya sığınanların üzerine çullanan, orada sel gibi o masum insanların kanlarını akıtan kötü bir geçmişe sahip düşmanlarına galip geldikleri sırada bile bunu yapmadılar. İslâm, mukabilini yapmağa müsaade ettiği halde, muzaffer oldukları zaman kendileri için intikam almadılar. -Size kim tecavüz ederse, size yaptığı tecavüz kadar siz de tecavüz ediniz
[49]Lâkin, onlar bugüne kadar yeryüzünde müslümanlardan başkasının yapmakta acze düştüğü en yüksek örneği de verdiler.
îşte bu, müsîümanlarla gayri müslimler arasındaki harbin hedef ve prensiplerinde mevcut olan esaslı ayrılıktır. İslâm eğer isteseydi - bu hususta Hak onu destekler esirlerden silâhlı kuvvetler karşısında dahi hidayete girmemekte inat eden ve düşük putperest-likleriyle hiçbir esasa dayanmıyan şirklerinde ısrar edenleri, insanlığı noksan milletler sayar ve sadece bu sebeple onları köleleştirebilirdi. Çünkü -nur gözüktükten sonra- bu hurafe üzerinde hiçbir beşer ısrar etmez. Aksi halde onun ruhunda bir düşüklük veya aklında bir sapıklık var demektir. Böyle olan kimse ise, beşeri yapıdan noksan olup insanlara âid olan şerefe, insanoğuHarından hür olanlara ait hürriyete lâyık değildir.
Bununla beraber İslâm ona tenezzül etmemiş, sadece insan olmaktaki noksanlıklarından ötürü esirleri köleleştirmemiştir. Ancak mukabele bilmisil yapmağı düşünmüş ve onu kâfi. görmüştür. Esirleri köleleştirmeği, birbiriyle harbeden devletlerin köleleştirme esası dışında başka bir prensibe bağlamıştır. Bunu da, sadece müslüman esirlerin karşılıksız olarak kölelik zilletine düşmemeleri için bir teminat olsun diye yapmıştır.
Burada işarete değer şeylerden biri de harp esirlerinin durumlarına temas eden şu tek âyettir : «Harp evzarını koyunca esirleri ya mübadele veya karşılıksız salıverme.
[50]
Bu tek âyette beşeriyyete devamlı kanun olmaması için, esirlerin köleleştirilmesi zikredilmemiştir. Âyet ancak mübadeleyi veya karşılıksız serbest bırakmayı zikretmiştir. Çünkü, bu iki hal çaresi yakın veya uzak gelecekte Kur'an'ın esirlere yapacağı muamelede beşeriyetin daimî olarak üzerinde kalmasını istediği iki kanundur. Ancak Müslümanlar, köleleştirme prensibini, kurtuluşu olmayan kahredici bir zarurete boyun eğmek sebebiyle almışlardır. O halde bu, hiçbir vakit îslâm Şeriatında bir nass bulunduğu için alınmış değildir.
Bununla beraber esirleri köleleştirmek İsla mm daimî prensibi değildir. Emin olduğu yer ve zamanlarda onları köleleştirmemiştir. Resüiüllah Bedir Savaşında mübadelesiz olarak müşriklerin esirlerini serbest bırakmıştır. Necran HırisUyanlarından cizye almak suretiyle esirlerini kendilerine iade etmiştir. Bunların hepsini Resûlüllah insanlığın ancak çirkin vera-: setinden kurtulduğu, şehvetlerini zaptu rapt altına almağa muktedir olduğu, harpte dahi insanlık seviyesine yükseldiği zaman beşerin geleceğinde varmasını istediği seviyeye âid örnekler vermek için yapmıştır, îşte ancak o zaman İslâm, insanlığa açılan ilk kucak ve davetine ilk icabet olunan nizam olur.
İslâmın eline düşen esirlere, şimdiye kadar anlattığımız «iyi muamele» ile muamele edilmiştir. Ayrıca îslâmm elinde azab ve meskenete maruz kalmamışlardır. Her ne kadar onların pek çoğu gerçekte esir düşmeden evvel hür değil idilerse de, kendileri gayret eder ve sorumluluklarını yüklenirlerse, hürriyet kapısı onların önüne açılır. Zira onların çoğu İran ve Bizanslüarın köleleştirdiği ve müslümanlarla yapılan harplere sevkettiği kölelerdendi.
Kadınlara gelince, îslâm onları -köleliğinde dahi îslâm memleketlerinden başka yerlerde karşıla-s-tıklan durumdan daha üstün ve daha şerefli kılmıştır Böylece onların ırzları «genel ev» usulü yağma edilmesi mubah olan bir meta sayılmamıştır. (Çoğu zaman harp esiri kadınların akıbeti bu idi.) İslâm, esir düşmüş kadınları efendilerinin mülkü saymıştır. Efendisinden başka hiç bir kimse onun yanına giremez. Efendisinden bir çocuk doğuranın çocuğu ile beraber hür! olmasını ve «mükâtebe» ile hürriyete kavuşmasını onların haklarından saydı. îslâmm tavsiye ettiği hüsnü muameleyi de görüyorlardı.
Bu söylediklerimiz İslâm'da köleliğin hikâyesidir. Bu, beşeriyet tarihinde parlak bir sahifedir. Çeşitli veşilelerle onu hürleştirmeğe gayret sarfetmesi, bir daha yenilenmemesi için kölelik menbaîarmı kurutması sebebile İslâm esas bakmamdan köleliğe muvafakat etmemiştir. Ancak bu işte lslâmm kurtulmağa muktedir olmadığı bir zaruret vardı. Çünkü, bu kölelik müessesesi yalnız îslâmı ilgilendirmiyordu. Hadd-i zatında o, müslüman esirleri köleleştirerek azabın en kötüsünü onlara tatbik eden ve üzerlerinde îslâmın sultası bulunmayan bazı kavimleri ve devletleri ilgilendiriyordu. İşte onlara misli ile muamele yapmak mutlaka lâzımdı. (Köleye'yapılacak muamelede olmasa bile, köleleştirme prensibinde öyle icabederdi.) Köleliğin hakiki sebebi olmasına rağmen îslâmın değiştirmeğe kaa-dir olamadığı bu tek menbaı kurutmağa bütün âlem ittifak edinceye kadar İslâm köleliği ilga etmemeğe mecbur idi. Bu ittifakın vücut bulduğu andan itibaren İslâm, tam bir sarahatle takrir ettiği en büyük kaidesine döner. Bu da herkes için hürriyet ve eşitlik esasıdır.
Fakat harp esirlerinin dışında, İslâmî devirlerin bazısında, bazı müslümanların köle ticareti yapmış olmalarında îslâmın buna cevaz verdiği anlaşılmamalıdır. Çünkü, bu gibi davranışları, İslama nisbet etmek, İslâm dışı rezaletleri ve günahları irtikâb etmeleri ile birlikte bugün müslümanları idare edenlerin davranışlarını İslama nisbet etmekten daha doğru ve daha adaletli bir şey değildir.
Bu konuda aklımızı birkaç meseleye yöneltmemiz lâzım gelmektedir.
Birincisi, bir milleti başka bir millet için; bir cinsi başka bir cins için köleleştirmek; fakirlik dolayısı le köleleşme, muayyen bir sınıfta doğum yolu ile bil verase gelen kölelik, arazide çalıştırmak maksadiyle köleleştirme v.s. den ibaret olan ve tahakküm arzusundan başka mücbir bir sebebe dayanmayan îslâmın dışındaki kölelik menbalarmın müteaddit olmasıdır. İlga etme yetkisi olmayan bir tek menba hariç îslâmm bütün menbaları ilgası ancak zaruretlere bağlanmıştır. Bu zaruretler de yavaş yavaş, son bulmuştur.
İkincisi, zaruret olmaksızın kölelik kaynaklarının müteaddit olması ile beraber Avrupa köleliği ilga ettiği zaman gönül rızası ile ilga etmemiştir. Kölenin verimi zayıfladığı zaman köleliğin ilga edildiğini Avrupalı yazarlar, bizzat kendileri itiraf ederler. Çünkü, kölenin iaşe, ibate ve korunma masrafları istihsalinden fazla olmaya başlamıştır. O halde Avrupa'da köleliğin ilgası, kazanç ve kâr düşüncesile olup iktisadi bir hesaptan başka bir şey değildir. Bu ilga hareketinde insan nevine âid olan hürriyet ve fazileti hissettiren insani duygulardan gelen hiçbiç mânânın eseri yoktur.
Bu arada kölelerin kopardığı isyanlar ve ayaklanmalar sebebile artık köleleştirme hareketinin devamının gayrı mümkün olması da köleliği ilgaya tesir eden faktörlere eklenir!
Bütün, bunlara rağmen, Avrupa o zaman yine köleye hürriyetini vermemiştir. Lâkin köleyi bir efendiye köle olmaktan kurtarmış, fakat onu arazî köleliğine tahvil etmiştir. Böylece köleyi, arazi ile alınır sar tür, sadece o yerde çalışır, oradan başka bir yere gitmesine izin verilmez, eğer kendi çıkar giderse kaçak sayıldığı için kanun kuvvetile zincirlere vurularak ve ateşlerle dağlanarak yerine iade edilir bir meta haline getirdi. Köleliğin bu nevi, onsekizinci asırda vuku-bulan Fransız İhtilaliyle yasaklanmcaya kadar devam edegelen nevidir. Yani Islâmm hürleştirme prensibini takririnden bin yüz küsur sene sonra...
Üçüncüsü, sloganların ve unvanların bizi aldat-mamasının lâzım geldiği gerçeğidir. Fransız İhtilâli, köleliği Avrupada ilga etti. Sonra bütün dünya köleliğin ilgasında ittifak etti... Bunların hepsi görünürde cereyan eden şeylerdir. Eğer böyle değilse, yâni kölelik gerçekten ilga edilmişse, nerededir o edilen kölelik?.. O halde dünyanın muhtelif yerlerinde bugün vukua gelenlerin adı nedir? Müslüman Cezayir'de Fransa'nın yaptıklarının adı nedir? Amerika'nın zencilere, İngiltere'nin Güney Afrikadaki siyahlara yaptıklarının adı nedir? Hakikatte kölelik, bir milletin başka bir millete tâbi olması veya insanlardan bir kısmının, diğerlerine mubah olan haklardan mahrum edilmesi değil midir?. Yoksa o ba§ka bir şey midir? Bunun kölelik unvanı altında veya hürriyet, kardeşlik, eşitlik unvanı altında olmasının farkı nedir? Parlak unvanlar ne fayda verir. O parlak unvanların arkasındaki gerçekler, eğer beşerin uzun tarihi boyunca tanıdığı acı hakikatlerin en çirkini ise!.
îslâm, kendine ve insanlara karşı açık sözlüdür. Zira, onlara şöyle seslendi: «Bu köledir. Bunun tek sebebi şudur. Ondan kurtulmanın yolu açıktır, aynı zamanda köleliği ilga yolu da mevcuttur, fakat o yolu.açmak, âlemin harp esirlerini köleleştirmemeye ittifak etmesine bağlıdır.»
Fakat bugün kucağında yaşadığımız sahte medeniyete gelince, onun gönlünde Islâmdaki bu sarahati bulamazsınız. O bütün hünerlerini, hakikatları tezyife, sonra da parlak yafta ve unvanlarla onları tezyine sarfeder. Cezayir, Tunus ve Merakeş'de, başka bir şey için değil, sadece, hürriyet ve insanî şereflerini taleti ettikleri, kendi memleketlerinde müdahalesiz yaşaj mağı, kendi dillerini konuşmayı, kendi dinlerine inan, mayı, kendilerine serbest çalışma hürriyetinin veril meşini siyaset ve iktisatta, âlemle doğrudan doğruya olan muamelelerinde hür münasebet kurma imkân-H larrnm verilmesini istedikleri için yüz binlerce suçsuz insanı öldürmek, onları susuz ve gıdasız bırakarak, pis zindanlarda hapsetmek, ırzlarını çiğneyip kadın-j larına tecavüz etmek, hiç bir sebep yokken çocuklarij ve kadınları öldürmek, karnındaki çocuğunun cinsiyeH tini öğrenmek için kadınların karnını yarmak... İşte! bunların hepsinin adı, yirminci asırda, ilmi gelişmeyi,; medeniyeti, hürriyeti, kardeşlik ve müsavat prensiplerini yaymaktır!,. Amelî olarak, köleliğin muvakkat bir durum olduğunu, daimi bir ha olmadığını gerçek tatbikatiyle ilân etmesiyle beraber bütün hallerinde beşer cinsine bir ikram ve gönüllü, ihsan hareketi olmak üzere onüç asır evvel îslânım köleye kazandırdığı örnek muameleye gelince, işte bunun onlarca adı, gerilik, gericilik ve bir nevi düşüştür.
Amerikalıların, kulüp, lokanta ve otellerine «Yal-, nız beyazlara» veya «Köpeklerin ve siyahların girmesi yasaktır» ibaresi yazılı levhalar astığı, insanî kardeşliği bir tarafa din, dil ve vatan kardeşinin yardımına koşmayı mühimsemiyerek eli kolu bağlı put gibi ayakta duran fakat herhangi bir müdahalede bulunmayan polisin gözü önünde «Medeni!.»Ierden bir gurubun renkliler (siyahlar) den birine saldırarak alaşağı edip tekmelerle onu dövdükleri, bunun sebebinin de siyah olan gencin cüret edip, iffet ve namusu olmayan bir kadının müsaade ve arzusu ile yanında yürümüş olması, işte bunların hepsi medeniyyet ve yükseklikte 20. asrın ulaştığı en yüce bir seviyedir (!).
Fakat mecusi bir kölenin Hz. Ömer'i ölümle tehdit etmesi, ondaki kötü niyeti anlamış olmasına rağmen, Ömer'in onu hapsetmeyi veya oradan uzaklaştırmayı düşünmemesi, yine Ömer'in, gözleriyle Hak Nurunu gördükten sonra sadece batıla olan taassubu ile ateşe tapmaktaki ısrarı karşısında onun öldürülmesini emretmemesi; işte, bu türlü davranışlarından dolayı Ömer, onlarca, ne kadar keşmekeş, beşer cinsinin şeref ve haysiyyetine karşı hürmeti ne de çoktu. Ömer bu hareketleriyle kötüleniyor, çünkü köle beni tehdit etti, dedi. Sonra da onu, cürmünü işleyip müslümanalrm halifesini öldürmesi için serbest bıraktı. Halbuki Ömer'in elinde mecusi köleyi tevkif etmeye yeterli deliller mevcut değildi.
Afrikadaki siyah renklilerin hikâyesi, cesaret gösterip kişîik ve insanlıklarını hissettikleri ve böylece kendi hürriyetlerini istedikleri için, insanî haklarından mahrum edilmeleri ve öldürülmeleri veya yüzsüz İngiliz gazetelerinin tâbirile «avlanmaları», işte bunların hepsi en yüksek zirvesine ulaşmış İngiliz adaleti (!) en yüksek seviyesine erişmiş bulunan insanlık medeniyeti (!) ve Avrupa'nın bütün dünyaya vasi olmasına ahkâm döktüren yüksek prensiplerdir (!).
îslâma gelince, o kölelik prensibini kabul ve ikrar etmeyip sadece mukabele bilmisil olarak harp esirlerini köleleştirdiği için cidden keşmekeş bir nizamdır, onlarca. Kezalik o insanları »avlamayı», siyah olduktan için onlan eğlenceli bir tarzda öldürmeği öğrenip tatbik etmediği için cidden geridir. Hattâ İslâm geriliğin içine dalmakta -Başı üzüm tanesi gibi siyah bir habeşli sizin üzerinize emir tâyin edilse dahi kitabullahi tatbik ettiği müddetçe onu dinleyiniz ve ona itaati ediniz...» demeye kadar vardırmıştır.
Kadına (cariye-köle kadın) gelince, onun içini başka bir hesap vardır.
[51] İslâm: bizzat faydalanmak, bazı hallerde dilerse onunla evlenmek üzere harp esiri cariyelerden bir miktarın efendisi yanında bulunmasını mübaiı kılmıştır. Avrupa bugün bunu çirkin addeder ve aklınca, cariyeleri, alınıp satılması mubah olan bir meta, değersiz bir takım cesetler itibar eder ve bu kaba hayvaniyetden kendisini uzak tutmak ister. Yine akıllarınca, cariyelerin hayattaki vazifeleri, hayvan seviyesinden kurtulamamış bir adamın çirkin ve behîmî arzularını tatmin etmektir.
îşte bu gibi iftiralara hedef ve sahne olan îslâmm suçu, serbest fuhşu (genel evler veya randevu evi gibi birleşme tarzını) mubah kılmamış olmasıdır. Halbuki diğer memleketlerdeki harp esirleri, ailelerinin olmadığı gerekçesi ile rezalet bataklığına sürüklenirdi. Zira, onların efendileri cariyelerine karşı ırz ve hamiy -yet hissi duymazlar, dolayısiyle onlan bu gayri insani düşük işlerde çalıştırırlar ve ırz ticareti olan bu pis ticaretten para kazanırlardı. Lâkin İslâm setbest fuhşu kabul etmedi ve toplumu bu türlü ahlâksızlıklardan korumağa ehemmiyet verdi. Böylece, cariyeleri sadece efendilerine hasretti. Onlan yedirmeği, ahlâkî cürümlerden korumağı ve onların cinsi ihtiyaçlarını temin etmeği, buna mukabil o da kendi hacetini gidermek üzere efendisine yükledi.
Lâkin Avrupanm vicdanı - sözüm ona - bu hayvani davranıştan uzak kalamadı. İşte onun için serbest fuhşu mubah kıldı. Bu hususta kanunun riâyet ve himayesini sağladı. Müstemlekeci olarak ayak bastığı her memlekette de onu kasden yaymağa başladı. Sadece unvanı değiştiği zaman kölelikten değişen nedir ki? Serbest fuhşun çukuruna itildikten sonra hiç bir istekliyi kim olursa olsun - redde mâlik olmayan, bu hareket tarzı ile maddî ve manevî rezaletlerin içine düşmüş bulunan, hiçbir merhamet duygusu ve ruh yüksekliği bulunmayan, sadece cesedin şehevî atılganlığına cevap vermiş olan o kadının şeref ve haysiyeti nerede. İslâmdaki efendi ve cariye münasebeti nerede?. Bu maddi ve manevî rezaletler nerede?. İslâm kendine ve insanlara karşı açıktı. Dedi ki: bu köledir, bu cariyedir. Onlara yapılacak muamelenin hudutları şunlardır. Lâkin îslâm asla, kölelik beşeriyetin daimi nizamıdır demedi. Gelecekte beşer haysiyetine uygun bir nizamdır da demedi. Bu, ancak bir harp zaruretidir ki, insanlar, harp esirlerini köleleştirmemeğe ittifak ettiği zaman, sona erer.
Lâkin sahte medeniyet, kendinde bu sarahati bulamaz. O kölelikten beter olan serbest fahişeliğe kölelik demez. Ancak onun «sosyal zaruret» olduğundan bahseder.
Çünkü «asri» (!) Avrupalı erkek, aile olsun evlât olsun hiç bir kimseye bakmak; yedirip içirmek istemiyor. O, herhangi bir mes'uliyet yüklenmeden istimtâ ya'ni şehevî isteklerini tatmin etmek istiyor, şehevî yükünü deşarj edecek bir kadın bedeni arıyor. Bu kadın kim olursa olsun, onca mühim değildir. O ka dinin kendisine karşı duygusu ve kendisinin de o ka dına karşı duygusu ne olursa olsun o da mühim de*-' ğildir. İşte onun bütün özelliği, dişisine temas eden bir ceset olmaktır. O, bu teması, belli bir kimse ile değil, yoidan geçen herhangi birisile yapmak isteyen, terbiyeden mahrum bir yaratıktır.
İşte bu, yeni çağda batıda kadınları köleleştirmeği mubah kılan sosyal zarurettir. Eğer Avrupalı erkek insanlık seviyesine yükselse ve kendi aleyhine olan bu sultaların hepsini benliğine hasretmese, serbest fuhuş bir zaruret değildir. Modern Avrupada resmi fuhşu ilga eden devletler onu, kendi haysiyetlerini zedelediği veya aklî, ruhî ve ahlâkî seviyelerinin o türlü düşük hareketlerden kurtulup yüceldiği için ilga etmedi, asla!. Lâkin onlar serbest fuhşu, sokaklarda vesikasız dolaşan kadınlarla diğer cinsî sapıkların vesikalılara muhtaç olmaktan kendilerini kurtardığı için ilga etmişlerdir. Artık bundan sonra devlet herhangi bir müdahaleye ihtiyaç duymamıştır.
Bu anlatılanlardan sonra garplılar iftihar ederek îslâmdaki cariye nizamını ayıplamağa yeltenirler. Bunu başardıklarını da sanırlar. Halbuki o nizam 1300 sene önce gelmişti ve devamı matlup olmayan geçici bir nizam idi. Gerçek nazarla bakılırsa bugün 20. Asırda ayakta duran ve medeniyetin tabiî bir neticesi kabul edilen dolayısiyle hiçbir kimsenin çirkin saymadığı, bu yüzden değiştirmeğe de gayret göstermediği ve bunun böylece sürüp gitmesine kimsenin ses çıkarmadığı mevcut nizamlardan cariye nizamı çok daha haysiyetli ve çok daha temizdir.
Birisi çıkıp da «bunlar, hiç bir kimse tarafından zorlanmaksızın kendi hürriyetlerine tam mâlik oldukları halde gönüllü olarak bu işi yapıyorlar» diyemez. Zira o devirlerde kölelerden bir çoğu kendilerine veril-, miş olan hürriyeti reddediyor, zorlama olmadığı halde gönüllü olarak köleliği istiyorlardı. Lâkin biz onu, îslâmda ve îslâmm dışındaki köleliğe bir sebep saymadık. İtibar ferdi hareketlere değil, iktisadî, içtimaî, fikri, ruhî prensipleriyle insanları, köleliği kabule veya onun içine sevkeden nizamadır. Şüphe yoktur ki, vesikalı fuhşa kendini atan ve onu tasvip eden ancak Avrupa medeniyetidir. İsterse bu resmî fuhuş olsun, isterse sapıkların gönüllü fuhşu olsun müsavidir.
Bu anlattıklarımız 20 asra kadar devam eden batıdaki köleliğin hikâyesidir. Bu erkeklere, kadınlara, milletlere ve ırklara ait bir köleliktir. Bu kölelik Isîâmın. dışında kalan, kaynaklarını garbın geri düşüncesinin ve insanoğluna lâyık seviyeden uzak olan seviye düşüklüğünün meydana getirdiği ve çeşitleri pek çok olan yeni köleliktir.
Gözümüzü biraz Âvrupanın doğusuna çevirelim. .Cemiyet fertlerinden hiçbirinin istediği işi ve çalışacağı yeri seçme hürriyetine mâlik olamıyacak derecede kendi milletinin fertlerini köleleştiren komünist devleti ve batıdaki işçilerin kanını emen kapitalistleri bir tarafa bıraktığımız takdirde bile onlara muarız olanlar ve her zaman onu yıkmağa çalışanlar olduğu gibi müdafaasını yapanlar da vardır. Medeniyet ve sosyal ilerleme adı altında tamamlanan ve insanları inim inim inleten sarih kölelik şekillerinden serdet tiklerimiz ibret almak için size yeter kanısındayız. Sonra bakınız acaba İslâm vahyinden uzak yaşadığı zamanlarda beşeriyet ilerlemiş midir?. Yoksa parçalanmakta ve gerilemekte devam mı ediyor? Bugün içinde bulunduğu zulmetten kurtulması ve doğru yolu bulması için beşeriyet. İslâm vahyinin ışığına ne kadar muhtaçtır?.
[52]
Son zamanlarda işittim ki, bir öğrenci Üniversiteye, İslâmm ağalık nizamı olduğunu isbatlayan bir tez
[53]takdim etmiş ve bu tez üzerinde macester derecesine nail olmuştur. Bir anda öğrenciye ve hocalara hayret ettim, öğrenci cahil veya kötü niyetli olabilir. Amma, haşmetli, azametli profesörlere gelince .onların maksat ve gayeleri nedir acaba? Bu ilim dahîleri (!) iktisadî ve içtimaî nizamları ve tarihin vakıalarını anlamakta bu seviyeye nasıl düşerler?..
Lâkin o haşmetli üstadlarm kimler olduklarını öğrendiğim zaman hayret ve şaşkınlık benden uzaklaştı. Bunlar ,kendilerinden sonra gelecek nesilleri ifsat etmek için, batılı müstemlekecilerin, kontrolleri altında yetiştirdikleri nesilden değiller miydi? Onlar özel bir ihtimamla Dunlop'un ilgilendiği kimseler değiller miydi? Zahirde ilmen gelişmeleri maksadile, hakikat-ta onları, kendi hakiki yapılarından gerçekten uzaklaştırmak, kendi varlıklarını, tarihlerini ve akidelerini küçümsetmek, kendi din ve an'aneîerinden uzaklaştırmak gâyesile onları Avrupaya göndermeğe son derece önem vermemiş miydi?
Evet!... Şüphesiz onlardı. O halde hayrete düşmeğe ve garipsemeğe değer bir şey yok!...
Ey haşmetli üstadlar, nedir o ağalık, sorarım size?. Ve onu meydana getiren unsurlar nelerdir?.
Burada Dr. Raşit El Berravi'nin «Sosyal Nizam» adlı kitabında tabiatile Avrupa kaynaklarından naklen, ağalık için yazdığı bir özelliği nakledelim:
«Ağalık nizamı istihsal yönünden bir şekilden ibarettir. Onun. başkalarından ayırıcı vasfı, daimî tabiliktir. (Serfdom). Ağalık öyle bir nizamdır ki, onun gölgesinde birinci el müstahsil efendisine veya patronuna karşı muayyen iktisadî talebleri yerine getirmeğe mecbur kalır. Bu taleblerin, müstahsilin yaptığı hizmetler şeklinde yerine getirilmesi veya ağaya nakden yahut aynen verdiği istihkaklar şeklinde olması müsavidir, diye tarif ederler. Onu açıklamak için böyle deriz: Ağalık (feodalite) toplumu iki sınıfa ayrılırdı.
Birincisi, derebeylik arazilerine sahib olanları, yani büyük arazî sahiblerini içine alır.
İkincisi, çeşitli derecelerdeki ortakçılardan meydana gelen halk sınıfıdır. Fellâhlar (ziraat ameleleri) ve köleler ikinci sınıftandır. Her ne kadar öbürlerinin adedi ölçülü ve sür'atli olarak azalmaya devam ediyorsa da.
Bu fellâhlar veya birinci el müstahsillerin evlerinde ziraatla ilgili basit sanatlara alışmağı tatbik ettikleri gibi hayatlarını kazanma ve yaşama vasıtalarından kendilerine lâzım olanları ve üzerine ümitle bağlandıkları araziden belli bir miktarı elde etmek hakları idi. Lâkin onlar buna mukabil, âletleri ve hayvanlariyie beraber şerifin (ağanın) arazisinde haftalık imece çalışması yapmak, ziraat mevsimlerinde ilâve hizmetler görmek, bayramlarda ve özel münasebetlerde hediyeler takdim etmek gibi bir takım vazifeleri yapmağa mecburdurlar. Bundan başka zahirelerini ağanın kurmuş olduğu değirmenlerde öğütmeğe ve üzüm mahsullerini onun sıkma yerlerinde sıkmağa da mecburdurlar.»
«Hukukî ve idari işlere derebeyi bakardı. Yani o kendi mmtıkasmdaki içtimaî ve siyasî hayatın tanzim ve idaresinden kendi ölçüleriyle mes'uldü ve istediği gibi idare ederdi?..»
«...Lâkin derebeyi nizamı altındaki bu birinci el müstahsil'ileride tarifini yapacağımız mânâda hür değildi. Zira o, tam bir mülkiyyetle tarlaya sahip olmak, satmak, miras bırakmak veya hibe etmek gibi tasarruflara muktedir olamazdı. Kendi menfaatlerine aykırı olduğu halde istemiyerek ağanın özel arazisinde ırgat işlerini yapmağa mecburdu. Bağlılık alâkasını itiraf etmiş olmak için, miktarı gayri mahdut bir vergi vermekle de mükellef idi.»
Arazi bir elden diğer ele intikal ettikçe toprakla beraber o da intikal ederdi. İş yerini bırakmağa veya ba-şka bir efendinin hizmetine girmeğe, hattâ bunu düşünmeğe bile hak ve hürriyeti yoktu. Böylece o, eski devirlerdeki köle ile yeni çağdaki hür ortakçı arasında mutavassıt bir halkayı temsil eder.
Hal böyle olunca, çiftçiye hibe edeceği arazinin sahasını tahdit, emekçinin yapması istenen hizmetlerin miktarını tâyin eden ancak arazi sahibidir. O, bu kararlarında diğer maliklerin tasarruflariyle
bağlı değildir ve çiftçilerin arzularına da boyun eğmez.»
Sonra der ki: «Burada 13. asırda ziraat ameleleri tarafından gayri meşru bir hicret hareketi başladı. Bu «çiftçilerin firarı» adiyle maruf harekettir. Arazi sahipleri, kaçan çiftçileri geri getirmeği denediler, bununla ilgili olarak kendi aralarında her arazi sahibinin kendi derebeyliğine gelen işçileri yakalamasını derpiş eden ittifaklar akdettiler. Fakat bu firar hareketi bütün beldelerde umumî bir davranış haline geldi. Bu yüzden her arazi sahibi ziraat işlerini yürütebilmek için işçilere olan ihtiyacı yakından hissetmeğe başladı. İşte bu anlaşma ve onu takib eden hareketlerden mütevellit bağımsızlığa doğru gidiş başladı. Böylece arazi sahipleri arasındaki rekabete dayanan bu yardımlaşma denemeleri makbul bir davranış haline geldi. Bu durum karşısında daha sonrakiler başka bir denemenin lüzumuna inandılar. Binaenaleyh düşünceler, maddî ücretle çalışma tarzının, mecburi ırgatlık yerine geçmesine doğru yöneldi.»
«Fellâhlardan bir çoğu faiz müessesesi kurmağa muvaffak oldu. Bu yol üe emirlerin ve arazi sahibi de-rebeylerin maddi ihtiyaçlarını istismar etmeği be-cererek şahsî hürriyetlerini satın aldılar. Her ne kadar bu dış görünüşler 14. asra kadar yaygın âdetler haline gelmemişse de, mühim olan şudur ki, ağalık toplumunun dayanmakta olduğu esaslar çökmeğe başladı
[54] Artık bu çöküş müteakip asırlarda kolayla-şan akıcı bir düzen halini aldı.»
Bu saydıklarımız derebeyliğin dayandığı temel unsurlardır. Zihinlerimizde şeklinin açıkça belirmesi, dış görünüş ve şekillerden başkasiyle karışmaması için onları tafsilatıyla naklettik.
Acaba bu köleliğin benzeri İslâm'da nerede ve ne zaman vaki olmuştur?..
Bazı araştırıcılara veya îsîâmm etrafına şüpheler kondurmak için istismar yoluna gidenlere şüpheli görünen cihetler olabilir ki, tarihin bazı devirlerinde İslâm toplumunun büyük arazi ve çiftlik sahipleriyle, oralarda çaJışan fellâhlara ayrılmış olmasıdır. Lâkin bu, sadece bir dış görünüşten ibarettir. İşte bunlar, şunun bunun İslama yapıştırmak istediği uydurma delil ve istidlallerdir ki, İslâm ondan uzaktır. Bunları daha geniş izah için, İslâm cemiyetinde meydana gelen ağalıkla esas ağalık arasında bir muvazene kurmak maksadiyle derebeylik veya ağalığın dayandığı temel unsurlara dönmemiz gerekiyor. Onlar da şunlardır :
1 - Devamlı tâbilik (serfdom).
2 - Feîlâhın efendisine karşı yapmakla mükellef bulunduğu mecburiyetler:
a) Her hafta bir gün ağanın tarlasında mecburî ve ücretsiz hizmet.
b) Çeşitli mevsimlerde yapılması gereken ücretsiz mecburi hizmetler.
c) Bayramlarda ve münasip zamanlarda ağaya hediyeler takdim etmek (Dikkat edilirse burada zengin olan efendiye hediyeler takdim eden fakir çiftçidir!...).
d) Zahireleri ağanın değirmeninde öğütmek. (Bağların üzümünü sıkmayı nazarı itibara almadık, çünkü İslâm'da şarap haramdır.).
3- Arazi kölesine verilecek tarlanın, yapacağı hizmetlerin ve ondan alınacak verginin miktarını - kendi arzusuna göre - ağanın tesbit ve tahdit etmesi.
4 - Umumi bir kanun mevcut olmadığından özel mizacının gerektirdiği şekilde siyasi ve kazaî işlere derebeyinin bakması.
5 - Bu nizamın yıkılması tebeyyün edince fellâhlarm hürriyetlerini satın almağa muztar kalmaları.
Bu izahlardan sonra İslâm tarihi herkese açıktır. Acaba ağalık ve köleliğin dayandığı bu temel unsurlardan benzeri îslâmda var mıdır, herkes araştırsın!.
1 - Devamlı tâbiliğe gelince o, kölelik dairesinin dışında İslâmm hiç tanımadığı bir meseledir. Bundan evvelki bölümde köleliğin kaidelerini, sebeplerini ve ondan kurtulma vasıtalarını izah etmiştik. îslâmda arazi köleliği yoktur. Ancak harp yoluyla gelen köleler karşılıksız olarak azat edilmedikleri ve mükâtebe yoluyla da hürriyetlerini istemedikleri takdirde efendilerinin arazisinde çalışırlardı. Haddizatında bütün nüfusun mecmuuna nisbetle bunlar çok küçük bir azınlıktır. Fakat bundan maksud olan, Avru-panın feodalite sistemindeki daimî tâbilik değildir. Asıl maitsat kölenin ve fellâhlarm ve ziraat işçilerinin hep birdon içinde bulundukları tâbilik halidir. Avrupa'daki kölelik ise, sadece efendilere âid kölelik değildi. Zira onlar, mevcut efendilerini bırakmak veya arazi sahipleri tarafından omuzlarına yükletilmiş olan mecburiyetlerden kurtulmak ellerinde olmayan toprak kölesi idiler.
Köleliğin bu rengi veya tâbiliğin bu şekli İslâm-da hiç bulunmamış ve görülmemiş bir şeydir. Şöyle ki, prensip bakımından İslâm (ubudiyeti) ve tâbiliği ancak hayatın halikı Allah'a tahsis eder. Allah'ın mahlûkatmdan bazısının diğerlerine olan tâbiliğine gelince bu İslâm esaslarında mevcut değildir. Eğer kölelikte böyle bir şey bulunmuşsa bu durum İslâmm iradesi dışında bazı şartlara bağlı olarak geçici bir hâldir. İslâm her vesile ile köleliğin ortadan kaldırılmasına çalışır. Bizzat kölelerin, kölelikten kurtulmalarını teşvik eder. Bu hususta onlara devletin yardım ve desteğini de sağlamıştır. Sonra İslâm, -iktisadi bakımdan- işaret ettiğimiz ve o zaman da kendine has iktisadî bir hüviyeti bulunmayan kölelik haleti dışında kölelerin gönülleri içten hürleşinceye, kendi mes'uliyetlerini yüklenme yetkisine sahip oluncaya, böylece hür olarak çalışma gücünü kendilerinde "bulup hürriyetlerini alıncaya kadar iktisadî binasını, bir insanın, başkalarının sorumluluğunu yüklenme esası üzerine kurmaz. îslâm iktisadi binasını ancak herkes arasında yerleşmiş tam bir yardımlaşma, vazife taksimi, iş ve çalışma hürriyeti esası üzerine kurar. Normal hayatı garanti edecek gelirlerden yoksun olanlara veya herhangi bir sebepten dolayı çalışma gücünü kaybedenlere yardım edecek olan devlet daima mevcuttur. Mademki devletin herkese şâmil olan kefalet ve imkânları mevcuttur, o halde hiçbir kimseyi, arazî sahipleri için kendini köleleştirmeğe sevkeden bir mecburiyet yoktur. Çünkü o, hayatın temel ihtiyaçları olan hürriyet ve şerefini başka yollardan da elde edebilir.
2 - îslâm, bilinen şekliyle ağalığı hem iktisadî hem ruhî yönden menetti. Toprak kölesi olmadan önce insanların imdadına yetişti ve onları ağalık zulmünden kurtardı. Amma fellâhm toprak sahibi için taşımağa mecbur olduğu yüklere gelince, İslâm Tarihi onu da tanımaz. Hiçbir vakit - İslâm tatbik, edildikçe fellâhın, herhangi bir işte toprak sahibine itaate mecbur olduğu vaki değildir. Bunun sebebi ise İslâmda tâbiliğin mevcut olmaması ve fertler arasında «hür» bir alâka ve münasebetin mevcudiyetidir.
İslâmm, fellâh ile toprak sahibi arasında tanıdığı tek alâka icar ve ortaklık alâkasıdır. Onun rauk-tezasınca fellâh, gelir kaynaklarının kifayeti nisbe-tinde az veya çok miktarda toprak kiralar, kendi mas-rafile o toprağı ekmek hususunda tam bir hürriyete sahip olur, mahsulünü toplar. Meselenin diğer şıkkı, toprak sahibi ile ortak olmaktır. O masrafları verir, fellâh da gücünü harcar, sene sonunda elde edilen mahsulü aralarında bölüşürler. Her iki durumda ortakçının efendiden korkması, yahut ücretsiz çalışma ve hizmet etme külfetleri yoktur. Ortaklık nizamı ancak hürriyet, hukuk ve vazifelerde iki taraf arasında karşılıklı ve eşit mecburiyetlerdir. Fellâh, kiralayacağı yeri veya ortak olacağı toprak sahibini seçmekte tamamen hürdür. Bundan başka toprak sahibi ile yerin kirası hakkında pazarlık yapmakta da hürdür. O işi, kâr yönünden kazançlı bulmazsa, orada çalışmama hakkına mâliktir. Bu durumda toprak sahibi onu hiçbir şeyle ilzam edemez.
Emekçi, ortaklık nizamına razı olunca, onun o işteki mecburiyetleri mal sahibinin mecburiyetlerile eşit ve ona bağlı olur. Onun kazancı da toprak sahibinin kazancının yarısıdır.
Sonra biz derebeylik nizamlarmdakinin aksine görürüz ki, bayramlarda ve bazı münasebetlerde hediyeler ve çeşitli sadakalarla fettanlarına iyilik yapan ancak zengin olan mal sahipleridir. Bu husus bilhassa Ramazan ayında daha çok canlanır. Çünkü, Ramazan müslümanlarca özel mevkii olan bir aydır. Bu ayda ahbablar ve dostlar arasında ziyaretleşmeler çoğalır ve dağınıklıkları bir araya getiren, muhtaçları sevindiren ziyafet sofraları kurulur. Zira eşyanın ta-biatile uyuşan mantıki hareket tarzı ancak budur. İntak eden, sadaka ve hediyeleri üzerine alan ancak zengindir. Avrupa'nın .. insaniyetinin iktiza ettirdiği gibi hediye vermekle mükellef olan fakir değildir.
Değirmenlerden istifadeye gelince, bununla fakirlerin iştigâl etmeleri ve o yoldan kazanmaları, İslâm ülkelerinde câri örf haline gelmiştir.
Hiçbir vakit toprak, sahiplerinin elinde fellâh'la-nn (ziraat işçileri) aleyhine olarak çalıştırılan vasıta haline gelmemiştir.
Buradan anlarız ki, baskı ile ücretsiz çalıştırma şeklindeki mecburiyetler İslâm nizamında hiç bulunmamış, onun yerine haysiyyet, şeref ve insaniyyet esasına dayanan karşılıklı hürmet ve tam eşitlik üzerine bina edilmiş hür bir alâka kaim olmuştur. Fakat çiftçilerini koruma ve himaye hususunda Avrupa'da derebeyin yapmakta ve karşılığını vermeğe mecbur olduğu külfetlere gelince işte onlar, zalim bir baskı altında ücretsiz çalıştırmanın ve zillete düşürücü köleliğin ta kendisidir. Halbuki îslâmda zenginler bunu mukabiîsiz ve gönüllü olarak yapıyorlardı. Çünkü, onlar, bunun karşılığını Allah'a yaklaşma ve O'na iba et vazifesini noksansız yerine getirme kabul ediyorlardı. Bu cihet, akide üzerine kurulmuş bir nizam ile akideden mahrum boş esaslar üzerine kurulmuş bir nizam arasında kesin bir ayrılıktır. Birincide içtimai hizmetler ferdi Allah'a yaklaştıran bir ibadet olur. İkincide ise her iki tarafın en büyük kazancı almağı, buna mukabil en az hizmette bulunmağı düşünüp denediği ticarî bir ameliye olur. Sonunda galibiyyet hak sahibine değil kuvvetliye döner.
3- Bundan sonra derebeyliğin alâmeti farikalarından üçüncüsüne geçelim = Bu özellik, efendinin köleye vereceği toprak miktarını tahdit etmesi ve fel-lâhîardan yapması istenen hizmetleri de bizzat kendisinin tayin etmesidir. Bu ikisi oradaki efendilik ve kölelikle beraber yürüyen iki iştir. Mülk sahibinin efendi, çiftçinin tâbi olması esasının dışında başka bir esas üzerine kurulmuş olan İslâm nizamında o iki şeyin vücudu yoktur. İslâm esaslarına göre fellâhm kiralı-yacağı miktarı ancak onun mali kudreti ve serbest arzusu tahdit eder. İşte burada hizmet fellâhtan fellâha olur. İcar kıymetini edâ etmekten başka mal sahibi ile ilgisi yoktur. Lâkin ortaklığa gelince, fellâhm ekeceği arazinin miktarı onun bedeni kuvvetine mâlik bulunduğu çalışan ellerin sayısına (ekseriya çocukları) bağlıdır. Fellâhtan taleb edilen hizmet, mahsulü verinceye kadar mal sahibi ile fellâh arasında ortak itibar olunan toprağın muhtaç olduğu hizmettir. Mal sahibinin geri kalan ve ortaklığa dahil olmayan toprağına gelince, felîâhın onunla hiçbir ilgisi yoktur ve orada herhangi bir hizmetle mükellef değildir.
4- Lâkin gerçekte derebeylikle İslâm nizamı arasındaki farkın en önemlisi, derebeylik nizamında derebeyinin idari ve kazaî işleri bizzat kendisi yapmaşıdır. Yani kendi mıntıkasına ait bulunan sosyal ve siyasî hayatın idare ve tanzimine bakmasıdır ki, İslâmda böyle bir şekil ve idare sistemi katiyyen mevcut değildir.
Avrupa devletçiklerinin anlaşılan mânâda umumî bir kanunu yoktu. Hattâ sonraları bütün Avrupa-daki kanunların esasım teşkil eden Roma Kanunları dahi, derebeylerin kendi mıntıkalarında mutlak hâkimler olmalarını mubah saymıştı. Bu sebeple dere-beyler, kendi mıntıkaları için kanunlar vazederler, o kanunlarla beylik halkına hükmederler, böylece kendi icatları olan ahkâmı tatbik ederlerdi. Bu esasa göre derebeyi bir anda kanun yapma, hüküm verme ve hükmü infaz selâhiyetlerini nefsinde topluyordu. Onlardan herbiri devlet içinde, devlet durumunda idi. Devlete karşı mâli ve askeri mükellefiyetlerini lüzumu halinde eda ettiği müddetçe, beyliğinin idaresinden hiçbir kimseye karşı sorumlu değildi.
îslâmda hâl böyle değildir. İslâmda umumî bir kanuna sahip merkezî bir devlet vardır. Bu devlet, kendi sultasına tâbi her yerde kanunun tatbik ve ten-fizini kontrol eder, herbirinin müstakil selâhiyetleri bulunan ve kendi ihtisasları dahilinde şeriatı tatbik etme yetkilerini haiz kadılar tâyin eder. Hataya düşmesi veya kötülük yapması hali müstesna kadı üzerinde hiç bir kimsenin sultası yoktur. Hattâ idarenin şekli bozulduğu ve kadıların veraset yoluyla geldiği zamanlarda bile İslâm buna cevaz vermemiş ve daima hâkim teminatım muhafaza etmiştir. İslâm devlet nizamının diğer temel unsurları da yerleşmiş vaziyette ayakta durmakta ve kendi cüzleri içinde büyük küçük her şeye hâkim olmakta devam edegelmiştir.
Bu umumi kanun her yerde mer'î idi. İslâmın doğusunda ve batısında insanlar bir tek yol ile o genel kanuna göre muhakeme edilirlerdi. Tabiatiyle bu, fa-kihlerin içtihadı görüşleri çerçevesinde cereyan ederdi. Bu ise yeryüzündeki bütün kanunlara hâkim olan bir şeydir. İşte böylece hiçbir vakit emekçilere tatbik edilen kanun, derebeyin arzusu veya özel idaresi değildi. Belki Allahü Teâlânın bütün insanlar için vazettiği kanun ve emirleri idi ki, ancak bir tek şekliyle eşit olarak bütün insanlara tatbik olunurdu. Sadece her ikisi de hür olan çiftçi ile toprak sahibi arasında değil, belki köle efendi arasında, bir beşerin diğerinden üstün bulunduğu istisnaî hallerde bile bu ilâhı kanun eşit olarak tatbik olunurdu.
Şüphe yoktur ki, toprak sahibini veya sultanı memnun etmek için bir takım Kadıların kanuna ve kendi vicdanlarına muhalif hükümler verdikleri haller de vuku bulmuştur. Lâkin bu örnekleri umumi kaide olarak almak doğru olmaz. Çünkü tarihî gerçek - bizzat Avrupalıların da itiraf ettikleri veçhile - ona muhaliftir. Zira kadı'mn, ne kuvvet ve kudreti olmayan fakir birisi hakkında, ne toprak sahibinin, ne valinin ve ne de vezirlerden birisinin aleyhine, hattâ bütün sulta ve selâhiyetlerin sahibi bulunan halifenin aleyhine hükmettiği fakat bu durum karşısında kadı'mn ne azledildiği, ne de halifenin kendinden intikam aldığı zamanlardaki beşer tarihinin parlak örneklerini teşkil eden hükümleri bırakıp da sadece diğerlerini almanın doğru olamıyacağı ilim namına aşikârdır.
5 - Avrupa'da meydana geldiği gibi İslâm ülkelerinde çiftçiler arasında herhangi bir firar hareketi vaki değildir. Çünkü, fellâhlar, yalnız bir çiftlikten başka bir çiftliğe değil, belki Atlas Okyanusundan Hint Okyanusuna kadar geniş İslâm ülkeleri dahilinde bir memleketten başka bir memlekete gitmekte tamamen hürdürler. Meselâ, Mısırlı fellâhlann tabiatında olduğu gibi muayyen bir yerde kalma arzusuna sahip olanlar müstesna, hiçbir şey onların seyahat (intikal) hürriyetlerini yok etmemiştir. İslâm alemindeki fellâhlardan diğerlerinin toprağa bağlanmaları daha az, yer değiştirme kudretleri daha çok idi. Bu konuda Avrupalı felJâhların karşısına çıkan güçlük ve manialardan hiç biri müslüman feîlâhların yolunu kesmemiştir. Fellâhlann hürriyetlerini satın alma meselesine gelince, tabiatiyle bu durum İslâm âleminde hiç vaki değildir. Bunun sebebi gayet basittir. Çünkü, onlar fiilen hürdürler. Binaenaleyh onların hürriyeti satınalmağa ihtiyaçları yoktur.
Bunların yanında o zaman, İslâm âleminde çeşitli sanat meslekleri, kara ve deniz ticareti çalışmalarına ilâveten kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılayan müstakil hüviyette bir çok küçük beylikler mevcuttu. Buna karşılık, ağalığın kapkara kabus çadırını üzerine kuran Avrupa, uzun bir müddet fikri karanlığı ve ruhî cehaleti yaymağa devam etmiştir. Ancak bir yandan Endülüs'le, diğer yandan haçlı seferleri sebebiyle İslâm alemiyle temasa geçen Avrupa, içinde bulunduğu şaşkın durumdan kurtularak, kalkınma asrında aydınlığa doğru çıkmağa başlamıştır.
Bu durum kapkara ağalık şeklini kesin olarak îs-lâmdan nefyeden şeylerdendir. Bunlar da yukarıda söylediklerimize ilâve olunur.
Böylece görürüz ki, topluma hükmeden, İslâm olduğu müddetçe, derebeylik îslâm âleminde hiç görülmemiştir. Çünkü, îslâm, mânevi yapısı, iktisadiyyatı, inançları ve kanunlarıyla ağalığın ayaklanmasına müsamaha etmediği gibi ağalık nizamına götüren vasıtaların karşısında da sükût etmez. Emeviîer ve Abbasiler devrinde arazi sahibi aileleri kaplayan zahiri ağalık, sahası dar bir görüntü olup, bütün toplumda! umumi bir karakter olacak dereceye varmamıştır. Ancak, Yeni Çağda Osmanlıların son zamanlarında, kalb-lerindeki imân menbaı kurumuş, îslâmın adından başka bir şey bilmeyen bazı insanların devlet idaresinde nüfuz sahibi oldukları sıralarda, İslâm âleminde ağalık nizamı kısmen vücut buldu. Bu tiplerin misâlini Osmanlı idarecilerinden Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve onun Mısırdaki torunlarından, çeşitli Arap memleketlerindeki sulta sahibi emirler ve ailelerden verebiliriz.
Maddeci ve inkarcı Avrupa ruhunun azgmlaşıp İslâm âleminin bütün köşelerine hücumu sırasında işler daha da kötüleşti. Bu durum, İslâm toplumundaki iyiliği, birbirini sevme, ve sayma ruhunu ifsat etti. Bu Avrupa hücumu, kralların, emirlerin ve büyük ağalardan bir kısmının yardım ve desteği ile, müslü-manlardaki o güzel ruh ve anlayışı, zenginlerin çirkin istismarlarına ve fakirlerin zillet ve köleliğine tahvil etti. Avrupai unsurları tamamiyle benimsenmiş bu ağalık, ıslahatçı ihtilâlin ulaşamadığı her yerde hâlâ | yaşamakta devam etmektedir. İşte bunlar îslâmdan değildir. İslâm da ondan mes'ul değildir. Çünkü İs-1 îâm ancak hükmettiği zaman mes'ul olur. Bugün, I hükmeden, tıpkı kölenin köleleşme zilletine teşebbüs | etmesi gibi, ancak müstemlekecilik tilmizlerinden bir kısım müteşebbis insanların getirmiş oldukları Avrupa düsturlarıdır.
Yeni çağda bugün alevi şiddetlenmiş olan görüş ve doktrinlerin çatışmalarım arzederken şimdi bize fayda verecek bir kaç hakikati bu bahisten hülâsa edebiliriz. Bu hakikatler aşağıda sıralanmıştır:
1 - însaıım iradesine fırsat tanımayan icbarı bir yol ile ağalığı yeniden doğuran, haddizatında sadece mülkiyyet değildir. Mülkiyyot sadece temellük (mülk sahibi olma yolu) ve mal sahipleri ile mal sahibi olmayanlar arasında tabiî bir alâkadır. İşte bunun içindir ki, mülkiyet İslâm âleminde vardır, fakat ağalık yoktur. Çünkü İslâm nizamı nazariyatı ve tatbikatı ile insanlar arasında ağalığın ayaklanmasına müsamaha etmeyen bir takım prensipler vazetmiştir.
2 - Avrupa köleliğin içine, beşeriyyetin ister istemez geçirmesi lâzım gelen tabiî ve iktisadî değişmeler sebebiyle düşmedi. O ancak bu çukura, insanların şuurlarını ve vicdani alâkalarını tanzim eden bir inanç ve nizamın olmaması sebebiyle düştü. Eğer İslâmda olduğu gibi orada bir inanç ve nizam bulunsaydı o zaman içtimaî ve iktisadî alâkaların normal şekilde tan-"zimi o kadar zorlaşmaz, iktisadî gelişmeler, fikir ve şuurların normal ve doğru istikametlerde ilerlemesine mani olmazdı.
3 - Kavgacı materyalist felsefenin, «İlk komünizm, kölelik, ağalık, kapitalizm ve ikinci komünizm» şeklindeki iddialariyle beşer tarihine sığdırmaya çalıştığı iktisadî devirler ve gelişmeler hakikatta sadece Avrupa tarihini temsil eder. Buna da ancak Avrupa bağlanır. Fakat Avrupa'nın dışında kalan âleme gelince, onların bu gelişmeler içinde seyretmesi şart değildir. Biz gördük ki, îslâm âlemi tarihî devirlerdeki yolculuğu boyunca ağalığa uğramamıştır. Kezalik, yolculuğunun sonunda komünizme uğraması da şart değildir. Malûm ola ki,, İslama nisbetle bu türlü iddialar çürük ve yersizdir.
[55]
İslâm âleminde kapitalizm vücut bulmadı. Çünkü kapitalizm, makinenin icadından sonra doğdu. Böylece batı âleminde de tesadüfi olarak meydana geldi. Tesadüfi diyoruz, çünkü hakikatte müslümanlara yöneltilmiş olan ve inanç sebebile yapılan ve insanlık tarihinde vukua gelenlerin en çirkinini temsil eden zulüm ve enfgizisyon mahkemeleri ve dinî taassub, Endülüs müslümanlanmn inkırazına sebep olmasa da Endülüs İslâm devleti devam etseydi, işte bu durumda kapitalizmin Endülüs'te müslüman araplarm elinde meydana gelmesi mümkündü. Evet Endülüs'teki ilmî hareket tabiî ilerleme yolunda yürümekte idi. Lâkin oradan müslümanlan tardeden siyasî şartlar, ilmî ilerlemeyi, Avrupa kendine gelinceye kadar normal vaktinden bir kaç asır geriye bıraktı. Avrupa îslâm ilimlerini ve İslâm üniversitelerinin muhafaza ettiği diğer Yunan ilimlerini aldı, kendine maletti, ondan sonra da keşifler ve buluşlar sahasında dev adımlarla yürüdü.
Kapitalizm îslâm âlemine, ancak müslümanlarınj kendilerini idareden âciz, Avrupalıların tuzağına düşmüş oldukları, fakirlik, cehalet, hastalık ve geriliğin içinde yüzdükleri bir sırada intikal etti ve İslâm beldelerinde «gelişme» bahanesiyle yayıldı. Bu sebeple bazı insanlar zannettiler ki İslâm, kapitalizmi iyi ve kötü taraflarile birlikte kabullenir ve İslâm nizam ve kanunlarında kapitalizme muarız ve ona karşı duran bir şey yoktur. Çünkü İslâm ferdi mülkiyeti nıübah addeder. İşte böylece ferdî mülkiyet daha sonraları, beynelmilel iktisadî gelişme neticesi kapitalizm şeklindeki mülkiyete inkilâb etti. Mademki İslâm aslı nıübah sayar, o halde tabiatile o asla müstenit sonuçlan da mubah sayar.
Onlara cevap vermek için iktisat okuyanlara şu küçük bedaheti zikretmemiz kâfidir. O bedahet de şudur . Şüphesiz kapitalizmin riba (faiz) ve ihtikâr yapmadan ayakta durması ve bugün dünyadaki mevcut yaygın şeklini alması mümkün değildir. Lâkin İslâm, kapitalizmin dayandığı o iki esası kapitalizmin neşetinden çok önce yâni biti seneden daha fazla bir zaman önce haram etmiştir.
Lâkin biz o bâtıl taraflarına verilecek cevapta acele etmek istemiyoruz. Biz şöyle bir faraziye kurmak isteriz : Makinenin icadının İslâm âleminde meydana geldiğini kabul edelim. O zaman makinenin icadı neticesinde bizzarûre meydana gelecek olan iktisadî gelişmeyi İslâm acaba nasıl karşılayacaktı? Kendi prensip ve kanunlarının gölgesinde iş ve üretim münasebetlerini acaba nasıl tanzim edecekti?
İktisat yazarları, hattâ aralarında kapitalizme düşman olanlar ve başlarında Kari Marks olduğu halde kapitalizmin başlangıçta ilerici bir dev adımı olduğunda ve hayatın çeşitli sahalarında insanlık için muazzam hizmetler yaptığında ittifak ederler. Zira, kapitalizm, istihsali ziyad el eştirmiş, ulaştırma vasıtalarını ıslâh etmiş, daha evvel istifade etmek imkânı olmayan tabiî kaynakları geniş bir şekilde verimli bir hale getirmiş, tamamen veya kısmen ziraata dayanan devirlerde içinde bulundukları duruma nisbetle işçi sınıfının hayat seviyesini yükseltmiştir. Lâkin bu parlak sa-hife çok devam etmedi. Çünkü kapitalizm, söyledikleri gibi tabiî tekâmülü ile servetlerin sermaye sahiplerinin elinde toplanmasına, buna mukabil işçilerin elindekilerin nisbi bir artışı olduğundan diğerlerine nisbetle azalmasına yol açtı. Böylece sermayedarların, bir had ve hududu olmayan ahlâk dışı, lüks hayat yaşamasını sağlayan fahiş- kazançlar sebebile kapitalistler, «sermayenin faizini» kendine mal ederek istihsalden en büyük miktarı elde etmek için işçiyi - ki, o. komünizme göre hakikî müstahsildir- çalıştırmağa ve emekçi işçilerin çoğu için normal bir yaşayışa kifayet etmeyen az bir ücret vermeğe başladılar. Bunlar başka bir hakikat üzerine ilâve edilir ki, o hakikat da şudur: İşçinin ücretinin azlığı kapitalist memleketlerdeki fabrikaların imâl ettikleri malların tamamını istihlâke mâni olur. Zira, eğer işçi istihsal edilenin hepsini veya çoğunu istihlâk etmeğe yetecek miktarda ücret almış olsa sermayenin kazanması muhal olur veya kâr durumu en az hadde kadar düşer. Bu ise kapitalizmin asla müsamaha etmiyeceği şeydir. Çünkü, kapitalizm imâl ve istihsalini istihlâk için değil, kazanmak için yapar. Bu yüzden senelerin geçmesiyle mallar birikir, kapitalist devletler, imalâtlarını sarfetmek için yeni pazarlar ararlar. Böylece müstemlekecilik ve onu takibeden ham madde kaynaklan ve pazarları etrafında boğuşmalar ve didişmeler doğar. Nihayet bu durum, yıkıcı ve parçalayıcı harplerle sona erer.
Bununla beraber kapitalist nizamın gölgesinde gittikçe artan istihsale nisbetle, ücretlerin ve ona bağlı olarak istihlâkin azlığından kaynaklanan sıkıntı neticesinde bir takım ardı arkası kesilmeyen buhranların doğması zarurîdir.
İktisadın cebriliğine inananlar ve ma'nayı bırakıp maddiyata çağıranlara, «Bunların hepsi ne sermaye sahiplerinin kötü niyetlerinden, ne de onların istismar hususundaki zatî arzularından doğar. Bunlar, ancak sermayenin tabiatındandır!.» dedirten hayret verici düşünce tarzından vazgeçerek, bütün varlığını, düşünce ve duygulariyle iktisadî kuvvet önünde insanı hiçbir kuvvet ve kudreti olmayan seîbi (pasif) bir mahlûk yapan oldukça garip ve basit anlayıştan sarfınazar ederek ortaya attığımız dâvaya döneriz ki, o da İslâm âleminde kapitalizmin meydana gelmesi halidir.
Aralarında Kari Mars'ın da bulunduğu iktisat bilginlerinin ittifak ettikleri ilk adımlar, İslâm kapitalizminin beşeriyyet için umumi bir hayır olması veya en az onda hayırların serlere üstün gelmesi üzerindedir. Çünkü İslâm, kapitalizmin yoluna durmak için gelmedi. Zira o beşeriyyete ait hayırları sevmemezlik etmez. Kaldı ki, İslâmm daimî olan vazifesi ancak ve ancak hayırları yaymaktır.
Bununla beraber İslâm, kapitalizmle ilgili hususları tanzim eden kötü istismarcılığı ve ona arkadaşlık edebilecek kötülükleri yasak eden bir kanun koy-maksızm kapitalizmi kendi haliyle başbaşa bırakmadı. İsterse doğması muhtemel bu kötülük, sermaye sahibinin içindeki kötü niyyetten meydana gelen bir şey, yahut sermayedarın herhangi bir müdahalesi olmadan bizatihi kapitalizmin tabiatından doğmuş bir şey olsun, müsavidir. Bu meselede İslâmın vazettiği |i teşriî esası, umumiyetle bütün kapitalist devletlere geçmiştir. Bu da işçiyi sermaye sahibiyle beraber kâra ortak sayma esasıdır. Maliki mezhebinden bazı fakîhler, ortaklığı, nısıfla (yarı yarıya) tahdit etmeğe kail olmuşlardır. Şöyle ki, mal sahibi bütün mali ve teknik külfetleri yüklenir, işçi de çalışma gücü ile müstakil kalır. Böylece mal üretiminde mal sahibinin çalışma ve külfetini, işçinin çalışma ve istihsal sanatına eşit saydılar. Bu esasa göre her iki tarafın da kârdaki hisselerini müsavi kabul ettiler. Burada göze çarpan ilk husus, İslâmm adalete karşı olan hayret verici ihtimamını ve gönüllü olarak, iktisadî zaruretlere boyun eğmeden adaleti düşünmekte ve onu tatbikte bütün nizamları geçmiş olmasıdır. İslâm, ulaştığı bu seviyeye, iktisadi doktrinleri savunan bazı kimselerin iddia ettikleri sınıf mücadelelerinin sonucu olarak ulaşmamış-, tır. Bunlara göre iktisadî alâkaların gelişmesinde tek ve faal faktör sınıf mücadeleleridir.
İslâm bunların hiç birine boyun eğmemiş ve tesirleri altında kalmamıştır.
Sanatlar ilk başlangıcında basit el sanatlarından ibaretti. İşçilerden pek azı basit atölye ve fabrikalarda çalışırdı. İşaret ettiğimiz bu hakikî nizam Avrupa'nın uzun tarihinde rüyasında bile görmediği bir adalet esasına dayanan, sermaye ile iş arasındaki alâkaları tanzim ve tertip etmeğe yeterli olan bir sistemdi.
Lâkin İslâm fıkhı bu seviyede durdu; Bu haddi zatında yüksek bir seviye idi. Çünkü, İslâm âlemi ondan sonra her taraftan gelen musibetlere maruz kaldı.
Bu musibetler iki cihetten geldi:
a) Dışarıdan: Bazan Tatarlar ve Moğollar, ba-zan Haçlı Seferlerinde ve Endülüs fecaatmda olduğu gibi Hıristiyanlardan,
b) İçeriden: Müslümanların ilerlemesine mâni olan ve yakın zamana kadar da tesirlerinin ıztırabı çekilen zihni, ruhi ve hissi bir anlayışsızlığı doğuran dahilî çekişmelerden meydana gelmiştir. Mekanik âletlerin icadından sonra beşeriyet süratle gelişiyordu. Hergün meydana gelen yeni yeni hâdiseler, beşer toplulukları arasında yeni alâkalar meydana getiriyordu. İslâm âlemi onlara iştirak edemedi. Dolayısiyle Fıkıh da o hâdiselerin gelişmesine uygun olan içtihat-leri yaparak gerekli kaideleri vazetmedi.
Lâkin fıkıh başka bir şey, şeriat başka bir şeydir. Şeriat, genel prensipleri ihtiva eden sabit kaynaktır (Bazan ince tafsilâtlar da ihtiva eder). Ama fıkha gelince o her asra münasip düşen ahkâmı şeriattan almak suretiyle geliştirmektir. O hiç bir asırda ve hiç bir nesilde durmayan ve kendi kendini yenileyen bir unsurdur.
Bununla beraber kapitalizmin gelişmesi karşısında şeriattan fıkhi tatbikatı istinbat etmek için büyük çapta yorucu çalışmaya muhtaç değiliz. Çünkü şeriat, tevil ihtimali olmayan açık ve sarih prensiplerle doludur ve bunlarla bizim imdadımıza yetişmiştir.
İktisat tarihçileri derler ki: Kapitalizm başlangıçta üzerinde kurulduğu iyi ve basit şeklinden bugün ulaştığı .kötü şekline doğru gelişmesi esnasında yavaş yavaş şahsî ve ailevî borçlar üzerine dayanmağa başladı. Bundan, büyük kapitalizm faaliyetlerini tanzim eden, elde ettiği kazanç ve «faydalar» mukabilinde sermayeyi çalıştırmak maksadiyle maldan muhtaç olduğu şeyleri borç olarak almayı sağlayan son istihlâk sistemi doğdu.
Burada biz, içinden çıkılmaz hale gelmiş iktisadi tafsilâta girmeğe muhtaç değiliz. Bu herkesçe kabul edilen bir hakikattir. Etraflı bilgi isteyenler, iktisat kitaplarına dönsün, onları okusun.
Bizce mühim olan, bu borçların ve Bankaların yapmakta oldukları işlerin esasına dayanmış olduğuna işaret etmektir. Riba ise îslâmda sarih bir emirle haramdır. -
İktisatçılar da derler ki bu, zamanımızda müşa-hade edilen bir harekettir. Muhakkak ki kapitalizmin amansız rekabeti, sonunda küçük şirketlerin yıkılmasına veya büyük bir şirKet tesisi için birleşerek birbir-lerinde eriyip kaybolmasına müncer olur. Bu ve o, sonunda işi mutlaka ihtikâra götürür. İhtikâr ise, Re-sûlüllahm o konuda söylediği hadîslerleriyle İslâmda, haramdır.
[56]
Binaenaleyh kapitalizm, eğer îsîâmm kucağında doğmuş olsaydı, onun bugün ulaştığı kötü duruma; yani istismarcılığa, müstemlekeciliğe ve harplere götüren çirkin ve aşırı şekline ulaşması ve bu yolda gelişmesi mümkün olmazdı.
O halde acaba onun seyri nasıl olurdu? Kapitalizm, İslâm fıkhının ulaştığı basit el sanatları hududunda durur muydu? Yoksa korkulan kötülüğün vâki' olmayacağı ve kendisinden hayırlar beklenen başka bir yol mu tutarda?
Sanayinin durmasına gelince, bu duraklama İslâ-mın göstermediği bir harekettir. İslâm alemindeki icat ve keşifler mutlaka yolunda devam etmeli, bunlar istihsal vesilelerine mutlaka tesir etmeli, böylece sonunda büyük istihsale ulaşmalı idi (mass production).
19 ve 20. asırlar boyunca Avrupa'da meydana geldiğinden başka bîr şekilde istihlâk ve istihsalin gelişmesine gelince bu, ücretler mevzuunda kazancın yarısını işçiye verme meselesinde olduğu gibi İslâmm özel görüşleri mucibince sadece iktisatla ilgili kanun ve hükümleri geliştirmekle mümkün olacaktır.
İslâm bununla iki şeyi bir anda korumayı hedef
1 - İslâm şeriatının haram ettiği ihtikâr ve riba-dan insanları korumak.
2 - En çirkin istismar ile insanları istismar eden ve kanlarım emen sermayedarlara bir av olarak bırakıldıkları ve kahredici fakirliğin ve insan haysiyyeti-ni zedeliyen bir yaşayışın içine terk edil dikleri zaman işçilere gelecek çirkin zulmü de engellemektir.
Çünkü bu, İslâmm kabul etmesi mümkün olmayan bir iştir. Hiçbir kimse, acı tecrübeleri, sınıf mücadelelerini, kendi nizamını tadile zorlayan iktisadi baskıları geçirmeden, bir hamlede îsîâmın o dereceye ulaşmasının mümkün olamıyacağını söyleyemez. İşte bize göre kafi delillerle sabit olmuştur ki İslâm, herhangi bir baskıya boyun eğmeden, gönüllü bir hareket olarak kölelik, derebeylik ve basit kapitalizm
Alır meselelerinde beşeriyyetin gelişme seyrini geçmiştir. İslâm bu geçişi, komünistlerden Engels ve diğerlerinin alay etmeğe yeltendikleri ezelî hak ve adaletten doğan zati mefkûresiyle ortaya atılarak yaptı. Buna misâl, şöyle sabit olmuştur. Bizzat Rusya birdenbire derebeylikten komünizme geçmiştir. Kapitalizm merhalesine uğramamıştır. Bu olay, Kari Marks'm beşeriyyetin geçirmesi lâzım gelen gelişme merhalelerini tahdit hususundaki nazariyelerinin en büyük amelî yalanlayıcısıdır.
Müstemlekecilik, harpler, milletleri sömürme ve buna benzer beynelmilel kötülüklere arkadaşlık eden her hareket ve davranışa gelince, bunların hepsi ta-biatiyle aslen İslâmm hesabından hariç olan şeylerdir. Bir beldeyi müstemleke yapmak ve sömürmek için harp açmak îslâmın prensiplerinden değildir. Çünkü, İslâmm kabul eylediği biricik harp, ancak sulha çağırma yolunda silâhlı kuvvetlerin karşı koyduğu zaman vaki' düşmanlığı defetmek veya İslâm davetini neşretmek, maksadiyle yapılan harptir.
îslâmda, komünistlerin ve hempalarının demek istedikleri şu hususlara mahal yoktur:
«Beşer hayatında müstemlekecilik zanır! bir meseledir. Prensip ve ahlâk kaziyyeîerinin Onun yolunda durması mümkün değildir. Çünkü o, sanayi memleketlerinde istihsal mallarının birikmesinden ve onları sarfetmek için dış memleketlerde bir takım pazarlara olan ihtiyaçtan neşet eden iktisadî bir meseledir.»
Bu hezeyanların hiçbirine mahal yoktur. Çünkü bizzat onlar, kendileri diyorlar ve en azından iddia ediyorlar ki, muhakkak Rusya bu müşkülleri hal için başka bir yoldan hareket edecektir. O hareket tarzı da istihsalden işçilerin nasibini ziyadeleştirmek ve sarfiyatta: müstemlekeciliğe muhtaç olacak bir fazlalığın kalmaması şartıyla iş saatlerini azaltmak olacaktır. Komünizmin iddia ettiği bu husus, yalnız onlara münhasır bir şey değildir. Halbuki tarih, müstemlekeciliğin beşeriyette eski bir karakter olduğuna, onun kapitalizmden doğmadığına şehadet eder. Kapitalizm, yeni çağda yeni tahrip vesilelerinden ele geçirdiği imkânlarla müstemlekeciliğin hırs ve zulmünü ziyadeleştirmiştir. Lâkin, galibin mağlubu istismarı olan müstemlekecilik, prensip bakımından Romalılar devrinde, çirkinlik bakımından ise bugün olduğundan daha az değildi. Yine tarih şehadet eder ki, bu babdaen temiz nizam ancak İslâm nizamı'dır. Çünkü, İslâmm harpleri, İslâmm aleyhine olarak hesaba katılmayacak derecede pek azı müstesna, istismar ve milletleri zillete düşürmekten uzaktır. Eğer büyük sanayi îslâm nizamında vücut bulsa idi îslâm nizamı istihsalden doğan faiz müşkülünü harpsiz ve istilâsız olarak hal hususunda dayanılacak nizamların en üstünü idi. Kaldı ki, istihsalden meydana gelen faiz meselesi ancak ve ancak bu şekliyle kapitalizm nizamı için bir kısımdır, bütün değildir, cüz'dür. Eğer esasları değişmiş olsa müşkülât diye bir şey kalmaz.
[57]
Bunların hepsi, mes'eleyi sadece bir yönden ele almaktır. Eğer mes'eleyi bir başka yönden ele alırsak, İslâm nizamında mes'uliyet sahibi kimse yani (idareci), insanlardan bir grubun elinde malların toplanması, buna mukabil büyük çoğunluğun mahrumiyet ve fakirlik içinde ezilmesi karşısında acze düşmez. Bu durum, Islâmın, herkes arasında servetlerin tevziini emreden sarih prensibine aykırıdır: -Servetlerin, içinizden sadece zenginler arasında el değiştiren bir şey olmaması için.
[58]
Vaziyet bu dereceye ulaşınca, milletin mes'uliyetini elinde tutan hâkim, kanunları adalet üzere tatbik etmekle mükelleftir. Hareket ve davranışlarında Allah'a ve O'nun kanunlarına itaat etmek şartile hâkimin elinde geniş sulta ve selâhiyet vardır. Kaldı ki bütün Islâmî prensipler, servetin bu şekilde tek elde toplanmasını başlangıçtan meneder.
Biz burada islâmm veraset nizamına, her nesle servetin dağılışına, zekât nizamına, sermayeden ve onun her seneki kazancından kırkta bir nisbetinde zekâtı alışına, bazı hallerde zaruretler sebebi ile beytülmalin muhtaç olduğu miktarın ferdin servetinden alınmasını mubah kılan kefalet nizamına, sonra mallan depo etmenin ve sermayenin bazı ellerde aşırı derecede birikmesine birinci esas faktör olan ribanın (faiz) haram edilişine, daha sonra müslüman cemiyetin fertleri arasındaki tabiî alâka ve bağlara ve bunların hepsinin umumî kefalet nizamı üzerine kuruluşuna işaret edeceğiz.
Sonra Resûlüllahırı, devlet memurlarına garanti ettiği sosyal teminatlar, insana ait esas ihtiyaçları içine alır: «Bir kimse bizim bir işimizle görevli olur da, meskeni bulunmazsa bir mesken edinsin] hanımı yoksa evlensin, hizmetçisi yoksa bîr hizmetçi edinsin; bineği yoksa kendine bir binek temin etsin
[59]
Bu teminatların sadece devlet memurlarına münhasır olması akîen mümkün değildir. Gerçek şudur ki bunlar, yasayan her şahsın, yaptığı iş mukabilinde nail olacağı temel ihtiyaçlardır. Yapmış olduğu vazife isterse doğrudan doğruya devlete ait olsun, isterse faydaları cemiyete dönen bir sanat olsun, farketmez. Mademki devlet kendi işinde çalışan kimselere bu ihtiyaçları garanti etmiştir, o halde devlet nizamı içinde bir işle meşgul olan her fert için de temin etmekle mükelleftir. Bu hususta ihtiyarlık, çocukluk, hastalık ve benzeri sebeplerden biri ile çalışmaktan âciz olanlara beytülmalin kefaleti ve özel kaynaklan kendi ihtiyaçlarına kifayet etmeyenlerin temel ihtiyaçlarını tamamlaması, bu konuda bizi te'yid eder. Bunların hepsi, vesilelerden bir vesile ile Resûlüllahm hadîsinde zikrettiği esas ihtiyaçları, fabrika ve benzeri müesseselerin işçilerine temin etmeleri hususunda devletin mes'uliyetlerine açık bir şekilde delâlet eder. Mühim olan sadece vasıtalar veya sebepler değil, bilâkis milletin fert ve zümrelerine vergilerin ve ganimetlerin tevziinde huzur ve emniyet verecek olan prensiplerdir. İslâm, işçilerin bu ihtiyaçlarını teminat altına almakla kötü istismardan onları korumuş ve onlara hür ve saygıdeğer yaşamağı temin etmiş olur.
Bununla beraber îsîâmın, «Medeni» garpta bugün görenekte olduğumuz çirkin şekli ile kapitalizmin yaşamasına müsamaha etmesi mümkün olmazdı.
Îsîâmın hukuk sistemleri içinde bizzat mevcut olanlarla genel prensipler hududunda kanunla ilgili olarak gelişen şartları karşılamak için meydana gelen nizamı, kapitalizmin kötülüklerine karşı duracak, milletleri köleleştirmek, harpler, istilâlar, müstemlekecilik, emekçi zümrenin kazançlarını istismar ve kanlarını emmek gibi kapitalizmin bugün irtikâp etmekte olduğu şeylere katiyyen müsamaha etmeyecekti.
Lâkin İslâm, âdeti olduğu veçhile sadece iktisadi ve gayri iktisadî kanunlarla iktifa etmek için var olmadı. O, bunların yanında -komünistlerin alay ettikleri - ahlâkî ve ruhî davete de ehemmiyet veriyordu. Komünistler Avrupa'da bu cihetleri, amelî esasa dayanmayan şeyler olarak görüyorlardı. Halbuki bunlar İslâm'da öyle değildir. İslâm nizamı birbirinden ayn olarak ruha başka bir davet; iktisadî tanzime başka bir davet tevcih etmez, İslâm, ruhun terbiyesi ile toplumun tanzimini eşsiz bir sistemle birbirine mecze der. Bunun ve onun ortasını bulur. Ferdi, nazariyet ile fiiliyat arasım birleştirmeğe çalışan fakat doğruyu bulamıyan ve buna da gücü yetmiyen, yolunu şaşırmış bir şaşkın olarak bırakmaz. Çünkü İslâm, koyduğu kanunları ahlâkî bir esas üzerine ikame eder ve ahlâkî daveti kanunla beraber yürütür. Böylece iki taraf bir tek nizamda birleşir. Çatışma ve ayrışma olmadan onlardan herbiri diğerini tamamlıyan bir bag haline gelir.
Ahlâkî davet burada lüksü yasak eder ve ona harp açar. Kazançların insanlardan belli bir zümrenin elinde toplanması halinde başkalarının kinini celbeden lüks ve sefahattan başka bir şey meydana gelir mi? Ahlâkî davet işçiye zulmü ve onun hakettiği ücretinin ödenmemesini haram kılar. Kazançların belli ellerde toplanması ücretle çalışanlara zulümden başka bir yoldan meydana gelir mi? İslâmın ahlâk nizamı, ücretle çalışana zulmü ve ona ücretini tam vermemeği yasaklar. İnsanı, bütün malından olmak bahasına da olsa yine Allah yolunda mal sarfına davet eder. Milletlerin çoğunun içinde yaşadığı fakirlik acaba zenginlerin mallarını sadece kendi nefislerine sar-fetmeleri ve Allah yolunda harcamamalarından başka bir şeyden mi meydana gelir?.
[60]
Ruhî davet insanı Allah'a bağlar. Allah rızası uğrunda ve âhiret sevabını bekleyerek dünya ganimet ve zevklerinden uzaklaşmasını sağlar. O halde insan Allah ile kendi arasında bir rabıtası veya âhiret gününe ve oradaki nimet ve azaba kalbinde biraz îmanı varken mal için zulüm ve istismar yoluna gider mi?.. Mal toplamak maksadı ile boğuşur mu?.
Böylece ahlâki ve ruhi davetin vazifesi kapitalizmin karşısına dikilecek olan iktisadî prensipleri hazırlamaktır. Tâ ki bu kanunlar gelince beşerin ona olan itaati kanun korkusundan değil, ancak vicdanın derinliklerindeki bir inanç ve arzudan kopup gelsin.
Fakat İslâm âleminde bugün en çirkin manzara-larıyla ayakta duran kapitalizme gelince, o îslâmdan değildir. İslâm da hiç bir vakit ondan sorumlu olamaz. Çünkü insanlar az veya çok hayatlarında İslâmı hakem tanımıyorlar veya İslâmın kendilerine hükmetmesini özlemi yorlar.
[61]
Şahsî mülkiyet fıtri bir karakter midir? Onun öyle olmadığı üzerinde komünistler ve kuyrukları ısrar eder; derler ki;
«Komünizmin hâkim olduğu ilk cemiyetlerde hiç bir kimsenin özel bir mülkü yoktu. Her şey ancak cemiyetin mülkü idi. Sevgi, yardımlaşma ve kardeşlik cemiyetin her ferdine hâkimdi. Fakat maalesef bu melek devre uzun sürmedi. Ziraat keşfolunduğundan beri ekilmiş topraklar ve elde edilen mahsuller üzerinde anlaşmazlık canlanıp yürüdü. Harpler başladı... Şahsî mülkiyete olan sevgisinden dolayı beşeriyet, üzerine eğildiği bugünkü duruma döndü ve onun üzerinde boğuşmaya başladı. Etrafı kaplayarak uzanmış olan şu kötülüklerden kurtulmak için ilk devresine dönmekten başka beşerin kurtuluş yolu yoktur. Öyle bir dönüş ki, orada hiçbir kimsenin özel mülkü bulunmayacak, ancak herkesin istihsal ettiği şeye herkes malik olacaktır. Böylece sevgi ve anlaşma ruhu avdet eder ve bu ruh beşeriyete hâkim olur,»
Burada komünistleri bir an kendi hallerine bırakacak olursak, insanın davranışlarında, duygularında ve fikirlerindeki fıtri ve müktesep olan hususları tahdit konusunda psikolog ve sosyologların kendi aralarında şiddetli ihtilâfa düştüklerini görürüz. Çünküi onlar şahsî mülkiyet meselesinde anlaşmazlık halindedirler, şöyle ki: İnsanı çevreleyen şartlardan sarfınazar edilince, acaba şahsî mülkiyet duygusu insanla beraber doğan fıtri bir karakter midir? Yoksa, o çevrenin tesirinden mi meydana gelmiştir? Yâni çocuğu, oyuncağını ve eşyasını konuna teşebbüsüne sevk eden sebep, acaba onun oyuncağının kifayetsizliği veya başkasının onu olmasına karşı koyma ihtiyacı mıdır? Meselâ: Bir yerde on çocuk olduğu halde bir tek oyuncak bulunduğu zaman çocuklar o oyuncak üzerinde mutlaka kavga yaparlar. Lâkin on ço: cuk için on tane oyuncak bulunduğu zaman herkes kendi oyuncağı ile iktifa eder ve böyle niza' ortadan kalkar mı?
Bunlar ve onlar hakkında bizim bazı mülâhazalarımız olacak:
1 - O mütefekkirlerden bir tanesi bile, şalisi mülkiyetin fıtri bir karakter olmadığını kat'î bir şekilde ifade ve isbat edememiştir. Onlardan solcu olanların bütün söyledikleri: «Şahsî mülkiyetin fıtri bir karakter olduğuna kat'î bir delil yoktur.» sözünden ibarettir. Malûmdur ki, bu ifade ile kat'i selb arasında mühim bir fark vardır. Eğer onlar bunu selb eden yakini bir delil buisalardi, reddetmek hususunda tereddüt etmezlerdi. Çünkü onların şevki tabiî'Ieri (içgüdüleri) şahsî mülkiyetten nefret eder.
2 - Onların göstermek istedikleri örnek -çocuklar ve oyuncaklar gibi - bu konuda ortaya koymak istedikleri şeye delâlet etmez. On çocuk ve on oyuncak bulunup da sonra niza'm zail olması; bu durum mülkiyet için fıtri bir karakterin ademi vücuduna delâlet etmez. Ancak bu fıtri karakterin eşit hallerde herkes arasında mutlak bir müsavata rıza göstermesinin mümkün olacağına delâlet, eder. Bu da ash selbetmez. Ancak onun gayelerini tahdit eder. Kaldı ki bu gibi hallerde görülen, çocuklardan çoğunun, iradelerinin dışında bir mâni bulunmadıkça, diğer arkadaşlarının oyuncaklarım zorla ellerinden almak tiyle kendi ellerindeki oyuncaklarının adedini çoğaltmağa çalışmalarıdır!
3- İlk cemiyette komünistlerin varolduğunu farzettikleri «meleklik» devresine gelince, biz böyle bir devrenin varlığı hakkında yakîynî bir deliie mâlik değiliz. Orada istihsal vasıta ve imkânları yoktur. O halde gayri mevcut olan bir şey üzerine nasıl niza' kopardı? Ağaçlar vasıta kullanmadan ve emek sar-fetmeden onların gıdalarını temin ediyordu. Avlanmadaki iştirake gelince, tabiatı ile yalnız ava çıkanları vahşî hayvanların parçalaması korkusundan dolayı avda iştirake mecburdurlar CBununla beraber cesur olanlardan bazılarının, şecaatlarmı ve seçkinliklerini isbat için yalnız başına ava çıkmadıklarını kat'î şekilde söylemeğe muktedir değiliz. Bu cidden mühim bir meseledir. Bir müddet sonra ona tekrar döneceğiz). Çünkü korktuğu ve bozulduğu için avlananları depo etmek mümkün değildi. O halde av için vaktinde mutlaka hazırlıklı bulunmak lâzımdır. Bu meselede niza'm bulunmaması o devirde şahsi mülkiyet karakterinin bulunmadığına bizatihi delil olmaz. Bu durumun hadd-i zatında üzerinde niza' yapılacak şeyin bulunmamış olmasından meydana gelmesi muhtemeldir. Zira, ziraat keşfedilince mücadele başladı. Ya'ni o devirde, henüz harekete sevkedici faktörün bulunmaması sebebiyle o karakter gizli idi. Bilâhare sebebi bulununca meydana çıktı.
4 - Hiçbir kimse bize, o zamanda, bir kadına mâlik olmak için, erkekler arasında mücadele yapılmadığını söyleyemez. Komünistlerin iddia ettikleri gibi o devrede cinsî iştirakin mevcut olmasına rağmen, şüphesiz hiçbir kimse o ilk cemiyette yüzde yüz kadında iştirakin hâkim olduğunu iddia edemez. Bilfarz onun mevcut olması dahi, rakipler nazarında, diğerlerinden daha güzel bir kadın etrafında rekabetin mevcudiyetini meneden bir delil sayılmaz. Bu konuda en büyük ehemmiyeti haiz olduğuna inandığımız ve hakkında araştırma yapacağımız düğümlerden (kilit noktalarından) birisi işte buradadır.
O da: «Her şeyin birbirine benzediği ve birbirine eşit olduğu zaman niza' ortadan kalkar.» Faraziyesi-dir. Fakat, yükseklik ve alçaklık bakımından insanlar nazarında eşya ve onun kıymet hükümleri değiştiği zaman orada rekabet ve mücadele başlar. Hatta komünistlerin bütün hayallerinin ve geleceğe ait gerçekleşmesini umdukları bütün rüyalarının dayanağı olan melekler cemiyetinde bile!..
5- Son olarak hiç bir kimse o ilkel cemiyette üstünlük ve seçkinlik vasıflarında vaki rekabetin varlığını inkâr etmez. Meselâ kahramanlık veya kuvvetlilik veya sabırlı ve metanetli olmak veyahut her hangi bir sıfatla temayüz etmek gibi. İşte bugün iptidaî bir şekilde yaşayan kabilelerin bazısı, - ki komünistler ilkel toplumu ona kıyas ederler kızlarını ancak, vurulacak yüz kırbaca, zafiyet göstermeden ve of demeden tahammül edenlere verirler, bu imtihanı ve remiyenierle kızlarını evlendirmeyi reddederler.
Niçindir' bu?.. Hangi sebebten dolayı gençler bu imtihana koşarlar, seçkin olduklarını isbata rağbet ederler. Eğer her şey mutlak eşitlik prensibi üzerine seyrediyorsa, o halde bir insanı, «Ben başkalarına eşit değilim, belki onlardan daha üstünüm.» demeğe sevkeden sebep ve saik nedir?
Burada, inandığımız ve ehemmiyetine binaen bahis konusu yaptığımız düğümlerden başka bir düğüm daha vardır. Şöyle ki, şahsî mülkiyetin hadd-i zatında fıtri bir karakter olmadığı farzedüse bile, beşeriy-yet şahsi mülkiyete, ilk çağlardanberi kurtulamadığı bir başka fıtrî karakter ile bağlıdır.- O da emsali arasında temayüz etme arzusudur.
İslâmm mubah saydığı şahsi mülkiyetten bahsetmemiz için bu nazarî bahisleri terkediyoruz. Komünistler diyorlar ki, bütün tarih devirleri boyunca şahsî mülkiyete zulüm arkadaşlık etmiştir. Beşeriyetin boğuşmadan kurtulup sükûn ve istikrara kavuşması istendiği takdirde mutlaka şahsi mülkiyetin ilgası lâzım gelir.
Beşeriyetin ilerlemesinde ferdi karakterlerin tesirini komünistlerin görmemezlikten gelmelerinden ve yine onların daha nice hakikatleri tahrife yeltenmelerinden sarfı nazar edecek olursak görürüz ki, ilk komünizm devrinde beşeriyet hiç ilerlememiştir. İlerlemeye ancak mülkiyet mücadelesinden sonra başlamıştır. Binaenaleyh bu mülkiyet mücadelesi tamamen kötü değildir. Bu mücadelenin makûl
[62]bir hudut içinde vukuu sosyal, iktisadi ve psikolojik bir zarurettir. Bunların hepsinden sarfı nazar ederek düşünürsek kati bir şekilde görür ve anlarız ki İslâm, beşeriyete hulul eden zulmün nıenşeinin hakikatte sadece şahsi mülkiyet olduğunu kabul etmez. Genel olarak İslâm âleminin dışında, hassaten Avrupa'da mülkiyete arkadaşlık eden zulüm ancak oradaki mülk sahibi sınıfın, kanunu yapan ve aynı zamanda hükmeden zümre olmasından meydana gelmiştir.
Hâl böyle olunca, o zümrenin kendi menfaatleri lehine hükmetmesi, kendi çıkarlarını koruyan, başkalarının çıkarlarını zedeleyen kanunlar vaz'etmesi tabii idi.
Lâkin İslâmda böyle hâkim bir sınıf yoktur. Bilindiği gibi kanun da halk sınıflarından muayyen bir sınıfın yaptığı şey değildir. O ancak herkesin halikı olan Allah tarafından gelmiştir. Malûmdur ki, Allah Teâlâ'nm kullarından birini diğeri hesabına, veya bir sınıfı diğer bir sınıfın hesabına kayıracağı tasavvur olunamaz. O'nu öyle yapmaya hâşâ hangi şey zorlayabilir.
[63] Allah Teâlâyı bütün noksanlıklardan tenzih eder ve O'nu bütün kemâl sıfatiariyle tavsif ederiz.
İslâmda devlet reisi hür bir seçimle millet tarafından seçilen bir şahıstır. Onu hüküm mevkiine lâyık kılan, herhangi bir sınıf meziyeti değildir. Sonra c, hükmü ele alınca, kendisini değil yalnız Allah'ın vaz'-eîtiği kanunları tatbik ve tenfiz etmekle vazifelidir.
Onun halk üzerindeki sultası Allah'ın kanununu tatbik etmekten daha öteye geçemez. İlk Halife Hz. Ebu-bekir (R.A) der ki: «Sizi idare hususunda Allah'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah'a âsi olursam, o zaman sizin üzerinize bana itaat etmek lâzım gelmez.» Binaenaleyh, İslâm halifesinin, şeriatte bir imtiyaz olarak kendi şahsı veya başkası için kullanabileceği her hangi kanuni yetkisi yoktur. Bundan dolayı o, cemiyetin bir sınıfını başka bir sınıf üzerinde imtiyazlı kılmağa veya sermayedar zenginlerin siyasi nüfuzuna boyun eğerek mal sahibi olmayan fakirlerin aleyhine kanunlar vaz'etmeğe ne selâniyetli ne de muhtaçtır.
Biz burada İslâmın bihakkın tatbik edildiği devirlerden bahsedeceğiz. Azılı saltanat şekline tahavvülünden sonra İslâmın idaresine giren bozukluklara bakmayacağız. Çünkü bozuk şeklile o düzen hiç bir vakit hakiki İslâm değildir. İslâmın da ondan sorumlu olması aklen mümkün olamaz. Bundan başka, bütün adaleti ve örnek şekliyle îslâmm tatbik edildiği müddetin kısalığı, hiç bir vakit onun, gerçekler dünyasında tatbiki mümkün olmayan hayalî bir nizam olduğunu da ifade ve irade- etmez. Bir kere vukua gelenin bir kerre daha vukua gelmesi halile. mümkündür. İnsanlar o örnek devrenin geri dönmesini büyük bir özlemle candan istiyorlar. Bugün müslümaniar için onu gerçekleştirmek tarihin uzak devirlerinde atalarının elinde gerçekleşmesinden daha kolay ve akla daha yakındır.
[64]
Yukarıda serdettiklerimizden anlaşılacağı veçhile İslâm nizamında malsahibi bulunan zenginler kendileri için kanun yapamazlar. Onlar da başkaları gibi, insanî hukuk ve beşeri haysiyyette herkesi bir tutan umumî bir kanuna boyun eğerler. Amma nasslar-dan birisinin tefsirinde ihtilâf meydana geldiği zaman yeryüzündeki bütün kanunlarda olduğu gibi orada da sadece fakîhler fikir sahibidirler
[65] Büyük İslâm fakîhlerinin, malsahibi sınıfını korumak gayesile çalışanlar aleyhine ictihad yapmadıklarına tarih şehadet eder. Onlar daima, çalışanların haklarını korumağa ve onların temel ihtiyaçlarını tahakkuk ettirmeğe daha çok ehemmiyet vermişlerdir. Islamın, işçiyi iş sahibine ortak kılması konusunda geçen bölümde vermiş olduğumuz misâl, kasdettiğimiz meseleyi açık bir şekilde anlatır.
İslâmm beşer tabiatı hakkındaki kanaati «Mülkiyet daima zulüm ve istibdadı kasdeder.» şeklinde kabul olunan yanlış anlayış derecesine varacak kadar kötü olamaz. İslâm insan ruhunu terbiyede ve bazı insanları mal sahibi yapmada öyle yüksek seviyeye ulaşmıştır ki, Kur'an'da «Gönüllerinde, kendilerine verilenlerle ilgili bir ihtiyaç bulmazlar. Kendilerine ait özel bir durum olsa bile yine de başkalarını kendilerine ortak sayarlar.»
[66]denilmiştir. Kur'an âyetleriyle övgülere mazhar o müsîümanlar, Allah'ın rızasından ve sevabından başka bir şey beklemeden karşılıksız olarak başkalarını kendi mallarına ortak kılıyorlardı.
Az olmakla beraber bu eşsiz örnekleri görmemez likten gelemeyiz. Çünkü onlar, istikbale işaret eden ve günlerden bir gün insanlığın ulaşması mümkün olan seviyeyi müjdeliyen nur pırıltılarıdır.
Bununla beraber İslâm hiç bir vakit rüyalara dalmaz, milletin menfaatlerim bazan bulunacak veya hiç bulunmayacak iyi niyetlere terketmez. Fakat O, ruhları terbiye ve onları kötülüklerden korumağa olan aşırı ihtimamı ile gerçeklere inanır. Bu esasa dayanan âdil bir dağıtım (inkisam) üe servetin tevziini kefaleti altına alacak kanunları vazeder. Hz. Osman'ın, «Allah, Kur'an ile menetmediğini sultan ile mene-der.» sözünün ifade ettiği gibi işi iki cihetten teminat altına alır.
Mülkiyet fiilen tarihte bulundu, fakat ona zulüm her zaman arkadaşlık etmedi.
Geçen iki bölümde İslâm tarihinden iki misâl vermiştik. Birisi ziraat mülkiyetinden idi. Orada gördük ki, o mülkiyet, Avrupa'da olduğu gibi, îslâm âleminde işi derebeyliğe götürmedi. Bu da Islâmda, derebeyliği meneden, işçileri mal sahiplerinin istismarından uzak tutan, haysiyyetli bir yaşayışı zengin olmayanlara da temin eden içtimaî ve iktisadî kanunların bulunmasmdandır.
Diğer misâl kapitalizm mülkiyetinden idi. Birini cide olduğu gibi bunda da gördük ki, îslâmm dört bun cağında kapitalizmin neş'eti farz edilmiş olsaydı, ancak îslâm ondan hayırların galip olduğu bir miktarı mubah kılacaktı, elinde bulunan kanun Ve ahlâk vasıtalarıyla zulüm ve istismarın karşısına dikilecektij Hâl böyle olunca tabiatile o zaman mülkiyet, bugün kapitalist garbın altında inlemekte olduğu kötü neti! çelere müncer olmayacaktı. Sonra îsîâm, mülkiyeti mutlak olarak mubah kılmadı. îslâm umumî gelir kaynaklarının, cemiyetin müşterek malı olduğunu nass ile ifade etmiştir. Bununla beraber adaleti gerçekleştirmenin şahsî mülkiyetin haram kılınmasını iktiza ettirdiğini anladığı zaman onu haram etti. Sonra zulümden ve ferdin ferde tahakkümünden emin olunca da onu serbest bıraktı. Burada konu ile ilgili bir misâli İslâm âieminin dışından verelim. Meselâ Dünya Milletleri arasında millî ve unsurî temayüzle (üstünlükle) öğündükleri herkesçe bilinen İngiliz, Amerikan ve Fransızlar, sevgi ve muvazene bakımından İskandinav devletlerinin dünyanın en ileri devletleri olduğuna şehadet etmişlerdir. Halbuki, bu devletler şahsi mülkiyeti ilga etmedi. Onların yaptıklarının hepsi ,halk sınıfları arasındaki mesafeyi yaklaştıran, sarfedilen güç ile karşılık arasında tam muadelet kuran âdil bir dağıtımla servetin tevziini teminat altına almak oldu. Bu hareket tarzı ile onlar, îslâm mefkuresinin bir tarafım tatbikat sahasına koydukları için hakikaten dünya devletlerinin en ilerisi olmuşlardır.
Bundan başka şurası muhakkak ki, her hangi iktisadî bir nizam ile onun arkasında kıyam eden fikri ve içtimai felsefe arasını ayırmak mümkün olmaz. Bugünün devletlerinin kendine çağırdığı üç nizamı şöyle bir gözden geçirecek olursak -ki, onlar kapitalizm, komünizm ve İslâmdır görürüz ki, her birinin,iktisadî nizamı ve ondaki şahsî mülkiyet fikri, kendi sosyal düşünceisyle sımsıkı irtibat halindedir. Daha evvel belirttiğimiz gibi Kapitalizm ferdin mukad-desîiği esası üzerine kurulmuştur. Ona göre «Ferd mukaddes bir valıktır. Cemiyetin cnun hürriyetini tahdit etmesi doğru olmaz. Bu sebepten dolayı kapitalizmde şahsi mülkiyet hudutsuz olarak mubahtır.
[67] Komünizm ise, cemiyetçidir. Ona göre «Asıl olan cemiyettir. Yalnız başına ferdin hiç bir kıymeti yoktur.» Komünizm her türlü mülkiyeti cemiyetin mümessili olan devletin eline verir. Komünizmde şahsî mülkiyet yoktur. O, ferdi her türlü mülkiyetten mahrum eder.
İslama gelince, onun görüşü ve sistemi başkadır. Bu yüzden onun kendine has başka bir iktisat anlayışı ve sistemi vardır.
İslâmm fert ve toplum hakkındaki görüşüne gelince o, ferdi bir anda iki sıfat sahibi bir yaratık olarak görür:
1 - Müstakil bir fert olarak haiz olduğu sıfatı.
2 - Cemiyette bir üye olarak haiz olduğu sıfatı. İslâm açık bir şekilde bazan bu sıfata, bazan da o sıfata cevap verir. Lâkin sonunda her ikisini de birleştirir, her ikisine birden cevap verir.
Fakat îslâmm bu görüşünden doğan içtimai düşüncesine gelince o, fert ile cemaat arasını ayırmaz ve her iki tarafı birbirini alt etmek isteyen ve birbiri ile çarpışan zıt kuvvetler haline koymaz. Madem ki her fert hem müstakil bir değer ve hem de cemiyetin bir uzvudur, o halde kanun vaz'mdan matlup olan bütün mesele, ferdî karakterle toplumsal karakter arasında muvazene kurmaktır. Binaenaleyh İslâm iki karakterden birini diğerinin hesabına yok etmediği gibi, cemiyet hesabına da ferdi değersiz bir şey saymaz.
Fert veya fertler hesabına cemiyet düzenini bozmadan her ferdin menfaatleri arasında bir muvazene kurar. Bunun için İslâm iktisadiyatı, kapitalizm ile komünizm ortasında yer alır. Böylece ölçülü (itidal üzere) bir görüşü temsil eder. Her ikisinin de sapıklıklarına düşmeden onlardaki değerlerin en üstün olanlarını ortaya koyar. İslâmın iktisat sistemi prensip bakımından şahsi mülkiyeti mubah sayar. Lâkın onu başı boş bırakmaz. Muhtemel zararlarına mani' olacak hudutlar çizer. İslâm zaruret anında şahsi mülkiyetin cemiyete ait bir maslahatı gerçekleştireceğini gördüğü zaman, cemiyete veya onun mümessili olan devlete bu mülkiyeti tanzim veya tâdil etme cevazını verir.
Böylece, İslâm, şahsi mülkiyetten meydana gelecek zararları çeşitli vesilelerle izale etmeğe kaadir olduğu müddetçe onunla çelişme durumuna düşmez. Onu tanzim ve takyit hususundaki cemiyetin hakkını takrir etmekle beraber prensip bakımından mülkiyet hakkını tanımak, teminatsız bir esasa göre insanlara muamele.yapmayı gerektirecek olan ilgasından daha iyidir. Bu prensip şu esasa dayanır ki, mülkiyet ne tamamen fıtri bir karakter ve ne de tamamen beşeri bir zarurettir. Son zamanlarda Rusya'nın muayyen hudutlar dahilinde mülkiyetten bazı kısımları serbest bırakmağa mecbur kalması, beşerî fıtrata, icabetin ve iktisadî işlerde onu esas almanın daha hayırlı ve verimli olduğuna kuvvetli bir burhandır. Ve fert ve toplum için mütesaviyen Çeşit olarak) daha hayırlı olan şahsî mülkiyete cevaz vermektedir.
Biz tekrar onlara döner ve sorarız: Şahsi mülkiyeti neden ilga edelim? Hangi gaye için İslâmdan, onu ilga etmesini isteyelim?
Komünistler derler ki, insanlar arasında teessüsü istenilen eşitliği sağlayan, istilâ ve hâkim olma karakterini iptale giden tek yol ancak şahsî mülkiyetin ilga4 sidir. Böyle diyen Rusya, istihsâl vasıtalarının mülki yetini tamamen ilga etti. Fakat bunun arkasından varmak istediği hedefe ulaştı mı?
Birinci cebri ve eşit çalışma şeklinden sonra Rusya Stalin devrinde, kendi çalışma arzu ve iktidarı olanlara ek ücretler mukabilinde çalışma serbestliği vermeğe mecbur kalmadı mı? Bununla bizzat işçiler arasında ücretlerde bir farklılık meydana gelmedi mi?
Bu da haddizatında komünizme aykırı değil mı? Sonra Sovyet Rusya'da acaba bütün insanların aldıği ücret eşit midir? Meselâ mühendis, işçi gibi mi ücret alır? Doktor, hastabakıcı gibi mi ücret alır? Rusya'da en yüksek ücretin mühendis ücreti olduğunu bizzat komünizmin davetçileri ve elebaşıları ilân ediyorlar! Orada gelir bakımından ileri olan zümre sanatkârlar! dır. Böylece onlar, Rus milletinin bir takım sınıflara bölündüğünü ve bu sınıflar arasında ücret bakımın! dan farklılık bulunduğunu bizzat kendileri itiraf edil yorlar. Bu durum işçiler arasında olduğu gibi bir tek sınıfın fertleri arasındaki eşitsizliğe ilâve olarak veril! mistir.
Netice olarak başkalarından üstün olma şeklin deki arzu ve hakimiyete inkılâp etmek suretiyle Komünizmin iddia ettiği eşitlik karakteri bozulmuştur. O halde sigortaların, fabrikaların, dairelerin, komiserliklerin reislerini nasıl seçer? Rusya'ya hükmeden komünist partisindeki azalardan çalışkan olanını, çalışkan ve dirayetli olmayanından nasıl ayırt eder?
Hal böyle olunca şahsî mülkiyetin ilga veya ib-kasmdan sarfınazar ederek meseleyi ele alırsak, üstün gelme, tahakhüm etme temayülü insanın yapısında mevcut değil midir?
Mülkiyetin ilgası, madem ki komünistlerin insanlığı kurtaracağını iddia ettikleri kötülüklerde insanı kurtarmamışsa acaba bizi insanın tabiî karakteri ile çarpışmağa, herhangi bir şekilde tahakkuku mümkün olmayan bir hedefin yolunda fıtrî karektere tazyik yapmağa sevk eden sebep nedir? Yoksa onlar Rus-ya'daki farklı durumun bir sınıfla başka bir sınıf arasında veya bir fertle başka bir fert arasında mahrumiyet veya lüks derecesine ulaşmayan yakın ayrılıklar olduğunu mu söylemek isterler?
Onlara deriz ki, evet İslâm, insanları birbirinden uzaklaştırıcı fetrikaları ortadan kaldırmağı, lüksü haram edip mahrumiyeti yok etmeği komünizmden 1300 sene evvel prensipleri arasına koydu.
Lâkin İslâm bunu sadece kanunî müeyyidelere bırakmadı. Bununla beraber o kanunların ve prensiplerin yanında insanların Allah, sevgi ve iyilik hakkındaki inanç ve düşüncelerine de önem vermeği ve onların tabiî şartlarını nazarı itibara almağı ihmal etmedi.
[68]
«Rızıkta Allah bazınızı bazınıza üstün kıldı...»
[69]
«Onların bazısını derece bakımından bazısının üstüne çıkardı...»
[70]
Ey müslümanlar!... Bu, Kur'anda varit değil midir?... O hâlde îslamın sınıflar nizamını kabul etmediğini nasıl iddia edersiniz.
îslamın onu mubah kılıp kılmadığını bilmemiz için ilk önce «Sınıflar nizamı» nasıl bir şey olduğunu bilmeğe muhtacız.
Meselâ orta çağ Avrupasmm tarihini gözden geçirdiğimiz zaman orada, insanların asiller, ağalar (Şerifler) , din adamları ve halk sınıflarına ayrıldığını görürüz. Bu sınıflar ilk bakışta herhangi bir hataya düşmek mümkün olmayacak şekilde - birbirinden farklı ve evsafı tahdit edilmiş sınıflardır.
Dîn adamlarının, kendilerini başkalarından ayıran özel elbiseleri vardı. O asırlarda en büyük sulta onlarda idi. Papa krallara ve patronlara kafa tutan bir sultaya sahipti. Kralların millet üzerindeki saltanatlarını ancak kendisinin verdiğini iddia etmek isterdi. Halbuki onlar papanın sultasından kurtularak, kendi kendilerine müstakil olmak istiyorlardı. Kilisenin, dindar kimselerin vakıflarından ve kilisenin insanlara yüklediği vergilerden meydana gelen pek çok mallan, hatta bazı zamanlarda tam teçhizattı orduları bile vardı.
Zenginler ve asiller sınıfına gelince, bunlar şerefi birbirlerinden miras olarak elde eden sınıftı. Çocuk doğduğu günden itibaren kendini şerefli (şerif) bulurdu ve bu zümrenin hareket ve davranışlarının, iddia ettikleri bu şeriflikle alakalı olup olmaması bir tarafa, hayatı boyunca şerif olarak kalırdı. İmtiyazlarına gelince, derebeylik devrinde, kendi beyliği dahilindeki halkın üzerinde mutlak bir tahakkümden ibaretti. Kanun yapma, hüküm verme ve verilen hükümleri infaz etme sultası sadece kendilerine ait bir şeydi. Onların görüş ve arzuları halk üzerinde tatbik edilen biricik kanundu. Memleketin kanunlarını yapan meclisler onlardan teşekkül ederdi. Bu yüzden ta-biatiyle onların yaptıkları kanunlar kendilerini korumağı, kendi ihtiyaçlarını muhafaza etmeği ve sahib bulundukları mukaddeslik sıfatını çoğaltmayı hedef tutardı.
Millete gelince, o hiç bir hakkı, hukuku ve imtiyazı olmayan bir sürüden ibaretti. Sadece verilen vazifeleri yapmak mecburiyeti vardı. Böylece halk tabakası nesilden nesile köleliği, fakirliği ve zilleti tevarüs ederdi.
Bundan sonra Avrupa'da asillerin imtiyaz ve mevkilerine rekabet eden ve yeni bir sınıfın doğmasına .. sebep olan bir takım iktisadi mühim gelişmeler oldu. O yeni sınıf buruva sınıfıdır. Bu sınıfın kumandası ve halkın desteğiyle, o zaman ayakta duran sınıflar nizamını zahirde ilga eden, nazari olarak hürriyet, kardeşlik ve eşitlik prensiplerini vaz'eden Fransız İhtilâli doğdu.
Bu sermayedar sınıf yeni çağda eski asiller sınıfının yerine geçti. Lâkin perde arkasından ve iktisadî gelişmelerin icabettirdiği bazı tadilât ile Halbuki cevher değişmedi. Zira onlar hâkimiyet sultasının dümenini çevirecek olan malî kuvvet ve kudrete mâlik bir sınıftı. Demokratik seçimlerde kendini gösteren hürriyetin dış görünüşüne rağmen, kapitalizm, parlamentoya ve hükümet mekanizmasına giden yolu keşfetti ve çeşitli isimler altında istediklerini dolambaçlı yollardan tatbik sahasına koydu.
Hâlâ İngiltere'de - Bize söylenmiş olduğu gibi demokrasinin beşiği olan resmî bir sıfatla «Lortlar Kamarası» diye adlandırılan bir meclis devam etmektedir. Servetin parçalanmasına mani olmak, asil «aileler» in servetlerini muhafaza etmek, orta çağdaki feodalite sınıfında olduğu gibi veraset yolu ile gelen şereflerin aleddevam kendilerinde kalmasını temin etmek için, en büyük erkek evlâttan başka kız ve erkek çocuklarının hepsini mirastan mahrum etmeği hedef tutan ve aslında derebeyliğe ait olan bir kanun, orada meriyettedir.
İşte sınıflar nizamı ancak bu söyledikîerimizdir. Ve bu bir emel hakikatte özetlenir ki, o da «Servete sahip olan sınıf hükmetme selahiyetini de haizdir». Bu sınıf doğrudan doğruya veya dolayısıyla bizzat kanun yapma yetki ve vasıtalarına mâlik olur. Böylece kendini himaye etmek, halkı kendi buyruğuna boyun eğer hale getirmek, hâkim sınıfın şehevi arzularını tatmin etmek gayesiyle halkı kendi öz haklarının çoğundan mahrum bırakacak kanunlar yapar.
Bunları idrak ettiğimiz zaman hemen anlarız ki, İslâmda sınıflar nizamı mevcut değildir. İlk olarak bilinmelidir ki, Avrupa'daki asiller sınıfında olduğu gibi İslâmda miras yolu ile elde edilen meziyetler yoktur. Tabiatiyle saltanat verasetinin ve (Hâkim aile) adı altındaki asiller ve emirler sınıfının var olması hâdisesini hesabımızın dışına çıkarırız. Çünkü onların hepsi, İslâmiyet ile ilgisi olmayan şeylerdir. Bunların İslâm beldelerinde bulunması, şarap içen veya kumar oynayan veya riba ile muamele yapan müslü-m anların, bulunmasından daha öteye gitmez. Bununla beraber günlerden bir gün hiç bir kimsenin çıkıp da onlara bakarak İslâmm şarabı, kumarı ve ribayi mubah kıldığını iddia etmesi mümkün olmaz.
İkinci olarak İslâm nizamında servetin belli kimseler elinde toplanmasını sağlayan kanunlar yoktur ki, o muayyen kişiler veraset yolu ile onu elde etsinler ve onların elinden hiçbir zaman servet dışarı çıkmasın. İslâm onu çirkin addederek bu hususta sarahaten «Sizin aranızda servetin sadece zenginler elinde dolaşan bir şey olmaması için.»
[71] demiştir. Bir başka bakımdan İslâm, sürekli bir vesile ile serveti parçalamak, bir takım yeni nisbetlerle devamlı olarak cemiyetteki servet tevziini yenilemek gayesiyle, fertlerin büyük bir çoğunluğuna serveti tevzi eden miras kanunlannı vazetmiştir. Böylece hiç bir nesil geçmez ki, insanlar arasında servetler dağılmış olmasın.
Kardeşleri ve akrabası olmayan bir. tek çocuğun bütün servetleri varis olduğu nadir ve müstesna hallerle hüküm vermek ve bunu bütün nizamı tenkit etmeğe vesile ve kaide itibar etmek yerinde olmayan bir davranıştır.
Bununla beraber şüphesiz İslâm veraseti kolaylıkla geçip giden bir şey olarak bırakıvermedi. Yakınlardan başka, mahrumiyet içinde olanlara terekede, asrımızda tereke vergisine benzeyen bir hisse tesbit etmiştir. «Miras taksiminde yetimler, akrabalar ve mis-.pânler bulunurlarsa onları da o mirastan rızıklandi-rınız ve onlara iyi sözler söyleyiniz.
[72]
Bu yol ile İslâm, servetlerin bir yerde yığılmasını önler, bir sınıfı değil birçok fertleri servet sahibi yapar, öyle fertler ki, yeni nisbetlere göre servetin tevzii gerekçesiyle ellerinde toplanan servetler durmadan parçalanır.
Gerçek tarih şehadet eder ki, servetler İslâm cemiyetinde devamlı intikal halinde idi. Bugün zengin olan yarın fakir düşebilirdi. Bugün fakir olana da herhangi bir yoldan servet intikal ederdi. Binaenaleyh kendi özeltasarrufu ve hayatının' özel şartlarına göre herhangi bir şahıs ile zengin veya fakir arasında yapmacık manialar meydana gelmezdi.
Eurada ispatı bizi alâkadar eden şeylerden en önemlisi, geçen bölümde, İslâm kanunlarının ve onları yapıp yürütmenin muayyen bir sınıfın mülkü olmadığına işaret etmemizdir. İslâm devletinde hiç bir kimse kendi mizacına göre kanun yapma selâhiyetini hâiz değildir. Çünkü, hiç bir kimseyi kayırmadan ve hiç bir kimseye zulmetmeden herkese hükmeden ancak gökten indirilmiş olan İslâm şeriatıdır. Bununla, İslâmda bir takım sınıfların bulunması iddiası tamamen sukut eder. Çünkü sınıfların bulunması ayrılmaz bir bağ ile kanun meziyetine bağlıdır. Bu meziyet batıl olunca, hiç bir kimsenin, başka bir şahsın hesabına kendi menfaatlerini koruyan bir kanun yapması kudreti dahilinde değildir. O halde sınıflar nizamından geriye ne kaldı ki?..
Böylece bu bölümün mukaddimesinde tesbit ettiğimiz iki âyetin mânâsı nedir? Her iki âyet dünyanın her yerinde gerek İslâm gerekse başka nizamların gölgesinde emri vakii ispattan daha öteye gitmez. Şöyle ki: Muhakkak insaniar derece ve rızık bakımından birbirinden farklı durumlar içindedirler. Eğer böyle olduğunda, şüphe edilirse misâl olarak eşitlik iddiasında bulunan Rusya'yı ele alalım. Orada bütün insanlar aynı ücreti mi alıyorlar? Yoksa onlardan bir kısmı rızık ve yaşayışta diğerlerinden farklı değil midir?.. Yine orada bütün insanlar hâkim yani reis midirler veya mahkûm mudurlar?.. Onların hepsi subay mıdır, yoksa er midir?. Veya onlardan bir kısmı diğerlerinin üstünde bir çok derecelere yükseltilmemişler midir?
Muhakkak ki, bu türlü farklılık kaçınılmaz bir şeydir. O her yerde vaki bir hakikattir. O, iki âyet, ne üstünlüğü icabettiren muayyen bir sebebi şerhedir, ne de belli bir sebeple insanları kayıtlar. O âyetler, üstünlüğün kapitalizm, komünizm veya İslâm sebebiyle olduğunu söylemez. O, üstünlüğün yeryüzü ölçüleri ile daima âdil veya zâlim olacağını da söylemez... Âyetlerde bunlardan hiçbir şey mevcut değildir. O, iki âyet ancak der ki; şüphesiz o, her yerde görülen bir şeydir. Tabiatiyle yeryüzünde cereyan eden her şey. Allanın iradesi tahtmdadır. Yoksa tam bir ahmaklık içinde Benî İsrail'in «Allah'ın nüfuzu Mısır ve Filistin'e münhasırdır, yeryüzünün geri kalan kı: sımlarında vukua gelenler Allah'ın irade ve nüfuzunun dışındadır» şeklinde itikat ettikleri gibi, komünistler de «Allah (C.C.) m nüfuzunun îslâm âlemine münhasır» olduğunu mu itikat ederler?
Kur'an'ıa sarih ifadesiyle İslâm'da bir tek sınıf vardır. O da köleler sınıfının vücûdudur. Lâkin biz kâfi derecede ondan bahsetmiş ve demiştik ki, kölelik bütün ile geçici bir nizamdır. İslâm, onu bir takım geçici şartlar sebebi ile elinde olmayarak yasak etmemiştir. Kölelik İslâm cemiyetinin temellerinden bir temel değildir, O geçici bir zarurettir. Bununla beraber İslâm, köleye acaba nasıl muamele ediyordu?..
Kölelik bahsinde söylediklerimizi tekrara lüzum yok. Hz. Ömer'in vazettiği meşhur «îslâmda sınıflar» kaidesini zikredelim : O, İslama isimle girmenin kendisini temizlememiş olan, cahiliyet gururu içinde ibadullahı tahkir eden, kibir ve azamet kuyruklarım sürüyerek Hacca giden şerifin (Kabile Reisi) kıssasıdır. «De ki, iman etmediniz. Lâkin müslüman olduk deyiniz. İman henüz sizin kalblerinize girmedi.
[73]
Şerifin, gurur ve kibirin nişanesi olarak yerlerde sürünen elbisesinin üzerine, tavaf esnasında bir kölenin ayağı değer. Bunun üzerine köleye bir tokat atar. Köle Hz. Ömer'e giderek şerifi şikâyet eder. O zaman Hz. Ömer köleye «zararı yok, o bir şeriftir, sen bir kölesin, o bir sınıftan sen başka bir sınıftansın, o senin sahip olmadığın haklara sahiptir.» mi? dedi. Hz. Ömer kölelerin eşraf sınıfının elbiselerine basmalarını yasaklayan veya efendilerin tokatlarını kabule mecbur eden bir kanun mu yaptı?
Asla!.. Bu konuda vukua gelen herkesçe bilinen bir şeydir. Sebeplerden herhangi bir sebebe bağlı olarak nzıkta veya sosyal durumda aralarında bir ayrılık olmasına rağmen Hz. Ömer bu hâdisede kısasın tatbik edilmesi hususu üzerinde ısrarla durdu, Bir beşerle başka bir beşer arasında fark gözetmeyen Allah'ın şeriatının yerine getirilmesi için o mütekebbir şerife kölenin de tokat vurmasını emretti. Şerif bunu anladı. Bu, ona çok ağır geldi. Günahkârlık şaşkınlığı kendisini yakaladı. Hayatta kendisi.ile her insanın arasını eşit kılan Allah'ın keskin şeriatının hükmünden kurtulmağa teşebbüs etti. Çaresiz kalınca Hz, Ömer'in huzurundan kaçtı. Sonunda İslâmdan irtidat eti.
işte İslâm budur. Onda sınıflar yok. Sınıflar için teşriî meziyetler de yok.
Servetlere ve onda insanların birbirlerinden farklı durumda olmalarına gelince; bu başka bir konudur. İslâm, halk sınıflarına vermediği teşrii veya kazai hakları idarecilere de vermediği için sınıflar meselesiyle zihinlerimizi karıştırmak doğru olmaz. Bilhassa bir tek yol ile kanun, hayalât ve nazariyat âleminde değil, gerçekler âleminde insanlara tatbik olunmakta devam ettiği müddetçe...
Biz gördük ki, İslâm nizamında, arazi sahiplerinin başkalarını köleleştirmeği veya arazi mülkiyetini istismar etmeği sağlayan haklar tanınmamıştır. Eğer kapitalizm îslâmî bir cemiyette hakikaten bulunmuş olsaydı onun mülkiyetinde de hâl böyle olacaktı. Bilhassa milleti idare eden hâkimin nüfuzunu, sermayedar sınıfın desteğinden almamış olması, halk tarafından seçimle gelmesi ve Allah'ın şeriatını tatbik ile mükellef olması, zenginlerin idareciler üzerindeki tesirini yok eder.
Daha evvel zikrettiklerimiz bunların hepsine ilâve olunur. Şöyle ki : Yeryüzünde, bütün fertlerin arasında servet eşitliğini sağlayan hiçbir millet yoktur. Hattâ doğru veya yanlış bütün sınıfları ilga ettiğini iddia eden Rusya'da, birbirinden büyük uçurumlarla ayrılan sınıflar, eşitsizlikler ve tahakkümler eskisinden çok daha fazladır..
[74]
Ey İslâm davetçileri, temenni ettiğiniz sosyal adalet bu mudur?. O. halkın, hayır sahibi zenginlerin vereceği sadakalara muhtaç olarak yaşaması mıdır? Buna adalet mi orsunuz? İnsanın değerini düşüren bu duruma rıza mı gösteriyorsunuz?
Komünistlerle, ruh ve fikirlerini müstemlekeciliğin köleleştirdiği, bu yüzden ne düşünüp ne söylediklerini farkedemez hale gelmiş batı hayranları işte sana, böyJe derler. Onların en bariz hataları ve o hataların da en tehlikelisi, zekâtı, zenginlerin fakirlere ihsan (hayır) olarak verdikleri bir sadaka zannetmeleridir. Gerçekleri olduğu gibi gören sağ duyu sahibi hiç bir insanın, meseleyi bu şekilde tasavvur etmesine imkân yokur. İhsan ve hayır yapmanın hiçbir kanun veya hâkimin zorlaması olmadan gönüllü bir hareket olduğunu anlatmak için en basit bir mantık anlayışı kâfidir. Zekât ise kanunun tesbit ve takrir ettiği bir farizadır. Onu vermekten imtina edenlere karşı devlet harbeder. Eğer vermemekte ısrar edenler olurlarsa, icabında onları öldürür. Çünkü, bu durumda ısrar edenler artık mürted (dinden çıkmış) itibar olunurlar. Vicdanın sesine bırakılmış olan ihsanda (gönüllü iyilikte) böyle cezri bir hareket caiz olur mu?..
Şüphesiz zekât, malî bakımdan, dünya iktisat tarihinde ilk nizami vergidir. Ondan evvel vergiler, reislerin arzularına göre ve şahsî ihtiyaçlarını karşılamak için mala olan ihtiyaçları miktarınca takdir edilirdi. O vergi yükünü de daima zenginlerden fazla fakirler veya tamamen fakirler taşırdı.
Birinci hakikat: İslâm geldi, vergi toplama işini tanzim etti, vergi için normal haddi aşmayan, belli nisbetler koydu. İslâm bu yükü zenginlere ve orta hallilere yükledi. Fakirleri bundan muaf tuttu.
Bunlar, zekâtın ne olduğu hakkında zihinlerimizde karar kılması lâzım gelen ilk hakikatlerdir. Bu ha- . kikat ise, münakaşa ve delile muhtaç olmayan bir bedahettir.
İkinci hakikat : Zekât hasılatını fakirlere tevzi eden zenginlerin kendisi değil, bizzat devlettir. Zekâtı toplayan da, onu tevzi eden de ancak ve ancak devlettir. Beytülmal (hazine, genel bütçe) zekâtı toplayan, sonra onu çeşitli devlet müesseselerine tevzi eden Maliye Bakanlığından başka bir şey değildir. Kazanmaktan tamamen âciz olanların veya normal yaşayış için gelirlerinin kifayetsizliği sebebiyle geçim sıkıntısı içinde bulunan muhtalçarm ihtiyaçlarını devlet tekeffül ediyor idiyse bu hiçbir vakit ihsan olarak fazladan verilen bir şey değildir ve onda muhtaçların şeref ve haysiyyetlerine dokunacak bir cihet de yoktur. Acaba devletin maaş verdiği memurlar veya patronların yanında çalışan işçiler zenginlerin hesabına yaşayan dilenci olduklarını mı hissederler?
Kazanmaktan âciz olan çocuklara ve yaşlılara devletin insanlık adına, onunla mükellef olduğu müddetçe, hazineden sosyal yardımda bulunması onların haysiyy etlerini zedeler mi?.. İçtimaî zulümde uzun bir bocalamdan ve bir çok denemelerden sonra ancak bugün devletin ulaştığı kefalet prensibi yeni bir sistemdir. Avrupa'nın karanlıklar içinde yaşamakta olduğu bir zamanda bin üç yüz kusur sene önce onu takrir etmiş olması, İslâmın mefahirindendir. Yoksa bize garpan veya şarktan geldiği zaman mı güzel ve berrak olur nizam?.. Böyle ise ne kadar yazık!..
Lâkin, İslâm bunu savunduğu zaman gerilik ve düşüklük olur, öyle mi? Hepimiz bunu düşünmeli ve nasıl gafil avlandığımızı bilmeliyiz.
Üçüncü hakikat: Sadr-ı İslâmda, insanların hayatı iktiza ettirdiği için, her ne kadar zekâtın verilme tarzı nakden veya aynen fakirlerin eline verme şeklinde ifa edildiyse de îslâmda zekâtı tevzi için tek yolun bu olduğunu nass olarak ifade eden şer'î bir gerekçe yoktur.
îslâmda zekâtı, müstehak olan fakirlerin çocuklarını okutabilecekleri parasız okullar, tedavi edilecekleri parasız hastaneler, onlara yaşama kolaylığı temin edecek yardım dernekleri, devamlı olarak kazanç getirecek ve istifade etmeği sağlıyacak fabrikalar ve müesseseler şeklinde vermeği meneden serî bir hüküm de yokur. Yeni Çağın sosyal yardımlaşmada vardığı son çareler de bunlara eklenir. Zekât nakit olarak ancak hastalık, ihtiyarlık veya çocukluk sebebiîe âciz durumda olanlara verilir. Bunların dışındaki muhtaçlar zekâtı iş ve hizmetler şeklinde alır.
Dördüncü hakikat: Zekât mallarından aldıkla-riyle yaşayan bir kısım fakirlerin bulunması, İslâm cemiyetinin kaidelerinden bir kaide değildir. İslâm, bu meselenin tatbikatında Ömer ibni Abdülaziz devrinde örnek şekline ulaşmıştır. Çünkü, onun zamanında zekât toplanıyor, fakat toplanan zekâtı dağıtmak için fakir kimseler bulunamıyordu. Bu hususta Yahya ibni Said der ki: «Ömer ibni Abdülaziz beni, Af-nkaya ait zekâtı toplamak vazifesiyle oraya gönderdi. Gittim, zekâtları topladım, topladığım zekâtları vermek için fakirler aradık. Hiçbir fakir bulamadığımız gibi bizden onu almayı kabul eden bir kimse de bulamadık. Çünkü, Ömer ibni Abdülaziz kendi devrinde insanları zengin etmişti.»
Fakirlik veya muhtaçlık her cemiyete arız olan bir haldir. Onu karşılamak için mutlaka bir kanun lâzımdır. İslâm, zuhurundan beri devamlı olarak kendi havzasına, servet muvazenesi bozuk yeni toplumlar ilâve ediyordu. Binaenaleyh, bu cemiyetleri yavaş yavaş Ömer ibni Abdülaziz devrinde İslâmm ulaştığı örnek duruma ulaştırmak için, bu türlü kanunlar lâzımdı.
Bu söylediklerimiz zekâta ait olan bir durumdur. Asıl sadakalara yâni zenginlerin teberru ihsan olarak çıkarıp verdikleri mallara gelince, fiilen İslâm onları takrir etmiş, insanları sadaka vermeğe davet etmiş ve sadakatlar için çeşitli şekiller koymuştur. Sadaka, ana-babaya yardımdan tutun da genel olarak muhtaçlara yardıma, iyi hareket ve güzel söze ve kötülükten sukut edip uzaklaşmağa kadar uzanır.
Hiçbir kimse, insanın kendi yakınlarına iyilik ettiği zaman onların duygularına kötülük yapmış ve onlara hakaret etmiştir, diyemez. Bu ancak sevgi, karşılıklı yardımlaşma, eksikleri tamamlama ve kalbîeri ısındırmadır. Kardeşine bir hediye, veya akrablanna bir ziyafet verdiğin zaman bu hareketinle onlara hürmet ve saygı göstermiş olman gayet tabiîdir. Hiç bir zaman bununla onların hased, düşmanlık, küçüklük ve kırgınlık duygularını harekete getirmiş olmazsın.
Amma miskinlere aynî bir hibe verme meselesine gelince, onun mahiyeti Sadr-ı İslâm'daki zekâtın mahiyetidir. O zamanki hayat şartları, muhtacın yardım feryatlarını durdurmak, mahrumiyet içinde kıvrananların yardımına koşmak için, o tarzı normal bir vesile olarak kabul ediyordu. Lâkin o, değiştirilmesi ve kaçınılması mümkün olmayan yazılı tek yol değildir. Şüphesiz onun yolları pek çoktur. Sosyal hizmetler yapan müessese veya cemiyetlere, sadakaların teberru şeklinde verilmesi mümkün olduğu gibi mali hususları karşılamak için, muhtaç olan bir müslüman devlete yardım olarak vermek dahi mümkündür.
Sonra başka bir yönden de sadakanın durumu zekâtın durumu gibidir. Madem ki, cemiyette fakirler vardır, o halde onların da hayatın tadını tatmaları için çeşitli yollarla onlara yardım etmek lâzımdır. Lâkin İslâm cemiyetinde düşünülen, hiç bir vakit bir kısım fakirlerin bulunması değildir. İslâm cemiyeti örnek haline ulaştığı zaman daha evvel ulaştığı gibi- haliyle zekâttan müstağni olur. îşte o zaman ihsandan da müstağni olur. Nihayet bunun ve onun için, yeryüzünde herhangi bir cemiyetin müstağni olamıyacağı mahdut masraflar kalır. O da mücbir sebeplerden herhangi bir sebebin arız olması dolayısiyle çalışmaktan âciz olanların kefaletidir.
Bizim söylememiz lâzım gelen İslama ait en büyük hakikat, onun hiçbir vakit fakirlerin hayatını zenginlerin verecekleri ihsanlara dayamamış olduğu gerçeğidir. Devletin, âcizlerin hayatını tekeffül prensibini ve bunun, teberru ve ihsan şeklinde yapılan yardım tarzından üstünlüğünü zikretmiştik. Ayrıca îs-lâm devletinin, çalışmağa iktidarı olan her fert için bir iş temin etmekle mükellef olduğunu da zikredelim. Bir adam Peygamberimize gider, ondan kendisini yaşatacak bir şey ister. Peygamber ona bir balta ve bir de ip verir, onun dağa gidip odun kesmesini ve kestiği odunu satıp onunla geçinmesini emreder, sonunda kendisine gelmesini ve ne yaptığını haber vermesini söyler.
20. asırda hadiseleri ancak şekilleriyle görenler zannederler ki, bu meselenin ihtiva ettiği bütün gerçekler, bir balta, bir ip ve bir adamdan başka herhangi bir ilgisi olmayan ferdî bir örnektir. Halbuki, bugün hayat, muazzam fabrikaları, milyonlarca işçileri ile çeşitli ihtisas dallarına sahip muntazam bir devlet sistemi içindedir.
Bu iddialar basit bir düşüncenin eseridir. Çünkü bin sene önce Peygamberin fabrikalardan ve buna benzer iş kurumlarından bahsetmesi ve onlar için kanunlar vazetmesi matlup değildi. Eğer onu yapmış olsaydı hiçbir kimse onu anlamazdı. Çünkü, onun vazifesi ancak kanun için gerekli olan genel esasları vazetmek ve bu esaslar çerçevesinde kendisine münasip düşen tatbikatı çıkarmağı, her neslin kendisine bırakmaktı, îşte zikrettiğimiz meselede sarih esaslar vardır:
I - Devlet reisi olarak Resûlüllahın bu adama bir iş temin etme mes'uliyetini duymuş olması.
II - O günkü çevrenin tabii duruumna göre bir iş bulması.
III - Tekrar gelip kendisine durumunu haber vermeyi istemekle vatandaşa karşı olan mes'uliyetini te'-kiden ikrar etmiş olması ve dolayısiyle tatbikatın da kontrol edilmesi.
Bu mes'uliyet, siyaset ve sosyolji ilminde en yeni nazariyelerin ulaşabildiği mes'uliyettir. Fakat iradesinin dışında bir sebepten dolayı devletin, iş sahaları açmaktan âciz olduğu zamanlara gelince, işsizlerin, devlete ve cemiyete karşı haysiyyetlerini muhafaza etmeleri için ihtiyaçlarına cevap verecek miktarı Beytülmalden yardım olarak vermek suretiyle onların hayatlarını teminat altına almak da devletin vazifesidir.
[75]
Bugün Şarkta «Kadın Hakları ve Erkekle Tam Eşitlik» adını taşıyan bir fitne rüzgârı esmekte...
Kızgınlığa benzeyen bu esintinin ortasında bazı haysiyyetteii mahrum kişiler, îslâmm adiyle alay ediyorlar. Onlardan bir kısmı insanları aldatmak maksadile diyor ki:
îslâm her hususta iki cinâ arasında eşitlik esasını kabul etmiştir. Veya onlardan bazısı da cehalet veya gayretleri yüzünden diyor ki : Muhakkak İslâm kadına düşmandır, onun haysiyetini azaltır, büyüklüğünü küçümser, kişilik duygusunu yıkar, onu Jıayvaniyete daha yakın bir mertebede erkek için hissî bir meta, başka bir şey için değil, sadece üremek için bir vasıta sayar... Kadın bu durumda erkeğin yanında tâbi mevkiindedir. Erkek her şeyden ona hâkimdir ve her hususta'ona üstün durumdadır.
Bunlar ve onlar İslâmm hakikatini bilmiyorlar veya bümemezlikten gelerek bulanık suda balık avlamak isteyenlere avı kolaylaştırıyorlar, cemiyette fesadın yayılmasını ve fitnenin zuhurunu arzuluyor ve bunun için de hak ile batılı birbirine karıştırıyorlar.
îslâmda kadının gerçek yerini beyan emeden önce, Avrupa'daki kadın meselesinin tarihçesine sür'atle şöyle bir bakmamız yerinde olur. Çünkü bu, taklit yoliyle şarkı ifsat eden fitnelerin menbaidır.
Vaktile Avrupa ve bütün dünyada, kadın hesaba katılmayan bir sürü idi. Âlimler ve filozoflar, kadın hakkında şöyle münakaşa ediyorlardı:
Kadının ruhu var imdir, yoksa o ruhsuz bir yaratık mıdır? Eğer onun! bir ruhu varsa, acaba o, insan ruhu mudur, yoksa hayvan ruhu mudur?.. Onun insanî bir ruha sahip olduğu farzedüdiği takdirde o zaman, onun erkeğe nisbetle insanî ve içtimaî durumu kölenin durumu mudur, yoksa o, köleden biraz daha yüksek bir yaratık mıdır? Hattâ, Yunan'da veya Roma İmparatorluğunda olsun kadının sosyal ve haysiyyet-li bir mevkie sahip olduğu kısa devrelerde bile bu durum bir cins olarak kadına ait bir meziyyet değildi. Bu durum ancak şahsî sıfatları sebebiyle mahdut ka-. dınlara veya meclislerin süsü, aralarında öğünme ve gösteriş vesilesi olarak onları teşhir etmeğe meraklı zengin ve müsriflerin israf ve lüks vasıtalarından bir vasıta olmaları hasebiyle başkentin kadınlarına has bir durumdu.
Lâkin buna rağmen kadın, erkeğin gönlüne sevdirdiği şehvetlerden sarfı nazar ile kendi kişiliği içinde kendine has bir haysiyyete sahip olmağa lâyık ve insanî bir mahlûk gibi hiçbir zaman hakiki ihtiram mevkiine yükselemedi. !
Böylece bu durum Âvrupada kölelik ve derebeylik devirlerinde de devam etti.
O devirlerde kadın cehalet içine gömülmüş olduğu halde, bazan şehvet ve lüks oyuncağı olarak kullanılır, bazan da yiyen, içen, gebe olan, duran, hayvanlar gibi geceli gündüzlü çalışan ihmale uğramış bir yaratık olarak kendi haline terkedilirdi. Hattâ bu durum sanayi ihtilâli gelip çatıncaya kadar devam etti. Bu sefer kadına isabet eden felâket, uzun tarihinde isabet edenden daha kötü idi.
Bütün hayatı boyunca Avrupa karakteri dar ve inkarcı idi. Cömert değildi. O, yorulmağı gerektiren asillik ve gönüllü iyilik yapma seviyesine yükseleme-mişti. Yakın veya uzak, gerçek bir fayda düşüncesini ifadeden âcizdi. Lâkin kölelik ve derebeylik devirle-rindeki iktisadî vaziyetler ve zirai çevrede kölelik ile derebeyliğin icabettirdiği kütleleşmeler erkeği, kadının fazla çocuk yapmasını ister hale koydu. Çünkü bu durum, mevcut şartların gerektirdiği tabiî bir hareketti. Zira zirai çevrede imkân nisbetinde kadının evdeki basit sanatlarda da çalışması, çocuk yapma vazifesinden fazla olacaktır ki, böylece kadın bu işiyle de çocuğunun bakım masrafını ödüyordu!..
Lâkin, sanayi ve teknik ihtilâli köyde ve şehirde müsavi olarak mevcut durumları altüst etti, ailenin kuruluşunu parçaladı. Birbirine dayanma ve yardımlaşma üzerine kurulu bulunan köy çevresinden işçilerin, hiçbir kimsenin kimseyi tanımadığı ve kimsenin kimseye yedirip içirmediği, şehir çevresine gelmeleri bir tarafa, fabrikalarda çocukları ve kadınları çalıştırmak suretiyle aile bağlarını çözdü. Artık her insan kendi düşüncesi ve kendi zevkiyle müstakil hareket ediyordu. Haram yoldan cinsi arzuları tatmin işi ko-laylaşınca tabiatiyle evlenmeğe karşı rağbet ve aile kefaleti duygusu zayıflıyor veya en azından evlenme işi uzun seneler gecikiyordu.
[76]
Burada bizim önem verdiğimiz husus, Avrupa tarihini arzetmek değildir. Fakat biz sadece kadının hayatına tesir eden âmilleri serdedeceğiz.
Demiştik ki, teknik ve sanayi hareketi kadınları ve çocukları çalıştırdı. Aile rabıtalarını parçaladı ve ailenin kuruluş düzenini bozdu. Lâkin çalışmasından, haysiyy e tinden, ruhî ve maddî ihtiyaçlarından en fazla karşılık ödeyen sadece kadındı. Erkek bir yönden onun çocuk yapmasından korktu. Hattâ evli, aynı zamanda anne olsa bile kendisini beslemesi için çalışmağa icbar etti. Başka bir yönden de fabrikalar kadını en kötü bir şekilde isismar etti. Böylece onu uzun saatlerle çalıştırdılar ve aynı fabrikada aynı işi beraber yapan erkekten daha az ücret verdiler.
Bu durum nasıl meydana gelmiştir, onu sormayın. Çünkü, Avrupa böyledir!.. Avrupalı dar kafalı, inkarcı ve nankördür. İnsanın haysiyyetini, insan olması bakımından kabul etmez. Kötülük yapmaya muktedir olduğu zaman bunu kendiliğinden bırakıp da gönüllü hayır yapmaz, Allah'ın ona hidayet ve yükselme murad etmesi müstesna, tarih boyunca mazide halde ve istikbalde bu onun tabiatıdır. Madem ki, ka dınlar ve çocuklar zayıf yaratıklardır, o halde onlar: istismara ve onlara son haddine kadar zulüm yapmağa hangi şey mani olur? Şüphe yoktur ki, onu mene decek olan tek bir şey vardır, o da vicdandır. Fakat ne zaman Avrupa'nın vicdanı olmuştur ki?!.
Bununla beraber orada zulme boyun eğmeyen1 canh ve insani vicdanlar da bulunmuştur. Çocuklardan zayıf olanları müdafaa ederek kükremişlerdir Evet ancak çocukları!. Böylece İslahatçı sosyologlar^ erken yaşta çocukları çalıştırmağı, henüz gelişmekten; nasibini alamamış zayıf bünyelilerin taşıyamıyacaği yükleri çocuklara yüklemeği ve sarfettikleri enerjiye karşılık ücretlerinin az oluşunu şiddetle tenkit etm ğe başladılar. Hamleler muvaffak oldu. Yavaş yavaş! çalıştırma yaşı yükseltildi. Ücretler artırıldı ve iş sa-l atleri azaltıldı.
Kadına gelince, onun bir yardımcısı bulunamadı. Çünkü bu durum, kadına yardımcı olmak duygularının bir miktar yükselmesine ihtiyaç gösterir ki, Avrupa zaten ona dayanamaz. Onun için kadın mihnetinde devam etti. İşte böylece kadın, kendini harcıyor, - kendine bakmağa mecbur olduğu için- yaptığı istihsalin ve sarfettiği gayretin aynı olmasına rağmen erkeğin aldığından daha az ücret alıyordu.
Birinci Cihan Harbi koptu. Bu savaşta Avrupa ve Amerika gençliğinden on milyon insan ölüp gitti. Kadın bütün çirkinliğiyle beraber çalışma kasvetiîe yüz-yüze geldi. Milyonlarca kocasız kadın vardı. Bunların kocaları ya harpte ölmüştü veya sakatlanıp çalışamaz duruma gelmişti, veyayut da korku, gürültü, zehirli ve boğucu gazlar sebebile sinirleri bozulmuş, deli olmuşlardı. Bir kısmı da dört senelik hapisten sonra asabını dinlendirmek ve biraz yaşamak düşüncesile, çalışmak, yorulmak ve tahammül isteyen evlenme ve evlilik hayatı yaşamaktan kaçıyordu.
Bir başka yönden, orada harbin tahrip ettiklerini tamir ve fabrikaların çalışmasını eski haline koymağa kâfi gelecek miktarda çalışan erkek eli olmadığı için kadının çalışması bir zaruret halini aldı. Çünkü, çalışmadığı takdirde bizzat kendisi ve bakmağa mecbur olduğu çocuklar ve ihtiyarlar açlık ehlikesine maruz kalacaklardı. Kadın çalışınca da ahlâklarından vazgeçmek mecburiyetinde idi. Çünkü o gün için, kadının namuslu olması ekmeğine mâni bir kayıt durumunda idi. Zira fabrikatör ve onun adamları sadece çalışan el istemiyorlardı. Onlar bu durumu bulunma birer fırsat telâkki ederek hareket ediyorlar, böylece peşinde koştukları kuşlar şimdi aç olarak tane toplamak için- kendiliğinden yere düşüyorlardı. Artık onların bunları avlamasına ne mâni olabilirdi? AcaT ba vicdan mı?!. Ne gezer. Madem ki, zaruretlerin şevkiyle çalışmak için kendini peşkeş çekecek bir kadın vardır, o halde iş isteyenlerden ancak kendini teslim edenlere iş verme zihniyeti hâkim olmalıydı ve öyle oldu.
Mesele yalnız yemek ihtiyacından gelen açlık meselesi de değildi.
Cinsiyet beşerî ve tabiî bir ihtiyaçtır, elbete onu tatmin etmek lâzımdır. Erkeklerden sağ kalanlar evlenmiş olsa bile harp neticesinde erkek sayısındaki korkunç azalma sebebile tabiî cinsel ihtiyaçlarını tatmin etmek genç kızların imkânları dahilinde değildi.
Avrupa'nın akaidi ve dini de böyle arızi hallere karşı îslâmın koyduğu taaddüd-i zevcat gibi bir hal çaresi imkânını da vermiyordu. Böylece gıda ve cinsi ihtiyaçlarını temin etmek, lüks elbiselere, ziynet eşyalarına ve kadının ihtiyaç duyduğu diğer şeylere olan şehevi arzularını tatmin için isteyerek veya iste-miyerek erkeğin eline düşmekten başka çare yoktu.
Kadın, isteyenlere kendini teslim ederek fabrika ve ticarethanelerde çalışmakla şu veya bu yoldan arzularını tatmin etme mecburiyetinde bırakıldı. Lâkin onun esas meselesi bu sefer daha çok alevlendi. Kadının çalışmağa olan ihtiyacını fabrikalar istismar etti ve hiçbir akıl ve vicdanın hoş görmiyeceği zalimce muamelesine devam etti. Kadına aynı yerde ve aynı işte çalışan erkeğin ücretinden daha az ücret veriyordu.
Artık bir ihtilâlin kopmasından başka çare kalmamıştı. Öylesine yularsız bir ihtilâl ki," uzun asırlar ve nesiller boyunca olan zulmü parçalayabilsin.
Kadına ait ne kaldı ki, o kendini; kadınlık gururunu ve haysiyetini harcadı. Aralarında varlığını hissettiği, hayatım kendi hayatına kattığı, böylece saadet ve gurur duyduğu aile ve çocuklara olan tabiî ihtiyacından bile mahrum bırakıldı. Buna mukabil en basit bedahetin kabul ettiği tabiî hakkı olan «ücrette erkeğe eşitlik hakkı» m alabildi mi?.. Avrupalı erkek kolay kolay hâkimiyetinden vazgeçmedi. Başka bir ifade ile, doğuştan gelen enaniyetini bırakmadı. O halde bir çatışmanın vuku ve bu çatışmada kullanmağa elverişli silâhları kullanmak gerekiyordu.
Kadın grevleri, gösterişleri, toplantı ve kongre eki konuşmaları ve basını hedefine ulaşmak için birer vasıta olarak kulandı. Sonra kendisine yapılmakta olan zulmü menbamdan kesmek için mutlaka kanun yapma yetkisinde erkeğe iştirak etmesi lâzım geldiğini anladı, ilk önce seçme hakkını talebetti. Sonra tabiatile bunun arkasından gelen parlamentoda temsil hakkını talebetti. Erkeğin ilim tahsil etiği aynı yol-dan ilim tahsil etti. Çünkü o, erkeğin yaptığı işin aynını yapıyordu. Onun mantıki bir sonucu olarak, madem ki, her ikisi de aynı yoldan hazırlanmışlar ve bir tek öğrenim yapmışlar o halde, bunun mantıkî bir sonucu olarak erkek gibi devlet memuriyetlerine girmeğe hak iddia ettiler.
Bu, Avrupa'da kadının, haklarını elde etmek için yaptığı mücadelenin hikâyesidir... Orada, kadın hakları konusundaki her adım, erkek istesin istemesin kendinden sonra gelecek adımı hazırladı. Böylece dizgini elinden kaçırmış ve çözülmelerle çökmüş olan bu toplumda bizzat kadın dahi artık kendi işine kendisi mâlik değildi.
[77]
Bunların hepsine rağmen, öğrendiğiniz zaman mutlaka hayret edersiniz ki, şu ana kadar İngiltere demokrasinin beşiği Avam Kamarasında haysiyyetli kadın milletvekilleri olduğu halde devlet memuriyetlerinde çalışan kadına erkekten daha az ücret vermekte, hâlâ berdevamdır!..
Batıda kadının bir meselesi olduğu gibi, bizim tarihi, coğrafi, iktisadî akıdevi ve teşrii durumumuzun ve bunların gerektirdiği şartlar muvacehesinde, İslâm şartında da kadının yolunda savaşması gereken bir meselenin olup olmadığını anlamamız lâzımdır. Aksi halde o türlü hareketlerin bizi, eşyayı kendi gözlerimizle görmez, hakikatleri kendi aklımızla idrâk etmez hale getirdiğini ve bunların sırf taklit ve garb'a gizli kölelik arzusundan meydana gelen şeyler olduğunu bilmemiz, böylece kadın toplantılarında etrafı dolduran sahte çıkışların ancak garba o türlü yönelmeden ileri geldiğini kavramamız için îslâmda kadının durumuna dönüyoruz.
Açıkça bilinen bir gerçektir ki, İslâm nazarında kadında, erkek gibi beşeri bir ruha sahiptir.
«Ey insanlar!.. Rabbinize sığınınız ki, o sizi bir tek nefisten,yarattı, onun eşini de ondan yarattı. Sonra o ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretti.
[78]Binaenaleyh o, asıl menşe ve sonuçta kâmil vahdet, beşerî yapıda tam eşitliktir. Bilfiil bu oluşa bitişik olan hakların hepsi, bu eşitliğe terettüp eder. Binaenaleyh, kan, ırz, mal, yüze karşı alay etme veya arkadan çekiştirme, hakkında tecessüs veya insan hay-siyyet ve şerefini zedeleyen hareketler; bunların hepsi, her iki cins arasında herhangi bir seçme ve fark yapılmadan kadına verilmiş müşterek haklardır. îs-lâmda kanunlar ve prensipler herkes için umumidir.
Ey!.. İman edenler, bir kavim başka bir kavimle alay etmesin, alay edilenlerin alay edenlerden daha hayırlı olmaları muhtemeldir. Bazı kadınlar da bazı kadınları alaya almasın, alaya alınanların kendilerinden daha hayırlı olmaları muhtemeldir. Birbirinizle alay etmeyiniz ve birbirinize ad takmayınız.»
[79]
«Tecessüs etmeyiniz, yapmasın.»
[80]
Bazınız bazınızın gıybeini
Ey!... İman edenler, kendi evlerinizden başka evlere girmeyiniz, ta ki, ünsîyyetiniz ola ve ev halkına selâm veresiniz.»
[81]
«Müslümanın tamamı müslümana haramdır: Ka nı, ırzı, malı...»
[82]
Her iki cins için âhiretteki ceza da birdir : «Rab-ları onlara cevap verdi: Ben, kadm veya erkek, sizden amel eden hiçbir kimsenin amelini ve onun karşılığını zayi etmem. Sizin bazınız bazınızdandır.»
[83]
Yeryüzünde beşeri kişilik ve haysiyyeti tahakkuk ettirmek İslâm'da her iki cinse de verilmiştir. Mal mülk sahibi olmak, rehin, kiralama, vakıf, almak ve satmak, malı nemalandırmak v.b. tasarruf çeşitlerinin hepsiyle kadının tasarruf etme hakkı vardır. «Ana-baba ve akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir nasip ana baba ve akrabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir nasip vardır.»
[84]
«Erkekler için kazandıklarından bir nasip, kadınlar için de kazandıklarından bir nasip vardır.»
[85]
Burada mülkiyyet, tasarruf ve intifa hakkı meseleleriyle ilgili bulunan iki hususun yanında bir nebze duruş yaparak izahat vermek gerekir.
Medeni (!) Avrupa kanunları yakın zamana kadar kadını bu haklardan mahrum ediyor ve oraya giden tek yolu koca, baba veya velisi olan erkek yolundan geçiriyordu. Yani Avrupalı kadın îslâmın zuhurundan sonra on iki asır gibi bir zaman boyunca, îs-lâmın kadına tanıdığı haklara sahip olamamakta devam etti. Sonra kadın o haklara sahip olduğu zaman da kolayca sahip olamadı. Bilâkis ahlâkı, ırzı ve hay-siyyetini harcamak mecburiyetinde kalarak bu haklara sahip oldu. Böylece Avrupalı kadın kendi haklarını elde etme yolunda en değerli varlıklarını harcamağa icbar edildi. Onun bu duruma düşmesi ne iktisadi zarurete boyun eğmekten ve ne de insanlar arasında dönen mücadeleyi yakinen bilmemesinden idi. Avrupalı kadın, îsîâmın kadına gönüllü olarak verdiği haklara sahip olmak yolunda ter, kan ve göz yaşı akıtmağa muhtaç ve kendi öz haklarını zalim Avrupalı erkeğin elinden zorla almağa mecbur idi.
îkinci mesele, genel olarak garplılar ve hassaten komünistler beşerî oluşu, iktisadi oluştan ibaret şayiyor ve sarahaten diyorlar ki, kadın için bir hürriyet yoktur. Çünkü o mâlik olma sıfatmı haiz değildir veya sahip olduğu şeyden tasarruf hakkı yoktur. O, iktisadî bakımdan istiklâle kavuştuğu zaman ancak insani bir yaratık olmuştur. Yani kadın, kendisiyle yaşayabileceği, tasarruf edebileceği, erkekten müstakil olara közel bir mülke sahip olduğu zaman ancak insan olmuştur.
Bu dar hudut ile beşerî oluş ve yapıyı tahdit etmeği ve onu iktisadî bir araz olacak kadar düşürmeği inkârdan sarf-ı nazar ederek prensip bakımından iktisadî istiklâlin, duyguların tekvininde ve kişinin var olma duygusunu geliştirmede özel bir tesiri olduğu hususunda onlara muvafakat ederiz.
Ancak bu konuda kadına, müstakil iktisadî yapıdan vermiş olduğu hak ve hüriryetlerle iftihar etmek îslâmm hakkıdır. Zira îslâmda kadın vekâletsiz olarak kendi kendine mal sahibi olur, malında tasarruf eder ve ondan faydalanır, cemiyette vasıtasız muamele yapar. İslâm, sadece mülkiyyet meselesinde kadının kişiliğini gerçekleştirmekle yetinmedi, belki hayatiyle ilgili en mühim meselesi olan evlenme işinde de onun gerçek kişiliğini kendine kazandırdı. Binaenaleyh kadının rızası olmadan evlenmesi caiz olmaz ve o izin verinceye kadar akit tamamlanmaz. «İstişare edip fikrini almadan dul kadınla evlenme veya onu evlendirme! İzni ve arzusu olmadan bakire kızla da evlenme veya onu evlendirme! Umumiyetle kızların izni, sükûtudur
[86]Eğer kadm muvafakat etmediğini ilân ederse akit bâtıl olur.
îslâmm dışındaki cemiyetlerde, kadm istemediği bir evlenmeden kaçmak için bir takım dolambaçlı yollara baş vurmak mecburiyetinde idi. Çünkü o, ne şeran ne örfen onu redde mâlik değildi. Lâkin islâm bu mühim hakkı, istediği zaman kullanabilmesi için kadına verdi. İlk bakışta görülür ki, hali hazırda içnv de yaşadığımız taklitler atmosferindeki sosyal ve iktisadi şartlar muvacehesinde bu hak bir hayalden ibarettir. Lâkin İslâm kendi nizamına karşı koyan ve onun ahkâmım tadil eden şeylerden mes'ul değildir. Sadr-ı îslâmda İslâm kadını bu hakları kullanmıştır. Şeriatın vâzıı Resûiüllah bu haklan ikrar eylemiştir. Halifeleri de ikrar etmiştir. Biz bugün, gayri İslâmî bir esasa dayanan iktisadî, içtimaî ve diğer kuruluşların hepsinin izalesini ve hakların tatbikini istiyoruz
[87]Hattâ İslâm kadına, kendi kendini evlendirme hakkım da verdi ki bu, Avrupanııı ancak 20. asırda ulaşabildiği ve eski çürümüş taklitlere karşı muazzam bir zafer saydığı şeylerin en yücesidir.
Cehalet ve karanlığın kapladığı devirlerde îslâmm beşeri yaradılış ve kişiliği takviye eden âmillere karşı verdiği önem ve takdir öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki, ilmi ve öğrenmeği hayati bir zaruret itibar etmiş, bilgili olmanın insanlardan mahdut bir taifeye değil ,her ferde lâzım olan zarurî bir ihtiyaç olduğunu beyan etmiştir. Böylece İslâm, öğrenme hakkını herkese eşit olarak sağlamış, hattâ onu İslâm yolu esasına göre Allaha imandan bir rükün ve bir fariza kılmıştır Yine burada İslâmın, tarihte kadına beşeri bir yaratık olarak bakan, bilgili olmadıkça insanî yapısının unsurlarını tamamlayamıyacağını ve bu hususta yani öğrenme işinde durumunun tamı tamına erkeğin durumu gibi olduğunu kabul eden ilk nizam olmakla iftihar etmesi hakkıdır. Çünkü İslâm, ilim tahsilini erkeğe bir fariza kıldığı gibi kadına da bir fariza kılmıştır. Yakın zamana kadar Avrupa bu hakkı inkâr eder, ancak zaruretlere boyun eğerek ona cevap vermekte devanı ederken İslâm; kadını, bedeni ve ruhu ile hay-vaniyyetten kurtarıp yükselttiği gibi akliyle de yükselmeğe çağırmıştır.
İşte İsîâmm kadını yüceltmesi bu seviyeye ulaşmıştır. Gurur ve azamet taslama imkân ve kudretine sahib olanlar da dahil hiç bir kimse «Bu meselelerin hepsinde îslâm in görüşü, kadının ikinci derecede bir yaratık olduğu veya varlığında bir başkasının vücuduna tâbi bulunduğu veya onun hayattaki vazifesinin değersiz bir vazife olduğu esasına dayanır.» diyemez. Eğer durum böyle olsaydı, İslâm, kadının eğitim ve öğretimiyle ilgilenmezdi. Öğretim bizzat kendi başına özel delâleti olan bir meseledir, Bu mesele başka bir şeye muhtaç olmaksızın kadının îslâmdaki hakiki yerini takrir ve tesbit etmeğe kifayet eder. Bu durum ise kadının insanlar ve Allah katında müker-rem bir yaratık olduğunu gösterir.
Lâkin îslâm insan olmaktaki tam eşitliği, herkes arasında müşterek beşeri bir tabiat ve yapıya bağlı olan hakları müsavi olarak takririnden sonra hak ve vazifelerin bir kısmında kadınla erkek arasında bazı ayırımlar yapar, işte buracıkta kadınlar birliğinin, onlarla beraber olan yazarların, ıslahatçıların ve gençlerin koparacakları en büyük yaygara ve gürültü kendini gösterir. Onların bu davetleriyle ne derece ıslâhı istediklerini, haddizatında kadının haklarını müdafaayı değil de, toplantılarda ve yolda, kadını kolay elde edilen bir şey olarak bulmağı ne kadar arzuladıklarını Allah bilir!
[88]
İslâmın erkekle kadın arasına ayırdığı konuların etrafında dolaşıp tafsilâtına girmeden önce, ilk olarak meseleyi hakiki cevherine yani, fizyolojik, biyolojik, ve psikolojik asıllarına döndürmemiz, ondan sonra İslâmın görüşünü arzetmemiz icabeder.
Her iki yaratık bir tek cins midir? îşte bunlar, konunun düğümü yani anasıdır. Eğer kadınlar kongresi, onların tarafını tutan yazarlar, ıslahatçılar ve gençler demek isterlerse, kadın ile erkek arasında fizikî yapıda, vicdanî kişilikte ve hayatın biyolojik vazifelerinde ayrılık yoktur. O zaman onlara cevap vermek gerekmez ve gerekse de mümkün olmaz. Eğer bu türlü ayrılıkları ikrar ederlerse işte o zaman konuyu münakaşaya elverişli bir vasat ve zemin var demektir.
El-însan Beyne'l - Maddiyyeti Vel-îslâm» adlı kitapta cinsiyet problemi ile ilgili uzun bir bölümde iki cins arasındaki eşitlik meselesini münakaşa ettim. Burada ondan bazı fıkraları nakletmekte bir beis görmüyorum.
«...Vazife ve gayelerdeki bu kesin anlaşmazlığa tabî olarak ve temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere erkek ve kadının tabiatı birbirinden ayrılmıştır. Hayat, mümkün olan bütün kolaylıklarıyla erkeğe imkânlar vermiş ve vazifesine uygun nitelikleri ona bahsetmiştir. Böylece erkek ve kadm tabiat birbirinden farklı durumlar arzeder
«Onun için, iki cins arasındaki mekanik eşitlikten bahseden bu hezeyanın nasıl ölçüleceğini bilmem! Şüphe yoktur ki, insanlıkta eşitlik tabii bir hak ve ma'-kul bir istektir. Kadın ve erkek her ikisi birden insanlığın iki yarısıdır veya meşhur bir efsanenin de işaret ettiği gibi kadın erkek elmanın iki yarımından her biridirler. Fakat hayat vazifelerinde ve o vazifelerin yolundaki eşitliğe gelince, bu hususta yeryüzünün bütün, kadınları onu istemiş'olsa, onun için kongreler ak-detse ve kararlar çıkarsa bile onu tatbik etmek nasıl mümkün olur?...»
«Acaba eşyanın tabiatını değiştirmek, gebelikte, doğurmakta ve emzirmekte erkeği kadına ortak yapmak bu toplantıların ve onların aldıkları kararlarm imkânı dahilinde midir?»
«Ve acaba orada bedeni ve ruhi özel bir keyfiyet olmaksızın biyolojik vazifenin bulunması mümkün müdür? İki cinsten birisinin gebelik ve emzirme ile hususiyyet taşıması, bu cinsin duygu, temayül ve fikirlerinin özel bir nizam içinde, bu büyük hâdiseyi karşılamağa, onun devamlı istekleriyje beraber yürümeğe hazır olmasını icab ettirmez mi?
«Muhakkak ki, asil duygular Ve yüksek hareketlerden devamlı bir yorgunluk, sabır ve tahammül gibi çocuğu korumak ve ona karşı vazifesini yapmaktaki sonsuz dikkatten ihtiva ettiği vasıflarla birlikte analık; gebelik ve emzirmeğe ait olan cismi nitelikten başka asabı, ruhî ve fikrî bir niteliktir. Aslında erkek ve kadın her biri diğerinin tamamlayıcısı ve birbirine karşı muvazene unsurudur. Şöyle ki ikisinden birinin bulunmadığı yerde acaip bir sapıklık olur.»
«Temayüldeki bu lâtif incelik, vicdandaki bu süratli infial, duygulardaki bu kuvvetli heyecan; bunların hepsi fikri tarafı değil hissi tarafı harekete geçiren, daima taşmağa hazır olan, ilk dokunmada derhal coşan menbadır. Bunların hepsi analığın icapîa-nndandır. Çünkü çocuğun ihtiyaçlarına cevap vermek, bu hususta faydalı olup olmamağı düşünmeğe muhtaç değildir. O ancak düşünmeyen, fakat süratle çağ-lıyan ve çocuğun arzularına derhal cevap verecek olan hislerle dolu bir temayüle muhtaçtır.»
«İşte bunların hepsiyle birlikte, aslî vazifesine ve çizilmiş hedefine doğru devam ettiği zaman ancak kadına en doğru hayat tarzı verilmiş olur.»
«Erkeğe gelince, o başka yönden başka bir vazife ile mükelleftir. O, başka yoldan vazifesine başka bir tarz ile hazırlanmıştır."
Erkek dışarda hayat mücadelesini yapmakla mükelleftir. Bu mücadele, ormanda vahşilerle savaşmak, yerde veya gökte tabiat kuvvetleriyle uğraşmak, hükümet nizamı ve kanunlariyle karşılaşmak olsun, müsavidir. Bunların hepsi gıda elde etmek, kendi kişiliğini, ailesini ve çocuklarını düşmandan korumak içindir.»
«Bu vazife sadece coşan bir menba şeklinde temayüle muhtaç bir vazife değildir. Belki de.bazı hallerde hissi temayül erkeğin vazifesine fayda vermez, zarar verir. Çünkü bu temayül en kısa lâhzalarda bile tenakuzdan tenakuza geçer. Bir an dahi bir tek yön üzerinde sabretmez, bir tarafa yönelmişken derhal başka bir hedefe döner. îşte bu değişen ve halden hale geçen karakter, sadece analık ihtiyaçlarına uygundur. Böylece bu hareket tarzı tatbikatta uzun bir müddet bir tek şekil üzerinde sebat etmeğe muhaç olan plânlı bir hareketi yapmağa elverişli değildir. Buna elverişli olacak ancak fikirdir. Tabiatiyle fikre dayanan hareket bir işte tedbir almağa, tatbikatından önce başlangıç ve sonuçlarını hesaplamağa daha çok elverişlidir...»
«Fikri davranış, iş ve hareket emeîiyle coşan ve fışkıran temayülden daha yavaştır. Bu fikri çalışmadan beklenen, ihtimal ve akıbetleri takdir etmek, varılması istenilen hedefe ulaştıracak olan prensiplerin en münasibini hazırlamak için gereken ölçülü sür'ati temin etmektir. Hiç bir zaman gaye, sadece ele geçmiş bir avı yakalamak veya bir âlet icat etmek veya iktisadî bir plân vaz'etmek veyahut da hükmün siyasetini yapmak, harp veya sulha karar vermek gibi işlerin eşitliği değildir. Bunların hepsi tefekküre ve harekete (aksiyona) muhtaç işlerdir. Hissî temayülün sür'atle halden hale geçmesi bunları ifsat eder.»
«Onun için erkek, doğru hedefine doğru yürüdüğü zaman hak yolundadır.»
«Bu ifade, kadın - erkek arasındaki ihtilâf çeşitlerinden çoğunu açıklar. Meselâ niçin erkek işinde sebatkârdır, ruhundan ve düşüncelerinden en büyük tarafını işine verir? Halbuki, kadın çocuklar gibi, his meydanlarında dolaşır durur. Kadın erkeğe karşı sevgi alâkasında kararlı olduğu ve erkeğe döndüğü zaman sanki onun kişiliğinin tamamı hareket eder. Fakat o sıraad bile plânlar hazırlar ve şartları tertip eder. îşte kadın bu durumda görüş ve dikkat bakımından erkekten daha kuvvetlidir. O, uzun mesafeler için hedefler çizer ve devamlı olarak kendi gayelerini öne sürmeğe çalışır. Bununla beraber^ hastabakı-cılık, öğretmenlik ve dadılık gibi kadınlık tabiatından bir cüz'e cevap veren şeylerin bulunduğu işler müstesna, çalıştığı işte yararlı olamaz. Amma ticarethanede çalıştığı zaman, orada erkek aramak suretile hislerinin bir cüz'ünü tatmin eder. Lâkin bu işlerin hepsi, kadınlığa ait asıl vazifesinden müstağni kılmayan geçici ve değişik şeylerdir. Kadında asıl oları karakter, bir erkeğe, eve ve çocuklara ya'ni aileye sahip olmaktır. Eğer dışardaki işini bırakma fırsatı eline geçerse şüphesiz kendini evine hasreder. Ancak mala olan ihtiyaç gibi kahredici bir engelin öne geçmesi hali müstesna.»
«Lâkin bunun mânâsı, iki cins arasında kat'î ve esaslı bir ayrılık bulunduğunu söylemek değildir. Yine bunun mânâsı, onlardan herbiri diğerinin işine - her ne suretle olursa olsun - selâhiyetli olmaz demek de ğedüdir.»
«... Öyle ise iki cins, karışık ve birbirinden farklı nisbetleri yüklü olarak yaratılmıştır. Eğer idareciliğe ve hâkimliğe veya ağır şeyleri kaldırıp taşımağa veya harp ve öldürüşmeye selâhiyetli bir kadm varsa... Eğer yemek pişirmeğe ve evi idareye veya inceden inceye çocuklara bakmağa ve onları muhafazaya kadın olmağa elverişli bir lâhzada tenakuzdan geçen temayüllerile pek çabuk hal ve tavır değiştiren bir erkek bulunursa, bunların hepsi tabii bir şeydir. Her cinsin yapısında, her iki cinse ait unsurların karışmış olmasının doğru neticesidir. Lâkin o, çözülmüş garpta ve bozulmuş şarkta zihinleri karıştıran, bu iki cins arasındaki benzerliğe yakıştırmak istedikleri sahte delâletten uzakür. Meseleyi kendi aslında olduğu gibi şu şekil üzere koymak icabeder: Kadının yapmağa selâhiyetli olduğu bu işlerin hepsi, onun tabiî vazifesi üzerine ek bir şey midir ki, bu asli vazifesinden, ya'ni onu ev, evlât ve aile istemekten müstağni kılsın? Cinsi arzu ve cismî ihtiyaçtan zarf-ı nazar edildiği takdirde evde bir erkeğin bulunması, kadını, erkek talebinden müstağni kılar mı?;..»
[89]
Şu halde şimdi erkekle kadının tabiatleri arasındaki ayrılığın hakikatini serdetmiş (ortaya koymuş) bulunuyoruz. Bundan sonra İslama göre, ikisi arasındaki ayrılıkların yerlerini tâyin ve tetkike dönelim.
Şüphesiz îslâmm en büyük meziyeti, onun tabii bir nizam olmasıdır. Bu nizam daima beşerin fıtratına değer verir, onunla çatışmaz ve onun tabiatından uzak düşmez. Bu nizam insanları, tabiatlarını terbiye etmeğe ve yükseltmeğe çağırır. O hususta hayal ve rüyaya yaklaşan örneklere kadar varır. Lâkin onu terbiye hususu da tabiatları bozmağa çağırmaz. Hatta değişmenin imkânları ve bunun insanlağm hayatı için faydalı olacağı üzerine durmaz. Ancak İslâm,, beşeriyeti hayırlara ulaştırmağa kaadir olacak en üstün sistemin, terbiye ve zaruret baskısından kurtulup asil ve gönüllü iş yapma seviyesine ulaşmakla beraber, fitratle yürümeğe uygun ; düşen sistem olduğuna inanır.
İslâm, erkek ve kadın meselesinde, beşerin fıtratını (yaratılışını) bilen ve anlayan pratik yol üzerinde yürür. Böylece, fıtratın doğru mantığına uygun eşitliğin mümkün olduğu yerde iki cins arasında eşitlik kurar ve yine fıtratın doğru mantığına göre farkın bulunduğu yerde ikisinin arasını ayırır. Şimdi tefrik mahallerinin en önemlisine bakalım:
Bu da iki meseledir
a) Mirasın taksimi,
b) Kıvame meselesi Cher türlü idarede selâhi-yet sahibi olma durumu).
a) Miras meselesinde İslâm der ki: «Erkeğin hissesi, iki kadının hissesi kadardır.»
[90]Bu doğrudur. Çünkü islâm, harcamakla ancak erkeği mükellef kılar. İslâm kadının kendine ait mallarından, kadının-şahsı ve süs ihtiyacından başka şeylere harcamasını emretmez (Kadının aile efradına bakacak tek sorumlu olma durumu müstesna, akrabalık derecesi uzalc olsa bile kendine akraba olan bir erkek varsa o, kadına bakmakla mükelleftir. Eve bakmak mecburiyetinde bulunması ise nadir hallerdir.)
O halde mutlak eşitlik çığırtkanlıklarının iddia ettikleri zulüm nerede? Şüphe yoktur ki, mesele ne temayüller ne de iddia meselesidir. Sadece bir hesap meselesidir. Kadın* -Bir topluluk olarak- sadece kendine sarf etmek için veraset yoluyla intikal eden servetin üçte birini alır. Erkek ise, ilk önce kadına, sonra aile ve çocuklarına sarf etmek için miras servetinin üçte ikisini alır. Hesap ve rakamlar mantığı ile düşünüldüğü zaman iki taraftan hangisine daha fazla isabet eder? Bütün servetlerini kendi şahıslanna harcayan, ne evlenen ve'ne de bir aile kuran bazı erkeklerin bulunması gibi bazı kaide dışı haller varsa bunlar nadir örneklerdir. Bunlar dahi ellerindeki servetin çoğunu gayri meşru yoldan yine kadınlara sarfederler. Tabii olan hareket, erkeğin servetini, gayrimeşru yollara değil, içinde kadın bulunan bir aileyi kurmağa harcamasıdır ki, o kadın da onun zevce-sidir. O vakit erkek kadınına kendi tarafından gönüllü bir hareket olarak değil, sorumluluğu gerektiren bir vazife olarak harcar. Her ne kadar kadının özel serveti olsa dahi erkeğin ondan bir şey alması kafi surette doğru değildir. Ancak ikisi arasında karşılıklı olgun bir rıza bulunduğu zaman müşterek sair fiyyat yapabilirler. Sanki, kadın hiç bir şeye mâlik değilmiş gibi itibar olunur ve ona bakmak erkeğin vazifesidir. Erkek harcamaktan vaz geçtiği veya sahip bulunduğu malî durumuna nisbetle sarfiyyatta cimrilik ettiği zaman kadının erkeği şikâyet etmesi hakkıdır. Bu durum karşısında şeriat kadının lehine olarak ya nafaka veya ayrılma ile hükmeder. Bu izahlardan sonra servetin mecmuundan kadının nail olduğu hakikî miktarda artık bir şüpheniz kaldı mı? Kadının mükellef olmadığı vazifelerle mükellef olan erkeğin mirastan, iki kadının hissesi kadar hisse alması iktisadi ölçülere göre acaba hakiki bir imtiyaz sayılır mı? Kaldı ki bu nisbet emek sarfetmeksizin miras olarak gelen maldadır. Bu ölçü ise beşeriyyetin bugün ulaşmış olduğu en âdil kanuna göre taksim ölçüsüdür. İşte o «Herkese ihtiyacı kadar» prensibidir. İhtiyaç ölçüsü ise, yapmakla mükellef olduğu vazife ve mesuliyeterin gerektirdiği sarfiyat nisbetidir. Kazanılan mala gelince, ne iş mukabilinde alman ücretlerde, ne ticaret kazancında ve ne de arazi ve benzeri mülklerin akar ve gelirlerinde kadın ile erkek arasında ayırım yoktur. Çünkü bu husus emek ve karşılık arasında eşitlik prensibi diye ifade edilen başka bir ölçüye tâbidir. O halde îslâmm bu ölçüsünde ne zulüm vardır ne de bir şüphe vardır. Müslümanlardan avam sınıfının anladığı ve kötü niyetli İslâm düşmanlarının dediği gibi bu meselenin aslı, hiç bir vakit, îslâmda kadının kıymeti erkeğin kıymetinin yarısıdır, şeklinde değildir. Bu iddianın doğru olmadığını rakamların hesabiyle gördük.
[91]
İki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine eşit itibar olunması da, hiç bir vakit kadının erkeğin yarısına eşit olduğuna delil olamaz. Çünkü, bu, sadece şahitlikte yâ'ni her ürlü teminatın bulunmasına önem verilmiş olan hukukî sahada bir icraattır. Bu şahitlik isterse itham olunanın aleyhine, isterse lehine olsun farketmez.
Malumdur ki, kadın, tabii temayülleri sebebiyle çabuk heyecanlanan ve merhamet tarafı gaalip olan; dâvanın şart ve sebeplerinin tesiri altında kalması mümkün olup böylece haktan sapması ihtimallerini üzerine çeken bir tabiata mâlikir. îşte bu sebepten dolayı kadının şahitliğinin tam olması için yanında başka bir kadının bulunmasına önem verilmiştir. «İkisinden birinin sapması muhtemeldir, işte o sırada onlardan birinin diğerine hatırlatması icabeder.»
[92]
Lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacağı şahıs, şahit kadının kıskançlığını celbedecek güzel bir kadın olabilir. Veya tabii iç güdülerini ve analık şefkatini harekete getiren bir genç olabilir... Kendisinde bu temayüller buluann kadının iradeli veya iradesiz olarak yanlış yola sapması mümkündür. Lâkin bir mecliste iki kadın bulunduğu zaman birisinin gizlediğini diğerinin açığa vurması tabiî, bunun aksine olarak sahte ve uydurma bir konuda ikisinin birden ittifak etmeleri cidden nadir hallerdendir. Bununla beraber kadının "bilgili sayıldığı sahalarla kadınlığa ait işlerde bir kadının şehadeti de muteberdir.
[93]
Kıvame (Sarf, himaye ve idarede erkeğin kadına hâkimiyeti, aile reisliği) meselesine gelince, o kadınla erkek arasında teessüs eden bu ortaklığın ve ondan meydana gelecek olan nesil ile onlara ait mes'uliyet-lerin genel idaresi kendisine verilecek bir âmirin aile müesses esimde bulunmasını gerektiren zaruretlerdir. . İnsanlar bütün tanzim ve idarelerinde mutlaka mes'ul bir reisin bulunması lâzım geldiği kanaatine varmışlardır. Aksi halde bütün açıkhğiyle keşmekeş ortalığı kaplar, böylece hüsran herkese şâmil olur. Şimdi ailede mes'uliyet bakımından üç durum farzoluna-bilir:
1 - Erkeğin mes'ul amir olması,
2 - Kadının mes'ul âmir olması,
3 - Her ikisinini de âmir durumda bulunması.
Evvelâ, üçüncü şıkkı uzak addederiz. Zira tercü-beler isbat etmiştir ki, bir işde iki reisin bulunması, o işi başsız, yâ'ni başı boş bırakmaktan daha fazla kötülüklere sevkeder. 3u konu da gökyüzünden ve yerden bahisle Kur'an-ı Mübin der ki: «Eğer yerde ve göklerde Aîlahtan başka ilhâlar bulunsaydı, ikisinin de nizamı mutlaka bozulurdu.»
[94] «O zaman her ilâh yarattıklarını alıp götürür ve onların bazısı diğerleri üzerine saldırırdı.»
[95] Bir an için var olduğu düşünülen ilâhlar arasında vaziyet böyle olunca, acaba değersiz bir yaratık olan insanlar arasında durum nice olur? Düşünün!..
Psikoloji, birbirlerine baş olmak iddiasiyle çekişme halinde bulunan ebeveynin elinde yetişen çocuk-; ların temayül ve karekterlerinin mutlaka bozuk olacağını ve ruhlarında pek çok ukde ve ıztıraplarm bulunacağını tesbit emiştir.
Geriye ilk iki ihtimal kaldı. O ikisinin incelenmesine başlamadan önce şu suali soralım:
Bir çok mes'uliyetieri ile beraber aile reisliğine ve kumanda vazifesine iki taraftan hangisi daha lâyıktır, fikir kaynağı olan akıl mı, yoksa temayüller men-baı his mi?
Tabiatiyle sorunun fazla yorulmağa ihtiyaç göstermeyen cevabı, kumandaya lâyık olanın, akıl oldu-" ğudur. Çünkü çok defa düşünceye zarar vermeden insanı doğru yoldan saptırmadan heyacanlardan uzak olarak işleri tedvir eden, akıldır. O halde münakaşaya mahal kalmadan mesele hallalmuştur.
Zira, erkek, heyacanlı tabiatiyle değil, düşünen, mücadele yapmağa muktedir, sinirleri mücadelenin netice ve mesuliyetlerini yüklenmeğe mütehammil olarak yaratılmış olması hasebiyle eve ve aileye reislik işinde kadından daha elverişlidir. Hattâ bizzzat kadın da, kendisine itaat eden ve arzularına boyun eğen erkeğe saygı göstermez. Çünkü kadın, yaratılışı icabı o türlü erkeği küçümser ve ona hiçbir suret ve şekilde itibar etmez. Eğer bu davranış, damgasını şuur altında bırakan ve habersizce kadının duygularını niteleyen eski terbiyenin tesirindendir, denirse cevaben deriz ki, işte tamamiyle erkeğe eşit olduktan ve kendisinin müstakil oluş ve hassasiyeti bulunduktan sonra Amerikan kadını bu eşitlik haklarından vaz geçti ve dönüp kendini erkeğe teslim etti. Böylece neticede erkeğe iîân-ı aşk etmeğe, erkeği memnun etmek için ona karşı lûtufkâr davranmağa, erkeğin kuvvetli adalelerini ve geniş göğsünü temaşa etmeğe, sonra kendine nisbetle onun kuvvetli ve üstün olduğunu anlayınca erkeğin kucağına kendine atmağa başladı.
Her ne kadar kadın evliliğin ilk zamanlarında çocuklardan ve onların vücudu ve sinirleri yıpratan terbiye külfet ve m es'uliy etlerinden uzak iken emrinin nafiz olmasına can atarsa da, o meşguliyetler gelip çattığı zaman sür'atle bundan vazgeçer. îşte o zaman kadın, fikir ve düşünce stokunda annelik sorumluluğundan daha fazlasına tahammül edecek kuvvet ve kudreti bulamaz.
Bunun mânâsı hiç bir vakit erkeğin, kadının veya evin idaresinde diktatörlük etmesi değildir. Sorumluluğu hakkiyle yüklenen aile reisi hiçbir zaman istişare ve yardımlaşmayı ortadan kaldırmaz. Zira muvaffak aile reisliği, ancak karşılıklı tam anlaşma ve devamlı sevişme üzerine teessüs eden reisliktir. îslâ-mm bütün emirleri ve aile yuvasında bu ruhun icadını, anlaşmazlık ve ayrılıklara karşı anlaşma ruhunun galib gelmesini hedef tutar. Kur'ân-ı Kerim buyurur ki: «Onlara iyilikle muamele edin.»
[96] Rasülüllah der ki: «Sizin en hayırlınız, ehline (ailesine), en çok hayırlı olanmızdır.»
[97]
Böylece İslâm, erkekteki iyilik ölçüsünü, ailesine karşı muamele tarzında arar. Bu ise delâleti doğru bir ölçüdür. Hiçbir normal erkek hayat ortağına kötü muamele etmez. Ancak içte ya'ni ruhundaki iyilik yapma düzenini bozan veya onu iyiliğe koşmaktan alıkoyan çeşitli sapıklıkların yerleşmiş olması buna sebep olur.
Lâkin, aile içinde, karı-koca arasındaki kanuni münasebetler bir takım izaha muhtaç şüphelere mevzu olmaktadır. Bu şüphelerin bir kısmı, kadının erkeğe karşı sorumlu olduğu vazifelerle ilgilidir. Bir kısmı da boşanma ve birden fazla evlenme konulariy-le ilgilidir.
Een inanıyorum ki, evlenme meselesi büyük çapta şahsi bir meseledir. Her teamülde olduğu gibi iki taraftan birine has olan şahsî seçkinliklere, ruhi, aklî ve cismi özelliklere dayanır ki, bu durumda onu herhangi umumî bir kanunla bağlamak cidden zor olur. Anlaşma ve kaynaşmanın hâkim olduğu bir havanın mevcudiyetinin, mutlaka eşlerden her birinin diğerine karşı evliliğin temel prensiplerini gözetmesinden ileri gelmesi zaruri değildir. El ve dil kavgasını aşan çetin bir mücadeleden sonra ancak karı koca arasında sevgi ve insicamın kuvvetlendiği, çoğu zaman bir kısım evlilerden işitilen şeylerdir, Anlaşmazlık ve uyuşmazlıktan doğan bir durum mevcut oldu-._ ğu zaman buna erkeğin kabalığı veya kadının serkeşliğinin sebeb olması 'da şart değildir. Çok defa evli iki eşten işitilir ki, onlardan her biri hadd-i zatında insanlığa örnek olabilecek olgun kimselerdir. Fakat mizaçları uyuşmaz. Bundan mütevellit her biri, aralarında anlaşma imkânının yolduğuna yanarak ağlarlar. Fakat yine de anlaşmazlar.
Buna rağmen evlenme işine hükmeden genel bir kanun bulunması şarttır. Hiç bir nizam bu hassas mesele için, en azından tecavüz edilmesi doğru olmayacak genel hudutlar çizen, sonra şahsî tekâfülü bu hu-dular arasında hükmeder halde bırakacak olan bir kanun vazetmeden beşerin hayatı ile ilgili hususları tam olarak ihata ettiğini ilân etmeğe kadir olamaz. Tabiîdir ki, biz birbirimiz sevip anlaştığımız müddetçe de kanuna sığınmayız.
Başarılı evlilik ne kanunun maddelerine istinat eder ne de onun hükmüne girer. Eşlerden hiçbiri kendi kendine kanun böyle olmamı gerektiriyor, mutlaka onu yapmalıyım, yoksa onun emirlerine muhalefet olur, demez. Muvaffakiyet ancak -söylediğimiz gibi ekseriyetle- mizacın uygunluğundan, elmanın iki yan sim ıı birbirine tıpatıp gelmesinden ve eşlerden birinin diğerine olan aşk ve sevgisinden meydana gelir. Evlilikteki bu basan iki kalbi bir gaye üzerine toplayan sevgiden ileri gelir. Bu gaye bazan birine veya her ikisine nisbetle «âdil» olmayabilir. Bazan da normal duruma nisbetle ters düşmüş olabilir. Fakat bunların hepsine rağmen sevgi, istenilen maksadı sağlamakta yeter derecede istikrara sahiptir.
Lâkin biz ihtilâfa düştüğümüz zaman kanundan dem vurur ve anlaşmazlığı gidermesi ümidi ile onun nasslarına müracaat ederiz.
Kanundan beklenen gaye hasımlarından birini diğerinin hesabına kayırmaması, âdil bir kanun olması ve imkân nisbetinde vukuu muhtemel hallerden geniş bir sahayı içine almasıdır.
Her ne kadar ben, hiç bir kanunun her hali içine almasına veya onun harfiyyen tatbikinin her durumda' salih ve âdil olacağına imkân bulunmadığını tekrar ediyorsam da...
Kadını ilgilendiren vazife ve sorumluluklar yönünden îslâm kanununa bir göz atalım. Çünkü şikâyet konusu ve şüphe savurma yeri sadece o'dur. Bu hususta bizce mühim olan üç şeydir:
Hadd-i zatında onlar acaba ağır sorumluluklar mı? Yoksa karşılıksız tek araflı sorumluluklar mıdır?
Acaba onlar istediği zaman kadının yakasını kurtarmağa mâlik olmadığı ebedî mükellefiyetler midir?
[98]
1- Her istediği zamanda yatakta kocasına itaat etmek,
2- Kocasının yatağına kimseyi almamak,
3- Evinin ve kocasının esrarını muhafaza etmek.
Birinci meselenin vuzuh kesbetmesi için biraz sa-rahata ihtiyaç vardır. Bundaki hikmet açıktır İş ve istihsal ile ilgili diğer vazifelerine başlayabilmek, buhran ve ıstırapların sarsmadığı sinir sistemiyle hayatın güçlüklerini karşılayabilmek için erkeğin cismi tabiatı toplanıp sıkıştırdığı zaman cinsî yükünü boşaltmağa zorlar. Ekseriyyetle gençlikte daha fazla cinsel arzu vardır, her ne kadar kadın erkeğe nisbetîe daha istekli ve o hâdiseye bütün cismiyle iştirak ediyorsa da!
[99]Haliyle evlilikte dikkate alman husus ruhi şahsî içtimai ve iktisadî ihtiyaçların yanında cinsî ihtiyaçların da giderilmesi meseledir.'
Cinsi arzusu kendini zorladığı ve sinirlerini meşgul ettiği sırada, eğer kadın erkeğin arzularım is'af eder durumda olmazsa, o zaman erkek ne yapar? Evin dışında kötülüğe mi baş vurur? Buna ne cemiyet müsaade eder, ne de kadın, erkeğinin ruhu ve cismiyle başka bir kadına iltifat etmesine razı olur. Ne olursa olsun, kadın için bu, tahammülü güç bir ihanettir.
Kocası çağırdığı zaman gönlü olmayan kadının durumu üç şıktan hali olamaz:
1- Birleşmeye tahammül edemiyecek derecede, kocasından nefret ediyor olması,
2- Kocasına karşı bir sevgisi olmasına rağmen, geneî olarak cinsî temastan nefret etmesidir ki, bu normal olmayan psikolojik bîr durumdur. Fakat maalesef bazı kadınlarda mevcut bir haldir.
3- Temastan nefreti yok, kocasına karşı sevgisi de var, fakat o anda isteğinin olmaması.
Birinci hal belli bir vakit ve belli bir işle ilgili olmayarak devamlı bir durumdur. O öyle bir haldir ki, orada evlilik bağlarının bekası ümit edilemez. Bilâkis ayrılmağa doğru normal yolunu alması daha iyi olur. Biraz sonra geleceği gibi îslâmda kadın, birden fazla yoldan bu imkâna sahiptir.
İkinci hal devamlıdır. Bu da kocanın talebinde ısrar emesinden doğan bir durum değildir. İşin başlangıcında onu, mütehassıs hekimlerin tam ve sarih ittifakları mucibince tedavi etmek gerekir. Ya erkek, kendisine ne kadar ağır gelirse gelsin, cinsi ihtiyacını gidermekten vazgeçmeği kabul eder, ya da kadın kocasını sevdiği ve ondan ayrılmak istemediği için meşakkate tahammülü kabul eder. Veya anlaşmak mümkün olmadığı takdirde iyilikle ayrılırlar. Amma kanuna gelince o, kocası ısrar ettiği zaman kadmı itaata zorlar. Bu tahakküm ve cebir yoluyla olmamalıdır. Esasen evlenmekteki tabiî durumun cinsî alâkaya şâmil olduğu içindir ki, kadının - dediğimiz gibi - imtina etmesi, erkeği ahlâkî cürümler işlemeğe sevkeder (Veya erkek, kadının sevmediği bir davranış olan başka bir kadınla evlenmeğe- baş vuracaktır.). Lâkin, İslâm, kadının tahammül edemediğini, bu mesele yüzünden kocasına olan sevgisinin parçalandığını ve nefrete in-kılâb etiğini gördüğünde, kadını bu durumu kabule mecbur etmez. Bu vaziyette kadın nefret sebebile kocasından ayrılır.
Üçüncü hale gelince, o geçicidir ve onun tedavisi kolaydır. Bu cinsî temasa karşı meydana gelen geçici nefret, ekseriya ya yorgunluktan veya bıkkınlıktan veyahut da gönlün başka şeyle meşgul olmasından neş'-et eder. Fakat bir miktar ruhî ve cismi hazırlık onu gidermeğe kâfidir, Bunun için Resûlüîlah (A.S.) Bu alâkayı, sırf cismin hayvani arzuları olmaktan uzaklaştırmak ve bu günlük ülfetle- ruhun imtizacını hedef tutarak bazan Nefrete sebeb olan bu ân?) durumu izale emek için, erkeklerin dikkatini, lâtif müdaabeye (oynaşmağa) ve işe başlamadan önce karşılıklı sevgi alışverişi yapma-&a, çekmiştir.
Ama kadın istekli, erkek de herhangi bir sebeble isteksiz olduğu zamanlara gelince, bu erkeğin gençlik devresinde vukuu nadir olan bir şeydir. Kadın ise bu hale düşmez. Fakat biz deriz ki, kadının kocasına at etmesini emreden kanun, kadının arzularına da vermiş ve o arzuları gerçek yerine koymuş ve kocayı, kadın arzu ettiği takdirde «kocalık vazifesini tüm olarak yerine getirmeğe mecbur etmiştir. Erkekte bu vazifeleri ifada iktidarsızlık olunca ayrılma vuku bulur. Böylece görürüz ki, mecburiyetler iki yönden vukua gelmektedir. Bunda hiç bir vakit ne kadını zorlama ve ne de kadının, şahsî varlığını heder etme vardır.
îkinci vazifesi, kocasının işemediği kimseyi ev almamak mecburiyetidir. Bu mecburiyetin hikmeti, şöyle izah edilebilir: Çok defa kan koca araşma birinin koğuculuk, kıskançlık ve kötü niyyetle girmesi Neticesinde evde anlaşmazlıklar meydana gelir Onu er^ek anladığı ve karısından belli bir şahsın eve girmesine mâni olmasıni istediği zaman buna kadın itiraz ederse, o zaman nasıl bir durum meydana gelir?.. Fitnenin menbaı kayiıar ve artık anlaşmak zor olur.
Binaenaleyh buradaki mecburiyet, çocukların ruh ve fikir bakımından sapık yetişmemeleri için kavga ve dargınlığın bozamıyacağı bir sevgi ve muhabbet havasına ve bakıma muhtaç olan çocukların ve karı koca arasında kurulmuş olan ortaklığın lehinedir.
Bir kimsenin şöyle demesi mümkündür : Kanun niçin erkeği de karısının istemediği veya sevmediği kimseyi evine koymamasını icbar etmez? Durum şu ki, sevgi ve muhabbet halinde ve iki taraftan gelen terbiye ve yükseklik haletinde bütün işler, üzerinde anlaşmanın mümkün olması, çatışma derecesine varmaması kâfidir. Lâkin biz anlaşmazlığın vaki ve anlaşmanın imkânsız olduğunu farzederiz. Onun için kanunun hükmüne sığınırız. Burada söylememiz gerekir ki, kadının infial ve heyecanları ekseri hallerde mantıkî değildir. Sırf şahsi gayret, ve kıskançlık ıslâhçı olmayan bazan da kadını, kocasının annesinden ve kız kardeşinden ve akrabalarından birisinden nefret ettiren şeydir. Bu durum muvacehesinde erkeği, ailesinin sevmediklerini uzaklaştırmağa mecbur etmek maslahata uygun bir kayıtlama olmayacaktır. Fakat bu, hissi bir heyecan için yapılmış olacak ki, hemen değişebilir veya esası olmayan bir gerekçe üzerine dayanan bir şey olur.
Hiç bir zaman, bahsettiklerimizden erkeğin yaptıklarında haklı olduğunu kasdetmedik. Çünkü, o bazan çocuğa döner ve hilelere kendini kaptırır. Daima kadının,- hatalı olduğunu da söylemek istemiyorum. Zira kadın da bazan belli bir şahıstan nefret etmekte haklı olabilir. Bu şahıs da herhangi bir sebebten dolayı fiilen evlilik bağlarını yıkmağa çalışanlardan biri oiabilir. Lâkin kanun ekseriyet ve gaalibiyet nisbetile bağlıdır ve erkeğin daha çok aklına, kadının da hissî infiallerine tâbi olduğu faraziyesi ve fıtri durumu ile beraber yürür. Sonra, onu yüklenmekte devam etmeğe takati olmadığını gördüğü ve boşanmak suretiyle bu işi sona erdirmek istediği zaman kadının önünde kapı açıktır.
Kadının kocasının ırzını, malını korumakla görevli bulunmasına gelince o, tabiî ve mantıkî bir mecburiyettir ki, bu hususta bir şahsın münakaşaya girişeceğini sanmam.
Şimdi kadın veya erkek tarafından meydana gelen serkeşlik, nefret ve isteksizlik haletine gelince :
Söz ve işde kocasına kafa tutan karısını terbiye hususundaki hakkı erkeğin kadına olan hâkimiyyetinden meydana gelir. Bu hak şu âyetin beyan ettiği haktır : «Sizden nefret eden ve sözünüzü dinlemeyen ka dınlara Öğüt verin. Yataklarında onları yalnız bırakın ve onları birazcık dövün. Eğer size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.»
[100]
GÖrülüyr ki, âyet te'dip vesilesini beyanda basitten başlayarak yavaş yavaş İleriye giden ve işin sonunda - yaralama bereleme olmamak şartiyle- dayak atmağa kadar varır. Biz burada bu hakkın kullanılmasının kötü olacağ haller üzerinde duracak deği-' liz. Dünyada her hakkın iyiye olduğu gibi kötüye de kullanması mümkündür. Onun önüne geçmek de ancak ahlâkî terbiye ve ruhi yükselme ile mümkün olur.
Bu ise İslâmın ihmâl etmediği bir meseledir. İslâm, olanca ihtimamını o tarafa yöneltmekten hiç bir zaman geri durmamıştır.
[101]
Lâkin biz, bu hakkın meşru olup aile müessesesinin yapısını kurmak ve onu çözülüp parçalanmaktan kurtarmaktaki faydasını beyan sadedindeyiz. Dünyada mevcut kanun ve nizamların hepsi için ,kendisine! karşı gelecek olanları te'dip edecek bir sultanın bulunması şarttır. Bövie olmadığı takdirde kâğıt üzerinde mürekkep olmaktan ileriye gidemez ve ondan beklenen fayda elde edilmiş olamaz.
Evlilik, cemiyette erkeğin ve kadının müsavi surette iyiliği için kurulmuş bir müessesedir. Orada mat-lub olan her birine ait menfaatlardan imkân dahilini de olanların en önemlisinin gerçekleştirilmesidir. Ne zaman evlilik müessesesine anlayış ve beraberlik hâkim olursa, kanunun müdahalesi olmadan faydalı şeylerin hepsi tahakkuk eder. Lâkin anlayışsızlık mey dan bulunca, kan kocanın şahıslarına münhasır kal mayan, belki onlardan daha ileri giderek çocuklar^ da geçen zararlar doğar. Çocuklar ise müstakbel cemiyetin çekirdekleri olduğundan onların, yetiştirme vasıtalarının en iyisiyle terbiye edilmeleri çok müftüm bir vazifedir.
Kadın böyle bir zarara sebebiyet verdiği zaman t>nu doğruya yöneltme vazifesini üzerine kim alır?. ''Mahkeme mi? Karı koca arasındaki özel münasebetle tie mahkemenin müdahalesi ihtilâf noktasını genişletmeğe ve taraflar arasındaki alâkanın tamamen bozulmasına yol açar. Zira bu müdahale alenî olarak yapıldığı için taraflardan birinin izzet-i nefsine dokunur. Bu sebepten taraflardan birini günahkârlık bocalaması yakalar ve kendi durumunu -batıl da olsa - korumak teşebbüsüne geçer. Binaenaleyh mahkeme ancak her türlü sulh denemelerinin fayda vermediği büyük anlaşmazlıklarda müdahale etmelidir.
Sonra her dakika yenilenen ve yine her dakika kendiliğinden sona erip tükenen hayatın günlük ve değersiz hâdiselerinde mahkemeye iltica etmemiz akıllılık sayılacak işlerden değildir. Bunun her evde geceli gündüzlü işleyen birer mahkeme kurulmağa muhtaç olması bir tarafa, o günlük hâdiseleri mahkemeye intikal ettirmek, aklı selim sahiplerinin aklından dahi geçmeyen delice bir hareket olur!
Hal böyle olunca mutlak surette bu terbiyeyi 'yapacak mahallî bir sulta lâzımdır. O sulta ise ergeç bu evden ve onun herşeyinden sorumlu olacak olan erkeğin sultasıdır. Bu sulta ilk olarak şaşkınları gafletlerinden uyandırmak, fakat onların izzeti nefislerini rencide etmemek şartiyle güzel ve yumuşak öğütlerle başlar. Eğer bu yol muvaffak olursa iyilik yuvaya avdet eder. Bu deneme neticesinde gayeye varıla-madığı tadirde, birinciden daha şiddetli olan başka bir vesile vardır, o da kadını yatakta yalnız bırakmaktır.
Bu manâlı davranış, güzelliğine başkalarının ilgisini çekmeğe son derece önem veren ve böyle hareketlerle cilvelenen, hattâ bazan bunu nefret derecesine vardıran kadının tabiatine îslâmm derin ve psikolojik bir bakışıdır. Kadından yatakta uzak olmanın mânâsı bu fitne sebebiyle inatçı kadının kibrini kırmak ve onu doğruya yöneltmek maksadını güden bir çeşit yüz çevirme, böylece onun arzularına boyun eğmeme hareketidir. Bu denemeler de fayda vermediği zaman artık şiddetli bir icradan başka hiç bir şeyin fayda venmiyeceği, aşırı inattan meydana gelen bir haletle karşı karşıyayız demektir. O, en son çare olan şiddetli icraat ise incitme ve eziyet kastı olmadan tatbik edilecek dayaktır ki ancak te'dip ve terbiye kasdi-ie olması şart koşulmuştur. Bu sebepten dolayı, kanun dövme hareketinin incitme ve eza bulunmayan bir dövüş olmasını nass ile ifade etmiştir. Dayakta ka-dınm büyüklük haysiyetine ihanet ve ona karşı muamelede kabalık olduğu şüphesiz zihinlere gelebilir. Lâkin bir başka yönden bizim zikretmemiz lâzımdır ki, ihtiyati silâh ancak «SULH» vesilelerinin hepsi bir fayda vermediği zaman kullanılır. Bir başka yönden, bazan kan koca münasebetleriyle ilgili olarak psikolojik sapıklık haletleri vardır ki, o zaman ancak bu yol yani dayak fayda verir. Psikoloji katiyyetle ifade eder ki : Yukarda saydığımız terbiye yollarının kendine bir fayda temin etmediği şahıs -ekseriya- «MAZO-HIZM» adını verdikleri psikolojik cinsi bir sapıklığa musab olur. Bu yüzden onun mizacı hissi ve mânevi şiddetli bir muamele gördükten sonra düzelir. Ve normal duruma geliri.. Şüphesiz sapıklığın bu türlüsü erkeklerden daha çok kadınlarda görüien hallerdir. (Çünkü, erkekler umumiyetle «SADİZM» sapıklığına musab olurlar. Sadizm işkence yapmaktan zevk almaktır.).
Eğer kadın, bu türlü bir sapıklığa musab ise, dayak onun için bir ilâçtır, onun arzularını dyurur. Dayaktan sonra mizacı normale avdet eder ve isier istenilen tarzda yürür. Bazan tesadüflerin meydana koy duğu öyle garip hâdiseler vardır ki, sadizm sapıklığına musab bir erkek, mazohizme musab bir kadınla evlenir. İkisi beraber kaynaşırlar ve böylece aralarında anlaşma ve evlilik başarısı meydana gelir. Her ne kadar bu evlilik iki tarafta mevcut bir sapıklık temeli üzerine kurulmuşsa da!.. Bir başka garip tesadüf de mazohist bir erkeğin sadist bir kadının eline düşmesi, kadının erkeği dövmesi, zaman zaman üzerine atılması, böylece erkeğin mizacının normale dönmesi ve ortalığın düzelmesi, - ender hallerden ise de - diğer garip hâdiselerdendir.
Fakat hastalık derecesine varmayan normal dorumlarda dayağı gerektiren hiç bir sebep yoktur. Dayak sadece ihtiyatî bir silâhtır. Dayağa başvurmak ve terbiye işine onunla başlamak hiç bir vakit caiz değildir. O, son çaredir. Âyet, bir takım dereceler tertip etmekle bunlara işaret etmiştir.
Resûlüllah (S.A.) erkekleri, bu hakkı kullanmaktan meneder. Hiç bir şeyin fayda vermediği son derece güç zaruretler müstesna, onları azarlayarak şöyle buyurur : «Sizden hiç biriniz hanımını eşek döver gibi dövüp sonra da akşam onunla mücamaada bulunmasın.»
[102]
Ama tarafların her ikisinde de nefret vücuda gelince o zaman kanun çeşitlidir. «Eğer bir kadın kocasından nefret veya isteksizlik yüzünden korkar da anlaşmazlık meydana gelirse her ikisinin kendi aralarında sulh yoluyla bir anlaşma yapmalarında beis yoktur. Sulh daha hayırlıdır.»
[103]İlk bakışta bazı insanların tam eşitlik istemesi bize hoş gelebilir. Lâkin mesele burada sadece amelî gerçek ve beşeri tabiat, meselesidir. Her hangi bir esasa dayanmayan örnek, kabilinden nazari adalet meselesi değildir. Acaba kocasını döven, sonra gönlünde kocasına karşı bir ihtiram duygusu bulan, ondan sonra da onunla beraber yaşamağı kabul eden normal bir kadın var mıdır? «MEDENλ garp memleketlerinin ve geri kalmış şark ülkelerinin hangisinde acaba kadınlar kocalarını dövme hakkını talep etmişlerdir?.. Lâkin mühim olan şudur:
Kanun, erkeğin kadından nefret etmesi halinde onu kabul ve ona tahammül etmeğe kadını mecbur etmemiştir. Bilâkis yaşamağa tahammülü kalmadığı zaman kadına boşanma imkânı vermiştir.
Geçen hallerin hepsinde gördük ki:
1- Kadının erkeğe karşı gerekli vecîbeleri ta-hakkümî bir şey değildir. Ancak orada doğrudan doğruya veya dolayısiyle kadına da şâmil umumi m e iv faatlar nazarı dikkate alınmıştır.
2- Şüphesiz bu vecîbelerin çoğunun aynı nevi-! den erkek için de bir mukabili vardır. Kadına verilmemiş olan salâhiyetlerden erkeğin bir şekil ile özellik kazandığı pek nadir durumlara gelince, orada kadının ve erkeğin birlikte fıtri durumları dikkita alınmış, fakat onunla kadını hakir görme ve küçümseme gibi bir şey kasdedilmemiştir.
3- Durum şu ki, gönlü onu kabul etmediği veya kabul etmekte kendisi için bir zulmün bulunduğunu sezdiği zaman onu reddetme hususunda kadına hak verilmiştir.
Bundan önce defaJarca işaret ettiğimiz gibi, yapması gerekli vazifelerden tahammül edemediklerini reddetmesi için, kadının ameli yolu olan ayrılmağa gelince, onun üç muhtelif şekli vardır:
a) Kadının boşanma hakkım kendi eline alması. Her ne kadar kadınlardan pek azı o hakka sarılırsa da, bu hususu şeriat sarahatle ifade etmiştir. Bu kadının dilediği zaman kullanacağı hususi bir hakdır.
b) Kocasına olan nefreti ve onunla yaşamağa tahammülü olmadığı sebep ve gerekçesile boşanmayı istemesi. Duyduğuma göre mahkemeler bu prensible amel etmiyorlarmış. Halbuki, o Resülüilahm ikrar ettiği ve bilfiil tatbik ettiği sarih bir kaidedir; İslâm kanunundan bir cüzdür. Onun tek şartı evlenme yoluyla mâlik olduğu -juehir gibi- şeylerden kadının vazgeçmesidir. Bu, âdil bir şarttır. Çünkü koca, kan-sını boşadığı zaman evlenmek suretile ona vermiş Olduğu her şeyi kaybeder. Yani, boşanma olayına sebeb olan taraf -erkek olsun, kadın olsun- evlilik bağj-nı çözmesine karşılık olarak maddî bir zararı yüklenir.
c) Kötü muamele ve zarar verme bulunduğu takdirde, kadın bunu isbat etmek şartile mallarını ve nafaka alma hakkını muhafaza etmekle beraber boşanmağı talebetme hakkı kendine verilir. Önlerine gelen dâvaların çoğunun karşılıklı hilelere sahne olduğunu bildikleri için mahkemeler bu hususta müteyakkızdırlar. Bununla beraber mahkemeler, bu durumun sabit olduğu yerde boşanmaya hükmederler.
Bu söylediklerimiz, erkeğin haki m iyy e tin e mukabil kadının mâlik olduğu silâhlardır. Her iki tarafta netice itibarile karşılıklı olarak birbirine denktir.
[104]
Kadın ve çocukların başı boş, bakımsız bırakılmalından, mahkemelerde bitmeğe doğru yaklaşırken ye--niden başlayan nizalaşmalardan ve boşanmaktan doğan elem verici hikâyelerden pek çoğunu işitirsiniz. Kadın evinde "sakin, huzurlu veya yorgun ve kederlidir. Çocuğunun birini emzirir, başka bir çocuğun isteklerini yerine getirmeğe çalışır. Bunların yanında fazla olarak da kocasının istirahatını temine çalışır. Vaziyet bu minval üzere devam ederken bir de ne görsün hiç beklemediği ve daha önce de herhangi bir uyarma ve ikaz olmaksızın imamın elindeki boşanma kağıdıyla karşılaşır... Niçin?.. Çünkü, geçici bir tamah erkeğin gönlünü çelmiştir. O, dolaştığı yerlerde bir kadın görmüş, onu daha güzel sanmış veya evliliğin yeknesak seyrinden bıkarak bir değişiklik istemiş veya.karısından kendini tatmin etmesini istemiş, o da ya reddetmiş veya yorgun olduğu bahanesiyle tekâsül göstermişi.. İşte nedenlerin hepsi bu kadar.
Ey insanlar!.. Acaba hainlik peşinde olan erkeğin, sabırlı bir kadının şahsiyeti, huzurlu bir yuva ve küçük yavruları bekleyen mesut bir gelecek ile oynadığı bu tehlikeli silâhı parçalamak için bir yol yok mu?..
insanların mevcudiyetinden bahsettiği bu elem ve keder verici kötü davranışların mevcut olduğunda şüphe yoktur. Lâkin çıkar yol nedir?.. Talâkı ilga mı edelim?.. O zaman talâkı yasaklamaktan doğacak başka kötülükler hakkında ne yaparız?.. Meselâ boşanma prensibini kabul etmeyen katolik devletlerin pek iyi bildiği kötülükler?.. Zira katoliklerde taraflardan birinin veya her ikisinin diğerinden nefret ettiği hallerde bile evlilik bağı devam eder. Böylece biribirine zıt insanların yuvası olur evlilik müessesesi. Çünkü, onlarda boşanmak imkânsızdır. Bu nizam, tarafları kötülüğe sürüklemez mi?.. Erkek cinsi ihtiyaçlarına cevap veren bir metres tutmaz, yalnız bırakılmış kadın da aynı yolu seçmez mi?.. Bu gibi yürekleri törpüleyen karanlıklarla örtülü bir hava içinde yetişmeleri çocuklara fayda verir mi?.. Zira mühim olan sadece çocukların ana - baba himayesinde yetişmeleri değildir. Gerçekte mühim olan onların içinde yaşadıkları atmosferdir.. Eğer böyle olmasaydı, kavgaları bitmeyen, birbirine düşman ana ve baba ile beraber büyüyen çocuklar, bir takım sapıklık ve anormallikler yüklenip taşımazlardı.
Diyorlar ki, tahdid edelim. talâk mes'elesinde erkeğin hakkını
Ne kast olunur bundan?.. Şu durum kastoîunur ki, erkeğin sadece «boş ol» demesiyle, talâk vaki olmaz. O, ancak mahkemede tahakkuk eder. Mahkeme kadının yakınlarından birisiyle erkeğin yakınlarından birisini hakem olarak gönderir. Onlar konuyu inceler, erkeğe müracaat ile nasihatta ve barıştırma denemesinde bulunurlar. Umulur ki, bu gayretler erkeği yanlış tutumundan vazgeçirir, aileye ve evlilik müessesesine karşı yeniden ilgisinin devamını sağlar. Barıştırma çabası bir fayda vermediği takdirde işte ancak o zaman erkeğin eliyle değil, hâkimin eliyle talâk hükme bağlanır. Tarafların yakınlarına müracaat ve uzlaştırma gayesile şeriatın tavsiyelerinden bir cüz'u-nün tatbik edildiği bu ameliyede bir mâni göremiyorum. Fakat ben her ne kadar bunların bir fayda sağlayacağına inanmıyorsam da ıslahatçıların irade buyurdukları ihtiyatî tedbirler bir mahkemeye muhtaç olmaksızın İslâm dünyasında bilfiil mevcuttur. Farze-delirı ki, erkek kadını boşadı ve şeriatın nassı ile talâk vaki' oidu. O zaman erkeğin ehliyle kadının ehlinin, tarafları barıştırmağa teşebbüs etmelerine, yeni bir durum meydana gelmeden derhal kadının kocasına döndürülmesine engel olacak bir durum var mıdır?.. Eğer ikinci defa bir anlaşmazlık vücut bulur ve talâk da vaki olursa, bu durum karşısında taraflardan bir rağbet veya evlilik müessesesinin devamında bir fayda umulduğu zaman, te'dip yoluna giderek bir takım yeni icraat ve yeniden mehir verdirmek suretiyle tarafların uzlaştırılması imkânsız mıdır?..
Şüphe yoktur ki, barışmağa karşı istek olunca bu, mahkemenin müdahalesine muhtaç olmaz. Fakat barışma imkânsız olduğu zaman akraba ve arkadaşlarının mâîik olduğu şeylerden fazla olarak kadı (hakim) neye mâliktir?.. Yeryüzünde İslâm kanunları ile hükmetmeyen bir çok medeni (!) milletler var. Oralarda boşanma ancak mahkeme ile tamamlanır. Tabiî mahkeme hükmünü vermeden önce nasihat, irşat ve uzlaştırma çabalarını dener. Acaba bunlardan sonra o ülkelerde boşanma nisbeti kaça ulaşmıştır?.. Meselâ bu nisbet Amerika'da %40'a varmıştır. Halbuki, evlenme boşanma meraklılarının memleketi diye itham edilen Mısır da dahil edilmek üzere bu nisbet dünyada en yüksek nisbettir.
Kusurlu olamn ancak kadın olduğu ve bu yüzden onunla yaşamanın imkânsız bulunduğu hâkimin nazarında katiyyetle sabit olduğu vakit ancak .boşanma kararı verilmesini isteyen sapık zihniyetlilere gelince, acaba onlar bu yoldan kadın için hangi haysiyyet ve şerefi ümid ederler?
Kadın için, kendisinden nefret eden, evinde kalmasını istemeyen bir adamın yanında kalmakta hangi fayda vardır?.. Öyie bir erkek ki, akşam sabah kadına, herhangi bir sevgisinin olmadığını, kalbinde en un için sevgi mahalli bulunmadığını açıkça söyler. Bundan başka kadını yalnız bırakır. Onun bilgisine rağmen başka kadınlarla münasebet kurar.
Kadın bu hilelerin içinde orada kalmalı mı?.. Bu, kanunun ısrar etmesi istenilen bir hedef midir?.. Veya aldatmanın tek yolu, erkek istemediği halde kadının sulta ve haysiyeti zedelenmiş olarak beraber kalmaları mıdır?.. Yoksa çocukların terbiyesi için mi kadın istenmediği evde kalmalıdır?.. Çocukların anneleriyle beraber evden ayrılmaları, gbce, gündüz devam eden bu karanlık ve çirkin hava içinde bulunmalarından daha iyi ve terbiyeleri için daha faydalıdır.
Hayır!.. Bu sapık zihniyetliler bu görüşlerinde haklı değillerdir. Şüphesiz müşküller, her zaman zaruretler için konulmuş kanunlarla halledilemez. İslâmm dışındaki beşeriyet görmüştür ki, müşküllerin ne çözümü vardır ne de uzaklaştırmak mümkündür. Müşküller ancak ruh, ahlâk ve kültür bakımından milletin tamamının seviyesini yükseltmek suretiyle ve terbiye duygularını güzelleştirmekle hallolur. Yeter ki, hayatta galip olan ancak hayır, asıl olan da ancak sevgi olsun. Kişinin evlilik müessesesine mukaddes bir bağ nazariyle bakmayı itiyad edinmesi, en basit arzular için bu müessesenin emniyetini ihlâl etmemesi gerekir.
Terbiye, ilâcı güç, tedavisi uzun ve tesiri yavaş bir yoldur.. Bu, evde, okulda, sinemada, radyoda, gazetelerde, kitaplarda, camilerde... devamlı bir şekilde emek ve gayret sarfına muhtaçtır. Bu kadar uzun ve sahası geniş olmakla beraber garantili olan tek yol budur. Kanuna gelince onun vazifesi sadece her iki tarafa hakkını vermek hususunda adaleti temin etmektir. Erkekle beraber yaşamasının evlilikte başarıya vannıyacağım gördüğü zaman kadına da ayrılma hakkını verir.
[105]
Taadüd-i zevcata (birden fazla evlenmeye) gelince, o geçici hallere ait bir hükümdür. îslâmda aslolan bu değildir. «Hoşuna giden kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenin. Eğer adaletle muamele edememekten korkarsanız o zaman bir tane almanız gerekir.»
[106]
Bu âyete göre birden fazla evlenmekte matlûp olan, adalet ve eşit muameledir. Bu- ise tahkik ve tatbikî güç bir mes'eledir. Bunun için îslâmda aslolan ancak bir kadınla evlenmektir. Lâkin hayatta öyle haller oluyor ki, orada tek evlenme adaletsizlik ve zulüm olur. Hal böyle olunca tatbikatında mutlak adaletin imkânsız olduğunu bilmesine rağmen îslâm, hafif bir zararla daha büyük bir zarardan korunmak için zaruret hükmüne iltica ederek birden fazla evlenmeği mubah kılmıştır.
Bu itibarla taaddüd-i zevcat kanununa, toplumun muhtaç olduğu nice mühim devreler vardır.
Gençlerden büyük bir miktarın ifna edildiği harplerin sonundaki devreler bilhassa örnek alınmalıdır. Böyle zamanlarda muvazene bozulur. Erkeklerin sayısına nisbetle kadınların sayısı çoğalır. İşte o zaman erkeksiz kalmış bir çok kadınların bulunmasından doğacak olan içtimai keşmekeş ve ahlâki kötülüklerden korunmak için birden fazla evlenme zaruret haline gelir. Evet böyle hallerde kadın, kendini ve ehlini beslemek maksadiyle bazen çalışır. Lâkin cinsî ihtiyacını nasıl giderir?.. Kadın, melek olmadığına göre gece veya gündüz erkeklerin kucağına kendini atmaktan başka önünde bir yol var mıdır? Sonra çocuğa olan ihtiyacı... O, nasıl tatmin olunur?.. Nesil yani evlât sahibi olmak fıtri bir istektir. Ondan hiç bir kimse kendini kurtaramaz. Lâkin bu ihtiyaç, kadında erkekten daha fazladır. Muhakka ki, çocuk kadın için, onsuz hayatın tadını duyamıyacağı asıl kişilik yapısıdır.
Fransa ve başkalarına isabet edip de onları tarihte bir yeri olan devletler arasından silen ahlâkî çözülmelerden toplumu koruyacak temiz bir vasıtaya olan ihtiyaç bir tarafa, bizzat kadının bu cinsî arzularını giderecek temiz bir yol var mıdır?..
Her ikisinin her şeyde eşit hakka sahip olması aslolmak üzere ve alenî olarak kanunun tasrihi şartiy-]e bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesinden başka oraya giden bir yol var mıdır?..
Bu söylediğimiz arızî haller, îslâmın bu kanundan tuttuğu hedefin bir kısmıdır. Değil üç veya dört kadının, hatta iki kadının bir erkekte iştirak etmesi halinde bile kadınlarca arzulanan ve üzerine titreni-len saadeti vereceğini hiç kimse iddia edemez. Lâkin teaddüd-i zevcat bir zaruret neticesidir. Eğer kadın bir ortaklıkta, erkeksiz kaldığı zaman duçar olacağı zarardan daha fazla zarar ile karşılacağını görseydi, şüphe yoktur ki, kişiliğini zedeleyici taraflar bulunan bu ortaklığa rağbet etmezdi.
Herhangi bir sebeble muvazenenin bozulduğu her devir, harp durumuna benzer. Zira erkekler, iş, yolculuk ve salgın hastalıklar vukuunda ölüme kadınlardan daha çok maruz kalırlar. Çünkü erkekler, bu gibi tehlikelere karşı yaratılışları icabı kadınlardan daha az mukavemete sahiptirler. Fakat sayılan eşit olduğu zaman birden fazla evlenme -matematik-man - imkânsız hale gelir. Beşer tarihinde bir gencin evlenmek isteyip de başka erkeklerin kendi hissesine düşen kadına el koymuş olması sebebiyle kadın bulamadığ hiç bir zaman vaki olmamıştır.
Hayatta bir takım ferdî durumlar vardır ki, fıkıh âlimlerine göre orada teaddüdü zevcat zaruri olur. Meselâ bir kadınla iktifa edemeyecek derecede normalin üstünde cinsî kudrete sahip bulunan ve sabretmesi de mümkün olmayan erkeklerin mevcudiyeti bu hallerdendir, işte, böyle olan bir kimse ya ikinci zevceye giden meşru yolu seçer veya gayri meşru olan gizli dostlar edinmeye tevessül eder. İkinci şık, temiz bir toplumun müsamaha etmiyeceği bir durumdur.
Meselâ, kadının kısır olma hali de ondandır. Evvelce de dediğimiz gibi evlât sahibi olma arzusu, durdurulması imkânsız olan beşeri bir istektir. O öyle yüksek bir arzudur ki, onda ısrar, ne düşüklük olur, ne de sahibi ayıplanır. Tabiatiyle kısır olan zevcenin kısırlığından dolayı bir günahı olmadığı doğrudur. Lâkin çocuk sahibi olmak gibi meşru bir hakkından dolayı kocayı -arzusu hilâfına- mahrum etmenin adilâne bir hareket olduğunu kim söyleyebilir?
İlk zevce ortaklığa razı olursa erkeğin ikinci kadınla evlenmek hakkıdır. Eğer birinci kadın buna da-yanamazsa onun için ayrılma kapısı açılır.
Meselâ birleşmeğe mâni devamlı hastalık hali. Elbette ki, hiç bir kimse cinsi temas arzusunun haddizatında çirkin bir şey olduğunu
[107] iddia edemez. Binaenaleyh bu işin, bir kadının saadeteni yıkmağa sa-beb olması doğru olmaz da diyemez.
Aslında mes'ele alçaklık ve yükseklik mes'elesi de değildir. Şüphe yoktur ki, hiç bir kimsenin müstağni olamıyacağı bir zarurettir. Erkek, gönüllü olarak, eşinin hatırı için eğer bu zaruretin üstüne çıkarsa, o hareket öğülmeğe değer asil bir davranış olur. Lâkin Allahu Teâlâ herkese taşıyabileceği yükü yükler. Gerçeği itiraf etmek, birden fazla evlenmeğe müsaade etmeyen devletlerde olduğu gibi karanlıkta ihanet edip zahirde gösteriş yapmaktan daha iyidir. Meselâ, insanın define kadir olamadığı nefret ve ikrah halleri de bu konuya eklenir.
Onu boşamağı sevmediği, onunla uzun süren muaşeretinin talâkla bitmesini istemediği için erkeğin ilk zevcesine vefakârlıkla bağlılıkta devam etmesi, bahsi geçen hallerde dikkate alınır. Bu durum her ne kadar zevcenin saadetini temin etmiyorsa da haddi zatında o, asil bir düşüncedir. Fakat erkeğin, ilk zevcesini aldatarak zorla yanında tutmasına gelince, işte bu hareket. Allah katında haramdır ve kadın istediği takdirde boşanmayı gerektiren bir sebeb telâkki edilir.
[108]
Şüpheleri arza devamla biraz da kadının çalışması hakkında söz edelim.
Çalışma, kendinde şüphe olmayan bir haktır. Kadınlar sadr-ı İslâmda, şartlar çalışmalarını gerektirdiği ve uygun düştüğü zamanlarda çalışırlardı. Lâkin mes'ele, aslında bu hakkın takrir edilmesi mes'elesi değildir. Vakıa şudur ki, bir yönden toplumun ihtiyacı, başka bir yönden bizzat kadının ihtiyacının gerektirdiği zarurî hallerin dışında çalışmak maksadiyle kadının dışarı çıkmasını İslâm hoş görmez. Kızları okutmak, hastabakıcılık, kadın hekimliği gibi işler yapması için şarttır. Böylece, toplumun bu vazifelere kadınları teşvik etmesi, erkeklerin harp için hazırlandıkları gibi, kadınların da o vazifelere hazırlanmalarını sağlaması şarttır. Kendine bakacak bir kimsenin bulunmaması veya bakanın ona tahsis ettiği miktarın azlığı, kadının çalışmağa olan hak ve ihtiyacını takrir eden diğer bir sebeptir. Çünkü, kadın için çalışmak, yaşama ylunda mübtezel olmaktan daha siyanetli bir durumdur.
Ancak bunların hepsi birer zarurettir. Bu zaruretlere göre İslâm onları mubah sayar.
Fakat toplumda asıl "olan şeyin garplıların ve komünistlerin iddia ettikleri gibi kadının çalışmak için evinden dışarı çıkmasıdır, düşüncesine gelince, bu, İslâmın ikrar eylemediği bir hamakattır. Çünkü bu, kadını asli vazifesinden uzaklaştırır ve sağlayacağı hayırlardan daha büyük ruhi, içtimai ve ahlâki kötülüklerin meydana gelmesine sebeb olur.
Bedenî, fikri ve vicdanî yapısında kadının analıktan ibaret olan muayyen bir vazife için hazırlanma-fmış olduğunu iddia etmeğe yeryüzünde hiç bir kimse kaadir olamaz. Kadın, işte o vazifeyi yapmadığı zaman ancak muayyen bir maksad için depo edilmiş olan canlılık enerjisini heder etmiş ve esas yolundan sapmış olur. Zaruret öyle gerektirdiği zaman ona itiraz yok. Fakat mücbir bir sebep olmadan sadece idraksiz bir neslin musab bulunduğu hudutsuz zevkin esiri olmuş beyinsizlerin kötü arzularına cevap vermek için, isterse ardından tufan kopsun düşüncesiyle İslâmdan bu tarzın kabulünü istemek, doğru olmayan bir harekettir. Eğer İslâm böyle hallere mahal bı-raksaydı, en büyük nıeziyyetinden uzaklaşırdı.
îslâmm o büyük meziyeti ise, bütün insanlığa nesilleri inkıtaa uğratmayan muttasıl bir yapı olarak bakmasıdır.
Denilir ki: «muhakkak kadın hem ana, hem de işçi olmağa muktedirdir. Hal böyle olunca bütün mesele çocuk müşkülünü halledecek çocuk yuvalarını tesis etmektir. Bunların hepsinin, araştırma neticesinde hedefi sabit olmayan boş sözler olduğu tesbit edilmiştir.
Yuvalar, çocuğun her türlü bedenî bakımı, aklî, fikrî, ilmî yönetimine muktedir olur.
Lâkin yuva, onsuz hayatın ayakta durması, o bulunmadan vaziyyetlerin doğrulması mümkün olmayan biricik unsuru çocuğa vermeğe kaadir olamaz. O da, «ana sevgisi» ve bakımıdır. Başka kadınların değil, sadece «ana» nızı bakımıdır.
Beşerin tabiatını değiştirmek, çılgın medeniyetin ve beyinsiz komünizmin imkânı dahilinde değildir. Zira çocuk, en az ilk iki senesinde kendi öz kardeşi olsa bile hiç bir kimsenin ortak olmadığı bir anaya muhtaç olduğunu hisseder. Öyle bir ana ki, onun bütün istek ve arzularına cevap vermekte, iki kolu arasında kucaklayıp emniyet ve sevgi hisleriyle onu kaplamakta tam bir dikkat sarfeder. Bu ilginin dışında kalan çocuğun gönlü ıstırap ve düğümlerle dolar. Çocuk için yuvadaki ana ne kadar gariptir! On veya yirmi çocuk, bir tek yapmacık «ANA» ya ortak olurlar. Ona sahip olmak îçin, kendi aralarında mücadele ederler. Böylece bu minval üzere yetişirler. Onların iyilik temayüllerine mücadele duygusu galip gelir, kalbleri taşlaşır. Bü yüzden, orada onların kaiblerin de sevgi ve kardeşlik yeşermez....
Küçük çocuklar için yuva 'kadın için çalışmak gibi - ancak ihtiyacın gerektirdiği bir zarurettir. Mecbur edici bir zaruret bulunmadığı halde, onun asıl olduğunu iddia mes'eîesine gelince işte bu, akıl sahiplerinin uzak durmaları icâp eden bir deliliktir,
însan üretimini telef ve heder olmağa terkeder-ken, maddi istihsali çoğaltmakta insan için nasıl bir fayda vardır?
Bu, çılgın garbın tarihî, coğrafî, siyasî ve iktisadî şartlarından doğan bir özrü olabilir. Amma îslâmî şarktaki bizlere gelince, nedir özrümüz bizim? Acaba erkeklerden çalışan ellerin hepsini tükettik de işin daha fazla ele muhtaç olduğunu mu gördük?.. Baba, kardeş, koca veya akraba olsun müslüman erkek, kadını beslemekten acze mi düştü? Bu yüzden kadını kendini yedirip içirmesi için çalışmağa mı terketti?
Diyorlar ki, «şüphesiz çalışmak kadına müstakil, iktisadi bir kişilik kazandırır. Kadın, haysiyyet ve kerametini bu yoldan elde eder.» İslâm kadını, müstakil iktisadi kişilikten mahrum mu etti ki? Muhakkak olan şudur ki, îslâm memleketlerinin mes'elesi nizam meselesi değildir. Ancak nıes'ele kadına - ERKEĞE DE - yaşamak için normal gelir kaynaklarını temin etmeğe mani olan umumî fakirlik mes'elesidir. Onun ilâcı ise, kadın erkek milletin hepsini zenginleştirecek derecede istihsâl gücünün geliştirilmesidir.
îşte o zaman islâm âleminde fakir kalmaz. Onun ilâcı budur. Onun ilâcı, hiç bir vakit kazanma vesileleri üzerinde kadının erkeğe rekabet etmesi değildir.
Diyorlar ki: «Aile müessesesini kurup yaşatmakta iki gelirin birleşmesi, müessesenin yaşaması için bir tek gelirden daha teminatlıdır.» Bazan- bu, münfe-rid hallerde doğru olabilir.
Lâkin kadın, kadınlığa has vazifelerin dışında çalışmağa başlarsa artık yeni bir aile yuvası kurmağı tatil eder ve kötülüğe sebebiyet veren cinsî atalet devresini oldukça uzatır. Bu ıztırap veren durumu hangi iktisadî veya içtimaî yahut ahlâkî düşünce teyid ve. takviye eder?
îslâm, bu sebeblerden kadını, yolunda yaratıldığı ve onu başarmak için kendine eşsiz maharetlerin verildiği ilk vazifesine tahsis ederken, toplumun ihti-yaçlariyle birlikte beşerî fıtratı da nazarı itibare alıyordu. Böylece yaşama kaygusundan kadmm gönlünü âzâde kılmak insanlıkla ilgili bulunan değerli gayeye riâyet etmek ve bütün güç ve kuvvetiyle o tarafa yönelmek için vazgeçilmez bir tarzda kadının yaşama teminatını erkeğe yüklemiştir.
Bu vazifede İslâm, olgun bir ihtimam ve umumi bir hürmet duygusu ile kadını çevrelemiştir.
Hattâ bu mes'ele ile ilgili olarak Resûlüllaha insanlar tarafından şöyle sorular sorulmuştur:
«Ya Resûlullahl Benim güzel sevgi ve bakımıma en çok muhtaç olan kimdir? Hesûluliah:
Annendir,
Sonra kimdir?
Yine annendir.
Sonra kimdir?
Yine annendir.
Sonra kimdir?
Sonra da babandır»
[109] buyurdular.
Şimdi müslüman kadının istediği kadın hakları nerede? Hayatta İslâmm, kadın için gerçekleştirmediği hangi hedef kalmıştır? Kadın; seçmek, seçilmek, parlâmentoya girmek suretiyle hangi hakları alacaktır?
Kadın, yoksa erkekle insani bakımdan eşitliği mî istiyor? Evet, İslâm, bu eşitliği kanunun önünde nazari ve ameli olarak kadına verir. İktisadi istiklâli ve toplumla direk muamele yapmağı mı istiyor? Evet.. İslâm, bu haklan kadma veren ilk nizamdır.
Kadın öğrenme hakkını mı istiyor? Evet, bu hakkı da îsîâm kadına vermiş, hattâ öğrenmeyi onun üzerine bir fariza kılmıştır.
Kadın, kendi izni olmadan evlendirilmeme sini mi istiyor? Buna mukabil kendi kendine nişanlanmak ve evlenmek mi istiyor?
Evlilik müessesesindeki vazifesini gerektiği gibi yaptığı müddetçe kendisine iyi muamele edilmesini mi istiyor? İyi muamele görmediği zaman ayrılma hakkının kendisine verilmesini mi istiyor?
Evet,. îslâm, bunların hepsini, erkeğe bir vazife olarak yüklemiştir. Kadının lehine olmak şartiyle ça-hşma hakkını mı istiyor?. Evet.. İslâmda kadının o hakkı da kendisi için mahfuzdur. Yoksa, müptezellik ve açık saçıklık hakkını mı istiyr? îşte sadece bu, İslâmın kadına haram ettiği tek hürriyettir. Fakat İslâm, erkeği de bir eşitlik esasına göre ondan mahrum etiniştir. Çünkü, bu hürriyeti gerçekleştirmek için parlamentoya girmeğe ihtiyaç yoktur. Bu ancak toplumun bağlarını ve geleneklerini çözüp parçalamağa muhtaçtır. İşte o zaman dileyen dilediği müptezelliğj yapar. Böylece yularlar tamamen boş bırakılır.
Kadın , Haklarını Koruma Derneklerine mensup içi boş, sapık zihniyetlilerin ve bir takım beyinsizlerin anladığı mânâda parlâmentoya girmek başlıca hedef değildir. Gerçekte o, başka bir hedefe varmak için vesiledir. Hedefler tahakkuk edince .meftunu bulundukları garbı taklit etmekten başka hangi sebeple bu vesileyi elde etmeğe ihtiyaç duyarlar? Halbuki bizim şartlarımız, onların şartlarının gayrı ve bizim hayattaki değer ve kıymet hükümlerimiz oradakinden başka şeyler değil midir?
Lâkin bir kısım zevat diyecekler ki : Değişen şartlardan, bir birine zıt değer ve kıymet hükümlerinden bize ne? Şüphe yoktur ki, şarkta kadrnm durumu, susmak caiz olmayan kötü bir durumdur. Garpta kadın hürriyetine kavuştu ve cemiyetteki kendi yerini aldı, binaenaleyh şarklı kadının da onların yolundan gitmesi, gasbedilmiş haklarını geri almak için garbı taklit etmesi lâzımdır.
Bu, içinde bazı gerçekler bulunan bir sözdür. Genel olarak İslâm memleketlerinde kadın, kişilik hay-siyyeti olmayan geri kalmış cahil ve değersiz bir top-. Iuluktur.- Maddi ve mânevi pisliklerin içine gömülmüş vaziyette hayvanlar gibi yaşar. Mesut olmaktan daha çok yorgundur. Aldığından daha çoğunu verir. Ekseriye iç güdüler âleminden daha yukarı yüksele-mez, kendisine yükselme imkânı da verilmez.
Bu bir hakikattir. Lâkin bu acı hakikattan sorumlu kimdir?.. O sorumlu İslâm veya onun nizamı mı?,.
Muhakkak ki şarklı kadının ıztırabmı çektiği bur kötü durum, bir takım iktisadi, siyasî, içtimaî ve psikolojik şartlara istinat eder. O halde bu kötülüklerin bize nereden geldiğini bilmemiz, İslâhat yapmağı düşünürken doğru yol üzere olmamız için esaslı bir şekilde bunların üzerine eğilmemiz icabeder. Bir çok nesiller boyunca şarkın ıztırabmı çekmekte olduğu bu yüz karası geriliğin sebebi fakirliktir. Halk bir lokma yiyecek ekmek ve avret yerlerini örtecek kadar giye-' çek bir şey bulamazken, hâkim durumda olan bir zümreyi sefih lüks, çirkin israf ve kaba zevke garkeden içtimaî zulüm, idareci sınıfından müptezel bir zümre meydana getiren bu siyasi zillet ve meskenet... Öyle bir sınıf ki, bütün haklan garantili, fakat, üzerlerine yapmaları lâzım gelen vecibeleri yok... Mahkûm zümre, mukabilsiz olarak bütün vergileri ve mükellefiyetleri yüklenir ve taşır... Bu şartların neticesi olarak milletin büyük bir çoğunluğuna içinde yaşadığı bu karanlık ve şaşkınlık, ümitsizlik telkin eder... İşle kadının duçar olduğu zillet ve zulüm dolu ahvalden ancak bu saydıklarımız mes'uldür.
Şüphe yoktur ki, kadının muhtaç olduğu en mühim şey, kendisiyle erkeği arasındaki karşılıklı sevgi ve hürmet temayülü ve duygularıdır. Fakat herkesi içine alan bu kahredici zillet ve kıvrandırıcı fakirlik atmosferinde bu iyi duygular, nerede ve nasıl yeşerir?..
Erkek kadınına zulüm ve işkence eder. Çünkü, o zavallı erkek evinin dışında kaybettiği şahsiyetini evinde gerçekleştirmek ister, O kişilik ki, bekçinin, polisin, muhtarın ve arazi sahibinin hiçe sayıp ihanet ettiği şahsiyet... Devletin mes'ul idarecisi bulunan beylerin veya fabrikatörlerin, paralı askerlerinin ihanet ettiği kişilik veya dairedeki müdürün ihanet ettiği kişilik... Bu böyle bir şahsiyet ki, muhtaçlık ve zillet sebebiyle, karşı koymaya veya onu yenmeğe muktedir olamadığı zâlim yönetmeliklerin kendini tehdit ettiği şahsiyet...
Bu sebeple o, içinde birikmiş olan gazabını ailesi, çocukları ve ehlinden kendisine yaklaşanların üzerine saçar. Cemiyette şâmil olan ve erkeğin çalışma gücünü dizginleyip ruhî ve asabî enerjisini tüketen bu zalim fakirlik, içinde sevgi ve iyi muamele duyguları gelişen geniş kalblilik ve hoşgörürülüğün, kendi gönlüne düşmesine veya insanların basit hatalarını tahammül gösterip ya sabreden ya affeden güçlülüğün sinirlerine hâkim olmasına imkân vermez.
İşte kadını erkeğe köle yapan, onu erkeğin haşin muamelesine tahammüle mecbur eden, anlatmağa çalıştığımız bu fakirliğin ta kendisidir. Çünkü kadın için o çileli durum, tamamen kocasız olmaktan daha iyidir. Şeriatın kendine tanıdığı kanuni haklarını kullanmaktan kadını alıkoyan işte o fokirliktir. Eğer kadın o yola başvurmuş olsaydı, erkeği kendi hudutlarında durdurmak mümkün olurdu. Kadın, kocasının kendisini boşaması ihtimalinden doğan daimî bir korku içindedir. O zaman ne yapar?.. Çocukları, babalan tekeffül eder. Amma, kendini?.-. Kendini kim tekeffül eder?.. Zaten yaşamaktan bıkmış olan fakir akrabaları mı?.. Onlar kendi maişetlerinin darlığından dolayı zaten tanıyamadıkları yüklerinin ziya-deleşmemesi için, kadının kocasından ayrılmasını tasvip etmiyorlar. Buna mukabil kadına, o dayanılmaz zilleti taşımasını tavsiye ediyorlar. Bu bir...
Geri kalmış bir toplumda, - şüphesiz şark bugün geri kalmıştır. Çünkü o, gerçek hedefini yitirmiş, kendini kaybetmiş ve bu yüzden karanlıklara gömülmüştür- bütün insani değerler düşer. Bütün suret ve şekillerinde kabul olunan tek fazilet, sadece madde ve kuvvet olur. Bu toplumda tahkir ve alay etmeği haklı gösteren bir sebep sayılır.
Erkek kadından daha kuvvetli olduğu zaman kadım küçümser. Çünkü bizzat kendisi öylesine düşük bir seviyededir ki, insana insan olduğu için saygı duyan insani seviyeye yükselmeğe kaadir olamaz. Ancak kadının malı mülkü olması hali, bu durumlardan istisna edilir. İşte sadece kadın o zaman hürmet görür. Zira o, kuvvet ve sulta vesilelerinden bir vesileye sahiptir.
Geri kalmış toplumlarda insanlar iç güdülerine yönelirler veya onlara doğru yaklaşırlar, özellikle insanlara cinsî arzu galib gelir de hayatı o şehvet perdelerinin arasından seyreder ve her şeyi onun hudutları içinde görür. İşte o zaman kadın, erkeğin duygularında başka bir şey değil sadece bir meta' oluverir.
[110]Böylece erkek kendisinde, kadına karşı saygılı olmasını sağlayacak olan insanî yüksek mânâları, akli ve ruhî fazileti bulamaz. Eğer hayvanlar alemindeki cinsî münasebet içgüdüsünün, erkeğin dişiye karşı hâkimi yy etinden bir şekli temsil ettiğini düşünecek olursak görürüz ki, derhal burada iki düşük şuurun karışımı bir duygu birleşir:
a) İş anında yâni münasebet esnasında erkeğin dişisine hâkim olma duygusu,
b) İş bittikten sonra ihmâl etme duygusu.
Geri kalmış çevrelerde terbiye ciheti ihmâl olunmuştur. Çünkü o, cehalet ve meskenet ortamında gözlerin görmediği bir lüks olarak gözükür. Terbiye ki, insanı insan yapan, insanı hayvan seviyesinden kurtarıp yükselten biricik vesiledir. Terbiye hiç bulun-' madiği veya bozuk bir şekilde bulunduğu vakit, insanlar, sadece kuvvete tapar. Hayatı, şehvet ölçüleriyle ölçmekten doğan duygulara esir düşer.
Böyle olan çevrede ana, elinde olmayan bir duygusuzlukla, erkeğin kadına yönelen duygularını bozmağa, o duyguları diktatörlük ve zalimane tahakkümle büyütmeğe hizmet eder. Zira, çocuğunu aşın derecede ve onu arsız yapacak bir tarzda seven, makul bir hudutta dur demesini bilip onu durduramıyan ana, çocuğa bilerek veya bilmeyerek, ancak kendi sözünün kayıtsız şartsız itaat edilen söz olması, şehevî arzu ve temayüllerini de zapt u rapt altına almaması alışkanlığını kazandırır.
Hal böyle olunca, erkeğin başkalarına zorla kabul ettirmek istediği emirleri, bu şehevî arzu ve temayüllerin ilhamıdır. Eğer dış cemiyet, içinde ıztırap, baskı, zillet ve mahrumiyet bulunan şeylerle beraber ferdin bünyesinde olgun kişiliği gerçekleştirmez, seyirci kalırsa, o zaman erkek şuur altında birikmiş olan veya kötü terbiye neticesi yüklü bulunduğu bütün kötülüklerini, kendinden zayıf olan kadın .erkek ve çocukların üzerlerine intikal ettirmeğe (dökmeğe) başlar. O, şark toplumundaki kötülük âmillerinin en bâ-I rizleridir. Kadın meselesini meydana getiren ve onu, o çirkin vaziyete düşüren budur. O halde, o âmillerin hangisi İslâmdan neşet etmiştir? Ve onlardan hangisi İslâmın ruhuyla bağdaşır?
[111]
Ömer ibn Abdulâziz devrinde cemiyeti, içinde zekât isteyen veya zekâtı kabul eden hiç bir fakirin bulunmadığı bir seviyeye ulaştıran o İslâm değil midir?. İşte, o İslâm, bu yerin üzerinde tatbik edilen ve bugün de tatbik edilmesini ister olduğumuz İslâm.
O, «Servetin sadece zenginler arasında el değiştiren bir şey olmaması için...» buyuran, halk sınıfları arasında âdil bir dağıtım yoluyla servetleri tevzi eden ve böylece insanların seviyelerini birbirlerine yaklaştiran nizamdır. Çünkü o, lüksü sevmez, onu yasaklar Fakirliği sevmez; onun izalesi (ortadan kaldırilmasi) için çalışır.
Şarklı kadının meselesinde birinci âmil fakirliktir. O ortadan kalktığı zaman en büyük düğüm çözülür, Kadın kendi haysiyet ve şahsiyetini bulur Ka zanmak maksadıyla kadının çalışması, zarurî olan şeylerden değildir, her ne kadar bu onun normal hakkı ise de... Lâkin milletin hepsi için servet seviyesini yükseltmek, kadının -ki, o kendi şahsı müstesna hiçbir kimseyi doyurmakla vazifeli değildir-mirastan olan nasibini erkeğin nzasiyle teminat altına aiır ve fakirlikle karşı karşıya kalmak korkusundan dolayı bırakmak mecburiyetinde kaldığı haklarına sarılmak hususunda kadını teşvik eder.
Acaba erkeği hakir duruma düşürüp şuur altı aşağılık duygularını aşılayan ve sonunda onu evde boşalttıran siyasî zulüm ve baskı mıdır?.. İslâm zulme isyan etmek ve zalimlere karşı mukavemete çağırmaktan başka bir şey midir?.. İdare edenler ve edilenler olarak beşeri terbiye hususunda şu örnek dereceye varmış olan İslâm değil midir ki, Hz Ömer <RA> «Dinleyiniz ve itat ediniz, deyince, müslümanlar topluluğu arasında biri Hz. Ömer'e «Giymekte olduğun şu elbisenin sana nereden geldiğini bize haber verinceye kadar seni dinlemek ve sana itaat etmek biz»m üzerimize lâzım değildir» der. Bu durum karşısında Hz. Ömer, gazaplanmaz, üstelik soranın sorusunu ka bul eder onu tatmin edip inandmncaya kadar meselenin hakikatim açıklar. Nihayet adam : «Emret sim di, dinler ve itaat ederiz.'» der.
Bir zamanların tanıdığı ve ikinci olarak da bugün bizim özlediğimiz İslâm, işte budur. Bu İslâm, tatbik edildiği zaman insanlar, tepeden inme baskıların meydana getirdiği içe dönüklüğü, bu sebeble ters nefes almaya zorlayan zillet ve hakareti elbette görmiyecek-lerdir. İşte o zaman âmirin memura ve idarecinin idare edilenlere muamelesi, her şahsın başka bir şahsa muamelesi, erkeğin eşine ve çocuklarına adalet, sevgi, güzellik ve kardeşçe muamele etmesi hususunda örnek ve rehber yapacağı bir ışık olacaktır.
Acaba bu hallere sebep insanî kıymet ve değerlerin düşük olması mı?..
İslâm insanları düşük seviyeden kaldırmak, insanı insan yapan hakikî kıymet ve değerleri insan için vazetmekten başka bir şey için mi geldi?.. «Allah katında en değerli olanınız, en muttaki olanınızdır.»
[112]En zengin olanınız, en kuvvetli olanınız, sulta ve hakimiyet bakımından en üstün olanınız değil.... İşte insanî kıymet ve değerler bu seviyeye yükseldiği zaman, orada zayıflığından dolayı kadına kötü muamele etmeğe bir mecal kalmaz. Kaldı ki, îslâmm insanlık ölçüsü, ancak erkeğin kadına karşı güzel muamelesidir. Bu ölçü ise, Resûlüllahın şu hadisi söylemek suretiyle sarahaten koymuş olduğu ölçüdür: «Sizin en hayırlınız, ehline en hayırlı olanınizdır. Ben içinizden ehline en hayırlı olanınızım.»
[113]Arap dilinde ehil kelimesinden murad ailedir. Böylece Resûlüllahın, ruhların hakikatini idrak melekesi derindi. Hal böyle olunca kefaleti altında bulunan hiç bir insana kötü muamele edemezdi. Herkesin, böyle hareket etmesini, aksine hareket edenlerin insanî ölçülerin altına düşeceklerini, bu yüzden ruhlarını bir ızdırap ve ukdenin kap-hyacağını ifade etti.
[114]
İslâm, insanların, terbiye prensiplerinden uzak olarak içgüdüleriyle yaşamalarını ne zaman mubah kıldı?.. Şüphesiz ki İslâm, apaçık bir ifadeyle onların varlığını ve tesirini kabul eder... Fakat ahlaken düşüşlerinde ona ayak uydurmaz ye içgüdülerin insanlara tahakküm etmesini istemez. Tâ ki, içgüdülerin tesiriyle meydana gelen davranışlar, hayata bakacakları bir pencere olmasın. îslâmın, kadın ve erkekten her birini, diğerinin hacetini gidermeğe mecbur etmesi, insanı içgüdüler seviyesine düşürmek değildir. İslâm bundan ancak insanları kendi zarurî ihtiyaçlarında serbest hale getirmeği kast ve irade eder. Yeter ki, bu zaruretler, onların şuur ve sinirlerini meşgul edip de güçlerini en yüksek istihsal sahalarına teksif etmekten alıkoymasın. Bunun bir işte veya ilimde veya fende veya ibadette veyahut meşru bir yol ile kendini doyurmak mümkün olmadığı zaman kötülüğe tevessül etmekte olması müsavidir. Lâkin İslâm, insanların hiç bir vakit şehvetlerin esiri olmalarına, o şehvetlere dalarak yüksek insanî hayat tarzından uzaklaşmalarma müsaade etmez. İslâm, erkeği bitmek tükenmek bilmeyen bir cihad ile Allah yolunda cihad etmekle; kadını çocuklarını terbiye ve evini tertip ve tanzim cihadiyle vazifeli kılar ki, her ikisinin de zaruretler ve şehvetler hududunda durup kalmayan bir takım hedef ve gayeleri olsun.
[115]
Ümit edilir ki, hiç bir kimse İslâmdan bahisle, bunu söylemeğe cüret edemez. Kur'an'm tamamı ve hadîslerin hepsi insanları terbiye etmeğe ve onları, nefis bakımından zapt-u rapt altına almağa, adaleti benimsemeğe, başkalarına hürmet etmeğe ve insanı, kendi canını sevdiği gibi başkalarını da sevmeğe alıştırmak hususunda ilâiıî bir davettir.
Bugünün yazarlarının, kadını geri bırakan, onu örtülere, kabalığa, dar görüşe cehalet ve hurafeye bü-rüyen ancak odur, diye iddia ettikleri gelenekler hakikatte nedir acaba?!..
Hiç bir vakit, ilme mâni, çalışmağa engel olmayan, toplumla beraber yürüyen teamüle karşı koymayan âdetlerin aybı nedir?.. Onlardan ne gibi zararlar, meydana gelmektedir?
[116]
Bu gelenekler, sadece ahlâkî müptezeîliği, hayâsızlığı, taşkınlığı, fitneyi, ahlâki bağlardan çözülmeyi, kötülükleri yaygın hale getirmeye ve sokaklara dökülmeyi yasaklar.
[117]
Kim diyebilir ki, kadının kişiliğini olgunlaştırması, bilgi ve tecrübesini çoğaltması için biricik yol, gönül pazarlarına çıkması ve kendini oradaki gençlerden birine peşkeş .çekmesidir. Kendini teslim ettikten sonra o gencin âdi ruhlu, evlenmek arzusu olmayan, sadece cinsî ihtiyacını tatmin etmek isteyen, kadının kişiliğine hürmet etmeyen birisi olduğunun meydana çıkması üzerine o genç kadın, çıplaklaşmış medeni garbm genç kızlarının yaptığı gibi bir başka £ence dönmeyi düşünmesini kim ve nasıl isteyebilir?
Bunu, hiç kimse isteyemez. Ancak olsa olsa bunu, kötü maksatlarına set çeken âdet ve - geleneklerden kurtularak en kısa yoldan düşük arzularına nail olmayı düşünen ve böylece cemiyette fahişeliğin yayılmasını sevip arzu edenler isteyebilir.
Öğretimin vazifesi nedir?.. En azından hayatla ilgili işler hakkında nazarî bilgi vermek değil midir?..
Evlenmek?.. O ruhları olgunlaştıran, akılları geliştiren temiz amelî bir tecrübe değil midir?..
Mısır'da gayri müslim bir yazar, bazan imâ ederek, bazan da açıkça îslâmı kötülemek ve onunla alay etmek için haftalık bir gazetede her hafta kadınlara hıtab ederek şöyle diyordu: «Çürümüş (!) geleneklerinizi bozdunuz. Büyük bir cür'etle erkeklere karıştınız. Çalışmak için fabrika ve ticarethanelere daldınız. Siz bunu bir zarureti gidermek için yapmadınız. Ancak sizi, yalnız analığa ve beşeri üremeği korumağa mecbur eden geleneklerinize karşı harb ilân ederek onları parçalamak için bunu yaptınız!.»
Bu yazar diyor ki: «Kadın sokakta yere bakarak yürür, çünkü o kendi varlığından emin değildir ve onu erkekten ve toplumdan gelen bir korku çemberi içine alır! Lâkin tecrübeler (i) onu geliştirince her şeye meydan okuyarak başını kaldırır ve erkeklere sabit gözlerle bakar...»
Tarih der ki: Sadr-ı İslâmda umumî siyasete karışan, ordulara kumanda eden ve harplere giren Hz. Âişe, erkeklerle perde arkasından konuşurdu. Gözü bakmaktan alıkoymak, sadece kadınlara mahsus bir ahlâk değildi. Şüpheden âri olarak tarih rivayet eder ki, Resûlüllah (S.A.) bakire kızlardan daha fazla haya sahibi idi. Acaba o varlığından emin olmadığı ve bütün beşeriyyete ait olan peygamberliğinin hakikatim bilmediği için mi öyle haya
[118]sahibi idi?.. Acaba bu hayâsız yazarlar, bu gibi hayâsızlıklarından ne zaman vazgeçecekler?!..
Kadının kötü bir durumda olduğunda şüphe yoktur. Lâkin onun durumunu düzeltmenin yolu kendine göre özel şartları ve özel ayrılıkları bulunan garplı kadının yolu değildir.
Şüphesiz bizim eşit olarak kadın ve erkeğin hayatındaki hataları düzeltme yolumuz, ancak ve ancak İslâm nizamına dönmektir. Bizim yolumuz, erkek, kadın, genç, ihtiyar hep birlikte insanları, İslâm hükmüne ve İslâm kanununa çağırmamız, bu dâvaya hak-kiyle İman etmemiz ve ona gücümüzü, temayüllerimizi ve düşüncelerimizi adamamızdır. İşte o zaman, yani inandıklarımızı tatbik etmek için inanıp ve ona göre çalıştığımız zaman İslâm hükümran olur; zuîüm-süz ve işkencesiz her şey doğruca yerli yerine yerleşir.
[119]
Deniliyor ki:
Çölde tatbik edilmiş olan düzensiz cezalar sistemini bugün tatbik etmek, çeyrek dinar çalanın elini kesmek; suçlunun, cemiyetin kur bani arından bir kurban sayıldığı 20. asırda onu tedavi etmek lâzım geldiği kanaati hâkim iken, ceza elini ona uzatmak caiz olur mu ?
Biz de buna cevaben deriz ki, meselâ, 20. asır me-deniyyeti Kuzey Afrika'da suçsuz oldukları halde kırk bin insanı öldürmenizi hoş görür. Buna mukabil, günahkâr ve mücrim olduğu halde bir tek ferdi cezalandırmanıza müsaade etmez, öyle mi?.
Yazıklar olsun isimlere ve kelime oyunlarına al-danan insanlara!.. Ki onları sahte, medeniyet ne kadar aldatıyor ve hakikatlerden uzaklaştırıyor?!..
Bırakalım 20. asır medeniyetini! Yürüsün kör dö-ğüşü cürümlerinde! Biz şimdi, İslâmın suç ve ceza görüşünü ele alıp inceleyelim :
[120]
Ekseriya suç, fertten cemiyete yöneltilmiş bir düşmanlık ve tecavüzdür.
[121]Onun için suç ve ceza anlayışı, milletlerin fert ile toplum arasındaki alâkaya bakışıyla sıkı irtibat halindedir.
Ferdiyetçi milletler, kapitalist garp devletleri gibi- ferdi aşırı derecede takdis eder ve onu, bütün sosyal hayatın mihveri telâkki eder. Meselâ ferdin . hürriyetine kayıtlar koymak hususundaki toplumun hakkını kötülemekte aşın dereceye varmış olması gibi. Bu ferdiyyetçi nazariye, suç ve cezaya kadar uzanır ve bu düzeni benimseyen devletler, suçluya fazlaca merhamet gösterir. Suçluyu, fasit mevzuatın veya ruhî ukdelerin veya yenmeğe kaadir olamadığı sinir buhranlarının bir kurbanı itibar etmesi sebebiyle onu korumağa, böylece imkân, nisbetinde ferde verilecek cezayı hafifletmeğe çalışır. Bilhassa ahlâkî suç-; larda cezanın hafifletilmesine gayret eder. Hattâ o derece ki, o hafifletmelerle neredeyse verilen ceza, ceza olmaktan çıkar. îşte burada, suçu hoş göstermek için Tahlilci Psikoloji, işe müdahale eder.
Toplumun suçluya, ahlâk, din ve geleneklerin; kösteklenmesinden meydana gelen cinsî düğümlerin kurbanı olarak bakması hususundaki tarihi inkılâbın kahramanı Freud idi. Çünkü, «Hayatın merkezi, ancak cinsî enerjidir.» diye itiraf etsin veya etmesin Tahlili Psikoloji Ekollerinin pek çoğu, ona tâbi oldu. iş-' te onların hepsinin nazarında suçlu, menfî bir mahlûktur. Çocuk olarak içinde yetiştiği özel şartlar ve genel çevre ve muhitin tesirinden kurtulup kendi hareketine mâlik olamaz. Onlar, bizim ruhi cebrilik» dediğimiz şeye inanıyorlar. Yani cebri bir yol ile tasarruf ettiği ruhî takatmda insan için ne bir irade ve ne de bir tasarruf vardır.
Toplumcu milletlere göre, bunun tam aksine olarak toplum, hiç bir ferdin karşı durması ve isyan etmesi doğru olmayan mukaddes bir varlıktır, İşte bu sebebten dolayı, toplumcu görüş devlete isyan 'eden bir ferdin cezalandırılmasında, öldürme ve işkence derecesine varacak kadar şiddet kullanır.
Tahlilci ilim adamlarından Freud ve başkasının inandığı gibi özel olarak komünizm, bütün suçların aslının psikolojik sebeblerden değil, iktisadî sebeplerden meydana geldiğine inanır. Buna göre, iktisadi sistemi bozuk toplumda faziletlerin meydana gelip gelişmesi mümkün olmaz. Bu yüzden mücrimi cezalandırmak caiz olmaz. Amma Rusya'da, iktisadın mutlak adaletle (!) yürür olduğu yerde anlıyamıyorum niçin cürümler işlenir, orada neden mahkemeler ve hapishaneler kurulur. Keza anlamıyorum. Neden Yahudi doktorlar, Sovyet şeflerini öldürmekle itham edilir?!.. Sonra Malenkof, onları serbest bırakır, buna mukabil itham edenleri cezalandırır!..
Şüphe yoktur ki, her iki görüş bazı hakikatleri içine aldığı gibi bazı mugalataları da içine alır. Evet ferdî ihata eden şartlar, onun yapısında mühim tesir sahibidir. Şuur altındaki ukdeler onu bazan cürüm işlemeğe sevkeder. Fakat bununla beraber insan, şartların karşısında sırf menfî bir mahlûk değildir. Muhakkak tahlilci psikologların hatası şudur ki, onlar işleri icabı insandaki muharrik güce dinamoya bakıyorlar. Beşerin ruhî yapısından olmasına, dış tesirlerin altında kalmasına ve asıldan ayrılmaz bir parça olmasına rağmen zapt edici takate frenlere bakmıyorlar. Şüphesiz çocuğun ifrazatını ayarlayan bir kimse ona öğretmemiş olsa dahi muayyen bir yaştan sonra yatağına bevl ettirmeyen güç ve takat var ya, işte çocuğun infiallerini ve tasaruflarını zaptu rabt altına alan bizzat o veya onun benzeri bir takattir. Böylece çocuk daima azgın şehvetin veya gelip geçici temayüllerin arkasından sürüklenmez. Başka bir yönden şüphe yoktur ki, iktisadi şartlar, fertlerin duyguları ve hareketlerinin yapısında mühim bir tesire sahibdir. Ruhun yapısından bozduğu ve kinlerden orada depo edip geliştirdiği faktörler sebebiyle açlık, ahlâkî düşüklüğe sevk ettiği gibi suç işlemeğe de sevkeder. Fakat «iktisadî âmil, beşerin hareketlerinde müessir olan biricik âmildir.» sözü mübalâğalı bir sözdür... Hayatın gerçekleri onu yalanlar, ayrıca solcuların, fakirlik ve açlığı öldürdüğünü iddia ettikleri Sovyet Rusya Cumhuriyetlerinde işlenmekte olan cürümler de onu tekzip eder.
Geriye soracağımız şunlar kaldı: Öyle ise cezalar vermemiz veya vermememiz hususunda, mücrimin cürmündeki sorumluluğunun derecesi nedir?
[122]
İslâm, suç ve ceza meselesini şu yönden ele alır.-İslâm, cezaları ölçüsüz olarak takrir etmediği gibi ölçüsüz olarak da infaz etmez. Bu meselede İslâmın kendine has bir görüşü vardır ki, onunla İslâm, bütün dünya nizamları arasında farklı bir durum alır. O öyle bir nizamdır ki, bazı hallerde ferdiyyetçi devletlerin görüşüne uygun, bazan da toplumcu devletlerin görüşüne... lâkin o adalet terazisini tam ortasından tutar. Aynı zamanda şartları, sebebleri ihata eder ve cünne, onu işleyen ferdin ve içinde cürüm işlenen toplumun gözüyle bakar. Bundan sonra İslâm, akl-ı selim mantığı ile mutabakat halinde olan âdil bir cezayı tesbit eder. Hiç bir vakit ne sapık görüşlere, ne fertlerin ne de milletlerin şehevî arzularına yönelir.
İslâm, bir takım yerleşmiş ve mütekâmil cezalar tesbit ve tâyin eder ki, bazı hallerde, meselenin derinliğine inmeyen, doğru düşünceden mahrum, meseleyi sathî bir tarzda ele alan bir kimseye kaba ve kasvetli görünür. Lâkin islâm o cezaları, suçu işleyen ferdin, bir zaruret ve mecburiyyet karşısında kalmadan suçu irtikâp ettiğine tam olarak kanaat getirdikten sonra ancak tatbik eder.
îslâm, el kesmeği emreder. Fakat hırsızlığın açlıktan neşet etmiş olduğunu bilir veya meselede böyle bir şüphe olursa o zaman aktiyyen el kesmez. İslâm, zina eden erkek ve kadını recmetmeği emreder. Lâkin her ikisi de iffetli ve evli olmadıkça ve suç sayılan fiili işlediklerini tam bir müşahade ile gördüklerine dört şahit tarafından şehadet edilmedikçe onları recmetmez. Yâni zâniler her ikisi de evli oldukları halde suçu, şahitlerin göreceği bir tarzda ahlâksızlık derecesine vardıkları zaman ancak recin ile emreder. îşîâmm takrir ettiği bütün cezalarda durum böyledir.
Biz bunu Hz. Ömer'in tatbik ettiği sarih bir prensipten alıyoruz. Malûm olduğu veçhile Ömer, îslâm muctehitlerinin en bariz şahsiyyetlerindendir. O, bundan başka şeriatı tatbik ve onun hükümlerini infaz hususunda oldukçasert bir halife idi. Tatbikatta onu, tahakküm zihniyetiyle itham etmek mümkün olmaz.
Hz. Ömer, açlık senesinde hırsızlık yapanların açlık sebebiyle mecbur kalarak yapmış olacakları şüphesi mevcut olduğu gerekçesiyle hırsızlığın haddi ka-: minisi olan el kesmeği tatbik etmedi.
Aşağıda zikredeceğimiz hâdise, işaret etmekte olduğumuz prensibi tesbit ve takrir hususunda ve gerçeklere delâleti bakımından daha beliğ ve daha sarihtir:
«Rivayet olunur ki, İbni Hatip ibni Ebî Beltea'nın çalıştırdığı çacuklar, Müzeyne Kabilesinden bir adamın devesini çalmışlardı. Çocuklar Hz. Ömer'e getirildi, suçlarını itiraf ettiler. Hz. Ömer, Kesir ibni Savt'a çocukların ellerini kesmesini emretti. Kesir, vazifelendirildikten sonra bunu reddetti ve sonra onlara dedi ki; Sizin onları yani hırsızlık yapanları çalıştırdığınızı, fakat, onları, Allah'ın haram kıldığı şeylerden birW sini yese helâl olacak derecede aç bıraktığınızı bilme-miş olsaydım, mutlaka onların ellerini keserdim. Sonra sözü îbni Hatıb'a çevirdi ve dedi ki.- Allah'a yemin: ederim ki, onu (el kesmeği) tatbik etmediğim takdirde sana ödemesi acı verecek bir para cezası veririm!.. Sonra dedi ki: Ey müzeni, deven senden kaça satın alınmak istendi.. O da dört yüze, dedi. Orada bulunan Hz, Ömer, İbni Hatıb'a «git, deve sahibine 800 ver dedi.
Şu halde burada tevile ihtimali olmayan sarih bir prensip vardır. Rasûlüllah'ın «Şüpheli olan durumlarda hadleri tatbikten çekininiz.
[123] hadîsi şerifleriyle amel ederek, meseleyi ele aldığımızda görürüz ki,
suç işlemeğe sevk eden şartların ortaya çıkması, eğer zaruret veya elde olmayan bir sebeb ile suç işlemişse hadleri tatbik etmeği meneder.
İslâmm takrir etmiş olduğu bütün cezalan tatbik etme şekil ve siyasetini gözden geçirdiğimiz zaman görürüz ki, ilk olarak İslâm, suç işlemeğe götüren sebeblerden cemiyeti koruma, çarelerine baş vurur. Ondan sonra - önce değil ferdin işlediği suçu makûl ve zarurî bir sebep zorlamadığı halde işlediğine ve cezanın da adaletle verildiğine mutmain olarak değişmez cezasını takrir eyler.
Sebeblerden her hangi bir sebebe müstenid olarak cemiyet, suçun gerekçelerini çürütmekten âciz olduğu veya herhangi bir şekilde suçun işleniş tarzında şüphe anz olduğu zaman, hafifletici sebeblerin bulunması doîayısiyle haddin tatbiki sukut eder. Böylece kanun, suçluyu serbest bırakmak, ıstırar derecesine veya suçtan sorumluluk derecesine göre döğmek ve hapis gibi tazir cezalarını uygulamak yoluna gider.
Meselâ: İslâm, âdil bir tevzi ile serveti taksim etmeğe çalışır. Ömer ibni Abdulaziz devrinde bu durum, cemiyetten fakirliği kaldırma derecesine kadar ulaşmıştır.
İslâm; dinine, cinsine, diline rengine ve sosyal yaşama düzeni içindeki mevkiine" bakmıyârak devlet düzeni içinde yaşayan her ferdin, her türlü emniyet ve kefaletinden devleti sorumlu sayar.
Devlet, fertlerinin hepsine normal iş sahası ihdas etmek suretiyle fertlerinin çalışma ve yaşamalarını kefalet ve teminat altına alır. Eğer, herkese yetecek
kadar iş sahalan temin edilemezse veya iş sahaları mevcut olmasına rağmen fertlerden bir kısmı çalışmaktan âciz durumda ise, o zaman devlet, onların yaşama masrafını Beytü'l-Malden temin eder. İşte İslâm, bu düzeni ile toplumda hırsızlığa, sürükleyici makûl veya gayri makûl âmilleri yok eder. Fakat bunlara rağmen cezayı uygulamadan önce suç işleyenin, işlediği suçu ıztırari (elde olmayan) sebeblerin tesiri altında kalarak işlemediğini tam olarak tesbit etmek gayesiyle her suçta tahkikat yapar.
İslâm, cinsî faktörün kuvvetini ve insan üzerin--deki şiddetli baskı ve ısrannı kabul ve itiraf eder. Fakat İslâm, bu ihtiyacı meşru yoldan gidermeğe çalışır. O meşru yol ise, evlenme yoludur. Böylece İslâm, insanları erken evlenmeğe çağırır. Bir takım özel durumlar; evlenmeğe engel olduğu zaman bu engellerin bertaraf edilerek evlenmenin tamamlanması için, evlenmek isteyenlere Beytü'l-Mal'den yardım eder. İslâm şehveti gıdıklayan kandırıcı vesilelerin hepsinden cemiyeti temizlemek, fazla gelen hayat enerjisini tüketmek ve onu hayır yollarına yöneltmek için en yüce gayeleri vazetmeğe ve boş zamanları Allah'a ibadetle değerlendirmeğe dikkat eder ve buna önem verir. Bu saydıklarımızın hepsiyle suç işlemeğe sevke-den veya suç işlemeği doğru bir hareket gibi gösteren sebeb ve âmilleri meneder. Bununla beraber İslâmiyet, işlenen suçu, dört şahidin alenen göreceği hayvanı mertebeye vardırmakta ısrar ederek toplumun geleneklerini yıkmak, işlediği suçla iftihar etmek durumuna düşünceye kadar cezayı uygulamakta acele etmez.
Zihinlere ilk gelen şey, «bugün mevcut iktisadî, içtimai ve ahlâkî durumların, gençlerle evlenme arasmdaki mesafeyi açtığı, kötülüklere yaklaştırdığı» düşüncesidir. Bu maalesef doğrudur. İslama gelince onun, ya tamamı alınmalı veya tamamı terk edilmelidir. İslâm hâkim olduğu zaman, hiç bir vakit, gençliği seviyesizliğe hızla iten bu çılgın tahrikler elbette-ki mevcut olmayacaktır. Elbette açık saçık filmler, müstehcen gazeteler ve hayâsız mecmualar, müptezel şarkılar ve sokakta dalga dalga kaynaşan fitneler mevcut olmayacaktır. Elbette ki, insanları evlenmekten meneden fakirlik de mevcut olmayacaktır. İşte ancak o zaman İslâm insanlardan, yapmağa muktedir oldukları fazileti ister, sadece özürsüz işlenen suçlarda cezaların uygulanmasına rıza gösterir.
Geri kalan cezalarda da Islâmın durumu böyledir. O, ilk önce toplumu suç işleme sebep ve âmillerinden kurtarmağa çalışır. Bundan sonra ihtiyatta fazlalık olarak şüpheli hallerde de hadleri tatbikten vazgeçer.
Sorarım, yeryüzünde hangi nizam, bu yüksek adalete ulaşmıştır?..
Muhakkak ki, İslama karşı kötüleyici hücumlarından müslümanların korktuğu frenkler (batılılar), bu cezaların tatbikini çirkin addederler ve bunda, insanın şahsiyetini heder etme ve insanî durumunu hiçe sayma vardır, derler. Çünkü onlar, İslâmın suç ve ceza görünüşü okumamışlar, bu yüzden gerçeği farke-dememişlerdir. Yine onlar, büyük bir hata eseri' olarak kendi medenî cezalan gibi her gün tatbik olunacağını zannederek, İslâm toplumunda korkunç bir mezbaha hayal ediyorlar : Şu değneklenir, bunun eli. kesilir, o recm olunur, şeklinde... Halbuki vakıa böyle değildir. Bu cezalar, kasvet ve şiddetinden dolayı
neredeyse tatbik olunmazlar. Zira bu cezaların, başlangıçtan itibaren suçların vukuunu meneden bir takım cezalar olduğunu anlamamız gerekir ki, hırsızlık haddi olan el kesmenin, 400 senede ancak altı defa tatbik edildiğini bilmek kâfi gelir. îslâmın cezayı uygulamazdan önce suçu işleten sebeb ve sâiklerden cemiyeti korumak hususundaki takip ettiği yolu bilmemiz, bizi hadlerin uygulandığı nadir hallerdeki adalet hakkında tam bir gönül îerahlığına garkeder.
Suç işlemeğe sevkeden sebeblerin ortadan kalkmasına rağmen, onların hepsinin suçlu veya suç üzerinde musir olmaları müstesna, îslâm nizamının tatbikinde kendilerini korkutan her hangi bir şey olduğunu batılılar elbette söyleyemezler.
Muhtemelen bazı insanların hatırlarına gelebiliı ki, hal böyle olunca bu cezalar, tatbik sahası pek bulunmayan bir takım formaliteden ibaret şeylerdir. Bu çeşit mütalâa elbetteki doğru değildir. Zira bu cezalar, makûl bir sâikin suç işlemeğe zorlamadığı hallerde bazı fertleri korkutmak için mevcuttur. Fakat, bununla beraber onlar suça bir temayül ve suçu işlemeğe karşı bir yönelme hissi taşırlar. Fakat suçu işleyemezler. Suça sevkedici duygunun sebebi ne olursa olsun bu fertler cezadan korktukları için suçu işlemeden önce bir defa kendi akıllarına müracaat edeceklerdir.
Bazan onlara kebt (ihtiraslarını baskı altında tutma yani şuuraltı haleti) isabet eder. Lâkin ceza yolunda çahşma devam ettiği ve ilgisiyle herkesi gözettiği müddetçe, canlarına, ırz, namus ve mallarına tecavüz elinin uzanmaması ve bundan emin olması cemiyetin en tabii haklarındandır. Sonra îslâm, açık bi saik olmadan suç işlemeğe mütemayil olanlan tedavi etmekten geri durmaş. Onların duçar oldukları sapıklığa kurban gitmelerine de göz yummaz.
İşte bunlar, aydın gençlerin ürktükleri, kendilerini frenklerin kabalık ve düşüklükle ayıplamamaları ıçm bir kısım kanun adamlarının nefretle kaçtığı İslâm cezalandır.
Bu yüksek İslâm .kanununun hikmetini şu veya bu, herkesin hakkiyle anlayıp takdir edemiyeceği de bilinmelidir.
[124]
«Bizi, bin sene geriye... çadır devrine mi döndürmek İstiyorsunuz ?
İslâm, bin sene önceki Araplara, o baldırı çıplak ve yan vahşî bedevilere uygun idi. Onun basitliği ve iptidaîliği, içinde zuhur ettiği iptidaî bedevî muhite münasib idi. Amma, bugün medeniyet ve teknik asrında, o uygun olur mu? Öyle bir asır ki, füzelerin, hidrojen bombalarının, gökdelenlerin ve sinemaskopların asrı...
İslâm, modern hayat tarzıyle işbirliği yapmayan donuk., bir dindir. Allah'ın mahlûkatmdan diğerleri gibi medenice ve insanca yaşamayı istediğimiz zaman onun bağlarından kurtu-luç yoktur.»
Bu ahmakça ve alçakça uydurulmuş safsata bana kültürlü (!) bir tngilizi hatırlatıyor. İki senedenberi Mısır'da idi. Mısır'U fellâhlann seviyelerini yükseltmek için Birleşmiş Milletler Konseyine tâbi bir bilirkişi olarak çalışıyordu. Kapitalist garbın kendilerini, bu memleketlerdeki iktisadi müstemlekeciliğin ana esaslannı tesbit etmek için değil, sadece Allah nzası ve fellâhlan çok sevdikleri için gönderildiklerini iddia ediyordu.
Şuna bakınız ki, Birleşmiş Milletlerin delegeleri, çok sevdiklerini iddîa ettikleri bu milletin dilini bilmiyorlardı. Hükümet, halk ile onlar arasında tercüme işini yapacak bir çok kimseler tayin etti. Ben de bu kültürlü (!) İngilizle çalışmakla vazifelendürlmiştim.
İlk andan itibaren onunla her şeyi açıkça görüşüyordum. Ona dedim ki:
Biz, sizden nefret ediyoruz ve şark ülkelerinden hangisi olursa olsun sizin askerleriniz oralarda kaldığı müddetçe sizden nefret etmekte devam edeceğiz. Mısır'a karşı tutumumuzdan dolayı sizi, Amerika'-hlan ve müttefiklerinizi, yani kısaca hiçbirinizi sevmiyoruz. Filistin dâvasından, müstemlekeci olarak ayak bastığınız her beldedeki hareketlerinizden dolayı sizi sevmiyoruz.
O zaman, adam .beni dikkatle süzdü, baktı ve sonra:
Sen komünist misin? dedi.
Hayır, dedim. Ben bir müslümanım. Ben inanıyorum ki, muhakkak İslâm, sizin gaipteki' kapitalist medeniyetinizden ve şarktaki komünizm sisteminden daha iyidir. O, hayatın bütün dallarına şâmil olması, yaşayış düzenini, muvazene ve itidal ruhu iîe tedavi etmesi bakımından bugüne kadar beşeriyetin tanıdığı en mükemmel harika bir nizamdır.
Aramızdaki münakaşa üç saate yakın bir zaman devam etti. Sonunda bana dedi ki:
îslâmdan bana anlatmış olduğun şeylerin hak olması muhtemeldir. Lâkin ben, yeni medeniyetin meyvelerinden mahrum olmak istemem. Uçakla yolculuk yapmağı ve radydan müzik sesleri dinlemeği severim
Dehşetler içerisinde kalarak dedim ki:
Seni onların hepsinden alıkoyan nedir ki?..
İslâm, bana çadır hayatına dönmemi emretmez mi?
Bunun alçakça bir iftira olduğunda şüphe yoktur. Bu dinin tarihini okumuş hiç bir kimse böyle söyleyemez. Eğer böyle değilse, o zaman sorarız, İslâm nerede ve ne zaman medeniyetin yoluna karşı durmuştur?..
Şüphe yoktur ki, İslâm yarısı bedevi olan, kabalıkta, taş yüreklilikte son hadde vardıkları için haklarında Kur'an'ın «Bedevi Araplar küfür ve nifak hususunda fazla aşırıdırlar. Onlar Allanın Resulüne indirmiş olduğu emir ve yasaklanıl sınırlarını bilememeğe daha lâyıktırlar.»
[125] buyurduğu bir muhite gelmiştir. îslâmm en büyük mucizelerinden biri, böylesine kaba, haşin ve atılgan bir topluluktan; gerçek ve örnek insanlık vasıflarını yüklü bir millet meydana getirmiş olmasıdır. Öyle bir millet ki, sadece kendileri Allanın gösterdiği hidayet yoluna girmek böylece içinde bulundukları hayvanlık mertebesinden yüksek insanî ufuklara doğru yükselmekle yetinmemişler, fakat aynı zamanda, insanları Allah yoluna davet eden hakikî mürşitler olmuşlardır. Bırak geri tarafım işte sadece bu, bu dinin insanları medenîleştirmek ve ruhları terbiye etmek hususundaki kudret ve maharetine açık bir burhandır.
Kaldı ki tslâm, ruhların içinde cereyan eden bu muazzam işlerle de iktifa etmez. Halbuki bu, emekleri tüketen ve tescile lâyık olan hakiki iş ve gerçek vazifedir. Çünkü bu, bütün medeniyet ve ileriliğin son hedefidir. İslâm, bu, fikirleri ve şuurları güzelleştiren derin terbiye ile de yetinmemiştir. Bunların hepsinden fazla olarak, insanlığın önemle üzerinde durduğu ve hayatın çekirdeği saydığı medeniyet eserlerinin hepsini kendi sahasına çekmiş, Allanın vahdaniyeti hakkındaki akidesine muhalif olmadığı ve Allahın kullan için yapılması gerekli hayır ve iyiliklerden insanları uzaklaştınnadığı müddetçe Mısır, îran ve Bi-şans gibi fethettiği memleketlerde bulduğu medeniyetlerin hepsini benimsemiş ve kendine maletmiştir. Sonra müslümanlar, Eski Yunanlılarda mevcut tıb, riyaziyyat, felekiyyat (astronomi), tabiiye, kimya ve felsefe gibi ilimlerle ilgilendiler. İlmî çalışma ve araş-tırmalariyle şan ve şeref sahifelerine yenilerini kattılar. Hattâ müslümanlar ilmî çalışmada o kadar ileri gittiler, ki, Avrupamn yeni kalkınması, ilim ve İcat sahasındaki zaferleri, Endülüsteki İslâm medeniyetinin temelleri üzerine kurulmuştur.
O halde İslâm, ne zaman insanlık için faydalı ilim ve tekniğin önüne set çekmiş ve ona karşı durmuştur?.
Hâkim vaziyette olan garp medeniyetinin karşısında îslâmın bugünkü durumuna gelince, onun durumu geçmiş medeniyetlerin hepsinin karşılaştığı durumdur. İslâm, bugünkü medeniyetten, kendine verebileceği her türlü hayır ve iyilikleri kabul eder. İçinde kötülük bulunanları ise reddeder. İslâm insanları fikrî veya maddî uzlete davet etmez, hiçbir vakit de etmemiştir. Beşeriyetin vahdetine, her millet ve mezhepten insanlar arasındaki yakınlık bağlarına olan inancından dolayı, diğer medeniyetlere şahsî, milli veya dinî herhangi bir düşmanlıkla mukabele etmez.
O halde aydm geçinen bazı ahmakların anladığı gibi, islâm davetinin, bugünkü medeni imkânlardan istifade etmenin karşısına durma korkusu diye bir korku yoktur. Hiç bir zaman müslümanlar, evlerinde, fabrikalarında, çiftliklerinde ve hayatla ilgili çeşitli iş yerlerindeki âletlerin üzerine, kullanmağı kabul etmemiz için Allahın ismi veya besmele yazılmalıdır, diye elbette bir şart koşmaimşlardır. Ancak müslüman-lann o âletleri, Allahın adıyla ve onun yolunda kullanmaları kâfidir. Haddi zatında ilim, teknik ve bunların sonucu olan makine ve âletlerin dini, milliyeti vo vatanı yoktur. Lâkin bunlardan gaye, bu iyi şeyleri yine iyilikte kullanmaktır. Meselâ top, mucidi belli olmayan beşerî bir icattır. Fakat, sen onu kullandığnı zaman başkalarına karşı düşmanlık ve tecavüzde kullanırsan, işte o vakit hakkile müslüman olamazsın. îslama göre onu kullanmanın şartı ya bir tecavüzü defetmek veya Allah rızası için bir hakkı müdafaa etmek olmalıdır. Sinema da haddi zatında beşerî bir buluştur. Eğer sen onu, temiz temayülleri, yüksek insanlığı ve hayır yolunda canlıların mücadelesini göstermekte kullanırsan, işte o zaman hakkile müslüman olmağa hak kazanırsın. Lâkin sen onu çıplak vücutları, hayâsızca temsil edilen şehvet sahnelerini ve rezalet çamuru içine düşmüş insanların gayri ahlâki davranışlarını aksettirmekte (göstermekte) kullandığın zaman tabiatile müslüman olmakta yaya kalırsın. Hadd-i zatında müstehcen filimlerin kötülüğü sadece ahlâki yönden değildir. Onun en büyük kötülüğü, olgun bir cemiyet için lâzım olan besleyici gıdaları ve hayatı küçümsemek, insanları sapık ve düşük hedeflere yöneltmektir.
Bundan başka İslâm daveti, dünyanın neresinde olursa olsun, beşeriyetin intaç ettiği fikirlerle kaynaşmanın veya birbirinden alış veriş yapmanın elbette ki, karşısına duracak değildir. İnsanların yapacağı herhangi faydalı bir bulusun, müslümanlar için de alınması gerekli bir şey olduğu şüphesizdir. Resûlüllah «İlim tahsil etmek bir farizadır» demiştir. İlim böyle mutlak olarak söylendiği zaman bütün ilimlere şâmildir. Binaenaleyh Resûlüllahm daveti, bütün yollardan bütün ilimleredir.
Hayır!.. İslâm, beşeriyet için faydalı hiç bir teknik ve medenî vasıtanın karşısında değildir. Böyle bir korku da yoktur. Eğer medeniyet, içki, kumar, ahlâkî sapıklık, alçakça müstemlekecilik, çeşitli isimler altında insanları köleleştirmek ise, işte o zaman İslâm haklı olarak bu meş'um medeniyetin karşısında durur; helak uçurumlarile insanlar arasına bir duvar olarak dikilir.
[126]
Köksüzlerin sorusu
«Bizim duygu ve fikirlerimizi taşîaş tır mamızı, böylece bugün ne makul ne de yeni hayat tarzı ile mantıkî bir uyuşması bulunan bir takım prensipler ve bu nesillerden evvelki başka nesiller (insanlar) için konmuş gelenekler; hedefleri tükenmiş ve bugün ilerlemeyi köstekleyen bir gericilik ve hürriyeti engelleyen bir kayıt olan İslâm nizamının yanında durmamızı mı istiyorsunuz?... Yeni dünyada kendisinden müstağni olunamayan iktisadî bir zaruret olduğu halde ribanın haramiyeti üzerinde bâlâ ısrar mı ediyorsunuz?..
Siz hâlâ zekâtı toplamak ve onu mahalline sarfetmekte ısrar mı ediyorsunuz?
Halbuki zekât nizamı, köylü veya şehirli fakirlere, kendilerine ihsanda bulunanın falanca zengin olduğunu ihsas ettirmiş olması sebebile, ona karşı mahcup düşünerek boyun eğmesi bir tarafa, modern devletlerin nizamiyle uyuşmayan ilkel bir nizamdır.
Yine. siz, içkiyi, kuman, iki cins arasında arkadaşlığı, ihtilâli ve beraber dans etmeyi haram sayıyorsunuz?... Halbuki bunların hepsi modern çağda sosyal birer zarurettir. Ondan kurtulmak ve onu durdurmak mümkün olmaz. Zira o mutlaka yolunu alması gereken bir tekâmüldür! Yazıklar olsun size ey müslümanîar. O sizin avaz avaz bağırdığınız gericilik nasıl bir gericiliktir?»
Köksüzlerin bu söylediklerinin bazı kısımları doğru, diğerleri ise tamamen hata ve mugalatadır.
Doğrudur, islâm ribâyı haram eder. Fakat ribâ-nm iktisadî bir zaruret olduğu doğru değildir. Bugün dünyada faiz üzerine kurulmamış iki tane iktisadî nazariye vardır. O iki görüş, asıl gaye ve hedef bakımından birbirine zıt durumda olan İslâm ve Komünizm görüşüdür. Bu iki nizam arasındaki tatbikat farkı, komünizm, kendi nizamını ve iktisadî doktrinini tatbik edecek kuvveti bulmuş; îslâma gelince, o henüz daha kendi kuvvetini toparlayamamıştır. Bununla beraber îslâm yeniden kuvvetlenmeğe doğru yol almaktadır. Dünyadaki son gelişmelere bakacak olursak, birçok memleketlerde kendini gösteren mücadeleler, yeni bir îslâmî uyanışı telmih eden delâletlerdir ve bunların ortaya koyduğu vakıalar, îs-lâmın, kuvvetlenmeğe doğru yol almakta olduğunu gösterir.
îslâm hükümran olduğu zaman iktisadi sistemini faizin dışında kalan esaslar üzerine kuracaktır. İktisadî bir zaruret onu hiç bir zaman acze düşüremiye-cektir. Nitekim komünizm de iktisadî nizamını faizsiz esaslar üzerine kurmuş ve vehmî (gerçekte olmayan fakat sanılan) zaruretler onu acze düşürmemiştir.
Hal töyle olunca, faiz yeni dünyanın kendisinden yakasını kurtarması imkânsız bir zaruret değildir. Çünkü bu zaruret, sadece kapitalizm dünyasının zaruretidir. Zira kapitalizmin faizsiz ayakta durması imkânsızdır. Bununla beraber doktor Schacth ve benzerleri gibi kapitalist garptaki iktisatçılardan büyükleri faiz nizamını şiddetle tenkit ediyorlar ve diyorlar ki: cFaizin yaşayan nesiller üzerindeki zaruri neticesi, ancak insanlardan az bir grubun elinde servetlerin birikmesi, yavaş yavaş büyük çoğunluğun servetten mahrum olması ve ona tâbi olarak da - milyonların, esrvetleri ellerinde tutan bu pek küçük azınlığın kölesi durumuna düşmesidir. Biz bu durumun doğru neticesini, iktisadî incelemelerde derinleşmeğe muhtaç olmaksızın hali hazırdaki kapitalizmde görüyoruz. Faiz ile ihtikârı ki, her ikisi kapitalizmin bel kemiğidir... Kapitalizmin zuhurundan takriben bin sene önce îslâmın o ikisini haram etmiş olması, İslâm nizamının mucizelerindendir. Çünkü bu dinin vazu Allah bütün nesilleri bir anda görür, insan toplulukları arasındaki kin ve haset gibi körükleyeceği kötü Kiklerden maada faizin iktisat âleminde sebep olaca-. ğı kötü sonuçlan elbette ki, o âlim ve habîr
[127] olan Allah bilir.
En ziyade hayret verici olan husus şudur ki, bir mücahit (!) yazar, haftalık gazetelerden birisinde, faizin haramiyeti üzerindeki ısrarından dolayı İslânu kötülüyor. İşin daha garibi, bu yazar, faiz esası üzerine kurulmamuş olan sosyalizm prensiplerine de inanıyor, aynı zamanda bu çirkin hareketini, bizzat kapitalizmin faiz esaslarından kurtulmağa ve yavaş yavaş sosyalizme doğru yön değiştirmeğe başladığı bir sırada yapıyor. O halde mesele inanç ve prensip meselesi değildir. O ancak ve sadece İslama karşı hücum etmekte ısrar eden kör ve çirkin bir arzudur.
Yine hayreti mucip olan şeylerdendir ki, dinî bir muhite mensup olarak gençliğini geçiren Müslüman bir bakan yabancı sermayedarları memnun etmek için- gönüllü bir çıkışla ve İslâmın donup kalıplaşmış okluğu (!) töhmetini uzaklaştırmağa çabası içinde diyor ki: «Bugün mevcut şartlara tâbi olarak tekâmül etmemiz için îslâmdaki faiz hükmüne müracaat etmenin zamanı geçmiştir!..» Böylece sermaye sahibi zenginleri memnun etmek için, Allanın gazabını satın alıyor. Eğer hakikaten söylediğini kasdedi-yorsa, o konuda insanların en cahili olduğu halde iktisadi tekâmül teranesi ile kendini temize çıkarmağa çalışıyor!..
Muhakkak faiz, bugün bize nisbetle bir zillettir. Çünkü, iktisadi vaziyetimiz hâlâ daha dış yardıma dayanmaktadır. Lâkin sona erinceye kadar buna tahammül etmekbaşka bir şey, o mevhum gelişme edebiyatı başka bir şeydir. Bütün İslâm âleminde iktisadi vaziyetimiz istiklâle kavuştuğu, kendi kendine ayakta durmağa muktedir olduğu ve dünya ile olan alâkamız, boyun eğme esası üzerine değil de hür mübadele esası üzerine teessüs ettiği gün... îşte o gün iktisadî sistemlerimizi İslâm kaideleri üzerine kurar ve faizi haranı ederiz. Böylece bütün âleme nisbetle ilerlemiş, tekâmül eden yeni dünyada en yeni iktisadî metod-ları tatbik ederek müesseselerimizi meydana getirmiş oluruz.
[128]
Zekâta gelince acaba o, sıfatında şüpheye mahal olmıyacak bir şekilde fakirlere verilen bir ihsan mı?.. Yoksa vazıı kanun Allah Teâlâ tarafından bir mükellefiyet olarak devletin milletten alıp yerine sarfedece-ği bir hak mı, olduğu hususunu geçen bölümlerde incelemiş idim. Lâkin buradaki şüphe zekâtın mahalli bir vergi oluşunda yâni toplandığı yerde tevzi edilmesi mes'elesindedir.
Bir nizamın, ilerici (!) garptan geldiğini gördükleri zaman medeniyetin en son tekâmülü diye hayret ederek ve beğenerek ağızlarını sonuna kadar açan aydınların ahmaklıklarına insan elinde olmayarak güler. Halbuki aynı nizam îslâmdan gelse, o zaman geriliğin, inhitatın ve donukluğun remzi olur (!).
Meselâ Amerika'da idari nizamın vardığı en son tekâmül, gelişmiş adem-i merkeziyyet sistemidir Orada köy, kendisini şehre veya bağlı olduğu vilâyete bağlayan sınırlar içinde iktisadî, içtimaî ve siyasî bakımdan müstakil bir cüz'ü tamdır, kurumdur Sonra bu müstakil kurum, Birleşik Amerika Merkezî Hükümetine bağlanır. Bu müstakil birlikte, muayyen bir nisbet dahilinde köy meclisinin tâyin edeceği vergiler toplanır. Sonra toplanan vergiler, aynı köyde öğretim, ulaştırma vasıtaları, sosyal hizmetler ve benzeri işlerde harcanır. Eğer onlardan bir şey artarsa köy onu, şehir veya vilâyet hükümetine gönderir. Fakat, köy muhtaç durumda ise, o zaman hükümetten yardım alır.
Bu, şüphe yok ki, aslında güzel bir nizamdır. Çünkü, bu iş hadd-i zatında mahallî halkın bileceği ve başaracağı bir iştir. Bu sistem, bütün işleri, küçük toplulukların ihtiyaçlarını hakkile bilip gidermeğe kaa-dir olamayan merkezî hükümetin omuzlarına yığmaktan daha iyidir
Bizim aydınlar işte burada bu nizamı överler ve hayli de büyütürler...
Halbuki onların gerici dedikleri İslâmiyet, bu nizama binüçyüz sene önce ulaşmıştır. İslâm, vergilerin toplanmasını mahallî kıldığı gibi, sarfını da mahallî kılmıştır. Eğer toplanan vergilerden, sarfedildikten sonra bir şey kalmışsa Beytülmaîe (genel hazineye) gönderilirdi. Eğer oranın ihtiyacma kâfi gelmezse Bey-tülmâlden karşılanırdı. İşte bu, işi güzel idare etmek, serveti ve vergiyi adaletle tevzi etmek ve hükmetme nizamında adem-i merkeziyeti kurmak hususunda îslâmın tesbit ve takrir ettiği prensiptir. îşte aydınların gerilik, gericilik ve inhitat diye hücum ettikleri ve alabildiğine insafsızca kötüledikleri nizam, bu nizamdır.
Zekâtı tevzi yoluna gelinGe, onunla ilgili görüşümüzü yukarıda tazmış ve demiştik ki, İslâmda zekâtı aynen veya nakden şahısların eline vermeği gerektiren bir şey yoktur. Zekâtı, zafiyet, ihtiyarlık, çocukluk ve benzeri sebeblerden dolayı çalışmaktan âciz olan muhtaçların eline vermeye ilâveten, okullar has-tahaneler ve sosyal hizmetler şeklinde vermeğe bir mâni yoktur.
Hali hazırdaki toplumda îslâmı tatbik ettiğimiz vakit, elbette ki, her bölge, bağlı bulunduğu merkeziyle olan teması dairesinde, kendi işlerini kendisi gören, sonra devleti, daha sonra da İslâm âlemini ve en sonunda bütün dünyayı içine alacak olan küçük veya büyük topluluklar meydana getirmekten daha fazla bir şey yapamıyacağız. îşte bununla biz, ilerlemiş ve ilerilikleriyle aydınlan hayrete düşürmüş milletlerin hepsini geçmiş olacağız.
Fakat içkiye, kumara ve iki cins arasındaki ihtilâta gelince, o îslâmın haram ettiği, ilericilerin kötülemesine ve hücumuna rağmen haramiyeti üzerinde ısrar eylediği bir hakikattir.
Bunun hakkındaki münakaşa uzayabilir. Lâkin biz mes'eleyi en kısa yoldan ele alacağız.
İçki mes'elesinde, sarhoşluğundan ayrılmamış ve ahlakî çöküntüler ivindo bulunan Fransa'da Parlâmento üyesi bir kadının, içkinin yasak edilmesini istemesi kâfidir. îşte bu, içinde yaşadığımız çağın iç-kici kadın ve erkeklerine cevap olarak yeter ve artar!..
Hlvaki gönlümde içkiye karşı bir saygı hissi bulmam. Lâkin ben biliyorum ki, içki hasta bir ferdin veya hasta bir toplumun bir inikasıdır. Sınıf farklarının şiddetlendiği cemiyet var ya, işte o cemiyette bir sınıf halk, hissi ahmaklaştıran çirkin bir lüksün içinde yaşar. Bu yüzden tabiî olmayan sun'l münebbihlere (uyarıcılara)' muhtaç olur. Bir başka sınıf da, içinde yaşadığı kötü gerçeklerden kendini uzaklaştırıcı tesirlere karşı amansız bir ihtiyaç ve mahnımiyet içinde bulunur. Bir lokma ekmek elde etmek mücadelesi hislerini taşıran veya ardı arkası kesilmeyen ağır ve rahatsız edici âletlerin gürültüsü veya duvarlar arkasındaki yazıhanelerde geçen yorucu ve uzun çalışmaların, celselerin bıkkınlık yüklediği toplum... İşte bu toplum hayalinde, yorgunluklardan uzak başka bir âlem meydana getirmek maksadile içkilere ve se-kir verici maddelere koşar, onlara iltica eder.- Lâkin bunların hiç biri içkinin mubah olmasına bir sebep teşkil etmez. Şüphesiz, içkinin vücudu, hastalığın vücuduna bir delil ve onun ortadan kaldırılması için bir davetçidir.
İslâm şarabı haram ettiği sırada, onu içmeye sevkeden sebepleri hesaptan uzak tutmamıştır. Belki ilk önce bu sebepleri izale etmeğe çalışmış, ondan sonra haram olduğunu ilân etmiştir. Binaenaleyh yeni medeniyet, îslâmı tenkit etmeğe yeltenerek ağzını açmazdan önce, fikrî, ruhî, içtimaî, iktisadi ve cismî tanzim sistemile ruhun hastalıklarını nasıl tedavi ettiğini İslâmdan öğrensin.
Kumara gelince, sapıklar ve işsiz güçsüzler müstesna hiç bir kimse ondan memnun olmaz. Bu yüzden kumar hakkında sözü uzatmağa ihtiyaç yoktur.
Fakat etrafında hırtmalar koparılan ihtilât yâni kadınla erkeğin karışması mes'elesıne gelince, işte o, köksüzlerin yaygara kopardıkları mes'eledir. îşte sana onların safsatalarından bazı örnekler:
«Geri kalmışlar olarak ne zamana kadar devam edeceğiz İlerleme ve medeniyet yolunda ne zamana kadar duraklıyaca-ğız? Ne hoştur Fransa medeniyet! Orada iki âşık birbirine sarılmış vaziyette derin bir öpüşme haleti içine gömülmüş oldukları halde umumî cadde üzerinde dururlar. Fazilet davet-çilerinden mahkûmlar postuna oturmuş olanlar, onları rahatsız etmez. Polis de, bu sanat temsili şeklindeki hareketlerini bitirinceye kadar onları gelip geçenlerin rahatsız etmesinden korur. O ikisine hakaret gözüyle bakana kelimenin tam mânasile yazıklar olsun. Böyle yapan ancak hakaret ve şerefsizliği kabul eder.
Amerikan medeniyetine Övgüler olsun!.. Çünkü, orada insanlar kendilerine ve başkalarına karşı açıktırlar. Hilebazhk ve münafıklık yapmazlar. Onlar, cinsî arzunun biyolojik bir ; zaruret olduğunu anlamışlar, bu sebebten zarureti itiraf etmişler, onun yolunu açmışlar ve o zarurete karşı toplumun dikkat ve ihtimamını sağlamışlardır. Bu yüzden her gencin bir kız arkadaşı ve her kızın da bir erkek arkadaşı vardır. Beraber girerler, çıkarlar ve gizlice beraber dolaşırlar. Beraberce o zarureti defederler. Böylece cisim, ruh ve âsab üzerindeki cinsî yükten kurtulurlar. Bu sebepten dolayı, sabahleyin istekli olarak, sevinç ve inşirah ile işlerine koşarlar. Bol bol istihsal elde ederler. İşlerinde muvaffak olurlar. İşte böylece bütün millet ileri doğru yol alır!..»
Evet!.. Almanların yöneltmiş olduğu ilk hücumda zelil ve hakir olarak yerlere kapanan, o Fransa'dır. Bu mağlûbiyet hiçbir zaman hazırlıklarının noksanlığından ve harp gücünün yetersizliğinden değildi. Bu mağlûbiyet, müdafaa edeceği bir şeref, ırz, namus ve haysiyyeti olmadığı içindi. Öyle bir millet ki, düşük zevklerin içine dalmış, hissî zevkler kendilerini bürümüştü. İşte bu yüzden, bombaların ve harbin sadece Paris'in muhteşem binalarım ve hayâsız oyuncularını tahrip edip parçalamasından korkmuşlardı. Acaba aydınların bizi çağırmak istedikleri bu mudur? Yoksa onlar ne söylediklerini bilmeyen aldatılmış ahmaklar mıdır?
Şarktaki ahmakların gözlerini kamaştıran, oı rı aldatan Amerika!..
Amerikan şehirlerinden birinde yapılan istatistiğe göre, liselerde okuyan kız talebelerden % 38'inin hamile olduğu anlatılmıştır!. Bu nisbet Üniversiteli kızlar arasında daha azdır. Çünkü, onlar daha tecrübeli ve hamileliği önleyici ilâçları kullanmakta daha maharetlidirler (î). Acaba aydınların savundukları me deniyet bu mudur?.. Yoksa onlar anlamadıkları şeyleri söyleyen aldatılmış kimseler midir?. Şüphe yok ki, sinirler üzerinde etki yapan cinsî ağırlıktan kurtulmak doğru bir hedeftir. İslâm ona en büyük ihtimamı göstermiştir. Zira Amerika onu keşfetmezden önce İslâm, cinsî ihtiyaçlarını tatminden mahrum olanların çalışma ve istihsal gücü düşer demektir. Bu arzu, onları zaruret meydanlarında hapseder. Bu yüzden normal yükselmeği sağlayamazlar, ancak düşe kalka yol alırlar. Lâkin bu konuda doğru olan hedef, doğru vesilelerin ele alınmasını gerektirir. Bütün toplumu kötülüğe bulaştırmak, birbirlerinin üzerine atılan hayvanlar gibi gençleri başıboş bırakmak hiç bir zaman doğru yol değildir. Hadd-i zatında öyle olmakla beraber, eğer ahmakların anladığı gibi Amerikanın büyük istihsali bu cinsî başıboşluktan ileri geliyorsa, evvel onlar bilsinler ki, o sırf maddî bir istihsaldir. Yakın bir gelecekte her şeyi yapacak olan ma-kinanın, insanın yaşayan insana olan ihtiyacını bertaraf etmesi mümkündür. Fakat fikir ve prensipler alemindeki dönen dolaplara gelince, tarihi boyunca beşeriyetin tanıdığı en çirkin kölelik usulleriyle zencileri köleîeştiren Amerikadir. Ve yeryüzündeki müstemlekecilik dâvalarının hepsini teyid eden de yine Odur. İçgüdülerin hayvaniyetinde temessül eden ruhî düşüklükle, köleleştirme ve müstemlekecilikte kendini gösteren ruhî düşüklük arasını ayırmak mümkün olmaz. İşte bunların her ikisi de medenüeşmiş kimselerin başvurmaları mümkün olmayan bir düşüklüktür.
Kadın, hafif açık saçık elbiselerle dolaşarak erkeğin dikkat ve şehvetini çeker vaziyette sokağa çıktığı zaman bakanları kaplayan zevk ve neş'eye gelince, şüphesiz bu vakidir ve gerçektir. Tabiî nefis, yemeklerde olduğu gibi değişik şekil ve tarzlardan da hoşlanır. Fakat biz, ilk önce hedefleri sınırlamak zorundayız. Diğer hedeflerden zarfınazar ederek acaba hayatta bizim vaizfemiz, sûrur ve sevinçten en büyük nasibi almak mıdır? Eski zamanlarda ve yeni çağda bir kimse çıkıp da şehvetlerin insanlarca tatlı ve sevinçli olduğunu inkâr etti mi? Öyle ise, neden zevkler diye isimlendirilmiştir? Şüphesiz bu, yirminci asırda garbın keşfettiği yeni bir buluş değildir. Daha evvel Yunan, İran ve Roma onu- tanımış ve boyunlarına kadar o zevklerin içine dalmışlardır. Fakat neticede ne olmuş? Ne olacak, haram olan şehevî arzulara boyun eğdikleri, iş ve istihsalden kesilip hayata istihfaf ile baktıkları zaman tıpkı Fransa'da ve tarih boyunca her yerde olduğu gibi hepsinin şan, şeref ve devletleri inkıraza uğratmıştır. Yeryüzünde Allâhın kanunu caridir. «Elbette ki, siz Allahm kanununda herhangi bir değişiklik bulamazsınız.»
[130]
Avrupa yeni çağdanberi maddî kuvvete sahipti ilim kuvveti, müşterek çalışma kuvveti, istihsalde ciddî çalışma kuvveti -. Bu maddî kuvvetin meydana getirdiği şehvetler onu azıttı, bir kısmı yol üzerinde, bir kısmı da diğer yerlerde sükûta başladı. Fakat bize gelince kuvvete mâlik oiamıyorduk. Çünkü en az son iki asır boyunca bizi ihata eden sosyal ve siyasî şartlar, hiç bir vakit bizim lehimize olarak cereyan etmedi. Hal böyle olunca medenileşme veya medeniyet adıyla veya gericilik ve cümûd (donmuş) töhmetinden kaçmak adı altında şehvetlerin üzerine eğilmek ten ne fayda elde ederiz. Hiç bir şey istifade etmeyiz. Sadece bize'sarhoşluk ve baş dönmesi isabet eder. Ne zaman biz kendi yolumuzda ilerlemeğe başlamışsak onlar derhal bizi kösteklemişlerdir. Hür düşünce unvanı altında ahlâksızlığa çağıran her yazar ve düşünür, kasıtlı veya kasıtsız müstemlekeciliğin bir edişidir. Sömürgeci ve emperyalist devletlerin gizli ajanları bu yazar ve düşünürleri pek iyi tanırlar. Milletin ahlâkını bozmak, zevk ve safa peşine milleti sürüklemek, gençleri lüzumsuz duygularla yıpratmak, daha nice kötü yollarla yapmakta oldukları hizmetleri onlar takdir ederler. Bu yüzden bu ajanlar gazete, mecmua, devlet daireleri, radyo ve benzeri müesseselere yerleştirilirler. Onlara, bunlardan başka maddi mükâfatlar da verilir. İşte başkalarına bu şekilde âlet olan-j lar, gafil avlanmış hilekâr hainlerdir.
Onlar derler ki: «Garptaki kadına bir bak... O dişilikten kadınlığa yükselmiştir. Orada kadın eğitilmiş, cemiyette yapmakla mükellef olduğu bir görevi bulunduğunu anlayan j bir insan olmuştur...»
Bu terbiye ve eğitimden, bu kitabın «îslâm ve Kadın» bölümünde bahsetmiştik. Fazla olarak burada deriz ki, kadının çalışmak maksadile dışarı çıkması ve toplumda dağılması, evinde oturduğu zaman meydana çıkması mümkün olmayan bazı kabiliyetleri meydana koymuştur. Tabiatile kadın beşer üretimi ile meşgul iken bu gibi vazifeleri yapamazdı. Fakat biz her şeyden önce sorarız : Bu cür'et kadının şahsi yapısına bir şey ekledi mi?.. Kadının bir çok hususlarda noksanlaşmasını sağlayan bu cür'et acaba kadına yeni bir şey kazandırdı mı?.. Yine soranz, bu cüret bütün beşeri yapıya bir şey ilâve etmiş midir? Yoksa bir kaç şey kazandırmasına rağmen çok şey mi kaybettir mistir?..
Şüphe yoktur ki, garpta kadın, erkekle beraberi dolaşan, onun aşklarını ve cinsî arzularını takabbül eden, bazı güç mes'elelerde erkeğe yardımcı olan i bir arkadaş olmuştur. Lâkin o, bunların hepsine rağ-J men iyi bir zevce ve iyi bir anne olmağa muktedir olaj mamıştır. Bu gerçeği inkâr için buradaki tarafgirlerin çığırtkanlığı fayda vermez. Bizim söylediklerimizi hakikî rakamlar tesbit ve teyit eder. Amerika'da boşanma nisbeti %40'a yükselmiştir. Bunlar, tehlike arze-den, utanç verici işaretlerdir. Bu nisbet Avrupa'da biraz daha az olabilir. Lâkin orada da dost ve metres hayatı almış yürümüştür. Bu, evliler arasında bilinen bir şeydir. Eğer kadın her halile aile hayatını te-f min eden, kocasını istikrara kavuşturan iyi bir zevcet olmuş olsaydı, Amerika'da bu kadar boşanma mey dana gelmez, Avrupa'da da evlilikten kaçmak mânâsını taşıyan ve bir nevi boşanma olan metres hayatı veya benzeri şeyler vukubulmazdı.
Annelik meselesile ilgili izahatımız da geçti. Orada demiştik ki, kadının işte çalışması -asri kadına cesaret veren odur - annelikle meşgul olmaya gerekli zamanı ve ruhî imkânı vermiyor. Zira işten yorgun ve bitkin hale gelen kadın, sinirlerinde anneliğe ait gerçek enerjiyi bulamaz ve mes'uliyetlerden daha fazlasını yüklenmeğe gönlünde bir istek de kalmaz.
Zevk ve eğlence gibi şeylerden sarfı nazar edildiği takdirde cemiyet bu gibi şeylerden nasıl bir istifade elde etmiştir?. Dünya parlâmentolarında ve bakanlıklarındaki kadınlar veya fabrikalarda, hanlarda, ticarethanelerde ve vapurlardaki binlerce ve milyonlarca kadınlar acaba insanlığın müşküllerini halletmişler veya azaltmışlar mıdır?. Kadının, parlâmentoda konuşmaktan, veya yaptığı memuriyetten başka toplumda yapacak daha mühim bir vazifesi yok mudur? Kadm muayyen bir gayeye sahip olarak çocuklarını terbiye ettiği, böylece ıztırap ve sapıklıkların bozamıyacağı olgun insanlar ve olgun vatandaşlar yetiştirdiği zaman, onun toplumda bir rolü olmaz mı? Kadın parlâmentoda alkışlandığı, salonda veya umumî bir caddede beğenüdiği zaman keyiflenme ve gurur onu yakalar. Eğer bu keyiflenmeden sonra kadına, annesiz bir takım nesiller yetiştirme hastalığı arız olacaksa, o zaman hayatın kıymeti nedir?.. Öyle nesiller ki, gönlündeki mücadele muvazenesini dengeye getiren, ona şahsiyet ve kabiliyetlerini veren anneden ve onun gönüllere ekeceği sevgiden mahrum nesiller...
Kadına eziyet etmek ,onu dünya zevklerinden mahrum bırakmak, böylece şahsi yapısını geliştirmemek bize gerekmeyen şeylerdir. Lâkin erkek ve kadın olarak dilediğimiz gibi zevklenmeğe ve dilediğimiz gibi şahsî yapımızı gerçekleştirmeğe hayat bizi ne zaman bırakmıştır?.. Bencillik bizi yakaladığı, bu yüzden hudutsuz olarak kendi varlığımızla zevklenmeği her şeyin üstünde saydığımız zaman acaba neler meydana gelir? Bundan, bizim bencilliğimiz ve sapıklığımız yüzünden kötüleşip yorgun düşen nesillerin yeryüzünde bize halef olmalarından başka bir şey vukua gelir mi?.. Bu kötülük ve yorgunluk erkek ve kadm her ikisine de şâmil değil midir?.. Gelecek nesillerin yeryüzünde devamlı bir cinse ait olan kadm meselesinde ıztırap çekmesi pahasına, nesillerden birinin bazı fertlerinin zevk ve safa içinde yaşaması bir fayda temin eder mi?..
Bütün beşeriyeti, halkları birbirine bağlı olup muayyen bir kuşakta bitmeyen, bir kuşaktan başka bir kuşağa geçmekle inkıtaa uğramayan bir bütün kabul etmesi sebebile İslâmiyete ayıp ve kusur isnat et-* mek mümkün olur mu?..
Eğer îslâm bütün suret ve şekillerinde zevki ha ram etmiş, fıtrî arzuların yoluna karşı durmuş, böylece o fıtrî arzuları ters çevirmiş ve o fıtri arzuların bile tatminini yasak etmiş olsaydı, ancak o zaman ayıplanabilirdi. Halbuki İslâm böyle bir şey yapmış mıdır? Hiç yapar mı? Bunların hepsinin cevabı, bun-j dan sonra gelecek olan «Din ve Kept» bölümündedir.
[131]
Dikkat buyurunuz, batılı psikologlar din hakkında ne demişler:
«Din, insandaki istekle çalışma neşesini kırar, günah duygusunun bir sonucu olarak insanın hayatını tatsız hale getirmekte devam eder. O Öyle bir duygudur ki, bilhassa dindarları kaplar. Bu yüzden dindarlara, «Yaptıklarımızın hepsi günah ve hatalarla doludur, onları hiç bii; şey temizlemez, ancak hayatın tat ve lezzetlerinden uzaklaşmak temizler» şeklinde bir hayal arız olur. Avrupa dine yapıştığı uzun müddet boyunca karanlığa gömülü kaldı. Ne zaman dinin çirkin bağlarını kırdı, işte o zaman duygulan içten hürleşti, iş ve üretim sahasında hızla yürümeye başladı.
Hal ve keyfiyyet bu iken, dine dönmek mi istiyorsunuz? Biz ilericilerin, bağlardan kurtardığımız şuurları yeniden zincirlemek, hareketli ve atılgan gençliği «Bu haram, bu helâldir.» sözlerinizle kayıtlamak mı istiyorsunuz?...»
Bırakalım Avrupa'yı ,kendi dini hakkında dileğini söylesin. Burada bizim onları tasdik veya tekzib etmemiz gerekmez. Çünkü, biz dinden genel olarak bahsetmiyoruz, biz ancak İslâm'dan bahsediyoruz.
İslâmm, hayatm hareketini durdurup durdurmamasını ele almazdan önce birinci iş olarak «KEPT* in ne demek olduğunu anlamamız ve bilmemiz icabe-der. Çünkü, bu kelimenin mânâsını anlamakta veya onu yerinde kullanmakta, avam ve muicaUitler bir tarafa, bizzat kültürlü kimseler bile isabetsizlikler yapmaktadırlar.
Kept, bir çoklarının anladığı gibi, tabiî olan işleri yapmaktan imtina etmek değildir. Kept, bizzat insanın sevk-i tabiîleri için addetmesinden ve kendiliğinden bu sevk-i tabiîlerin kalbine gelmesinin yahut fikrini meşgul etmesinin caiz olduğunu kabul etmemesinden meydana geiir. Bu mânâdaki kept, bir şuursuzluk meselesidir. Bazı hallerde içgüdülerle ilgili işleri yapmak onu tedavi eder. Şuurunda, kendine lâyık olmayan çirkin bir işi yaptığı düşüncesi mevcut olan kimse bu işi hergün yirmi defa yapsa dahi o, kepti ıztırabı (ruhî huzursuzluk) çeken bir şahıstır. Çün-H kü, onun kendi iç âleminde, yaptığı şey ile yapması lâzım olan şey arasında mücadele devam edecektir. Şuurda ve şuuraltındaki bu msd ve cezir hareketi ruhî düğümleri ve ıztırapları meydana getiren bir harekettir. Biz, kept kelimesine ait olan bu tefsiri kendi tarafımızdan söylemiyoruz. Bu tefsir, bu konudaki araştırmalarda ve beşerin çalışma isteğini kırdığı gerekçesiyle dine hücumda bütün ilmî gücünü harcamış olan Freud'un kendi tefsiridir. Bu tefsir, CThree Cantibution to the Sexeai Theory) kitabının 88 ncı sayfa-smdadır. Orada der ki: «Bu şuursuz kept ile içgüdülere âid olan işi yapmamak arasını kat'î bir ayırımla ayırmamız lâzımdır. Bu ise, sadece iş için bir ta'likten ibarettir.» Şu hale göre anlaşılmış oldu ki, kept sadece fıtri olan şevki tabiîyi kötü addetmekten ibarettir.
O, işin tatbikini muayyen bir zamana bırakmak değildir.
Biz şu anda İslâmm şuurlara olan baskısından bahsedeceğiz! Dünya dinleri ve nizamları arasında fıtrî olan sevk-i tabiileri kabulü, onun düşünce ve duygulardaki yerinin temizliği hususunda İslâmdan daha sarih olanı yoktur. Kur'ân-ı Kerîm der ki: «Kadınlardan, çocuklardan, altın ve gümüş gibi şeylerin teşkil ettiği hazinelerden, terbiye edilmiş atlardan, büyük ve küçük baş hayvanlardan gurur ve şehvet verici şeyler insanlar için bezenip güzelleştirildi.»
[133] Kur'an-ı Kerim, bu âyetinde, insanın şehevî arzularını kamçılayan bütün âmilleri bir araya getiriyor ve onların, insanlar için süslenmiş, ilgi çekici birer emr-i vaki olduğunu, hadd-i zatında insanın bu türlü mey-. Üne itiraz yapılamıyacağım ve bu gibi hislerle duygulananların kötülenemiyeceğini kabul ediyor.
Fakat bunların hepsine rağmen, insanların, o şehvetlere köle olacak, bu yüzden kendilerini korumağa muktedir olamiyacak dereceye kadar şehvetlere sürüklenip gitmelerini îslâmm mubah kılmadığı doğrudur. Çünkü, insan için matlup olan gerçek hayat, bu şekil üzere istikamet bulamaz. Eğer beşeriyet bütün gücünü tüketerek, hayvaniyete doğru düşüş ve tereddiyi bir alışkanlık haline getiren hayvanı zevklere eğilmekte devam edecek olursa, yükselmeğe doğru devamlı tekâmülü hedef tutan gayesini gerçekleştirmeğe kaadir olamaz.
Evet, İslâmiyet, insanların hayvanlar seviyesine düşmesini mubah bir hareket kabul etmez. Lâkin burada, bu şehvetleri kötü addetmek ile, mânevi temizlik ve yükselme isteyerek onları hissetmekten imtina etmeğe çalışmak arasında mühim bir fark vardır.
İnsan ruhuna muamelede îslâmın yol ve metodu, prensip olarak doğuştan gelen bütün şevki tabiîleri kabul etmek, böylece onların arzularını şuur altında toplamamaktadır. Bundan sonra İslâm, zevklerden makûl bir miktarın alınmasına imkân verir. Eşit olarak fert ve topluma vaki olacak zararların vukuuna mâni olacak hudutlar dahilinde o arzuların tatbikini mubah kılar.
Şehvetlere dalmasından dolayı ferde gelecek olan. zarar ancak, normal zamanından önce hayat enerjisini yok etmesi ve başka bir şeye bakamayacak tarzda şehvetlere esir olmayı devamlı bir meşguliyet haline getirmesidir.
Böylece o şehvetler bir müddet sonra dinmek bilmeyen daimî bir azab, istikrarsız bir hayat ve doymak bilmeyen daimi bir açlık olur.
Topluma gelecek olan zararlara gelince, o Allah-û Taâlânın çeşitli sahalara sarfedilmek üzere yaratmış, olduğu hayat enerjisini bir tek yakın ve değersiz hedefte tüketmek, buna mukabil gerçekleşmesi gerekli olan diğer hedefleri ihmal etmektir. Bu ise, aile yapısını parçalamağa, toplumun bağlarını çözmeğe, onu ne müşterek bir gayenin, ne de bir rabıtanın bir araya getiremeyeceği parça parça cemaatlar halinde bölmeğe gider. Bu öyle bir durum alır ki, Fransa için vaki olduğu gibi başkalarının onlara harp etmesi ve onları mağlup edip parçalaması kolaylaşır. «Sen onları, bir araya gelmiş, sımsıkı bir topluluk zannedersin. halbuki onların kalbleri
[134]birbirinden çok farklıdır.»
İşte insan için vâki' zararları bertaraf edecek olan bu sınırlar içinde İslâmm, hayatın güzel nimetlerinden zevk almayı mubah sayar. Hatta sarih bir davet ile ona çağırarak ve töhmetleri reddederek der ki: «De ki, Allahın kullarına vermiş olduğu güzel nimet, rızık ve zinetlerîni kim haram edebilir.»
[135]Başka bir âyette, «Dünyadan nasibini unutma.»
[136]Başka bir âyette, «Size rızık olarak verdiklerimizin güzellerinden yiyiniz.»
[137]Yine bir başka âyette, «Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz.»
[138]
Bilhassa cinsî duygularla ilgili hususlarda ki, diğer dinlerde memnuniyyeti bahis konusudur - Re-sûlüllah şöyle demeye kadar varır: «Sizin dünyanızdan güzel koku ve kadın bana sevdirildi. Namaz da benim gözümün aydınlığıdır.»
[139]Böylece Resû-lüîlah, insandaki cinsî duyguyu, tıyb yâni güzel koku derecesine yükseltiyor ve onu, insanı Allaha yaklaştıran şeylerin en temizi olan namaza arkadaş eyliyor. îşte bu sebepten dolayı tam bir sarahatle İslâm der ki, «Zevcesile yapacağı cinsî temasa karşılık kişiye sevab verilir.». Bunun üzerine hayretle müslümanlar Resûlüllaha, «Ya Resûlüllah, içimizden birisi şehvetini giderir ve buna mukabil ona sevab mı verilir?» deyince, onlara şöyle cevap vermiştir: «O, şehvetini haram- da harcasaydı onun bir günahı olacağını kabul eder miydiniz?.. İşte böylece helâle sarfettiği zaman da onun için bir ecir vardır.» dedi.
[140]
Bu sebepten İslâmın gölgesinde mutlak olarak duygulara karşı mânevi baskı meydana gelmez. Eğer gençler taşkınlık derecesinde cinsi arzu duyarlarsa, onda İslâmi bakımdan nahoş bir durum yoktur. Bu duyguyu çirkin saymaya ve ondan nefret etmeye bir sebeb mevcut değildir.
İslâm, bu arzuları duyan gençlerden, baskısız olarak onları sadece zabtı rapt altına almalarını talep eder. Mâslüman genç onu iradesiie, şuursuzluğunda değil, duygusunda gemler. Yâni onun tatbikini münasip bir vakte bırakır? Freud'un itirafile tatbiki geri bırakmak şuura baskı değildir. Bunda, «kept» de olan âsab bozucu durum yoktur ve bu gibi haller ruhi düğümlenme ve ıztıraplara götürmez.
îslâmm, bu şehvetleri zaptı rapt altına almağa olan davetinde insanları zevklerden mahrum etme kast ve tahakkümü yoktur. İşte İslâm ve İslâmm dışındaki tarih bu hususu şöyle anlatır: Şehvetlerini zapt-ı rapt altına almağa, kendi iradesiie bazı mubah zevkleri bırakmaktan, âciz olduğu halde kendi hay-siyyet ve şerefini muhafazaya muktedir olan hiç bir millet yoktur. Malûm olduğu veçhile, fertleri meşakkatleri yüklenmeğe alışkın, zaruretler ve şartlar iktiza ettirdiği zaman zevklerini saatlerce veya günlerce veya senelerce geri bırakmağa kaadir olan milletler müstesna, milletlerarası mücadelede sabit kalabilmiş hiç bir millet yoktur. İşte Islâmın vazettiği orucun hikmeti buradan gelmektedir.
Bugün, kendi milli varlıklarından kopmuş, ilerici rolündeki köksüzler, oruç hakkında «Açlık ve susuzlukla cana azap etmeği, insanı yeme içme zevklenme gibi arzularından mahrum etmeği... Bir hiç uğrunda ve herhangi bir hikmet ve gayesi olmaksızın bir takım tahakküm! emirlere itaat etmeği hedef tutan bu akılsızlık nedir?» dedikleri zaman muazzam bir hakikati keşfettiklerini zannederler
Lâkin... Doğruya yöneltici zabıtadan yoksun insan nasıl bir yaratıktır? Sevdiği veya arzuladığı şeylerden bir müddet vazgeçmeğe tahammülü olmuyorsa, o halde o nasıl insan olur? Böyle olan insan yeryüzünde kötülüğe karşı cihadda nasıl sabreder? Zira cihad bir çok mahrumiyetlere katlanmağı gerektirir.
Oruç gibi îslâmıri, nefisleri terbiye eden prensip-lerile alay eden komünistler acaba canlara ve tenlere eziyet veren şiddetli meşakkatlere tahammüle alışkın olmadan Stalingrad'daki mukavemetleri gibi mukavemete kaadir olabilirler mi? Yoksa onlar, bazan helâl edici, bazan da haram edicilerden mi ki, devletten emir sadır olursa helâl, derler. Çünkü, devlet ita-ata mecbur edici sultaya sahiptir. Devletlerin ve bütün canlıların hâliki Allah emredince, haram sayarlar!..
îslâmda oruçtan başka daha ne gibi ibadetler var? Namaz mı?.. Vazifelerini müdrik bir müslümanın namaz ne kadar vaktini alır? Acaba bir haftalık namazın aldığı zaman, her hafta bir defa sinemaya giden kimsenin sarfettiği zamandan daha mı çoktur? Allah'a bağlanmak, ondan yardım almak, O'na güvenmek, O'nun huzurüMda rahata kavuşmak için insan, - kalbinde hastalık ve gönlünde sapıklık olanlar müstesna -acaba, kendine verilmiş olan bu fırsatı boş yere feda edebilir mi?..
Dinin, sâliklerini baskı altında bulundurması, uykuda ve uyanıkken hata ve günah göîgesiyle onları kovalaması tarzındaki söylentilere gelince, islâm onlardan ne kadar, hem de ne kadar uzak! O, azabı söylemeden önce af ve mağfiret veren bir dindir. îslâmda günah hiç bir vakit ne insanları kovalayan bir dev, ne de karşılarından kaybolmayan bir hayalettir. Hz. Âdem'in büyük hatası, bütün âlemin üzerine çekilmiş bir kılıç değildir. Günâh, tövbe üe affedilmeyen ve temizlenemeyen bir şey de değildir. «Âdem, Rabbinden bazı sözler işitti ve bunun üzerine derhal tövbekar oldu.»
[141]İşte böylece herhangi bir merasime tâbi olmadan sade bir tarzda günâhlara tövbe edilir.
Hz. Âdem'in çocukları da babaları gibidir. Hata işlerler fakat hiç bir zaman Allanın rahmetinden ümit kesmezler. Aîlahü Teâlâ, kullarının tabiatlerini bilir, onlara ancak taşıyacakları kadar yük yükler. Allah kullarını ancak kendi kudret ve yetkileri dahilinde olan şeylerden sorumlu tutar ve onlardan hesaba çeker. «Allah hiç bir kimseye gücünün yetmiyeceği bir şeyi yüklemez.»
[142]İ «Bütün insanlar hata edicidirler. Hatalıların en hayırlısı tövbe edenlerdir.»
[143]İ
Kur'ân'da af, mağfiret ve rahmetle ilgili âyetler pek çoktur. Lâkin biz burada, Âllahın herşeyi kapladığma, rahmetinin derinliği ve genişliğine delâletil pek sarih olan bir tane âyeti zikretmekle iktifa edeceğiz. «Rabbinizden size ait olan bir mağfirete, eni gökler ile yer büyüklüğünde olan bir cennete koşunuz. Bunların hepsi muttakîler için hazırlanmıştır.) Öyle muttakîler ki, bollukta da darlıkta da înfakta bu-i lunurlar. Bundan başka onlar, öfkelerini yenen, insanların kusurlarım affeden kimselerdir. Böylece Allah ihsan edicileri sever. Yine onlar öyle kimselerdir! ki, büyük bir günâhı işledikleri veya kendilerine zulmettikleri zaman Allahı zikrederler. Hemen günahları için istiğfarda bulunurlar. Günâhları Allahtan baş- i ka kim affedebilir? Ve onlar yaptıklarında bilerek ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı affı ilâhîye maz-har olmak ve altlarından ırmaklar akan Cennetlere | girmektir. Ne güzel değil mix Allahın emrini tutanların mükâfatı?.»
[144]
Ey Allahim! Kullarına rahmetin ne kadar bol! İnsan, Allahın insanlara o bol rahmetini gördüğü zaman, o ilâhi ihsanın cezbesinden kendini alamıyor. Halbuki Allahın onlara bol bol mağfireti ne zaman?.. Onlar çirkin kötülükleri yaptıklarında bile... Allahü Tealâ onların yalnız tövbelerini kabul etmekle kalmıyor, belki onlara rızasını da veriyor, böylece onları muttekiler derecesine yükseltiyor!..
Bundan sonra artık Allah'ın af ve mağfiretinde bir şüphe var mıdır?.. Bir tek sözden ibaret olan tövbe kelimesini samimiyetle söyleyenlere bu derece Allahın af ve mağfireti vadedilirken, acaba azab insan-lan nerede ve nasıl kovalıyormuş?!.. Söylediklerimizi te'yid edecek olan daha başka nasslara ihtiyacımız. yoktur. Bununla beraber konumuzla alâkalı olan Peygamberimizin şu hadîsi şeriflerini serdediyo-ruz: «Canım yedi kudretinde olan Allah hakkı için eğer, siz günâh işlememiş olsanız, Allah sizi yok eder, sizin yerinize günâh işleyen ve mağfiret talebeden bir kavim getirir. Ve onları affeder.»
[145]
O halde, insanları affetmek, onların günâhlarını bağışlamak Allahü Teâlânm zatî iradesidir. Şu âyet-i kerimeye bakınız: «Eğer siz, Allaha îman eder, O'na şükürde bulunursanız, o zaman Allah size azabetmeği neyler?. Allah her şeyi bilici ve şükredene nimetim ihsan edicidir.»
[146]
Evet!.. O zaman Allah insanları azabetmeği neyler? Çünkü, onlara rahmet ve mağfiret verecek olan ancak O değil midir?..
[147]
Onlar dan biri, benimle münakaşa ederken dedi ki :
Sen, hür fikirli değilsin Niçin?
Bir tek Allahm varlığına inanıyor musun?
Evet.
O'nun için namaz kılıp oruç tutuyor musun?
Evet.
O halde, sen hür fikirli değilsin (!). Ona tekrar sordum:
Neden?
Çünkü, sen mevcut olmayan bir hurafeye inanıyorsun (!) dedi.
Siz, dedim, neye inanıyorsunuz?.. Hayatı ve bu kâinatı yaratan kimdir?
Tabiat, dedi.
Tabiat nedir? dedim.
Haddi, hududu olmayan gizli bir kuvvettir. Fakat onun dışa akseden ve duyu organlarının idrâk etmesi mümkün olan etkileri vardır, dedi.
Dedim ki:
İnancıma bedel olarak bana, bilinen bir kuvveti vermek İçin, beni gizli bir kuvvete inanmaktan menetmeni anlarım Fakat madem ki, mesele gizli bir kuvvetin (Allah) yine diğer gizli bir kuvvete (Tabiat) tebdilidir, o halde neden benim elimden, kendisine inanmakta emniyet, huzur selâmet ve saadet bulduğum Allahımı almak, O'nun yerine benim duamı işitmeyen, bana cevap veremeyen başka bir îlâh vermek istiyorsun?.» işte ilericilere göre fikir hürriyeti mes'elesi sadece budur!.. Onların müdafaasını yaptıkları fikir hürriyeti inkâr ve ilhâdı hedef tutar! Eğer îslâm ilhâdı mubah saymıyorsa, onlara göre fikir hürriyetini de mubah saymıyor demektir!..
Bu maymunlara veya papağanlara sormalı: îs-lâmda ilhâdın sebep ve mahiyyeti nedir?.. Her yerde tekrarı zaruri olmayan bir takım mahallî sebeplerden dolayı Avrupa'da ilhâd bir zaruret idi. Bir yönden Hıristiyan akidesine Avrupa kilisesinin verdiği şekil ve istikamet, diğer yönden de kilisenin ilmî hareketleri boğazlaması, âlimlere işkence etmesi ve hattâ onları ateşta yakması, gökten gelen kelime, (ilâhî söz) adına insanları bir takım yalan ve hurafelere inanmağa mecbur etmesi... İşte bunların hepsi acaib bir tarzda hür düşünceli Avrupalıları inkâr ve ilhâda mecbur etti. Böylece Allah'a îmana doğru giden tabiî istikameti ile nazari ve müsbet olmak üzere ilmî hakikatlere inanma arasındaki irtibatı parçalandı.
O zaman tabiat fikri bir kaçamak yol idi ki, onunla insanlar, az da olsa kilisenin fasit dairesinden biraz kurtulabiliyorlardı. tşte bu kötü davranışın bir sonucu olarak Avrupalılar, kiliseye hitaben şöyle diyorlardı : «Adı ile bizi köleleştirdiğin, bizi evham ve hurafelere inanmağa zorladığın; onun adile bizim merasimlere katılmamızı, bağlanmamızı, ibadetler yapmamızı, rahiplik etmemizi emrettiğin ilâhın senin olsun artık al. Biz, o ilâhın özelliklerinden daha çoğunu taşıyan yeni bir ilâha inanacağız. O öyle bir ilâh ki, O'nun insanları köleîeştiren bir kilisesi yok. O'nun, insanlar üzerinde herhangi fikrî, ahlâki veya maddi bir takım mükellefiyetleri de yok. İnsanlar O'nun huzurunda bütün kayıtlardan serbest olarak yaşarlar.»
îslâm nizamı için yaşayan bizlere gelince, bizim ilhâd ve inkâra (hâşâ) ihtiyacımız var mı?.. îsiâmm akide sisteminde, zihnî ve aklî hürriyeti zedeleyen hiç bir müşkül yoktur. îslâmın inancı bir tek Allah'a dayanır ki, bütün kâinatı yaratan yalnız ve yalnız O'~ dur. Bütün kâinatın dönüşü O'nadır. O'nun ne ortağı vardır, ne de nizamını tenkit ve tahlil (kritik) edebilecek birisi, îsiâmm Allah fikri o kadar açık ve sade bir düşüncedir ki, hiç bir kimse O'nun hakkında ihtilâfa düşmez, hattâ tabiatçüar ve inkarcılar bile.
Avrupa'da ve bütün Hıristiyanlık âleminde olduğu gibi îslamda «Din Adamları» diye ayn bir sınıf yoktur. Din herkesin malıdır. Herkes ehliyet ve takati nis-betinde tabiî, fikrî ve ruhî vasıtalarla dinin ana kaynaklarından istifade eder. Herkes müslümandır. «Herkesin çalışması nisbetinde bir takım dereceleri vardır.»
[148]Vazife ve mesleği ister mühendis olsun, ister doktor olsun, ister öğretmen olsun, ister sanatkâr olsun, ister işçi olsun eşit olarak Allah katında insanların en mükerrem olanı, en muttekî olanıdır. Din bu meslekler arasında bir meslek değildir. îsîâmda bütün ibadetler araya din adamı girmeden yapılabilir.
îslâmın şer'î ve hukukî tarafına gelince; üzerine hüküm bina edilecek düstur olması hasebile, bu, sahada bir gurup insanın ihtisas yaparak derinleşmesi, gayet tabiidir. Lakin onların dun im lan, diğer mem[ leketlerdeki hukuk âlim ve mütehassıslarının durul mu gibi değildir. Onlar bu vasıflarile hiçbir zamai, insanlar üzerinde bir sulta veya bir sınıf imtiyazına, mâlik değillerdir. Onlar ancak devletin ve cemaati^ istişare organları ve hukukçularıdır. Kendilerine «yükj sek ilim meclisi üyesi sıfatını takanlar, bu isim veya benzeri ile vasıflanmakta hürdürler. Lâkin, onların', hiç bir kimse üzerinde baskı ve sultası yoktur. Onlar),, insanlara ait işlerden ancak kanun çerçevesinde baza! şeylere selâhiyetlidirler. Meselâ: Ezher, ilmî ve dinil bir müessesedir. Fakat hiç bir zaman onun, âlimleri fikirlerinden dolayı yakmaya veya onlara işkence yapmağa selâhiyeti ve böyle bir sultası yoktur. Onla! ruı bütün vazifeleri, bir kısım insanların din anlayışını tenkit etmek ve görüşlerinde hatalı olduklarını gös| termektir. Bununla beraber, bu hususta onlar da hür} dürler. Çünkü Ezherli olmayanlar da Ezherlüerin düi anlayışlarını tenkit etmeğe, böylece varsa onların hatalarını belirtmeğe hak sahibidirler. Çünkü din bir şahsın veya bir heyetin inhisarında değildir. Din ancak, onu iyi anlayanın ve iyi tatbik edenin malıdır.
İslâm nizamı tatbik edildiği zaman, elbette ki, sarıklılar devlet dairelerine yayılmayacak ve devlet düzeninde, İslâm hukukuna dayanmaktan başka bir şey değişmeyecektir. Tabiatile mühendislik mühendislerin, doktorluk doktorların, iktisatçılık (cemiyete hükmedecek olan tamamile îslâmî iktisat nizamı olmak şartile) iktisatçıların elinde kalacak, bütün devlet işleri bu minval üzere devam edecektir.
Nazariyat ve tatbikatile ne îslâm akidesinde, ne de islâm nizamında ilim yoluna karşı duracak bir engel vardır. Bu meseleler hakkında hakem tarihî vakıalardır, îlmî bir hakikati keşfettiğinden dolayı İslâm beldesinde bir âlimin yakıldığını veya işkence edildiğini işitmedik. Her şeyi yaratanın ancak Allah olduğu hususundaki gerçek ilim, islâm akîdesiyle çatışmaz. Allahı bulmak için İslâmın insanları gökyüzüne ve yere bakmağa, onların yaratılışlarım düşünmeğe çağırması hiç bir zaman ilimle çatışmaz. Bizzat Garbın ilim adamlarından çoğu, gerçek araştırma yolu ile Allahı bulmuşlardır. O halde hangi şey îslâmda inkâra çağırır?.. Tabiî müstemlekeci efendileri körü körüne taklit müstesna! Onlar, akide ve ibadetlerin aleyhinde yazmaktan, onları insanlara kötü göstermekten ve insanları bu bağlardan kurtulmağa çağırmaktan maksatlarının, yakayı kanunun pençesine vermeden hür olmayı istemek olduğunu söylüyorlar.
Evet bu böyle, fakat neden böyle? Hiç bir zaman ahmakların anladığı mânâda bizatihi hedef bu değildir. O ancak Avrupa'da başka bir gayeye varmak için bir vasıta idi. O da, o zaman ortalığı kaplamış olan fikrî hurafelerden insanları kurtarmaktı. Hal böyle olunca ancak onlar, bu hürriyet ve kurtuluşa imanın gölgesinde mâlik bulunuyorlarsa, o zaman onların gerçekleştirmeği ister göründükleri gayeleri nedir acaba? Acaba onlar, sebep ve sâikleri olmadığı halde, cemiyette ahlâki bir çözülme ve cinsî bir keşmekeş mi istiyorlar?.. Hadd-i zatında onların müdafaasını yaptıkları dâvanın fikrî tarafı, şehevi arzulara karşı olan köleliklerini örten bir perdedir. îşte onlar, bu perdenin arkasına gizlenerek hür fikir müdafii olduklarını iddia ediyorlar. Halbuki ferdi şehvet tahakkümü dahil her türlü sulta ve hâkimiyyetten kurtulmağa çağıran îslâm, hiç bir zaman kölelere itaat emretmez.
Diyorlar ki:
«İslâmın idare sistemi, tabiatı icabı olarak diktatörlüktür. Çünkü İslâm nizamında devlet geniş sultaya sahiptir. Devletin bu sultaya, insanların gönüllerinde geniş hakimiyeti bulunan mukaddes şeylerle yâni din adına sahip olması, kötülük bakımından işi biraz daha ileri götürür. Böylece bu nizam diktatörlüğe çok elverişli, etrafında fırsatçıların karargâh kurmasına çok müsaittir. İşte bunlarla fikir hürriyeti boğulur. Devlet ricalinin aleyhinde konuşanlar, dinin aleyhinde konuşmakla suçlanırlar ve töhmet altında bırakılırlar.»
Dinin tamamen aleyhinde olan bu garip uydurmaları acaba nereden bulup getirdiler?,
Kur'ân'ın, «Müslümanların idare şekli kendi tarar larında şûra sistemidir.»
[149]âyetinden mi? veya «insanlar arasında hüküm ve idarede bulunduğunuz zaman adaletle hükmetmek zorundasınız.»
[150]âyetinden mi?.. Yoksa Hz. Ebu Bekir'in, «... Eğer sizi idare hususunda Allah'a ve O'nun Resulüne, isyan edersem, o zaman bana itaat etmeniz lâzım gelmez.»
[151] sözünden mi? Hz. Ömer'in «Eğer bende bir iğrilik bulursanız, derhal düzeltiniz.» dediği sırada müslümanlar arasından bir sahabenin, «Vallahi, eğer sende bir eğrilik bulursak, mutlaka biz onu kılıcın keskin tarafıyla düzeltiriz.»
[152]prensiplerinden mi almışlardır?!..
Evet zaman zaman îslâm idarecilerinin eliie din adına zulüm, yapıldı. Hâlâ da bu çirkin zulüm ve tuğyan örnekleri bazı îsiâm memleketlerinde görülmektedir. Lâkin yeryüzünde zulüm ve tuğyan perdesinin sadece din olduğunu kim söyleyebilir? Hitler?.. O din adiyle mi zulüm ve tuğyanını etrafa salıyordu..? Sta-lin..? Ölümünden sonra bizzat Rus basını ve resmî makamları zulüm ve işkence dolu diktatörlüğünü itiraf ve ilân etti. Dediler ki: «O Rusya'ya, bir daha tekerrür etmesi caiz olmayan kaba bir polis iradesiyle hükmediyordu!..» Franko?.. Güney Afrikada Malan?.. Milliyetçi Çin'de Çan Kay Şek?.. Komünist Çin'de Mao Tsu Tung?.. Bunların hepsi din adile mi tuğyan ederler?..
Şüphe yoktur ki, dinin sulta ve hâkimiyetinden kurtulan 20. asır milletleri, zorla gönüllere yerleştirilen ve dinden daha az baskuve mukaddesliğe sahip olmayan bir takım yaldızlı, kof unvanlarla, tarihin en çirkin zulüm ve diktatörlük örneklerini görmüşlerdir.
Tabiîdir ki, hiçbir kimse diktatörlüğü müdafaa etmez ve böyle bir rejime rıza göstermez. Lâkin kötü arzu ve şehvetler tarafına bir meyli bulunmayan, karakter ve fikri temiz olanlar, hak ve doğruyu ikrar etmediği de bir vecibe sayarlar. Hakikat şudur ki, şahsi menfaatlerinin peşinde koşanlar için, her güzel mânâyı istismar ve onun arkasına gizlenmek mümkündür. Fransız İhtilâlinde hürriyet adına pek çok iğrenç cinayetler işlenmiştir. O halde, hürriyeti ilga mı edeceğiz?.. Hürriyet adına Anayasa adiyle bir çok suçsuz kimseler hapse atılmış, işkence edilmiş ve öldürülmüştür. O halde Anayasaları ilga mı edelim?.. Hakikaten yeryüzünde din adına bir çok azgınlık ve taşkınlıklar yapılmış, o halde bunlar dini ilgi etmemize hak kazandırır mı? Eğer din hadd-i zatında nizam ve prensiplerile zulüm ve tuğyana götürüyorsa, işte o zaman bu makûl bir dilek olabilir. Fakat, yalnız müslümanlar arasında değil belki müslumanlarla harp halindeki düşmanları arasında, birden daha çok vakıalarda ve tarih boyunca bizzat düşmanlarının ikrar edip darb-ı mesel haline getirdiği herkese iyilik dersleri veren, mutlak adalet örnekleriyle dolu bulunan İslâmiyet için böyle bir durum var mıdır ve böyle bir dilek doğru mudur?-.
Azgınlığın ilâcı, ancak dinin savunduğu hürriyeti takdir eden, hırsla onu koruyan, hâkimi (idareciyi) zulümden meneden ve onu çizilmiş hududunda durduracak olan inanmış bir millet inşa etmemizdir. Zalim idareciyi düzeltip onu doğruya yöneltmeyi milletin aslî vazifelerinden sayan İslâm nizamı gibi, üstün bir nizamın ve hürriyeti heder tutan başka bir sistemin bulunacağını sanmam. Bu konuda Resûlüllah, «Sizden her kim bir kötülük görürse düzeltsin...»
[153]buyurur. Yine buyurur :«Muhakkak ki, zalim sultanın huzurunda hak ve adaleti müdafaa etmek, Allah katında cihadın en yücesidir.»
[154]
İhtilâlde âsiler tarafından yapılan zulüm ve sapıklıktan sarf-ı nazar edecek olursak, doğru yoldan ayrıldığına inandıkları zaman, insanlar bu prensipler adına Hz. Osman'a karşı bile isyan ettiler,
O halde ey ilericiler, biliniz ki, kayıtlardan kurtulmağa ve hürleşmeğe giden yolunuz dinin ilgası değildir. O yol ancak, zulümden nefret eden ve zalimleri düzelten o ihtilâl ruhunu insanlara öğretmektir. Bu ise aslında bu dinin ruhudur.
[155]
Bu Kari Marks'm sözüdür...
Komünizmin dâvetçileri, Marks'ın ardından İslâm ülkelerinde bu sözü aynen tekrarlıyorlar, İslâm iri aleyhine onun tatbikini de istiyorlar.
Komünizmin ilk dâvetçilerinden Kari Marks v» başkaları, yaşadıkları zamanda karşılarına dikilen özel münasebetler sebebile dme ve din adamlarına karşı isyanda mazur sayılabilirler. Çünkü o zaman Avrupa'da, özellikle Rusya'da feodalite en çirkin rollerini göstermekte devam ediyordu. Öyle ki, her sene açlıktan binlerce insan ölüyor ve çeşitli hastalıklar sebebile milyonlar can veriyordu. Ayrıca soğuk ve işkence, bir o kadar kimseyi telef ediyordu. Hal böyle iken yine ağalar, halkın hayatını, kanlarını ve hakkını hiçe sayıyor, akla gelen her türlü zevk vasitala-riyle hakir bir lüks içinde eğlenmekte devam ediyorlardı. Halkın başkaldırması ihtimali belirince veya çekmekte oldukları zulmü hissettikleri anlaşılırsa derhal din adamları harekete geçer ve şöyle seslenirdi: «Her kim senin sağ yanağına bir tokat vurursa ona sol yanağını çevir. Her kim senin ceketini elinden alırsa, oha gömleğini de ver.» Böylece, zulma karşı sabredenlere, yorgunluk ve eziyete razı olanlara vadedilmiş olan âhiret nimetlerile onları kandırarak zulüm ve haksızlığa karşı harekete geçen isyan duygularını uyuşturuyorlardı.
Eğer bu uzun vadeli vaadler fayda vermezse, o zaman tehdit geçer akçe oluveriyordu. Bu sefer papazlar şöyle diyorlardı: «Her kim ağası bulunan efendisine isyan ederse, o kimse Allah'a, kiliseye ve din adamlarına birden isyan etmiş sayılır.» Hatırlatalım İti, bizzat kilise arazi sahibi ağalardandı. Kilisenin milyonlarca arazi kölesi vardı. Kilise bu kadar insanı kendi hesabına çalıştırırdı. Bu yüzden kilisenin, çalışan zümreye karşı kralların ve ağaların yanında yer alması gayet tabii idi. Çünkü bütün mal ve arazi sa-^ hipleri, çalışanların karşısında bir cephe halinde idiler. Bunun sebebi şu idi ki, korktukları ihtilâl kopun-ca, zenginlerden veya din adamlarından kan emicilerin hiç birisi affedilmeyecekti.
Ne vaadîer ve ne de tehditler hiç birisi fayda vermediği zaman, fiilen bir takım cezaların tatbiki zaruret halini alırdı. îşte bu cezalar, Allanın âyetlerini inkâr ettikleri ve böylece din dairesinin dışına çıktıkları, gereköçesiyle uygulanırdı.
îşte bu anlattığımız şeyler sebebiyle oralarda din hakikaten o milletlerin gerçek düşmanı idi. Böylece Kari Marks'ın söylemiş olduğu «Din Milletlerin Afyonudur» sözü o zaman için Avrupadaki Hıristiyanlık hakkında yerinde idi. Komünistler, İslâm ülkelerinde halkın zulüm ve işkenceye rıza göstermesini, mücrimlerin emniyet içinde zevk ve safalanna devam edebilmeleri için, sabredenlere hazırlanmış cennetlerle onları oyalamaya, halktan çalışan zümre aleyhine sulta sahiplerini ra'zî etmeye bağlarlar. Meselâ Kral Faruk zamanında, Faruk'un elini öpen, onu melik-i salih diye isimlendiren, onun için dualar eden, kendi nıizacına göre Kur'ân âyetlerini te'vil eden, bu yaptıklarının hepsiyle Faruk'un saltanatını kuvvetlendirmeyi ve halkın ona isyan etmesini önlemeyi kasdeden, bu yollardan bir fayda sağlayamadığı takdirde, «Aranızdan ülül - emre itaat ediniz.»
[156]âyeti mucibince, Faruk'a karşı isyan edecekleri Allah'a ve dine isyan etmiş sayan bazı din adamlarının durum ve tutumlarını şahit olarak almak isterler!..
Bundan başka komüıusiî&r, bu hakikatle, anlamı şu mealde olan bir ; şüpheyi de karıştırırlar ve şöyle derler: Bu aşırı derecedeki kötülüğü bizzat İslâm emreder Çünkü, Kur'an'm bir âyetinde «Allahü Teâlânın, bazınızı bazınıza üstün kıidığı şeyleri temenni etmeyiniz.»
[157]veya «Dünya hayatına ait ziynet ve debdebeden insanların bir kısmına, sırf fitneye düşürmek için verdiğimiz nimetlere göz dikme sakın. Zira, Rab-binin rızkı hem daha hayırlı ve hem de daha süreklidir.»
[158]buyurmuştur. İşte böylece İslâm, her din gibi, çalışan enerjileri uyuşturup, âtıl hale getiren bir afyondur!.. Bizim de söz konusu yapmak istediğimiz şüphe burasıdır.
Araştırmak istiyoruz, acaba din sahasını meslek edinmiş din adamlarından zuhur eden o kötülük örneği davranışları bizzat din mi vahyetmiştir? Yoksa onların o tutumları, dinin doğru emirlerinden uzak kendi gayr-i ahlakî davranışları mıdır? Onların bu tutum ve durumları tıpkı, haram bir şeye vasıta ve âlet olmak bir tarafa, geçici zevklerden bir şeyler elde etmek maksadile, kendi temiz yüzlerini çamurlayan, şeref ve haysiyetlerini pislikler içine atarak kirleten, şâir, yazar ve gazetecilerden herhangi fasık bir kimsenin durumu gibi midir?..
Ben kafi olarak inanıyorum ki, bu şekilde davranan din adamlarının suçu, mesleklerini kazanç vasıtası yapan, ahlaken düşük şâir, yazar ve gazetecilerin cürmünden daha büyük ve daha çirkindir. Çünkü Allah'ın kitabı onların elindedir. Onlar, Allahın kitabını okurlar, böylece hem dinin hakikatim, hem de kendi mes'uliyetlerini bilirler. Onlar az bir fiatla Allah'ın âyetlerini satıyorlar, demektir. Hadd~i zatında onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyor-lar, demektir.
Lâkin ben bütün bu söylediklerimden sonra döner, tekraren derim ki, İşlâmda din adamları diye bir şey yâni bir sınıf yoktur. Hiç bir zaman din adamı hüviyetini kullanarak konuşanların söyledikleri İs-lâmm aleyhine bir hüccet olamaz. Bu milletin musibeti dinin hakikatini bilmemesinden gelmektedir. İslâm dinine isnat edilmek istenen uyuşturuculuk töhmetini çürütmeğe şu hakikat kâfidir: Mısır'daki zulüm idaresini deviren hareket, hakikatte sabık melikin, kendi saltanatı için tehlikesini sezdiği, bu yüzden baş davetçisini Öldürttüğü dini harekettir. Fakat o, bu cinayeti işlemeden ve kendisi ortadan kaldırılmadan önce hareketin önüne geçmek maksadile hapishanelerin kapılarını açmıştı. Halbuki Allah onun arzuladığından başkasını murad etlemiştir.
İşte bu durum cahilce ortaya atılan o şüpheyi defetmeye kâfidir. Bunun gibi şarktaki bütün istiklâl hareketlerinin dinin ilhamiyîe meydana geldiğini söyleyebiliriz. Fransız işgaline karşı Mısır milletinin hareketi, hadd-i zatında din âlimlerinin hareketi idi. Muhammed Ali'nin zulmüne karşı yapılan ayaklanmanın başında dini önder olan Ömer Mükrim vardı. Sudan'da İngilizlere karşı yapılan ayaklanmanın önderi Mehdî El - Kebir dinî bir önderdi, İtalyan'lara karşı Libya'daki hareket, Fransızlara karşı Cezayir'deki hareket, bunların hepsi dini hareketlerdir. Kâşâ-ni'nin İngilizlere karşı hareketi din adile ve din esasına dayanan bir hareketti.
Her yerde, bu dinin bir hürleştirme hareketi olduğuna delâlet eden ihtilâller vardır. İslâmiyet hiç bir vakit kölelik ve zulme razı olmağa davet değildir. Fakat biz burada dalâleti açık olan vakıalarla iktifa etmiyeceğiz. îslâmin çalışanlar zümresinin âdil ve sosyal adalet isteyen duygularını uyutmakla ilgili açıkça uydurulmuş olan şüpheyi münakaşaya devam edeceğiz. Bu şüphe komünistlerin ağızlarına doladıkları şüphelerin en çirkinidir.
«Allahu Teâlanın, bazınıza üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyiniz.» âyeti hakkında müfessirler derler ki, bu âyet, «Niçin, Allah yolunda cihada erkekler tahsis edilir de bundan kadınlar mahrum bırakılır?» diye soran bir sahabînin sorusu ile ilgili olarak nazil olmuştur. Bunun için denilmiştir ki, bu âyet, yapılması gerekli işi yapmadığı halde boş temennide bulunmağı yasak eder. Müfessirlere göre, muvafık olan budur. Çünkü, böyle bir hareket, topluma amali bir faydası olmayan sapık ve şuursuz bir hasede götürür. Yâni o, insanların oturdukları yerden temenni edeceklerine, faziletlere ulaşma vesilesi olan çalışmaya insanları davet etmektir.
Diğer «Dünya hayatına ait ziynet...» âyetine gelince, bunun mânâsı, âyette zikri geçen nimetlerin mahrum olanların nazarında, sahiplerinin büyük addedilmesini telkin eden maddi kıymetlerin üstüne yükselmeğe bir davettir.
Muteber kavle göre âyetteki hitap, ellerinde hayatın zevk verici metalarmdan çok şey bulunan kâfirlerin durumlarını küçümsemesi, onlara kıymet vermemesi için Resûlüllaha ve müminlere tevcih edilmiştir. Çünkü o, kendine verilmiş hak ile daima onlardan daha üstündür. Bu cihet, basit görüşlülerin anladıkları mânâ dışında bambaşka bir vadidir.
Görülüyor ki, sadr-ı Isâmdaki o müfessirler, bin yıl sonra komünizmin zuhur edeceğini ve onun çığırtkanlarının İslâmı kötüleyeceklerini sanki biliyorlardı. Böylece ta o zamandan itibaren îslâmdan töhmeti uzaklaştırmağa ve hakkı müdafaa edecek tefsirleri yapmağa koyuldular, böylece komünistlere ve başkalarına yetecek cevabı havi olan bu görüşlerini izhar ettiler!
Bununla beraber bir münakaşa mevzuu olarak farzedeîim ki, bu ve benzeri âyetler, elde mevcut olana rıza göstermeğe ve başkaiannm elindeki mala göz dikmemeğe davet eder. Böyle olsa bile, bu türlü davet ne zaman doğru bir davet olur? Ona itaat etmek ne zaman takarrür eder?
Muhakkak olan şudur ki, îslâmın ya tamamı alınır veya tamamı terkedilir. Yine îslâmın bütün davetleri ya kabul edilir veya hepsi reddedilir.
Sabretmek ve zenginlerin ellerindeki mallara göz dikmemek şeklindeki fakir ve mahrumlara ait bu da-Tet, terazinin sadece iki kefesinden biridir. Diğer taraftan bu davete karşı onun gibi veya ondan daha şiddetli bir davet ile de zenginlere hitap edilerek malla-riyle üstünlüjc taslamamaları, bunun yerine Allah yolunda bolca infak etmeleri gerektiği, aksi halde başkalarının kin ve adavetim ceibedici bu harekete karşılık âhirette çokça azab görecekleri, bundan başka dünyada da büyük bir kötülükle karşılaşacakları bildirilir.
Meseleye bu yönden bakacak olursak görürüz ki, terazinin iki kefesi de birbirine denk vaziyettedir. Bir taraftan infak; diğer taraftan, kinlerden gönülleri temizlemek, kendilerine bakacak gözlerin hasedinden korunmak var. Böylece îslâm, âdil bir usul ile servetleri herkese tevzi eder ve hayat yolunda iktisadi bir emniyetle, gönül selâmeti içinde yürür. Binaenaleyh orada bir mahrum, burada aşırı bir zengin bulunmaz. Bundan önce «İNFAK» tan ve ondan ihsan sıfatını kaldıran, onu temiz insanı yardımlaşma müessesesine dahil eden ve çağımızda tatbik edilmesi mümkün olan şekillerinden bahsetmiştik. Şu anda yeniden bu meseleye dönmeğe ihtiyacımız yoktur. Lâkin yine biz deriz ki, cemiyet bu şekil üzere yaşamağa başladığı zaman, orada elbette ki, mazlumların razı olmaları istenecek bir zulüm veyahut boyun eğmeleri emroluna-cak iktisadi bir mahrumiyet bulunmayacaktır.
Fakat zenginler topluma ait infaktan, içtimaî hizmetlerin masrafını yüklenmekten kaçınırlar ve böylece vazifelerini yapmazlarsa, o zaman fakir ve yoksulları, içinde bulundukları mahrumiyet dolu durumlarına razı olmağa çağıracak olan nedir?.. Bunu yapacak olan îsiâm mı?.. Zulme rıza gösterenleri ve ona karşı savaşmaktan uzak duranları dünyada ve âhirette kötü akibetle tehdit eden îslâm mı?.. «Kendilerine zulm ederken canlarını alacağı kimselere melekler derler ki, ne işte idiniz? Onlar, biz yeryüzünde dinin emirlerini tatbikten âciz kimselerdik, derler. Melekler de, Allanın arzı geniş değil miydi, siz de hicret etseydiniz ya, derler. İşte onlar var ya* onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Bu durumdan, erkek, kadın ve çocuklardan acz içinde bırakılıp da hiç bir çareye gücü yetmeyen ve bir yol bulamayanlar müstesna. İşte onlar umabilirler ki, Allah onları affeder. Allah çok affedici ve çok yargılayıcıdır.»
[159]
O halde bu durum, özrün fayda vermiyeceği bir cürümdür. O, dünyada kendisinin zayıf olduğu gerekçesi ile zulme razı olma cürmüdür. Allaü Teâlânın insanlar için murat ettiği, güçlerinin yettiği :her vasıta ile onu gerçekleştirmeğe çağırdığı normal durumun dışında zulme rıza gösterenleri Kur'ân-ı Kerim : «Kendilerine zulm edenler.» diye isimlendirir.
Hicrete davet ise, özel bir münasebetle ilgilidir. I Hicret, zulme karşı koymanın tek yolu değildir. Zul-| mün içinde bulunan cemaatler için, beyanı ileride gelecek bir takım başka yollar daha vardır. Biz burada ancak zulme rıza göstermenin îslâm nazarında ne kadar çirkin olduğunu te'kiden anlatmak istiyoruz. Böylece îslâmın nazarında hakikaten zayıf olanları bilmiş olalım. îşte onlar şu kimselerdir ki, hiç bir vasi-' taya muktedir olamazlar, hiçbir çıkar yol da bulamazlar. Bu sebeble onların affı için Cenab-ı Hak'ka dua etmekten başka çaremiz yoktur. Fakat bununla beraber sarih ve kat'î af değil, tabiî. Onların özürleri açık ve zafiyetleri doğru olmakla beraber, âyetin mânâsı, Allah onları hiç affetmez demek değildir. Çünkü, «Hatibin, kullarına zulmedici değildir.» Lâkin söylediğimiz gibi, bu ifadeden kasdo-lunan mânâ, savaşmak için bir zerre kudrete mâlik olan bir kimsenin i savaştan geri durmaması için, işi son derece ciddî biıf şekilde ele almaktır.
Hakikaten zayıf düşmüş olanlara gelince, sureti kafiyede onlar, zulmü sırtlamış olarak yardımsız vaziyette kendi hallerine terkedilmezler. Öyle bir durum karşısında İslâm milletlerinin hepsi, müslüman kardeşlerinden tecavüzü uzaklaştırmak için savaşa çağırmışlardır. «Ne oluyor size ki, Allah yolunda acz ve ıztırap içinde bırakılıp, ey Rabbimiz, bizi ahalisi zalim olan şu memleketten çıkarıp kurtar, bize tarafından bir sahip gönder, bize kendi katından bir yardımcı yolla, diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla çarpışmıyorsunuz.»
[160]
Zulüm, insanlardan bir sınıfın veya çoğunun üzerine vaki olur da onlar buna ses çıkarmazlarsa... Sonunda Allah onlardan razı olur mu?.. Hayır, zulme savaş açmcaya, mazlumlardan zulmü uzaklaştırıncaya kadar Allah onlardan elbette razı olmayacaktır.
Bazı kimseler,; bu âyetlerin bizzat akideye has olduğunu zannetmiş olabilir. Yani, müslümanların, müşriklerin ortasında bulunmalarını, müşriklerin onları Allaha şerik koşmağa ve İslâmî ibadetlerini yapmamağa zorlamalarını ifade edebileceğini zannetmek gibi.
Lâkin İslâm, ibadet farizalarile birlikte, bu itikattan doğmuş ve sonra şubelere ayrılmış olan içtimaî, iktisadî ve siyasî nizamları tatbikte bir fark gözetmez. Yine o, İslâm, akide ve nizamının tatbikini meneden-lerin ismen ve fiilen kâfir olmaları ile, ismen müslüman olup tatbikatta kâfir olmaları arasında da herhangi bir fark gözetmez. Kur'an-ı Kerim der ki: A1lahın indirdiği nizm ile hükmetmeyenler var ya işte onlar kâfirlerdir.»
[161]
İslâm mal ve servetlerin, «Zenginler arasında el değiştiren ,-b£r şey olmamasını» emreder. Yine devletin tebaasını, mümkün olan yollarla iktisadî bakımdan teminat altında bulundurmasını emreder. Bu teminatı, ya onlara normal bir iş sahası açmakla, yahut iş yapmaktan âciz duruma düşmüş olanlara doğrudan doğruya Beytü-1 Malden sarfetmek suretile sağlar.
İslâm Peygamberi devlet memurlarına bazı teminatların verilmesini emretmiştir. Bu durum kıyas yolu ile, hususî veya umumî herhangibir müessesede çalışan bir şahsa da şâmildir. İşte bunların hepsi imandan bir cüzdür. Müslümanlar, dünyanın gerçekleri arasında onları da tatbik edinceye kadar hakkile iman etmiş sayılmazlar. Böylece daha evvelki âyetlerde geçmiş olan ifade, zulmü yapan, onu kabul eden ve zulme karşı savaşmayan kimselere «Kendi nefislerine zulüm ediciler» hükmü mucibince, intibak eder.
Şimdi «Velâ tetemennev...» ve «Velâ temüddün-ne...» âyetlerinden vehim olunan mânâya tâbi olarak insanların içtimaî zulme karşı savaştan vazgeçtiklerini farzedecek olursak, o zaman acaba nasıl bir durum meydana gelecektir?. İnsanlardan belli bir sınıfın elinde mal ve servetlerin birikmesi ve çoğunluğun ondan mahrum olması faciası mı meydana gelir?.. (Meselâ ağalık ve kapitalizmde olduğu gibi.) îslâmda bunların hepsi merduttur. Zira bunlar Allanın, «Servetlerin, zenginler arasında el değiştiren bir şey olmaması için.» emrine muhaliftir.
İşte bunlardari, zenginlerin mallan hapsetmeleri ile sadece kendilerini ilgilendiren lüks hayatta sarfet-melerinin fenalığı: meydana çıkar. Malları hapsetmeğe dair olan birinci şıkka gelince, o dinen merduttur. «Altunu, gümüşü biriktirip de Allah yolunda sarfet-meyenler var ya işte onlara bir azab-ı elimi müjdele.»
[162]
Azap ancak Allahm razı olmayacağı merdud bir hareket içindir. Eğer ikinci ştfk vukua gelirse o da merduttur. Kur'ân'da lüksü haram eden âyetler cidden çoktur. Bu âyetlerin hemen hemen hepsi lüks hastalarını, küfür ve ahlâksızlıkla damgalar.
-Biz hiç bir memlekette azab ile korkutucu bir Peygamber göndermedik, ille oranın refah (lüks) erbabı, biz, sizin getirdiğiniz şeyleri İnkâr edicilerdeniz, dediler.»
[163]«Bir memleketi Jıelak etmek İstediğimiz zaman, onun nîmet ve lüks hayatı ile şımarmış elebaşılarına iyi olmalarını emrederiz. Buna rağmen onlar itiatten çıkarlar. Artık o memlekete karşı azap hak olmuştur. İşte biz, onu kökünden mahvı helak etmişizdir.»
[164] «Solcular!.. Onlar ne de solcudurlar, onlar ateş ve kaynar bir su içindeler. Ve bir de kapkara dumandan bir gölge! Ki, o gölge ne serin, ne de faydalıdır. Çünkü, onlar bundan evvel şehvetlerine düşkündüler.»
[165]
O halde insanların içtimaî zulme karşı savaştan; vazgeçmeleri, ancak kötülüğün meydana gelmesinden başka bir şey olmaz. İnsanları1 kötülüğe rıza göster?-ineğe, Allah rızası için kötülük karşısında susmağa çağırıyor, diye acaba İslâm ne hakla ve nasıl bir töhmet altında bırakılır? O Allah ki, şöyle buyuruyor; «İsrail oğullarından olup da küfredenlere, Davud'un da, Meryem oğlu İsa'nın da diliyle lanet olunmuştur. Bunun sebebi, isyan etmeleri, ifrat ve lükse sapmaları idi. Onlar işledikleri fenalıkların birinden bile vazgeçmeğe çalışmazlardı. Hakikatte yapmakta devam ettikleri o tutum ne kötü idi.»
[166]
Böylece kötülüğe karşı susmağı ve onu menetme-meği Allah, gazabım, lanetini ve azabını celbeden küfür alâmetlerinden bir alâmet kılmıştır!..
Resûlüllah da şöyle buyurur: «Sizden biriniz herhangi bir kötülük görürse onu düzeltsin.» «Allah katında en üstün cin ad, zalim bir sultanın huzurunda hakkı söylemektir.»
Eğer bu esaslar dairesinde hareket edilse, toplumda bu kötülükler elbette vücut bulmaz ve elbette idareci durumunda olan zevat zulme meyledemez. Aksi halde idareciye, Allah rızası için ve Allah yolunda cihad olarak mukavemet edilmesi kafi ve zarurî olur ve o da zalim bir sultan veya idareci sayılır...
Anlama kudreti olmayan, veyahut şehvet ve kötü arzuların tesirinden kurtulmağa gücü yetmeyen sapık bir akıl müstesna, zulme rızayı, mahrumiyete karşı sükûtu emrettiği şeklinde îslâmı anlamağa ruhsat veren o akıl hangi akıldır?!..
Bu bölümün başında zikrettiğimiz âyetlerin mânâları, ancak, verimli bir işin arkadaşlık edemiyeceği boş temennileri yasaklamağa, ne bir devletin, ne bir toplumun ve ne de insanlardan bir ferdin; yeryüzünde hiç bir kimsenin değiştirmeğe kaadir olamıyacağı şeylere rıza göstermeğe aittir.
Farzedelim ki, bir insana şöhreti mucib ve insanların takdirini haiz olan bir mevhibe verilmiş, başka birine de böyle bir kaabiliyet verilmemiş, fakat bu kimse içten gelen bir şekilde şöhrete karşı tutuşuyor. Bu arzuyu tatmin etmek, bu hissin, bir hastalığa ve hasede inkılâb etmesine mâni olmak için acaba devlet ne yapar?.. Acaba devlet, fabrikalarından birinde onun için bir. sun'i akıl ve mümeyyiz vasıflar mı imâl eder?..
Farzedelim ki, güzel bir kadın var, öylesine güzel ki, gönüller ona. iştiyak duyuyor ve gözler onu Özlüyor. Bir başka kadm daha var. Onda birincinin güzelliği ve cazibesi yok. Fakat bu kadm da beğenilmeyi arzu ediyor, böylece güzel olmağa gönlü akıp gidiyor. Onun arzuladığı eşitliği vermek için acaba devletin kullanabileceği imkân nedir?.
Yine farzedelim ki, bir karı koca var, aralarındaki anlaşma ve sevgi ile hayatın tadını çıkarıyorlar.
Her bakımdan huzur ve saadetleri yerindedir. Bir başka çift daha var. Onlar için başarı ve saadet mukadder değilmiş veya modern tababetin bütün çabalarına rağmen bir türlü çocukları olmuyor. Bu hususta onların elde edemediklerini onlara temin etmek için, yeryüzünün bütün kuvvetleri bir araya gelse ne yapabilir?.. Şüphe yok ki, bunlara benzer haller hayatta pek çoktur. Elbette ki, iktisadî vasıtalar ve sosyal adaletin neşri onları halledemez. Çünkü o, hadd-ı zatında cevherinde iktisadî olmayan kıymet ve değerlerle ilgilidir. O halde bunları, Allanın lütuf ve inayetine sığınarak kendine verilene kanaat etmekten başka hiç bir şey halledemez.
Hattâ iktiasdi ve sosyal alanda bile... Dünyanın gerçekleri arasında mutlak eşitliğin tam olarak tatbiki hangi memleketle gerçekleşmiş, bütün ücretler veya bütün vazifeler nerede eşit hale getirilebilmiştir? Farzedelim ki, Sovyet Rusya'da bir işçi pek büyük bir hırs ve tamaha sahiptir. O, bir mühendis olmayı arzular. Fakat kendisine âdil fırsatların hepsinin verilmesine rağmen onun kendi aklî kabiliyeti bu arzusunun önüne set çeker. Veya bir işçi, mecburi çalışması bittikten sonra fazla ücret almak için bir ek vazife alıp çalışma kuvvet ve kabiliyetini kendinde bulamaz. Buna rağmen fazla ücret alıp fazla zevk yapmak için yanar tutuşur. Devlet buna ve ona ne kazandırabilir? O, devamlı sıkıntı, ardı arkası kesilmeyen bir iştiyak, acı ve kin içinde çırpınırken, onu mesut etmek nasıl mümkün olur?.. Nasıl o kimse -en büyük kuvvete sarılmanın ve O'nun huzurunda rahatı taîebetmenin dışında- çoğunluğun kendi çalışmasından faydalanması için, gerektiği şekilde çalışıp işini tam idareye muktedir olur? Bunları ateş ve demirle mi yapmak daha iyi, yoksa gönül rızası ve içten gelen bir kabulleniş ile mi?..
îşte ancak budur İslâmın daveti. O davet, meşru arzuları gerçekleştirmeğe çalışmak, hiçbir kuvvet veya şahsın değiştirmeğe kaadir olamıyacâğı şeylere rıza göstermek, fakat tebdil ve tağyiri mümkün olan zulüm bulunduğu zaman ona isyan etmek ve onu parçalamak suretüe zulmü ortadan kaldırmaktır.
Eğer böyle hareket edilmediği takdirde elbette ki, Allah insanlardan razı olmayacaktır. Kim Allah yolunda döğûşür de öldürülür veya galip gelirse, Allah o kimseye büyük ecirler verecektir.»
[167]
Eğer bütün dünyada «Milletler için zehir olacak bir din varsa» her halde o, bütün şekil ve rengiyle zulme, kötülüğe karşı savaşan, zalimler ve onların yardakçıları için en büyük cezayı vadeden, İslâmiyet değildir. O, olsa olsa bu sözü söyleyen Marks'ın komünizmidir. Çünkü, komünizmle idare edilen memleketlerdeki insanların zulüm ve işkence altında inlemekte oldukları bütün dünyaca bilinen ve inkârı mümkün olmayan acı gerçeklerdir. îşte milletler için zehir olan ancak, komünizmdir.
[168]
îslâm hükmü yönünden gayrı müslim cemaatlerin durumu daima kendisinden karışık ve nazik diye bahsedilen bir meseledir. Müslümanlarla gayrı müslim-ler arasında bir fitnenin vukuundan korktukları için bir çok insanlar bu meselede söz söylemekten çekinirler.
Lâkin ben, kendimle nefsim arasında, yine kendimle insanlar arasında tam açıklıği itiyat haline getirmiş bir şahısım. İşte bu açıklıkla vatanda ve insanlıkta kardeşlerimize sormayı severim: «İslâmuı hükmetmesinden korktukları şey nedir acaba? Onlar acaba îslâmın nasslanndan mı korkarlar? Yoksa hasse-ten tatbikatından mı korkarlar?.»
Nasslara gelince şöyle dersin : «Dinde size savaş açmayan ve sizi memleketinizden çıkarmayanlara iyilik ve adaletle muamele etmekten Allah sizi menetmez. Biliniz ki, AUah âdilleri sever.»
[169]Bir başka âyet: «Ehlilkitabin yemekleri size helâldir, sizin yemekleriniz de onlara helâldir. Müminlerden ve ehlilkitaptan İffetli kadınlarla evlenmemiz de helâldir.»
[170]
İslâm hukukunun genel prensibi: «Bizim haklarımız olduğu gibi onların da haklan vardır. Ve bizim vazifelerimiz olduğu gibi onların da vazifeleri vardır.»
Bu umumi prensip, ibadet veya bir fariza ile ilgisi olmayan, sadece toplum nizamı ve onun içindeki vatandaşlık hakları ile alâkalı hak ve vazifelerdedir, îslâm, müslümanlarla onlar arasındaki muamele ve adalette eşitliği emreder. Bundan fazla olarak da ziyaretleşme, beraber yeme ve içme ile, müslümanlarla onlar arasındaki rabıtaları kuvvetlendirmeğe çalışır. Bu türlü şeylerse ancak birbirini seven arkadaşlar arasında olur. Nihayet bunlann hepsini en kuvvetli bağ olan evlenme ile taçlandırır.
Tatbikata gelince, o hususta sözü, îsîâma karşı sempatisi olduğu gerekçesile itham edilmemiş olan bir Avrupalı Hıristiyana bırakmamız daha güzel olur sanınm.
Hasan İbrahim Hasan, Abdülmecid Abidin ve îs-mail Nehrâvî tarafından arapçaya çevrilen «İslama Davet» adlı kitabının 48. sahifesinde Sir W. Arnold şöyle der:
«Arap müslümanlarla Hıristiyanlar arasında mevcut olan sevgi bağlanndan hareket ederek, insanları İslama çevirmekte kuvvetin geçerli bir faktör olmadığına hükmetmemiz mümkün olur. Bizzat Hz. Muham-med, bazı Hıristiyan kabilelerle anlaşmalar yaptı, emniyet ve güvenlik içinde kilise adamlarına kendi haklarını ve eski nüfuzlannı kullanmaları için müsaade etti. Onların himayesini kendi sorumluluğu altına aldı. Kendi dinî merasimlerini yerine getirmeleri hususunda onlara tam hürriyet verdi.»
51.sahifede : «Hicretin birinci asrında İslâmı kabul eden Hıristiyan kabilelerin onu, ancak hür bir irade ve ihtiyarla kabul etikleri, muzaffer müslümanla-ruı Hıristiyan Araplara gösterdikleri o müsamahanın biraz önce takdim etiğimiz örneklerinden bihakkın istihraç edebiliriz. Şüphesiz, günümüzde müslüman cemaatler arasında yaşamakta olan Hıristiyanlar bu[ müsamahanın varlığına bir şahittir.»
53.sahifede: «İslâm ordulan Ürdün vadisine ulaşınca ve Ebu Ubeyde Fahl'de ordugâh kurunca, o memleketlerdeki Hıristiyan halk müslüman araplara şöyle yazmışlardır: "Rumlar her ne kadar bizim dinimiz üzere iseler de, siz bize Rum'dan daha sevgilisiniz. Siz, bizim hakkımızda daha vefakâr, daha merhametli, bize zulüm yapmaktan daha uzak ve bizim üzerimizde hâkimler olmağa daha lâyıksınız.»
54. sahifede : «633 - 639 seneleri arasında vukua gelmiş ve tedricen Arapların Rum ordulannı oralardan kovmuş oldukları gazveler esnasında Şam memleketlerinde şuur haleti şöyle idi: Dımışk (Şam) 637 senesinde Araplarla sulh akdetmek âuretile örnek hareketi yapınca bir takım kendine uygun şartlan teminat altına aldı. Yağma ve harap olmaktan kendini kurtardı. Şam'ın diğer beldeleri de bu örnek hareketi almak hususunda zaman kaybetmediler. Humus ve diğer bazı memleketler, bir takım muahedeler yapmak hususunda müsbet cevap verdiler. Bunun muktezası olarak da Araba tâbi oldular. Belki bu şehir mümasil şartlarla Beyt-i Makdis yolundan da teslim olurdu., Muhakkak ki, din kaidelerinin üzerine çıkmış olan İmparatorun, kendi mezhebine tabî olmala-1 n için onlan zorlaması korkusu, dinî hürriyetlerinitam olarak vermek hususunda müslüm anların onlara vermiş oldukları söz, onların gönüllerinde Bizans veya herhangi bir Hıristiyan devletine bağlı olmaktan daha hoş idi. Kendi memleketlerine fatih, olarak gelen bir ordunun heyecanlandırdığı korkular henüz bitmemişti. Fatih Arapların lehine olarak kuvvetli bir kahramanlık o sırada bunu takip etti.»
Bu naklettiklerimiz Hıristiyan bir insanın İslâmiyet hakkındaki şehadetidir. O halde hıristiyanlârın İslâm hâkimiyetinden korktukları şey nedir? İhtimal ki onlar, kendilerine karşı müslümanlarm taassubundan (!) korkarlar. Eğer hakikaten bu böyle ise, görülüyor ki, onlar taasubun mânâsını bilmiyorlar. Binaenaleyh tarih, boyunca cereyan eden taassup misâllerinden birkaç tanesini j onlara açalım.
îspanya'daki teftiş mahkemeleri her şeyden önce, müslümanları imha etmeği hedef tutmuştu. Orada insanları diri diri yakmak, tırnaklanın sökmek, gözlerini çıkarmak ve uzuvlarını kesmek gibi tarihte bilinen azap çeşitlerinin en çirkinini istimal etmişti. Bunların hepsi, kendi dinlerini bıraktırıp Hıristiyan mezheplerinden bir tanesini zorla kabul ettirmek için yapılmıştı. Şimdi sorarız Hıristiyanlara, îslâm memleketlerinde ikametleri boyunca acaba Hıristiyanlar o türlü bir azap ve işkence ile karşılaşmışlar mıdır?..
Her Avrupa memleketinde veya Avrupalıların sultası altında bulunan Yugoslavya, Arnavutluk, Rusya ve peykleri, Kuzey Afrika, Somali, Kenya, Hindistan ve Malezya'da bazan safları temizleme adıyla bazan da emniyet ve selâmeti temin adıyla Müslümanlar için kurulan mezbahalar herkesin malûmudur.
[171]Lâkin bunların hepsini biz bir tarafa bırakıp hususî alâkası bulunan tek misâl alacağız. O da Habeş İstan 'dır.
Habeşistan eski zamandan beri tarihi, coğrafî kültürel ve dini rabıtaların bizi birbirimize bağladığı bir memlekettir. Habeşistan bilindiği gibi Mısır kilisesine tabidir, nalla müslümanlarla hıristiyanlardan meydana gelen bir karışımdır. En az takdirlere göre Habeş halkının % 35'i müslümandır. En çok takdir edenlere göre ise, % 65'i müslümandır. Zararı yok, biz iki tahminin en azını alalım.
Habeşistan'da müsîüman talebeye islâm dinini öğretecek ne bir tek resmî devlet okulu ve ne de Arap'ça öğretecek bir okul vardır. Müslümanların kendi paralariyle açtıkları okullara gelince, Habeş Hükümetinin tazyikleri ve yüklemiş olduğu vergilerle mevcutlar kapanma tehlikesiyle karşılaşıyor, yenilerin açılmasına hiç kimse cesaret edip teşebbüs edemiyor. Böylece hükümetin baskıları devam ediyor. İşte Habeşistan'da müslümanlarm tedrisat işleri bu derece fecî durumdadır ve buna sebep de Habeş hükümetidir.
Yeni zamana -İtalyan harbinden önceye- kadar, Habeşli bir Hıristiyana borçlanan ve borcunu ödeyemeyen müslüman, Habeşlinin kölesi olur ve devlet marifetile alınır ve satılırdı.. Tabiatile orada yaşayan halkın üçte birini temsil etmek için, ne hükümet vazifelerinde ne de kabinede bir tek müslüman mevcuttur. İşte bütün açıklığı üo orada durum bu iken oradaki dinî yönetimi kontrol eden de Mısır kilisesidir!..
Buna mukabil bütün tarihleri boyunca İslâm âleminde yaşayan Hıristiyanlar, biraz evvel bahsettiğimiz muameleye benzeyen bir muamele görmüşler midir? Yoksa onlar tabiat ve din rabıtalarının bizi bağlamakta olduğu bu memleketle mukabele bilmisil muameleye acaba razı olurlar mı? İşte gerçek olan korkunç taassup budur. Fakat onlar Mısır'da acaba neden korkarlar?..
Komünistler diyorlar ki, insanın hakikî kişilik yapısı sadece iktisadi yapısıdır, O halde Hıristiyanlar, İslâm havzasında mülkiyet, tasarruf veya servet biriktirme haklarından mahrum mu bırakıldılar?.
İşte sana Bişri Hanna! Melik Fuad'ın Saîd'i ziyareti sırasında geçeceği yol boyunca yirmibeş kilometre uzunluğunda, kendi bahçesinden getirdiği meyveli portakal ağaçlarını süs olarak diktirmiştir. Eğer hudutsuz mülkiyet hakkı kendisine tanınmamış olsaydı o kadar ağacı nereden getirecekti?.. Öğretim hakkı?.. Vazife alma hakkı?.. Vazifede terfi hakkı?.. Bunlara dinî unsur karışıyor mu?
İnsanın kişiliğinin sadece iktisadî yapıdan ibaret olduğunu iddia eden komünistlere muvafakat etmemekte musırrız. Biz, iktisadi yapıya insanın mânevi ve ruhî yapısını da ilâve ederiz. Kendilerini o yerde yerleştirmeğe yarayacak olan fitneleri kaynatmak için müstemlekeci İngilizlerin daima arkasından koştukları nâdir misâller müstesna ibadet hususunda hı-ristiyanlara herhangi bir zulüm vâki olmuş mudur?
Diyorlar ki îslâmda, cizye meselesinde bir ayırma vardır. Biz onlara Sir W. Arnold'un daha evvel serdet-tiğimiz sözü ile cevap veririz.
Adı geçen kitabının 58. sahifesinde diyor ki: «Zikrettiğimiz gibi cizye, müslüman oldukları takdirde görecekleri askerî vazife mukabili olarak sadece erkeklere yükletilmiş bir vergidir. Hangi hıristiyan cemaat olursa olsun, İslâm ordusunun hizmetine girdiği zaman vergi mükellefiyetinden muaf tutulduğu apaçık bilinen hususlardandır. Ceracime kabilesiyle olan durum bu minval üzere idi. Bu Kabile Antakya civarında ikamet ederdi. Müslümanlarla sulh muahedesi yaptı. Bu arada cizye vergisi ödemekten muaf tutulmak ve ganimetlerden hakkını almak şartiyle müslümaniarla beraber savaşmağı ve onlara yardımcı olmağı taahhüd etti.»
Sahife 59: «İslâm dini üzere olmalarına rağmen, Mısırlı fellâhlar, askeri hizmetten muaf tutuldular. Buna mukabil tıpkı hıristiyanlann üzerine konduğu gibi onların üzerine de cizye vergisi kondu.»
O halde hiç bir vakit mesele zümreci bir tefrika meselesi değildir. On ancak askeri bir hizmet meselesidir. O askerî hizmeti bizzat ifa eden cizyeden muaf tutulmuş, onu eda etmeyen, hangi dinden olursa olsun hiç bir tefrika olmaksızın cizye verniek mecburiyetini yüklenmiştir.
«Kendilerine kitap verilenlerden AHaha, âhiret gününe îman etmeyen, Allah ve Resulünün haram ettiklerini haram saymayan, Allanın gönderdiği hak dini din olarak kabul etmeyenlere, zillet ve hakarete bürünerek elleriyle cizye verinceye kadar onlarla harp ediniz.»
[172]âyetine gelince, bu tıpkı bizim İngiliz veya Fransızlara harp ilân etmemize benzer. Çünkü biz onlarla şayet harp etmiş olsak, ehlikitaptan İslâm vatanında oturanlara şâmil olmıyacağı bedihidir. Binaenaleyh, bu âyette kasdedilen mânâ, dar-ı İslama harp edenlere has bir durumdur. Lâkin bunların hepsine rağmen ben biliyorum ki, komünizmin şeytanları büyük bir maharetle her zümrenin içine giriyor ve onları kötü emellerine âlet ederek kandırıyor ve yollarından sapıtıyorlar.
Mahutlar işçilerin arasına girerler ve şöyle derler: «Bize inanınız ve bize tabî olunuz. İleride fabrikaları size mülk yapacağız!".
Çiftçilerin arasına girerler, Bize tabî olunuz, toprağı size mülk yapacağız!" derler.
Üniversite ve diğer okulların mezunlarından işsiz kalanların arasına girerler. «Bize tâbi olunuz, size diplomanızın hak kazandırdığı en münasip işleri vereceğiz!» derler.
. Cinsî tatminden mahrum gençlik arasına girerler. «Bize tâbi olunuz, size hür bir cemiyet inşa edeceğiz ki, orada kanunların bir müdahalesi, an'ane ve adetlerin bir tepkisi olmadan dileyen dilediği kadını dilediği gibi kullanacak ve hiç bir mes'uliyeti olmayacakJ» derler.
Sonra hıristiyan dostlarımıza eğilerek onlara da şöyle derler: «Bize tabî olunuz. Eğer bize tâbi olursanız, akide esasına göre insanlar arasında tefrika yaratan bu İslâmı sizin namınıza parçalayacağız!» Onların ağızlarından çıkan bu kelimeler ne de büyük şeylerdir! Onlar ancak ve ancak yalan, hem de buz gibi yalan söylerler. İnsanlar arasındaki nizam ve muamelâtında akide esasına göre ayırım yapan, İslâm değildir. Hiç bir fark gözetmeden hayatla ilgili bütün hakları insanlara eşit olarak veren ancak İslâmdır. İnsanlık esası üzerine insanlar arasında birleşmeği sağlayan ancak İslâmdır. İslâm belîi prensiplere dayanarak insanları inançlarında serbest bırakmıştır. Hat-i tâ başka dinde olanların himayelerini de kendi üzerine almış, böylece onların hürriyetlerini de korumuştur.
Bilirim ki, vatanda ve insanlıkta kardeşlerimiz dinlerinin yüksek örneklerine, müslümanlarla olan ta-. rihî münasebetlerine, birbirine kenetlenmiş menfaatlerine olan dikkat ve ihtimamları sayesinde hilebazların desiselerine ve şeytanların vesvesesine kulak vermekten kendilerini uzak tutacak kadar anlayış ve uyanıklığa sahiptirler.
[173]
«Ey müslümanlar, kendisinden bize bahsetmekte olduğunuz o İslâm hani nerede? O, doğru şeklile ne zaman tatbik edildi? Evet, siz daima bize haddi zatında parlak ve ideal bir nizamdan bahsediyorsunuz. Lâkin o sizin anlattığınız şeklile îslâm, dünyanın gerçekleri arasında tatbikatta yerini almadı. İşte bunun içindir ki, bize îslâmm, bilfiil tatbikatından sual ettiğimiz zaman, Peygamberin hayatından, Hülefa-i Raşidin devrinde, daha doğrusu ilk iki halife devrindeki basit tatbi katından maada söyleyecek bir şey bulamıyorsunuz.
Her meselede koşup Ömer İbni Hattaba yapışıyorsunuz. Özellikle onun şahsında îslâmm şeklini yüceltiyor, sadece onu gözlerde parlayan bir ışık halinde arzetmeye çalışıyorsunuz. Halbuki İslâm hakkında bir araştırma yaptığımız takdirde, ağalık, zulüm, istibdat, gerilik ve gericilik gibi üstüste yığılmış bir takım zulmetlerden başka bir şey göremeyiz.
Halkın, hâkim ve idarecilerini te'dip hususundaki yüksek adalet ve demokratik nizamdan dem vuruyorsunuz. Hulefâ-i Raşidîn devrinin dışında millete,: idarecilerim te'dip etmek şöyle dursun ne zaman seçme hakkı verilmiştir ?
Sîz İsîâmda âdil bir iktisat ve tevzi sistemi olduğundan bahsediyorsunuz. Hattâ bizzat Hûlefâ-i Raşidîn devri d© dahil olmak üzere, insanlar arasındaki farklı durumlar ne zaman birbirine yaklaştı ?
Her vatandaş için bir iş bulma hususundaki devletin vazifesinden bahsediyorsunuz. O halde bazan dilencilik derecesine varan ve devamîı olafak da fakirlik ve mahrumiyet içinde yaşayan insanların ayrıca işsizlerden meydana gelen binlerin ve milyonların vebali kime aittir?
İslâmdaki kadın haklarından bahsediyorsunuz, Kadın bu haklara bilfiil ne zaman nail oldu?^ Zalim âdetler, içtimaî ve iktisadî vaziyetler kadına bu haklarını kullanma-imkânını ne zaman verdi?.
Nefisleri terbiye eden, gönüllere Allah korkusunu yerleştiren, bu sebeble. hâkimler, mahkûmlar ve çeşitli halk sınıflan arasına hayır yolunda yardımlaşma esasına. dayanan alâkalan-kuran Islâmî terbiye sisteminden.bahsediyorsunuz. Bazı devrelere ait nadir Örnekler müstesna, o bahsettiğiniz terbiye ne zaman vaki olmuştur?
Bahsettiğiniz Allah korkusu, fakirlerin hakkını yemeye, karşı yapılan zulmü önlemeye; idarecilerin kendi menfaatlerini tercih etmelerine, hürriyetleri köstekleyen hareketlere ve milleti zelil eden davranışlara ne zaman mani olmuştur?
İşte böylece, ey müslümanlar! Bize, sınırlan belli bir devlet nizamı meydana getirmemiş olan, ancak bir daha tekerrürü mümkün olmayan tarihte cereyan etmiş şahsî örneklerden ibaret zayıf bir hakikat payı bulunan, gerçek tatbikattan nasibi olmayan bir takım rüyalardan bahsediyorsunuz.»
işte bu naklettiklerimizin hepsi komünistlerin ve kuyruklarının davasıdır. Ey din kardeşlerim! Onlar bütün zehirlerini bu yollardan akıtırlar. Hattâ bu şüpheler, İslâm tarihini tam' kaynağından öğrenmeyen, ancak bildikleri müstemlekecilerin söylediklerinden ibaret bulunan müslümanlarm kafalarında da kötü tesir yapan kuvvetli şüphelerdir. İşte bugün îslâm nizamını hükümden uzaklaştıranlar bu şüphelerin ifsat ettiği kimselerdir.
Burada kafi bir tefrikle iki şeyin arasını ayırmamız zarurîdir:
1- Bizzat nizamın kendisinin ideal olması,
2 - Tatbikatının ideal olması.
Acaba İslâm, kendi tabii karakteriyle tatbikat sahasına çıkarılması imkânsız hayalî unsurlara dayandığı için mi dünya gerçekleri arasında tatbiki mümkün rimayan bir nizamdır? Yoksa o amelî bir nizamdır amma, maalesef asırlar ve nesiller boyunca kâmil şekliyle tatbik olunmamıştır?
İki durum arasındaki fark çok büyüktür... :
1 - Hadd-i zatında İslâm ideal bir nizam ise,-şartlar ve imkânlar ne kadar değişirse değişsin tatbi kinden ümit yoktur.
2 - îslâmın, gerçekçi bir nizam olması, fakat bir takım şart ve sebeblerin îslâmla tatbikatı araşma girmiş olması ki, bu sefer durum farklıdır. Mâni şart ve sebebler ortadan kalkınca her zaman tatbiki mümkündür .
Şimdi soralım, bu iki durumdan hangisi İslama in-, tibak eder?
Zannediyoruz ki, hiçbir kimsenin ihtilâfa düşmi-yeceği bir tarzda mesele açıklık ve vuzuh kesbetmiş-tir. Beşer tarihinde bir defa da olsa - çok ya - tatbik edilmiş olması, îslâmın tatbikata elverişli bir ni-; zam olduğunu kat'î bir şekilde isbat ve ifade eder. Hiçbir zaman onun, tatbikinin gayrı mümkün olmadığını, hayalî unsurlara dayanmadığını da isbat eder. Çünkü, insanlar o insanlardır. Bir defa vukua gelenin bir defa daha ve defalarca meydana gelmesi tabitile mümkün olan. şeylerdendir. Yoksa ilerici komünistler «İnsanlar Sadr-ı İslâmda, bugünkülerin erişmesi mümkün olmayan bir seviyeye erişmiştir.» demek mi isterler? Eğer tezleri bu ise, bu onların, beşeriyeti daima ileri götürdüğünü iddia ettikleri tekâmül görüşlerine aykırıdır.
Fakat, meselâ Ömer ibni Abdülaziz devri gibi göz kamaştırıcı devrelerde vukua gelenlerin dışında bir defa bile Hulefâ-i Raşid'in devri tekerrür etmemiştir neden? sorusuna gelince haille bu güzel bir sorudur.
Bunun cevabı tarih kitaplarında mevcuttur. Tam olmamakla beraber İslâm nizamı asırlarca dünyaya hakim olmuştur. İsterse bu İslâm ülkelerindeki mahalli vaziyetler olsun, isterse bütün beşerin hayatını ilgilendiren genel vaziyetler olsun müsavidir.
İşte bu sebeple burada gözümüzü iki meseleye dikmemiz zaruridir:
Birinci mesele ı Beşeriyeti, içine gömülmüş olduğu bataklıktan alıp, Hulefâ-i Raşidîn devrinde gerçekleşmiş olan yüksek seviyeye ulaştırmak hususunda îs-lâmm yapmış olduğu sıçrama hareketi, şüphesiz bir sıçrama hareketi değildir. O, dünya üzerinde îslâmm gerçekleştirdiği mucizelerinden biridir. Fakat tabiati-le bu, şahısları ve bütün davranışlarile o mucizeyi gerçekleştiren kahramanları yetiştirmek için uzun bir hazırlık, şahsî ve özel bir eğitime muhtaç idi.
Bilindiği gibi İslâm, kendinden evvel veya sonra tarihin hiçbir, devrinde ve hiçbir nizama nasip olmayan, görülmemiş bir tarz ve göz alıcı bir sür'atle intişar etti. İşte bu da îslâmın mucizelerinden bir mucizedir. Bu mucizeyi, materyalistlerin ve komünistlerin, kendisiyle beşer tarihini tefsir etmekte oldukları maddeci ve iktisatçı tefsirlerin hiçbiri tefsir ve izah edemez. Lâkin, bizzat bu süratli intişar İslama, henüz Îslâmm ruhunu hazmetmemiş, onun içtimaî, iktisadî ve siyasî nizamlarının hakikatini anlamamış bir takım yeni kavimler celbetti ki, onları Arap yarımadasındaki ilkmüslümanlar gibi îslâmî ruhu tam mânâ-siyle aşılayan bir terbiye ile terbiye etmek mümkün olmamıştır. İşte bu kavimlerin İslama girmeleri ve müslüman topluluğundan sayılmaları sebebiîedir ki İslâm ülkeleri oldukça genişledi. Fakat Îslâmm gerçek prensipleri insanl-arın gönüllerinde tam mânâsiyle yerleşemedi. Bu yüzden Emevîler, Abbasîler, Türkler ve dalıa nice devletler zaman zaman İslâmm özelliklerini hakkiîe kavramamış idarecilerin eline geçti böylece İslâm prensiplerinden uzaklaşmak ve onunla oynamak kolaylaştı.
ikinci mesele i İslamın bu sıçrama hareketi beşerî tekâmüle nisbetle elbetteki tabiî değildir. Çünkü bu sıçrayış, düşük şehvetlere gömülmüş ruhları oralardan alıp ilelebet insaniyetin iftihar edeceği en yüksek zirveye yükselttiği gibi onları bir anda kölelikten alarak, beşeriyetin tecrübe ettiği nizamların hepsine nisbetle ileri bir adım sayılmakta devam edecek olan sosyal adalet örneği bir seviyeye yükseltti.
Resülüllah zamanında insanlar, bu beklenmedik muazzam yüceliğe tahammül etmişlerdir. Çünkü Re-sûlüllahta ve O'nun ashabında örnekleşmiş ruhî akım, insanı, normal takatin üstüne çıkaran ve mucizeye benzer şeyleri yapar hale getiren, sihir kuvveti gibi tesir eden bir kuvvet idi. İşte bu muazzam akım yavaşlayınca, insanlar kendi yüce ufuklarından uzaklaşmağa başladılar. Bununla beraber, her ne kadar îslâmm gerçek ruhundan parlak bir kaynağı muhafaza etmişlerse de - biraz sonra onun beşer tarihindeki ilmi tesirlerinden bahsedeceğiz-, bunun mânâsı hiçbir vakit yalancıların dedikleri gibi değildir. Çüncü yalancılar derler ki, «Bizim amelî cihette en azından Sadr-ı îslâmda insanların gerçekleştirdiklerini gerçekleştirebilmemiz için bizzat Resûlülîahın ve ashabının mevcut olmasına muhtacız.» Bu, tabiatile doğru değildir. Çünkü devlet siyasetinde, iktisat nizamında ve toplumun alâkalarında binüçyüz sene önce mucize sayılan şeyler, uzun zamanların geçmesi ve bu zamanlar boyunca beşeriyetin geçirdiği sayısız tecrübelerle artık bugün yeryüzünün dört bucağında kudret sınırlarının içine girmiştir. Yüksek ahlâkî ideallerinden sarfı nazar ederek - her ne kadar İslâm ona özel bir ihtimam gösterir ve bilfiil tatbikat ile onun arasını ayırmazsa da - bugün îslâmı hayatın gerçekleri arasında tatbik etmek istediğimiz vakit, elbette sadr-ı İslâmdaki müslümanların yaptığı gibi mucize şeklinde bir sıçrama yapmıyacağız. Çünkü beşeriyetin denemeleri bizi o yüce zirveye yaklaştırmıştır. Böylece oraya varmak bugün daha yakın, o zamana nis-betle sarfetmemiz gereken gayret daha az olacaktır.
Söylediklerimize birkaç örnek verelim :
Bugün genel seçimle idarecilerini tâyin eden, doğru yoldan ayrıldıklarını gördüğü zaman onları azleden milletler, tatbikat olarak Sadr-ı İslâmdaki devlet idaresine ait îslâmî tatbik şeklinden daha fazla bir-şey yapmıyorlar. Evet bu, Hz. Ebu Bekir ve Ömer devrinde bir mucize olabilir. Fakat bugün bu, istediğimiz zaman bizim de imkânımız dahilindedir. Yâni bu milletlerin mâlik bulundukları şuur bizde de mevcut olduğu zaman başka ne mani' var? Madem ki biz buna İngiltere ve Amerika'yı taklit suretile mâlik oluyoruz. O halde hadd-i zatında îslâmda mevcut olan bu demokrasi ve seçim sistemini İslâm adına istemekten ve onun adiyle tatbik etmekten niçin âciz kalıyoruz?
Devlet memurlarına özel ve genel müesseselerde çalışan işçilerden devlet memuru hükmünde olanlara - ait olan temel ihtiyaçların teminat altına alınması Hesûlüllahın kanunlarından sarih bir kanundur. 20 nci asırda onu komünistler tatbik etmek istemişler, fakat işi diktatörlüğe götürmüşlerdir ki İslâm bunu, diktatörlükten uzak hür bir esasa dayar. Eğer biz bu gün onun tatbikini istersek o bizim elimizdedir. O halde onu komünizmden almak istiyoruz da neden İslâm-dan almıyoruz?
İşte bizim durumumuz nice ve nice meselelerde hep böyledir.
Her ne kadar sonradan gelen idareler, bugüne kadar tam olarak îslâmî hedefe ulaşmamışsa da insanlığın geçirmiş olduğu tecrübeler, İslâm nizamı ile bizim aramızdaki mesafeyi hayli yaklaştırmıştır. Hâl böyle olunca neden bu nizam, Avrupalılar denediği zaman amelî ve gerçekçi bir nizam oluyor da müslümanlar tatbik etmek istedikleri zaman ideal ve hayalî bir nizam oluyor...
Cevheri itiharile dâv.â şu esasa göre ele alınmalıdır :
Acaba hayatta bütün içtimaî, iktisadî ve siyasî nizamların tatbiki mümkün müdür, yoksa gayrı mümkün müdür? Madem ki, bunların tatbiki her yerde ve her sistemde mümkündür, o halde daha evvel tatbik edilmiş olmasına rağmen neden İslâm nizamının tatbiki bugün mümkün olmasın?
Komünistlerin ve kuyruklarının «Yeni nizamlar .amelî esas üzere kurulmuştur. İslâm ise atıfetler ve iyi niyyetler üzerine kurulmuştur.» şeklinde, etrafı karış tırmak ve zihinleri bulandırmak maksadile ortaya attıkları vehimlerinin hiçbir değeri yoktur, lalamın hukukî esasları hiç bir vakit atıfetlerden ibaret değildin Hulefâ-i Raşidîn, İslâmı tatbik ettikleri, Şûra Meclisi, üyeleri ile istişarelerde bulundukları ve nizamla ilgili hukukî tefsirleri yaptıkları zaman, hiçbir vakit rüyalar âleminde yaşamıyorlar ve insanların iyi niyyetlerine de dayanmıyorlardı. Bütün mesele şudur ki, İslâm tatbikatta yalnız kanuna dayanmayı sevmez. İslâm kanunlar vazeder, lâkin o, fertleri, kanunun istediği şeylere itaat edecek hale getirinceye, sadece kanunun ve hâkimin satvetinden korktuğu için değil, içten gelen vicdanî bir arzu ile kanunu kendi nefsinde tatbik eclinceye kadar, terbiye eder. Böylece gönülleri kötülüklerden temizler. Bu, insanlık âleminde tatbiki mümkün olabilecek en parlak siyasettir. Lâkin kanun her zaman mevcuttur. O, insanların niyyetle-rinden sarfınazar edilerek, Hz. Osman'ın «Allahü Teâ-lâ Kur'ân ile yasak etmediğini sultan ile yasak eder.» sözünde olduğu gibi, daima tatbik edilir.
Bazı yazarlar, îslâm mefkuresinin davetçilerine «Hz. Ömer'el bize karşı koymağa çalışmayın, çünkü Ömer tarihte bir daha tekerrür etmez.» dedikleri zaman, artık onları, kurtuluşu olmayan bir çıkmaza sıkıştırdıklarım zannederler.
Bu hareket ta,rzı, düşüncede bir nevî değersizliktir. Biz, hiçbir zaman insanlara karşı kendimizi Hz, Ömer'in şahsı ile müdaYaa etmeyiz. Her ne kadar Hz. Ömer, Islâmm ruhları terbiye hususunda ulaştığı en yüce bir örnek ise de, biz onlara Islâmın kanun ve ni-zamlariyle delil ve şahit gösteririz. îslâm nizamı, suçu iktisadî veya içtimaî bir ızdırap neticesi olarak işlemeğe mecbur kaldığına dair her hangi bir şüphe varit olursa «Hırsızın eli kesilmez diye takrir eder. Hz. Ömer'in bu hükmünü tatbik etmek için hiçbir zaman İslâm ve idealizm
Ömer'in şahsına muhtaç olmayan bir şeriattır bu nizam. Hz. Ömer bütün içtihatlarını İslâmda sabit bir asıldan istinbat etmiştir. «Şüpheli hâllerde hadleri tatbikten kaçının.» hadîsi malûmdur. Eğer biz bugün onu tatbik edecek olursak elbette ki, karşımızda gizli veya açık bir kuvvet bulmayacağız. Hiçbir kuvvetin bize «Ömer gayrımevcut olduğu halde bunu nasıl tatbik ettin.» dediğini de duymayacağız. Zenginlerin mallarının fazlasını almak ve onu fakirlere vermek hususundaki - müterakki vergilerde İngiltere'nin karar altına aldığı gibi, - devlet reisine tanınan hakkı Hz. Ömer takrir etmişse, işte bu Hz. Ömer'e ait şahsı bir görüş olması sıfatile değil, hukukî bir içtihat olması sıfatile bugün tatbik edilecek bir kanundur. Çünkü Hz. Ömer onu «Servetlerin aranızdan zenginlerin elinde dolaşan bir şey olmaması için.» gibi şeriattaki sabit bir asıldan istinbat etmiştir. Şimdi biz onu tatbik etmek için mutlaka Hz. Ömer'e muhtaç değiliz. Çünkü yanında Hz. Ömer olmadığı halde, İngiltere onu i tatbik etmiştir.
Hz. Ömer valileri muhakeme etme hususunda, «Bu mal sana nereden geldi?» sorusunu sorma prensibini takrir etmişse, şüphe yoktur ki, bu her zaman Hz. Ömer'in gaybubetinde tatbik edilecek kanuni bir prensiptir.
Hz. Ömer sokakta bırakılmış çocuğa Beytülmal-cten sarfediîmesi gerektiğini, çünkü ebeveyninin işlemiş olduğu suçta çocuğun bir günahının oiamiyacağı-nı takrir etmesi - ki, Avrupa ve Amerika'nın ancak . 20 nci asırda tanıyabildiği bir kanundur, bu elbette ki, onu tatbik hususunda kanunun metninin mevcut °knasından daha fazlasına muhtaç değiliz.
İşte böylece, her ne kadar o yazarların sözleri bizi, kendisini kanunun icbar etmediği bir çok hususlarda gönüllü iş yapan şahsi ve örnek tasarruflarında dahi Hz. Ömer'e benzemeyi telkin etmemize bir mâni' teşkil etmezse de, bizim Hz. Ömer ile olan müdafaalarımızın çoğu, onun eşsiz şahsiyeti sıfatile değil, ancak Sadr-ı İslâm'daki kanun yapıcıların en meşhuru, tasarruflarında .tslâmî ruhu en iyi anlayanlardan biri olması vasfı iledir. Hz. Ömer, nesiller boyunca müslü-manların kendine ulaşmağa veya yaklaşmağa çalışacakları bir yüce örnek olarak kalacaktır. Eğer müslü-mnlar o yüce gayeye ulaşırlarsa o bütün beşeriyet için hayır olur. Eğer müslümanlar için ona ulaşmak mukadder değilse, yabancı devletlerin kapıları önünde dilenmek, onların düsturlarından istimdat etmek ve onlarınkinden bir düstûr istinbat etmek yerine, tatbik etmeleri için gerçek amelî kanunları müslümanlara kâfidir...
«îslâmm, Hulefa-i Raşidîn devrinde vücut buîan tatbikatı müstesna ondan sonra hiç mevcut olmamıştır.» diye iddia eden büyük bir mugalata daha vardır. İşte bu, aynı zamanda nıüslümanl ardan çoğunun inanmakta olduğu bir şüphedir.
«Ömer ibni Abdülaziz devrinde göz alıcı bir parlaklıkla kısa tatbiki hariç, îslâmm kâmil şekli Hulefa-i Raşidîn devrinden sonra tam ve devamlı olarak tatbik edilmemiştir! şüphesine gelince» evet bunda gerçeklerin bir miktar payı vardır. Fakat bundan hiç bir vakit, o devirden sonra îslâm sona ermiştin mânâsı çıkarılamaz. O, iki devrin dışında, halk değil yalnız hükümet, bazan cüzi, bazan da tam bir inhiraf ile- bozulmuştur. Bunların hepsine rağmen İslâm cerniyet ve cemaatı -hükümet merkezinin dışında tabii- birbirile yardımlaşan ve birbirini koruyan, Is-lâmî bir ruh ile, mal sahipleri ve malı olmayanlar, efendiler ve köleler şeklinde sınıflara bölünmeden, kendi aralarındaki emek ve onun karşılığında müşterek faydayı gözeterek, gerçekten îslâmî esaslara bağlı olarak ve örnek bir kardeşlik havası estirerek yaşamakta devam ettiler. Kaldı ki, tarihin birçk devirlerinde müslümanlar nizam bakımından dünyanın en ileri devletlerini kurmuşlardır. Bunlara Emevîleri, Ab-basîleri, Osmanlıları misal verebiliriz.
Böylece İslâm âleminin her parçasına hükmeden o umumi kanun İslâm olarak baki kaldı. Tarihin aynı devresinde, Avrupa'da meydana geldiği gibi, îslâm âleminde hiçbir vakit ağaların ve derebeylerin arzularına göre özel mahkemeler kurulmadı. Hassaten Selâ-haddin-i Eyyubî devrinde bizzat haçlıların da şahit oldukları gibi, İslâm düşmanlarile yapılan harplerde îslâm an'ane ve âdetleri umumî ahvale hâkim olmakta devam etti.
Müslümanların ilme olan sevgileri ve kültüre olan ihlâslan, Endülüs ve diğer İslâm beldelerini, çeşitli fenlerde ilim tahsil etmek isteyenlerin yegâne melcei haline getirmekte devam etti.
Kısaca îslâm, Avrupanın kendiisnden ilim öğrendiği, nizamlarını aldığı, bütün kuvvetile ona doğru yükselmeğe çalıştığı, etrafını aydınlatan bir şule olarak baki kalmıştır. Her ne kadar Avrupa ondan sonra asıl edebsizlik ve hayâsızlığı yapmış, Endülüs'teki îslâm ışığını söndürmüş, îslâm sayesinde kalkındıktan sonra Islâmı yıkmağa, onun ufuklardaki dalga dalga parlaklığını karartmağa çalışmakta devam etmişse de:.
O halde islâm, kuru idealizmle ilgili kötü mânâda ideal bir nizam değildir. O ancak katıksız amelî bir nizamdır. Beşeriyet onu bir defa tatbik etti. Onun için beşeriyet bugün onu tatbike, binüçyüz sene öncesinden daha kudretlidir. Çünkü insanlığın geçirmiş olduğu uzun tecrübeler, kendisüe İslâm nizamı arasındaki ufukları birbirine yaklaştırmıştır.
Hadd-i zatında doğru olan, idealcilik töhmetinin ancak komünizme yönetilmesi lâzımdır! Zira bugünkü komünistler, kendilerinin henüz hakiki komünizme ulaşmamış olduklarını söylüyorlar. Onlar şimdilik daha sosyalizmin tekâmül devresinde imişler. Üretim ve istihsâl zirvesine ulaştığı, bütün insanlık bir araya getirilerek âlemî bir devletin idaresine girdiği zaman, beşeriyetin bütün ihtiyaçlarını giderecekmiş! İstihsâl kiyfaetsizliği sebebile bugün mevcut rezilâne mücadeleden kurtarıp sistemini sağlam temeller üzerine kuracak ve ilelebet devam edecek olan komünizm tatbik olunacakmış! îşte ebediyyen tahakkuk etmeyecek olan ideal budur. Çünkü o, hayalî veya gerçekleşmesi imkânsız unsurlar üzerine bina edilmiştir. Eğer sen, bugün insanların bütün ihtiyaç ve isteklerini yerine getirmiş olsan, yarından itibaren mutlaka onlar yeni bir şeye doğru dönerler. Yine o, istihsal kifayeti meselesi gerçekleşmiş olsa bile, mânevi yönden seçkinlik ve üstünlük esasına dayanan şahsî mücadele ve. rekabeti iptal edeceği tasavvuru üzerine kurulmuştur. Şüphesiz ki, bu - eğer tamamlansa - beşeriyetin hayrınadır. Bununla beraber, beşeriyetin ilerlemesi ancak mücadele ve rekabet yolundan olmuştur, îşte ahmak idealizm odur. O, ilmin nazariyeleri ve onun tecrübi hakikatleri üzerine oturtulmuş olan gerçekçi maddeciliğin kalbinden taşmaktadır!..
[175]
îslâmin, hayata elverişli esasların hepsini içine aldığını, onun bütün nesillerin ve bütün toplumların dini olduğunu, lâkin İslâm alemindeki durgunluk ve gerileme sebebile iktisadî meselelerle ilgili olan İslâm fıkhının son dört asır içinde muattal hale geldiğini itiraf etmiştik. Bu yüzden solcular diyorlar ki:
Niçin İslâmiyeti, vicdanları terbiye eden fikirleri temizleyen bir akîde sistemi olarak, komünizmi de, başka herhangi bir şeyle irtibatı olmamak üzere, sadece devlet iktisadî düzeninde ve toplumun iktisadî yapısında sırf iktisadî bir nizam olarak almıyoruz? Ta ki, bu şekil ile hem an'ane, ahlâk ve âdetlerimizi korumuş ve hem de iktisat alemindeki sistemlerin en yenisini almış olalım.
Komünistlerin uzun zamandanberi oynamakta oldukları en habis ve en çirkin şüphedir bu. Onlar bu türlü hareketlerine şarkta İslama karşı açıkça harp etmek ve İslâmın kenarında bir takım şüpheler icat etmekle başlamışlardı. Ne zaman ki bunun, müslünıan-ların İslama sarılmalarını arttırdığını gördüler, o vakit bile yuvası olan başka bir kapıya başvurarak dediler ki: «Komünizm îslâmla çatışmaz. Hakikatte o bir sosyal adalet ve devletin, millet fertlerinin hepsi ait olan bir kefaletidir. İslâm sosyal adaletten hiç eder mi?»
Daha evvel garp müstemlekeciliğinin peşinden koştuğu yol, ayni şaşırtıcı ve aldatıcı yol idi. Onlar da açıkça İslama hücumla işe başladılar. Fakat müslü-manlar az da olsa intibaha geldi; uyandı. Halbuki matlup olan tabiatile bu değildi. Bu sefer başka çarelere başvurarak ve dolambaçlı yollardan yürüyerek dediler ki: «Şüpheden ârî olarak bilinmelidir ki garbı, medeniyeti şarka sokmaktan başka bir şey ilgilendirmez. İlk medeniyetin babası olan İslâm, hiç medeniyetten nefret eder mi?! Siz müslüman olarak vazifelerinizi yapmağa - yani namaz kılmak, oruç tutmak, zikirler yapmak ve tasavvuf i yollarla meşgul olmağa - ve aynı zamanda garp medeniyetini almağa kaadir olabilirsiniz.» Fakat onlar ilmi yakın ile biliyorlardı ki, müs-lümanlar bu medeniyeti almağa başladıkları zaman elbette ki, müslüman olarak kalmıyacaklardı. Kısa nesiller içinde bu alçaltıcı medeniyet onları dürecek-ti. Böylece birdenbire habersizce ve şuursuz olarak müslümanlar garplıların kölesi haline geleceklerdi. Gerçekte de bu böyle oldu... O derece ki, İslâmı bilmeyen nesiller meydana geldi. Hattâ bilmek şöyle dursun, onlar İslâmdan nefret ediyorlardı. Hem de nasıl?.. Üim, hidayet ve kitaptan mahrum oldukları halde... Bugün komünistler de aynı hileyi tekrar ediyorlar ve şöyle diyorlar:
«Ey müslümanlar, müslümanlığınızda baki kalacaksınız. Yâni namazınızı kılacak, orucunuzu tutacak, zikir ve tasavvufî yollarınızı eda edeceksiniz. Biz hiç bir vakit sizin inancınıza karışmayız, hattâ hürmet ederiz. Bizim bütün gayemiz, iktisatla ilgili olan komünizmi getirmektir. Bu ise, haddizatında İslâmm as-lmdan Avrupalı ilim adamlarının ve Avrupa milletlerinin elinde tebellür etmiş bir sistemdir. Binaenaleyh, mutmain olarak komünizmi kabul edebilirsiniz!»
Müstemlekeciler gibi bunlar da ilm-i yakîn ile biliyorlar ki, müslümanlar sadece iktisadî yönden komünizmi kabul edip aldıkları takdirde elbette müslüman kalmıyacaklar ve komünizm onları bir kaç senede durup katlayarak müslümanları ve İslâmı bertaraf edecektir. Bilindiği gibi bir sür'at asımdayız. İşte böylece kısa zamanda ve şuursuz olarak komünizm, İslâmı söndürmeğe ve süratle müslümanları esaret altına almaya başlayacaktır.
Bununla beraber bu şaşırtıcı hile müslümanîar-dan çoğunu ağma düşürüyor. Çünkü o hile, bu beyinsiz (!) lerin önünde, kendilerini müşkillerden kurtaran rahatlatıcı bir hal çaresi rolünü oynuyor. Tıpkı haşhaşın dumanı ve afyonun uyuşturuculuğu sebe-bile hayal âleminde yüzenlerin rüyalar görmeleri gibi, onlar da oturdukları yerde rüyalar görerek, araştırma, istinbat ve iş yapmanın güçlüğünden kendilerini rahata kavuşturan hayaller kurarlar.
Prensip bakımından, îslâmî ana umdelerin - kendisine muhalefet etmediği müddetçe- İslâm cemaatının yenileşen ihtiyaçlarına cevap-yerecek olan herhangi tatbikî bir nizamın, kendi esasları üzerine kurulmasını kabul edeceğini ifade etmeği severiz.
Lâkin emr-i vaki şudur ki, Komünizm İslâm fikriyle ne buluşur, ne de birleşir. Geçici olarak cüziyya-tınm bir kısmında buluşur ve birleşirse de, en üçtün bir nizama mâlik bulunan İslâm cemiyeti, bundan vazgeçerek bazı teferruatında îslâma yaklaşan komünizm, kapitalizm, sosyalizm ve materyalizm gibi nizamlara geçiş yapamaz. Çünkü Allah-ü Teâîâ sarahatle şöyle buyurur : «Allanın indirdiği nizamı ve kanunları ile hükmetmeyenler var ya, işte onlar kâfirdirler.» Allah-ü Teâlâ bu âyetin hiçbir vakit «Allahin indirdiği şeyin benzeri ile» veya «Allahın indirdiğine benzetilen bir şey ile» dememiştir.
Acaba komünist olduktan sonra müsiüman kalmağa kaadir olabilir miyiz? Böyle bir şey hiç mümkün olur mu ki?..
Solcuların iddia ettikleri iktisadî komünizm tatbik edildiği zaman, felsefî ve tatbikî yönden İsîâmla çatışmasının kaçınılmaz bir zaruret olduğu malûmdur ve bu çatışmadan kurtuluşun hiç bir yolu yoktur.
Meselâ felsefî yönden vukua gelecek çatışmaya gelince, bu hususta çeşitli meseleler vardır:
Birinci mesele s Komünizm, sadece duyu organlarının görmekte ve hissetmekte olduğu maddi şeyler müstesna, hiç bir şeye inanmayan sırf maddeci bir felsefe üzerine kurulmuştur. Ona göre, duyu organlarının idrak edemediği her şey vücudu olmayan bir hurafe veya en azından çktam hesaptan düşürülmüş değersiz bir şeydir.
Engels «Muhakkak âlemin hakikati, kendi maddesinin veya maddeciliğinin içinde gizlidir.»- der.
Materyalistler de «Akıl, dış görünüşleri aksettiren bir maddeden başka bir şey değildir.» derler. Onlar ruh hakkında da şöyle derler: «Ruh, müstakil bir cevher değildir. Oncak maddenin temasından meydana gelmiş bir şeydir.»
Hâlis maddeci bir hava içinde bulunan, mânevi değerlerle alay eden ve bu değerleri gayri ilmî hakikatler sayan komünistlerle beraber yaşarız, diyen bir kişi var mı?
İslâmî düşünce; insanın haysiyetini kıran, onuruhu ve fikriyle göğe yükselerek, cismiyle de yer üzerinde yürüyen yüksek bir mahlûk olmaktan uzaklaştırıp bütün gayesi, Kari Marks'ın gıda, mesken ve cinsi tatmin diye sıraladığı «Temel ihtiyaçlar (!)» ı elde etmekten ibaret olan, insanı maddî ve hayvani bir mahlûka çeviren dar bir muhit içinde kalmayı kabul etmez. Hiç kimse, «komünizmin iktisat sistemini aldığımız takdirde biz bu maddî fikirle bağlı değiliz ve kabule de mecbur değiliz. Bizim inançlarımız, Allahı-mız, Peygamberimiz ve mukaddesatımız bizim olmakta devam eder. Çünkü iktisat bunların hepsinden ayrı bir yapı ve ayrı bir oluştur.» diyemez. Bunu hiç kimse söyleyemez, çünkü bunlarm imkânsızlığını söyleyenler, bizzat komünistlerdir. Zira onlar, felsefeleri, inançları ve düşünceleri inşa eden sadece iktisadî nizam olduğu esasına dayandıkları için, iktisadî nizam ile inançlar, düşünceler ve iktisada arkadaşlık eden felsefeler arasında kuvvetli bir bağ te'sis ederler. O halde açıkça maddeci bir felsefeye dayanan iktisadî bir nizamın, - Engels ve Marks'm takrir ettikleri gibi- ruhî bir felsefe inşa etmesi veya mevcut ruhî bir felsef6 ile çatışmaması nasıl mümkün olur.
Komünistler - meselâ - cidalci materyalizme, ilk komünizmden köleliğe, oradan ağalığa, oradan kapitalizme ve oradan da ikinci ve sonuncu komünizm devrine kadar devam edegelen beşeri ve iktisadî tekâmülün arkasına gizlenmiş bulunan unsurların sadece birbirine zıt kuvvetlerin mücadelesinden ibaret olduğuna inanır. Onlar iktisadî komünizmin kıyamım bu cidılci mantığın doğruluğu ile mukayese ederler. Böylece bunun ve onun arasında ilmî bir bağ kurarlar. Bu cidalci materyalizme göre, beşeriyetin sevk ve idaresinde Allahın, Peygamberlerin ve onların talim buyurdukları manevî kıymet ve değerlerin müdahalesine bir mahal yoktur. Çünkü bu risaletler -onların vehmine göre:- iktisadi gelişmeye sebkat etmiş olması veya iktisadî gelişmeyi bizzat yapmak için gelmiş olması mümkün değildir. O risaletler ancak, bu tekâmülün çizdiği ve belirttiği yerde ve zamanda gelir. Bu esasa göre bu risaletler, îslâmî görüşe dayanan yönetici kıymetini kaybederler. - Bundan başka bütün beşerî gelişmelerin sebeplerini sadece maddî üretim ve istihsal vesilelerinin değişmesine hasreden bu cidalci materyalizm bizzat Islâmî gerçeği tefsir etmekten: âcizdir. Sorarız, İslâmdan önce Arap Yarımadasında veya bütün âlemde üretim ve istihsal vasıtalarında meydana gelen o gelişme ve değişme acaba nedir ki, yeni nizamı ile Hz. Muhammed'in (S.A.) gönderilmesi, o iddia ettikleri iktisadi tekâmülün bir neticesi olmuş olsun?
Hal böyle olunca d zaman bu nazariye ile o nazariye arasında uyuşma nasıl mümkün olacak? Allanın, mahlûkatını beslediğine, mahlûkatım Peygamberleri vasıtasile hidayet ve irşat ettiğine, îslâmın iktisadî zaruretlere boyun eğen bir şey olmadığına inanan müslümanların akideleri nasıl olur da te'sir altında kalmaz? Tekâmül merhalelerinden hiçbirinde Allanın kuvvetinin (hâşâ) yeri ve tesiri olmadığını, beşeri tekâmülün, iktisadı zaruretlerden başka bir muharriki bulunmadığını söyleyen iktisadi bir nizamı aldığımız zaman müslümanların inançları nasıl olur da ondan müteessir olmaz?.
İkinci mesele: Komünizm felsefesinin örfünde insan, madde ve iktisat kuvveti karşısında iradesi olmayan pasif bir yaratıktır. Kari Marks der ki, «İnsanların, içinde bulundukları ve tekrar etmekte oldukları içtimaî üretimde, kendinden kurtulmak gayri kaabil olan bir takım mahdut alâkadar kurdukları görülür. Bu alâkalar onların iradelerinin dışındadır. O alâkaların vücudunu tâyin eden insanların şuuru değildir. Lâkin insanların duygularını tâyin eden ancak onların vücududur.»
îslâm örfünde insan, Allanın iradesine boyun eğen, kendisinin külli bir iradesi bulunmayan icabî bir mahlûktur.
Kur'ân der ki: «Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini tarafı ilâhisinden sizin için faydalı hale getirdi.»
[176]Böylece İslâm, insanın dünya üzerinde en büyük kuvvet olduğunu, maddî ve iktisadi kuvvetleri nonun iradesine müsahhar bulunduğunu, insanın hiçbir zaman maddenin iradesine müsahhar kılınma-dığını, işte bizzat bunların İslâmm ta kendisi olduğunu tesbit ve takrir eder. İslâm cidalci materyalizmin çizmekte olduğu zaruri tekâmüle göre yürümez. în-sanlar Sard-ı îsîâmda rnüslüman oldukları zaman, - Marks'in dediği gibi- «İnsanların iradelerinden müstakil bir şey olan» iktisadi tekâmülü, Müslüman kendisine boyun eğdiren cebri bir kuvvet olarak hissetmediler. Ancak onlar hissettiler ki, Allah-ü Teâ-lânın Peygamberi eliyle kendilerini belli bir tarafa yönelttiği gibi, iktisadı yapan ancak kendileridir. Onlar sosyal alâkalan îslâmın hidayetine göre tanzim ederler. Onlar, hürleştirmeyi gerektiren iktisadî bir sebep olmadığı halde köleyi hürriyetine kavuştururlar, îslâm âleminin dışında bilhassa Avrupada yüzlerce sene ayakta duran ağalığın önüne set çekerler. Eğer biz komünizm iktisat düzenini alacak olursak çaresi? olarak onunla beraber, insanı iktisadi gelişmeyi bekler hale getiren o maddeci felsefeyi de almak mecburiyetinde kalacağız. Böylece komünizm insanların iradesinden müstakil olarak yoluna devam edecek, kendi iradesi veya îslâmın iradesiyle onu değiştirmeyi kimse düşünmeyecek ve bu yolda gayret de göstermiye-cektir. Çünkü komünizmi aldıktan sonra artık bu imkânsızdır.
Üçüncü meseldi Bu husus, herhangi iktisadi bir nizam ile, onun arkasına gizlenmiş olan içtimaî felsefe arasını ayırmanın imkânsızlığı ile ilgili olarak «Şahsî Mülkiyet» bölümünde açıkladığımız husustur. Buna bağlı olarak, eğer biz komünizmin iktisat sistemini alacak olursak, «Asıl olan toplumdur, ferdin hiçbir değeri yoktur. Onun değeri ancak sürüden bir fert olması itibariledir.» esası üzerine kurulmuş olan sosyal felsefeyi de onunla beraber almamız mutlaka şarttır. Bu ise, esasında ferde fazlasiyle ihtimam gösteren Is-lâmî nizam ve terbiyeye muhaliftir. îslâm, ferdin vicdanına temizledikten sonra ona toplumun mes'uliyet-lerini yüklenmeği emreder. O daima kendisinin canlı, iradeli ve yönetici olduğunu hisseder. îşini bizzat kendisi seçer. O, idareciyi doğru yola getirme hürriyetine mâliktir. Eğer idarecisi Allahın çizdiği yoldan çıkarsa ona karşı isyan etme hakkına da mâliktir. Toplumun kontrolü altındaki bu ferdi terbiye ile Allah ve İslâm, toplumun ahlâkını gözetleyen ve orada kötülüklerin vukuunu meneden birer ahlâk bekçisi diker. Bu ise, fert toplumun içinde değersiz bi rzerre haline geldiği zaman ruhî ve ameli bakımdan mümkün olmayan bir şey olur. Çünkü, iktisadî işlerde ve bunlara bağlı her şeyde fert kayıtsız şartsız devlete itaat eder.
Dördüncü mesele: Komünizm felsefesi, iktisadi âmilin, toplumun işlerini yerli yerince yürütmsk, bir-birile olan alâkalan kurmak hususunda yegâne veya baş unsur olduğu esası üzerine kurulmuştur. İslâm düşüncesi, cemiyette ahlâki ve sosyal faziletlerin tesisinin mümkün olması için, iktisadın ehemmiyetini ve toplumu sağlam iktisadi temeller üzerine kurmağı inkâr etmez. Fakat o, hayatın tamamının iktisat olduğuna ve toplumun müşkillerinin hepsini ancak iktisadi değerlerin halledeceğine, inanmaz.
Misâl olarak diyelim ki, iki genç arasında iktisâdi bakımdan tam bir eşitlik meydana getirdik. Bir tanesi kendini amansız bir şekilde şehvet akımlarına kaptırmış, diğeri ise iradeli, zevkten makul olan nasibini alıyor, geri kalan enerjisini mânevi sahalar olan ilim, fen ve akidede yükselme yollarına harcıyor. İktisadî bakımdan eşit hale getirdiğimiz bu iki genç acaba hakikatte birbirlerine eşit midirler? Birisiyle hedefine doğru yürüyen hayat, öbürü ile de yürüyor mu?
Meselâ şahsiyet sahibi bir adam var, konuşur, konuştuğu zaman herkes onu dinler ve onun tavsiyelerini tutar. Başka bir adam daha var. Şahsiyet diye bir şeyi yoktur, hareket ve davranışla-riyle herkes için alay mevzuu olur. Acaba iktisat bu ikinci şahsın müşkülünü halleder mi? Meselâ birinci şahısla istikametini bulan hayat, ikindi şahısla da bulur mu?.
Meselâ bu kadın gazeldir, öbürü de çirkindir. îk-tisat bunların müşkülünü Halleder mi? Birincinin hayat istikameti ikinciniıi hayat istikametine benzer mi?
İşte bundan dolayıdır ki, İslâm düşüncesi, iktisattan başka diğer kıymet ve değerlere de önem verir. İslâm, özellikle ahlâkî değerlere hayatın temelinde iktisadî olmayan kıymet ve değerlerin bulunduğuna, o kıymet ve değerlerin tanzimi için, iktisadî tanzime harcanan gayretten daha az olmayan müsbet bir gayrete muhtaç olduğuna inanır ve kul ile Allah arasında daimî bir bağm mevcudiyetine ve bunun lüzumuna önem verir. Çünkü, bunlar ahlâkî kıymetleri tesbit etmek, insanları, madene âleminde cereyan eden kin ve husûmet gibi şeylerden kurtarıp iyilik ve sevginin galebe çaldığı hür bir,âleme yükseltmek için en uygun ve güzel vesilelerdir.
Bir başka yönden İslâm düşüncesi, insandaki ruhî enerjinin beşer hayatında tesiri büyük olan gizli bir enerji olduğuna, ona ihtimam gösterilip terbiyesi hususunda emek sarfedildiği zaman, aralarında iktisadî âmil de olduğu halde tesir bakımından diğer bütün âmillerden daha az olmayacağına inanır. Belki ba-zan büyüklük bakımından bütün kuvvetlere tercih olunur,
Müslümanlar bu liakikatın sübûtunu (isbatım) Ebu Bekir gibi bîr dehanın tarihte Ridde harbindeki tutumunda bulurlar. . Müslüman oldukları halde zekât vermek istemeyenlere karşı, içlerinde Hz. Ömer de bulunan kahir bir skseriyet bu meselede kendini teyit etmez bir vaziyet aldıkları halde, mürtedlere karşı harbetme hususundaki ısrarında tek başına dayattı. O zaman Hz. Ebu Bekir, hangi kuvvete dayanıyordu. Maddî kuvvete mi? İktisadî kuvvete mi? Kendi beşerî kuvvetine mi? Eğer bunlardan birine dayan-saydı, bunların hepsi onu harpten uzaklaştırırdı. Lâkin Hz. Ebu Bekir, ruhunu Halikının ruhuna rabte-den, böylece ondan yardım ve istimdat eden ruhî bir kuvvete dayanıyordu. İşte harpten geri duranları kahraman yapan, şuurların kuvvetini, tarihte eşi görülmemiş maddî ve iktisadî bir kuvvete tahvil eden yalnızca o idi. Yine müslümanlar buna benzeyen bir tutumu, Emevi oğullarının yapmağa başladıkları siyasi ve içtimaî zulme karşı Ömer ibni Abduîaziz'in davranışında bulurlar. Bilindiği gibi Ömer ibni Abdulaziz de zulmün karşısında dimdik durmuş, bütün işleri müsîüman cemiyetde olması lâzım geldiği şekilde mecrasına akıtmıştı. .Bu durum onun devrinde o kadar ileri gitti ki, tarihin iktisadi mucizesi vücut buldu. Bu iktisadi mucize, fertleri arasında fakir bulunmayan bir cemiyetin meydana gelmesidir.
Bunun için İslâm düşüncesi ruhî takat ve enerjiye'önem verir. Çünkü İslâm, beşeriyetin mucizelerinden istifade etme fırsatının heder olup gitmesini sevmez. Her ne kadar o mucizeleri bekliyerek aynı zamanda gerçek enerji sınırı içindeki işlerden el çekmiyorsa da onun şiarı daima «Allah Kur'ân ile yasak etmediğini sultan ile yasak eder.» oîur.
İişinin iktisadî işlere ihtimamını komünizm metoduna göre harcaması sonra da yanında ahlâki değerlere ve ruhî taraflara harcayarak bir takat ve ihtimam kalması, insanın kudreti dahilinde değildir. Zira komünizmin kasd eder olduğu «iktisadi şişme cismin kalb ve karaciğer gibi bazı azasına isabet eden şişme gibidir. Bu hastalıklı uzuv, ne kendi vazifesini tam olarak yapabilir, ne de başka uzuvlara vazifesini tam olarak yapma imkânı verir.
Ben biliyorum ki, İslârmn ve komünizmin fikrî taraflarına ait olmak üzere takdim ettiğimiz malûmattan bazı kimseler sıkıldı. Çünkü onlar nazari mesele-lere itibar etmezler. Böyle nazari meseleleri boş «bir çekişme» sayarlar. Çünkü, onlarca ihtimama lâyık olan ancak amelî meselelerdir. Amelî tatbikatı mümkün olan her şeyin tesviyesi mümkündür. Bunun için onlar îslâm ile komünizm arasındaki fiilî çatışmayı bir an evevl bilmek için sabırsızlanırlar.
Biz onların .nazarî veya felsefi tarafı küçümsemelerini iyi görmeyiz. Çünkü amelî tarafla nazarî veya felsefî taraf arasında ayrılık yoktur. Fakat bununla beraber onların arzularına cevap verecek bu iki nizam arasındaki amelî ihtilâfların vecihlerini zikredeceğiz, îslâm ve komünizm arasındaki fiilî çatışma bir kaç meselede kendini gösterir:
1- îslâm, kadına ait ilk vazifenin sadece neslin devamını korumak olduğunu söyler. Zaruret hali müstesna kadının kendi evinden fabrikalara, geniş işyerlerine ve çiftliklere giderek oralarda çalışmasına rıza göstermez. Zaruret ise sadece onun bakım kefaletini üzerine alacak bir mes'ul kişinin bulunmamasıdır. Bu mes'ul kişinin, baba, kardeş, koca veya bakmakla mükellef bir yakm akraba olması müsavidir.
iktisadî - komünizm, çalışma zaman ve yeri erkekle eşit olmak üzere kadının tam mesai saatleri boyunca çalışmasını mecburî sayar. Bu konudaki komünizm felsefesinden sarfı nazar edecek olursak görürüz ki, vazifeye ehliyette ve psikolojik yapıda kadın ile erkek arasında tabiaten mevcut olan ayrılığı inkâr ederek kadının da erkek gibi çalışmasını mecburî kılar. Çünkü bizzat komünist iktisat sistemi, maddi üretimi en son hadde kadar artırma esası üzerine kurulmuştur. Bu ise ancak milletin bütün fertlerini fabrikalarda, iş yerlerinde ve tarlalarda çalıştırmak» sadece doğum aylan müstesna kadını çalışmaktan alıkoymamak suretile mümkün olur. Kadın doğumu yapar, çalışmağa gider. Ondan sonra çocuk yuvaları, maddi alandaki büyük üretim metodu Mâss Produc-tion ile çocukların bakımına nezaret eder
[177]
îktisadî komünizmi tatbik ettiğimiz zaman kadın - her kadın- çalışmak için dışarı çıkacaktır. İşte böylece iş taksimine ve ihtisasa hürmet olmak üzere, kadını ailenin dahili işlerine, erkeği de harici işlerine tahsis eden ve içtimaî, ahlâkî ve iktisadî nizamını bu esas üzerine kuran îsîâm nizamından temel bir rüknü koparmış oluruz
[178]
Bu hususla ilgili clarak bir kimse çıkar da «Kadının fabrikada çalışması zaruri değildir.» derse, bu takdirde komünizmden dışarı çıkmış sayılır. (Onu söyleyen biz değil bizzat komünistlerin kendileridir.) O halde mesele sadece istihsali arttırmaktır. Bu ise şüphesiz hayatî ve asil bir gayedir.
Deriz ki, üretim ve istihsali artırmak hiçbir vakit iktisadi komünizmi kabul etmeğe muhtaç değildir. Çünkü bizzat komünistler bile üretim ve istihsali artırmayı kapitalist garpten öğrendiler
[179] İslâmî bir idarenin kurulması,! zirai ve sınaî üretimi artırma vesilelerinin en faidelive en yenisini nerede bulursa oradan almağa elbette mâni olmayacaktır.
2- Şüphesiz komünizmin iktisadî nizamı, tam bir diktatörlük üzerine kurulmuştur. Çünkü bu nizam, işçinin iş nev'ini ve çalışacağı yeri seçme hürriyetine sureti katiyyede itibar etmez. Devlet sadece kendi görüşüne göre bir takım işler icat eder ve bu işlere, hiçbir kimsenin o işi yapıp yapamayacağını sormadan zorla işçiler tâyin eder. Bu şekilde bir idarenin yürümesi, tabiatile fikir, söz, toplantı ve idare üzerinde tek kontrolcünün devlet olmasını zarurî kılar. Çünkü bir miktar hürriyet bırakılmış olsa bu mutlaka işçilerin, işlerinin nev'ini ve yerini seçme arzusuna müncer olacaktır. Bu ise hiç bir şekilde devletin müsamaha et-miyeceği bir şeydir. Burada devlet diktatörlüğü ile şahıs diktatörlüğü arasını ayırmamız lâzımdır. Ba-zan bilfiil hâkim olan şahıs iyi huylu, mütevazı, memleketinin hayrı için çalışan, idarî işlerde başkalariyle müşavere eden, millet vekiîleriyle görüş teatisinde bulunduktan sonra ancak bir işe kafi olarak karar veren birisi olabilir. Lâkin bunların hepsinin .iktisadi nizamı yürütmek ve bilfiil işleri kontrol etmekle ilgili olan devlet diktatörlüğü ile alâkası yoktur. İşte buna «Proleterya diktatörlüğü» denir. Rusya kendi idare sistemine sarahatle bu İsmi vermiştir.
Bazı kimselere kahramanlık t!) galebe çalar da derler ki: «Bunun ne zararı var? Madem ki, o toplumun hayrına çalışır, emek ve karşılıkta adaleti gözetir?» İşte bunların hepsi dadecebir hayalden ibarettir.
Meselâ Mısır milleti gibi bir millet diktatörlükten - âdil bir diktatörlük olsa bile- milletlerin en fazla nefret edenidir. Seneler ve nesiller boyunca boyun eğmek şöyle dursun, o diktatörlük bir kaç ay bile dayanamaz, her ne kadar kendisinde bulunması gereken irade ve birleşmeye sahip olarak ona mukavemet edemiyorsa da...
Bu millet nükteci bir millettir. O, bu nüknelerle diktatörlüğe karşı şuur altında birikmiş nefretlerinden nefes alır. Eğer bizzat o nükte yapmak da kendisine haram edilirse ve onun cezası da devlete karşı gelme töhmeti ile veya devlet nizamını değiştirmeye teşebbüs suçu ile hapis veya idam olursa, o zaman milletimin hali nice olur?!
Hayır, âdil olsa dahi insanlar diktatörlüğe elbette tahammül edemezler!
Bir kimse «İktisadi işlerimizin diktatörlükle yürümesi zarurî değildir» dediği zaman bu hale göre o iktisadi komünizmi istemiyor demektir. O halde o ancak iktisadî sosyal adaleti istiyor, demektir. Bu ise tabitil komünizmsiz mümkün olan bir şeydir.
3 - Üçüncü mesele iktisadî komünizmi tatbik et-iz, takdirde siyasî vaziyetimizin alacağı dummdur. O zaman durum ikiden biri olacaktır. Ya Mos-kova'daki komünist merkezin tevcihinden uzak, müstakil siyasî şahsiyet ve varlığımızı muhafaza etmekte devam edeceğiz. Veya bütün şahsiyet ve mevcudiyetimizi Rusya içinde eriterek ortadan kaybolup gideceğiz.
Birinci duruma gelince, elbette Rusya buna razı olmayacaktır. îşte size zihinleri işgal etmekte olan Ti-to meselesi. Yugoslavya kendi memleketinde komünizmi tam olarak tatbik ediyor. Buna rağmen kendisile Rusya arasında bir sürü husumetler ve çatışmalar meydana gelmiştir. Bunun sebebi, Yugoslavya'nın Rusya'nın içinde erimiş bir parça olmağı reddetmesidir. Komünizmi memleketimizde tatbik etitğimiz takdirde bizim durumumuz Tito ile Yugoslavya'nın durumundan daha kötü olacaktır. Çünkü Rusya'nın garpla olan dev mücadelesinde, bizim Rusya'ya inzimam etmemiz, üzerimize bir vazife olarak taayyün edecektir. Böyle yapmadığirmz takdirde o zaman biz komünist iktisat sistemimizi kapitalizmin tecavüzünden korumağa kaadir olamayız.
İkinci duruma gelince, yani Rusya'nın yapısı içinde erime durumuna, bu durum bizi müslüman olmaktan çıkardığı gibi millet ve vatanımızı da tamamen kaybettirir. Allah-ü Teâlâ müslüman milletinin temayüz etmesini ve başka milletlerin birisinin şahsiyyet yapısında eriyip gitmemesini murat etmiştir. Çünkü, îslâm, bütün âlemdeki nizamların hiçbirisine benzemeyen müstakil bir şahsiyyet yapısına sahiptir. O, Al-lahm iradesi ile meydana gelmiş bir nizamdır. O, prensiplerinin, başka bir şahsiyet içine karışıp erimesi mümkün olmayan iktisadî, içtimai, fikri ve ruhi bir şahsiyet yapısıdır.
Biz müstemlekeci garbın şahsî yapısında erimeye veya onunla müşterek bir anlaşmaya girmeye veya ona benzer unvanlar altında toplanmaya da karşıyız. Çünkü, bizim komünizme olan muarazamız komünistlerin zannedecekleri gibi- kapitalizm tekerleğine kendimizi kaptırdığımız için değildir. Lâkin bizim'bunlara olan muarazamız, kendi şahsiyetini imha etmesi ve gayrı İslâmi bir yapı içinde erimesi müslümamn üzerine haram olduğu içindir. Btf gayri İslâmi yapının garp kapitalizmi veya şarkın komünizmi olması müsavidir. Her ikisi de haramdır. Garbın askeri paktlarına girmeyi kabul edenlerin cürmü, şarkın askeri paktlarında erimeyi kabul edenlerin cürmüne hemen hemen müsavidir. Allahın ve müs-lümanlarm nazarında bunun ve onun arasında bir fark yoktur.
Başka bir yönden meseleyi ele alırsak, birbirüe niza halinde bulunan iki kütle arasında Mısır da dahil olmak üzere bütün îslâm âleminin durumu gayet ince ve ilgi çekici bir durumdur. İslâm âlemi coğrafi yönden iki kütlenin ortasında olduğu gibi, inanç, sosyal vaziyet ve iktisadi yönden de iki kütlenin tam or-tâsındadır. Bugün bizim, birbirile çekişmeli iki askerî kamptan birine inzimam etmemiz, âlemin maslahatı icabı değildir. Çünkü cihan sulhunu garanti edecek olan tek âmil, ancak bir üçüncü kütlenin takviyesi-dir. Bu ise, üçüncü kütlenin o ikiden birine tâbi olmayacak şekilde temayüz etmesi ve istiklâle kavuşma-siyle olur. îşte bu üçüncü kütle milletlerarası kuvvet terazisini ortasından tutar böylece dünyayı sarmış olan düşmanlığı yok eder veya hafifletir.
Kavmiyet mücadelesi sayılmayan bilâkis prensipler mücadelesi sayılan bu âlemşümul mücadelede, kendi başına seçkin prensiplere sahip olduğumuz halde, şahsiyetimizi ilga ve inkâr etmemiz ve tamamen bize düşman olan iki askeri kamptan birinin prensiplerini almamız akl-ı selim ile düşündüğümüz takdirde hiç bir zaman doğru olmaz. Çünkü bizim kendi prensiplerimiz daha üstün ve iyilik yönünden bizim için daha garantilidir.
Her şeye rağmen komünizmin hâlâ bocalamakta devam eden bir nizam olduğunu, bunların hepsine ilâve edebiliriz. Bilindiği gibi komünizm bütün mülkiyetleri ilga ve işçilerin alacakları ücretleri tesviye ve ayarlamakla işe başladı. Sonra acı gerçeklerin baskısından kurtulamayarak ferdî mülkiyetten muayyen bir miktar, işçilerin çalışma gücü nisbetinde ücretlerde farklılığa müsamaha etmek mecburiyetinde olduğunu anladı. İşte bununla Marks'ın iki esas prensibinden uzaklaşmış oldu. İslâm .da iki adım yaklaşmış oldu;
O halde etrafı yağma edip yutan göz alıcı sür'.at ne olursa olsun bocalamakta olan bir katara katılmamız doğru olur mu? Tekâmül etmekte olan beşeriyetin, her yeni tecrübesinde biraz daha kendisine yaklaştığı Isîâniiyeti bırakmamız doğru olur mu?
Başında birazcık aklı, vicdanında kendi şahsiyet yapışma bir güveni olan hiç bir kimse bunu kabul etmez ve böyle bir şey yapmaz. Bu vadide onlara meylederek düşünmek, çeşitli savunmalar ve çeşitli şekiller adına bürünen dahili bir hezimet ve çöküştür. Lâkin bu, ancak ahmakların ve zayıfların önderlik ede cegi bir hezimettir.
[180]
İslâm nizamını gerçekleştirmenin yolu nedir?
îslâmın yeryüzünde en hayırlı nizam olduğuna, tarihî, coğrafî ve devletlerarası durumumuzun İslâ-im, izzet, şeref ve sosyal adalete giden tek yolumuz haline koyduuğna inandık. Fakat bugün İslâm mefkuresine düşman bir ortamda; tıpkı dıştaki düşmanların harp etmekte olduğu gibi, müslüman devlet balkanı ve krallardan İslama karşı harp halinde bulunan azgınların idaresine İslâmı gerçekleştirmeğe götürecek yol nerede ve nasıl bir yoldur?!..
Çıkar yol nedir?... Durum şu ki, dünya üzerindeki her dâvanın ancak bir tek garantili yolu bulunabilir... İman!
«Bu dine sonunda hiç bir şey fayda vermiyecek, ancak evvelinde faydalı olan fayda verecektir.,.»
Bugün biz sadr-ı îslâmdaki müslümanîarın karşılaşmış oldukları şeylerin tıpkısı ile karşılaşıyoruz. O zamanın müslümanları bir avuç insandan ibaretti; Onlar, iki büyük imparatorlukla karşı karşıya idiler. Kuzeyden Bizans İmparatorluğu, doğudan da İran İmparatorîuğu. İnsan, malzeme, mal, harp sanatı ve tecrübe bakımlarından bu iki imparatorluğun kaynaklan mukayese edilemiyecek kadar müslünıanlarınkin-den kat kat üstündü.
Bunların hepsine rağmen yine de mucize vâki oldu...
Bu mucize Tarihteki mucizelerin en ziyade hayret vereni idi.
Bir avuç müslüman Kisra ve Kayser'in imparatorluklarına galebe çaldı. Yarım asırdan daha az bir zamanda her ikisini de tamamen ortadan kaldırdı. Her ikisinin mülküne birden vâris oldu. Kısa bir zaman sonra Atlas Okyanusundan Hint Okyanusuna uzanan bir ülkeye el koydu.
Nasıl meydana geldi ve nasıl oldu bu?..
Tarihin maddi ve iktisadî tefsirlerin hiçbiri, onun nasıl meydana geldiğini anlatmağa elbette kaadir ola-mıyacaktır. Lâkin bir tek şeyin onu tefsir etmesi mümkündür. İmân... Onlardan herbiri «Cennetle benim aramda, ancak şu adamı öldürmem veya onun beni öldürmesinden başka bir şey var mı?» demeye sevke-den îman. Sanki zifafa gidiyormuş gibi «Bizi, iki güzelden başka bir şeyin mi beklediğini sanıyorsunuz.» diyerek savaşa atılır. Sonra iki güzelden birine mülâki olmak için düşmana saldırır. O iki güzel: Zafer veya şehadet...
işte yol budur. Yeryüzünde hiç bir davetin ondan başka yolu yoktur.
Bir kısım insanlar, samimi veya gayri samimî olarak ısrarla, silâh!... Nerede silâh?... derler.
Evet, silâha muhtacız. Lâkin bizim ilk muhtaç olduğumuz şeyin silâh olmadığı gerçeğinin gözümüzden kaçmaması lâzımdır. Malûmdur ki, yalnız silâh bir fayda vermez. Geçen harpte İtalyanlar en süratli ve en tahripkâr silâhlara mâlikti. Hiçbir savaşta sabır ve celâdet gösteremediler. Sabır ve celâdet ne gezer, onlar firarda yarış ediyorlar, esir düşme fırsatını kendilerine bahşedenlere silâhlarını veriyorlardı. Şu halde onlarda eksik olan şey silâh değildi. Onların noksanı ancak îman ve mânevi kuvvet idi.
Yine zikredebiliriz ki, Kanal harbinde adetleri yüzü aşmayan ve her gece ancak beş veya altı tanesi hücum eden fedailerden küçük bir gurup ihtiyar imparatorluğun rahatını kaçırdı. Bu yüzden müstevliler oradan çekilmek mecburiyetinde kaldılar.
Bu fedaîler, tahrip edici silâhlara mâlik değillerdi. Ne ağır makinelileri, ne bombardıman uçakları ve ne de tankları vardı. Onların ellerindeki silâhlar sadece tabanca, mavzer ve hafif makineli tüfeklerden ibaretti. Lâkin onlar, silâhtan daha kuvvetli ve daha tahripkâr bir şeye sahiptiler. Onlar îman silâhına sahiptiler. Onlar, o ilk müslümanîardan bir avuç insan bu ruh ile yaşıyorlardı. Onlar Allah yolunda çarpışıyor, öldürüyor ve ölüyorlardı. İşte onlar ihtiyar imparatorluğun rahatını bununla kaçırdılar.
Hiç kimse önümüzdeki yolumuz «Çiçeklerle bezenmiş, güllük, gülüstanîık bir yoldur.» diyemez. Hayır, önümüzdeki yol, ter, kan ve göz yaşı ile dolu bir yoldur. Her dâva için mutlaka bunlar lâzımdır. Zafer için nice fedakârlıklar yapmak ve nice kurbanlar vermek şarttır. İzzet, şeref ve sosyal adaletten ibaret olan gayemiz, elbette uğrunda kurbanlar vermeğe lâyıktır.
Bununla beraber, bu uğurda vereceğimiz kurbanlar, zillet, meskenet, fakirlik, gerilik ve sürgün hayatı yaşamak uğrunda şimdiye kadar verdiğimizden ve daha bizden vermemiz istenen kurbanlardan daha fazla olmayacaktır.
Geçen harpte ne kadar kurban verdik? Müttefiklerimiz olan milletlerin askerlerinin arabaları altında kaç bin kişimiz öldürüldü? Ne kadar namus tarumar edildi? Karşılıksız olarak ne kadar yiyecek ve malzeme yağma edildi?... Sonra ne oldu? Sonra Çorçü, «Sizi himaye ettik, himayenin bedelini ödeyiniz.» diyerek karşımıza dikildi.
Dün garp müşterek bir müdafaa kampına girmemizi istiyordu. Amerikalı veya İngiliz «Beyaz Adamdın eline ulaşmadan önce, tahrip edici silâhlan tecrübe etmek için, bizden yarım milyon insan silâh altına almak, gıda maddelerimizi- yağma etmek, müslümanlarm ırz ve namuslarına tecavüz etmek istiyordu... Sonra ne olacak, ister kazansınlar, ister kaybetsinler tabii savaşın sonunda bize tekme atacaklardır.
Madem ki, ölümden kurtuluş yoktur. O halde niçin zillet ve meskenet yolunda ölüyoruz?
Müttefikler uğrunda yanm milyon ölse mukaddes topraklarımızda, asker veya sivil bir tek müstenv lekeci kalmaz. Böylece yeryüzünde müstemlekecilik de sona ermiş olur...
İşte ancak budur çıkar yol...
Biz, ilk önce kendi nefislerimize karşı, sonra da gelecek harpte tarafsız kalmamız için cihat ederken, muazzam toplara, tayyarelere ve tanklara muhtaç olmayacağız. Çünkü biz ne harp edeceğiz, ne de ülkeler işgal edeceğiz. Bizim harbimiz iman ye ilim harbi olacaktır. Bunlarm hepsi bugün bizim elimizdedir. Dileyeceğimiz zaman da imkânımız dahilindedir...
Bazı kimseler komünizmin yayılması karşısında İslama kızıyorlar. Nedir onları izaç eden şey acaba?.
İslama göre durum hiç değişmeyecektir. Bugün komünizmin silip süpürüp yuttuğu âlem, Türkistan, Azerbaycan, Şimal Kafkasya, Kırım ve İdil, Ural gibi müslüman ülkeleri de komünizm tarafından işgal edilerek birer sömürge haline getirilmiştir. Daima İslama düşman kesilen salip veya gayri müslim topluluklardır. Komünizmin bizzat başlama yeri olan Rusya, fitne ve ıztıraplar meydana getirmek için, bir çok zümreleri bir araya getirerek İslâm devletinin aleyhine savaşlar açan bir ülke idi. O halde değişen nedir? İslama saldıran ilk haçlıların beşiği Avrupa'dır. Hâlâ da öyle. O hâlde değişen nedir?
Hayır, hiç bir şey değişmemiştir.
Şüphesiz bugün bizim durumumuz sağdan ve soldan iki büyük imparatorluğa karşı ilk müslümanlarm durumlarının aynıdır. İslâm memleketlerindeki azgın kıral ve idarecilere gelince, biiznillâh onlar zevale doğru yollarını almaktalar. Azgın Faruk'un saltanatından hâl edileceğini kim kabul ederdi? Bir defa vuku bulanın defalarca vuku bulması mümkündür... Şüphesiz azgınları hezimete uğratan ve onları yerlerinden sarsan İslâmî hareket kendi yolunda emin adımlarla ilerlemektedir... Yerin ve göğün kuvvet eli kendine destek olduğu halde yoluna devam edecektir. İslâm âleminin her yerinde müjdecileri belirmekte olan bu İslâmî kütleleşme hiçe sayılacak bir durum değildir.
Kendi memleketi içerisindeki azgın ve taşkın davramşîara karşı direnen ve onlara savaş açan bu İslâ-mi hareketler elbette değersiz şeyler sayılmamalıdır. Müstemlekeciliğe karşı savaşmakta olan İslâmî hürriyet ve kurtuluş hareketleri kıymeti olmayan şeyler değildir. Şarkî veya garbi kütlede erimek veya ona tâbi olmakta gerçekten bir abeslik vardır. Ancak İslâm yolunda sosyal adaleti isteyen bu İslâmî duyuş ve anlayış, abes bir şey olamaz.
İslâm kuvvet yolunda ilerlemektedir. Çünkü bütün hareket ve davranışlar, İslâmm yeniden parlayacağına işaret ediyor. Çünkü bugün İslâmm beşer hayatındaki rolü, büyüklük ve kuvvet bakımından sadr-ı îslâmdaki ilk rolünden daha az değildir. İslâm, maddenin hükmedemiyeceği, iktisad üzerinde koparılan nizalarm esir edemiyeceği yeni bir âlemin müjdesidir. Öyle bir âlem ki, ruh ve maddeden müteşekkil ve her ikisinin birleştiği bir nizamın hükmedeceği bir âlem.
Şüphesiz maddenin içine dalmış olan, bu yüzden ruhu doymayan, kendisine lâzım olan sükûn ve istikran temin edemeyen, bilâkis kendini acı ve devamlı bir boğuşmanın içine atan bir âlem değil!...
İnsanlığın, bir gün madde ve ruhu birleştiren birr nizama dönmesi şart ve zaruridir. Beşeriyet, İslama; girmemiş olsa bile mutlaka İslâm mefkuresine dönüşi yapacaktır. Bize gelince, hiçbir zaman yolumuz çiçeklerle süslü değildir. İlk müslümanlarm insanları iyilikle ikna etmek yolunda vermiş oldukları gibi sayısız; kurbanalr vermemiz elbette kaçmlımaz bir zarurettir. Fakat öyle kurbanlar ki, yerde ve gökte ilâhî teminata mazhar olmuşlardır. «Allah kendisine yardım edenlere mutlaka yardım eder. Şüphesiz Allah kuvvetli ve azizdir.»
Allanın sözü haktır..
[181]
[1] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 5-6.
[2] Müteşafaihin lügat mânası, birbirine benzeyen demektir. Burada hususî bir mâna taşır ki ; «Maksadı tanı olarak bilinmeyen âyet veya tâbirler» demektir.
Kur'ân-ı Kerim'in âyetleri muhkem ve müteşabih olmak üzere ikiye ayrılır :
Muhkem, aslolan ve mânası bizce anlaşılan, müteşabth ise, mâna ve maksadı kesin biçimde bilinemeyen âyetlerdir. Kalbi bozuk ve imanı zayıf olanların müteşabihata tâbi olmak suretiyle dâli ve mudili yâni kendileri sapık ve başkalarını Allah yolundan saptırıcı kimseler olacaklarını, bizzat Kur'ân-ı Kerim haber veriyor.
[3] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 9
[4] Bu ÖNSÖZ kitabın beşinci baskısı için, müellifi tarafından yazılmıştır.
[5] İslâm in Modern History P. 101 n. 10812, 159 n. 1957 İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi îslâm Araştırmaları Enstitüsü Kitaplığı M-2809.
[6] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 10.
[7] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 11-18.
[8] Tevbe sûresi, âyet: 24
[9] El-İnsan-BeyneI-mâddiyet-i vel-İsîâm» adlı eserin «Fert ve Cemiyet» kısmına bakınız.
[10] Telepati uzaktan bir şeyler hissetmektir. Bunun misali Hz. Ömer'in minberde «Ya Sâriye dağa, dağa!..» diye söylediği meşhur hâdisedir. Sâriye yüz mil uzaktan onu işitti. Or dusu ile "birlikte dağa yürüdü, tehlikeden kurtuldu ve muzaffer oldu. İlim yükseklerden aşağı indi ve telepatinin bir hakikat olduğunu itiraf etti. Lâkin ruhla olan münasebeti hususunda henüz bocalamakta meçhul bir altıncı his şeklinde tefsire çalışılmaktadır.
[15] Ahzab sûresi 62, Fâtir 43, Fetih 23,
[17] Bafcare sûresi, 258;
[18] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 19-48.
[21] Ağalık şüphesinin münakaşasını gelecek bölümde yapacağız.
[23] Buhari, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizl, Neseî.
[25] Taberî'nin «Âdâbünnüfûs» adlı kitabından.
[30] Hindlilerin inancına göre (menbûz) olan köleler, İlâhın ayar ğından yaratılmıştır. Böylece onlar yaratılışları icabı de-ğersiz ve hakirdirler. Onların, kendilerine ayrılmış olan bu durumdan yükselmeleri hiçbir şekilde mümkün olmaz, ancak azab ve hakaretlere tahammül etmekle mümkün olur, Böyle yaptıkları takdirde umulur ki, onlar öldükten sonra ruhları daha şerefli bir mahlûka geçer! Böylece, Hindli kölelerin içinde yaşadıkları kötü ve lânetli duruma, onlan, zillet ve hakareti kabule mecbur eden ruhî başka bir lanet ilâve olunur. (Menbûz = parya)
[31] îmam-ı Gazalî, «İhya-ül Ulûm» kitabında «Meiiklerin Hukuku» bahsinde bir hadîs zikrederek «Köle hakkı Resülül-lahm tavsiyelerinin en sonudur.» der,
[32] 17 rakamlı dipnotta geçen hadis.
[33] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 48-58.
[35] İslâmda Sosyal Adalet, Prof. Seyyid Kutub.
[38] Maddecilik doktrinin dâvetçileri «duygulan yaratan Bucak dış şartlardır» derler. Biz buna inanmıyoruz. Çünkü bu nazariyede'çığırtkan bir mugalâta vardır. Orada, varolmak bakımından bu dış şartlara sebkat etmiş ruhî bir teminat veya oluş vardır. Şartlar tnı oluşu niteler. Lâkin onu yoktan yaratmaz.
[40] Dünyanın tarihi (Unİversal History of the world) adlı geniş eserin 2273 S. de şu mealde birseyîer vardır : «5P9 senesinde Roma İmparatoru Moris, Avarlar'ın eline düşmüş olan esirlerden birkaç bininin mübadelesini İktisadî mülâhazalarla reddetti ve Ayar Hanı elindekîlerin hepsini sonu-na kadar Öldürdü.»
[41] Bakare sûresi, ftyet: 190.
[44] Avrupalı bir Hristiyan olan Sir Arnold. «İslama Davet» adlı kitabında buna şahadet eder.
[45] Bunun misalleri pek çoktur. Bir tanesi Sir Amold'un «İslama Davet» eserinin 58. sahifesindedir. Böylece Hiyre'ye komşu olan memleketler halkının bazısı ile aktedilen muahede de tescil edildiğine göre şöyle denilmektedir Eğer sizi korursak bize cizye alma hakkı vardır. Yoksa, yani koruyamazsak cizye alma hakkımız yoktur. Ve devamla der
ki: (Arap Kumandan Ebû Ubeyde Hücum için Heraklit'in hazırlık yaptığını öğrenince, Şam dolaylarında fethedilmiş memleketlerin valilerine yazdı ve bu memleket ahalisinden alman cizyelerin geri verilmesini emretti. Ayrıca oradaki İnsanlara da şöyle yazıyordu : «Sizin mallarınızı size geri verdik. Çünkü bizimle harbetmek'için düşmanlarımızın toplandıklarını haber aldık. Bizim sizi himaye et memizi siz şart koşmuştunuz. Biz şu anda buna muktedir değiliz. Sizden aldıklarımızı size geri Yerdik. Biz sizinle olan şartımız üzereyiz. Allah bize yardım eder dt onlan yener-sek aramızdaki anlaşma dev&m edecektir.»)
[47] Müslim, Ebû Dârud, Tirmizt
[50] Mııhammed sûresi 4. âyetteki evzardan Murad, harbin durması ve sulhun akdediîmesidir.
[51] Bu esasa göre esir ticareti pazarlarından satm alınmış olan, bu yoldan zenginlerin, emirlerin ev ve sarayltnnda bulunan cariyelerin bu günkü durumu İslâmi değildir.
[52] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 58-89.
[54] îştirakî Nizam Kitabı, Sh. : 22-23.
[55] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 90-104.
[56] İhtikârın haramiyeti hakkındaki hadisler pek çoktur. Biz burada en kısa ve en şümullüsünü seçiyoruz. «Kim ihtikâr yaparsa muhakkak o hatadadır.» (Müslim, Ebü Dâvud, Tir-mizî).
[57] Ebûl Alâ El Mevdûdi"nin «RİBA» adlı kitabına bakınız. «FAÎZ» ismi ile Türkçeye tercüme edilmiştir.
[59] Ahmed îtoni Hanbel ve Ebû Dâvud.
[60] Maksud olan fabrikatörlerin (iş verenin) işçilere sadaka vermesi değildir. Zenginlerin şahıslan için vasat miktarla İktifa etmeleri, Allah yolunda harcamalarıdır. Keza, okul, hastahane ve benzeri hayır ve vakıflar yapmaları Allah yolunda infaktır.
[61] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 105-118.
[62] İslârr.ın görüşüne göre bizatihi rekabet kötü değildir. Rekabet, ancak kötülük Cşer) yolunda olduğu zaman kötüdür. Amma rekabet hayır yolunda olduğu zaman Kur'an şöyle der : «Onda rakipler edebildikleri kadar rekabet etsinler.» «Eğer Allah insanların bazısını bazısı ile sevkü idare etmeseydi yeryüzü fesada uğrardı.»
[63] Allah Teâlâ eğer Kur'ân'da «Rızıkta Allah bazısını basınızdan üstün kıldı.» diyorsa, bu, ikinci kasımda arzedeceğimi^ başka bir konudur. Burada bizim arüatmak istediğimiz, "bütün beşer için olan kanunî vaziyettir. Mutlak eşitlik "ba-fomda İslâmm üzerine titrediği husus budur.
[64] Eu kitabın gelecek bölümlerinde «İslâm ve İdealizm» bölümüne
[65] Bu, kendinde ihtilâf olmayan sarih bir nass varit olmadığı vakit.
[67] Ancak son zamanlarda komünizmin ortalığa saldığı korku sebebile dunun biraz değişmiştir. Az seneler önce İngiltere'de maden ocakları fertlerin elinde idi. Sonra kısmen dev-letleştirüdi. Hâlen Amerika'da bu gibi kaynaklar fertlerin mülküdür.
[68] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 119-132.
[74] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 133-141.
[75] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 142-148.
[76] Bundan ötürü materyalizm taraftarları ve tarihin iktisadi tefsirini yapma heveslileri şöyle derler : Şüphe yoktur ki. sosyal vaziyetleri yeniden meydana getiren, insanlık ara-smdaki alâkaları tahdit eden ancak maddî ve iktisadî vaziyetlerdir. Hiçbir kimse beşer hayatındaki iktisadi faktörün kuvvetini inkâr etmiyor. Lâkin bizim şiddetle inkâr ettiğimiz, onun tek ve hâkim faktör olması, fikirler, duygular ve davranışlar üzerinde cebri bir tesiri bulunması iddiasıdır. Bu faktörle ilgili bu tesirlerin hepsi Avrupa .hayatında ancak, şuurları yükselten, gönlü temizleyen, insanî bir esas üzerine iktisadi alâkalar kuran yüksek bir akideden mahrum olduğu için bulunmuştur. İslâm alemindeki akide orada da bulunsaydı, en azından iktisadî zaruretlerin kasvetini yumuşatmaya, böylece insanları onun esaretinden kurtarmaya muktedir olurdu.
[77] Burada da iktisadi nazariyelerin düşünürleri derler ki: İktisadî faktör var ya, işte o hayatta her şeydir. Kadın meselesini bugünkü şekle ileten odur. Beşerin hayatında etki yapmakta olan iktisadî âmilin kıymetini ikinci defa düşürmek istemeyiz. Lâkin biz deriz ki, eğer orada, İslâmda olduğu gibi bütün hallerde erkeğin kadına kefaletini emreden, ücrette erkeğe eşitlik hususundaki tabiî hakkını -oa-lıştığı zaman- veren, geçici, hallerde birden fazla evlenmeyi mubah kılan, böylece harpler neticesi meydana gelen cinsi buhranı temiz bir hal yolu ile halleden, binaenaleyh, açık ahlâksızlığa veya karanlıkta gizlice ihtiyaçlarını gidermeye kadım fnuztar "bırakmayan bir âkide ve nizam mevcut olsaydı, kat'î olarak işlerin bu vaziyet ve tarz üzere yürümesi lâzım gelmezdi.
[83] ÂM îmran sûresi, 195.
[87] Taklitlerin. Harbi» kitabına bakınız.
[88] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 149-163.
[89] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 163-168.
[91] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 168-171.
[93] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 171-172.
[95] Mü'minün. sûresi, 91.
[98] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 172-177.
[99] El İnsan Boynel Maddiyet-i ve İslâm» adlı eserin cinsi meseleler bölümüne bakıma.
[101] Biz, îalâmm asılları hakkında konuşuyoruz. Amma bugü îslâmm adiyle mevcut kötü ve acı gerçeğe gelince, bun ayrı bir bölümde bahsedeceğiz.
[104] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 177-188.
[105] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 189-193.
[107] İslâm canMığa malik, temiz bir vazife gören fıtrî davranışı aslında temiz ve önemle üzerinde durulmaya lâyık görür. Ancak kötülüğe ilettiği zaman onu çirkin sayar. El İnsan Beynel-Maddiyet-i vel İslâm isimli eserin, Nazaratül İslâm faslına bakınız.
[108] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 193-197.
[110] Ve erkek de kadının nazarında o duruma düşer. Lâkin o, vazife ve bakım işini üzerine alması itibarîyle kadının nazarında cinsle ilgili hususlardan daha büyük bir yer işgal eder.
[111] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 197-207.
[114] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 207-210.
[115] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 210.
[116] Biz burada dışardan ithâl edilmemiş olan gerçek İslâm gelenek ve âdetlerini kastediyoruz. Halbuki geleneklere hücum eden yazarlar, onlar arasında bir ayırım yapmadan hücum ediyorlar ve hattâ -hiçbir istisna dahi yapmıyorlar.«Taklitlerin Harbi» kitabına bakınız.
[117] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 211.
[118] Haya: Utanma, Allah korkusu ile günâhtan kaçınma, na-.mus, edeb.
[119] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 211-213.
[120] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 214.
[121] İslâm, ferdin hayatı teminat altında olmadığı zamanlarda, ferd hakkında toplumu suçlu sayan yeryüzünde ilk nizam idi. Haklarına nail olmak için toplumla savaşmakta ferdîn hakkını o esas üzeirne tertip etti. «El-Tnsan Beyne'l-Maddiye Ve'1-tslâm» kitabının «Cerime v» îkadû bölümüne bakınız.
[122] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 214-217.
[123] Abdullah îbni Abbas rivayet etmiştir. «Kabasatün Miner* resul» kitabının aynı unvanı taşıyan kısmına "bakınız.
[124] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 217-224.
[125] Tevbe sûresi, âyet: 97.
[126] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 225-230.
[127] Her şeyden haberi olan.
[128] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 231-234.
[129] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 234-236.
[131] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 237-245.
[132] Kept: Kişinin ihtiraslarını baskı altında tutmasıdır. Buna kompleks de denir.
[139] İbni Kesir Tevsiri.
[142] Bakare sûresi, 296.
[144] Al-i İmran sûresi, 133-135.
[147] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 246-255.
[152] Buharî, Müslim. (US) Buharî, Müslim.
[154] Ebû Dâvud ve Tirmizt
[155] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 256-264.
[159] Nisa sûresi, 97-99.
[165] Vakıa sûresi, 41-45.
[166] Maide sûresi, 78-79.
[168] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 264-278.
[169] Mümtehine sûresi, 8
[171] Günümüzde 1965 Kıbrıslı hıristiyanlârın, Kıbrıslı müslüman Türklere yapmakta oldukları vahşiyane ve zalimane hareketler de bunlara eklenir. (Mütercim).
[173] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 279-287.
[174] İdealizm, şarkimin kulağına sevimli gelen bir kelimedir. Şark onu daha çok medih için kullanır. O, bir nizamı, «İdeal» dir, diye vasfettiği zaman o bundan bir nizamda toplanması mümkün olan özelliklerin hepsinin toplanmış olmasını kasdeder. îslâmm etrafındaki şüphelerden bahsederken bizim onu bu mânada kullanmıyacağıriıız aşikârdır. İşte biz onu -bu bölümde- garbın kasdetmekte ol-' duğu mânada kullanacağız. O mâna ise, idealler âleminde uçmak, yeryüzünde hiç kimseye iltifat etmeksizin veya gerçek ıslâh vesileleriyle onlara yönelmek sizin bütün yoreun-luklarıyle insanları zulmün amansız darbeleri aîtmda aç, çıplak, kendi haline terketmektir. Böylece Avrupalıların nef-^ ret ettiği -ki, nefret etmekte haklıdırlar- idealizm, insanları ızdırap ve ihanetler içinde feodalite cehennemine terkeder. İşte oradaki idealizm, gerçekten bir gölgesi dahi olmayan bir takım, felsefî davalardan dem vurur. Bunun için garplılar idealizmden bir nevi küçümseme ve nefretle bahsedef. Cehaleti ve kötü maksatları sebebiyle de komünistler, bu bahsettiğimiz değersiz idealizmden bir şekil ile İsîâmı töhmet altında bırakmak isterler. Heyhat.
[175] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 288-300.
[177] Yuvalar meselesinden «islâm ve Kadın» bölümünde bahsetmiştik.
[178] Cemiyetteki ihtirasların dağılması çiftçi, fabrikatör, müiıen-dîs, doktor ve benzeri eşhasın yardımlaşmasına mâni olma^ dığı gibi tabiatile aile içindo yardımlaşmayı da kaldırmaz.
[179] Rusya komünizm hareketinin başlangıcında ve daha sonra cidden geri idi: Kendisi yeni hiçbir şey yapmadı, bütün maddi üretim ve istihsal vesilelerinin tamamını Avrupa'dan aldı. Bilhassa İkinci Dünya Harbinden sonra Almanlardan istifade etti. Böylece komüinzm Rusya'ya hiçbir yenilik getirmedi.
[180] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 301-318.
[181] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 319-324.