HARUN EBU HUSEYIN - YILDIRIM
  İSLAM’IN ETRAFINDAKİ ŞÜPHELER
 
 
 
İnsan topluluklarını «millet» yapan unsurlar, maddî ve manevi o "mak üzere ikiye ayrılır. Her iki gruptaki vasıflar da mîllet için ve geçilmesi mümkün olmıyan vasıflardır. Maddî unsurlar da manevî urisurlar kadar mühim olmakla beraber, tarih bu yönüyle tedkîk edildiği takdirde; kaybettiği maddî unsurları tekrar kazanan milletler görmek mümkündür. Fakat, manevî unsurlarını kaybetmiş olan cemiyetlerin tek­rar millet vasfını kazanarak, tarih sahnesine döndüklerini görmek mümkün değildir.                                                                                           
İşte bu gerçekten hareketle, milletler arasındaki mücadeier, son cihan harbinden sonra daha ziyade manevî değerlere yönelik olmuş­tur. Yani daha acımasız, daha hâinâne bir hüviyet kazanmıştır. Günümüzde buna soğuk savaş denilmektedir.                                               :
Milletimizin asırlardır Batı ve Kuzey iİe süren mücadelesi, şimdi din, dil, örf-âdet, san'at ve her çeşit kültür sahasında soğuk savaş hâlinde devam etmektedir. Devirler değişmiş, rejimler değişmiş; hatta Kuzeye karşı Batı ile aramızda askerî paktlar oluşmuş; fakat Kuzey ve Batının manevî değerlerimize yönelik müşterek saldırganlığı dur­mamıştır.
Millî ve manevî değerlerimizden mahrum, kendi kültür hazinele­rinden habersiz yetişen münevverlerimiz, bu mücadelede kültür kale­lerimizi müdafaa etmek yerine, kesif propagandaya mağlup olarak. Ku­zey ve Batının niyetlerine hizmet eder hâle gelmişlerdir. Bu münevver­lerin (!) kontrolünde yetişen yeni nesil de kendi öz kültüründen bîhaber yetişmektedir. Bu gidişin vahameti nihayet idrak edilmiş; fakat maalesef hâlâ ciddî tedbirler alınmamıştır.
Bu hususta bütün müesseselerimize önemîi görevler düşmekte­dir. Dış tesirlerle faydalı olmaktan ziyade tehlikeli bir kuvvet hâline gelmiş bulıman tahsilli (i) gençlerimizi, tarihî ve millî gerçeklerle kar­şı karşıya getirecek, zihinlerine ekilen şüphe tohumlarını silecek, ken­di lisanı ile konuşmasını sağlıyacak, sağlam muhakeme tarzını, dünya görüşünü, güven duygusunu ve teşebbüs gücünü kazandıracak tedbir­ler alınmalıdır. 3u mücadele, milîî kültürü yüceltmek, yaşatmak ve zen­ginleştirmekle kazanılır.
Hiç şüphesiz manevî değerlerimizin en mühimi odîn» unsurudur. Bugünkü gençliğimiz ya Kuzeyin tesiriyle «Din afyondusafsatasına iştirak etmekte; yahut da, Batının tesiriyle, ilim ve medeniyet karşısındaki kilisenin menfî tavrı ile, Isîâmın miisbet tavrını mukayese etmeden her konuda olduğu gibi, din konusunda da batılı münevve­rin geleneksel din düşmanlığı tavrını benimsemektedir.
İşte bu düşünce karınca kararınca Yayınevimiz, miiletîmizin kültürünü korumak, onu nesillerin zihinlerine ve gönüllerine nakşet­mek faaliyetinde, yüce kitabımız «Kur'an-ı Kerîm» İn neşrini müteakip «İman Esasları» isimli eseri neşretmekle atmış olduğu adıma, eliniz­deki eserle devam etmektedir.
Mısırlı Profesör Muhammed Kutub tarafından telif olunan «İslâm Etrafındaki Şüpheler isimli elinizdeki eser; Muhterem Hocamız Dr. Ali Özek tarafından tercüme edilerek dilimize kazandırılmıştır.
Mısır şartlarına göre hazırlanmış olan bu eserin, asırlardır ecdadı­mızın uğruna kanım akıttığı, canını feda ettiği Yüce Dinimiz etrafında genç neslimizin zihinlerinde ve kalplerinde uyanan tereddütlerin izâle edilmesine vesile olması gayesiyle, neşrinde fayda mülâhaza olun­muştur.
Tevfîk Allah'tandır.
Tuğra Neşriyat[1]
 
«...Kalblerinde şübhe ve sapıklık bulunanlara ge­lince, işte onlar, arzularına göre âyetleri te'vil etmeyi ve fitne çıkarmayı istedikleri için, Kur1 ândan müteşabih [2] olanlara tâbi olurlar...»
(Âl-i îmrân sûresi, âyet: 7) [3]
 
 
Dokuz sene önce bu kitabı yazarken onun bu kadar rağ­bet ve takdir göreceği benim hesabımda yoktu. Basımı arka arkaya defalarca yenilendiği zaman, bana lâyık gördüğü ni­metlerinden dolayı Aîlahü Teâlâya hamd, kitabın ihtiva etti­ği mevzulara alâka gösterdikleri için de okuyucularıma teşek­kür ettim... Lâkin ben bundan sonra tekrar basımına lüzum kalmadığını zannetmiştim de artık İslâm düşmanlarının, bizi kendilerine cevap vermekle meşgul etmek için ortaya attıkları bâtıl şüphelerden sarf-ı nazar ederek sözü, müsbet dinamik ve yapıcı şekliyle hayatı içine alan İslâmın zatından ve ma­hiyetinden bahsetmeye getirmemizin zamanı gelmiştir, san­mıştım.
Fakat, müsteşrik VVilfred Cantwell Smith'in «Çağdaş, Ta­rih İçinde İslâm» [5]adlı kitabını okuduğum ve kitabın üç yerinde küfür derecesine ulaşan öfkeli, kindar işaret ve saldı­rılarla «İslâmın Etrafındaki Şüpheler» kitabımıza atıflarda bulunduğunu gördüğüm zaman anladım ki : Haçlıların gazap­larını harekete getiren ve onların böylesine kindar bir tavır­la mütalea ettikleri bu kitap, mutlaka devamlı olarak okun­malı ve tekrar tekrar basılmalıdır.
Hamd Alîah'a mahsustur... ve muvaffakiyet Allah'tandır.
Mukammed Kutub[6]
 
 
Şiddetli bir bunalım nî meseleler karşısında zam; dönüyor bugün aydınların çoğu, di-laman kafalarında şöyle sorular.
Acaba din, hayatın hakikatlerinden biri midir? Eğer mazide öyle idiyse, ilmin, hayatın şeklini değiş­tirdiği, dünyada ilim ve ilmî gerçeklerin,dışında her­hangi bir konunun kalmadığı bugün de öyle olmakta devam ediyor mu?
Din beşerî bir ihtiyaç mıdır? Yoksa şahsî bir mi­zaç meselesi midir? ki, o zaman dileyen dindar olur, dileyen inkâr eder, neticede bu ve o müsavidir?
Bundan başka onlar, İsîâmm bugünkü durumu hakkında­ki düşüncelerinde de şiddetli bir buhranın tesiri altındadırlar.
Şüphesiz İslâm davetçiîeri insanlara diyorlar ki : Bu din tek başına bir nizamdır. O yalnız inanç değildir. Yine o sadece ruhu terbiye etme ve faziletleri Öğretme vasıta­sı da değildir. Bunlara muzaf olarak belki hakikatte İslâmiyet âdil İktisadî bir nizam, dengelenmiş içtimaî bir sistem, medenî ve, cezaî bir hukuk nizamı, devletler arası bir kanun, akılcı bir yönetici, beden ve ruh eğitimcisidir. Bunların hep­si, ahlâkî yönetim ve ruhî terbiyeden ibaret olan bir mizaca bürünerek akideden kurulmuş bîr temel üzerine oturtulmuş­tur.
Aydmlar dinle ilgili buhranlarında şaşkındırlar. Çünkü onlar, İslâmiyetin sona erdiğini ve gayelerinin tükendiğini zannetmişlerdi. Sonra onlar birdenbire İslâm mefkuresinin dâvetçileri ile karşılaşıyorlar ve bu dâvetçiler onlara şöyle di­yorlar :
Bilinmelidir ki, bu din iddia edildiği gibi bugün ar­tık eski inanç, fikir ve nizamların müzesine terkedilmiş uzak mâznin kalıntılarından ibaret olan şeyler değildir; şüphesiz İslâm, şu anda yaşamaktadır. Ve ilelebet de yaşayacak olan bir nizamdır.
İslâmiyet, aralarında sosyalizm ve komünizm de olmak üzere bugüne kadar beşeriyetin tanıdığı, bütün nizamların hiç­birinin mâlik olamadığı hayatiyet unsurlarına dün ve bugün mâlik olduğu gibi yarın da mâlik olacaktır.
İşte bunların yanısıra gençlerin karşısına dikİIiveren sürpriz onları sarsar da kendilerine mâlik olamazlar ve şöyle seslenirler :
Köleliği, ağalığı, kapitalizmi mubah kılan, kadını erkeğin yarısı sayan ve onu evinde hapseden... Ceza sistemini, «El kesme, recmetme ve değnek vurma» şek­linde düzenleyen; sâliklerini zenginlerin vereceği ih­sanlarla yaşamaya terk eden ve onları, bir kısmı diğer­lerini istismar edecek şekilde zümrelere bölen; emek­çilerin normal yaşama teminatını sağlayamayan, böy­lece daha neler ve neler ortaya salan bu nizam mı?
Gelecek bir tarafa acaba bugün, bu nizamın yaşa­ması mümkün müdür?
«İlmî esaslar!» a dayalı iktisadî ve içtimaî nizam­lar arasında meydana gelmiş olan dev mücadelede rekabet etmek ve karşı koymak şöyle dursun acaba o bugün ayakta durabilmeğe muktedir bir nizam mı­dır?
İlk önce, böyle düşünen «Aydınlar» in, bu şüphelerin kimler tarafından imâl edildiğini ve nereden geldiğini bilme­leri lâzımdır ki, onlar, ifade ettikleri bu safsataların hakikî sahipleri midirler, yoksa anlamadıkları şeyleri papağan gibi tekrar eden birtakım mukallitler midirler, anlasınlar!...
Şurası muhakkak ki, bu şüpheler onların ne kendi akılla­rının şüphesi ne de zatî düşüncelerinin neticesidir. O halde yeni çağ tarihinden bazı şeyleri taniyabilmemiz için birkaç adım geri dönelim:
Orta çağda Avrupa ile İslâm âlemi arasında ehl-i salîp karşılaşması vukua geldi ve harbin ateşi tutuştu. Bir müddet sonra da söndü. Fakat bu harbin o zaman sona erdiğini zan­neden hata eder. İşte Lord Allenby'nin Birinci Dünya Har­binde Kudüs'ün işgali sırasında, tam sarahatle söylediği söz : «Ancak şimdi Haçlt Seferleri sona ermiştir!..?»
Geçen iki asır içinde müstemlekeci Avrupa, İslâm âlemine hücum etmeğe başladı. 1882 senesinde Hidiv Tevfik'e karşı, Arabî Paşa kumandasında meydana gelen halk ayaklanmasın­dan sonra İngilizler Mısır'a girdiler. Bundan sonra İngiliz için, İslâm dünyasında yerleşmeyi sağlayacak ve dâima kendisine kar­şı durabilecek İslâmî ruhu söndürmeyi teminat altına alacak, böylece kısa zamanda İslâm müdafilerini ezecek şiddetli bir si­yasetten başka çıkar yol yoktu. Burada misâl olarak, Kraliçe Viktorya zamanında Başbakan Gladstone'un Avam Kamara­sında, eline Mushafı alarak bu siyasetten bahisle milletvekil­lerine karşı yapmış olduğu konuşmada açıkça ifade ettiği şu sözleri yüksek takdirlerinize bırakıyoruz: «Durum şu ki, bu kitap Mısırlıların elinde bulunduğu müddetçe, orada bize hiç bir zaman rahat ve huzur olmayacaktır.»
İşte böylece istenilen siyaset bu memleketlerde müstem-lekeciîerin uzun müddet oturabilmeleri için, müslümanlarm dinlerinden soyulmaları, dinin ahkâmına ve âdabına sarılmak­tan kaçmaları lâzımdı. Bilhassa inanış bakımından dinî bağ­ları zayıflatmak, dinin müslümanlarm gönüllerinde yer etmiş olan kudsiyetini zamanla kaldırmak, dinin onların fikir ve vicdanlarmdaki mevcut şeklini karmakarışık etmek, bozmak gerekiyordu.
İşte İngilizler Mısır'da böyle yaptılar. Din konusunda, ibadetler ve dualardan, zikir, teşbih ve birtakım tasavvufî yollardan «Bereket» maksadiyle okunan Kur'ân'dan, İslâm ahlâkına ait birtakım nazariyattan başka, îslâmm hakikatm-dan hiçbir şey öğretmeyen bir maarif siyaseti takip ederek okullarda ona göre bir program vazettiler. Amma iktisadî ve sosyal adaleti muhtevi bir devlet nİ2amı, dahilî ve haricî si­yaset için bir düstûr, öğretim ve eğitim için bir sistem, başlı başına bir hayat ve hayatı içine alan bir nizam olan İslâm... Bunlardan hiçbirisi kasden talebeye okutulmadı. Bilâkis müs-lüman çocuklarına dinleri öğretilecek yerde, habîs müstemle­keciliğin gayesini tahakkuk ettirmek maksadıyla, müslüman-ları dinlerinden uzaklaştırmak için, müsteşriklerin Haçlı zih­niyetiyle kasten vazettikleri şüpheler okutuldu.
Ve bunların hepsinin yerine müslümanlara Avrupa'yı Öğ­rettiler, şöyle ki: Gerçek içtimaî nizamlar Avrupa'da mev­cut olanlardır. Gerçek iktisadî nizam, Avrupa görüşünün orta­ya koyduğu nizamdır. Uygun anayasa nizamı Avrupalıların fikir ve tecrübeleriyle aydınlığa kavuşmuş olan nizamdır. İn­san haklarını, Fransız ihtilâli takrir etmiştir. Demokrasiyi İn­giliz Milleti yaşar hale getirmiş, medeniyetin esaslarını Roma İmparatorluğu te'sis etmiştir. Kısaca Avrupa kendisini müs-îümanlara, karşısında hiçbir kuvvetin duramayacağı cebbar bir dev olarak tanıtmıştır. Şark'a gelince; o, kendisinden bir kıyam ümid edilmeyen, ancak Avrupa'ya boyun eğmesi ve bütün şahsiyetini oradan alması gereken zayıf, alçak ve değersiz bir şeydir.
Bu siyaset te'sirini gösterdi. Mısırlılardan, kendisinin müs­takil bir vücûdu ve özel bir şahsiyeti olduğunu duyup hisset-miyen nesiller meydana geldi. Avrupa'ya köle olma şuurunu taşıyan ve bu şuura dibine kadar dalan bir nesil... Kendi göz­leriyle göremiyen, kendi aklıyla düşünemİyen, ancak Avrupa­lıların kendilerine gösterdiklerini görebilen ve yalnız Avrupa­lıların kendilerine telkin ettikleri fikirlere İnanan bir nesil...
Bugün aydınların büyük bir ekseriyeti, işte o müstemle­keciliğin koymuş olduğu plânlı siyasetin tam bir hülâsasıdır. Çünkü, onlar, İslâmiyet hakkında da ancak Avrupalıların ken­dilerine telkin yoluyla aşıladıkları şeyleri biliyorlar. İşte onun için onlar Avrupalılar gibi dinin devletten ve ilmin de dinden ayrılması tezini savunurlar.
Onlar Kendilerine has gafletlerine gömülmüş olarak  Avrupalıların siyasî idareden soyup attıkları dinin başka bir şey, islâmî fikrin savunucularının davet ettikleri islâm dini­nin başka bir şey olduğunu unuturlar veya bilmemezlikten ge­lirler.
Bilinmelidir ki: Avrupa'yı kaplayan ve onu din düşman­lığına ve dinden uzaklaştırmağa zorlayan sebeb ve şartlar, ora­da yaşayan milletlere âİd birtakım davranışlardır. Onun ben­zeri haller, İslâm ülkelerini içine alan Şark'ta hiç vukubuî-mamiş ve vukubulması da mümkün değildir. Binaenaleyh, bizim aydınlar (!)T toplum düzeninin canlı idare organları olan. iktisadî ve siyasî işleri yürütmek hususunda, dinin terkedümesi yolundaki birtakım hazırlanmış fikirleri İthal ediyor ve Avrupa'da yaşayanların söyleye söyleye eskittikleri şeyleri sa­dece tekrar ediyorlar.
Hakikaten Avrupa'da, ilimle din arasında bir çatışma zuhur etmiştir. Çünkü, kilise, birtakım muayyen nazariye ve il­mî saydığı fikirlere saplanarak «Bunlar mukaddes hakikatler­dir. Çünkü, bunlar Sema'mn sözüdür.» demişti. Fakat zaman­la, nazarî  ve teknik ilimler o fikirlerin bozukluğunu isbat edince, orada yaşayan insanlar için sadece ilme İnanmak, kili­seye cephe almak, papazların kendilerine telkin etmeğe çalış­tıkları bâtıl dini inkâr etmekten başka bir çıkar yol yoktu. Avrupa'da kilisenin kendini ilâhî bir sulta farzetmesi ve bu sultayı tatbik hususunda diktatörlük derecesine varması, bu mücadelenin şiddetini ve dinî bağlardan kurtulma arzusunu ziyadeleştirdi. Zira bu sulta öyle bir sulta oldu ki, uykuda ve uyanık hallerinde insanları kovalayan, onlara birtakım vergi­ler yükleyen, din adamlarına kayıtsız şartsız boyun eğmeği tel­kin eden çirkin bir kâbus halini aldı. Misâl olarak, Allah'ın Peygamberi Hazreti İsa (A.S.) adına birtakım hurafe ve ev­hamları, insanların üzerine dinin mecburî vazifeleri olarak farz kılmalarını, söyleyebiliriz. Meselâ dünyanın yuvarlak ol­duğunu söyledikleri için ilim adamlarına işkence etmek ve on­ları ateşte yakmak ve benzeri haller öylesine çirkin ve taham­mülü güç bir vaziyet meydana getirdi ki, işte bu durum, o ha­yasız ve çirkin kâbusu parçalamağa veya hiç değilse, onu in­sanlar üzerinde sultası olmıyacak bir tarzda bağlamağa, hür fikir ve vicdan sahiplerinin hep birden yardımcı olmalarım âdeta farz kıldı. îşte böylece Kilisenin tasvir ettiği gibi olan dinî prensipleri çürütmek, dinde ayıplanabilecek bazı noktalar araş­tırmak, oradaki hür düşünürler için mukaddes bir vazife oldu.
Fakat burada, Şark'in İslâm beldelerinde ne oldu bize? Niçin ilimle dinin arasını açıyor, aralarına mevhum bir niza. ve mücadele ikame ediyoruz? Havaî arzulardan uzak olmak şartiyle hangi saf ve ilmî gerçek dîn ve akîde ile çatışmakta­dır? İslâmin gölgesinde âlimlere zulüm ne zaman vâki oîmuştur? İşte bize, müsbet ilimler cümlesinden olan tıp, astrono­mi, hendese ve kimyada, İslâmın gölgesinde birçok âlimlerin serbest İlmî çahşmalariyîe meşhur olduklarına, kafalarında ilimle akîde arasında herhangi bir mücadelenin kopmadığma, bundan başka ilim adamlariyle devlet sultası arasında, ilim adamlarını işkenceye veya onları yakmaya müncer olan bir durum vâki olmadığına bütün  vesikalarîyle tarih şahadet eder.
Hal böyle olunca, bizim aydınlan dinin ilimden ayırmadini kö'tüieyip onda mevhum noksanlıklar aramağa, araştırmasız, idraksiz ve kızgm'arm bağırmasına benzeyen bîr edâ ile çığırtkanlığa sevkeden sebeb, farkına varma­dan yutmuş veya yutturulmuş oldukları müstemlekecilik zebirinden başka ne olabilir?..
Ben bu kitabı yazarken «aydınlar!» dan bahsi geçen sı­nıf hesabımda yoktu. Fakat bizimkiler» taklit ettikleri Avru­palıların inkarcı ve maddeci medeniyetlerinin sonunda ye'se düşerek, madde- ile mânayı bir arada yürüten bir nizama, yâ­ni bir anda hem akideyi, hem de maddî hayatı içine alan bir nizama dönünceye kadar maalesef doğru yola gelmiyecekler.
Benim hesabımda, ancak aydın; düşünceli, İhlâslı gençler­den bir sınıf vardı. Onlar hakikate ulaşmak gayesinde samî­mi arzulara sahip gençlerdir. Fakat bu şüpheler onların yol­larına sed çekiyor, işte o sırada, o tertemiz gençler, onlara ve­recek cevap bulamıyorlar. Çünkü, hilebaz müstemlekeci, o gençlerin ışığı görmelerine, gerçek hür düşünce tarzını idrâk etmelerine mâni oluyor, böylece onları karanlıkta dolaşmağa mahkûm bırakıyor. Zira müstemlekeciliğe köle olmuşlarla, ko­münizmin gönüllü şeytanları, hürriyete, istiklâle ve insanlığa giden doğru yolu    bulmalarından korktukları için, o masum gençleri yollarından saptırmak hususunda lüzumundan fazla gayret sarf ederler.
Bu kitabı, o aydın düşünceli    ve İhlâsh gençlere takdim ediyorum.
Allahü Teâlâ'dan, onların önüne kurulacak şüphe tuzak­larını kaldırmaya beni muvaffak kılmasını dilerim.
MUHAMMED KUTUB[7]
 
 
Onsekiz ve ondokuzuncu asırdaki ilmi başarıla­rın sarhoşluğu içinde kendini kaybeden bazı Avrupa-lı'Iar, dinin gayesinin tükendiğini ve yerini ilm'e ter-kettiğini zannettiler. Onun için Garb âleminde sosyo­loji ve psikoloji âlimlerinin ekserisi bu zan üzeredir.
işte meselâ Freud    CFroyd)    beşeriyetin hayatını üç psikolojik merhaleye ayırır: Birincisi, hurafeler merhalesi, İkincisi, dindarlık merhalesi, Üçüncüsü ve sonuncusu, ilim merhalesi!.
Avrupa âlimlerinin, dine düşman ve dinden uzak­laştırıcı olan bu nazariyeyi benimsemelerinin sebeb ve sâiklerini mukaddimede izah etmiş ve «Kilise ile ilim adamları arasında başlayan mücadele, Kilise ta­rafından söylenenlerin bihakkın hurafe, gerilik ve gericilik olduğunu, binaenaleyh beşeriyetin mede­niyet yolunda ilerlemesine imkân verilmesi için yeri­ni ilme bırakması lâzım geldiğini ilim adamlarına his­settirdi.» demiştik.
Sonra mağlûb duruma düşmüş olan müslüman şarktaki taklid hastalığı, bir takım zavallı müslümanlara, ilerlemenin tek yolunun ancak muzaffer Avru­pa'nın yolu olduğunu ve Avrupa'nın dini terk ettiği gibi kendilerinin de dini terketmeleri gerektiğini, telkin etti.    Eğer böyle yapmazlarsa gerilik ve hurafe içinde şaşkın şaşkın dolaşacaklarını hayal ettirdi!
Bununla beraber, Avrupa âlim ve yazarlarının hepsi din düşmanı değildir! Onlar arasında, Avrupa'­nın inkarcı maddeciliğinin esaretinden kurtularak gö­nülleri vicdani hürriyete ve akılları hür düşünceye kavuşmuş, inanmanın aynı zamanda akli ve nefsi bir ihtiyaç olduğunu idrak etmiş makul davranışlı insan­lar da vardır. Onlara en bariz misâl, hayatına şekci ve inkarcı olarak başlayan, sonra ilmi araştırmalarla «ilmin en büyük müşkülünü ancak bir tek Allah'ın varlığı ve O'na iman etmek halleder.» neticesine va­ran astronomi âlimi James Jeans ile, bir tek fikir ve nizam içinde maddi ve ruhî kuvvetleri cemettiğinden dolayı özellikle islâm dinini öven meşhur içtimaiyat­çı Ginsburg'dur. Bunlardan başka işte meşhur yazar Samerset Maugham doğruluğunda şüphe olmayan sözünü söylüyor: «Muhakkak ki, Avrupa bugün Al­lah'ını kaybetmiş ve yeni bir Allah'a inanmıştır. O da ilimdir. Lâkin ilim devamlı değişen bir varlıktır. İlim dün inkâr ettiğini bugün isbat eder. Ve bugün isbat ettiğini de yarın inkâr eder. îşte o sebepten dolayı il­min kullarını, istikrar ve sükûndan mahrum daimî bir ızdırab ve gönül darlığı içinde bulursun.- Şüphe­siz bu görüş bir hakikattir. Muztarib garbın içinde ya­şadığı bu daimî huzursuzluk, orada, insanların âsâbını bozan, ruhî ve fikri, çeşitli hastalıkların isabetine sebep olan bu ızdırap, yerde ve gökte sabit bir kuvve­te dayanmaksızın insanlar arasında cereyan eden dai­mî çatışmaların neticesidir, insanların etrafındaki her şey değişiyor, siyasî nizamlar değişiyor, devletlerin ve fertlerin birbirlerile olan alâkaları değişiyor, ilmî' hakikatler değişiyor...
Sabit bir kuvvetin bulunmadığı yer ve zamanda,! önüne geçilemeyen akışına devam eden hayatla mü-j cadelede fertlerin dayanacağı bir tek zaruri ve kaçı­nılmaz netice vardır : Gönül darlığı ve ıztırab.
Fert, itikad ve amellerile Allah'a yöneldiği, O'-nun rızasını kazanmak için azgınlık ve kötülüğe kar­şı mukavemet ettiği, O'nun iradesini tenfiz edip seva­bına nail olmak için yeryüzünü imar etmeğe çalıştı­ğı sırada Allah'a inanarak yaşamakta bulacağı hu­zur ve emniyetten başka, inancın insan hayatında ifâ edeceği bir vazifesi olmasa bile bu dahi ona sarılma­ğa kâfi derecede hak verdirici bir sebebdir.
İmansız yaşayan insan nasıl bir varlıktır? Ebedll hayatın yeri ve kaynağı başka bir âleme inanmayan insan nasıl bir varlıktır? Şüphesiz olan şudur ki, yokluk şuuru; yâni, ferdin rüyaları ve emellerine nisbetle ömrün azlığını ve kısalığını idrak etme şuuru, mutlaka onu kaplar. İşte o zaman fert, kısa hayatında] dünyaya ait zevklerden pek çoğunu gerçekleştirmek maksadile şehevî arzuların arkasından koşar. Kendi­ne bahşedilmiş olan bu biricik fırsattan istifade dü-şüncesile yalan faydalardan becerebileceği her şeyiı yapmak için bu dünyada elde edeceği menfaatlere ve; bu uğurda vahşice yapılan mücadeleye ihtirasla sarılir... insanlar hislerinde ve düşüncelerinde alçalır.| Hayatın hedeflerini ve o hedeflere vardıran vasıtala­rı elde etme hususundaki tasavvur ve düşüncelerin seviyesi düşer, insanlar, yüksek insanî düşünce ile ha­reket etmeyen ve kendisinde sevgi, merhamet ve ger­çek yardımlaşma duygusundan bir iz bulunmayan çirkin mücadele âlemine inerler. O zaman onlar, be­denin arzularına ve içgüdülerin isteklerine hayvan-! ca boyun eğerler. Bir lâhza olsun,   asil bir duyguya,
insanca cömert bir mânâya doğru yücelmek istemez­ler.
Şüphesiz onlar hayat yolundaki mücadelele­rinde fayda ve zevkten bir şeyler gerçekleştiriyor­lar. Lâkin onlar bu sefer, fayda ve zevk üzerine tek­sif ettikleri hirslarile onların hepsini ifsad ediyorlar. Fertlere gelince, şehevî arzular onları köle yapacak­tır. Böylece onlar,   şehevî arzulara   boyun eğecek ve te'sirinden kurtulamıyacak    bir şekilde bu arzulara esir olurlar. Milletlere gelince, onların hareket tarzı da hayatın   zevkini bozacaktır. İlim, o büyük ve mühim vasıta-   insanlığın faydasından alınıp mut­lak tahribe ve korkunç    parçalanmaya sebeb olacak harplere vasıta kılınacaktır. Dinin ve inanmanın, ha­yatta dirilere bahşettiği gönül ferahlığı, dünyada gön­lüne düşüp de yapamadığı    şeylerin hepsmi yapma imkânına sahib olacağı    ebedî bir hayatın varlığına inanmaktan başka gördüğü mühim bir vazifesi olma­sa bile Yine din için,   yeryüzündeki çatışmanın şiddetini azaltmaktan, sevgi, merhamet ve kardeşlik duygularının yerleşmesine    imkân vermekten başka bir vazifesi olmamış olsa bile, işte bu saydıklarımız, îmana sarılmağa ve ondan hayırlı azıklar elde etmeğe kâfi bir sebebdir.
En yüksek doktrinlerin, insanî fikirlerin ve yük­sek inançların sahiplerine, fikir ve prensiplerinin mü­dafaası uğrunda azgınlara ve şer kuvvetlere karşı mücadele sabrını ve mukavemet şuurunu veren ne­dir veya kimdir? Acaba onların bekledikleri menfaat mi? Halbuki, onlardan bir kısmı - belki çoğu - bek­lenen faydayı elde etmeksizin hayatlarını tüketiyor­lar. Malûmdur ki, şahsî menfaat üzerine kurulmuş olan dâva hiç bir vakit başarıya ulaşamaz, olsa olsa. ancak onun küçük bir kısmı tahakkuk edebilir. En so­nunda da ihtiras fırtınaları; şehvet ve menfaat kasır­gaları onu çürütüp atar. Çünkü, o, köksüz ayakta du­ran bir şeydir.
O halde sabır've mukavemete sevkeden sebeb sa­dece dünyada elde edilen yakın fayda ve menfaat de­ğildir.
Bazı ıslahatçılar, kuvvet ve sabrı kinlerinden alır­lar! Şahsî kinleri, insanlardan bir zümreye olan kin-r leri, veyahut içinde yaşadıkları nesle olan kinlerin­den... Böylesi islâh hususundaki hedefine bazan ula­şır. Bazan da varmak istedikleri gaye uğrunda hsr türlü mahrumiyet ve işkenceye tahammül edecek de­receye varabilir. Lâkin kin ve adavet üzerine bina edil­miş olan doktrinlerin beşeriyeti, hayırlara götürme­si mümkün değildir. Bu türlü doktrinler bazan belli ve geçici bir müşkülü halleder, mevcut bir zulmü kal­dırır, fakat hiçbir vakit beşeriyetin çekmekte olduğu bir çok illetlerden mütevellit elem ve ıztırabları din-dirici bir ilâç olamaz. Muhakak olan şudur ki, o tür­lü mukavemet,, içinde bulunan kinler ve ölçüsüz dü­şüklükler sebebiyle, yolundan inhiraf eder, böylece bir kötülüğü başka bir kötülükle; bir zulmü başka bir zu­lümle; bir düşmeyi bir başka düşme ile değiştirir.
Gerçek akîde ancak, yakın menfaat üzerine ku­rulmamış olan, gıdasını kinlerden ve kötü düşünceler­den almayan, temiz ve doğru kardeşliği hedef tutan, insanların hayrım istediği için kötülüklerle mücade­le eden akidedir. İşte insanlara fayda veren, onlar medeniyet yolculuğunda ileriye, iyiye götüren, yalnızj bu akidedir.                             
Allah sevgisinden    doğan en büyük sevgiye, Allâh'a ulaşan en büyük hayra, hayatın gerçekleri kendişile ölçülen en büyük hakikate giden yol, iman ol­madan iıasıl bulunur? Yeryüzünde yok olup gitme dü­şüncesini hafızadan çıkaran, kişiye devamlılık ve ebe­dilik şuurunu kazandıran, çalışmaların Semeresiz, üstün duyguların karşılıksız zayi' olup gideceği fik­rini akıldan uzaklaştıran bir başka âleme inanma duygu ve iz'anı olmadan o yüksek insanı vasıflara ulaşmanın yolu ne olabilir?
Bu söylediklerimiz akideye... Allah ve âhiret gü­nü ile ilgili her türlü inanca mütealliktir.
Lâkin îsiâma gelince, O'nun başka bir hesabı vardır.
«îslâmın hedefleri tükenmiştir» düşüncesi kalble-rine gelenler, Islâmın niçin. geldiğini bilmiyorlar. On­lar sadece Mısır okullarında okutulmak üzere müs-temlekecilerin hususî maksatlar ile hazırladıkları ta­rih kitaplarından ezberledikleri gibi biliyorlar ki:
islâmiyet, putlara tapmayı menetmek, insanları bir Al­lah'a ibadet etmeye yöneltmek için gelmiştir. Araplar, birbirine düşman ayrı ayrı kabileler halinde yaşıyorlardı. İslâm onların arasını te'lif etti ve onları bir millet haline getirdi. Araplar, kumar oynuyorlar, içki içiyorlar ve nice kötülükler irtikâb ediyorlardı. İşte İslâmiyet onları o kötülüklerden menetti ve bunları haram kıldı. Öç alma, kızları diri diri toprağa gömme gibi bazı kötü âdetleri ve benzerlerini yasak etti. İs­lâm, o gün kendine inananları, ülküsünü yaymağa çağırdı. Onlar da derhal.İslâmı neşre kıyam ettiler, o yolda, bugün bi­linen hudutlarına kadar Islâmın yayılmasiîe sonuçlanan gaza­lar ve harpler yaptılar...
Fakatl Islâmın vazifesi işte sadece bunlar İdi. Hal böy­le olunca, bu tarihî vazife artık bugün sona ermiş ve hedefler tükenmiştir. Bugün artık İslâm âleminde puta tapan yok. İs-lâmm o gün İslahına çalıştığı kabileler ise az veya çok bir takım milletler kavimler içinde eridi. İçki, kumar, zina ve diğer ahlâkî meselelere gelince, artık onlar da toplumun te­kâmül seyrine bırakılmıştır. Zaten bunlar dinlerin haram kıl­masına rağmen' daima var olagelmişlerdir.
Hal böyle olunca yapılacak denemelerden bir fayda yok­tur. Böylece İslâmın davetini yayma işi sona ermiştir. Yeni çağda artık onun yeri yoktur. Binaenaleyh İslâmiyetin gaye­leri tükenmiştir. Bugün bize lâzım olan modern görüşlere dön­mektir. Kazanç ve dünya zenginliği ancak oradadır. (!)
İşte bu fikirler eğitim ve öğretimin okullarda ço­cuklarımıza yapmakta olduğu telkinlerdir. Bilindiği veçhile, bu fikirler, zayıf zihinlerde ve garbın hâkimi­yetine köle olmuş kimselerde görüldüğü gibi, açıkgöz­lerin «Emr-i vâki» diye adlandırdıkları safsatanın il­hamıdır.
Lâkin bunlar ve onlar îslâmın gayesini, niçin gel­diğini ya bilmiyorlar veya bilmez görünüyorlar.
Onlara deriz ki; Tek kelime ile İslâm bağımsız­lıktır. İslâm yeryüzünde beşeriyetin gidişini kayıtla­yan, iyilik yolunda devamlı ilerlemeden alıkoyan her türlü kayıtlardan kurtulmaktır.
İslâm, kendi şahsî menfaatları için insanları köle-leştiren, onları baskı ve tehdit ile kendine râmeden az­gınların tahakkümünden kurtulmaktır. Çünkü bunlar, hak ve hakikate muhalif olan şeyleri insanlara zorla yüklerler, insanların şereflerini, ırz ve namus­larım, mal ve canlarını selbederler. Binaenaleyh İs­lâm, her türlü sultayı yalnız Allah'a vermek suretiyle azgınların tasallutundan kurtulmak, insanlarm zi­hinlerinde vicdanlarında açıkça belirmesi lâzım gelen en büyük hakikati takrir ve tesbit etmektir. O haki­kat de şudur:
Mülkün sahibi yalnız Allah-ü Teâlâdır. Kulların üzerinde Kahhar olan ancak O'dur. İnsanların hepsi, Allah'ın kulları olup kendileri veya başkaları için ne fayda ne de zarara maliktirler. Onların hepsi kı­yamet gününde fert fert hesap vermek üzere Allah'ın huzuruna geleceklerdir.
İşte ancak bu inançtan sonra insanlar, kendi iş­lerinde dahi hiç bir şeye malik olamayan, haddi za­tında her halile zayıf olan bir beşer korkusundan kur­tulmak suretile gerçek hürriyete kavuşurlar. Fert ve cemiyet, ancak Kahhar ve bir olan Allah'ın kanunla­rına, boyun eğmelidir.
îslâmm gayesi, kasıtlı veya kasıtsız, azgınların beşeriyeti iğfal etmek için kullanmakta oldukları şeh­vet silâhının te'sirinden insanları kurtarmaktır. Eğer insanların şehvet üzerine vâk'i ihtirasları olmasaydı, zilleti kabul etmezler ve kendilerine yapılan zulüm­lere mukavemetten geri durmazlardı. Bunun için İs­lâmiyet, insanların, zillet ve hakareti kabul eden çe­limsiz kimselerin mukavemetile değil, kuvvetli ve mü­cahit kimselerin mukaveîetüe kötülüğe karşı durma­larına, şehvet ve havaîlik   sultasından onları kurtar­mağa son derece önem verir.
«Ya Muhammed de ki: «Eğer babalarınız, çocuk­larınız, kardeşleriniz, aileleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallarınız, kesada uğramasından kork­tuğunuz ticaretiniz ve hoşunuza giden meskenleriniz size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise o zaman Allah size emrini (aza­bım) getirinceye kadar bekleyiniz. Allah fâsık kavim­leri hidayet etmez.[8]
Bununla İslâm, şehvetlerin hepsini bir kefeye (te­razinin gözü) sevgi, hayır, hak, Allah yolunda ve bü­tün yüce mânalar uğrunda cihad etmenin kendisinde temessül ettiği Allah sevgisini de diğer kefeye koyar. Sonra Allah sevgisini bu şehvetlerden üstün ve ima­nın şartı kılar. İslâmın dâvası, yalnız aşırı azgınlara mukavemet için şehvet sultasından kurtulmak değil­dir. Lâkin bunun yanı sıra, bir takım şehevî içgüdüle­re esir olup onların zulüm ve zillete götürücü tahak­kümünün içine düşmekten fertleri kurtarmağı hedef tutar.
Şehvetlere dalan kimse, ilk anda hayatın lezzet­lerini başkalarından daha iyi tattığım zanneder. Lâ­kin bu hatalı zan biraz sonra onu, kurtuluşu olmayan bir köleliğe ve huzur bulunmayan bir. yorgunluğa teslim eder. İnsandaki şehevî arzular, hiç bir vakit üze­rine fazla eğilmekle doyan şeyler değildir. Böyle ya­pıldığı takdirde sadece onun arzusu daha da artar, en sonunda kendisine esir düşen kimseye tam bir meş­guliyet olur. İnsanın bütün gayesi, şehvetin çağrıla­rına icabet olduğu zaman içine düşeceği değersizlik bir tarafa artık şehvetin tazyikinden kurtulmağa da muktedir olamaz. Hayatın ilerlemesi, beşeriyetin yük­selmesi, insanın hür olarak çalışabilmesi ancak şehe­vî içgüdülerin baskısından kurtulmakla kabil olur. Şehevî arzuların dışında beşerin gayesinin, hayatı kolaylaştıran bir ilim veya onu güzelleştiren bir fen veya insanı en yüksek duyguların ufuklarına yüksel­ten bir akîde olması normaldir.
İşte îslâmın beşeriyeti şehvetlerden kurtarma gayreti bundan dolayıdır. Lâkin bu kurtarma gayreti ne ruhbanlığı onlara yüklemek, ne de hayatın güzel nimetlerinden faydalanmayı haram kılmaktır. İslâ-mın bu hareketi, ancak insanların şehevi meyillerini terbiye etmek, zaruri ihtiyaçları karşılamak, yeryü­zünde Allah'ın ismini yüceltmeğe çalışmak, hayat gü­cünün serbest çalışmasına mâni olmayan zevklerden makul bir miktarı yapmalarına imkân vermektir, is­lâmiyet bu hususta zevkten ve gönül rahatlığından bir miktarı elde etmekle fert için şahsi bir faydayı he­def tutuyor. En büyük doktrine göre, fert ile toplumu bir düzen içinde iyiliğe, yükselmeye ve ilerlemeye yöneltmek, cemiyetin tamamı için bir çok faydalan he­def edinir.[9]
îslâmm gayelerinden biri de aklı hurafelerden kurtarmaktır. İnsanlık bir çok hurafelere dalmıştır. Onlardan bir kısmını bizzat beşer kendisi yapmış ve kendine nîsbet etmiş, veya kendi ellerile yaptıkları ilâhlarına nisbet etmişlerdir. Bunların hepsi çocukluk devrinde beşer aklının içinde yaşadığı cehaletten neş'et etmiştir. İşte İslâmiyet, ilâhlarda, Yahudi efsanelerinde, kilise hurafelerinde temsil edilmek istenen ba­tıl inanç ve hurafelerden beşeriyeti halâsa erdirmek için gelmiştir. İslâm, insanları, aklın anlayacağı, his­sin idrak edeceği ve vicdanın inanabileceği sade bir yol ile Hak   Teâlâya yöneltir. Onları, hayatın ha­kikatlerini anlamak için akıllarını çalıştırmağa davet eder. Lâkin bu irşad öyle eşsiz bir şekildedir ki, ne akıl ile din, ne de din ile ilim arasında her hangi bir hu^ sûmet vuku'bulur.  İslâm, Allah'a   inanması için in­sanı, hurafeye inanmağa mecbur etmediği gibi; ilmin hakikatlerine inanmak için de Allah'ı İnkâr etmeğe mecbur etmez. Ancak tam bir açıklık ve doğrulukla İnsanın aklına, yeryüzünde   Allah'ın her şeyi insana teshir ettiğini yerleştirir. Muhakkak ki, insanların ulaş­tıkları her ilmî hakikat yahut elde ettikleri her mad­di fayda sadece Allah'ın bir ihsan ve tevfikidir. Onun için insanların, Allah'a şükredip güzelce ibadet etme­leri icabeder. Bununla İslâm, ilim ve irfanı imandan bir cüz sayar. Hiç bir vakit ilmi imana muhalif bir un­sur addetmez. İşte böylece İslâm, gayeleri tükenme­mi bir nizamdır.   Yeryüzünde   insanlar   yaşadığı müddetçe de gayelerinin tükenmesi   mümkün olma­yacaktır.
Bütün gayretlere rağmen, beşeriyet hurafelerden kurtuldu mu? Azgın diktatörlerin sultasından kurtulabildi mi? Cismin hayvani baskılarından, şehvetin kötü tesirinden uzak kalabildi mi?
Dünya sakinlerinin yansı, Hindistan'da, Çin'de ve dünyânın muhtelif yerlerindeki çeşitli kabilelerde hâlâ putlara tapıyorlar. Yarısına yakın bir kısmı da, insanları hak yolundan saptıran, vicdanları, şuurları ve insanların birbirlerile olan alâkalarını ifsad eden ve putperestlikten aşağı kalmayan başka hurafelere tapıyorlar. Belki bu beriki, sapıklık ve tehlike bakı­mından öbüründen daha ileridir. İşte o hurafe ilim veya ilim adına yutturulan hurafedir.
Şüphesiz ilim, bilgi vasıtalarından çok mühim bir vasıtadır. İlerleme ve yükselme yolunda bütün beşe­riyeti geniş adımlarla öne doğru yürütmüştür. Lâkin garbın, ilmi tek ilâh kabul etmesi, onun dışındaki bü­tün bilgi menfezlerini kapaması, beşeriyeti hedefin­den saptırmış, ufkunu daraltmış ve çalışmalarını, de­ney ilminin çalışmaya muktedir olduğu his sahasına hasretmiştir. Bu saha ne kadar geniş olursa olsun, be­şeri takata nisbetle dardır.
Onun maddî yükselmesi ne derece olursa olsun, fikri ve ruhu ile beraber yükselerek Ruhu A'zamla te­mas edip doğru bilgi nurundan bir anda gözü ve ba­sireti ile aydınlanacağı zaman yükseleceği seviyeden çok daha aşağıdır. Bu söylediklerimiz ilim hurafesine ilmin hayatın ve kâinatın esrarını çözeceğine, sadece ilmin isbat ettiklerinin   hak olduğuna ve ilmin isbat etmediği her şeyin hurafe olduğuna inananlann ha­yal ettiklerinin fazlasıdır.    Halbuki ilim daha çocuk­luk devrindedir. Henüz bir çok hakikatları idrak hu­susunda nefy ile isbat arasında bocalamaktadır. Eş­yanın hakikatma nüfuz etmekten    âcizdir. Eşyanın künhünü veya hakikatini değil dış görünüşlerini an­lamakla iktifa eder. Lâkin ilmin kulları, ilimde ve ken­dilerine ait hususlarda, acele ediyorlar da, ruhun var­lığını, bu mahdut hisli beşerî yaratığın maddî engel­leri aşmasını, telepati [10]akımlarından    bir akımla
meçhul âleme ilgi kurmasını ve bunlara olan kudreti­ni inkâr ediyorlar. Onların inkârı, bunun bir hakikat olmadığından değil, lâkin deney ilminin henüz o ta­rafı isbata kaadir olamadığından ileri geliyor. En ni­hayet bu sivri akıllılar, Allah'ı deney ilmine girmedi­ği gerekçesi ile O'na hizmetten kendilerini müstağni addettiler. Bazıları da sıkılmadan Allah'ın (hâşâ) mevcut olmadığını ilân edecek kadar ileri gittiler!.
Bin üçyüz sene önce olduğu gibi bugün de beşeri­yet İslama ne kadar muhtaç!. Evet kendini, yâni ak­lını ve ruhunu hurafelerden kurtaracak ve bir daha onun içine düşmekten uzak tutacak olan İslama bu­gün daha çok muhtaçtır insanlık!.. Bu hurafeler is­terse putlara tapmak olsun, isterse ilerici geçinen garblüarm çirkin şeklile alışkanlık haline getirdikleri ilme tapma olsun. Garbın sapık akideleri ile ruhu par­çalanmış, vicdanı ile aklının arası açılmış, Allah'a olan ihtiyacı ile ilme olan ihtiyacı birbirine muhalif gösterilmiş insanlara istikrar ve sükûnu iade etmek için, din ile ilim arasında beklenen sulhu temin edecek olan İslama insanlık bugün daha çok muhtaçtır. İn­sanlar arasındaki alâkayı husumet ve cidal alâkası tarzında tasvir eden; ilmin inceliklerinden her inceli­ğin veya beşerin ulaşabildiği her hayrın ilâhlardan zorla alınmış bir şey olduğunu, eğer güçleri yetse mâ­ni' olacaklarını telkin eden, böylece her ilmî keşfi ilâh-, lara karşı bir zafer ve onları acze düşürme sayan sapik ideolojileri, Roma imparatorluğunun ve modern Avrupa'nın varis olduğu habaset yuvası eski Yunan ruhunun kalıntılarını izale edecek olan îslâma insan­lık bugün ne kadar muhtaç durumdadır...
O habis ruh, bazan Avrupalının -genel olarak batılının iç şuurunda, «İnsanın tabiatı yenmesi» yahut «ilim esrarı açıklıyor.» gibi ve benzeri tâbirle­rinde görülmekte devam ediyor. Bu cihet umumiyetle Allah'ı kavrama yollarında ve «Ancak insanın aczi­dir, Allah'a boyun eğmeğe mecbur eden» şeklindeki anlayışlarında görülmektedir. Onların iddialarına gö­re, «insan tarafından elde edilen her ilmî keşif, insanı bir dereceye yükseltir, buna mukabil ilâht da bir de­rece düşürür. Böylece insan bu yolda ilmin bütün es­rarını bilinceye, hayatı (canlıyı) yaratmcaya kadar devam eder. O bugün alimlere övünç veren bir rüya­dır. Bu rüya tahakkuk edince insan son olarak Allah'a boyun eğmekten kurtulur ve kendisi ilâh olur...»
Kendisini bu dalâletten kurtarması, ruhuna kay­bettiği emniyet ve selâmeti iade etmesi için, bugün insanlık İslama daha çok muhtaçtır. Çünkü, İslâm in­sana, Allah'ın lütuf ve merhametim, bildiği şeylerin ve elde ettiği hayırların, Allah'ın ihsan ettiği nimetin­den başka bir şey olmadığını duyurur ve onu anlar hale getirir. İnsan, bildiklerini cemiyetin hayrına kul­landığı müddetçe, Allah ondan razı olur. İslâmın in­sanlara öğrettiği Allah, bilgili oldukları zaman insan­lara gadabetmez, insanların hâşâ kendisine rekabet edeceğinden de korkmaz. Allah, insana ancak bilgi­lerini, mahlûkata zarar ve eziyet veren şeylerde kul­landığı zaman gazab eder.
Bin üçyüz sene evvel olduğu gibi insanları kötü düşüncelerden, azgınların ve zâlimlerin elinden kurtarması için bugün insanlık   İslama daha çok muh­taçtır.
Zâlimler bugün çoğalmıştır. Onlardan bazıları krallar, bazıları diktatörler ve komünistler, bazıları ağalar ve patronlar, bazıları da kapitalistlerdir. Bun­lar çalışan zümrenin kanını emer ve onları fakirlik ve ihtiyaç zilleti ile kahrederler. Bunların en korkun­cu, demir perde gerisi gibi - demir, ateş ve casus­luk esasına dayanan polis kuvveti ile hükmeden dik­tatörlerdir. Bunlar hiç utanmadan, milletin iradesi­ni veya proletaryanın iradesini tenfiz ettiklerini söy­lerler.
İslâm, rüyalar âleminde değil, gerçekler âlemin­de insanları zâlimlerin elinden kurtarır. Bu söze kar­şılık bazı kimselerin şöyle bir soru sormaları -ken­dilerine - hoş olabilir:
Neden İslâmiyet, kendi sâliklerini, onların kanlarını emen, ırz ve namuslarını tarumar eden ve devamlı olarak ne­feslerini tıkayan zâlim melik ve idarecilerin elinden kurtar­mıyor?
Bu sorunun cevabı şudur: Halkı müslüman olan memleketlerde, İslâm hükmetmiyor. O memleketlerin ahalisi ancak ismen müslümandır. Allah'ın kitabı Kur'an'daki şu âyetler onların durumunu ne güzel an­latır : «Allah'ın indirdiği ahkâm ile hüknıetmeyenler var ya, işte onlar kâfir îzâlir») dirler.[11]
Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekiş­meli işlerde seni hakem yapıp sonra da içlerinde burukluk duymadan verdiğin hükme teslim olmadıkça inanmış olmazlar.» [12]
Tabiatile bizim kendisine çağırdığımız İslâmiyet, şarkın İslâm beldelerinde, meliklerin ve millet idare­cilerinin tatbik eder göründükleri, halbuki bu hareket-lerile Allah'ın kanunlarının hepsine muhalefet ettik­leri bazan Avrupa düsturlarile bazan da ilâhî hak na­zariyesi ile hükme koyuldukları, ne bunda ne de on­da, insanlar arasında adalen gözetmedikleri bilinen müslümanların müslümanlığı değildir. Bizim kendi­sine çağırdığımız İslâmiyet, bugün uyanmağa başla­yan, böylece sandalyaları yerinden oynatan, o sandal-yalarm üstünde oturan zâlimleri oradan iten, onları ya kendi hükmüne boyun eğdirecek veya oralardan sürecek olan gerçek sosyal adaleti ihtiva eden İsiâmi-yettir. «Köpük ve cüruf atılır gider, insanlar için fay­dalı olanlara gelince, onlar yerin üstünde kalır. [13]
Bu şekilde anlaşılan İslâmiyet hâkim olunca - ki, o Allah'ın izni ve te'yidile mutlaka hâkim olacaktır elbette ki İslâm topraklarında hiç bir zâlim idareci ve hâkim kalmıyacaktır. Çünkü, İslâm, zâlimleri kabul etmez, islâm, yeryüzünde kendi arzusuna göre hük­metmeyi hiç bir kimseye müsaade etmez. İslâm ancak Allah'ın ve Resulünün emrile hükmedene müsaade eder. Zira Allah hükmünde ve muamelesinde âdildir, kulunun da âdil olmasını emreder.
Tarifini yaptığımız İslâmiyet hâkim olunca, yâni İslama hakkile inanan ve onun yolunda cihad eden ilim ve imanla mücehhez   bir nesiî yetiştiği zaman, elbette idareci için, Allah kanunlarını bihakkın tatbik etmekten başka bir vazife veya çıkar yol kalmayacak­tır. Aksi halde, İlk Halîfe Hz. Ebu Bekir'in sarih ifa­desi mucibince, insanların ona itaat etmeleri lâzım gelmez: «Sizin aranızda Allah'a itaat ettiğim müddet­çe bana itaat ediniz. Eğer Allah'a isyan eder, onun emrinden dışarı çıkarsam bana itaat etmeniz gerek­mez.»
Elbette ki, mal, mülk ve kanunî hususlarda hü­kümdarın, millet fertlerinden fazla ayrı bir hakkı ol­mayacaktır. Bu hükümdar sultasını, ancak seçme hak­larını hâiz seçmenler tarafından hür bir seçimle elde edecektir.
Bu İslâm hâkim olduğu zaman, müslümanları sa­dece dâhili baskı ve zulümlerden kurtarmakla kalmıyacak, belki onun yanı sıra, müstemlekecilik ve onun neticesi olan yabancı tahakkümünden de kurtaracak­tır. Çünkü, İslâmiyet, izzet, şeref ve haysiyet dinidir. Gerçek müslümanlık müstemlekeciliği kabul etmez, onu reddeder. İslama hakkile inanmış bir müslüman, müstemlekeciliğe razı olmayı veya onun sultasına boyun eğmeyi, Allah'a hesap vermekten daha mes'uliyetli sayar, böylece islâm mûslümanlan, eldeki bü­tün vasıtalariyle ona karşı cihada çağırır.
Kendisine ibadet ettiğimiz Allah'ın «Bugün sizin dininizi ikmal ettim. Size ait nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslâmı seçtim.[14] dediği gün oldu­ğu gibi, bi2im için rıza gösterdiği dinine lâyık olacak şekilde onun bayrağı altında toplanıp da müstemle­kecilik pisliğinden    topraklarımızı temizlemek, onun habis kabzasından mal, ruh, ırz, inanç ve düşüncele­rimizi kurtarmak için bugün İslama ne kadar muh­tacız!.
Lâkin îslâmın rolü bu hududun yanında durmaz. Dünyanın bir kısmını dahildeki ve hariçteki zâlimle­rin elinden kurtarıp hürriyete kavuşturmanın te'siri yalnız oralarda yaşayanlara münhasır kalmaz. Belki o, geçen harbin yaraiarüe muztarib, gelecek harbin ifna edici korkunç tahribatının tehdidi altında kor­kulu bulunan insanlığın hepsi için en büyük bir ni­mettir.
Bugün insanlık iki büyük kütleye ayrılmıştır. Bir tarafta kapitalist kütle, bir tarafta komünist kütle. Bu iki kuvvet, dünyanın verimli kaynaklan ve stratejik noktaları etrafında ihtilâf halindedirler. Lâkin her ikisi de gerçekte sadece bizi paylaşmak hususunda anlaşmazlığa düşüyorlar. Tabiî biz onlar için, okya­nustan okyanusa uzanan son derece değerli maddî ve beşerî kaynaklara ve stratejik noktalara sahip zengin sahalarız. İşte bu yüzden o iki kuvvet bizim üzeri­mizde boğuşuyor. Sanki biz değeri olmayan atılmış bir şeyiz, köle itaatile galibe boyun eğer, mal ve eş­yanın el değiştirmesi gibi bir efendinin mülkünden diğer bir efendinin mülküne intikal ederiz.
Eğer îslâm âlemi şahsiyet yapısını istirdat etmiş olsa -ki, Allah'ın iznile o yoldadır yeryüzünü tahrib ile tehdid eden azgın boğuşma akamete uğrar, böy­lece devletlerarası kuvvet terazisini ortasından tutan üçüncü bir kuvvet meydana gelirdi. O zaman Rusya ve Amerika bugün yaptıkları gibi, çirkin bir tarzda bizim üzerimizde kavga etmezler, her ikisi de müslümanları razı etmek için yarış yaparlardı.
O halde bugün beşeriyet îslâmın zaferine muh­taç durumdadır. Şimdilik her ne kadar buna sadece îslâmın mevcut sâlikleri inanıyorsa da. Çünkü, îslâ­mın zaferi insanlığı, ardı arkası kesilmeyen harb kor­kusundan ve sinirleri bozan heyecandan rahata ka­vuşturacaktır. îçine düştüğü şehevi meyillerin felâketlerinden kurtulmak için de bugün beşeriyet İslama ne kadar muhtaç!...
İşte Avrupa kokmuş şehvetlerin içine dalmış, ay­rılmak bilmiyor. Bütün âlemi sarmış olan bu dalgınlı­ğın neticesi ne olacak? Evet ilim ilerlemiştir. Lâkin beşeriyet ilerlememiştir. Şehvetlerinin esiri olarak, iç­güdülere dayanan kaba zevke dalmış olduğu halde in­sanlığın terakki etmesi zaten mümkün değildir. Batı­da ve Doğu'daki bir takım ilmî inkişaflar, bazı insan­ların gözlerini kamaştırıyor da bu yüzden zannediyor­lar ki: İlerilik ancak uçan füzeler, atom bombası, rad­yo cihazı, çamaşır makinesi ve benzeri şeylerdir. Hal­buki bunlar üeriliğin hakikî ölçüsü değildir. Bu ko­nuda hataya düşmeyecek olan gerçek Ölçü ancak, be­şerin maddî ve manevî zaruri ihtiyaçlarına cevap ver­me ölçüsüdür. Bu ise manen kudretli olduğu devirler­de yüksek; maddi ilim ve kültür ne kadar yüksek olur­sa olsun manen muztarib olduğu devirlerde, düşük­tür.
Bu ölçü, belli bir sebebi ve gerçek bir payı olmak­sızın, dinlerin veyahut ahlâk ilminin koyduğu tahak-kümi bir ölçü değildir. Tarihe bir göz atalım : Kaç mil­let vardır ki, beşeriyetin hayrı ve iyiliği için çalışan, kuvvetli ve birbirine sıkı bağlarla bağlı olarak hürriyetile yaşamağa muktedir olmuştur? Eski Yunan'm, eski Romanın, eski İran'ın şan ve şerefini yıkan ne­dir?. Abbasîlerin sonunda İslâm âlemini yıkan nedir?. Son harpde ahlâkı çürümüş Fransa ne yaptı? Fran­sızlar, memleketini müdafaaya gerekli maddî ve ru­hi hazırlıktan uzak, kendi israf, lüks ve şehvetlerüe meşgul bir topluluk olduğu için ilk hücumda teslim olmadı mı?. Kendi tarihi şeref ve haysiyetini koru­maktan daha çok, bombalarla Paris'in binalarının ve rakkaselerinin tahribinden korkan bir millet?..
Olabilir ki, şarktaki gafillere gurur veren örnek Amerika'dır. Zira Amerika, âdi zevklere dalmış olmak­la beraber kuvvetli, satvetli, maddî istihsali yeryü­zündeki müstahsillerin en büyüğü olan bir ülkedir. Bunların hepsi doğru. Lâkin Amerika'nın bu duramu kendilerini gururl andıranlar, Amerika'nın henüz genç, maddî ve manevî kuvvetleri birleşmiş, maddî ve ruhi gençlik çağını yaşamakta devam ettiğini unu­tuyorlar. Zira genç vücut daima dıştan hastalığa da­ha mütehammil görünür. Lâkin hâdiseleri iyi görebi­len kimsenin gözü, aldatıcı kuvvetin görünüşünün ar­kasına gizlenmiş olan hastalık arazını görmeğe kaa-dir olabilir. Amerika'nın.dış görünüşüne aldanmış olanların, «Kâinattaki ilâhi nizamın değişmez» düs­tûrunu bilmeleri için gazetelerde varid olan ve etrafı avaz avaz dolduran şu ilk haberi zikretmek kifayet eder sanırız. Çünkü, bütün buluşlariyle ilim eşyanın ve Ruhun tabiatını değiştiremez. Zira bizzat ilim ken­disi sünnetuîlahtan bir cüzdür. «Şüphesiz Allah'ın ni­zamında hiç bir bozukluk bolamazsınız» [15]
Birinci haber, Amerikan Hariciye Vekâletinden otuç üç memurun tard edilmesidir'. Çünkü bu memur­lar cinsî sapıklıkla ma'lul imişler. Bu sıfatlarile de onlara devletin esrarı emanet edilmezmiş!..
İkinci haber, Amerika'da yüz yirmi bin kişinin mecburi askerlikten kaçmasıdir. Bu Amerikan ordu­sunun mecmuuna nisbetle ve âleme efendi olmaya ça­lışan genç bir milletin askerî otoritesi itibarile büyük bir adettir. Eğer Amerika milleti, içine dalmış oldu­ğu o âdi zevklerde devam ederse bunun arkası gelir mutlaka gelecektir.
İkincisi, Amerika'nın büyük istihsaline gelince, o yalnız madde âlemindedir. Lâkin o, zenginliğine, güç­lülüğüne, insanlarında ve memleketinde depo edilmiş olan enerji ve gücün büyük olmasına rağmen, pren­sipler ve yüksek değer ve kıymetler âleminde zikre değer bir şey intaç etmemiştir. Çünkü o, çok kere hay­vani arzuları tatmine çalışan hayat seviyesinden yu­karı yükselmeyen, daha çok mekanik âletlerin akışı­na benzeyen bir hareket tarzına, lüks ve israf akışı­na kendim kaptırmıştır. Zencilere, o çirkin ve vahşi­ce muameleyi yapan milletin Amerika olması, insa­ni ufuklarını ve ruhî seviyelerini anlamamız için kâ­fidir.
Evet!... Şehvet çamurunun içine dalmakla beşeri­yet yükselmez...
Binüçyüz sene Önce olduğu gibi, beşeriyet bugün de, kendisini şehvete tapmaktan kurtarması, yeryü­zünde hayırların yayılması, Allah'ın kendisine ihsan ettiği üstün kıymetlere lâyık olabilmesi, kendine ve-j riimiş olan hayat gücünü kendi yüce ufuklarında dal­galandırması için bugün îslâma ne kadar muhtaçtır.
Hiçbir kimse «Bu, .neticelerinden ümit beklenme­yen boş bir denemedir.» diyemez. Çünkü, bundan ön­ce insanlık, yükselmeğe muktedir olup olmadığını de­nedi ve yükseldi. Malûmdur ki, bir defa vukubulanm defalarca vukua gelmesi mümkündür. İnsanlık Islâm-dan önce, şehvetlere   tapma hususunda, bugün içine düştüğü duruma büyük çapta benzeyen bir dereceye varmıştı. Şu kadar var ki, eski ile yeni arasında zevk vasıtalarının değişik    olmasından başka mühim bir fark da yoktur. Zira eski Roma habaset bakımından günümüzdeki Paris, Londra ve   Amerikan şehirlerin­den daha geri değildi. Eski İran, çağımızda komünist ülkelerde olduğunu söyledikleri tarz üzere ahlâki bir kargaşalığa dalmıştı. Sonra İslâmiyet geldi, bunların hepsini tebdil etti. Bunun yerine hareket ve canlılık­la dolu, dinamik, hayırları yapıcı, yeryüzünü imar edi­ci, doğuda ve batıda bütün insanlığı fikri ve ruhî ile-riliğe götürücü faziletli ve yüksek bir hayat anlayışı ikâme etti. O gün insanların   içine dalmış oldukları kötülükler, İslâmm     yapmak istediği İslâhata karşı gelmedi veya gelemedi.   Böylece   İslâmiyet uzun bir müddet bütün âlemde, aydınlığın, hayırların ve iler­lemenin kaynağı    olmakta   devam   etti. Beşeriyet o uzun müddet boyunca, muhtaç olduğu maddi kuvve­ti elde etmek, fikri ve ruhî ilerlemeyi gerçekleştirmek için, ahlâkta israfa başıboşluğa ve ibahiyyeye   Cher-şeyi mübâh saymaya) herhangi bir ihtiyaç hissetme­di. İslama inananlar her sahada yüksek birer örnek­tiler.    Bu örnek durum,    ölçülü    ahlak    sisteminden uzaklasın caya,    hayvani arzu ve şehvetlerin kölesi oluncaya, Allah'ın değişmez nizamı onların üzerine de cari oluncaya kadar devam etti.
Bu büyük hamle hareketini yapmak üzere bugün birikmekte olan ve bütün kuvvetini mazinin zengin­liklerinden alan yeni İslâmi akım, günümüzde mev­cut bütün kuvvetlenme vasıtalarının sebeplerine ya­pışarak ümitle istikbâle bakan dehşetli bir akımdır. Bu akım önce îslâmm yeniden yüze getirmek ve ger­çekleştirmek istediği «mucize» yi teminat altına ala­cak, sonra da insanları, düşmüş oldukları şehvet çu­kurundan kurtarıp yeryüzünde fazilet esasına gör» çalışan yüksek insanî seviyeye kaldıracaktır.
Lâkin îsiâm bunların hepsinin yanı sıra veya bun­ların hepsile ilgili bir sebebe müsteniden, sadece ruhî' bir inanç sistemi veya ahlâkî terbiye denemeleri ve­ya mücerred olarak Allah'ın kâinatını düşünmeye da­vet edici bir fikir hareketi olmakla yetinmez. O, her halile dünya işlerini de nazarı itibare alan ameli bir dindir. Binaenaleyh insanların birbirlerile olan müna-sebetlerile ilgili hususlarda hiç bir şey onun gözün­den kaçmamıştır. Bu alâka isterse siyasi, isterse ikti­sadî, isterse sosyal bir mesele olsun müsavidir. İs­lâm bunların hepsine ihtimam göstermiş ve herbiri için kanunlar vazetmiş ve tatbik şekillerini göster­miştir. İşte İslâm bunların hepsini, fert ile. cemiyetin, akıl ile vicdanın, amel ile ibadetin, yer ile göğün, dün-:. ya ile âhiretin aralarını mükemmel bir nizam içinde bağlıyarak eşsiz bir tarz üzere bina ve tesis etmiştir.
Bu bölüm, İslâmm siyaset, iktisat ve sosyal konu­lardaki nizamından genişçe bahsetmeye yeterli de­ğildir. Gelecek bölümlerin hepsi de islâmi tahrif kasdie Avrupalıların ve buradaki kullarının karıştırdık­ları şüphelerin    münakaşası esnasında,    bu nizamın
çeşitli zaviyelerden bazı görünüşlerini arz mahiyetini taşımaktayız. Biz burada sadece aşağıda sıralayacağı­mız gerçeklere işaret etmekle yetineceğiz.
1- Şüphesiz islâm, nazarî bir    davetten ibaret değildir. O hadd-i zatında insanların ihtiyaçlarım tak­dir eden ve onların teminine çalışan, her halile ameli ve tatbiki bir nizamdır.
2- O, bu ihtiyaçları temin yolunda, beşer tabia­tının kaldırabileceği nisbette mutlak muvazeneyi ko­rumağa çalışır. İlk önce ferdin vicdanında, cesed, akıl ve ruhun ihtiyaçları arasında bir muvazene kurar. Bu ihtiyaçlardan bir kısmının diğerine  taşkınlık edecek bir tarafını bırakmaz. Ruhu yükseltme yolunda beşerî takati hapsetmez. Cismin arzularına cevab verme hu­susunda, inşam hayvan seviyesine indirecek derece­de ileri gitmez. Mülayim bir tarzda bunların hepsinin ortasını bulur. İnsan ruhunu,    birbirine zıt çeşitli fi­kirlere yöneltmez. Sonra, ikinci olarak ferdin istekle-rile cemiyetin istekleri arasında bir muvazene kurar. Böylece bir fert başka bir ferde, ferd cemiyete, veya cemiyet ferde, tahakküm edemez.' Bir sınıf başka bir sınıfa, bir millet başka bir millete tahakküm edemez, îslâm ancak bunların hepsinin ortasında durur, ara­larında vukubulacak çatışmayı önler ve onların hep­sini insanî hayırlar    yolunda   yardımlaşmaya davet eder. Böylece sonunda İslâm, çeşitli sınıflar ve unsur­lar arasında meydana gelen    cemiyet nizamında bir muvazene vücuda getirir.
îslâm maddi kuvvetlerle ruhî kuvvetler, iktisadî âmillerle ahlâkî âmiller arasında muvazene kurar, îslâm komünistlerin yaptığı gibi ancak iktisadî veya maddî âmillerin müessir ve hâkim olacağını iddia cihetine gitmez. Beşerin hayatını tanzim işinde Mücerret ruhi dâvetçilerin ve misâliyye (idealizm) nazariye çilerinin yaptığı gibi yalnızca ruhî âmil­lerin veya yüksek örneklerin müessir ve muktedir olacağına da inanmaz. Ancak İslâm, bunların hepsi­nin muhtelif unsurlar olduğuna, insanın bu saydıkla­rımızın hepsinden meydana geldiğine, şüphesiz EN ÜSTÜN NİZAMIN ANCAK CESEDİN, AKÜN VE RU­HUN ARZU VE İHTİYAÇLARINA ÖLÇÜLÜ VE ŞÜ MULLÜ BİR TARZDA CEVAB VEREN NİZAM OLDU­ĞUNA İNANIR.
3 - Şüphesiz İslâmm kendine has sosyal bir gö­rüşü ve iktisadî bir nizamı vardır. Bazan bu nizam, te­sadüfi olarak kapitalizm ve komünizmin bir kısım te­zahürleri ile buluşabilir. Lâkin îslâm kafi olarak ka­pitalizm ve komünizmden ayrı bir nizamdır. İslâm ta-biatile her iki sistemin iyi taraflarını, onların düştük­leri hata ve sapıklığa düşmeden cem'eder. Fertçilik­te, batıda mevcut olup sevilmeyen kötü anlayış gibi aşırı hareket etmez. Batıda ferde verilen kıymet, onun cemiyette temel unsur itibar edilmesidir. Orada fert hürriyeti masum ve mukaddes bir varlıktır. Toplumun, onun yolunu kesmesi caiz olmaz... Böylece batıda, baş­kalarını istismar hususunda ferdi hürriyet esasına da­yanan, kapitalizm meydana gelir. İslâm Avrupa'nın şarkında yürürlükte olan, ancak cemiyeti esas kabul eden, cemiyete yönelmede aşın hareket edenler gibi de hareket etmez. Çünkü o aşırı sisteme göre fert, ken­di kendine hiç bir kıymeti olmayan basit bir zerredir. Ferdin ancak sürünün içinde vücudu vardır. Yalnız basma hürriyet ve sulta sahibi olan ancak toplumdur. Fert için, bu nizama karşı gelme imkânı olmadığı gi­bi şahsî haklarını talep etme hakkı da yoktur... Orada, fertlerin hayatını tanzim işinde devletin mutlak sultasına dayanan komünizm vardır. İslâm ancak bu ikisi arasında vasat, yani mutedil bir nizamdır. Fer­din ve toplumun varlığını birlikte kabul eder, ikisi arasında muvazene kurar. Böylece ferde normal ar­zularını tatmin etme imkânı sağlayacak kadar hürri­yet verir. Fakat bununla fert başkalarının hak, vic­dan ve hürriyetlerine karşı taşkınlık edemez. Fertler arasındaki normal düzen bozulunca, İslâm, içtimaî alâkaların yeniden tanzimi işinde cemiyete ve cemi­yet mümessili olan devlete geniş selâhiyet tanır. Bun­ların hepsi -komünizmde olduğu gibi - kin ve sınıf mücadelesi esasına göre değil, fertler ve taifeler ara­sındaki karşılıklı anlayış ve sevgi esasına göredir.
îslâm, bu eşsiz nizamı, ne iktisadi zaruretlerin baskısı altında, ne de birbirine zıt menfaatlerin çatış­ması neticesinde getirmiştir. İslâm bu nizamı, bütün âlemin henüz iktisadi âmiller için bir ölçü vazetme­diği veya bugün anladığımız mânâda sosyal adalet­ten bir şey bilmediği bir zamanda herhangi bir mec­buriyet karşısında olmadan, yeniden inşa olarak ge­tirmiştir. Bu nizam, ekonomi ve sosyoloji sahasında yeni çağın tanıdığı en son sistem- olan komünizm ve kapitalizme nisbetle şu ana kadar çok ileride bir ni­zam olagelmiştir.
Gıda, mesken ve cinsî arzuların tatmin edilmesi­ni sözüm ona (!) hedef tutan ve tatbikatından devle­ti mesul sayan, tarihin en büyük kanlı ihtilâlini doğu­ran Kari Marks'm savunduğu temel meseleler, İslânım bin üç yüz sene önce takrir ve tesbit ettiği şeyle­rin bazısıdır. îslâmm Resulü Hz. Muhammed (S.A.) der ki, «Bizim için çalışan, fakat zevcesi olmayan varsa kendine bir zevce edinsin, meskeni olmayan mes­ken, hinetçjsi olmayan hizmetçi, bineği olmayan bir binek edinsin.» Böylece İslâm, Kari Marks'ın savundu­ğu Temeı ihtiyaçlar» ı çoktan savunmuş ve insanî hayatı^ bütün yaşatıcı unsurlarını inkârdan, kanlı ihtilâller, sınıf ve zümre kinlerinden uzak olarak da­ha ileri gitmiştir. Bu saydıklarımız İslâm nizamının bazı taraflarıdır.
Kaide ve rükunlan böyle olan bir din, hareket ve sekenâtmda, düşünce ve duygularında, amel ve iba­detleriz^^ iktisadî ve sosyal sistemlerinde, fıtrî sevk-i tabiî v$ runî yönelmelerinde beşer hayatından bu ka- B dar germiş sahayı ihata eden ve bunların hepsi için ta­rihte eşi olmayan ölçülü bir nizam koyan bir din... Bu dinin gayelerinin tükenmesi imkânsızdır. Çünkü onun gayeleri, hayat var olduğu müddetçe hayatın ta olan şudur ki, bugün âlem, içinde yaşa­dığı hajierile, îslâmm vahyinden ve onun tanzimin­den müstağni kalamaz, kalmamalıdır.
 asırda Güney Afrika ve Amerika'da derecesine ulaşan bir ırk taassubu içinde bu­lunan insanlar, on üç asır önce, rüyalar ve hayaller âleminde değil, hayat vakıalarında siyah, beyaz ve kırmızı renkli insanlar arasında takva (gerçek insan olma vasf) müstesna hiçbir ferdin diğeri üzerinde, hiçbir Şekil ve surette üstünlüğü olmadığını beyan ederek, beklenen müsavatı sağlayan islâmın vahyine muhtaç» olmakta devam eder. İslâm, siyah köleye, yal­nız olmaktaki eşitliği değil, belki bir müslümanın tama' edeceği mevkilerin en yükseğini vermiştir ki bu, müslümanîara âmir ve vali olmaktır. Bu husus­ta Resuülîah şöyle buyurur: «Sizin üzerinize şayet habeşii bir köle hâkim veya kumandan tayin edilse ve sanki onun başı kuru üzüm gibi simsiyah olsa dahi, sizin aranızda Allah'ın kitabını tatbik ettiği müddet­çe, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz..[16]
Müstemlekecilik ve esirleştirme heveslilerinin vahşet derecesine varan kötü idarelerinin eline düş­müş olan insanlık, istismar kasdile yapılan müstem-lekeci istilâları yasak eden, sadece İslâm davetini neşretmek kasdile fetihler yapan, fethettiği memleket­ler halkına temizliği ve yüceliği öğreten, onlara, me­denî Avrupa'nın kötü niyetli kavimlerinin ulaşmak şöyle dursun tasavvur bile edemedikleri bir yücelik­le muamele eden îslâmm vahyine muhtaç olmakta devam edecektir. Buna verilecek misâlimiz pek çok­tur. Burada sadece Hz. Ömer'in bir kıptîye, Amr ibnil Âs'ın oğluna değnek vurdurma hâdisesini zikrede­lim
Amr ibnil Âs Mısır valisidir. Oğlu bir yarış neti­cesinde haksız yere Mısırlı genç bir kıptîyi döver. Kıp­tî hac mevsiminde doğruca Medine'ye gider. Orada Hz. Ömer'e durumu anlatır. Amr ibnil Âs da oğlu ile beraber Hacca gelmiştir. Hz. Ömer muzaffer bir ku­mandan olmasına rağmen Amr'i ve oğlunu çağırtır. Tarafları îsticvab ettikten sonra, kısas olarak kıptı-nin, Amr'm oğluna değnekle vurmasını emreder. îşte insanlığın özlediği adalet.
Kapitalizmin kötülüklerinin ağma düşmüş olan insanlık, faizi ve ihtikârı haram eden İslâm nizamına muhtaç olmakta devam edecektir. Kapitalizmin, üze­rine şebekesini kurduğu bu iki kötülüğü islâm, on üç asır önce yasak etmişti.
İnsanları ağaç kurdu gibi içten yiyen bir başka felâket de komünizmdir. Bu inkarcı ve maddeci sis­temin şaşkına çevirdiği insanlar; insandaki manevî kaynakları kurutmaya muhtaç olmadan, beşerin gö­rüş sahasını yalnız duyu organlarının idrak ettiği dar sahaya inhisar ettirmeden, kendi inancını insanlara zorla kabul ettirip sonra da ateş ve demirle dikta re­jimine sapmak zorunda kalmadan, insanlar arasında sosyal adaleti son haddine kadar tatbik eden İslâm nizamına muhtaç olmakta devam edecektir. İslâm on­lara şöyle der:
«Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan ayırd edil mistir.» (Yani hakkile düşünen neyin doğru, neyin eğri olduğunu anlar.) [17]
Harpten titreyen âlem, İslâmm ayakta durması­na muhtaç olmakta devam edecektir. Çünkü, insanlı­ğı selâmete ulaştıracak gerçek yol sadece İslâmiyet-tir. Binaenaleyh, iddia edildiği gibi îslâmm gaye ve hedefleri tükenmemiştir. Onun gelecekteki vazifesi, karanlık ve zulmet içine gömülmüş olan Avrupa'yı aydınlığa kavuşturmak suretiyle geçmişte yaptığı va­zifesinden daha az olmıyacaktu. [18]
 
 
Şu şüphe, gençlerin akidelerini bozmak, inançla­rını sarsmak için, komünistlerin oynamakta oldukla­rı oyunların en çirkini olabilir. Komünist şöyle der:
Eğer İslâm - İslâm dâvetçilerinin dediği gibi her as­ra uygun bir din olsaydı köleliği mubah kılmazdı... Köleliği mubah kılması mahdut bir zaman için geldiğine kesin bir dedir. Muhakkak ki o, vazifesini eda etti, fonksiyonunu ta­mamladı ve nihayet tarihin emanetine tevdi edildi...
«İslâmiyet köleliği nasıl mubah kılmış?» sorusu bir an için inanan müslüman gençliği bile bir takım jşüphelerin çemberi içine alabilir... Bu din ki, Allah tarafından indirildiğinde kat'iyyen şüphe yoktur. Ve yine onun doğruluğunda; bütün nesiller boyunca, be­şeriyetin hayrı için gönderildiğinde şüphe yoktur... Hal böyle iken bu din köleliği nasıl mubah kılmıştır?..
O İslâm ki, kâmil bir müsavat esası üzerine ku­rulmuştur. O, insanları bir asla döndürür ve o müş­terek asıldaki müsavat esasına göre muamele eder... Öyle ise nasıl olmuş da köleliği kendi nizamından bir cüz kılmış ve onun için prensipler vazetmiştir. Allah, insanların ilelebet köle ve efend1'. olarak ikiye ayrılma­larını mı İrade eder, yoksa bu, onun yeryüzündeki ira­desi midir?. Acaba Allah : «Şüphesiz bir âdem mükerrem (saygıdeğer ve şerefli! kıldık.[19]demek suretiyle üstünlüğünü belirttiği mahlûkunun, alınıp satılan ve ellerde dolaşan bir meta1 olmasına razı mı oluyor? Allahü Teâlâ eğer buna razı olmamış­sa, o halde, şarabı, kumarı, ribayı ve daha İsiâmın çirkin addettiği şeyleri haram ettiği gibi niçin köleli­ğin ilgasını Kur'an'da kesin olarak belirtmemiştir?
Müslüman genç şüphesiz, İslâmm hak din oldu­ğunu bilir. Lâkin o, bu sorusunda tıpkı Hz. İbrahim gibidir: «Yâ Rabbi! Ölüleri nasıl diriltirsin bana gös­ter!» diyen İbrahim'e Allah, «Yoksa inanmadın mı? dedi. O da «Evet, inandım, lâkin kalbimin mutmain olması için sordum,» dedi.[20]
Fakat, aklını ve akidesini müstemlekeciliğin ifsat ettiği gence gelince, o hiç bir vakit, işin hakikati mey­dana çıkıncaya kadar beklemez, kötü arzuları kendi­sini yakalar ve derhal, münakaşasız olarak, İslâm eski bir nizam olduğunu, onun hedeflerinin tükendiği­ni kabul ve tasdik eder. Özellikle komünistlere gelin­ce, onlar müzeyyef «ilmi* dâvaların erbabıdırlar. On­lar o sahte bilgileri, oradaki efendilerinden alırlar ve aldıklarını garib bir şekilde yayarlar. Onlar, şüphe ve münakaşaya mahal olmayan sonsuz hakikati sa­dece kendilerinin keşfettiklerini zan ve iddia ederler ki, o keşfettikleri hakikat (!), beşerin hayatını, baş­ka tarafa geçiş noktası ve kurtuluş çaresi olmayan bir takım muayyen, iktisadî merhalelere taksim eden cidalci materyalizmdir. O merhaleler de şunlardır:
a) Birinci komünizm devri,
b) Kölelik devri,
c) Ağalık devri,
d) Kapitalizm devri,
e) İkinci komünizm.
(Onlara göre bu merhale âlemin sonudur!..) Akîde, nizam ve fikir akımlarından beşeriyet ne biliyor­sa, onların hepsi, ancak bulundukları devrin iktisadî 'durum­larının veya mevcut iktisadî gelişmelerin bir inikasmdan iba­rettir. O nizam, o zamana uygundur, o devrin şartlariyle bağ­daşır. Lâkin o, yepyeni iktisadî esaslara sahip olması gereken gelecek zamana uygun değildir. İşte bunun içindir ki, dünyada bütün nesillere uygun düşmesi mümkün olabilecek bir nizam mevcut değildir. İslâmiyete gelince o, insanlık tarihindeki mer­halelerden, kölelik devrinin sonu ile ağalık devrinin başında gelmiştir. Onun kanunları, nizamları ve akîde sistemleri, ge­lişme merhalelerinin o devrine münasip olarak gelmiştir. Bi­naenaleyh, İslâm, köleliği kabul etmiş ve ağalığı [21] mubah saymıştır.
İktisadî gelişmeyi dikkate almamak veya uygu­lama için iktisadî imkânları henüz hazır olmayan ye­ni bir nizamı müjdelemek îslâmm takatma sığan bir şey değildi. Çünkü Kari Marks (sözüm ona) bu müm­kün değildir demiş.
Biz burada, şunların ve bunların koparmak iste­dikleri yaygaradan uzak olarak, mes'eleyi, tarihi, iç­timaî ve psikolojik hakikatma uygun bir şekilde vaz­etmek isteriz. Konu ile ilgili hakikate ulaştığımız za­man artık sapıkların ve tezyifcilerin iddialarile bir il­gilimiz kalmıyacaktır.
Biz bugün köleye, yirminci asrin şartlan içinde, köle ticareti yapılan ülkelerde işlenen şenaatlerin, has­saten eski Roma âleminde tarihin tescil    ettiği korkunç, vahşî muamelenin ışığında bakar, böylece kö­lelikten tiksiniriz. Bir din veya nizamın, muamelenin bu türlüsünü meşru saymasına, bizim duygu ve vic­danımız tahammül edemez. Sonra bizdeki bu tiksin­me ve çirkin addetme duygusu bize galebe çalar, bu yüzden hayrete düşerek, islâm köleliği nasıl mubah kılmıştır?.. Bütün nizamları ve kanunlariyle insanlı­ğı esaretin her türlü şekil ve renginden kurtarmayı hedef tutan bu din buna nasıl cevaz vermiştir?. îşte bu infial ve teessür içinde, keşke İslâm köleliği açık bir lisanla yasak etse de akıl ve vicdanımızı saraha-ta kavuştursaydı, diye temenni bile ederiz.
Burada, tarihin gerçekleri yanında bir nebzecik duralım. Eski Romalılarda kölelere reva görülen işken­celerin hiçbirisi, İslâm tarihinde görülmemiştir. Roma înıparatorluğundaki kölelerin, içinde yaşadıkları du­ruma şöyle bir müracaat, kölelikle ilgili olarak îslâ­mm getirdiği büyük değişikliği bize göstermeye kâ­fidir. Binaenaleyh, «köleyi hürriyetine kavuşturma yolunda hiçbir şey yapılmamıştır» iddiası doğru değil­dir.
Eski Roma kanun, örf ve âdetlerine göre, köle, in­san olmayan bir şeydi. Hayatta onun hiçbir hakkı yoktu. Fakat, buna rağmen birçok vazifeler ve en ağır yükler kölelerin üzerinde idi. Şimdi ilk olarak, köleliğin nereden geldiğini, kaynaklarının ne olduğu­nu bilmeliyiz.
Köleliğin kaynağı harplerdi, köle harp yolile ge­liyordu. Romalılar devrinde bu harpler, ne bir fikir, ne bir inanç ve ne de bir ilke için yapılırdı, harbin se­bebi Romalıların menfaatleri için başkalarını esir et­me, toprakları alma ve halkını köle olarak çalıştırma idi. Romalılarin, sıcak ve soğuk su hamamlarının safasını sürerek, güzel elbiseler giyerek, çeşit çeşit yemeklerin en güzeli ile gıdaîanarak, şaraplı, kadın­lı ve danslı ihtifal ve merasimlerde ahlâk dışı hay­vanı zevklerin içine gömülerek lüks ve israf hayatı yaşamaları için, diğer milletleri mutlaka köleleştir­mek ve onların kanlarını emmek lâzım geliyordu. Müs­lümanlar Mısır'ı fethetmeden önce, Romanın boyun­duruğu altında bulunan Mısır halkı o köleliğe çirkin bir örnekti. Çünkü Mısır, Roma İmparatorluğunun buğday ambarı ve sonsuz zenginlik kaynağı idi. Müs-temîekeci Roma İmparatorluğu bu çirkin şehvet yolunda meydana geldi ve o yolda yürüdü, o müstemle­kecilikten de kölelik doğdu.
Romalüardaki kölenin durumuna gelince söy­lediğimiz gibi o, beşer haysiyyeti ve beşer hukuku olmayan bir takım eşya mesabesinde idi. Kaçmaları­na mâni olacak şekilde ağır zincirlerle bağlı olarak tarlalarda çalıştırılıyorlardı. Diğer hayvanlar gibi kendilerinin de yeme içme hakkı olduğu için değil, an­cak çalıştırılmaları için yedirüirlerdi. Bu mahlûklar işlerine, efendinin veya vekilinin duyacağı vahşet zev­kini tatmin için, kırbaçlanarak sevkedilirlerdi. Bun­dan sonra köleler, çirkin kokuların kapladığı, farele­rin ve çeşitli hayvanların dolaştığı karanlık zindanlar­da yatırılırlar, zindanlara düzinelerce köle birden atı­lır, bazan bir zindanda elli köle üstüste yığılırdı. Zin-cirlerile beraber zindanlara atılan bu zavallı insanla­ra, ahırlarda hayvanlara yapılan muamele bile çok görülürdü. Lâkin eşine ender rastlanan, müstemleke­cilik ve istirmarcılık vasıtası olarak yeni Avrupalının tevarüs ettiği, eski Romalıların içine düşürüldüğü en büyük ve en çirkin şenaat, kölelere kılıç ve mızrakla yaptırılan hakikî mübareze rol ve gösterileridir. Bu türlü gösteriler, Romalıların en çok sevdikleri bayram­lar idi. Bazan imparator başta olmak üzere efendiler sahiden mübareze yapan, öldürmekten herhangi bir endişe ve çekinme duymadan, vücudun neresine ge­lirse gelsin, kılıç ve mızrak vuruşlarını yönelten köle­leri seyretmek için toplanırlardı. Orada bu vahşî duy­gu son haddine varır, bağırmalar ve alkışlar yükselir, mübarezecilerden biri diğerini tamamen öldürdüğü zaman, zalimane ve çılgınca kahkahalar boşanırdı. Zavallı köle, kahkahalar ve neşe çığlıkları arasında can verirdi. İşte kölenin Roma alemindeki durumu bu idi. O zamanda, köleye ait kanunî bir durum," kendi­sine şikâyet hakkı ve bu şikâyete bakacak bir merci bulunmadığından kölesini öldürmekte, ona işkence yapmakta ve onu istismar etmekte mutlak hak sahi­bi olan efendi hakkında daha. fazla söz söylemeğe lü­zum yoktur, sanırız.
Belde ve şahısların değişmesiyle köleye yapılan çirkin muamele az veya çok değişirse de, kölenin in­sanlık şerefini tamamile kirletmek, mukabilinde hiç bir hak tanımadan köleye en ağır iş ve vazifeleri yük­lemek hususunda îran, Hihd ve diğer memleketlerde­ki durumun söylediklerimizden fazlaca değişen bir tarafı yoktu.
Sonra İslâmiyet geldi...
İnsanların insan olduklarını kendilerine duyurmak ve haklarını vermek için İslâm geldi. Kölelere ve efen- dilere «Sizin bazınız bazmizdandır.[22]demek için İslâm geldi. İslâm «Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz. Kim kölesini hadım ya­parsa onu hadım yaparız»[23] demek için geldi. İs­lâm «Siz Âdemin oğullarısınız, Âdem de topraktan­dır.» [24]diyerek, aslın, menşein ve gidişin bir oldu­ğunu takrir etmek için geldi. Bilinmelidir ki; sadece birinin efendi diğerinin köle olmaları sebebile hiçbir efendinin köleye üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. «Biliniz ki, hiçbir arabin arap olmayana, arap olmayan hiçbir kimsenin de bir araba, hiçbir be­yazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza sureti kat'iy yede üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva yani in-san-ı kâmil olmakladır. [25]
İslâm, kölelerine güzel muamele yapmayı efen­dilere emretmek için geldi. «Ebeveyne, yakınlara, ye­timlere, miskinlere, akraba olan veya olmayan kom­şulara, yabancı arkadaşlara, yolcu ve misafirlere ve eliniz altında bulunan kölelere iyilikle muamele edi­niz. Daima onların haklarını gözetiniz. Zira Allah, kendim beğenmiş, mütekebbirleri sevmez.». [26]
islâm, efendiler ile köleler arasındaki alâkanın - esaret veya baskı -, tamamen emir altına alma ve­ya tahkir etme alâkası olmadığını, bu alâkanın an­cak yakınlık ve kardeşlik alâkası olduğunu takrir ve ilân etmek için gelmiştir. Efendisi cariyenin ehlidir, onunla evlenmek hususunda izin talebeder. «Eliniz al­tında bulunan jsü'mine genç kızlardan evleniniz. Si­zin bazınız bazınızdandır.    Yani hepiniz kardeşsiniz.
Velilerinin iznini alarak onlarla evleniniz. Onların mehirlerini güzelce veriniz.»[27]Köleler efendileri­nin kardeşleridirler. «Köleleriniz kardeşlerinizdir. Ki­min kardeşi elinin altında bulunursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Kölelerinize yapamı yacaklan işleri yüklemeyin. Eğer onlara zor işler bu­yurursanız yardım edin.» [28]
Kölenin duygularına ziyade hürmet ve riayet et­mek hususunda Resûlüllah şöyle buyurur. «Sizden hiç biriniz, bu benim kölemdir, bu benim cariyemdir, demesin. Ancak benim kızım veya oğlum veya kardeşim desin.» [29]Buna dayanarak Ebu Hüreyre, kendişi binekte, kölesi arkasında yaya yürüyen birisine! şöyle der: «Onu arkana bindir. Çünkü, o senin kardeşindir. Onun canı da senin canın gibidir. O da se­nin gibi bir insandır.»                                                  
Bu saydıklarımız olup bitenlerden bir nebzedir.!. Bu hususu bir tarafa bırakarak ikinci merhaleye intikâl etmeden önce burada îslâmın, köleyi yükseltmek] hususundaki sıçrama hareketini tescil etmemiz gerek­mektedir.
İslâm devrinde köle artık bir «şey» addolunuyor­du. O, efendilerin sahib olduğu ruha sahib bir beşer oldu. Diğer milletlerin hepsi köleyi, efendilerin cin­sinden başka bir cins sayarlardı. Onun, çalıştırılmak ve tahkir edilmek için yaratılmış olduğunu düşünürlerdi. İşte bu sebepten dolayı, köleyi öldürmek, ona eziyet etmek, ateşle vücudunu dağlamak,    çirkin ve zor işlerde kullanmaktan vicdanları   zerrece günah­kârlık duymazdı.[30]
îşte İslâm, sadece nazariyat ve hayaller aleminde değil, belki vâki ve gerçekler âleminde, köleyi ora­lardan alarak şerefli insan kardeşliği seviyesine yük­seltti. Tarih ki, hiçbir kimse hattâ mutaassıp, salipçi Avrupalılar bile inkâr edemez Sadrı İslâmda kö­leye yapılan muamelenin, başka hiç bir yerde ulaş­madığı yüksek insani seviyesinin zirvesine ulaşmış olduğuna, şehadet eder.
Kölelik meselesinde îslânım ulaştığı derece öyle yüksek bir derece idi ki, iktisadi bakımdan tamamen serbest ve kendi işlerinde tam bir hürriyete mâlik ol­dukları halde azad edilen köleler, sabık efendilerini bırakmayı istemiyorlar; onun yanında kalmayı ter­cih ediyorlardı. Çünkü onlar efendilerini kendi aile­leri sayıyorlar, bu yüzden kan rabıtasına benzeyen bir rabıta onları birbirlerine bağlıyordu. Böylece kö­le, kanunla himaye edilen haysiyetli, ne söz ne de fiil ile tecavüz edilmesi caiz olmayan, şerefli bir insan oldu. Sözle incitmeye gelince, Resûlüliah kölelere, kö­le diye çağırmaktan ve köle olduklarını hatırlatmaktan menetti. Buna mukabil onlara, aile sevgisini tel­kin edecek, kölelik vasfını kendilerinden uzaklaştı­racak şeylerle hitab edilmesini emretti. Resuüllah bu yönetmeliğin arzında şöyle dedi:    «Allah sizi onlara! mâlik kıldı. Dilerse onları size mâlik kılar.[31]
O halde, onları köle yapan bu şartlar geçici ilgi­lerdir. Bugün efendi olanların köle, kölelerin de efen­di olmaları da mümkündür. İşte bu sebepten dolayı îsiâm, efendilerin kibirlerini kırar, iki sınıfın birbirle­ri ile olan alâkalarında, bütün insanları birbirine bağ­layan insanî atıfet ipine yapışmağa çağırır, onları, aralarında insanlık sevgisini hâkim kılmağa teşvik eder.
Fiüî tecavüze gelince, onun kanundaki sarih ce­zası nıukabele-i bilmisüdir. «Kim kölesini öldürürsa onu öldürürüz...» [32]
Bu söylediklerimiz, efendi ile köleki onun ge­çici vaziyeti kendisi için aslolan insanî vasfından çıkar­maz- arasındaki tam insanî eşitliğe delâleti sarih olan, köle sınıfının hayatını çevreleyen teminatları beyan eden apaçık bir prensiptir. Bunlar, ne îsiâmdan önce ne de sonra, tarih boyunca yaşamış nizamlardan hiçbirinin ulaşamadığı akılları hayrete düşüren se­viyeye ulaşmış olan tam ve yeterli teminatlardır. Çün­kü, İslâm, terbiye maksadının dışında köleye tokat vurmayı, hürriyetine kavuşmaya vesile ve kanunî bir sebep kılmıştır. (Efendi kölesine terbiye kasdile ancak çocuklarına yaptığı muameleyi yapmakla mükellef­tir.)
Bundan sonra ikinci merhaleye; gerçekten hürleş-tirme merhalesine geçelim. Filvaki yukarıda geçen adımlar, köleyi insanlığa çekmesi, aslında efendiden aynlmayan şerefli bir insan olduğu esasına göre mu­amele edilmesini sağlaması sebebile ruhî bir hürleştirmedir. Geri kalan taraflar sadece toplumda doğru­dan doğruya muamelede kölenin harici hürriyetinden bazı şeyleri tahdid eden geçici şartlardır.
Lâkin İslâm bununla iktifa etmedi. Çünkü o'nun gayesi insanlar arasında adalete dayanan eşitliği kur­mak ve herkesi ona teşvik etmektir. Bu ise bütün beşe­riyet için tam hürriyettir. Bunun için İslâm, fiilen kö­leyi hürleştirmeğe iki büyük vesile ile çalışmıştır: [33]
 
 
Azat etme; elinde bulunan köleleri serbest bırak­mak suretile efendi tarafından yapılan gönüllü bir harekettir. İslâm, büyük bir titizlikle insanları buna teşvik etmiştir. Bu hususta ilk örnek hareketi yapan Resûlüllah idi. Çünkü o, eli altında bulunan bütün köleleri azat etti. Onu bu hareketinde ashabı takip etti. Hz. Ebu Bekir, kendi öz servetinden büyük bir meblâğı, azat etmek üzere Kureyşii kâfirlerden köle satm almakta sarfetmiştir.
Beytülmâlde fazla para kalınca İslâm Devleti onunla köle satın alır ve onları azat ederdi. Yahya ibni Said derki, Ömer ibni Abdülaziz, zekât vergilerini toplamak üzere beni Afrikaya gönderdi. Gittim, orada zekâtları topladık. Sonra dağıtmak için fakir aradık, fakat hiç bir fakir bulamadık. Aramızdan, kendiliğin­den alacak bir adam da çıkmadı.   Çünkü Ömer ibni Abdülaziz   insanları zengin etmişti.   O paralarla bir miktar köle satın aldım ve onları azat ettim.
Resûlüllah, müslümanlardan on kişiye okuyup yazma öğreten veya buna benzer bir hizmette bulu­nan köleleri azat ederdi. Bazı günahların keffareti-nin köle azat etmek olduğunu Kur'an-ı Kerim nass olarak ifade etmiştir. Resûlüllah da nvuslümanları, iş­lemiş oldukları günahlarına keffaret olmak üzere kö­le azat etmeğe teşvik ederdi. Bunların hepsi imkân nisbetinde, kölelerden büyük bir adedin hürriyete ka­vuşmasını sağlayan hareketlerdir. Tabiî Peygamberin de buyurduğu gibi günahlar kesilmiyeceğine göre kef­faret yolile azat işi devanı edecektir.
îsîâmm köle hakkındaki görüşüne özel bir delâle­ti olması dolayısiyle, biraz evvel bahsettiğimiz keffa-retlerden birine özellikle işaret etmek yerinde olur. İslâm hukuku, hataen adam öldürmenin keffaretini, ölenin ehline verilmek üzere, diyet-i müselleme ve bir kölenin azat edilmesi olarak tesbit ve takrir etmiştir. «Kîm hataen bir mü'mini öldürürse, onun keffareti bir mü'rain kölenin azadı ve ölenin ehline vereceği di­yet-i müsellemedir.[34]
Hataen öldürülmüş olan kimse, mensup olduğu ailenin ve toplumun haksız olarak kaybettiği bir in­san ruhudur. Onun için îslâm, her iki tarafa verilmesi gereken tavizi (bedeli) takrir eder:
1 - Ölenin ehline verilecek olan =Diyet-i müsellerae» tavizi.
2 - Mü minin bir köleyi azat etmek suretiyle ce­miyete verilecek taviz.
Sanki köle azat etmek, hataen öldürülmek sûre-tile gitmiş olan bir insan canını ihya etmektir. Zira köleyi muhafaza altına alan bütün teminatlara rağ­men İslâm nazarında köle, ya ölü veya ona benzer bir şeydir. Bunun için İslâm, kölelikten kurtarmak sûretile köleyi diriltmek ister ve ona vesile olacak her fır­satı bir ganimet sayar [35]
Ne îslâmdan önce ne de sonra başka milletlerin tarihinde kölelerden büyük bir miktarın azat etme yoluyla hürriyete kavuş turulduğu haberi vardır. Azat etme sebebleri, Allah'ın rızasını tahsil için vicdanın derinliklerinden gelen insani duygudan başka bir şey değildi.
Mükâtebeye gelince o, kendi arzusu ile, istediği anda, köle ile efendinin mutabık kalacakları belli bir meblâğ mukabilinde köleye hürriyetini vermektir. Burada, tesbit edilen miktar ödenince azat mecburî­dir. Tarafların mutabık kaldıkları meblâğın edasın­dan sonra efendi artık bunu red veya te'cile malili değildir, Aksi haîde devlet işe el koyar ve mesele bi­ter. Mükâtebenin kabulü ile filvaki gönlünde hürriye­te kavuşma hissini duyan, günlerin geçmesile doğa­cak bir vesile ile efendisinin gönüllü azat etmesini beklemek istemeyen kimselere İslâmda hürriyet kapı­sı açılmıştır.
Mükâtebeyi taîebettiği ilk andan itibaren kölenin efendisi yanındaki çalışması ücret karşılığıdır. Hatta mutabık kalman meblâğı biriktirmek için -isterse - ücretle çalışmasına imkân verilir. Köle nıükâtebe ta­lebinde bulunduğu zaman, kölelikten kurtulmasında îslâm Devletinin emniyetini tehlikeye düşürecek bir durum olmadığı müddetçe, efendisinin bunu reddet­meğe hakkı yoktur.
Bu türlü çalışmalar, îslâmın dışında ondördüncü yüzyılda yâni îslâmm köle hakkını tanımasından yedi asır sonra büyük bir farkla Avrupa'da da mey­dana gelmiştir. O da, mükâtip kölenin hukukunu ko­rumağa devletin kefil olmasıdır. Bu ise, Allah'a ibade­tini tam- yapmak ve ona yaklaşmak maksadile, kar­şılıksız, gönüllü olarak köle azat etme hususundaki Îslâmm muazzam gayretine sadece bir ilâvedir. Ze­kâtın sarf mahallini beyan eden âyet şöyle der: «Ze­kât, ancak fakirlere, miskinlere, zekât toplamakla va­zifelilere.,, köle azadına... verilir.» [36]
İslâm, Beytülmaîde -ki günümüzde umumî ha­zineye tekabül eder - biriken zekâtların, özel kazançlar ile mükâtebe vergisi vermekten âciz olan kölelere verileceğini takrir eder.
Şu veya bu vesileyle köleyi hürriyete kavuştur­mak yolunda islâm, geniş ve fiilî adımlar atmış, bu­nunla tarihî gelişmeyi en az yedi asır geçmiştir. Bu gelişmenin üzerine, âlemin ancak yeni tarih başlangı­cında elde edebildiği Devlet teminâtı gibi - bir ta­kım unsurları ilâve etmiştir. Bundan başka İslâm ni­zamında daha bir takım unsurlar vardır ki, insanlık hiçbir vakit ona mâlik olamamıştır. Bu unsurlar is­terse köleye yapılan güzel muamelede veya iktisadî gelişmelerden mütevellit bir baskı olmaksızın gönül­lü olarak köle azadında yahut da ileride geleceği veç­hile, köleyi hürriyetine kavuşturmak için garbın raecbur olduğu siyasete düşmeksizin    elde ettiği başarı­larda olsun, tebcile değer.
Bu izahlarımızla anlaşılmıştır ki, komünistlerin bilgiçlik taslayarak, İslâmın, iktisadî gelişme halka­larından bir halka olduğunu ve tabiî devrini tamam­ladığını iddia eden yaldızlı ve «ilmi» (!) propaganda­ları da boşa çıkar. Bundan başka «içinde îslâmm da bulunduğu her nizam, zuhur ettiği zamanki mevcut iktisadî gelişmenin bir in'ikasıdır. O nizamın bütün inançları ve fikirleri bu iktisadi gelişmelere uygun olarak cereyan eder. Böylece o zamanın ihtiyaçlarına cevap verir, fakat o inanç ve fikirler o nizamı geçe­mezler.» iddiası tıpkı hata yapmadığını, alttan ve üst­ten kendine bâtılın yaklaşmadığım iddia eden Kari Marks'm aklı gibi bir şey!..
İşte İslâm, o zaman Arap yarımadasında ve bü­tün dünyada ayakta duran iktisadî nizamların hiçbi­rinin telkiniyle hareket etmemiştir. Zira, İslâm, ne kö­lenin durumu hakkında, ne servetin tevzinde, ne de hâkim ile mahkûmun veya işverenle işçinin arasında o zamanın mer'i nizamlarının hiç birini almamıştır, îslâm, içtimaî ve iktisadî nizamını, daha evvel benze­ri geçmemiş bir tarzda karşılıksız olarak yeniden in­şa etmiştir,
Burada akıî ve vicdanlardan hayreti mucib şöyle bir sual geçebilir:
Mademki, İslâm köleyi hürriyetine kavuşturma yolunda gereken adımların hepsini atmış, mecbur olmaksızın, baskı ve te'sir altında kalmadan bu insanî konularda gönül rızasiyle ça­lışarak bütün âlemi geçmiştir, o halde neden, geri kalan ve me-selenin sonunu getirecek olan kestirme adımı atıp da tam bir sarahatle köleliği ilga edecek kanunu ilân etmemiştir? Eğer böyle yapsaydı şüphesiz beşeriyete sonsuz bir hizmet yapmış olacak ve o zaman İslâm şek ve şüphesi bulunmayan mükem­mel b:r nizam olacaktı? Mahlükatmın birçoğuna üstün saydı­ğı ve mükerrem olduğunu söylediği insan hakkında Allah'a ya­raşan da bu değil mi idi?
Bu soruya cevap vermek için, kölelik mevzuunu ihata eden, köleliğin ilgası ile ilgili ilânı geciktiren si­yasî psikolojik ve sosyal bir takım hakîkatlan idrak etmemiz icabeder. Her ne kadar beklenen köleliği il­ga hareketi, gerçekte, İslâmın gerçekleşmesini istedi­ği zamandan gecikmiş ise de, eğer müslümanlar hak yolunda yürümüş olsaydı, şehevî arzular ve sapıklık­lar İslâmın yolunu kesmeseydi, tahakkuku beklenen hususlar cidden bu kadar çok gecikmeden karşımıza çıkacaktı.
İlk olarak şunu zikretmemiz lâzım gelir ki, İslâmf dünyanın her tarafında köle nizamının makbul oldu­ğu, hiçbir kimsenin onu inkâr ve değiştirme hususu­nu düşünmediği aynı zamanda köleliğin, insanlar ara­sında içtimaî ve iktisadî geçer bir değer olduğu bir sırada zuhur etti. Onun için, bu nizamı değiştirmek ve tamamen ortadan kaldırmak, şiddetli bir deneme, alıştırma ve uzun bir zaman muhtaç bir işti. Malûm olduğu veçhile şarabın yasaklanması bile uzun sene­lere ihtiyaç gösterdi. Her ne kadar sosyal görünüşü var sa da, her şeyden önce şarap içme şahsi bir alış­kanlıktır. Cahiliyyet devrinde dahi bazı araplar iç­mekten kaçınırlar ve bunda yüksek şahsiyet sahiple­rine yakışmayan bir takım kötülüklerin olduğunu gö­rürlerdi. Kölelik ise, şahsî sosyal ve iktisadî amilleri içine aldığı için fertlerin gönüllerinde ve toplumun yapısında daha derin bir yer tutmakta idi. Yukarıda da söylediğimiz gibi o devirde hiç bir kimse köleliği çirkin bir şey saymıyordu. Hiç bir kimsenin aklından böyle bir tasavvur geçmemişti. Binaenaleyh köleliğin kaldırılması, Peygamberin hayatını içine alan zaman­dan daha fazla bir zamana muhtaç idi. Çünkü o, tan­zim ve teşri' ile vahyin indiği kısa bir fetretten ibaret idi. Allah yarattığı mahlûkatmı daha iyi bilir. Şara­bın iptali için ânında tenfiz edilecek bir kanun çıkar­mak kâfi olsaydı, o vakit Allah şarabı birkaç senede kademeli olarak haram etmezdi. Anında bir tek emir­le haram ederdi. Yine köleliğin ilgası için onu lâğve­den bir emrin çıkarılması kâfi olsaydı, o zaman Al­lah'ın ilmi mucibince bu emrin te'hirine bir sebeb kal­mazdı!..
Bizim, «İslâm, bütün beşeriyet ve bütün nesiller için inmiştir. O beka ve devam için elverişli unsurla­ra sahiptir.» sözümüzün mânâsı, bütün nesilleri ilgi­lendiren her şeye mufassal kanunlar vazetmiş, de­mek değildir. İslâm onu ancak nesilden nesile değiş­meyen meselelerde yapar. Çünkü, îslâmm nazarı iti­bara aldığı o değişmeyen meseleler, beşerin oluşu ve yaratılışmdaki fıtrî karakterler ile alâkalıdır. Devam­lı olarak değişen hususlara gelince, orada îslâmın ölçülerinde, beşeriyetin gelişmesi için lâzım olan umu­mî esasları vazetmesi yeterlidir. İşte İslâm kölelik me­selesinde böyle yapmıştır. Zira, azat ve mükâtebe ol­mak üzere köleyi hürriyete kavuşturmanın kâmil esaslarını vazetmiştir. Son olarak tamamen ortadan kaldırılması için münasib vakit gelinceye kadar, bu eski müşküllerden kurtulmak için, insanlığın takip etmesi gereken yola işaret etmiştir.
İslâm, beşerin tabiatlerinı tağyir (değiştirmek) için gelmedi. Ancak İslâm, insanı, beşeri tabiat ve fıt­rî çerçevesi içinde terbiye etmek ,onu yükselme yolun­da gücünün yettiği seviyenin en üstüne kahır ve zilletten uzak olarak- yükseltmek için inmiştir. İs­lâm bazı fertlerin terbiyesinde eşsizlik derecesine yük­selmiştir. Bu hususta tarih boyunca keyfiyet ve kemmiyet bakımından hiç bir nizamın ulaşamadığı mertebeye ulaşmıştır. Lâkin o, bu söylediklerimize rağmen, genel olarak insan topluluklarını bu nâdir seviyeye aktarmakla mükellef değildir. Allah bunu irade etmiş olsaydı, başlangıçta insanları melek yara­tır ve onlara meleklerin mes'uliy etlerini yüklerdi.
«Melekler, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylerde isyan etmezler ve emrolımdukları şeyleri yaparlar.» [37]
Fakat Allah insanları beşer olarak yaratmıştır. Onların güçlerini ve olgunlaşmaları için lâzım olan müddeti bilir.
Bununla beraber, îslâmı kabul etmemiş memle­ketler, yüzlerini köleye çevirmeden yedi asır önce, dünyada hürleştirme hareketine başlayan nizamın ancak İslâmiyet olması, ona şeref ve üstünlük olarak yeter. Hakikatte İslâm, Arap Yarımadasında mevcut eski. kölelik menbalarmın hepsini kurutmuştur.
Eğer her yerde köleliği kaynatıp taşırmakta de­vam eden yeni bir menba' (harp) olmasaydı İslâm is­tikbale matuf olarak köleliği ilga etmeğe hakikaten kaadir ve lâyıktı. O gün için köleliği tamamen ortadan kaldırmağa Islâmm gücü yetmedi. Çünkü köle­lik yalnız İsîâmı ilgilendiren bir mesele değildi. Çün­kü kölelik, îslâmın sultasının dışında bulunan düş-manlarile ilgili idi ki, o da harp köleliğidir. Bir miktar tafsilatıyla biraz sonra ondan bahsedeceğiz.
ikinci olarak,, hürriyetin, verilmeyip alman bir şey olduğunu hatırlamamız lâzımdır. Resmî emir çı­karmak suretile köleyi hürîeştirmek, onu gerçek mâ­nâda hürleştirmek için yapılan bir iş sayılmaz. Ame­rika Reisicumhurlarından Abraham Linkolen'in (1809-1865) bir kalemde köleyi hürleştirme ameliyesinde ki 'Amerika tecrübesi, söylediklerimize en doğru şahit­tir-. Linkolen'in kanunla dıştan hürleştirdiği köleler hürriyete tahammül edemediler. Bunlar daha önce ol­duğu gibi, köle olarak kabul-edilmelerini isteyerek es­ki efendilerine döndüler. Çünkü onlar henüz içten hür-leşmiş değillerdi. Bu hâdisenin garabetine rağmen ona psikolojik hakikatlerin ışığı altında bakıldığı za­man mesele garip değildir. Hayat bir âdettir. Hayat, insanın içinde yaşadığı şartlardır. Zira, köleye ait duy­guları niteleyen, hissi ve ruhî cihazlarını dokuyan [38]oluş, hür kimseye ait oluştan başkadır. Eskilerin zan­nettiği gibi, kölenin başka bir cins olmasından değil, lâkin onun devamlı kölelik gölgesinde gelişen hayatî ve ruhî cihazlarını bu şartlarla nitelemiş olmasından dolayı bu böyledir. Binaenaleyh, kölenin itaat cihaz­ları son haddine kadar gelişir, mes'uiiyet ve ağırlıklan yüklenme cihazları da son haddine kadar gizle­nir.
Köle, efendisi emrettiği zaman bir çok işleri gü­rel yapmayı becerir. Bu durumda köle için itaat et­mek ve emri yerine getirmekten başka bir şey yoktur. T Akın o, sorumluluğu kendine ait olan hiç bir şeyi gü­zel yapamaz, en basit bir şey olsa bile. Bu onun cismi­nin onu yapmaktan âciz olduğu için değil, onun fikri­nin, o işi bütün hallerde anlamaktan âciz olduğundan da değil, lâkin onun kişiliiğnin ve mânevi yapısının kendi mes'uliyetlerini yüklenmeğe tahammülü olma­dığı içindir. Böylece yapacağı işlerde bir takım mev­hum tehlikeler ve hal çaresi olmayan müşküller gö­rür gibi -olur. Böylece o, mevhum tehlikeden kendini kurtarmak için hürriyetten kaçar.
Son zamanlarda-Mısırın ve Doğunun    hayatına dikkatlice bakanlar, habis müstemlekeciliğin, garbın hizmetçisi yapmak için şarklıların gönüllerine yerleş-:' tirmiş oldukları bu gizli köleliğin te'sirini anlayacak­ları umulur. Yine bu meseleye dikkatle bakanlar, baş­ka bir şeyin te'sirile değil, sadece neticelerile yüz yüze gelme korkusunun muattal bıraktığı tasarı ve plân­larda o gizli kölelik ruhunu görürler. Yine bu kölelik ruhu, plânın sorumluluğunu üzerine alması ve iş a baş­lama emrini vermesi için bir İngiliz veya Amerikan.... v.s. bilirkişi ve mütehassısı getirilinceye kadar, araş­tırmaları yapılmış olduğu halde tatbikine başlanmayan tasarıların gerçekleştirilmesi işinde de görülür.
Yine o kölelik ruhunu   baskılarını, memurların üstüne çadır kuran taşlaşmış monoton bir gidişle on­ların iş üretimini takyid eden o korkunç donukluklar­da görmek mümkündür. Zira vazifelilerden hiç birisi üs makamdaki büyük vazifelinin emrettiklerinden başka bir şey yapmağa muktedir olamaz. Dolayısile o vazifeli de kendisinden daha üst mevkidekinin emri­ne itaat eder. Hadd-i zatında onların bu durumları iş yapmaktan âciz oldukları için değil, onların sorumlu­luğu yüklenme kabiliyetleri muattal olduğundan do­layı böyledir. Buna mukabil onların itaat cihazları ge­lişmiştir. Her ne kadar resmen hür iseler de gerçekte köleye benzer bir durum içindedirler.
İşte köleyi, köleleştiren ancak bu ruhî keyfiyettir. Bu aslında tabiatile dış şartlardan doğmakadır. Lâkin bu, tıpkı ağacın yere uzanan dalı gibi, dış şartlardan kurtulur ve kendi kendine ayakta duran bir şey olur. Sonra kendine has kökler salar ve aslından müstakil bir hale gelir. Devletin köleliği ilga eden bir ilânı bu ruhi oluşu yerinden oynatamaz. Belki, şuurları başka bir tarz üzere, niteleyen kölenin ruhuna yerleşmiş olan cihazları geliştiren ve zayıflatılmış bozuk bünyesinden mütekâmil bir şahsiyet yapacak olan yeni şartlar vaz­etmek suretile köleyi içten değiştirmek lâzımdır.
İşte Islâmm yaptığı şey budur. İslâm ilk önce kö­leye güzel muamele yapmakla işe başlamıştır. Zira in­hiraf etmiş ruhun muvazenesini iade edecek, itibarını kendine yeniden kazandıracak, böyle insani tabiatını ve zatî değerini kendine hissettirecek güzel muamele gibi hiçbir şey yoktur. İşte ancak o zaman köle hür­riyetin tadını tadar ve ondan zevk alır. Bu suretle hür bırakılmış Amerikan kölelerinin yaptığı gibi hürriyet­ten kaçmaz.
İslâm, köleye iyi muamelede ve insanî itibarını ka­zandırmada, akıllara hayret verecek bir dereceye ulaş­mıştır. Bundan önce Kur'ân âyetlerinden ve peygamberin hadîslerinden bir kısım örnekler vermiştik. Bu­rada da gerçek tatbikatı hususunda başka örnekler serdedeceğiz.
Peygamber, kölelerden bazısı ile efendi araplardan bazısını birbirine kardeş yapardı. Böylece Bilâl ibni Keban'ı Halit ibni Rüveyha El Has'amiye, kölesi Zeydi amcası Hamza'ya, Hârice bin Zeydi Ebû Bekir'e kar­deş yapmıştı. Bu kardeşlik kan bağına benzeyen ve mi­rasta iştirak derecesine yaklaşan hakikî bir bağ idi.
İslâm, bu yüksek insanî seviye ile de iktifa et­medi...
Hesûlüllah, teyzesinin kızı Zeynep binti Cahşı kö­lesi Zeyd'le evlendirdi. Bilindiği gibi evlenme işi hassatan kadın nazarında hassas bir meseledir. Kadın da­ha çok mevki bakımından kendinden daha üstün olan birisile evlenmeği tercih eder. Buna mukabil hasep, nesep ve servette kocasının kendinden daha aşağı bir mevkide olmasını reddeder ve bunun kendi seviyesini düşürdüğü ve büyüklüğüne halel getirdiği kanısın­dadır. Lâkin Resûlüllah bunların hepsinden daha üs­tün bir mânayı hedef tutuyordu. O hedef, zalim insan­ların köleyi itmiş olduğu çukurdan alıp kureyşli efen­di araplarm çoğunun seviyesine yükseltmekti.
Fakat bununla da iktifa etmedi... Resûlüllah kö­lesi Zeyd'i, muhacir ve ensardan İslâm büyüklerinin içinde bulunduğu bi rorduya kumandan tâyin ederek harbe gönderdi. Zeyd şehit olunca, aralarında pey­gamberin iki veziri ve kendinden sonra iki halifesi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in bulunduğu ordunun ku­mandanlığına Zeyd'in oğlu Üsameyi tâyin etti. Resû­lüllah bu davranışı ile köleye yalnız insani eşitliği vermiş olmayıp, hürlere verilen kumandanlık ve reislik yapma hakkını da vermiş oldu. Ve bu hususta şöyle diyecek kadar yükseldi:
«Başı kuru üzüm tanesi gibi simsiyah habeşli bir köle size amir tâyin edilse bile, Allah Teâlânın kita­bını sizin aranızda tatbik ettiği müddetçe onu dinle­yin ve itaat edin.» [39]
İşte İslâm bu düstûru ile kölelere, devletin bütün makamlarının en yükseğinde vazife görme hakkım ta­nıdı. En yüksek mertebe de müslümanlara halifelik yapmaktır, Hz. Ömer CR.A.) hilâfeti bırakırken şöyle demişti: «Eğer Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâîim sağ ol­saydı onu namzet gösterirdim.» Bu şekilde Hz. Ömer Resûlüllahm çizmiş olduğu yolun üzerinde yürüyor­du. Hz. Ömer, kölelere gösterilen saygının parlak mi­sallerinden bir başkasını daha sunar: Bir gün Bilâl-i Habeşî CR.A.) Ömer'e muaraza eder ve bunda hiddet­lenir. Ömer: «Ey Allahım, benim için Bilâl'ın ve ar­kadaşlarının hakkından gel.» demekten başka bir yol bulamaz. İşte bu hâl, emrettiği takdirde itaat edilmesi zaruri ölen halifenin durumudur.
İslâmm vermiş olduğu bu örneklerden maksut olan, bu kısmın başında dediğimiz gibi, şahsî yapısını hissetmesi ve hürriyeti istemesi için köleyi kendi kişi­liğinde hürleştirmek için hakiki teminat ancak budur.
îsîâmm her vesile ile köle azat etmeyi tavsiye ve teşvik ettiği doğrudur. Haddi zatında, hürriyeti elde etmenin ve efendilerin saf asını sürdükleri hakların her birile safalanmanm kendi imkânı dahilinde olduğunu kölenin anlaması gerekir. İşte bu, köleye ait ruhî terbiyeden bir cüzdür. Böylece onların da hürriyete rağbetleri artar ve hürriyet uğrunda ağır mes'uliyetler yüklenmeyi kabullenirler. Kölenin ruhî yapısı bu sevi­yeye gelince, İslâm hürriyet onlara vermek için koşar. Çünkü onlar artık hürriyeti almaya hak kazanmış ve onu korumağa kaadir olmuşlardır.
İnsanları hürriyet istemeye teşvik eden, onun şart-. Iarmı hazırlayan, sonra bizzat kendileri istediği anda onlara hürriyeti veren nizam ile, işleri yüz üstü bıra­kan ve imkânsız kılan, iktisadî ve içtimaî ihtilâller ko­paran, işi yüzler ve binlerce canın telef olmasına ka­dar vardıran, böylece her şeyi donduran, bundan son­ra da hürriyeti isteyenlere, ancak istemeyerek ve mecbur kalarak veren nizam arasında pek büyük fark­lar vardır.
İslâmm, içten ve dıştan köleyi hakiki hürriyete ka­vuşturma hususundaki dikkatli davranışı ve gönüllerde teminatı olmayan bir kanunu çıkarmak suretiyle Linkoln'in yaptığı gibi iyi niyetle iktifa etmemesi köle meselesindeki en yüce üstünlüklerindendir. Av­rupa'da olduğu gibi, haklar için duyguları kurutan, düşmanlıklar getiren, böylece hayat yolu boyunca be­şeriyete isabet etmesi mümkün olan bütün hayırları, iyi hareket ve davranışları ifsat eden o ikinci müca­deleye girişmeden cemiyetin bütün sınıfları arasında yerleşmiş sevgi ve saygı esasına dayanarak hakk'a yapışmayı ve mes'uliyetleri yüklenmeyi ferde öğreten, hakları sahiplerine gönül rızası ile teslim etmeyi sağ­lamış olan îslâmm yanma bunu da katabiliriz.
Son olarak kölelerin hürleştirilmesi için ana esası koymağa, sonra onu yavaş yavaş tabii sonuca varması için kendi haline bira) yük âmile dönüyoruz.
Demiştik ki, kurutmak imkânı dahilinde olmayan, bir tek menba hariç islâm eski kölelik menbalarmı ku­ruttu. Kurutulamıyan menba harp köleliğidir. Şimdi bazı tafsilâtı ile meseleyi yeniden ele alıyoruz.
O gün hâkim olan örf veya umumî nizam, harp esirlerini köleleştirmek veya öldürmekten ibaretti .[40]
Bu örf cidden çok eski olup tarihin karanlıklarına gömülmüş idi. O derece ki nerede ise ilk insana varı­yordu. Lâkin bütün devirleri boyunca kölelik insanlı­ğa kötü bir arkadaş olmakta devam etti.
İnsanlar bu hal üzere iken İslâm geldi. Düşman­ları ile arasında harpler vuku buldu. Müslüman esir­ler îsîâm düşmanları tarafından köîeleştiriîiyor, hür­riyetleri gasbediliyor, erkeklerine o gün köleye reva görülen baskı ve zulümle muamele ediliyor, her arzu sahibi tarafından kadınların ırzları çiğneniyor, bir ka­dında baba, çocukları, arkadaşları ve kendini tatmin etmek isteyen her şahıs, hiçbir kaide ve nizama bağlı olmadan iştirak ediyordu. Bakire olsun olmasın kadın­ların insanlığa karşı hiç bir hürmet hissi mevcut de­ğildi. Çocuklara gelince-esir düşmüşlerse onlar köleliğin gayr-ı insanî zilletinde yetişirlerdi. Hal böyle olunca îslâmın eline düşen düşman esirlerini bırakması elinde olmayan bir şeydi. Tabiatiyle, akrabaları, komşuları ve dindaşları düşmanların elinde azap ve işkence çekmekte iken esirleri serbest bırakmak sure­tiyle düşmanı kendi aleyhine kuvvetlendirmek ve ce­saret vermek iyi bir siyaset olamazdı. Burada îslâmın kullanmağa muktedir olduğu en âdil veya biricik ka­nun mukabele bilmislidir. Düşman, elindeki esirleri köleleştirmekte ısrar ettiği müddetçe orada îslâmın kendini kurtarması mümkün olmayan bir zaruret var demektir. Bu durum karşısında îslâmın düşmanı üze­rinde bir sultası olamıyacağı tabiîdir. Bu konuda kö­leleştirme nizamının dışında olmak şartıyla, esirlere yapılacak muamelede insanlık, başka bir prensip üze­rinde ittifak edinceye kadar bu zaruret ayakta dur­makta devam edecektir. Bununla beraber İslâm niza­mı ile onun dışında kalan diğer nizamlar arasında, harp esirlerinin durumu hakkında bir çok derin ayrı­lıkların bulunduğunu nazarı itibara almamız gere­kir.
îslâm âleminin dışındaki harplerde, ancak başka­larına saldırma, etrafı yakıp yıkma ve sonunda da in­sanları köleleştirme gayesinden başka bir hedef gü­dülmüyordu. Böylece harpler, milletlerden birinin di­ğerini altederek hükmetme ve o milletin aleyhine ola­rak kendi arazisini genişletme, yahut o milletin mad­di kaynaklarını istismar ederek kendi fertlerini on­dan mahrum etmek veyahut da bir kiralın veya aske­ri bir kumandanın şahsi gururunu tatmin etmek, ki­bir ve azametini göstermek için tamamen şahsî bir kapris veya bunlara benzeyen düşük, âdi hedefler­den birini elde etmek arzusu üzerine kopardı. Köleleş-tirilen esirler, akidede mevcut bir ihtilâftan yahut ah­lakî, ruhî veya fikri bakımdan kendilerini esir alanlardan daha aşağı seviyede oldukları için değil, sadece harpte mağlûp oldukları için köleleştirilirlerdi.
Bunun gibi bu harplerde ırzlara tecavüzden, şehir­leri yağma ve tahrip etmekten, kadınları, çocukları ve yaşlıları öldürmekten men'eden herhangi bir prensip veya duygu mevcut değildi. İşte bu durum, harplerin bir akîde veya bir nizam veya yüksek bir hedef için yapılmamış olduğunu iddia eden düşünce ile mantı­ken bağdaşır.
İslâm ise, onların hepsini iptal etti ve bütün harp­leri yasakladı. Ancak Allah yolunda cihad için yapı­lanlara müsaade etti ki, bu da müslümanlara yapıla­cak tecavüzü defetmek, baskı ve zulümle insanları dinlerinden saptırmayı hedef tutan zalim kuvvetleri yıkmak, veya hakk'ı görmeleri ve dinlemeleri için İs-lâmm yapacağı davet yolunda ona karşı duran ve îs-lâmın tebliğine mâni olmak isteyen sapık kuvvetleri ortadan kaldırmak için yapılacak olan cihattır. «Size îharb açanlarla, Allah yolunda, siz de döğüşün (mü­dafaa harbi yapın. Ancak) aşırı gitmeyin. Şübhesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez..[41]Fitnenin vücût bul­maması ve dinin Allaha ait olması için onlarla harbediniz. [42]
Bu, hiç kimseyi zorlamayan sulhcu bir davettir. «Dinde zorlama yoktur. Doğru ile eğri, birbirinden ayırt edilebilecek şekilde belli olmuştur.» [43]İslâm
âleminde şu ana kadar Yahudilerin ve Hıristiyanların kendi dinleri üzere kalmış olmaları, cidal ve mugalâtayı kabul etmeyen ve İslâmın kılıç kuvvetiyle başka­sına kendini kabule zorlamadığını kat'ı olarak isbat eden kesin bir delildir.[44]
İnsanlar İslâmı hakkile kabul ettikleri, hak dinin hidayet yoluna gönül rızasiyle girdikleri vakit, harp, husumet, bir milletin başka bir millete boyun eğmesi, yeryüzünde iki müslüman arasında herhangi bir ayır­ma, bunların hiç birisi mevcut olmayacaktır. Hiç bir arabın arap olmayan üzerine üstünlüğü yoktur. İslâm-da üstünlük ancak takva iledir.
Her kim îslâmı kabul etmez fakat, îslâm nizamı­nın gölgesinde kendi akidesini korumak isterse İs­lâm kendisinin ondan daha iyi ve doğru olduğunu bilmesine rağmen- himaye karşılığı olarak alınan cizye vergisini vermek şartile, herhangi bir zorlama ve baskı olmaksızın kendi inancı ile başbaşa kalması hakkıdır. Kaldı ki, müslümanlar, onları himayeden âciz duruma düştükleri takdirde cizye sukut eder ve geri verilir [45]Eğer onlar hem müslüman olmağı ve hem de cizye vermeyi birden reddederlerse, o zaman onların inatçı oldukları meydana çıkar. Onlar, dave­tin sulh yolunda yürümesini istemiyor]ardır. Bu de­mektir ki, onlar ilâhî nurun yolunu kesiyorlar, kendi hallerine bırakılmış olsalar Allanın dinine girecek olan insanların imanına mani oluyorlar. İşte ancak böyle bir durum karşısında harp vukubulur. Lâkin buna rağmen, yeryüzünde sulhu yayıp yaşatmak ve kan dökülmesine mani olmak maksadile, karşı tara­fa son bir fırsat daha vermiş olmak için, daveti yeni­den ilân ve inzar yapılmadan harp koparılmaz. «Eğer onlar sulha meylederlerse sen -de meylet. Ve Allah'a mütevekkil ol.[46]
O ancak İslâmî bir harptir. Bu harp, bir memleke­ti almak ve şehvetleri istismar etmek arzusu ile yapıl­maz. İslâmî harpte bir kumandanın veya müstebit bir melikin gururunun müdahalesi yoktur. Bu, insanları doğruya götürmek hususundaki sulhçu vesilelerin hep­sinin âciz kaldığı zaman, Allah yolunda ve beşeriyetin hidayeti uğrunda yapılan bir harptir.
Bununla beraber savaşın bir takım prensipleri vardır. Resülüllah vasiyetinde der ki: Allah yolunda Allanın adına savaşınız, Allah'a küfredeni öldürünüz. Harbediniz, fakat zulmetmeyiniz. Tenkil şeklinde kim­seye eziyeti reva görmeyiniz, çocukları Öldürmeyiniz [47]Müslümanlara karşı silâhla harbe girişen ve onlara silâhiyle karşı duran muharipten başkasını öldür mek, yakmak, yıkmak, ırzlara tecavüz etmek,   kötü­lük ve fesat arzusu ile ateş açmak    İslâm'da yoktur, çünkü «Muhakkak Allah müfsitleri sevmez.[48]
Müslümanlar, bu insanî prensiplere bütün harp­lerde riayet etmişlerdir. Hattâ zalim haçlı savaşların­da ırzlara tecavüz eden Mescid-i Aksa'ya hücum edip oraya sığınanların üzerine çullanan, orada sel gibi o masum insanların kanlarını akıtan kötü bir geçmişe sahip düşmanlarına galip geldikleri sırada bile bunu yapmadılar. İslâm, mukabilini yapmağa müsaade et­tiği halde, muzaffer oldukları zaman kendileri için in­tikam almadılar. -Size kim tecavüz ederse, size yaptı­ğı tecavüz kadar siz de tecavüz ediniz[49]Lâkin, on­lar bugüne kadar yeryüzünde müslümanlardan baş­kasının yapmakta acze düştüğü en yüksek örneği de verdiler.
îşte bu, müsîümanlarla gayri müslimler arasında­ki harbin hedef ve prensiplerinde mevcut olan esaslı ayrılıktır. İslâm eğer isteseydi - bu hususta Hak onu destekler esirlerden silâhlı kuvvetler karşısında da­hi hidayete girmemekte inat eden ve düşük putperest-likleriyle hiçbir esasa dayanmıyan şirklerinde ısrar edenleri, insanlığı noksan milletler sayar ve sadece bu sebeple onları köleleştirebilirdi. Çünkü -nur gözük­tükten sonra- bu hurafe üzerinde hiçbir beşer ıs­rar etmez. Aksi halde onun ruhunda bir düşüklük ve­ya aklında bir sapıklık var demektir. Böyle olan kim­se ise, beşeri yapıdan noksan olup insanlara âid olan şerefe, insanoğuHarından hür olanlara ait hürriyete lâyık değildir.
Bununla beraber İslâm ona tenezzül etmemiş, sa­dece insan olmaktaki noksanlıklarından ötürü esirleri köleleştirmemiştir. Ancak mukabele bilmisil yapmağı düşünmüş ve onu kâfi. görmüştür. Esirleri köleleştir­meği, birbiriyle harbeden devletlerin köleleştirme esa­sı dışında başka bir prensibe bağlamıştır. Bunu da, sadece müslüman esirlerin karşılıksız olarak kölelik zilletine düşmemeleri için bir teminat olsun diye yap­mıştır.
Burada işarete değer şeylerden biri de harp esir­lerinin durumlarına temas eden şu tek âyettir : «Harp evzarını koyunca esirleri ya mübadele veya karşılık­sız salıverme.[50]
Bu tek âyette beşeriyyete devamlı kanun olmama­sı için, esirlerin köleleştirilmesi zikredilmemiştir. Âyet ancak mübadeleyi veya karşılıksız serbest bırakmayı zikretmiştir. Çünkü, bu iki hal çaresi yakın veya uzak gelecekte Kur'an'ın esirlere yapacağı muamelede beşe­riyetin daimî olarak üzerinde kalmasını istediği iki ka­nundur. Ancak Müslümanlar, köleleştirme prensibini, kurtuluşu olmayan kahredici bir zarurete boyun eğ­mek sebebiyle almışlardır. O halde bu, hiçbir vakit îslâm Şeriatında bir nass bulunduğu için alınmış değil­dir.
Bununla beraber esirleri köleleştirmek İsla mm daimî prensibi değildir. Emin olduğu yer ve zaman­larda onları köleleştirmemiştir. Resüiüllah Bedir Savaşında mübadelesiz olarak müşriklerin esirlerini ser­best bırakmıştır. Necran HırisUyanlarından cizye al­mak suretiyle esirlerini kendilerine iade etmiştir. Bun­ların hepsini Resûlüllah insanlığın ancak çirkin vera-: setinden kurtulduğu, şehvetlerini zaptu rapt altına almağa muktedir olduğu, harpte dahi insanlık seviye­sine yükseldiği zaman beşerin geleceğinde varmasını istediği seviyeye âid örnekler vermek için yapmıştır, îşte ancak o zaman İslâm, insanlığa açılan ilk kucak ve davetine ilk icabet olunan nizam olur.
İslâmın eline düşen esirlere, şimdiye kadar anlat­tığımız «iyi muamele» ile muamele edilmiştir. Ayrıca îslâmm elinde azab ve meskenete maruz kalmamışlar­dır. Her ne kadar onların pek çoğu gerçekte esir düş­meden evvel hür değil idilerse de, kendileri gayret eder ve sorumluluklarını yüklenirlerse, hürriyet kapı­sı onların önüne açılır. Zira onların çoğu İran ve Bizanslüarın köleleştirdiği ve müslümanlarla yapılan harplere sevkettiği kölelerdendi.
Kadınlara gelince, îslâm onları -köleliğinde da­hi îslâm memleketlerinden başka yerlerde karşıla-s-tıklan durumdan daha üstün ve daha şerefli kılmıştır Böylece onların ırzları «genel ev» usulü yağma edil­mesi mubah olan bir meta sayılmamıştır. (Çoğu zaman harp esiri kadınların akıbeti bu idi.) İslâm, esir düş­müş kadınları efendilerinin mülkü saymıştır. Efendi­sinden başka hiç bir kimse onun yanına giremez. Efen­disinden bir çocuk doğuranın çocuğu ile beraber hür! olmasını ve «mükâtebe» ile hürriyete kavuşmasını on­ların haklarından saydı. îslâmm tavsiye ettiği hüsnü muameleyi de görüyorlardı.
Bu söylediklerimiz İslâm'da köleliğin hikâyesidir. Bu, beşeriyet tarihinde parlak bir sahifedir. Çeşitli veşilelerle onu hürleştirmeğe gayret sarfetmesi, bir da­ha yenilenmemesi için kölelik menbaîarmı kurutması sebebile İslâm esas bakmamdan köleliğe muvafakat et­memiştir. Ancak bu işte lslâmm kurtulmağa muktedir olmadığı bir zaruret vardı. Çünkü, bu kölelik müesse­sesi yalnız îslâmı ilgilendirmiyordu. Hadd-i zatında o, müslüman esirleri köleleştirerek azabın en kötüsünü onlara tatbik eden ve üzerlerinde îslâmın sultası bu­lunmayan bazı kavimleri ve devletleri ilgilendiriyor­du. İşte onlara misli ile muamele yapmak mutlaka lâ­zımdı. (Köleye'yapılacak muamelede olmasa bile, kö­leleştirme prensibinde öyle icabederdi.) Köleliğin ha­kiki sebebi olmasına rağmen îslâmın değiştirmeğe kaa-dir olamadığı bu tek menbaı kurutmağa bütün âlem it­tifak edinceye kadar İslâm köleliği ilga etmemeğe mec­bur idi. Bu ittifakın vücut bulduğu andan itibaren İs­lâm, tam bir sarahatle takrir ettiği en büyük kaidesi­ne döner. Bu da herkes için hürriyet ve eşitlik esası­dır.
Fakat harp esirlerinin dışında, İslâmî devirlerin bazısında, bazı müslümanların köle ticareti yapmış ol­malarında îslâmın buna cevaz verdiği anlaşılmamalı­dır. Çünkü, bu gibi davranışları, İslama nisbet etmek, İslâm dışı rezaletleri ve günahları irtikâb etmeleri ile birlikte bugün müslümanları idare edenlerin davra­nışlarını İslama nisbet etmekten daha doğru ve daha adaletli bir şey değildir.
Bu konuda aklımızı birkaç meseleye yöneltmemiz lâzım gelmektedir.
Birincisi, bir milleti başka bir millet için; bir cin­si başka bir cins için köleleştirmek; fakirlik dolayısı le köleleşme, muayyen bir sınıfta doğum yolu ile bil verase gelen kölelik, arazide çalıştırmak maksadiyle köleleştirme v.s. den ibaret olan ve tahakküm arzusun­dan başka mücbir bir sebebe dayanmayan îslâmın dı­şındaki kölelik menbalarmın müteaddit olmasıdır. İl­ga etme yetkisi olmayan bir tek menba hariç îslâmm bütün menbaları ilgası ancak zaruretlere bağlanmış­tır. Bu zaruretler de yavaş yavaş, son bulmuştur.
İkincisi, zaruret olmaksızın kölelik kaynaklarının müteaddit olması ile beraber Avrupa köleliği ilga et­tiği zaman gönül rızası ile ilga etmemiştir. Kölenin ve­rimi zayıfladığı zaman köleliğin ilga edildiğini Avru­palı yazarlar, bizzat kendileri itiraf ederler. Çünkü, kölenin iaşe, ibate ve korunma masrafları istihsalin­den fazla olmaya başlamıştır. O halde Avrupa'da kö­leliğin ilgası, kazanç ve kâr düşüncesile olup iktisadi bir hesaptan başka bir şey değildir. Bu ilga hareketin­de insan nevine âid olan hürriyet ve fazileti hissetti­ren insani duygulardan gelen hiçbiç mânânın eseri yoktur.
Bu arada kölelerin kopardığı isyanlar ve ayaklan­malar sebebile artık köleleştirme hareketinin devamı­nın gayrı mümkün olması da köleliği ilgaya tesir eden faktörlere eklenir!
Bütün, bunlara rağmen, Avrupa o zaman yine kö­leye hürriyetini vermemiştir. Lâkin köleyi bir efendi­ye köle olmaktan kurtarmış, fakat onu arazî köleliği­ne tahvil etmiştir. Böylece köleyi, arazi ile alınır sar tür, sadece o yerde çalışır, oradan başka bir yere git­mesine izin verilmez, eğer kendi çıkar giderse kaçak sayıldığı için kanun kuvvetile zincirlere vurularak ve ateşlerle dağlanarak yerine iade edilir bir meta hali­ne getirdi. Köleliğin bu nevi, onsekizinci asırda vuku-bulan Fransız İhtilaliyle yasaklanmcaya kadar devam edegelen nevidir. Yani Islâmm hürleştirme prensibini takririnden bin yüz küsur sene sonra...
Üçüncüsü, sloganların ve unvanların bizi aldat-mamasının lâzım geldiği gerçeğidir. Fransız İhtilâli, köleliği Avrupada ilga etti. Sonra bütün dünya köle­liğin ilgasında ittifak etti... Bunların hepsi görünür­de cereyan eden şeylerdir. Eğer böyle değilse, yâni kö­lelik gerçekten ilga edilmişse, nerededir o edilen kölelik?.. O halde dünyanın muhtelif yerlerinde bugün vukua gelenlerin adı nedir? Müslüman Cezayir'de Fransa'nın yaptıklarının adı nedir? Amerika'nın zen­cilere, İngiltere'nin Güney Afrikadaki siyahlara yap­tıklarının adı nedir? Hakikatte kölelik, bir milletin başka bir millete tâbi olması veya insanlardan bir kıs­mının, diğerlerine mubah olan haklardan mahrum edilmesi değil midir?. Yoksa o ba§ka bir şey midir? Bunun kölelik unvanı altında veya hürriyet, kardeş­lik, eşitlik unvanı altında olmasının farkı nedir? Par­lak unvanlar ne fayda verir. O parlak unvanların ar­kasındaki gerçekler, eğer beşerin uzun tarihi boyun­ca tanıdığı acı hakikatlerin en çirkini ise!.
îslâm, kendine ve insanlara karşı açık sözlüdür. Zira, onlara şöyle seslendi: «Bu köledir. Bunun tek se­bebi şudur. Ondan kurtulmanın yolu açık­tır, aynı zamanda köleliği ilga yolu da mevcuttur, fa­kat o yolu.açmak, âlemin harp esirlerini köleleştirmemeye ittifak etmesine bağlıdır.»
Fakat bugün kucağında yaşadığımız sahte mede­niyete gelince, onun gönlünde Islâmdaki bu sarahati bulamazsınız. O bütün hünerlerini, hakikatları tezyi­fe, sonra da parlak yafta ve unvanlarla onları tezyine sarfeder. Cezayir, Tunus ve Merakeş'de, başka bir şey için değil, sadece, hürriyet ve insanî şereflerini taleti ettikleri, kendi memleketlerinde müdahalesiz yaşaj mağı, kendi dillerini konuşmayı, kendi dinlerine inan, mayı, kendilerine serbest çalışma hürriyetinin veril meşini siyaset ve iktisatta, âlemle doğrudan doğruya olan muamelelerinde hür münasebet kurma imkân-H larrnm verilmesini istedikleri için yüz binlerce suçsuz insanı öldürmek, onları susuz ve gıdasız bırakarak, pis zindanlarda hapsetmek, ırzlarını çiğneyip kadın-j larına tecavüz etmek, hiç bir sebep yokken çocuklarij ve kadınları öldürmek, karnındaki çocuğunun cinsiyeH tini öğrenmek için kadınların karnını yarmak... İşte! bunların hepsinin adı, yirminci asırda, ilmi gelişmeyi,; medeniyeti, hürriyeti, kardeşlik ve müsavat prensip­lerini yaymaktır!,. Amelî olarak, köleliğin muvakkat bir durum olduğunu, daimi bir ha olmadığını gerçek tatbikatiyle ilân etmesiyle beraber bütün hallerinde beşer cinsine bir ikram ve gönüllü, ihsan hareketi ol­mak üzere onüç asır evvel îslânım köleye kazandır­dığı örnek muameleye gelince, işte bunun onlarca adı, gerilik, gericilik ve bir nevi düşüştür.
Amerikalıların, kulüp, lokanta ve otellerine «Yal-, nız beyazlara» veya «Köpeklerin ve siyahların girme­si yasaktır» ibaresi yazılı levhalar astığı, insanî kar­deşliği bir tarafa din, dil ve vatan kardeşinin yardı­mına koşmayı mühimsemiyerek eli kolu bağlı put gi­bi ayakta duran fakat herhangi bir müdahalede bu­lunmayan polisin gözü önünde «Medeni!.»Ierden bir gurubun renkliler (siyahlar) den birine saldırarak alaşağı edip tekmelerle onu dövdükleri, bunun sebebinin de siyah olan gencin cüret edip, iffet ve namusu olmayan bir kadının müsaade ve arzusu ile yanında yürümüş olması, işte bunların hepsi medeniyyet ve yükseklikte 20. asrın ulaştığı en yüce bir seviyedir (!).
Fakat mecusi bir kölenin Hz. Ömer'i ölümle teh­dit etmesi, ondaki kötü niyeti anlamış olmasına rağ­men, Ömer'in onu hapsetmeyi veya oradan uzaklaş­tırmayı düşünmemesi, yine Ömer'in, gözleriyle Hak Nurunu gördükten sonra sadece batıla olan taassu­bu ile ateşe tapmaktaki ısrarı karşısında onun öldü­rülmesini emretmemesi; işte, bu türlü davranışların­dan dolayı Ömer, onlarca, ne kadar keşmekeş, beşer cinsinin şeref ve haysiyyetine karşı hürmeti ne de çok­tu. Ömer bu hareketleriyle kötüleniyor, çünkü köle be­ni tehdit etti, dedi. Sonra da onu, cürmünü işleyip müslümanalrm halifesini öldürmesi için serbest bı­raktı. Halbuki Ömer'in elinde mecusi köleyi tevkif et­meye yeterli deliller mevcut değildi.
Afrikadaki siyah renklilerin hikâyesi, cesaret gösterip kişîik ve insanlıklarını hissettikleri ve böy­lece kendi hürriyetlerini istedikleri için, insanî hak­larından mahrum edilmeleri ve öldürülmeleri veya yüzsüz İngiliz gazetelerinin tâbirile «avlanmaları», iş­te bunların hepsi en yüksek zirvesine ulaşmış İngiliz adaleti (!) en yüksek seviyesine erişmiş bulunan in­sanlık medeniyeti (!) ve Avrupa'nın bütün dünyaya vasi olmasına ahkâm döktüren yüksek prensipler­dir (!).
îslâma gelince, o kölelik prensibini kabul ve ikrar etmeyip sadece mukabele bilmisil olarak harp esirle­rini köleleştirdiği için cidden keşmekeş bir nizamdır, onlarca. Kezalik o insanları »avlamayı», siyah olduktan için onlan eğlenceli bir tarzda öldürmeği öğrenip tatbik etmediği için cidden geridir. Hattâ İslâm geri­liğin içine dalmakta -Başı üzüm tanesi gibi siyah bir habeşli sizin üzerinize emir tâyin edilse dahi kitabullahi tatbik ettiği müddetçe onu dinleyiniz ve ona itaati ediniz...» demeye kadar vardırmıştır.                          
Kadına (cariye-köle kadın) gelince, onun içini başka bir hesap vardır.[51] İslâm: bizzat faydalan­mak, bazı hallerde dilerse onunla evlenmek üzere harp esiri cariyelerden bir miktarın efendisi yanında bu­lunmasını mübaiı kılmıştır. Avrupa bugün bunu çir­kin addeder ve aklınca, cariyeleri, alınıp satılması mubah olan bir meta, değersiz bir takım cesetler iti­bar eder ve bu kaba hayvaniyetden kendisini uzak tut­mak ister. Yine akıllarınca, cariyelerin hayattaki va­zifeleri, hayvan seviyesinden kurtulamamış bir ada­mın çirkin ve behîmî arzularını tatmin etmektir.
îşte bu gibi iftiralara hedef ve sahne olan îslâmm suçu, serbest fuhşu (genel evler veya randevu evi gi­bi birleşme tarzını) mubah kılmamış olmasıdır. Hal­buki diğer memleketlerdeki harp esirleri, ailelerinin olmadığı gerekçesi ile rezalet bataklığına sürüklenirdi. Zira, onların efendileri cariyelerine karşı ırz ve hamiy -yet hissi duymazlar, dolayısiyle onlan bu gayri insa­ni düşük işlerde çalıştırırlar ve ırz ticareti olan bu pis ticaretten para kazanırlardı. Lâkin İslâm setbest fuh­şu kabul etmedi ve toplumu bu türlü ahlâksızlıklar­dan korumağa ehemmiyet verdi. Böylece, cariyeleri sadece efendilerine hasretti.   Onlan yedirmeği, ahlâkî cürümlerden korumağı ve onların cinsi ihtiyaçla­rını temin etmeği, buna mukabil o da kendi hacetini gidermek üzere efendisine yükledi.
Lâkin Avrupanm vicdanı - sözüm ona - bu hay­vani davranıştan uzak kalamadı. İşte onun için ser­best fuhşu mubah kıldı. Bu hususta kanunun riâyet ve himayesini sağladı. Müstemlekeci olarak ayak bas­tığı her memlekette de onu kasden yaymağa başladı. Sadece unvanı değiştiği zaman kölelikten değişen ne­dir ki? Serbest fuhşun çukuruna itildikten sonra hiç bir istekliyi kim olursa olsun - redde mâlik olma­yan, bu hareket tarzı ile maddî ve manevî rezaletle­rin içine düşmüş bulunan, hiçbir merhamet duygusu ve ruh yüksekliği bulunmayan, sadece cesedin şehe­vî atılganlığına cevap vermiş olan o kadının şeref ve haysiyeti nerede. İslâmdaki efendi ve cariye münase­beti nerede?. Bu maddi ve manevî rezaletler nerede?. İslâm kendine ve insanlara    karşı açıktı.    Dedi ki: bu köledir, bu cariyedir. Onlara yapılacak mua­melenin hudutları şunlardır. Lâkin îslâm asla, kölelik beşeriyetin daimi nizamıdır demedi. Gelecekte beşer haysiyetine uygun bir nizamdır da demedi. Bu, ancak bir harp zaruretidir ki, insanlar, harp esirlerini köleleştirmemeğe ittifak ettiği zaman, sona erer.
Lâkin sahte medeniyet, kendinde bu sarahati bu­lamaz. O kölelikten beter olan serbest fahişeliğe kö­lelik demez. Ancak onun «sosyal zaruret» olduğundan bahseder.
Çünkü «asri» (!) Avrupalı erkek, aile olsun evlât olsun hiç bir kimseye bakmak; yedirip içirmek iste­miyor. O, herhangi bir mes'uliyet yüklenmeden istimtâ ya'ni şehevî isteklerini tatmin etmek istiyor, şehevî yükünü deşarj edecek bir kadın bedeni arıyor. Bu kadın kim olursa olsun, onca mühim değildir. O ka dinin kendisine karşı duygusu ve kendisinin de o ka dına karşı duygusu ne olursa olsun o da mühim de*-' ğildir. İşte onun bütün özelliği, dişisine temas eden bir ceset olmaktır. O, bu teması, belli bir kimse ile değil, yoidan geçen herhangi birisile yapmak isteyen, terbi­yeden mahrum bir yaratıktır.
İşte bu, yeni çağda batıda kadınları köleleştirmeği mubah kılan sosyal zarurettir. Eğer Avrupalı er­kek insanlık seviyesine yükselse ve kendi aleyhine olan bu sultaların hepsini benliğine hasretmese, ser­best fuhuş bir zaruret değildir. Modern Avrupada res­mi fuhşu ilga eden devletler onu, kendi haysiyetlerini zedelediği veya aklî, ruhî ve ahlâkî seviyelerinin o türlü düşük hareketlerden kurtulup yüceldiği için il­ga etmedi, asla!. Lâkin onlar serbest fuhşu, sokaklar­da vesikasız dolaşan kadınlarla diğer cinsî sapıkların vesikalılara muhtaç olmaktan kendilerini kurtardığı için ilga etmişlerdir. Artık bundan sonra devlet her­hangi bir müdahaleye ihtiyaç duymamıştır.
Bu anlatılanlardan sonra garplılar iftihar ederek îslâmdaki cariye nizamını ayıplamağa yeltenirler. Bu­nu başardıklarını da sanırlar. Halbuki o nizam 1300 sene önce gelmişti ve devamı matlup olmayan geçici bir nizam idi. Gerçek nazarla bakılırsa bugün 20. Asırda ayakta duran ve medeniyetin tabiî bir neticesi kabul edilen dolayısiyle hiçbir kimsenin çirkin say­madığı, bu yüzden değiştirmeğe de gayret gösterme­diği ve bunun böylece sürüp gitmesine kimsenin ses çıkarmadığı mevcut nizamlardan cariye nizamı çok daha haysiyetli ve çok daha temizdir.
Birisi çıkıp da «bunlar, hiç bir kimse tarafından zorlanmaksızın kendi hürriyetlerine tam mâlik olduk­ları halde gönüllü olarak bu işi yapıyorlar» diyemez. Zira o devirlerde kölelerden bir çoğu kendilerine veril-, miş olan hürriyeti reddediyor, zorlama olmadığı hal­de gönüllü olarak köleliği istiyorlardı. Lâkin biz onu, îslâmda ve îslâmm dışındaki köleliğe bir sebep say­madık. İtibar ferdi hareketlere değil, iktisadî, içtimaî, fikri, ruhî prensipleriyle insanları, köleliği kabule ve­ya onun içine sevkeden nizamadır. Şüphe yoktur ki, vesikalı fuhşa kendini atan ve onu tasvip eden ancak Avrupa medeniyetidir. İsterse bu resmî fuhuş olsun, isterse sapıkların gönüllü fuhşu olsun müsavidir.
Bu anlattıklarımız 20 asra kadar devam eden ba­tıdaki köleliğin hikâyesidir. Bu erkeklere, kadınla­ra, milletlere ve ırklara ait bir köleliktir. Bu kölelik Isîâmın. dışında kalan, kaynaklarını garbın geri dü­şüncesinin ve insanoğluna lâyık seviyeden uzak olan seviye düşüklüğünün meydana getirdiği ve çeşitleri pek çok olan yeni köleliktir.
Gözümüzü biraz Âvrupanın doğusuna çevirelim. .Cemiyet fertlerinden hiçbirinin istediği işi ve çalışa­cağı yeri seçme hürriyetine mâlik olamıyacak dere­cede kendi milletinin fertlerini köleleştiren komünist devleti ve batıdaki işçilerin kanını emen kapitalistle­ri bir tarafa bıraktığımız takdirde bile onlara muarız olanlar ve her zaman onu yıkmağa çalışanlar olduğu gibi müdafaasını yapanlar da vardır. Medeniyet ve sosyal ilerleme adı altında tamamlanan ve insanları inim inim inleten sarih kölelik şekillerinden serdet tiklerimiz ibret almak için size yeter kanısındayız. Sonra bakınız acaba İslâm vahyinden uzak yaşadığı zamanlarda beşeriyet ilerlemiş midir?. Yoksa parça­lanmakta ve gerilemekte devam mı ediyor? Bugün içinde bulunduğu zulmetten kurtulması ve doğru yo­lu bulması için beşeriyet. İslâm vahyinin ışığına ne kadar muhtaçtır?. [52]
 
 
 
Son zamanlarda işittim ki, bir öğrenci Üniversite­ye, İslâmm ağalık nizamı olduğunu isbatlayan bir tez [53]takdim etmiş ve bu tez üzerinde macester dere­cesine nail olmuştur. Bir anda öğrenciye ve hocalara hayret ettim, öğrenci cahil veya kötü niyetli olabilir. Amma, haşmetli, azametli profesörlere gelince .onla­rın maksat ve gayeleri nedir acaba? Bu ilim dahîleri (!) iktisadî ve içtimaî nizamları ve tarihin vakıaları­nı anlamakta bu seviyeye nasıl düşerler?..
Lâkin o haşmetli üstadlarm kimler olduklarını öğ­rendiğim zaman hayret ve şaşkınlık benden uzaklaştı. Bunlar ,kendilerinden sonra gelecek nesilleri ifsat et­mek için, batılı müstemlekecilerin, kontrolleri altın­da yetiştirdikleri nesilden değiller miydi? Onlar özel bir ihtimamla Dunlop'un ilgilendiği kimseler değiller miydi? Zahirde ilmen gelişmeleri maksadile, hakikat-ta onları, kendi hakiki yapılarından gerçekten uzak­laştırmak, kendi varlıklarını, tarihlerini ve akideleri­ni küçümsetmek, kendi din ve an'aneîerinden uzak­laştırmak gâyesile onları Avrupaya göndermeğe son derece önem vermemiş miydi?
Evet!... Şüphesiz onlardı. O halde hayrete düşme­ğe ve garipsemeğe değer bir şey yok!...
Ey haşmetli üstadlar, nedir o ağalık, sorarım si­ze?. Ve onu meydana getiren unsurlar nelerdir?.
Burada Dr. Raşit El Berravi'nin «Sosyal Nizam» adlı kitabında tabiatile Avrupa kaynaklarından nak­len, ağalık için yazdığı bir özelliği nakledelim:
«Ağalık nizamı istihsal yönünden bir şekilden iba­rettir. Onun. başkalarından ayırıcı vasfı, daimî tabi­liktir. (Serfdom). Ağalık öyle bir nizamdır ki, onun gölgesinde birinci el müstahsil efendisine veya patro­nuna karşı muayyen iktisadî talebleri yerine getirme­ğe mecbur kalır. Bu taleblerin, müstahsilin yaptığı hiz­metler şeklinde yerine getirilmesi veya ağaya nakden yahut aynen verdiği istihkaklar şeklinde olması mü­savidir, diye tarif ederler. Onu açıklamak için böyle deriz: Ağalık (feodalite) toplumu iki sınıfa ayrılırdı.
Birincisi, derebeylik arazilerine sahib olanları, ya­ni büyük arazî sahiblerini içine alır.
İkincisi, çeşitli derecelerdeki ortakçılardan mey­dana gelen halk sınıfıdır. Fellâhlar (ziraat ameleleri) ve köleler ikinci sınıftandır. Her ne kadar öbürlerinin adedi ölçülü ve sür'atli olarak azalmaya devam edi­yorsa da.
Bu fellâhlar veya birinci el müstahsillerin evle­rinde ziraatla ilgili basit sanatlara alışmağı tatbik et­tikleri gibi hayatlarını kazanma ve yaşama vasıtala­rından kendilerine lâzım olanları ve üzerine ümitle bağlandıkları araziden belli bir miktarı elde etmek hakları idi. Lâkin onlar buna mukabil, âletleri ve hayvanlariyie beraber şerifin (ağanın) arazisinde hafta­lık imece çalışması yapmak, ziraat mevsimlerinde ilâ­ve hizmetler görmek, bayramlarda ve özel münase­betlerde hediyeler takdim etmek gibi bir takım vazi­feleri yapmağa mecburdurlar. Bundan başka zahire­lerini ağanın kurmuş olduğu değirmenlerde öğütmeğe ve üzüm mahsullerini onun sıkma yerlerinde sıkmağa da mecburdurlar.»
«Hukukî ve idari işlere derebeyi bakardı. Yani o kendi mmtıkasmdaki içtimaî ve siyasî hayatın tanzim ve idaresinden kendi ölçüleriyle mes'uldü ve istediği gibi idare ederdi?..»
«...Lâkin derebeyi nizamı altındaki bu birinci el müstahsil'ileride tarifini yapacağımız mânâda hür değildi. Zira o, tam bir mülkiyyetle tarlaya sahip ol­mak, satmak, miras bırakmak veya hibe etmek gibi tasarruflara muktedir olamazdı. Kendi menfaatlerine aykırı olduğu halde istemiyerek ağanın özel arazisin­de ırgat işlerini yapmağa mecburdu. Bağlılık alâ­kasını itiraf etmiş olmak için, miktarı gayri mahdut bir vergi vermekle de mükellef idi.»
Arazi bir elden diğer ele intikal ettikçe toprakla beraber o da intikal ederdi. İş yerini bırakmağa veya ba-şka bir efendinin hizmetine girmeğe, hattâ bunu düşünmeğe bile hak ve hürriyeti yoktu. Böylece o, es­ki devirlerdeki köle ile yeni çağdaki hür ortakçı ara­sında mutavassıt bir halkayı temsil eder.
Hal böyle olunca, çiftçiye hibe edeceği arazi­nin sahasını tahdit, emekçinin yapması istenen hiz­metlerin miktarını tâyin eden ancak arazi sahibidir. O, bu kararlarında diğer    maliklerin tasarruflariyle
bağlı değildir ve çiftçilerin arzularına da boyun eğ­mez.»
Sonra der ki: «Burada 13. asırda ziraat amelele­ri tarafından gayri meşru bir hicret hareketi başladı. Bu «çiftçilerin firarı» adiyle maruf harekettir. Arazi sahipleri, kaçan çiftçileri geri getirmeği denediler, bu­nunla ilgili olarak kendi aralarında her arazi sahibi­nin kendi derebeyliğine gelen işçileri yakalamasını derpiş eden ittifaklar akdettiler. Fakat bu firar hare­keti bütün beldelerde umumî bir davranış haline gel­di. Bu yüzden her arazi sahibi ziraat işlerini yürüte­bilmek için işçilere olan ihtiyacı yakından hissetme­ğe başladı. İşte bu anlaşma ve onu takib eden hare­ketlerden mütevellit bağımsızlığa doğru gidiş başla­dı. Böylece arazi sahipleri arasındaki rekabete daya­nan bu yardımlaşma denemeleri makbul bir davra­nış haline geldi. Bu durum karşısında daha sonrakiler başka bir denemenin lüzumuna inandılar. Binaenaleyh düşünceler, maddî ücretle çalışma tarzının, mecburi ırgatlık yerine geçmesine doğru yöneldi.»
«Fellâhlardan bir çoğu faiz müessesesi kurmağa muvaffak oldu. Bu yol üe emirlerin ve arazi sahibi de-rebeylerin maddi ihtiyaçlarını istismar etmeği be-cererek şahsî hürriyetlerini satın aldılar. Her ne ka­dar bu dış görünüşler 14. asra kadar yaygın âdetler ha­line gelmemişse de, mühim olan şudur ki, ağalık top­lumunun dayanmakta olduğu esaslar çökmeğe baş­ladı[54] Artık bu çöküş müteakip asırlarda kolayla-şan akıcı bir düzen halini aldı.»
Bu saydıklarımız derebeyliğin dayandığı temel unsurlardır. Zihinlerimizde şeklinin açıkça belirmesi, dış görünüş ve şekillerden   başkasiyle    karışmaması için onları tafsilatıyla naklettik.
Acaba bu köleliğin benzeri İslâm'da nerede ve ne zaman vaki olmuştur?..
Bazı araştırıcılara veya îsîâmm etrafına şüpheler kondurmak için istismar yoluna gidenlere şüpheli gö­rünen cihetler olabilir ki, tarihin bazı devirlerinde İs­lâm toplumunun büyük   arazi ve çiftlik sahipleriyle, oralarda çaJışan fellâhlara   ayrılmış olmasıdır. Lâkin bu, sadece bir dış   görünüşten ibarettir. İşte bunlar, şunun bunun İslama    yapıştırmak istediği uydurma delil ve istidlallerdir ki, İslâm ondan uzaktır. Bunla­rı daha geniş izah için,   İslâm cemiyetinde meydana gelen ağalıkla esas ağalık arasında bir muvazene kur­mak maksadiyle derebeylik veya ağalığın dayandığı temel unsurlara dönmemiz gerekiyor. Onlar da şun­lardır :
1 - Devamlı tâbilik (serfdom).
2 - Feîlâhın efendisine karşı yapmakla mükellef bulunduğu mecburiyetler:
a) Her hafta bir gün ağanın tarlasında mecburî ve ücretsiz hizmet.
b) Çeşitli mevsimlerde yapılması gereken ücret­siz mecburi hizmetler.
c) Bayramlarda ve münasip zamanlarda ağaya hediyeler takdim etmek (Dikkat edilirse burada zen­gin olan efendiye hediyeler   takdim eden fakir çift­çidir!...).
d) Zahireleri ağanın değirmeninde öğütmek. (Bağların üzümünü sıkmayı nazarı itibara almadık, çünkü İslâm'da şarap haramdır.).
3- Arazi kölesine verilecek tarlanın, yapacağı hizmetlerin ve  ondan alınacak   verginin   miktarını - kendi arzusuna göre - ağanın tesbit ve tahdit et­mesi.
4 - Umumi bir kanun mevcut olmadığından özel mizacının gerektirdiği şekilde siyasi ve kazaî işlere derebeyinin bakması.
5 - Bu nizamın yıkılması    tebeyyün edince fellâhlarm hürriyetlerini    satın almağa muztar kalma­ları.
Bu izahlardan sonra İslâm tarihi herkese açıktır. Acaba ağalık ve köleliğin dayandığı bu temel unsur­lardan benzeri îslâmda var mıdır, herkes araştırsın!.
1 - Devamlı tâbiliğe gelince o, kölelik dairesinin dışında İslâmm hiç tanımadığı bir meseledir. Bun­dan evvelki bölümde köleliğin kaidelerini, sebepleri­ni ve ondan kurtulma vasıtalarını izah etmiştik. îs­lâmda arazi köleliği yoktur. Ancak harp yoluyla gelen köleler karşılıksız olarak azat edilmedikleri ve mükâtebe yoluyla da hürriyetlerini istemedikleri takdir­de efendilerinin arazisinde çalışırlardı. Haddizatın­da bütün nüfusun mecmuuna nisbetle bunlar çok kü­çük bir azınlıktır. Fakat bundan maksud olan, Avru-panın feodalite sistemindeki daimî tâbilik değildir. Asıl maitsat kölenin ve fellâhlarm ve ziraat işçileri­nin hep birdon içinde bulundukları tâbilik halidir. Avrupa'daki kölelik ise, sadece efendilere âid kölelik değildi. Zira onlar, mevcut efendilerini bırakmak ve­ya arazi sahipleri tarafından omuzlarına yükletil­miş olan mecburiyetlerden kurtulmak ellerinde olma­yan toprak kölesi idiler.                  
Köleliğin bu rengi veya tâbiliğin bu şekli İslâm-da hiç bulunmamış ve görülmemiş bir şeydir. Şöyle ki, prensip bakımından İslâm (ubudiyeti) ve tâbiliği ancak hayatın halikı Allah'a tahsis eder. Allah'ın mahlûkatmdan bazısının diğerlerine olan tâbiliğine gelince bu İslâm esaslarında mevcut değildir. Eğer kölelikte böyle bir şey bulunmuşsa bu durum İslâmm iradesi dışında bazı şartlara bağlı olarak geçici bir hâldir. İslâm her vesile ile köleliğin ortadan kaldı­rılmasına çalışır. Bizzat kölelerin, kölelikten kurtul­malarını teşvik eder. Bu hususta onlara devletin yar­dım ve desteğini de sağlamıştır. Sonra İslâm, -ikti­sadi bakımdan- işaret ettiğimiz ve o zaman da ken­dine has iktisadî bir hüviyeti bulunmayan kölelik ha­leti dışında kölelerin gönülleri içten hürleşinceye, ken­di mes'uliyetlerini yüklenme yetkisine sahip olunca­ya, böylece hür olarak çalışma gücünü kendilerinde "bulup hürriyetlerini alıncaya kadar iktisadî binasını, bir insanın, başkalarının sorumluluğunu yüklenme esası üzerine kurmaz. îslâm iktisadi binasını ancak herkes arasında yerleşmiş tam bir yardımlaşma, va­zife taksimi, iş ve çalışma hürriyeti esası üzerine ku­rar. Normal hayatı garanti edecek gelirlerden yok­sun olanlara veya herhangi bir sebepten dolayı çalış­ma gücünü kaybedenlere yardım edecek olan devlet daima mevcuttur. Mademki devletin herkese şâmil olan kefalet ve imkânları mevcuttur, o halde hiçbir kimseyi, arazî sahipleri için kendini köleleştirmeğe sevkeden bir mecburiyet yoktur. Çünkü o, hayatın te­mel ihtiyaçları olan hürriyet ve şerefini başka yollar­dan da elde edebilir.
2 - îslâm, bilinen şekliyle ağalığı hem iktisadî hem ruhî yönden menetti. Toprak kölesi olmadan önce insanların imdadına yetişti ve onları ağalık zul­münden kurtardı. Amma fellâhm toprak sahibi için taşımağa mecbur olduğu yüklere gelince, İslâm Tari­hi onu da tanımaz. Hiçbir vakit - İslâm tatbik, edil­dikçe fellâhın, herhangi bir işte toprak sahibine itaate mecbur olduğu vaki değildir. Bunun sebebi ise İslâmda tâbiliğin mevcut olmaması ve fertler arasın­da «hür» bir alâka ve münasebetin mevcudiyetidir.
İslâmm, fellâh ile toprak sahibi arasında tanıdı­ğı tek alâka icar ve ortaklık alâkasıdır. Onun rauk-tezasınca fellâh, gelir kaynaklarının kifayeti nisbe-tinde az veya çok miktarda toprak kiralar, kendi mas-rafile o toprağı ekmek hususunda tam bir hürriyete sahip olur, mahsulünü toplar. Meselenin diğer şıkkı, toprak sahibi ile ortak olmaktır. O masrafları verir, fellâh da gücünü harcar, sene sonunda elde edilen mahsulü aralarında bölüşürler. Her iki durumda or­takçının efendiden korkması, yahut ücretsiz çalışma ve hizmet etme külfetleri yoktur. Ortaklık nizamı an­cak hürriyet, hukuk ve vazifelerde iki taraf arasında karşılıklı ve eşit mecburiyetlerdir. Fellâh, kiralayaca­ğı yeri veya ortak olacağı toprak sahibini seçmekte tamamen hürdür. Bundan başka toprak sahibi ile ye­rin kirası hakkında pazarlık yapmakta da hürdür. O işi, kâr yönünden kazançlı bulmazsa, orada çalışma­ma hakkına mâliktir. Bu durumda toprak sahibi onu hiçbir şeyle ilzam edemez.
Emekçi, ortaklık nizamına razı olunca, onun o iş­teki mecburiyetleri mal sahibinin mecburiyetlerile eşit ve ona bağlı olur. Onun kazancı da toprak sahibi­nin kazancının yarısıdır.
Sonra biz derebeylik nizamlarmdakinin aksi­ne görürüz ki, bayramlarda ve bazı münasebetlerde hediyeler ve çeşitli sadakalarla fettanlarına iyilik ya­pan ancak zengin olan mal sahipleridir. Bu husus bil­hassa Ramazan ayında daha çok canlanır. Çünkü, Ra­mazan müslümanlarca özel mevkii olan bir aydır. Bu ayda ahbablar ve dostlar arasında ziyaretleşmeler ço­ğalır ve dağınıklıkları bir araya getiren, muhtaçları sevindiren ziyafet sofraları kurulur. Zira eşyanın ta-biatile uyuşan mantıki hareket tarzı ancak budur. İn­tak eden, sadaka ve hediyeleri üzerine alan ancak zengindir. Avrupa'nın .. insaniyetinin iktiza ettirdiği gibi hediye vermekle mükellef olan fakir değildir.
Değirmenlerden istifadeye gelince, bununla fa­kirlerin iştigâl etmeleri ve o yoldan kazanmaları, İs­lâm ülkelerinde câri örf haline gelmiştir.
Hiçbir vakit toprak, sahiplerinin elinde fellâh'la-nn (ziraat işçileri) aleyhine olarak çalıştırılan vasıta haline gelmemiştir.
Buradan anlarız ki, baskı ile ücretsiz çalıştırma şeklindeki mecburiyetler İslâm nizamında hiç bulun­mamış, onun yerine haysiyyet, şeref ve insaniyyet esasına dayanan karşılıklı hürmet ve tam eşitlik üze­rine bina edilmiş hür bir alâka kaim olmuştur. Fakat çiftçilerini koruma ve himaye hususunda Avrupa'da derebeyin yapmakta ve karşılığını vermeğe mecbur olduğu külfetlere gelince işte onlar, zalim bir baskı altında ücretsiz çalıştırmanın ve zillete düşürücü kö­leliğin ta kendisidir. Halbuki îslâmda zenginler bunu mukabiîsiz ve gönüllü olarak yapıyorlardı. Çünkü, onlar, bunun karşılığını Allah'a yaklaşma ve O'na iba et vazifesini noksansız yerine getirme kabul ediyorlardı. Bu cihet, akide üzerine kurulmuş bir nizam ile akideden mahrum boş esaslar üzerine kurulmuş bir nizam arasında kesin bir ayrılıktır. Birincide içtimai hizmetler ferdi Allah'a yaklaştıran bir ibadet olur. İkincide ise her iki tarafın en büyük kazancı almağı, buna mukabil en az hizmette bulunmağı düşünüp de­nediği ticarî bir ameliye olur. Sonunda galibiyyet hak sahibine değil kuvvetliye döner.
3- Bundan sonra derebeyliğin   alâmeti farika­larından üçüncüsüne geçelim =   Bu özellik, efendinin köleye vereceği toprak miktarını tahdit etmesi ve fel-lâhîardan yapması istenen hizmetleri de bizzat kendisi­nin tayin etmesidir. Bu ikisi oradaki efendilik ve köle­likle beraber yürüyen iki iştir. Mülk sahibinin efendi, çiftçinin tâbi olması esasının dışında başka bir esas üzerine kurulmuş olan   İslâm nizamında o iki şeyin vücudu yoktur. İslâm esaslarına göre fellâhm kiralı-yacağı miktarı ancak onun mali kudreti ve serbest ar­zusu tahdit eder. İşte burada hizmet fellâhtan fellâha olur. İcar kıymetini edâ etmekten başka mal sahibi ile ilgisi yoktur. Lâkin ortaklığa gelince, fellâhm eke­ceği arazinin miktarı    onun bedeni kuvvetine mâlik bulunduğu çalışan ellerin sayısına (ekseriya çocukla­rı) bağlıdır. Fellâhtan   taleb edilen hizmet, mahsulü verinceye kadar mal sahibi ile fellâh arasında ortak itibar olunan toprağın muhtaç olduğu hizmettir. Mal sahibinin geri kalan ve ortaklığa dahil olmayan top­rağına gelince, felîâhın onunla hiçbir ilgisi yoktur ve orada herhangi bir hizmetle mükellef değildir.
4- Lâkin gerçekte derebeylikle    İslâm    nizamı arasındaki farkın en önemlisi,   derebeylik nizamında derebeyinin idari ve kazaî    işleri bizzat kendisi yapmaşıdır. Yani kendi mıntıkasına ait bulunan sosyal ve siyasî hayatın idare ve tanzimine bakmasıdır ki, İslâmda böyle bir şekil ve idare sistemi katiyyen mev­cut değildir.
Avrupa devletçiklerinin anlaşılan mânâda umu­mî bir kanunu yoktu. Hattâ sonraları bütün Avrupa-daki kanunların esasım teşkil eden Roma Kanunları dahi, derebeylerin kendi mıntıkalarında mutlak hâ­kimler olmalarını mubah saymıştı. Bu sebeple dere-beyler, kendi mıntıkaları için kanunlar vazederler, o kanunlarla beylik halkına hükmederler, böylece kendi icatları olan ahkâmı tatbik ederlerdi. Bu esasa göre derebeyi bir anda kanun yapma, hüküm verme ve hükmü infaz selâhiyetlerini nefsinde topluyordu. Onlardan herbiri devlet içinde, devlet durumunda idi. Devlete karşı mâli ve askeri mükellefiyetlerini lüzumu halinde eda ettiği müddetçe, beyliğinin ida­resinden hiçbir kimseye karşı sorumlu değildi.
îslâmda hâl böyle değildir. İslâmda umumî bir kanuna sahip merkezî bir devlet vardır. Bu devlet, kendi sultasına tâbi her yerde kanunun tatbik ve ten-fizini kontrol eder, herbirinin müstakil selâhiyetleri bulunan ve kendi ihtisasları dahilinde şeriatı tatbik etme yetkilerini haiz kadılar tâyin eder. Hataya düş­mesi veya kötülük yapması hali müstesna kadı üze­rinde hiç bir kimsenin sultası yoktur. Hattâ idarenin şekli bozulduğu ve kadıların veraset yoluyla geldiği zamanlarda bile İslâm buna cevaz vermemiş ve dai­ma hâkim teminatım muhafaza etmiştir. İslâm devlet nizamının diğer temel unsurları da yerleşmiş vaziyet­te ayakta durmakta ve kendi cüzleri içinde büyük küçük her şeye hâkim olmakta devam edegelmiştir.
Bu umumi kanun her yerde mer'î idi. İslâmın do­ğusunda ve batısında insanlar bir tek yol ile o genel kanuna göre muhakeme edilirlerdi. Tabiatiyle bu, fa-kihlerin içtihadı görüşleri çerçevesinde cereyan eder­di. Bu ise yeryüzündeki bütün kanunlara hâkim olan bir şeydir. İşte böylece hiçbir vakit emekçilere tatbik edilen kanun, derebeyin arzusu veya özel idaresi de­ğildi. Belki Allahü Teâlânın bütün insanlar için vaz­ettiği kanun ve emirleri idi ki, ancak bir tek şekliyle eşit olarak bütün insanlara tatbik olunurdu. Sadece her ikisi de hür olan çiftçi ile toprak sahibi arasında değil, belki köle efendi arasında, bir beşerin diğerin­den üstün bulunduğu istisnaî hallerde bile bu ilâhı kanun eşit olarak tatbik olunurdu.
Şüphe yoktur ki, toprak sahibini veya sultanı memnun etmek için bir takım Kadıların kanuna ve kendi vicdanlarına muhalif hükümler verdikleri hal­ler de vuku bulmuştur. Lâkin bu örnekleri umumi kaide olarak almak doğru olmaz. Çünkü tarihî ger­çek - bizzat Avrupalıların da itiraf ettikleri veçhile - ona muhaliftir. Zira kadı'mn, ne kuvvet ve kudreti olmayan fakir birisi hakkında, ne toprak sahibinin, ne valinin ve ne de vezirlerden birisinin aleyhine, hattâ bütün sulta ve selâhiyetlerin sahibi bulunan ha­lifenin aleyhine hükmettiği fakat bu durum karşısın­da kadı'mn ne azledildiği, ne de halifenin kendinden intikam aldığı zamanlardaki beşer tarihinin parlak örneklerini teşkil eden hükümleri bırakıp da sadece diğerlerini almanın doğru olamıyacağı ilim namına aşikârdır.
5 - Avrupa'da meydana geldiği gibi İslâm ülke­lerinde çiftçiler arasında herhangi bir firar hareketi vaki değildir. Çünkü, fellâhlar,    yalnız bir çiftlikten başka bir çiftliğe değil, belki Atlas Okyanusundan Hint Okyanusuna kadar geniş İslâm ülkeleri dahilin­de bir memleketten başka bir memlekete gitmekte ta­mamen hürdürler. Meselâ, Mısırlı fellâhlann tabia­tında olduğu gibi muayyen bir yerde kalma arzusu­na sahip olanlar müstesna, hiçbir şey onların seyahat (intikal) hürriyetlerini yok etmemiştir. İslâm alemin­deki fellâhlardan diğerlerinin toprağa bağlanmaları daha az, yer değiştirme kudretleri daha çok idi. Bu konuda Avrupalı felJâhların karşısına çıkan güçlük ve manialardan hiç biri müslüman feîlâhların yolunu kesmemiştir. Fellâhlann hürriyetlerini satın alma me­selesine gelince, tabiatiyle bu durum İslâm âleminde hiç vaki değildir. Bunun sebebi gayet basittir. Çünkü, onlar fiilen hürdürler. Binaenaleyh onların hürriyeti satınalmağa ihtiyaçları yoktur.
Bunların yanında o zaman, İslâm âleminde çeşit­li sanat meslekleri, kara ve deniz ticareti çalışmaları­na ilâveten kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılayan müstakil hüviyette bir çok küçük beylikler mevcuttu. Buna karşılık, ağalığın kapkara kabus çadırını üzeri­ne kuran Avrupa, uzun bir müddet fikri karanlığı ve ruhî cehaleti yaymağa devam etmiştir. Ancak bir yan­dan Endülüs'le, diğer yandan haçlı seferleri sebebiyle İslâm alemiyle temasa geçen Avrupa, içinde bulundu­ğu şaşkın durumdan kurtularak, kalkınma asrında ay­dınlığa doğru çıkmağa başlamıştır.
Bu durum kapkara ağalık şeklini kesin olarak îs-lâmdan nefyeden şeylerdendir. Bunlar da yukarıda söylediklerimize ilâve olunur.
Böylece görürüz ki, topluma hükmeden, İslâm ol­duğu müddetçe, derebeylik îslâm âleminde hiç görül­memiştir. Çünkü, îslâm, mânevi yapısı, iktisadiyyatı, inançları ve kanunlarıyla ağalığın ayaklanmasına mü­samaha etmediği gibi ağalık nizamına götüren vası­taların karşısında da sükût etmez. Emeviîer ve Ab­basiler devrinde arazi sahibi aileleri kaplayan zahiri ağalık, sahası dar bir görüntü olup, bütün toplumda! umumi bir karakter olacak dereceye varmamıştır. An­cak, Yeni Çağda Osmanlıların son zamanlarında, kalb-lerindeki imân menbaı kurumuş, îslâmın adından başka bir şey bilmeyen bazı insanların devlet idare­sinde nüfuz sahibi oldukları sıralarda, İslâm âlemin­de ağalık nizamı kısmen vücut buldu. Bu tiplerin mi­sâlini Osmanlı idarecilerinden Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve onun Mısırdaki torunlarından, çeşitli Arap memleketlerindeki sulta sahibi emirler ve ailelerden verebiliriz.
Maddeci ve inkarcı Avrupa   ruhunun azgmlaşıp İslâm âleminin   bütün köşelerine   hücumu sırasında işler daha da kötüleşti. Bu durum, İslâm toplumunda­ki iyiliği, birbirini sevme, ve sayma ruhunu ifsat et­ti. Bu Avrupa hücumu, kralların, emirlerin ve büyük ağalardan bir kısmının yardım ve desteği ile, müslü-manlardaki o güzel   ruh ve anlayışı, zenginlerin çir­kin istismarlarına ve fakirlerin zillet ve köleliğine tah­vil etti. Avrupai unsurları tamamiyle benimsenmiş bu ağalık, ıslahatçı ihtilâlin ulaşamadığı her yerde hâlâ | yaşamakta devam etmektedir.    İşte bunlar îslâmdan değildir. İslâm da   ondan mes'ul değildir. Çünkü İs-1 îâm ancak   hükmettiği zaman mes'ul olur.    Bugün, I hükmeden, tıpkı kölenin   köleleşme zilletine teşebbüs | etmesi gibi, ancak müstemlekecilik tilmizlerinden bir kısım müteşebbis insanların getirmiş oldukları Avrupa düsturlarıdır.
Yeni çağda bugün alevi şiddetlenmiş olan görüş ve doktrinlerin çatışmalarım arzederken şimdi bize fayda verecek bir kaç hakikati bu bahisten hülâsa edebiliriz. Bu hakikatler aşağıda sıralanmıştır:
1 - însaıım iradesine fırsat tanımayan icbarı bir yol ile ağalığı yeniden doğuran, haddizatında sadece mülkiyyet değildir. Mülkiyyot sadece temellük   (mülk sahibi olma yolu) ve   mal sahipleri ile mal sahibi ol­mayanlar arasında tabiî bir alâkadır. İşte bunun için­dir ki, mülkiyet İslâm âleminde vardır,   fakat ağalık yoktur. Çünkü İslâm nizamı nazariyatı ve tatbikatı ile insanlar arasında ağalığın    ayaklanmasına müsama­ha etmeyen bir takım prensipler vazetmiştir.
2 - Avrupa köleliğin içine, beşeriyyetin ister is­temez geçirmesi lâzım gelen tabiî ve iktisadî değişme­ler sebebiyle düşmedi. O ancak bu çukura, insanların şuurlarını ve vicdani alâkalarını tanzim eden bir inanç ve nizamın olmaması sebebiyle düştü.   Eğer İslâmda olduğu gibi orada bir inanç ve nizam bulunsaydı o za­man içtimaî ve iktisadî alâkaların normal şekilde tan-"zimi o kadar zorlaşmaz, iktisadî gelişmeler, fikir ve şuurların normal ve doğru istikametlerde ilerlemesine mani olmazdı.
3 - Kavgacı materyalist felsefenin,    «İlk komü­nizm, kölelik, ağalık, kapitalizm ve ikinci komünizm» şeklindeki iddialariyle beşer tarihine sığdırmaya ça­lıştığı iktisadî devirler ve gelişmeler hakikatta sadece Avrupa tarihini temsil eder. Buna da ancak Avrupa bağlanır. Fakat Avrupa'nın dışında kalan âleme gelin­ce, onların bu gelişmeler içinde seyretmesi şart değil­dir. Biz gördük ki, îslâm âlemi tarihî devirlerdeki yol­culuğu boyunca ağalığa uğramamıştır. Kezalik, yol­culuğunun sonunda komünizme uğraması da şart de­ğildir. Malûm ola ki,, İslama nisbetle bu türlü iddialar çürük ve yersizdir. [55]
 
 
İslâm âleminde kapitalizm vücut bulmadı. Çünkü kapitalizm, makinenin icadından sonra doğdu. Böy­lece batı âleminde de tesadüfi olarak meydana geldi. Tesadüfi diyoruz, çünkü hakikatte müslümanlara yö­neltilmiş olan ve inanç sebebile yapılan ve insanlık ta­rihinde vukua gelenlerin en çirkinini temsil eden zu­lüm ve enfgizisyon mahkemeleri ve dinî taassub, En­dülüs müslümanlanmn inkırazına sebep olmasa da Endülüs İslâm devleti devam etseydi, işte bu durum­da kapitalizmin Endülüs'te müslüman araplarm elin­de meydana gelmesi mümkündü. Evet Endülüs'teki ilmî hareket tabiî ilerleme yolunda yürümekte idi. Lâ­kin oradan müslümanlan tardeden siyasî şartlar, il­mî ilerlemeyi, Avrupa kendine gelinceye kadar nor­mal vaktinden bir kaç asır geriye bıraktı. Avrupa îslâm ilimlerini ve İslâm üniversitelerinin muhafaza et­tiği diğer Yunan ilimlerini aldı, kendine maletti, on­dan sonra da keşifler ve buluşlar sahasında dev adım­larla yürüdü.                                                              
Kapitalizm îslâm âlemine, ancak müslümanlarınj kendilerini idareden âciz, Avrupalıların tuzağına düş­müş oldukları, fakirlik, cehalet, hastalık ve geriliğin içinde yüzdükleri bir sırada intikal etti ve İslâm bel­delerinde «gelişme»    bahanesiyle yayıldı. Bu sebeple bazı insanlar zannettiler ki İslâm, kapitalizmi iyi ve kötü taraflarile birlikte kabullenir ve İslâm nizam ve kanunlarında kapitalizme muarız ve ona karşı duran bir şey yoktur. Çünkü İslâm ferdi mülkiyeti nıübah addeder. İşte böylece ferdî mülkiyet daha sonraları, beynelmilel iktisadî gelişme neticesi kapitalizm şeklin­deki mülkiyete inkilâb etti. Mademki İslâm aslı nıü­bah sayar, o halde tabiatile o asla müstenit sonuçlan da mubah sayar.
Onlara cevap vermek için iktisat okuyanlara şu küçük bedaheti zikretmemiz kâfidir. O bedahet de şu­dur . Şüphesiz kapitalizmin riba (faiz) ve ihtikâr yap­madan ayakta durması ve bugün dünyadaki mevcut yaygın şeklini alması mümkün değildir. Lâkin İslâm, kapitalizmin dayandığı o iki esası kapitalizmin neşe­tinden çok önce yâni biti seneden daha fazla bir za­man önce haram etmiştir.
Lâkin biz o bâtıl taraflarına verilecek cevapta acele etmek istemiyoruz. Biz şöyle bir faraziye kurmak isteriz : Makinenin icadının İslâm âleminde meydana geldiğini kabul edelim. O zaman makinenin icadı ne­ticesinde bizzarûre meydana gelecek olan iktisadî ge­lişmeyi İslâm acaba nasıl karşılayacaktı? Kendi pren­sip ve kanunlarının gölgesinde iş ve üretim münase­betlerini acaba nasıl tanzim edecekti?
İktisat yazarları, hattâ aralarında kapitalizme düş­man olanlar ve başlarında Kari Marks olduğu halde kapitalizmin başlangıçta ilerici bir dev adımı olduğun­da ve hayatın çeşitli sahalarında insanlık için muaz­zam hizmetler yaptığında ittifak ederler. Zira, kapita­lizm, istihsali ziyad el eştirmiş, ulaştırma vasıtalarını ıslâh etmiş, daha evvel istifade etmek imkânı olmayan tabiî kaynakları geniş bir şekilde verimli bir hale ge­tirmiş, tamamen veya kısmen ziraata dayanan devir­lerde içinde bulundukları duruma nisbetle işçi sınıfı­nın hayat seviyesini yükseltmiştir. Lâkin bu parlak sa-hife çok devam etmedi. Çünkü kapitalizm, söyledik­leri gibi tabiî tekâmülü ile servetlerin sermaye sahip­lerinin elinde toplanmasına, buna mukabil işçilerin elindekilerin nisbi bir artışı olduğundan diğerlerine nisbetle azalmasına yol açtı. Böylece sermayedarla­rın, bir had ve hududu olmayan ahlâk dışı, lüks hayat yaşamasını sağlayan fahiş- kazançlar sebebile kapita­listler, «sermayenin faizini» kendine mal ederek istih­salden en büyük miktarı elde etmek için işçiyi - ki, o. komünizme göre hakikî müstahsildir- çalıştırma­ğa ve emekçi işçilerin çoğu için normal bir yaşayışa kifayet etmeyen az bir ücret vermeğe başladılar. Bun­lar başka bir hakikat üzerine ilâve edilir ki, o hakikat da şudur: İşçinin ücretinin azlığı kapitalist memle­ketlerdeki fabrikaların imâl ettikleri malların tama­mını istihlâke mâni olur. Zira, eğer işçi istihsal edile­nin hepsini veya çoğunu istihlâk etmeğe yetecek mik­tarda ücret almış olsa sermayenin kazanması muhal olur veya kâr durumu en az hadde kadar düşer. Bu ise kapitalizmin asla müsamaha etmiyeceği şeydir. Çünkü, kapitalizm imâl ve istihsalini istihlâk için de­ğil, kazanmak için yapar. Bu yüzden senelerin geçme­siyle mallar birikir, kapitalist devletler, imalâtlarını sarfetmek için yeni pazarlar ararlar. Böylece müstem­lekecilik ve onu takibeden ham madde kaynaklan ve pazarları etrafında boğuşmalar ve didişmeler doğar. Nihayet bu durum, yıkıcı ve parçalayıcı harplerle so­na erer.
Bununla beraber   kapitalist nizamın    gölgesinde gittikçe artan istihsale nisbetle, ücretlerin ve ona bağ­lı olarak istihlâkin azlığından kaynaklanan sıkıntı ne­ticesinde bir takım ardı arkası kesilmeyen buhranların doğması zarurîdir.
İktisadın cebriliğine inananlar ve ma'nayı bırakıp maddiyata çağıranlara, «Bunların hepsi ne sermaye sahiplerinin kötü niyetlerinden, ne de onların istismar hususundaki zatî arzularından doğar. Bunlar, ancak sermayenin tabiatındandır!.» dedirten hayret verici düşünce tarzından vazgeçerek, bütün varlığını, düşün­ce ve duygulariyle iktisadî kuvvet önünde insanı hiç­bir kuvvet ve kudreti olmayan seîbi (pasif) bir mah­lûk yapan oldukça garip ve basit anlayıştan sarfına­zar ederek ortaya attığımız dâvaya döneriz ki, o da İslâm âleminde kapitalizmin meydana gelmesi hali­dir.
Aralarında Kari Mars'ın da bulunduğu iktisat bil­ginlerinin ittifak ettikleri ilk adımlar, İslâm kapita­lizminin beşeriyyet için umumi bir hayır olması veya en az onda hayırların serlere üstün gelmesi üzerinde­dir. Çünkü İslâm, kapitalizmin yoluna durmak için gelmedi. Zira o beşeriyyete ait hayırları sevmemezlik etmez. Kaldı ki, İslâmm daimî olan vazifesi ancak ve ancak hayırları yaymaktır.
Bununla beraber İslâm, kapitalizmle ilgili husus­ları tanzim eden kötü istismarcılığı ve ona arkadaş­lık edebilecek kötülükleri yasak eden bir kanun koy-maksızm kapitalizmi kendi haliyle başbaşa bırakma­dı. İsterse doğması muhtemel bu kötülük, sermaye sahibinin içindeki kötü niyyetten meydana gelen bir şey, yahut sermayedarın herhangi bir müdahalesi ol­madan bizatihi kapitalizmin tabiatından doğmuş bir şey olsun, müsavidir. Bu meselede İslâmın vazettiği |i teşriî esası, umumiyetle bütün kapitalist devletlere geçmiştir. Bu da işçiyi sermaye sahibiyle beraber kâra ortak sayma esasıdır. Maliki mezhebinden bazı fakîhler, ortaklığı, nısıfla (yarı yarıya) tahdit etmeğe kail olmuşlardır. Şöyle ki, mal sahibi bütün mali ve teknik külfetleri yüklenir, işçi de çalışma gücü ile müstakil kalır. Böylece mal üretiminde mal sahibinin çalışma ve külfetini, işçinin çalışma ve istihsal sanatına eşit saydılar. Bu esasa göre her iki tarafın da kârdaki his­selerini müsavi kabul ettiler. Burada göze çarpan ilk husus, İslâmm adalete karşı olan hayret verici ihtima­mını ve gönüllü olarak, iktisadî zaruretlere boyun eğ­meden adaleti düşünmekte ve onu tatbikte bütün ni­zamları geçmiş olmasıdır. İslâm, ulaştığı bu seviyeye, iktisadi doktrinleri savunan bazı kimselerin iddia et­tikleri sınıf mücadelelerinin sonucu olarak ulaşmamış-, tır. Bunlara göre iktisadî alâkaların gelişmesinde tek ve faal faktör sınıf mücadeleleridir.
İslâm bunların hiç birine boyun eğmemiş ve te­sirleri altında kalmamıştır.
Sanatlar ilk başlangıcında basit el sanatlarından ibaretti. İşçilerden pek azı basit atölye ve fabrikalar­da çalışırdı. İşaret ettiğimiz bu hakikî nizam Avru­pa'nın uzun tarihinde rüyasında bile görmediği bir adalet esasına dayanan, sermaye ile iş arasındaki alâ­kaları tanzim ve tertip etmeğe yeterli olan bir sistem­di.
Lâkin İslâm fıkhı bu seviyede durdu; Bu haddi za­tında yüksek bir seviye idi. Çünkü, İslâm âlemi ondan sonra her taraftan gelen musibetlere maruz kaldı.
Bu musibetler iki cihetten geldi:
a) Dışarıdan:   Bazan Tatarlar ve Moğollar, ba-zan Haçlı Seferlerinde ve Endülüs fecaatmda olduğu gibi Hıristiyanlardan,
b) İçeriden:    Müslümanların ilerlemesine mâni olan ve yakın   zamana kadar da   tesirlerinin ıztırabı çekilen zihni, ruhi ve hissi bir anlayışsızlığı doğuran dahilî   çekişmelerden   meydana   gelmiştir.   Mekanik âletlerin icadından sonra beşeriyet süratle gelişiyordu. Hergün meydana gelen yeni yeni hâdiseler, beşer top­lulukları arasında yeni alâkalar meydana getiriyor­du. İslâm âlemi onlara iştirak edemedi. Dolayısiyle Fı­kıh da o hâdiselerin gelişmesine   uygun olan içtihat-leri yaparak gerekli kaideleri vazetmedi.
Lâkin fıkıh başka bir şey, şeriat başka bir şeydir. Şeriat, genel prensipleri ihtiva eden sabit kaynaktır (Bazan ince tafsilâtlar da ihtiva eder). Ama fıkha gelince o her asra münasip düşen ahkâmı şeriattan almak suretiyle geliştirmektir. O hiç bir asırda ve hiç bir nesilde durmayan ve kendi kendini yenileyen bir unsurdur.
Bununla beraber kapitalizmin gelişmesi karşısın­da şeriattan fıkhi tatbikatı istinbat etmek için büyük çapta yorucu çalışmaya muhtaç değiliz. Çünkü şeriat, tevil ihtimali olmayan açık ve sarih prensiplerle do­ludur ve bunlarla bizim imdadımıza yetişmiştir.
İktisat tarihçileri derler ki: Kapitalizm başlangıç­ta üzerinde kurulduğu iyi ve basit şeklinden bugün ulaştığı .kötü şekline doğru gelişmesi esnasında yavaş yavaş şahsî ve ailevî borçlar üzerine dayanmağa baş­ladı. Bundan, büyük kapitalizm faaliyetlerini tanzim eden, elde ettiği kazanç ve «faydalar»   mukabilinde sermayeyi çalıştırmak maksadiyle maldan muhtaç olduğu şeyleri borç olarak almayı sağlayan son istih­lâk sistemi doğdu.
Burada biz, içinden çıkılmaz hale gelmiş iktisadi tafsilâta girmeğe muhtaç değiliz. Bu herkesçe kabul edilen bir hakikattir. Etraflı bilgi isteyenler, iktisat kitaplarına dönsün, onları okusun.
Bizce mühim olan, bu borçların ve Bankaların yap­makta oldukları işlerin esasına dayanmış olduğuna işaret etmektir. Riba ise îslâmda sarih bir emirle ha­ramdır. -
İktisatçılar da derler ki bu, zamanımızda müşa-hade edilen bir harekettir. Muhakkak ki kapitalizmin amansız rekabeti, sonunda küçük şirketlerin yıkılma­sına veya büyük bir şirKet tesisi için birleşerek birbir-lerinde eriyip kaybolmasına müncer olur. Bu ve o, so­nunda işi mutlaka ihtikâra götürür. İhtikâr ise, Re-sûlüllahm o konuda söylediği hadîslerleriyle İslâmda, haramdır.[56]
Binaenaleyh kapitalizm, eğer îsîâmm kucağında doğmuş olsaydı, onun bugün ulaştığı kötü duruma; yani istismarcılığa, müstemlekeciliğe ve harplere gö­türen çirkin ve aşırı şekline ulaşması ve bu yolda ge­lişmesi mümkün olmazdı.
O halde acaba onun seyri nasıl olurdu? Kapita­lizm, İslâm fıkhının   ulaştığı basit el sanatları hududunda durur muydu? Yoksa korkulan kötülüğün vâ­ki' olmayacağı ve kendisinden hayırlar beklenen baş­ka bir yol mu tutarda?
Sanayinin durmasına gelince, bu duraklama İslâ-mın göstermediği bir harekettir. İslâm alemindeki icat ve keşifler mutlaka yolunda devam etmeli, bunlar is­tihsal vesilelerine mutlaka tesir etmeli, böylece sonun­da büyük istihsale ulaşmalı idi (mass production).
19 ve 20. asırlar boyunca Avrupa'da meydana gel­diğinden başka bîr şekilde istihlâk ve istihsalin geliş­mesine gelince bu, ücretler mevzuunda kazancın yarı­sını işçiye verme meselesinde olduğu gibi İslâmm özel görüşleri mucibince sadece iktisatla ilgili kanun ve hükümleri geliştirmekle mümkün olacaktır.
İslâm bununla iki şeyi bir anda korumayı hedef
1 - İslâm şeriatının haram ettiği ihtikâr ve riba-dan insanları korumak.
2 - En çirkin istismar ile insanları istismar eden ve kanlarım emen sermayedarlara bir av olarak bıra­kıldıkları ve kahredici fakirliğin ve insan haysiyyeti-ni zedeliyen bir yaşayışın içine terk edil dikleri zaman işçilere gelecek çirkin zulmü de engellemektir.
Çünkü bu, İslâmm kabul etmesi mümkün olma­yan bir iştir. Hiçbir kimse, acı tecrübeleri, sınıf müca­delelerini, kendi nizamını tadile zorlayan iktisadi bas­kıları geçirmeden, bir hamlede îsîâmın o dereceye ulaşmasının mümkün olamıyacağını söyleyemez. İş­te bize göre kafi delillerle sabit olmuştur ki İslâm, herhangi bir baskıya boyun eğmeden, gönüllü bir ha­reket olarak   kölelik, derebeylik ve   basit kapitalizm
Alır meselelerinde beşeriyyetin gelişme seyrini geçmiştir. İslâm bu geçişi, komünistlerden Engels ve diğerleri­nin alay etmeğe yeltendikleri ezelî hak ve adaletten doğan zati mefkûresiyle ortaya atılarak yaptı. Buna misâl, şöyle sabit olmuştur. Bizzat Rusya birdenbire derebeylikten komünizme geçmiştir. Kapitalizm mer­halesine uğramamıştır. Bu olay, Kari Marks'm beşe­riyyetin geçirmesi lâzım gelen gelişme merhalelerini tahdit hususundaki nazariyelerinin en büyük amelî yalanlayıcısıdır.
Müstemlekecilik, harpler, milletleri sömürme ve buna benzer beynelmilel kötülüklere arkadaşlık eden her hareket ve davranışa gelince, bunların hepsi ta-biatiyle aslen İslâmm hesabından hariç olan şeyler­dir. Bir beldeyi müstemleke yapmak ve sömürmek için harp açmak îslâmın prensiplerinden değildir. Çünkü, İslâmm kabul eylediği biricik harp, ancak sulha ça­ğırma yolunda silâhlı kuvvetlerin karşı koyduğu za­man vaki' düşmanlığı defetmek veya İslâm davetini neşretmek, maksadiyle yapılan harptir.
îslâmda, komünistlerin ve hempalarının demek istedikleri şu hususlara mahal yoktur:
«Beşer hayatında müstemlekecilik zanır! bir meseledir. Prensip ve ahlâk kaziyyeîerinin Onun yolunda durması müm­kün değildir. Çünkü o, sanayi memleketlerinde istihsal malla­rının birikmesinden ve onları sarfetmek için dış memleketlerde bir takım pazarlara olan ihtiyaçtan neşet eden iktisadî bir me­seledir.»
Bu hezeyanların hiçbirine mahal yoktur. Çünkü bizzat onlar, kendileri   diyorlar ve en azından iddia ediyorlar ki, muhakkak Rusya bu müşkülleri hal için başka bir yoldan hareket edecektir. O hareket tarzı da istihsalden işçilerin nasibini ziyadeleştirmek ve sarfiyatta: müstemlekeciliğe muhtaç olacak bir faz­lalığın kalmaması şartıyla iş saatlerini azaltmak ola­caktır. Komünizmin iddia ettiği bu husus, yalnız on­lara münhasır bir şey değildir. Halbuki tarih, müstem­lekeciliğin beşeriyette eski bir karakter olduğuna, onun kapitalizmden doğmadığına şehadet eder. Kapi­talizm, yeni çağda yeni tahrip vesilelerinden ele ge­çirdiği imkânlarla müstemlekeciliğin hırs ve zulmü­nü ziyadeleştirmiştir. Lâkin, galibin mağlubu istis­marı olan müstemlekecilik, prensip bakımından Ro­malılar devrinde, çirkinlik bakımından ise bugün ol­duğundan daha az değildi. Yine tarih şehadet eder ki, bu babdaen temiz nizam ancak İslâm nizamı'dır. Çünkü, İslâmm harpleri, İslâmm aleyhine olarak he­saba katılmayacak derecede pek azı müstesna, istis­mar ve milletleri zillete düşürmekten uzaktır. Eğer büyük sanayi îslâm nizamında vücut bulsa idi îslâm nizamı istihsalden doğan faiz müşkülünü harpsiz ve istilâsız olarak hal hususunda dayanılacak nizamla­rın en üstünü idi. Kaldı ki, istihsalden meydana gelen faiz meselesi ancak ve ancak bu şekliyle kapitalizm nizamı için bir kısımdır, bütün değildir, cüz'dür. Eğer esasları değişmiş olsa müşkülât diye bir şey kalmaz.[57]
Bunların hepsi, mes'eleyi sadece bir yönden ele almaktır. Eğer mes'eleyi bir başka yönden ele alır­sak, İslâm nizamında   mes'uliyet   sahibi kimse yani (idareci), insanlardan bir grubun elinde malların top­lanması, buna mukabil büyük çoğunluğun mahru­miyet ve fakirlik içinde ezilmesi karşısında acze düş­mez. Bu durum, Islâmın, herkes arasında servetlerin tevziini emreden sarih prensibine aykırıdır: -Servet­lerin, içinizden sadece zenginler arasında el değişti­ren bir şey olmaması için. [58]
Vaziyet bu dereceye ulaşınca, milletin mes'uliyetini elinde tutan hâkim, kanunları adalet üzere tatbik etmekle mükelleftir. Hareket ve davranışların­da Allah'a ve O'nun kanunlarına itaat etmek şartile hâkimin elinde geniş sulta ve selâhiyet vardır. Kaldı ki bütün Islâmî prensipler, servetin bu şekilde tek el­de toplanmasını başlangıçtan meneder.
Biz burada islâmm veraset nizamına, her nesle servetin dağılışına, zekât nizamına, sermayeden ve onun her seneki kazancından kırkta bir nisbetinde ze­kâtı alışına, bazı hallerde zaruretler sebebi ile beytülmalin muhtaç olduğu miktarın ferdin servetinden alınmasını mubah kılan kefalet nizamına, sonra mal­lan depo etmenin ve sermayenin bazı ellerde aşırı derecede birikmesine birinci esas faktör olan ribanın (faiz) haram edilişine, daha sonra müslüman cemi­yetin fertleri arasındaki tabiî alâka ve bağlara ve bunların hepsinin umumî kefalet nizamı üzerine ku­ruluşuna işaret edeceğiz.
Sonra Resûlüllahırı, devlet memurlarına garanti ettiği sosyal teminatlar, insana ait esas ihtiyaçları içi­ne alır: «Bir kimse bizim bir işimizle görevli olur da, meskeni bulunmazsa bir mesken edinsin] hanımı yoksa evlensin, hizmetçisi yoksa bîr hizmetçi edinsin; bi­neği yoksa kendine bir binek temin etsin[59]
Bu teminatların sadece devlet memurlarına mün­hasır olması akîen mümkün değildir. Gerçek şudur ki bunlar, yasayan her şahsın,   yaptığı iş   mukabilinde nail olacağı temel ihtiyaçlardır. Yapmış olduğu vazi­fe isterse doğrudan doğruya devlete ait olsun, isterse faydaları cemiyete dönen bir sanat olsun, farketmez. Mademki devlet kendi işinde çalışan kimselere bu ih­tiyaçları garanti etmiştir, o halde devlet nizamı için­de bir işle meşgul olan her fert için de temin etmekle mükelleftir. Bu hususta ihtiyarlık, çocukluk, hastalık ve benzeri sebeplerden biri ile çalışmaktan âciz olan­lara beytülmalin kefaleti ve özel kaynaklan kendi ih­tiyaçlarına kifayet etmeyenlerin    temel ihtiyaçlarını tamamlaması,   bu konuda bizi te'yid eder.    Bunların hepsi, vesilelerden bir vesile ile Resûlüllahm hadîsin­de zikrettiği esas ihtiyaçları, fabrika ve benzeri mües­seselerin işçilerine temin etmeleri hususunda devletin mes'uliyetlerine açık bir şekilde delâlet eder. Mühim olan sadece vasıtalar veya sebepler değil, bilâkis mil­letin fert ve zümrelerine vergilerin    ve ganimetlerin tevziinde huzur ve emniyet   verecek olan prensipler­dir. İslâm, işçilerin bu    ihtiyaçlarını    teminat altına almakla kötü istismardan onları korumuş ve onlara hür ve saygıdeğer yaşamağı temin etmiş olur.
Bununla beraber îsîâmın, «Medeni» garpta bugün görenekte olduğumuz çirkin şekli ile kapitalizmin ya­şamasına müsamaha etmesi mümkün olmazdı.
Îsîâmın hukuk sistemleri içinde bizzat mevcut olanlarla genel prensipler hududunda kanunla ilgili olarak gelişen şartları karşılamak için meydana ge­len nizamı, kapitalizmin kötülüklerine karşı duracak, milletleri köleleştirmek, harpler, istilâlar, müstemle­kecilik, emekçi zümrenin kazançlarını istismar ve kanlarını emmek gibi kapitalizmin bugün irtikâp et­mekte olduğu şeylere katiyyen müsamaha etmeye­cekti.
Lâkin İslâm, âdeti olduğu veçhile sadece iktisadi ve gayri iktisadî kanunlarla iktifa etmek için var ol­madı. O, bunların yanında -komünistlerin alay et­tikleri - ahlâkî ve ruhî davete de ehemmiyet veriyor­du. Komünistler Avrupa'da bu cihetleri, amelî esasa dayanmayan şeyler olarak görüyorlardı. Halbuki bun­lar İslâm'da öyle değildir. İslâm nizamı birbirinden ayn olarak ruha başka bir davet; iktisadî tanzime baş­ka bir davet tevcih etmez, İslâm, ruhun terbiyesi ile toplumun tanzimini eşsiz bir sistemle birbirine mecze  der. Bunun ve onun ortasını bulur. Ferdi, nazariyet ile fiiliyat arasım birleştirmeğe çalışan fakat doğru­yu bulamıyan ve buna da gücü yetmiyen, yolunu şa­şırmış bir şaşkın olarak bırakmaz. Çünkü İslâm, koy­duğu kanunları ahlâkî bir esas üzerine ikame eder ve ahlâkî daveti kanunla beraber yürütür. Böylece iki taraf bir tek nizamda birleşir. Çatışma ve ayrışma ol­madan onlardan herbiri diğerini tamamlıyan bir bag haline gelir.
Ahlâkî davet burada lüksü yasak eder ve ona harp açar. Kazançların insanlardan belli bir zümre­nin elinde toplanması halinde başkalarının kinini cel­beden lüks ve sefahattan başka bir şey meydana gelir mi? Ahlâkî davet işçiye zulmü ve onun hakettiği üc­retinin ödenmemesini haram kılar. Kazançların belli ellerde toplanması ücretle çalışanlara zulümden başka bir yoldan meydana gelir mi? İslâmın ahlâk ni­zamı, ücretle çalışana zulmü ve ona ücretini tam ver­memeği yasaklar. İnsanı, bütün malından olmak ba­hasına da olsa yine Allah yolunda mal sarfına davet eder. Milletlerin çoğunun içinde yaşadığı fakirlik aca­ba zenginlerin mallarını sadece kendi nefislerine sar-fetmeleri ve Allah yolunda harcamamalarından baş­ka bir şeyden mi meydana gelir?.[60]
Ruhî davet insanı Allah'a bağlar. Allah rızası uğ­runda ve âhiret sevabını bekleyerek dünya ganimet ve zevklerinden uzaklaşmasını sağlar. O halde insan Allah ile kendi arasında bir rabıtası veya âhiret gü­nüne ve oradaki nimet ve azaba kalbinde biraz îma­nı varken mal için zulüm ve istismar yoluna gider mi?.. Mal toplamak maksadı ile boğuşur mu?.
Böylece ahlâki ve ruhi davetin vazifesi kapitaliz­min karşısına dikilecek olan iktisadî prensipleri hazır­lamaktır. Tâ ki bu kanunlar gelince beşerin ona olan itaati kanun korkusundan değil, ancak vicdanın derin­liklerindeki bir inanç ve arzudan kopup gelsin.
Fakat İslâm âleminde bugün en çirkin manzara-larıyla ayakta duran kapitalizme gelince, o îslâmdan değildir. İslâm da hiç bir vakit ondan sorumlu olamaz. Çünkü insanlar az veya çok hayatlarında İslâmı ha­kem tanımıyorlar veya İslâmın kendilerine hükmet­mesini özlemi yorlar. [61]
 
 
Şahsî mülkiyet fıtri bir karakter midir? Onun öy­le olmadığı üzerinde komünistler ve kuyrukları ısrar eder; derler ki;
«Komünizmin hâkim olduğu ilk cemiyetlerde hiç bir kim­senin özel bir mülkü yoktu. Her şey ancak cemiyetin mülkü idi. Sevgi, yardımlaşma ve kardeşlik cemiyetin her ferdine hâ­kimdi. Fakat maalesef bu melek devre uzun sürmedi. Ziraat keşfolunduğundan beri ekilmiş topraklar ve elde edilen mahsul­ler üzerinde anlaşmazlık canlanıp yürüdü. Harpler başladı... Şahsî mülkiyete olan sevgisinden dolayı beşeriyet, üzerine eğil­diği bugünkü duruma döndü ve onun üzerinde boğuşmaya baş­ladı. Etrafı kaplayarak uzanmış olan şu kötülüklerden kurtul­mak için ilk devresine dönmekten başka beşerin kurtuluş yolu yoktur. Öyle bir dönüş ki, orada hiçbir kimsenin özel mülkü bulunmayacak, ancak herkesin istihsal ettiği şeye herkes malik olacaktır. Böylece sevgi ve anlaşma ruhu avdet eder ve bu ruh beşeriyete hâkim olur,»
Burada komünistleri bir an kendi hallerine bıra­kacak olursak, insanın davranışlarında, duyguların­da ve fikirlerindeki fıtri ve müktesep olan hususları tahdit konusunda psikolog ve sosyologların kendi ara­larında şiddetli ihtilâfa düştüklerini görürüz. Çünküi onlar şahsî mülkiyet meselesinde anlaşmazlık halin­dedirler, şöyle ki:   İnsanı çevreleyen şartlardan sarfınazar edilince, acaba şahsî mülkiyet duygusu insan­la beraber doğan fıtri bir karakter midir? Yoksa, o çevrenin tesirinden mi meydana gelmiştir? Yâni ço­cuğu, oyuncağını ve eşyasını konuna teşebbüsüne sevk eden sebep, acaba onun oyuncağının kifayetsiz­liği veya başkasının onu olmasına karşı koyma ihtiya­cı mıdır? Meselâ: Bir yerde on çocuk olduğu halde bir tek oyuncak bulunduğu zaman çocuklar o oyun­cak üzerinde mutlaka kavga yaparlar. Lâkin on ço: cuk için on tane oyuncak bulunduğu zaman herkes kendi oyuncağı ile iktifa eder ve böyle niza' ortadan kalkar mı?
Bunlar ve onlar hakkında   bizim bazı mülâhaza­larımız olacak:
1 - O mütefekkirlerden    bir   tanesi bile,   şalisi mülkiyetin fıtri bir karakter   olmadığını kat'î bir şe­kilde ifade ve isbat edememiştir. Onlardan solcu olan­ların bütün söyledikleri: «Şahsî mülkiyetin fıtri bir karakter olduğuna kat'î   bir delil yoktur.»   sözünden ibarettir. Malûmdur ki, bu ifade ile kat'i selb arasın­da mühim bir fark vardır. Eğer onlar bunu selb eden yakini bir delil buisalardi, reddetmek hususunda te­reddüt etmezlerdi. Çünkü onların şevki tabiî'Ieri (iç­güdüleri) şahsî mülkiyetten nefret eder.
2 - Onların göstermek    istedikleri örnek -ço­cuklar ve oyuncaklar gibi - bu konuda   ortaya koy­mak istedikleri   şeye delâlet etmez.   On çocuk ve on oyuncak bulunup da sonra niza'm zail olması; bu du­rum mülkiyet için fıtri bir karakterin ademi vücudu­na delâlet etmez. Ancak bu   fıtri karakterin eşit hal­lerde herkes arasında mutlak bir müsavata rıza gös­termesinin mümkün olacağına delâlet, eder. Bu da ash selbetmez. Ancak onun gayelerini tahdit eder. Kal­dı ki bu gibi hallerde görülen, çocuklardan çoğunun, iradelerinin dışında bir mâni bulunmadıkça, diğer arkadaşlarının oyuncaklarım zorla ellerinden almak tiyle kendi ellerindeki oyuncaklarının adedini çoğalt­mağa çalışmalarıdır!
3- İlk cemiyette komünistlerin varolduğunu farzettikleri «meleklik» devresine gelince, biz böyle bir devrenin varlığı hakkında yakîynî bir deliie mâ­lik değiliz. Orada istihsal vasıta ve imkânları yoktur. O halde gayri mevcut olan bir şey üzerine nasıl niza' kopardı? Ağaçlar vasıta kullanmadan ve emek sar-fetmeden onların gıdalarını temin ediyordu. Avlan­madaki iştirake gelince, tabiatı ile yalnız ava çıkan­ları vahşî hayvanların parçalaması korkusundan do­layı avda iştirake mecburdurlar CBununla beraber cesur olanlardan bazılarının, şecaatlarmı ve seçkinlik­lerini isbat için yalnız başına ava çıkmadıklarını kat'î şekilde söylemeğe muktedir değiliz. Bu cidden mühim bir meseledir. Bir müddet sonra ona tekrar dönece­ğiz). Çünkü korktuğu ve bozulduğu için avlananları depo etmek mümkün değildi. O halde av için vaktin­de mutlaka hazırlıklı bulunmak lâzımdır. Bu mesele­de niza'm bulunmaması o devirde şahsi mülkiyet ka­rakterinin bulunmadığına bizatihi delil olmaz. Bu du­rumun hadd-i zatında üzerinde niza' yapılacak şeyin bulunmamış olmasından meydana gelmesi muhtemel­dir. Zira, ziraat keşfedilince mücadele başladı. Ya'ni o devirde, henüz harekete sevkedici faktörün bulun­maması sebebiyle o karakter gizli idi. Bilâhare sebe­bi bulununca meydana çıktı.           
4 - Hiçbir kimse bize, o zamanda, bir kadına mâ­lik olmak için, erkekler arasında mücadele yapılmadığını söyleyemez. Komünistlerin iddia ettikleri gibi o devrede cinsî iştirakin mevcut olmasına rağmen, şüphesiz hiçbir kimse o ilk cemiyette yüzde yüz ka­dında iştirakin hâkim olduğunu iddia edemez. Bilfarz onun mevcut olması dahi, rakipler nazarında, diğer­lerinden daha güzel bir kadın etrafında rekabetin mevcudiyetini meneden bir delil sayılmaz. Bu konu­da en büyük ehemmiyeti haiz olduğuna inandığımız ve hakkında araştırma yapacağımız düğümlerden (ki­lit noktalarından) birisi işte buradadır.
O da: «Her şeyin birbirine benzediği ve birbirine eşit olduğu zaman niza' ortadan kalkar.» Faraziyesi-dir. Fakat, yükseklik ve alçaklık bakımından insanlar nazarında eşya ve onun kıymet hükümleri değiştiği zaman orada rekabet ve mücadele başlar. Hatta ko­münistlerin bütün hayallerinin ve geleceğe ait ger­çekleşmesini umdukları bütün rüyalarının dayanağı olan melekler cemiyetinde bile!..
5- Son olarak hiç bir kimse o ilkel cemiyette üstünlük ve seçkinlik vasıflarında vaki rekabetin var­lığını inkâr etmez. Meselâ kahramanlık veya kuvvetlilik veya sabırlı ve metanetli olmak veyahut her han­gi bir sıfatla temayüz etmek gibi. İşte bugün iptidaî bir şekilde yaşayan kabilelerin bazısı, - ki komünist­ler ilkel toplumu ona kıyas ederler kızlarını ancak, vurulacak yüz kırbaca, zafiyet göstermeden ve of de­meden tahammül edenlere verirler, bu imtihanı ve remiyenierle kızlarını evlendirmeyi reddederler.
Niçindir' bu?.. Hangi sebebten dolayı gençler bu imtihana koşarlar, seçkin olduklarını isbata rağbet ederler. Eğer her şey mutlak eşitlik prensibi üzerine seyrediyorsa, o halde bir insanı, «Ben başkalarına eşit değilim, belki onlardan daha üstünüm.» demeğe sevkeden sebep ve saik nedir?
Burada, inandığımız ve ehemmiyetine binaen ba­his konusu yaptığımız düğümlerden başka bir düğüm daha vardır. Şöyle ki, şahsî mülkiyetin hadd-i zatın­da fıtri bir karakter olmadığı farzedüse bile, beşeriy-yet şahsi mülkiyete, ilk çağlardanberi kurtulamadığı bir başka fıtrî karakter ile bağlıdır.- O da emsali ara­sında temayüz etme arzusudur.
İslâmm mubah saydığı şahsi mülkiyetten bahset­memiz için bu nazarî bahisleri terkediyoruz. Komü­nistler diyorlar ki, bütün tarih devirleri boyunca şah­sî mülkiyete zulüm arkadaşlık etmiştir. Beşeriyetin boğuşmadan kurtulup sükûn ve istikrara kavuşması istendiği takdirde mutlaka şahsi mülkiyetin ilgası lâ­zım gelir.
Beşeriyetin ilerlemesinde ferdi karakterlerin tesirini komünistlerin görmemezlikten gelmelerinden ve yine onların daha nice hakikatleri tahrife yelten­melerinden sarfı nazar edecek olursak görürüz ki, ilk komünizm devrinde beşeriyet hiç ilerlememiştir. İler­lemeye ancak mülkiyet mücadelesinden sonra başla­mıştır. Binaenaleyh bu mülkiyet mücadelesi tamamen kötü değildir. Bu mücadelenin makûl [62]bir hudut içinde vukuu sosyal, iktisadi ve psikolojik bir zaru­rettir. Bunların hepsinden sarfı nazar ederek düşünürsek kati bir şekilde görür ve anlarız ki İslâm, beşeriyete hulul eden zulmün nıenşeinin hakikatte sa­dece şahsi mülkiyet olduğunu kabul etmez. Genel ola­rak İslâm âleminin dışında, hassaten Avrupa'da mül­kiyete arkadaşlık eden zulüm ancak oradaki mülk sahibi sınıfın, kanunu yapan ve aynı zamanda hük­meden zümre olmasından meydana gelmiştir.
Hâl böyle olunca, o zümrenin kendi menfaatleri lehine hükmetmesi, kendi çıkarlarını koruyan, başka­larının çıkarlarını zedeleyen kanunlar vaz'etmesi ta­bii idi.
Lâkin İslâmda böyle hâkim bir sınıf yoktur. Bi­lindiği gibi kanun da halk sınıflarından muayyen bir sınıfın yaptığı şey değildir. O ancak herkesin halikı olan Allah tarafından gelmiştir. Malûmdur ki, Allah Teâlâ'nm kullarından birini diğeri hesabına, veya bir sınıfı diğer bir sınıfın hesabına kayıracağı tasavvur olunamaz. O'nu öyle yapmaya hâşâ hangi şey zorla­yabilir.[63] Allah Teâlâyı bütün noksanlıklardan tenzih eder ve O'nu bütün kemâl sıfatiariyle tavsif ederiz.
İslâmda devlet reisi hür bir seçimle millet tara­fından seçilen bir şahıstır. Onu hüküm mevkiine lâyık kılan, herhangi bir sınıf meziyeti değildir. Sonra c, hükmü ele alınca, kendisini değil yalnız Allah'ın vaz'-eîtiği kanunları tatbik ve tenfiz    etmekle vazifelidir.
Onun halk üzerindeki sultası Allah'ın kanununu tat­bik etmekten daha öteye geçemez. İlk Halife Hz. Ebu-bekir (R.A) der ki: «Sizi idare hususunda Allah'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah'a âsi olursam, o zaman sizin üzerinize bana itaat et­mek lâzım gelmez.» Binaenaleyh, İslâm halifesinin, şeriatte bir imtiyaz olarak kendi şahsı veya başkası için kullanabileceği her hangi kanuni yetkisi yoktur. Bundan dolayı o, cemiyetin bir sınıfını başka bir sınıf üzerinde imtiyazlı kılmağa veya sermayedar zengin­lerin siyasi nüfuzuna boyun eğerek mal sahibi olma­yan fakirlerin aleyhine kanunlar vaz'etmeğe ne selâniyetli ne de muhtaçtır.
Biz burada İslâmın bihakkın tatbik edildiği devir­lerden bahsedeceğiz. Azılı saltanat şekline tahavvülünden sonra İslâmın idaresine giren bozukluklara bakmayacağız. Çünkü bozuk şeklile o düzen hiç bir vakit hakiki İslâm değildir. İslâmın da ondan sorum­lu olması aklen mümkün olamaz. Bundan başka, bü­tün adaleti ve örnek şekliyle îslâmm tatbik edildiği müddetin kısalığı, hiç bir vakit onun, gerçekler dün­yasında tatbiki mümkün olmayan hayalî bir nizam olduğunu da ifade ve irade- etmez. Bir kere vukua ge­lenin bir kerre daha vukua gelmesi halile. mümkün­dür. İnsanlar o örnek devrenin geri dönmesini büyük bir özlemle candan istiyorlar. Bugün müslümaniar için onu gerçekleştirmek tarihin uzak devirlerinde ata­larının elinde gerçekleşmesinden daha kolay ve akla daha yakındır.[64]
Yukarıda serdettiklerimizden anlaşılacağı veçhi­le İslâm nizamında malsahibi bulunan zenginler kendileri için kanun yapamazlar. Onlar da başkaları gi­bi, insanî hukuk ve beşeri haysiyyette herkesi bir tu­tan umumî bir kanuna boyun eğerler. Amma nasslar-dan birisinin tefsirinde ihtilâf meydana geldiği za­man yeryüzündeki bütün kanunlarda olduğu gibi orada da sadece fakîhler fikir sahibidirler[65] Bü­yük İslâm fakîhlerinin, malsahibi sınıfını korumak gayesile çalışanlar aleyhine ictihad yapmadıklarına tarih şehadet eder. Onlar daima, çalışanların hakla­rını korumağa ve onların temel ihtiyaçlarını tahak­kuk ettirmeğe daha çok ehemmiyet vermişlerdir. Islamın, işçiyi iş sahibine ortak kılması konusunda ge­çen bölümde vermiş olduğumuz misâl, kasdettiğimiz meseleyi açık bir şekilde anlatır.
İslâmm beşer tabiatı hakkındaki kanaati «Mül­kiyet daima zulüm ve istibdadı kasdeder.» şeklinde kabul olunan yanlış anlayış derecesine varacak ka­dar kötü olamaz. İslâm insan ruhunu terbiyede ve bazı insanları mal sahibi yapmada öyle yüksek sevi­yeye ulaşmıştır ki, Kur'an'da «Gönüllerinde, kendi­lerine verilenlerle ilgili bir ihtiyaç bulmazlar. Kendi­lerine ait özel bir durum olsa bile yine de başkalarını kendilerine ortak sayarlar.» [66]denilmiştir. Kur'an âyetleriyle övgülere mazhar o müsîümanlar, Allah'­ın rızasından ve sevabından başka bir şey beklemeden karşılıksız olarak başkalarını kendi mallarına ortak kılıyorlardı.
Az olmakla beraber bu eşsiz örnekleri görmemez likten gelemeyiz. Çünkü onlar, istikbale işaret eden ve günlerden   bir gün insanlığın   ulaşması mümkün olan seviyeyi müjdeliyen nur pırıltılarıdır.
Bununla beraber İslâm hiç bir vakit rüyalara dal­maz, milletin menfaatlerim bazan bulunacak veya hiç bulunmayacak iyi niyetlere terketmez. Fakat O, ruhları terbiye ve onları kötülüklerden korumağa olan aşırı ihtimamı ile gerçeklere inanır. Bu esasa da­yanan âdil bir dağıtım (inkisam) üe servetin tevziini kefaleti altına alacak kanunları vazeder. Hz. Osman'­ın, «Allah, Kur'an ile menetmediğini sultan ile mene-der.» sözünün ifade ettiği gibi işi iki cihetten teminat altına alır.
Mülkiyet fiilen tarihte bulundu, fakat ona zulüm her zaman arkadaşlık etmedi.
Geçen iki bölümde İslâm tarihinden iki misâl vermiştik. Birisi ziraat mülkiyetinden idi. Orada gör­dük ki, o mülkiyet, Avrupa'da olduğu gibi, îslâm âle­minde işi derebeyliğe götürmedi. Bu da Islâmda, de­rebeyliği meneden, işçileri mal sahiplerinin istisma­rından uzak tutan, haysiyyetli bir yaşayışı zengin ol­mayanlara da temin eden içtimaî ve iktisadî kanun­ların bulunmasmdandır.
Diğer misâl kapitalizm mülkiyetinden idi. Birini cide olduğu gibi bunda da gördük ki, îslâmm dört bun cağında kapitalizmin neş'eti farz edilmiş olsaydı, ancak îslâm ondan hayırların galip olduğu bir miktarı mubah kılacaktı, elinde bulunan kanun Ve ahlâk vasıtalarıyla zulüm ve istismarın karşısına dikilecektij Hâl böyle olunca tabiatile o zaman mülkiyet, bugün kapitalist garbın altında inlemekte olduğu kötü neti! çelere müncer olmayacaktı.   Sonra   îsîâm, mülkiyeti mutlak olarak mubah kılmadı. îslâm umumî gelir kay­naklarının, cemiyetin müşterek malı olduğunu nass ile ifade etmiştir. Bununla beraber adaleti gerçekleş­tirmenin şahsî mülkiyetin haram kılınmasını iktiza ettirdiğini anladığı zaman onu haram etti. Sonra zu­lümden ve ferdin ferde tahakkümünden emin olunca da onu serbest bıraktı. Burada konu ile ilgili bir mi­sâli İslâm âieminin dışından verelim. Meselâ Dünya Milletleri arasında millî ve unsurî temayüzle (üstün­lükle) öğündükleri herkesçe bilinen İngiliz, Ameri­kan ve Fransızlar, sevgi ve muvazene bakımından İs­kandinav devletlerinin dünyanın en ileri devletleri olduğuna şehadet etmişlerdir. Halbuki, bu devletler şahsi mülkiyeti ilga etmedi. Onların yaptıklarının hepsi ,halk sınıfları arasındaki mesafeyi yaklaştıran, sarfedilen güç ile karşılık arasında tam muadelet ku­ran âdil bir dağıtımla servetin tevziini teminat altı­na almak oldu. Bu hareket tarzı ile onlar, îslâm mef­kuresinin bir tarafım tatbikat sahasına koydukları için hakikaten dünya devletlerinin en ilerisi olmuş­lardır.
Bundan başka şurası muhakkak ki, her hangi ik­tisadî bir nizam ile onun arkasında kıyam eden fikri ve içtimai felsefe arasını ayırmak mümkün olmaz. Bugünün devletlerinin kendine çağırdığı üç nizamı şöyle bir gözden geçirecek olursak -ki, onlar kapi­talizm, komünizm ve İslâmdır görürüz ki, her biri­nin,iktisadî nizamı ve ondaki şahsî mülkiyet fikri, ken­di sosyal düşünceisyle sımsıkı irtibat halindedir. Da­ha evvel belirttiğimiz gibi Kapitalizm ferdin mukad-desîiği esası üzerine kurulmuştur. Ona göre «Ferd mukaddes bir valıktır. Cemiyetin cnun hürriyetini tahdit etmesi doğru olmaz. Bu sebepten dolayı kapitalizmde şahsi mülkiyet hudutsuz olarak mubahtır.[67] Komünizm ise, cemiyetçidir. Ona göre «Asıl olan cemiyettir. Yalnız başına ferdin hiç bir kıymeti yok­tur.» Komünizm her türlü mülkiyeti cemiyetin mü­messili olan devletin eline verir. Komünizmde şahsî mülkiyet yoktur. O, ferdi her türlü mülkiyetten mah­rum eder.
İslama gelince, onun görüşü ve sistemi başkadır. Bu yüzden onun kendine has başka bir iktisat anlayı­şı ve sistemi vardır.
İslâmm fert ve toplum hakkındaki görüşüne ge­lince o, ferdi bir anda iki sıfat sahibi bir yaratık ola­rak görür:
1 - Müstakil bir fert olarak haiz olduğu sıfatı.
2 - Cemiyette bir üye olarak haiz olduğu sıfatı. İslâm açık bir şekilde bazan bu sıfata, bazan da o sıfata cevap verir. Lâkin sonunda her ikisini de bir­leştirir, her ikisine birden cevap verir.
Fakat îslâmm bu görüşünden doğan içtimai dü­şüncesine gelince o, fert ile cemaat arasını ayırmaz ve her iki tarafı birbirini alt etmek isteyen ve birbiri ile çarpışan zıt kuvvetler haline koymaz. Madem ki her fert hem müstakil bir değer ve hem de cemiyetin bir uzvudur, o halde kanun vaz'mdan matlup olan bütün mesele, ferdî karakterle toplumsal karakter arasında muvazene kurmaktır. Binaenaleyh İslâm iki karakter­den birini diğerinin hesabına yok etmediği gibi, cemi­yet hesabına da ferdi değersiz bir şey saymaz.
Fert veya fertler hesabına cemiyet düzenini boz­madan her ferdin menfaatleri arasında bir muvazene kurar. Bunun için İslâm iktisadiyatı, kapitalizm ile komünizm ortasında yer alır. Böylece ölçülü (itidal üzere) bir görüşü temsil eder. Her ikisinin de sapıklık­larına düşmeden onlardaki değerlerin en üstün olan­larını ortaya koyar. İslâmın iktisat sistemi prensip bakımından şahsi mülkiyeti mubah sayar. Lâkın onu başı boş bırakmaz. Muhtemel zararlarına mani' ola­cak hudutlar çizer. İslâm zaruret anında şahsi mülki­yetin cemiyete ait bir maslahatı gerçekleştireceğini gördüğü zaman, cemiyete veya onun mümessili olan devlete bu mülkiyeti tanzim veya tâdil etme cevazını verir.
Böylece, İslâm, şahsi mülkiyetten meydana gele­cek zararları çeşitli vesilelerle izale etmeğe kaadir ol­duğu müddetçe onunla çelişme durumuna düşmez. Onu tanzim ve takyit hususundaki cemiyetin hakkı­nı takrir etmekle beraber prensip bakımından mülki­yet hakkını tanımak, teminatsız bir esasa göre insan­lara muamele.yapmayı gerektirecek olan ilgasından daha iyidir. Bu prensip şu esasa dayanır ki, mülkiyet ne tamamen fıtri bir karakter ve ne de tamamen be­şeri bir zarurettir. Son zamanlarda Rusya'nın muay­yen hudutlar dahilinde mülkiyetten bazı kısımları serbest bırakmağa mecbur kalması, beşerî fıtrata, ica­betin ve iktisadî işlerde onu esas almanın daha hayır­lı ve verimli olduğuna kuvvetli bir burhandır. Ve fert ve toplum için mütesaviyen Çeşit olarak) daha hayırlı olan şahsî mülkiyete cevaz vermektedir.               
Biz tekrar onlara döner ve sorarız: Şahsi mülkiyeti neden ilga edelim? Hangi gaye için İslâmdan, onu ilga etmesini isteyelim?
Komünistler derler ki, insanlar arasında teessüsü istenilen eşitliği sağlayan, istilâ ve hâkim olma karak­terini iptale giden tek yol ancak şahsî mülkiyetin ilga4 sidir. Böyle diyen Rusya, istihsâl vasıtalarının mülki yetini tamamen ilga etti. Fakat bunun arkasından varmak istediği hedefe ulaştı mı?                              
Birinci cebri ve eşit çalışma şeklinden sonra Rus­ya Stalin devrinde, kendi çalışma arzu ve iktidarı olanlara ek ücretler mukabilinde çalışma serbestliği ver­meğe mecbur kalmadı mı? Bununla bizzat işçiler arasında ücretlerde bir farklılık meydana gelmedi mi?   
Bu da haddizatında komünizme aykırı değil mı? Sonra Sovyet Rusya'da acaba bütün insanların aldıği ücret eşit midir? Meselâ mühendis, işçi gibi mi ücret alır? Doktor, hastabakıcı gibi mi ücret alır? Rusya'da en yüksek ücretin mühendis ücreti olduğunu bizzat komünizmin davetçileri ve elebaşıları ilân ediyorlar! Orada gelir bakımından ileri olan zümre sanatkârlar! dır. Böylece onlar, Rus milletinin bir takım sınıflara bölündüğünü ve bu sınıflar arasında ücret bakımın! dan farklılık bulunduğunu bizzat kendileri itiraf edil yorlar. Bu durum işçiler arasında olduğu gibi bir tek sınıfın fertleri arasındaki eşitsizliğe ilâve olarak veril! mistir.                                                                         
Netice olarak başkalarından üstün olma şeklin deki arzu ve hakimiyete inkılâp etmek suretiyle Komünizmin iddia ettiği eşitlik karakteri bozulmuştur. O halde sigortaların, fabrikaların, dairelerin, komi­serliklerin reislerini nasıl seçer? Rusya'ya hükmeden komünist partisindeki azalardan çalışkan olanını, ça­lışkan ve dirayetli olmayanından nasıl ayırt eder?
Hal böyle olunca şahsî mülkiyetin ilga veya ib-kasmdan sarfınazar ederek meseleyi ele alırsak, üs­tün gelme, tahakhüm etme temayülü insanın yapısın­da mevcut değil midir?
Mülkiyetin ilgası, madem ki komünistlerin insan­lığı kurtaracağını iddia ettikleri kötülüklerde insanı kurtarmamışsa acaba bizi insanın tabiî karakteri ile çarpışmağa, herhangi bir şekilde tahakkuku müm­kün olmayan bir hedefin yolunda fıtrî karektere taz­yik yapmağa sevk eden sebep nedir? Yoksa onlar Rus-ya'daki farklı durumun bir sınıfla başka bir sınıf ara­sında veya bir fertle başka bir fert arasında mahru­miyet veya lüks derecesine ulaşmayan yakın ayrılık­lar olduğunu mu söylemek isterler?
Onlara deriz ki, evet İslâm, insanları birbirinden uzaklaştırıcı fetrikaları ortadan kaldırmağı, lüksü haram edip mahrumiyeti yok etmeği komünizmden 1300 sene evvel prensipleri arasına koydu.
Lâkin İslâm bunu sadece kanunî müeyyidelere bırakmadı. Bununla beraber o kanunların ve prensip­lerin yanında insanların Allah, sevgi ve iyilik hak­kındaki inanç ve düşüncelerine de önem vermeği ve onların tabiî şartlarını nazarı itibara almağı ihmal etmedi. [68]
 
 
«Rızıkta Allah bazınızı bazınıza üstün kıldı...» [69]
«Onların bazısını derece bakımından bazısının üs­tüne çıkardı...» [70]
Ey müslümanlar!... Bu, Kur'anda varit değil mi­dir?... O hâlde îslamın sınıflar nizamını kabul etme­diğini nasıl iddia edersiniz.
îslamın onu mubah kılıp kılmadığını bilmemiz için ilk önce «Sınıflar nizamı» nasıl bir şey oldu­ğunu bilmeğe muhtacız.
Meselâ orta çağ Avrupasmm tarihini gözden ge­çirdiğimiz zaman orada, insanların asiller, ağalar (Şe­rifler) , din adamları ve halk sınıflarına ayrıldığını gö­rürüz. Bu sınıflar ilk bakışta herhangi bir hataya düşmek mümkün olmayacak şekilde - birbirinden farklı ve evsafı tahdit edilmiş sınıflardır.
Dîn adamlarının, kendilerini başkalarından ayı­ran özel elbiseleri vardı. O asırlarda en büyük sulta onlarda idi. Papa krallara ve patronlara kafa tutan bir sultaya sahipti. Kralların millet üzerindeki salta­natlarını ancak kendisinin verdiğini iddia etmek is­terdi. Halbuki onlar papanın sultasından kurtularak, kendi kendilerine müstakil olmak istiyorlardı. Kilise­nin, dindar kimselerin vakıflarından ve kilisenin in­sanlara yüklediği vergilerden meydana gelen pek çok mallan, hatta bazı zamanlarda tam teçhizattı ordu­ları bile vardı.
Zenginler ve asiller sınıfına gelince, bunlar şere­fi birbirlerinden miras olarak elde eden sınıftı. Ço­cuk doğduğu günden itibaren kendini şerefli (şerif) bulurdu ve bu zümrenin hareket ve davranışlarının, iddia ettikleri bu şeriflikle alakalı olup olmaması bir tarafa, hayatı boyunca şerif olarak kalırdı. İmtiyaz­larına gelince, derebeylik devrinde, kendi beyliği da­hilindeki halkın üzerinde mutlak bir tahakkümden ibaretti. Kanun yapma, hüküm verme ve verilen hü­kümleri infaz etme sultası sadece kendilerine ait bir şeydi. Onların görüş ve arzuları halk üzerinde tatbik edilen biricik kanundu. Memleketin kanunlarını ya­pan meclisler onlardan teşekkül ederdi. Bu yüzden ta-biatiyle onların yaptıkları kanunlar kendilerini koru­mağı, kendi ihtiyaçlarını muhafaza etmeği ve sahib bulundukları mukaddeslik sıfatını çoğaltmayı hedef tutardı.
Millete gelince, o hiç bir hakkı, hukuku ve imti­yazı olmayan bir sürüden ibaretti. Sadece verilen va­zifeleri yapmak mecburiyeti vardı. Böylece halk ta­bakası nesilden nesile köleliği, fakirliği ve zilleti te­varüs ederdi.
Bundan sonra Avrupa'da asillerin imtiyaz ve mevkilerine rekabet eden ve yeni bir sınıfın doğmasına .. sebep olan bir takım iktisadi mühim gelişmeler oldu. O yeni sınıf buruva sınıfıdır. Bu sınıfın kuman­dası ve halkın desteğiyle, o zaman ayakta duran sı­nıflar nizamını zahirde ilga eden, nazari ola­rak hürriyet, kardeşlik ve eşitlik prensiplerini vaz'eden Fransız İhtilâli doğdu.
Bu sermayedar sınıf yeni çağda eski asiller sını­fının yerine geçti. Lâkin perde arkasından ve iktisadî gelişmelerin icabettirdiği bazı tadilât ile Halbu­ki cevher değişmedi. Zira onlar hâkimiyet sultasının dümenini çevirecek olan malî kuvvet ve kudrete mâ­lik bir sınıftı. Demokratik seçimlerde kendini göste­ren hürriyetin dış görünüşüne rağmen, kapitalizm, parlamentoya ve hükümet mekanizmasına giden yo­lu keşfetti ve çeşitli isimler altında istediklerini do­lambaçlı yollardan tatbik sahasına koydu.
Hâlâ İngiltere'de - Bize söylenmiş olduğu gibi demokrasinin beşiği olan resmî bir sıfatla «Lortlar Kamarası» diye adlandırılan bir meclis devam etmek­tedir. Servetin parçalanmasına mani olmak, asil «aile­ler» in servetlerini muhafaza etmek, orta çağdaki feodalite sınıfında olduğu gibi veraset yolu ile gelen şereflerin aleddevam kendilerinde kalmasını temin et­mek için, en büyük erkek evlâttan başka kız ve er­kek çocuklarının hepsini mirastan mahrum etmeği hedef tutan ve aslında derebeyliğe ait olan bir kanun, orada meriyettedir.
İşte sınıflar nizamı ancak bu söyledikîerimizdir. Ve bu bir emel hakikatte özetlenir ki, o da «Servete sahip olan sınıf hükmetme selahiyetini de haizdir». Bu sınıf doğrudan doğruya veya dolayısıyla bizzat kanun yapma yetki ve vasıtalarına mâlik olur. Böylece kendini himaye etmek, halkı kendi buyruğuna boyun eğer hale getirmek, hâkim sınıfın şehevi arzularını tatmin etmek gayesiyle halkı kendi öz haklarının çoğundan mahrum bırakacak kanunlar yapar.
Bunları idrak ettiğimiz zaman hemen anlarız ki, İslâmda sınıflar nizamı mevcut değildir. İlk olarak bilinmelidir ki, Avrupa'daki asiller sınıfında olduğu gibi İslâmda miras yolu ile elde edilen meziyetler yok­tur. Tabiatiyle saltanat verasetinin ve (Hâkim aile) adı altındaki asiller ve emirler sınıfının var olması hâdisesini hesabımızın dışına çıkarırız. Çünkü onla­rın hepsi, İslâmiyet ile ilgisi olmayan şeylerdir. Bun­ların İslâm beldelerinde bulunması, şarap içen veya kumar oynayan veya riba ile muamele yapan müslü-m anların, bulunmasından daha öteye gitmez. Bunun­la beraber günlerden bir gün hiç bir kimsenin çıkıp da onlara bakarak İslâmm şarabı, kumarı ve ribayi mubah kıldığını iddia etmesi mümkün olmaz.
İkinci olarak İslâm nizamında servetin belli kim­seler elinde toplanmasını sağlayan kanunlar yoktur ki, o muayyen kişiler veraset yolu ile onu elde etsinler ve onların elinden hiçbir zaman servet dışarı çıkma­sın. İslâm onu çirkin addederek bu hususta sarahaten «Sizin aranızda servetin sadece zenginler elinde do­laşan bir şey olmaması için.»[71] demiştir. Bir başka bakımdan İslâm, sürekli bir vesile ile serveti parçala­mak, bir takım yeni nisbetlerle devamlı olarak cemi­yetteki servet tevziini yenilemek gayesiyle, fertlerin büyük bir çoğunluğuna serveti tevzi eden miras kanunlannı vazetmiştir. Böylece hiç bir nesil geçmez ki, insanlar arasında servetler dağılmış olmasın.
Kardeşleri ve akrabası olmayan bir. tek çocuğun bütün servetleri varis olduğu nadir ve müstesna hal­lerle hüküm vermek ve bunu bütün nizamı tenkit et­meğe vesile ve kaide itibar etmek yerinde olmayan bir davranıştır.
Bununla beraber şüphesiz İslâm veraseti kolay­lıkla geçip giden bir şey olarak bırakıvermedi. Yakın­lardan başka, mahrumiyet içinde olanlara terekede, asrımızda tereke vergisine benzeyen bir hisse tesbit etmiştir. «Miras taksiminde yetimler, akrabalar ve mis-.pânler bulunurlarsa onları da o mirastan rızıklandi-rınız ve onlara iyi sözler söyleyiniz.[72]
Bu yol ile İslâm, servetlerin bir yerde yığılmasını önler, bir sınıfı değil birçok fertleri servet sahibi ya­par, öyle fertler ki, yeni nisbetlere göre servetin tev­zii gerekçesiyle ellerinde toplanan servetler durmadan parçalanır.
Gerçek tarih şehadet eder ki, servetler İslâm cemi­yetinde devamlı intikal halinde idi. Bugün zengin olan yarın fakir düşebilirdi. Bugün fakir olana da her­hangi bir yoldan servet intikal ederdi. Binaenaleyh kendi özeltasarrufu ve hayatının' özel şartlarına gö­re herhangi bir şahıs ile zengin veya fakir arasında yapmacık manialar meydana gelmezdi.
Eurada ispatı bizi alâkadar eden şeylerden en önemlisi, geçen bölümde, İslâm kanunlarının ve onla­rı yapıp yürütmenin   muayyen bir   sınıfın mülkü olmadığına işaret etmemizdir. İslâm devletinde hiç bir kimse kendi mizacına göre kanun yapma selâhiyetini hâiz değildir. Çünkü, hiç bir kimseyi kayırmadan ve hiç bir kimseye zulmetmeden herkese hükmeden an­cak gökten indirilmiş olan İslâm şeriatıdır. Bununla, İslâmda bir takım sınıfların bulunması iddiası tama­men sukut eder. Çünkü sınıfların bulunması ayrılmaz bir bağ ile kanun meziyetine bağlıdır. Bu meziyet ba­tıl olunca, hiç bir kimsenin, başka bir şahsın hesa­bına kendi menfaatlerini koruyan bir kanun yapma­sı kudreti dahilinde değildir. O halde sınıflar nizamın­dan geriye ne kaldı ki?..
Böylece bu bölümün mukaddimesinde tesbit etti­ğimiz iki âyetin mânâsı nedir? Her iki âyet dünyanın her yerinde gerek İslâm gerekse başka nizamların gölgesinde emri vakii ispattan daha öteye gitmez. Şöyle ki: Muhakkak insaniar derece ve rızık bakı­mından birbirinden farklı durumlar içindedirler. Eğer böyle olduğunda, şüphe edilirse misâl olarak eşitlik iddiasında bulunan Rusya'yı ele alalım. Orada bütün insanlar aynı ücreti mi alıyorlar? Yoksa onlardan bir kısmı rızık ve yaşayışta diğerlerinden farklı değil midir?.. Yine orada bütün insanlar hâkim yani reis midirler veya mahkûm mudurlar?.. Onların hepsi su­bay mıdır, yoksa er midir?. Veya onlardan bir kısmı diğerlerinin üstünde bir çok derecelere yükseltilme­mişler midir?
Muhakkak ki, bu türlü farklılık kaçınılmaz bir şeydir. O her yerde vaki bir hakikattir. O, iki âyet, ne üstünlüğü icabettiren   muayyen bir sebebi şerhedir, ne de belli bir sebeple insanları kayıtlar. O âyet­ler, üstünlüğün kapitalizm, komünizm veya İslâm se­bebiyle olduğunu söylemez. O, üstünlüğün yeryüzü ölçüleri ile daima âdil veya zâlim olacağını da söyle­mez... Âyetlerde bunlardan hiçbir şey mevcut değil­dir. O, iki âyet ancak der ki; şüphesiz o, her yerde gö­rülen bir şeydir. Tabiatiyle yeryüzünde cereyan eden her şey. Allanın iradesi tahtmdadır. Yoksa tam bir ahmaklık içinde Benî İsrail'in «Allah'ın nüfuzu Mısır ve Filistin'e münhasırdır, yeryüzünün geri kalan kı: sımlarında vukua gelenler Allah'ın irade ve nüfuzu­nun dışındadır» şeklinde itikat ettikleri gibi, komü­nistler de «Allah (C.C.) m nüfuzunun îslâm âlemine münhasır» olduğunu mu itikat ederler?
Kur'an'ıa sarih ifadesiyle İslâm'da bir tek sınıf vardır. O da köleler sınıfının vücûdudur. Lâkin biz kâ­fi derecede ondan bahsetmiş ve demiştik ki, kölelik bütün ile geçici bir nizamdır. İslâm, onu bir takım ge­çici şartlar sebebi ile elinde olmayarak yasak etme­miştir. Kölelik İslâm cemiyetinin temellerinden bir te­mel değildir, O geçici bir zarurettir. Bununla beraber İslâm, köleye acaba nasıl muamele ediyordu?..
Kölelik bahsinde söylediklerimizi tekrara lüzum yok. Hz. Ömer'in vazettiği meşhur «îslâmda sınıflar» kaidesini zikredelim : O, İslama isimle girmenin ken­disini temizlememiş olan, cahiliyet gururu içinde iba­dullahı tahkir eden, kibir ve azamet kuyruklarım sü­rüyerek Hacca giden şerifin (Kabile Reisi) kıssasıdır. «De ki, iman etmediniz. Lâkin müslüman olduk deyi­niz. İman henüz sizin kalblerinize girmedi.[73]
Şerifin, gurur ve kibirin nişanesi olarak yerlerde sürünen elbisesinin üzerine, tavaf esnasında bir köle­nin ayağı değer. Bunun üzerine köleye bir tokat atar. Köle Hz. Ömer'e giderek şerifi şikâyet eder. O zaman Hz. Ömer köleye «zararı yok, o bir şeriftir, sen bir kö­lesin, o bir sınıftan sen başka bir sınıftansın, o senin sahip olmadığın haklara sahiptir.» mi? dedi. Hz. Ömer kölelerin eşraf sınıfının elbiselerine basmalarını ya­saklayan veya efendilerin tokatlarını kabule mecbur eden bir kanun mu yaptı?
Asla!.. Bu konuda vukua gelen herkesçe bilinen bir şeydir. Sebeplerden herhangi bir sebebe bağlı ola­rak nzıkta veya sosyal durumda aralarında bir ay­rılık olmasına rağmen Hz. Ömer bu hâdisede kısasın tatbik edilmesi hususu üzerinde ısrarla durdu, Bir be­şerle başka bir beşer arasında fark gözetmeyen Allah'­ın şeriatının yerine getirilmesi için o mütekebbir şe­rife kölenin de tokat    vurmasını emretti. Şerif bunu anladı. Bu, ona çok ağır geldi. Günahkârlık şaşkınlı­ğı kendisini yakaladı. Hayatta kendisi.ile her insanın arasını eşit kılan Allah'ın keskin şeriatının hükmün­den kurtulmağa   teşebbüs etti.    Çaresiz kalınca Hz, Ömer'in huzurundan kaçtı. Sonunda İslâmdan irtidat eti.
işte İslâm budur. Onda sınıflar yok. Sınıflar için teşriî meziyetler de yok.
Servetlere ve onda insanların birbirlerinden fark­lı durumda olmalarına gelince; bu başka bir konudur. İslâm, halk sınıflarına vermediği teşrii veya kazai hakları idarecilere de vermediği için sınıflar mesele­siyle zihinlerimizi karıştırmak doğru olmaz. Bilhassa bir tek yol ile kanun, hayalât   ve nazariyat âleminde değil, gerçekler âleminde insanlara tatbik olunmakta devam ettiği müddetçe...
Biz gördük ki, İslâm nizamında, arazi sahipleri­nin başkalarını köleleştirmeği veya arazi mülkiyeti­ni istismar etmeği sağlayan haklar tanınmamıştır. Eğer kapitalizm îslâmî bir cemiyette hakikaten bu­lunmuş olsaydı onun mülkiyetinde de hâl böyle ola­caktı. Bilhassa milleti idare eden hâkimin nüfuzunu, sermayedar sınıfın desteğinden almamış olması, halk tarafından seçimle gelmesi ve Allah'ın şeriatını tatbik ile mükellef olması, zenginlerin idareciler üzerindeki tesirini yok eder.
Daha evvel zikrettiklerimiz bunların hepsine ilâ­ve olunur. Şöyle ki : Yeryüzünde, bütün fertlerin ara­sında servet eşitliğini sağlayan hiçbir millet yoktur. Hattâ doğru veya yanlış bütün sınıfları ilga ettiğini iddia eden Rusya'da, birbirinden büyük uçurumlarla ayrılan sınıflar, eşitsizlikler ve tahakkümler eskisin­den çok daha fazladır.. [74]
 
 
Ey İslâm davetçileri, temenni ettiğiniz sosyal adalet bu mudur?. O. halkın, hayır sahibi zenginlerin vereceği sadakala­ra muhtaç olarak yaşaması mıdır? Buna adalet mi orsunuz? İnsanın değerini düşüren bu duruma rıza mı gösteriyorsunuz?
Komünistlerle, ruh ve fikirlerini müstemlekecili­ğin köleleştirdiği, bu yüzden ne düşünüp ne söyledik­lerini farkedemez hale gelmiş batı hayranları işte sa­na, böyJe derler. Onların en bariz hataları ve o hata­ların da en tehlikelisi, zekâtı, zenginlerin fakirlere ih­san (hayır) olarak verdikleri bir sadaka zannetmele­ridir. Gerçekleri olduğu gibi gören sağ duyu sahibi hiç bir insanın, meseleyi bu şekilde tasavvur etmesi­ne imkân yokur. İhsan ve hayır yapmanın hiçbir ka­nun veya hâkimin zorlaması olmadan gönüllü bir ha­reket olduğunu anlatmak için en basit bir mantık an­layışı kâfidir. Zekât ise kanunun tesbit ve takrir ettiği bir farizadır. Onu vermekten imtina edenlere karşı devlet harbeder. Eğer vermemekte ısrar edenler olur­larsa, icabında onları öldürür. Çünkü, bu durumda ısrar edenler artık mürted (dinden çıkmış) itibar olu­nurlar. Vicdanın sesine bırakılmış olan ihsanda (gönüllü iyilikte) böyle cezri bir hareket caiz olur mu?..
Şüphesiz zekât, malî bakımdan, dünya iktisat ta­rihinde ilk nizami vergidir. Ondan evvel vergiler, reislerin arzularına göre ve şahsî ihtiyaçlarını karşıla­mak için mala olan ihtiyaçları miktarınca takdir edi­lirdi. O vergi yükünü de daima zenginlerden fazla fa­kirler veya tamamen fakirler taşırdı.
Birinci hakikat: İslâm geldi, vergi toplama işini tanzim etti, vergi için normal haddi aşmayan, belli nisbetler koydu. İslâm bu yükü zenginlere ve orta hal­lilere yükledi. Fakirleri bundan muaf tuttu.
Bunlar, zekâtın ne olduğu hakkında zihinlerimiz­de karar kılması lâzım gelen ilk hakikatlerdir. Bu ha- . kikat ise, münakaşa ve delile muhtaç olmayan bir be­dahettir.
İkinci hakikat : Zekât hasılatını fakirlere tevzi eden zenginlerin kendisi değil, bizzat devlettir. Zekâ­tı toplayan da, onu tevzi eden de ancak ve ancak dev­lettir. Beytülmal (hazine, genel bütçe) zekâtı topla­yan, sonra onu çeşitli devlet müesseselerine tevzi eden Maliye Bakanlığından başka bir şey değildir. Kazan­maktan tamamen âciz olanların veya normal yaşayış için gelirlerinin kifayetsizliği   sebebiyle geçim sıkın­tısı içinde bulunan   muhtalçarm ihtiyaçlarını devlet tekeffül ediyor idiyse bu hiçbir vakit ihsan olarak faz­ladan verilen   bir şey değildir ve  onda muhtaçların şeref ve haysiyyetlerine dokunacak bir cihet de yok­tur. Acaba devletin maaş verdiği memurlar veya pat­ronların yanında çalışan işçiler zenginlerin hesabına yaşayan dilenci olduklarını mı hissederler?
Kazanmaktan   âciz olan   çocuklara   ve yaşlılara devletin   insanlık adına, onunla mükellef olduğu müddetçe, hazineden sosyal yardımda bulunması onların haysiyy etlerini zedeler mi?.. İçtimaî zulümde uzun bir bocalamdan ve bir çok denemelerden sonra ancak bugün devletin ulaştığı kefalet prensibi yeni bir sistemdir. Avrupa'nın karanlıklar içinde yaşamak­ta olduğu bir zamanda bin üç yüz kusur sene önce onu takrir etmiş olması, İslâmın mefahirindendir. Yok­sa bize garpan veya şarktan geldiği zaman mı güzel ve berrak olur nizam?.. Böyle ise ne kadar yazık!..
Lâkin, İslâm bunu savunduğu zaman gerilik ve düşüklük olur, öyle mi? Hepimiz bunu düşünmeli ve nasıl gafil avlandığımızı bilmeliyiz.
Üçüncü hakikat: Sadr-ı İslâmda, insanların ha­yatı iktiza ettirdiği için, her ne kadar zekâtın verilme tarzı nakden veya aynen fakirlerin eline verme şek­linde ifa edildiyse de îslâmda zekâtı tevzi için tek yo­lun bu olduğunu nass olarak ifade eden şer'î bir ge­rekçe yoktur.
îslâmda zekâtı, müstehak olan fakirlerin çocuk­larını okutabilecekleri parasız okullar, tedavi edile­cekleri parasız hastaneler, onlara yaşama kolaylığı temin edecek yardım dernekleri, devamlı olarak ka­zanç getirecek ve istifade etmeği sağlıyacak fabrika­lar ve müesseseler şeklinde vermeği meneden serî bir hüküm de yokur. Yeni Çağın sosyal yardımlaşmada vardığı son çareler de bunlara eklenir. Zekât nakit ola­rak ancak hastalık, ihtiyarlık veya çocukluk sebebiîe âciz durumda olanlara verilir. Bunların dışındaki muh­taçlar zekâtı iş ve hizmetler şeklinde alır.
Dördüncü hakikat: Zekât mallarından aldıkla-riyle yaşayan bir kısım fakirlerin bulunması, İslâm cemiyetinin kaidelerinden bir kaide değildir. İslâm, bu meselenin tatbikatında Ömer ibni Abdülaziz devrinde örnek şekline ulaşmıştır. Çünkü, onun zamanın­da zekât toplanıyor, fakat toplanan zekâtı dağıtmak için fakir kimseler bulunamıyordu. Bu hususta Yah­ya ibni Said der ki: «Ömer ibni Abdülaziz beni, Af-nkaya ait zekâtı toplamak vazifesiyle oraya gönderdi. Gittim, zekâtları topladım, topladığım zekâtları ver­mek için fakirler aradık. Hiçbir fakir bulamadığımız gibi bizden onu almayı kabul eden bir kimse de bu­lamadık. Çünkü, Ömer ibni Abdülaziz kendi devrinde insanları zengin etmişti.»
Fakirlik veya muhtaçlık her cemiyete arız olan bir haldir. Onu karşılamak için mutlaka bir kanun lâzımdır. İslâm, zuhurundan beri devamlı olarak ken­di havzasına, servet muvazenesi bozuk yeni toplum­lar ilâve ediyordu. Binaenaleyh, bu cemiyetleri yavaş yavaş Ömer ibni Abdülaziz devrinde İslâmm ulaştığı örnek duruma ulaştırmak için, bu türlü kanunlar lâ­zımdı.
Bu söylediklerimiz zekâta ait olan bir durumdur. Asıl sadakalara yâni zenginlerin teberru ihsan ola­rak çıkarıp verdikleri mallara gelince, fiilen İslâm on­ları takrir etmiş, insanları sadaka vermeğe davet et­miş ve sadakatlar için çeşitli şekiller koymuştur. Sada­ka, ana-babaya yardımdan tutun da genel olarak muhtaçlara yardıma, iyi hareket ve güzel söze ve kö­tülükten sukut edip uzaklaşmağa kadar uzanır.
Hiçbir kimse, insanın kendi yakınlarına iyilik et­tiği zaman onların duygularına kötülük yapmış ve onlara hakaret etmiştir, diyemez. Bu ancak sevgi, karşılıklı yardımlaşma, eksikleri tamamlama ve kalbîeri ısındırmadır. Kardeşine bir hediye, veya akrablanna bir ziyafet verdiğin zaman bu hareketinle onlara hür­met ve saygı göstermiş olman gayet tabiîdir. Hiç bir zaman bununla onların hased, düşmanlık, küçüklük ve kırgınlık duygularını harekete getirmiş olmazsın.
Amma miskinlere aynî bir hibe verme meselesine gelince, onun mahiyeti Sadr-ı İslâm'daki zekâtın ma­hiyetidir. O zamanki hayat şartları, muhtacın yardım feryatlarını durdurmak, mahrumiyet içinde kıvranan­ların yardımına koşmak için, o tarzı normal bir vesile olarak kabul ediyordu. Lâkin o, değiştirilmesi ve kaçı­nılması mümkün olmayan yazılı tek yol değildir. Şüp­hesiz onun yolları pek çoktur. Sosyal hizmetler yapan müessese veya cemiyetlere, sadakaların teberru şek­linde verilmesi mümkün olduğu gibi mali hususları karşılamak için, muhtaç olan bir müslüman devlete yardım olarak vermek dahi mümkündür.
Sonra başka bir yönden de sadakanın durumu zekâtın durumu gibidir. Madem ki, cemiyette fakirler vardır, o halde onların da hayatın tadını tatmaları için çeşitli yollarla onlara yardım etmek lâzımdır. Lâ­kin İslâm cemiyetinde düşünülen, hiç bir vakit bir kısım fakirlerin bulunması değildir. İslâm cemiyeti ör­nek haline ulaştığı zaman daha evvel ulaştığı gi­bi- haliyle zekâttan müstağni olur. îşte o zaman ih­sandan da müstağni olur. Nihayet bunun ve onun için, yeryüzünde herhangi bir cemiyetin müstağni olamıyacağı mahdut masraflar kalır. O da mücbir sebep­lerden herhangi bir sebebin arız olması dolayısiyle çalışmaktan âciz olanların kefaletidir.
Bizim söylememiz lâzım gelen İslama ait en bü­yük hakikat, onun hiçbir vakit fakirlerin hayatını zenginlerin verecekleri ihsanlara dayamamış olduğu gerçeğidir. Devletin, âcizlerin hayatını tekeffül pren­sibini ve bunun, teberru ve ihsan şeklinde yapılan yardım tarzından üstünlüğünü zikretmiştik. Ayrıca îs-lâm devletinin, çalışmağa iktidarı olan her fert için bir iş temin etmekle mükellef olduğunu da zikredelim. Bir adam Peygamberimize gider, ondan kendisini yaşa­tacak bir şey ister. Peygamber ona bir balta ve bir de ip verir, onun dağa gidip odun kesmesini ve kestiği odunu satıp onunla geçinmesini emreder, sonunda kendisine gelmesini ve ne yaptığını haber vermesini söyler.
20. asırda hadiseleri ancak şekilleriyle görenler zannederler ki, bu meselenin ihtiva ettiği bütün ger­çekler, bir balta, bir ip ve bir adamdan başka herhan­gi bir ilgisi olmayan ferdî bir örnektir. Halbuki, bu­gün hayat, muazzam fabrikaları, milyonlarca işçile­ri ile çeşitli ihtisas dallarına sahip muntazam bir dev­let sistemi içindedir.
Bu iddialar basit bir düşüncenin eseridir. Çünkü bin sene önce Peygamberin fabrikalardan ve buna benzer iş kurumlarından bahsetmesi ve onlar için ka­nunlar vazetmesi matlup değildi. Eğer onu yapmış ol­saydı hiçbir kimse onu anlamazdı. Çünkü, onun vazi­fesi ancak kanun için gerekli olan genel esasları vaz­etmek ve bu esaslar çerçevesinde kendisine münasip düşen tatbikatı çıkarmağı, her neslin kendisine bı­rakmaktı, îşte zikrettiğimiz meselede sarih esaslar vardır:
I - Devlet reisi olarak    Resûlüllahın bu adama bir iş temin etme mes'uliyetini duymuş olması.
II - O günkü çevrenin tabii duruumna göre bir iş bulması.
III - Tekrar gelip kendisine durumunu haber ver­meyi istemekle vatandaşa karşı olan mes'uliyetini te'-kiden ikrar etmiş olması ve   dolayısiyle tatbikatın da kontrol edilmesi.
Bu mes'uliyet, siyaset ve sosyolji ilminde en yeni nazariyelerin ulaşabildiği mes'uliyettir. Fakat irade­sinin dışında bir sebepten dolayı devletin, iş sahaları açmaktan âciz olduğu zamanlara gelince, işsizlerin, devlete ve cemiyete karşı haysiyyetlerini muhafaza etmeleri için ihtiyaçlarına cevap verecek miktarı Beytülmalden yardım olarak vermek suretiyle onların ha­yatlarını teminat altına almak da devletin vazifesi­dir. [75]
 
 
Bugün Şarkta «Kadın Hakları ve Erkekle Tam Eşit­lik» adını taşıyan bir fitne rüzgârı esmekte...
Kızgınlığa benzeyen bu esintinin ortasında bazı haysiyyetteii mahrum kişiler, îslâmm adiyle alay edi­yorlar. Onlardan bir kısmı insanları aldatmak maksadile diyor ki:
îslâm her hususta iki cinâ arasında eşitlik esasını kabul etmiştir. Veya onlardan bazısı da cehalet veya gayretleri yü­zünden diyor ki : Muhakkak İslâm kadına düşmandır, onun haysiyetini azaltır, büyüklüğünü küçümser, kişilik duygusunu yıkar, onu Jıayvaniyete daha yakın bir mertebede erkek için hissî bir meta, başka bir şey için değil, sadece üremek için bir vasıta sayar... Kadın bu durumda erkeğin yanında tâbi mevki­indedir. Erkek her şeyden ona hâkimdir ve her hususta'ona üstün durumdadır.
Bunlar ve onlar İslâmm hakikatini bilmiyorlar ve­ya bümemezlikten gelerek bulanık suda balık avla­mak isteyenlere avı kolaylaştırıyorlar, cemiyette fesa­dın yayılmasını ve fitnenin zuhurunu arzuluyor ve bunun için de hak ile batılı birbirine karıştırıyorlar.
îslâmda kadının gerçek yerini beyan emeden ön­ce, Avrupa'daki kadın meselesinin tarihçesine sür'atle şöyle bir bakmamız yerinde olur. Çünkü bu, taklit yoliyle şarkı ifsat eden fitnelerin menbaidır.
Vaktile Avrupa ve bütün dünyada, kadın hesaba katılmayan bir sürü idi. Âlimler ve filozoflar, kadın hakkında şöyle münakaşa ediyorlardı:
Kadının ruhu var imdir, yoksa o ruhsuz bir ya­ratık mıdır? Eğer onun! bir ruhu varsa, acaba o, insan ruhu mudur, yoksa hayvan ruhu mudur?.. Onun in­sanî bir ruha sahip olduğu farzedüdiği takdirde o za­man, onun erkeğe nisbetle insanî ve içtimaî durumu kölenin durumu mudur, yoksa o, köleden biraz daha yüksek bir yaratık mıdır? Hattâ, Yunan'da veya Roma İmparatorluğunda olsun kadının sosyal ve haysiyyet-li bir mevkie sahip olduğu kısa devrelerde bile bu durum bir cins olarak kadına ait bir meziyyet değildi. Bu durum ancak şahsî sıfatları sebebiyle mahdut ka-. dınlara veya meclislerin süsü, aralarında öğünme ve gösteriş vesilesi olarak onları teşhir etmeğe meraklı zengin ve müsriflerin israf ve lüks vasıtalarından bir vasıta olmaları hasebiyle başkentin kadınlarına has bir durumdu.
Lâkin buna rağmen kadın, erkeğin gönlüne sev­dirdiği şehvetlerden sarfı nazar ile kendi kişiliği için­de kendine has bir haysiyyete sahip olmağa lâyık ve insanî bir mahlûk gibi hiçbir zaman hakiki ihtiram mevkiine yükselemedi. !
Böylece bu durum Âvrupada kölelik ve derebey­lik devirlerinde de devam etti.
O devirlerde kadın cehalet içine gömülmüş oldu­ğu halde, bazan şehvet ve lüks oyuncağı olarak kulla­nılır, bazan da yiyen, içen, gebe olan, duran, hayvanlar gibi geceli gündüzlü çalışan ihmale uğramış bir yaratık olarak kendi haline terkedilirdi. Hattâ bu du­rum sanayi ihtilâli gelip çatıncaya kadar devam etti. Bu sefer kadına isabet eden felâket, uzun tarihinde isabet edenden daha kötü idi.
Bütün hayatı boyunca Avrupa karakteri dar ve inkarcı idi. Cömert değildi. O, yorulmağı gerektiren asillik ve gönüllü iyilik yapma seviyesine yükseleme-mişti. Yakın veya uzak, gerçek bir fayda düşüncesini ifadeden âcizdi. Lâkin kölelik ve derebeylik devirle-rindeki iktisadî vaziyetler ve zirai çevrede kölelik ile derebeyliğin icabettirdiği kütleleşmeler erkeği, kadı­nın fazla çocuk yapmasını ister hale koydu. Çünkü bu durum, mevcut şartların gerektirdiği tabiî bir hare­ketti. Zira zirai çevrede imkân nisbetinde kadının ev­deki basit sanatlarda da çalışması, çocuk yapma vazi­fesinden fazla olacaktır ki, böylece kadın bu işiyle de çocuğunun bakım masrafını ödüyordu!..
Lâkin, sanayi ve teknik ihtilâli köyde ve şehirde müsavi olarak mevcut durumları altüst etti, ailenin kuruluşunu parçaladı. Birbirine dayanma ve yardım­laşma üzerine kurulu bulunan köy çevresinden işçile­rin, hiçbir kimsenin kimseyi tanımadığı ve kimsenin kimseye yedirip içirmediği, şehir çevresine gelmeleri bir tarafa, fabrikalarda çocukları ve kadınları çalış­tırmak suretiyle aile bağlarını çözdü. Artık her insan kendi düşüncesi ve kendi zevkiyle müstakil hareket ediyordu. Haram yoldan cinsi arzuları tatmin işi ko-laylaşınca tabiatiyle evlenmeğe karşı rağbet ve aile kefaleti duygusu zayıflıyor veya en azından evlenme işi uzun seneler gecikiyordu.[76]
Burada bizim önem verdiğimiz husus, Avrupa ta­rihini arzetmek değildir. Fakat biz sadece kadının ha­yatına tesir eden âmilleri serdedeceğiz.
Demiştik ki, teknik ve sanayi hareketi kadınları ve çocukları çalıştırdı. Aile rabıtalarını parçaladı ve ailenin kuruluş düzenini bozdu. Lâkin çalışmasından, haysiyy e tinden, ruhî ve maddî ihtiyaçlarından en faz­la karşılık ödeyen sadece kadındı. Erkek bir yönden onun çocuk yapmasından korktu. Hattâ evli, aynı za­manda anne olsa bile kendisini beslemesi için çalışma­ğa icbar etti. Başka bir yönden de fabrikalar kadını en kötü bir şekilde isismar etti. Böylece onu uzun sa­atlerle çalıştırdılar ve aynı fabrikada aynı işi bera­ber yapan erkekten daha az ücret verdiler.
Bu durum nasıl meydana gelmiştir, onu sormayın. Çünkü, Avrupa böyledir!.. Avrupalı dar kafalı, inkar­cı ve nankördür. İnsanın haysiyyetini, insan olması bakımından kabul etmez. Kötülük yapmaya mukte­dir olduğu zaman bunu kendiliğinden bırakıp da gö­nüllü hayır yapmaz, Allah'ın ona hidayet ve yükselme murad etmesi müstesna, tarih boyunca mazide halde ve istikbalde bu onun tabiatıdır. Madem ki, ka dınlar ve çocuklar zayıf yaratıklardır, o halde onlar: istismara ve onlara son haddine kadar zulüm yapmağa hangi şey mani olur? Şüphe yoktur ki, onu mene decek olan tek bir şey vardır, o da vicdandır. Fakat ne zaman Avrupa'nın vicdanı olmuştur ki?!.
Bununla beraber orada zulme boyun eğmeyen1 canh ve insani vicdanlar da bulunmuştur. Çocuklar­dan zayıf olanları müdafaa ederek kükremişlerdir Evet ancak çocukları!. Böylece İslahatçı sosyologlar^ erken yaşta çocukları çalıştırmağı, henüz gelişmekten; nasibini alamamış zayıf bünyelilerin taşıyamıyacaği yükleri çocuklara yüklemeği ve sarfettikleri enerjiye karşılık ücretlerinin az oluşunu şiddetle tenkit etm ğe başladılar. Hamleler muvaffak oldu. Yavaş yavaş! çalıştırma yaşı yükseltildi. Ücretler artırıldı ve iş sa-l atleri azaltıldı.
Kadına gelince, onun bir yardımcısı bulunamadı. Çünkü bu durum, kadına yardımcı olmak duyguları­nın bir miktar yükselmesine ihtiyaç gösterir ki, Av­rupa zaten ona dayanamaz. Onun için kadın mihne­tinde devam etti. İşte böylece kadın, kendini harcıyor, - kendine bakmağa mecbur olduğu için- yaptığı is­tihsalin ve sarfettiği gayretin aynı olmasına rağmen erkeğin aldığından daha az ücret alıyordu.
Birinci Cihan Harbi koptu. Bu savaşta Avrupa ve Amerika gençliğinden on milyon insan ölüp gitti. Ka­dın bütün çirkinliğiyle beraber çalışma kasvetiîe yüz-yüze geldi. Milyonlarca kocasız kadın vardı. Bunla­rın kocaları ya harpte ölmüştü veya sakatlanıp çalı­şamaz duruma gelmişti,   veyayut da korku, gürültü, zehirli ve boğucu gazlar sebebile sinirleri bozulmuş, deli olmuşlardı. Bir kısmı da dört senelik hapisten son­ra asabını dinlendirmek ve biraz yaşamak düşüncesile, çalışmak, yorulmak ve tahammül isteyen evlen­me ve evlilik hayatı yaşamaktan kaçıyordu.
Bir başka yönden, orada harbin tahrip ettiklerini tamir ve fabrikaların çalışmasını eski haline koyma­ğa kâfi gelecek miktarda çalışan erkek eli olmadığı için kadının çalışması bir zaruret halini aldı. Çünkü, çalışmadığı takdirde bizzat kendisi ve bakmağa mec­bur olduğu çocuklar ve ihtiyarlar açlık ehlikesine ma­ruz kalacaklardı. Kadın çalışınca da ahlâklarından vazgeçmek mecburiyetinde idi. Çünkü o gün için, ka­dının namuslu olması ekmeğine mâni bir kayıt duru­munda idi. Zira fabrikatör ve onun adamları sadece çalışan el istemiyorlardı. Onlar bu durumu bulunma birer fırsat telâkki ederek hareket ediyorlar, böylece peşinde koştukları kuşlar şimdi aç olarak tane top­lamak için- kendiliğinden yere düşüyorlardı. Artık onların bunları avlamasına ne mâni olabilirdi? AcaT ba vicdan mı?!. Ne gezer. Madem ki, zaruretlerin şev­kiyle çalışmak için kendini peşkeş çekecek bir kadın vardır, o halde iş isteyenlerden ancak kendini teslim edenlere iş verme zihniyeti hâkim olmalıydı ve öyle oldu.
Mesele yalnız yemek ihtiyacından gelen açlık me­selesi de değildi.
Cinsiyet beşerî ve tabiî bir ihtiyaçtır, elbete onu tatmin etmek lâzımdır. Erkeklerden sağ kalanlar ev­lenmiş olsa bile harp neticesinde erkek sayısındaki korkunç azalma sebebile tabiî cinsel ihtiyaçlarını tat­min etmek genç kızların imkânları dahilinde değildi.
Avrupa'nın akaidi ve dini de böyle arızi hallere kar­şı îslâmın koyduğu taaddüd-i zevcat gibi bir hal ça­resi imkânını da vermiyordu. Böylece gıda ve cinsi ihtiyaçlarını temin etmek, lüks elbiselere, ziynet eş­yalarına ve kadının ihtiyaç duyduğu diğer şeylere olan şehevi arzularını tatmin için isteyerek veya iste-miyerek erkeğin eline düşmekten başka çare yoktu.
Kadın, isteyenlere kendini teslim ederek fabrika ve ticarethanelerde çalışmakla şu veya bu yoldan ar­zularını tatmin etme mecburiyetinde bırakıldı. Lâkin onun esas meselesi bu sefer daha çok alevlendi. Kadı­nın çalışmağa olan ihtiyacını fabrikalar istismar etti ve hiçbir akıl ve vicdanın hoş görmiyeceği zalimce muamelesine devam etti. Kadına aynı yerde ve aynı işte çalışan erkeğin ücretinden daha az ücret veri­yordu.
Artık bir ihtilâlin kopmasından başka çare kal­mamıştı. Öylesine yularsız bir ihtilâl ki," uzun asırlar ve nesiller boyunca olan zulmü parçalayabilsin.
Kadına ait ne kaldı ki, o kendini; kadınlık gururu­nu ve haysiyetini harcadı. Aralarında varlığını his­settiği, hayatım kendi hayatına kattığı, böylece saa­det ve gurur duyduğu aile ve çocuklara olan tabiî ih­tiyacından bile mahrum bırakıldı. Buna mukabil en basit bedahetin kabul ettiği tabiî hakkı olan «ücrette erkeğe eşitlik hakkı» m alabildi mi?.. Avrupalı erkek kolay kolay hâkimiyetinden vazgeçmedi. Başka bir ifade ile, doğuştan gelen enaniyetini bırakmadı. O halde bir çatışmanın vuku ve bu çatışmada kullanma­ğa elverişli silâhları kullanmak gerekiyordu.
Kadın grevleri, gösterişleri, toplantı ve kongre eki konuşmaları ve basını hedefine ulaşmak için birer vasıta olarak kulandı. Sonra kendisine yapılmak­ta olan zulmü menbamdan kesmek için mutlaka ka­nun yapma yetkisinde erkeğe iştirak etmesi lâzım gel­diğini anladı, ilk önce seçme hakkını talebetti. Sonra tabiatile bunun arkasından gelen parlamentoda tem­sil hakkını talebetti. Erkeğin ilim tahsil etiği aynı yol-dan ilim tahsil etti. Çünkü o, erkeğin yaptığı işin ay­nını yapıyordu. Onun mantıki bir sonucu olarak, ma­dem ki, her ikisi de aynı yoldan hazırlanmışlar ve bir tek öğrenim yapmışlar o halde, bunun mantıkî bir sonucu olarak erkek gibi devlet memuriyetlerine gir­meğe hak iddia ettiler.
Bu, Avrupa'da kadının, haklarını elde etmek için yaptığı mücadelenin hikâyesidir... Orada, kadın hak­ları konusundaki her adım, erkek istesin istemesin ken­dinden sonra gelecek adımı hazırladı. Böylece diz­gini elinden kaçırmış ve çözülmelerle çökmüş olan bu toplumda bizzat kadın dahi artık kendi işine ken­disi mâlik değildi.[77]
Bunların hepsine rağmen, öğrendiğiniz zaman mutlaka hayret edersiniz ki, şu ana kadar İngiltere demokrasinin beşiği Avam Kamarasında haysiyyetli kadın milletvekilleri olduğu halde devlet memu­riyetlerinde çalışan kadına erkekten daha az ücret vermekte, hâlâ berdevamdır!..
Batıda kadının bir meselesi olduğu gibi, bizim ta­rihi, coğrafi, iktisadî akıdevi ve teşrii durumumuzun ve bunların gerektirdiği şartlar muvacehesinde, İslâm şartında da kadının yolunda savaşması gereken bir meselenin olup olmadığını anlamamız lâzımdır. Aksi halde o türlü hareketlerin bizi, eşyayı kendi gözleri­mizle görmez, hakikatleri kendi aklımızla idrâk etmez hale getirdiğini ve bunların sırf taklit ve garb'a gizli kölelik arzusundan meydana gelen şeyler olduğunu bilmemiz, böylece kadın toplantılarında etrafı doldu­ran sahte çıkışların ancak garba o türlü yönelmeden ileri geldiğini kavramamız için îslâmda kadının du­rumuna dönüyoruz.
Açıkça bilinen bir gerçektir ki, İslâm nazarında kadında, erkek gibi beşeri bir ruha sahiptir.
«Ey insanlar!.. Rabbinize sığınınız ki, o sizi bir tek nefisten,yarattı, onun eşini de ondan yarattı. Son­ra o ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretti. [78]Binaenaleyh o, asıl menşe ve sonuçta kâmil vahdet, beşerî yapıda tam eşitliktir. Bilfiil bu oluşa bitişik olan hakların hepsi, bu eşitliğe terettüp eder. Binae­naleyh, kan, ırz, mal, yüze karşı alay etme veya ar­kadan çekiştirme, hakkında tecessüs veya insan hay-siyyet ve şerefini zedeleyen hareketler; bunların hepsi, her iki cins arasında herhangi bir seçme ve fark yapılmadan kadına verilmiş müşterek haklardır. îs-lâmda kanunlar ve prensipler herkes için umumi­dir.
Ey!.. İman edenler, bir kavim başka bir kavimle alay etmesin, alay edilenlerin alay edenlerden daha hayırlı olmaları muhtemeldir. Bazı kadınlar da bazı kadınları alaya almasın, alaya alınanların kendilerin­den daha hayırlı olmaları muhtemeldir. Birbirinizle alay etmeyiniz ve birbirinize ad takmayınız.» [79]
«Tecessüs etmeyiniz, yapmasın.» [80]
Bazınız    bazınızın gıybeini
Ey!... İman edenler, kendi evlerinizden başka ev­lere girmeyiniz, ta ki, ünsîyyetiniz ola ve ev halkına se­lâm veresiniz.» [81]
«Müslümanın tamamı müslümana haramdır: Ka nı, ırzı, malı...» [82]
Her iki cins için âhiretteki ceza da birdir : «Rab-ları onlara cevap verdi: Ben, kadm veya erkek, siz­den amel eden hiçbir kimsenin amelini ve onun kar­şılığını zayi etmem. Sizin bazınız bazınızdandır.» [83]
Yeryüzünde beşeri kişilik ve haysiyyeti tahakkuk ettirmek İslâm'da her iki cinse de verilmiştir. Mal mülk sahibi olmak, rehin, kiralama, vakıf, almak ve satmak, malı nemalandırmak v.b. tasarruf çeşitlerinin hepsiyle kadının tasarruf etme hakkı vardır. «Ana-baba ve akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir nasip ana baba ve akrabaların bıraktıklarından ka­dınlar için de bir nasip vardır.» [84]
«Erkekler için kazandıklarından bir nasip, kadın­lar için de kazandıklarından bir nasip vardır.» [85]
Burada mülkiyyet, tasarruf ve intifa hakkı mese­leleriyle ilgili bulunan iki hususun yanında bir nebze duruş yaparak izahat vermek gerekir.
Medeni (!) Avrupa kanunları yakın zamana ka­dar kadını bu haklardan mahrum ediyor ve oraya gi­den tek yolu koca, baba veya velisi olan erkek yolun­dan geçiriyordu. Yani Avrupalı kadın îslâmın zuhu­rundan sonra on iki asır gibi bir zaman boyunca, îs-lâmın kadına tanıdığı haklara sahip olamamakta de­vam etti. Sonra kadın o haklara sahip olduğu zaman da kolayca sahip olamadı. Bilâkis ahlâkı, ırzı ve hay-siyyetini harcamak mecburiyetinde kalarak bu hak­lara sahip oldu. Böylece Avrupalı kadın kendi hakla­rını elde etme yolunda en değerli varlıklarını harca­mağa icbar edildi. Onun bu duruma düşmesi ne ikti­sadi zarurete boyun eğmekten ve ne de insanlar ara­sında dönen mücadeleyi yakinen bilmemesinden idi. Avrupalı kadın, îsîâmın kadına gönüllü olarak ver­diği haklara sahip olmak yolunda ter, kan ve göz ya­şı akıtmağa muhtaç ve kendi öz haklarını zalim Av­rupalı erkeğin elinden zorla almağa mecbur idi.
îkinci mesele, genel olarak garplılar ve hassaten komünistler beşerî oluşu, iktisadi oluştan ibaret şayiyor ve sarahaten diyorlar ki, kadın için bir hürri­yet yoktur. Çünkü o mâlik olma sıfatmı haiz değildir veya sahip olduğu şeyden tasarruf hakkı yoktur. O, iktisadî bakımdan istiklâle kavuştuğu zaman ancak insani bir yaratık olmuştur. Yani kadın, kendisiyle ya­şayabileceği, tasarruf edebileceği, erkekten müstakil olara közel bir mülke sahip olduğu zaman ancak in­san olmuştur.
Bu dar hudut ile beşerî oluş ve yapıyı tahdit et­meği ve onu iktisadî bir araz olacak kadar düşürme­ği inkârdan sarf-ı nazar ederek prensip bakımından iktisadî istiklâlin, duyguların tekvininde ve kişinin var olma duygusunu geliştirmede özel bir tesiri olduğu hususunda onlara muvafakat ederiz.
Ancak bu konuda kadına, müstakil iktisadî yapı­dan vermiş olduğu hak ve hüriryetlerle iftihar etmek îslâmm hakkıdır. Zira îslâmda kadın vekâletsiz ola­rak kendi kendine mal sahibi olur, malında tasarruf eder ve ondan faydalanır, cemiyette vasıtasız muame­le yapar. İslâm, sadece mülkiyyet meselesinde kadının kişiliğini gerçekleştirmekle yetinmedi, belki hayatiy­le ilgili en mühim meselesi olan evlenme işinde de onun gerçek kişiliğini kendine kazandırdı. Binaena­leyh kadının rızası olmadan evlenmesi caiz olmaz ve o izin verinceye kadar akit tamamlanmaz. «İstişare edip fikrini almadan dul kadınla evlenme veya onu evlendirme! İzni ve arzusu olmadan bakire kızla da evlenme veya onu evlendirme! Umumiyetle kızların izni, sükûtudur [86]Eğer kadm muvafakat etmediği­ni ilân ederse akit bâtıl olur.
îslâmm dışındaki cemiyetlerde, kadm istemediği bir evlenmeden kaçmak için bir takım dolambaçlı yol­lara baş vurmak mecburiyetinde idi. Çünkü o, ne şeran ne örfen onu redde mâlik değildi. Lâkin islâm bu mühim hakkı, istediği zaman kullanabilmesi için ka­dına verdi. İlk bakışta görülür ki, hali hazırda içnv de yaşadığımız taklitler atmosferindeki sosyal ve ik­tisadi şartlar muvacehesinde bu hak bir hayalden iba­rettir. Lâkin İslâm kendi nizamına karşı koyan ve onun ahkâmım tadil eden şeylerden mes'ul değildir. Sadr-ı îslâmda İslâm kadını bu hakları kullanmıştır. Şeriatın vâzıı Resûiüllah bu haklan ikrar eylemiştir. Halifeleri de ikrar etmiştir. Biz bugün, gayri İslâmî bir esasa dayanan iktisadî, içtimaî ve diğer kuruluşla­rın hepsinin izalesini ve hakların tatbikini istiyoruz [87]Hattâ İslâm kadına, kendi kendini evlendirme hakkım da verdi ki bu, Avrupanııı ancak 20. asırda ulaşabildiği ve eski çürümüş taklitlere karşı muazzam bir zafer saydığı şeylerin en yücesidir.
Cehalet ve karanlığın kapladığı devirlerde îslâ­mm beşeri yaradılış ve kişiliği takviye eden âmillere karşı verdiği önem ve takdir öyle bir seviyeye ulaş­mıştı ki, ilmi ve öğrenmeği hayati bir zaruret itibar etmiş, bilgili olmanın insanlardan mahdut bir taifeye değil ,her ferde lâzım olan zarurî bir ihtiyaç olduğunu beyan etmiştir. Böylece İslâm, öğrenme hakkını her­kese eşit olarak sağlamış, hattâ onu İslâm yolu esa­sına göre Allaha imandan bir rükün ve bir fariza kıl­mıştır Yine burada İslâmın, tarihte kadına beşeri bir yaratık olarak bakan, bilgili olmadıkça insanî yapısı­nın unsurlarını tamamlayamıyacağını ve bu hususta yani öğrenme işinde durumunun tamı tamına erkeğin durumu gibi olduğunu kabul eden ilk nizam olmakla iftihar etmesi hakkıdır. Çünkü İslâm, ilim tahsilini er­keğe bir fariza kıldığı gibi kadına da bir fariza kılmış­tır. Yakın zamana kadar Avrupa bu hakkı inkâr eder, ancak zaruretlere boyun eğerek ona cevap vermekte devanı ederken İslâm; kadını, bedeni ve ruhu ile hay-vaniyyetten kurtarıp yükselttiği gibi akliyle de yük­selmeğe çağırmıştır.
İşte İsîâmm kadını yüceltmesi bu seviyeye ulaş­mıştır. Gurur ve azamet taslama imkân ve kudretine sahib olanlar da dahil hiç bir kimse «Bu meselelerin hepsinde îslâm in görüşü, kadının ikinci derecede bir yaratık olduğu veya varlığında bir başkasının vücu­duna tâbi bulunduğu veya onun hayattaki vazifesi­nin değersiz bir vazife olduğu esasına dayanır.» diye­mez. Eğer durum böyle olsaydı, İslâm, kadının eğitim ve öğretimiyle ilgilenmezdi. Öğretim bizzat kendi ba­şına özel delâleti olan bir meseledir, Bu mesele baş­ka bir şeye muhtaç olmaksızın kadının îslâmdaki ha­kiki yerini takrir ve tesbit etmeğe kifayet eder. Bu durum ise kadının insanlar ve Allah katında müker-rem bir yaratık olduğunu gösterir.
Lâkin îslâm insan olmaktaki tam eşitliği, herkes arasında müşterek beşeri bir tabiat ve yapıya bağlı olan hakları müsavi olarak takririnden sonra hak ve vazifelerin bir kısmında kadınla erkek arasında bazı ayırımlar yapar, işte buracıkta kadınlar birliğinin, on­larla beraber olan yazarların, ıslahatçıların ve genç­lerin koparacakları en büyük yaygara ve gürültü kendini gösterir. Onların bu davetleriyle ne derece ıslâ­hı istediklerini, haddizatında kadının haklarını mü­dafaayı değil de, toplantılarda ve yolda, kadını kolay elde edilen bir şey olarak bulmağı ne kadar arzuladık­larını Allah bilir! [88]
 
 
İslâmın erkekle kadın arasına ayırdığı konuların etrafında dolaşıp tafsilâtına girmeden önce, ilk ola­rak meseleyi hakiki cevherine yani, fizyolojik, biyolo­jik, ve psikolojik asıllarına döndürmemiz, ondan son­ra İslâmın görüşünü arzetmemiz icabeder.
Her iki yaratık bir tek cins midir? îşte bunlar, ko­nunun düğümü yani anasıdır. Eğer kadınlar kongre­si, onların tarafını tutan yazarlar, ıslahatçılar ve genç­ler demek isterlerse, kadın ile erkek arasında fizikî yapıda, vicdanî kişilikte ve hayatın biyolojik vazife­lerinde ayrılık yoktur. O zaman onlara cevap vermek gerekmez ve gerekse de mümkün olmaz. Eğer bu tür­lü ayrılıkları ikrar ederlerse işte o zaman konuyu mü­nakaşaya elverişli bir vasat ve zemin var demektir.
El-însan Beyne'l - Maddiyyeti Vel-îslâm» adlı kitapta cinsiyet problemi ile ilgili uzun bir bölümde iki cins arasındaki eşitlik meselesini münakaşa ettim. Burada ondan bazı fıkraları nakletmekte bir beis gör­müyorum.
«...Vazife ve gayelerdeki bu kesin anlaşmazlığa tabî olarak ve temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere erkek ve kadının tabiatı birbirinden ayrılmıştır. Ha­yat, mümkün olan bütün kolaylıklarıyla erkeğe imkânlar vermiş ve vazifesine uygun nitelikleri ona bahset­miştir. Böylece erkek ve kadm tabiat birbirinden fark­lı durumlar arzeder
«Onun için, iki cins arasındaki mekanik eşitlikten bahseden bu hezeyanın nasıl ölçüleceğini bilmem! Şüphe yoktur ki, insanlıkta eşitlik tabii bir hak ve ma'-kul bir istektir. Kadın ve erkek her ikisi birden insan­lığın iki yarısıdır veya meşhur bir efsanenin de işa­ret ettiği gibi kadın erkek elmanın iki yarımından her biridirler. Fakat hayat vazifelerinde ve o vazifelerin yolundaki eşitliğe gelince, bu hususta yeryüzünün bü­tün, kadınları onu istemiş'olsa, onun için kongreler ak-detse ve kararlar çıkarsa bile onu tatbik etmek nasıl mümkün olur?...»
«Acaba eşyanın tabiatını değiştirmek, gebelikte, doğurmakta ve emzirmekte erkeği kadına ortak yap­mak bu toplantıların ve onların aldıkları kararlarm imkânı dahilinde midir?»
«Ve acaba orada bedeni ve ruhi özel bir keyfi­yet olmaksızın biyolojik vazifenin bulunması müm­kün müdür? İki cinsten birisinin gebelik ve emzirme ile hususiyyet taşıması, bu cinsin duygu, temayül ve fikirlerinin özel bir nizam içinde, bu büyük hâdiseyi karşılamağa, onun devamlı istekleriyje beraber yürü­meğe hazır olmasını icab ettirmez mi?
«Muhakkak ki, asil duygular Ve yüksek hareket­lerden devamlı bir yorgunluk, sabır ve tahammül gi­bi çocuğu korumak ve ona karşı vazifesini yapmak­taki sonsuz dikkatten ihtiva ettiği vasıflarla birlikte analık; gebelik ve emzirmeğe ait olan cismi nitelikten başka asabı, ruhî ve fikrî bir niteliktir. Aslında erkek ve kadın her biri diğerinin tamamlayıcısı ve birbirine karşı muvazene unsurudur. Şöyle ki ikisinden birinin bulunmadığı yerde acaip bir sapıklık olur.»
«Temayüldeki bu lâtif incelik, vicdandaki bu sü­ratli infial, duygulardaki bu kuvvetli heyecan; bunla­rın hepsi fikri tarafı değil hissi tarafı harekete geçi­ren, daima taşmağa hazır olan, ilk dokunmada der­hal coşan menbadır. Bunların hepsi analığın icapîa-nndandır. Çünkü çocuğun ihtiyaçlarına cevap vermek, bu hususta faydalı olup olmamağı düşünmeğe muh­taç değildir. O ancak düşünmeyen, fakat süratle çağ-lıyan ve çocuğun arzularına derhal cevap verecek olan hislerle dolu bir temayüle muhtaçtır.»
«İşte bunların hepsiyle birlikte, aslî vazifesine ve çizilmiş hedefine doğru devam ettiği zaman ancak kadına en doğru hayat tarzı verilmiş olur.»
«Erkeğe gelince, o başka yönden başka bir vazi­fe ile mükelleftir. O, başka yoldan vazifesine başka bir tarz ile hazırlanmıştır."
Erkek dışarda hayat mücadelesini yapmakla mükelleftir. Bu mücadele, ormanda vahşilerle savaş­mak, yerde veya gökte tabiat kuvvetleriyle uğraşmak, hükümet nizamı ve kanunlariyle karşılaşmak olsun, müsavidir. Bunların hepsi gıda elde etmek, kendi ki­şiliğini, ailesini ve çocuklarını düşmandan korumak içindir.»
«Bu vazife sadece coşan bir menba şeklinde tema­yüle muhtaç bir vazife değildir. Belki de.bazı hallerde hissi temayül erkeğin vazifesine fayda vermez, zarar verir. Çünkü bu temayül en kısa lâhzalarda bile te­nakuzdan tenakuza geçer.    Bir an dahi bir tek yön üzerinde sabretmez, bir tarafa yönelmişken derhal başka bir hedefe döner. îşte bu değişen ve halden ha­le geçen karakter, sadece analık ihtiyaçlarına uygun­dur. Böylece bu hareket tarzı tatbikatta uzun bir müd­det bir tek şekil üzerinde sebat etmeğe muhaç olan plânlı bir hareketi yapmağa elverişli değildir. Buna elverişli olacak ancak fikirdir. Tabiatiyle fikre daya­nan hareket bir işte tedbir almağa, tatbikatından ön­ce başlangıç ve sonuçlarını hesaplamağa daha çok el­verişlidir...»
«Fikri davranış, iş ve hareket emeîiyle coşan ve fışkıran temayülden daha yavaştır. Bu fikri çalışma­dan beklenen, ihtimal ve akıbetleri takdir etmek, va­rılması istenilen hedefe ulaştıracak olan prensiplerin en münasibini hazırlamak için gereken ölçülü sür'ati temin etmektir. Hiç bir zaman gaye, sadece ele geç­miş bir avı yakalamak veya bir âlet icat etmek veya iktisadî bir plân vaz'etmek veyahut da hükmün siya­setini yapmak, harp veya sulha karar vermek gibi iş­lerin eşitliği değildir. Bunların hepsi tefekküre ve ha­rekete (aksiyona) muhtaç işlerdir. Hissî temayülün sür'atle halden hale geçmesi bunları ifsat eder.»
«Onun için erkek, doğru hedefine doğru yürüdü­ğü zaman hak yolundadır.»
«Bu ifade, kadın - erkek arasındaki ihtilâf çeşit­lerinden çoğunu açıklar. Meselâ niçin erkek işinde se­batkârdır, ruhundan ve düşüncelerinden en büyük ta­rafını işine verir? Halbuki, kadın çocuklar gibi, his meydanlarında dolaşır durur. Kadın erkeğe karşı sev­gi alâkasında kararlı olduğu ve erkeğe döndüğü za­man sanki onun kişiliğinin tamamı hareket eder. Fa­kat o sıraad bile plânlar hazırlar ve şartları    tertip eder. îşte kadın bu durumda görüş ve dikkat bakı­mından erkekten daha kuvvetlidir. O, uzun mesafeler için hedefler çizer ve devamlı olarak kendi gayeleri­ni öne sürmeğe çalışır. Bununla beraber^ hastabakı-cılık, öğretmenlik ve dadılık gibi kadınlık tabiatından bir cüz'e cevap veren şeylerin bulunduğu işler müs­tesna, çalıştığı işte yararlı olamaz. Amma ticaretha­nede çalıştığı zaman, orada erkek aramak suretile his­lerinin bir cüz'ünü tatmin eder. Lâkin bu işlerin hep­si, kadınlığa ait asıl vazifesinden müstağni kılmayan geçici ve değişik şeylerdir. Kadında asıl oları karak­ter, bir erkeğe, eve ve çocuklara ya'ni aileye sahip ol­maktır. Eğer dışardaki işini bırakma fırsatı eline ge­çerse şüphesiz kendini evine hasreder. Ancak mala olan ihtiyaç gibi kahredici bir engelin öne geçmesi hali müstesna.»
«Lâkin bunun mânâsı, iki cins arasında kat'î ve esaslı bir ayrılık bulunduğunu söylemek değildir. Yi­ne bunun mânâsı, onlardan herbiri diğerinin işine - her ne suretle olursa olsun - selâhiyetli olmaz de­mek de ğedüdir.»
«... Öyle ise iki cins, karışık ve birbirinden farklı nisbetleri yüklü olarak yaratılmıştır. Eğer idareciliğe ve hâkimliğe veya ağır şeyleri kaldırıp taşımağa veya harp ve öldürüşmeye selâhiyetli bir kadm varsa... Eğer yemek pişirmeğe ve evi idareye veya inceden inceye çocuklara bakmağa ve onları muhafazaya kadın olmağa elverişli bir lâhzada tenakuzdan geçen temayüllerile pek çabuk hal ve tavır değiştiren bir erkek bulunursa, bunların hepsi tabii bir şeydir. Her cinsin yapısında, her iki cinse ait unsurların ka­rışmış olmasının doğru neticesidir. Lâkin o, çözülmüş garpta ve bozulmuş şarkta zihinleri karıştıran,    bu iki cins arasındaki benzerliğe yakıştırmak istedikleri sahte delâletten uzakür. Meseleyi kendi aslında olduğu gibi şu şekil üzere koymak icabeder: Kadı­nın yapmağa selâhiyetli olduğu bu işlerin hepsi, onun tabiî vazifesi üzerine ek bir şey midir ki, bu asli va­zifesinden, ya'ni onu ev, evlât ve aile istemekten müs­tağni kılsın? Cinsi arzu ve cismî ihtiyaçtan zarf-ı na­zar edildiği takdirde evde bir erkeğin bulunması, ka­dını, erkek talebinden müstağni kılar mı?;..» [89]
 
 
Şu halde şimdi erkekle kadının tabiatleri arasın­daki ayrılığın hakikatini serdetmiş (ortaya koymuş) bulunuyoruz. Bundan sonra İslama göre, ikisi arasın­daki ayrılıkların yerlerini tâyin ve tetkike dönelim.
Şüphesiz îslâmm en büyük meziyeti, onun tabii bir nizam olmasıdır. Bu nizam daima beşerin fıtratı­na değer verir, onunla çatışmaz ve onun tabiatından uzak düşmez. Bu nizam insanları, tabiatlarını terbi­ye etmeğe ve yükseltmeğe çağırır. O hususta hayal ve rüyaya yaklaşan örneklere kadar varır. Lâkin onu terbiye hususu da tabiatları bozmağa çağırmaz. Hat­ta değişmenin imkânları ve bunun insanlağm haya­tı için faydalı olacağı üzerine durmaz. Ancak İslâm,, beşeriyeti hayırlara ulaştırmağa kaadir olacak en üs­tün sistemin, terbiye ve zaruret baskısından kurtulup asil ve gönüllü iş yapma seviyesine ulaşmakla bera­ber, fitratle yürümeğe uygun ; düşen sistem olduğu­na inanır.           
İslâm, erkek ve kadın meselesinde, beşerin fıtra­tını (yaratılışını) bilen ve anlayan pratik yol üzerin­de yürür. Böylece, fıtratın doğru mantığına uygun eşitliğin mümkün olduğu yerde iki cins arasında eşit­lik kurar ve yine fıtratın doğru mantığına göre far­kın bulunduğu yerde ikisinin arasını ayırır. Şimdi tefrik mahallerinin en önemlisine bakalım:
Bu da iki meseledir
a) Mirasın taksimi,
b) Kıvame meselesi   Cher türlü    idarede selâhi-yet sahibi olma durumu).
a) Miras meselesinde İslâm der ki: «Erkeğin hissesi, iki kadının hissesi kadardır.» [90]Bu doğru­dur. Çünkü islâm, harcamakla ancak erkeği mükel­lef kılar. İslâm kadının kendine ait mallarından, ka­dının-şahsı ve süs ihtiyacından başka şeylere harca­masını emretmez (Kadının aile efradına bakacak tek sorumlu olma durumu müstesna, akrabalık derece­si uzalc olsa bile kendine akraba olan bir erkek varsa o, kadına bakmakla mükelleftir. Eve bakmak mecbu­riyetinde bulunması ise nadir hallerdir.)
O halde mutlak eşitlik çığırtkanlıklarının iddia ettikleri zulüm nerede? Şüphe yoktur ki, mesele ne temayüller ne de iddia meselesidir. Sadece bir hesap meselesidir. Kadın* -Bir topluluk olarak- sadece kendine sarf etmek için veraset yoluyla intikal eden servetin üçte birini alır. Erkek ise, ilk önce kadına, sonra aile ve çocuklarına sarf etmek için miras ser­vetinin üçte ikisini alır. Hesap ve rakamlar mantığı ile düşünüldüğü zaman iki taraftan hangisine daha fazla isabet eder? Bütün servetlerini kendi şahıslanna harcayan, ne evlenen ve'ne de bir aile kuran bazı erkeklerin bulunması gibi bazı kaide dışı haller var­sa bunlar nadir örneklerdir. Bunlar dahi ellerindeki servetin çoğunu gayri meşru yoldan yine kadınlara sarfederler. Tabii olan hareket, erkeğin servetini, gayrimeşru yollara değil, içinde kadın bulunan bir aile­yi kurmağa harcamasıdır ki, o kadın da onun zevce-sidir.    O vakit erkek kadınına kendi tarafından gö­nüllü bir hareket olarak değil, sorumluluğu gerekti­ren bir vazife olarak harcar.   Her ne kadar kadının özel serveti olsa dahi erkeğin ondan bir şey alması kafi surette doğru değildir. Ancak ikisi arasında kar­şılıklı olgun bir rıza bulunduğu zaman müşterek sair fiyyat yapabilirler. Sanki, kadın hiç bir şeye mâlik değilmiş gibi itibar olunur ve ona bakmak erkeğin vazifesidir. Erkek harcamaktan vaz geçtiği veya sa­hip bulunduğu malî durumuna nisbetle     sarfiyyatta cimrilik ettiği zaman kadının erkeği şikâyet etmesi hakkıdır. Bu durum karşısında şeriat kadının lehine olarak ya nafaka veya    ayrılma ile hükmeder.    Bu izahlardan sonra servetin mecmuundan kadının nail olduğu hakikî miktarda artık bir şüpheniz kaldı mı? Kadının mükellef olmadığı vazifelerle mükellef olan erkeğin mirastan, iki kadının hissesi kadar hisse al­ması iktisadi ölçülere göre acaba hakiki bir imtiyaz sayılır mı?    Kaldı ki bu nisbet emek sarfetmeksizin miras olarak gelen maldadır. Bu ölçü ise beşeriyyetin bugün ulaşmış olduğu en âdil kanuna göre taksim ölçüsüdür. İşte o «Herkese ihtiyacı kadar»    prensibi­dir. İhtiyaç ölçüsü ise, yapmakla mükellef olduğu va­zife ve mesuliyeterin gerektirdiği sarfiyat nisbetidir. Kazanılan mala gelince, ne iş mukabilinde alman üc­retlerde, ne ticaret kazancında ve ne de arazi ve benzeri mülklerin akar ve gelirlerinde kadın ile erkek arasında ayırım yoktur. Çünkü bu husus emek ve karşılık arasında eşitlik prensibi diye ifade edilen baş­ka bir ölçüye tâbidir. O halde îslâmm bu ölçüsünde ne zulüm vardır ne de bir şüphe vardır. Müslüman­lardan avam sınıfının anladığı ve kötü niyetli İslâm düşmanlarının dediği gibi bu meselenin aslı, hiç bir vakit, îslâmda kadının kıymeti erkeğin kıymetinin yarısıdır, şeklinde değildir. Bu iddianın doğru olma­dığını rakamların hesabiyle gördük. [91]
 
 
İki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine eşit itibar olunması da, hiç bir vakit kadının erkeğin yarısına eşit olduğuna delil olamaz. Çünkü, bu, sade­ce şahitlikte yâ'ni her ürlü teminatın bulunmasına önem verilmiş olan hukukî sahada bir icraattır. Bu şahitlik isterse itham olunanın aleyhine, isterse lehi­ne olsun farketmez.
Malumdur ki, kadın, tabii temayülleri sebebiyle çabuk heyecanlanan ve merhamet tarafı gaalip olan; dâvanın şart ve sebeplerinin tesiri altında kalması mümkün olup böylece haktan sapması ihtimallerini üzerine çeken bir tabiata mâlikir. îşte bu sebepten dolayı kadının şahitliğinin tam olması için yanında başka bir kadının bulunmasına önem verilmiştir. «İkisinden birinin sapması muhtemeldir, işte o sıra­da onlardan birinin diğerine hatırlatması icabeder.» [92]
Lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacağı şahıs, şahit kadının kıskançlığını celbedecek güzel bir ka­dın olabilir. Veya tabii iç güdülerini ve analık şefka­tini harekete getiren bir genç olabilir... Kendisinde bu temayüller buluann kadının iradeli veya iradesiz olarak yanlış yola sapması mümkündür. Lâkin bir mecliste iki kadın bulunduğu zaman birisinin gizle­diğini diğerinin açığa vurması tabiî, bunun aksine ola­rak sahte ve uydurma bir konuda ikisinin birden itti­fak etmeleri cidden nadir hallerdendir. Bununla be­raber kadının "bilgili sayıldığı sahalarla kadınlığa ait işlerde bir kadının şehadeti de muteberdir. [93]
 
 
Kıvame (Sarf, himaye ve idarede erkeğin kadına hâkimiyeti, aile reisliği) meselesine gelince, o kadınla erkek arasında teessüs eden bu ortaklığın ve ondan meydana gelecek olan nesil ile onlara ait mes'uliyet-lerin genel idaresi kendisine verilecek bir âmirin aile müesses esimde bulunmasını gerektiren zaruretlerdir. . İnsanlar bütün tanzim ve idarelerinde mutlaka mes'­ul bir reisin bulunması lâzım geldiği kanaatine var­mışlardır. Aksi halde bütün açıkhğiyle keşmekeş or­talığı kaplar, böylece hüsran herkese şâmil olur. Şim­di ailede mes'uliyet bakımından üç durum farzoluna-bilir:
1 - Erkeğin mes'ul amir olması,
2 - Kadının mes'ul âmir olması,
3 - Her ikisinini de âmir durumda bulunması.
Evvelâ, üçüncü şıkkı uzak addederiz. Zira tercü-beler isbat etmiştir ki, bir işde iki reisin bulunması, o işi başsız, yâ'ni başı boş bırakmaktan daha fazla kötülüklere sevkeder. 3u konu da gökyüzünden ve yerden bahisle Kur'an-ı Mübin der ki: «Eğer yerde ve göklerde Aîlahtan başka ilhâlar bulunsaydı, iki­sinin de nizamı mutlaka bozulurdu.» [94] «O zaman her ilâh yarattıklarını alıp götürür ve onların bazısı diğerleri üzerine saldırırdı.» [95] Bir an için var ol­duğu düşünülen ilâhlar arasında vaziyet böyle olun­ca, acaba değersiz bir yaratık olan insanlar arasında durum nice olur? Düşünün!..
Psikoloji, birbirlerine baş olmak iddiasiyle çekiş­me halinde bulunan ebeveynin elinde yetişen çocuk-; ların temayül ve karekterlerinin mutlaka bozuk ola­cağını ve ruhlarında pek çok ukde ve ıztıraplarm bu­lunacağını tesbit emiştir.
Geriye ilk iki ihtimal kaldı. O ikisinin incelenme­sine başlamadan önce şu suali soralım:
Bir çok mes'uliyetieri ile beraber aile reisliğine ve kumanda vazifesine iki taraftan hangisi daha lâyık­tır, fikir kaynağı olan akıl mı, yoksa temayüller men-baı his mi?
Tabiatiyle sorunun fazla yorulmağa ihtiyaç gös­termeyen cevabı, kumandaya lâyık olanın, akıl oldu-" ğudur. Çünkü çok defa düşünceye zarar vermeden insanı doğru yoldan saptırmadan heyacanlardan uzak olarak işleri tedvir eden, akıldır. O halde müna­kaşaya mahal kalmadan mesele hallalmuştur.
Zira, erkek, heyacanlı tabiatiyle değil, düşünen, mücadele yapmağa muktedir,    sinirleri mücadelenin netice ve mesuliyetlerini    yüklenmeğe   mütehammil olarak yaratılmış olması hasebiyle eve ve aileye re­islik işinde kadından daha elverişlidir. Hattâ bizzzat kadın da,    kendisine itaat eden ve arzularına boyun eğen erkeğe saygı göstermez. Çünkü kadın, yaratılı­şı icabı o türlü erkeği küçümser ve ona hiçbir suret ve şekilde itibar etmez. Eğer bu davranış, damgası­nı şuur altında bırakan ve habersizce kadının duy­gularını niteleyen eski terbiyenin    tesirindendir, de­nirse cevaben deriz ki, işte tamamiyle erkeğe eşit ol­duktan ve kendisinin müstakil oluş ve hassasiyeti bu­lunduktan sonra Amerikan kadını bu eşitlik hakla­rından vaz geçti ve dönüp kendini erkeğe teslim etti. Böylece neticede erkeğe iîân-ı aşk etmeğe, erkeği mem­nun etmek için ona karşı lûtufkâr davranmağa, er­keğin kuvvetli adalelerini ve geniş göğsünü temaşa etmeğe, sonra kendine nisbetle onun kuvvetli ve üs­tün olduğunu anlayınca erkeğin kucağına kendine at­mağa başladı.
Her ne kadar kadın evliliğin ilk zamanlarında çocuklardan ve onların vücudu ve sinirleri yıpratan terbiye külfet ve m es'uliy etlerinden uzak iken emri­nin nafiz olmasına can atarsa da, o meşguliyetler ge­lip çattığı zaman sür'atle bundan vazgeçer. îşte o za­man kadın, fikir ve düşünce stokunda annelik sorum­luluğundan daha fazlasına tahammül edecek kuvvet ve kudreti bulamaz.
Bunun mânâsı hiç bir vakit erkeğin, kadının ve­ya evin idaresinde diktatörlük etmesi değildir. Sorum­luluğu hakkiyle yüklenen aile reisi hiçbir zaman is­tişare ve yardımlaşmayı ortadan kaldırmaz. Zira mu­vaffak aile reisliği, ancak karşılıklı tam anlaşma ve devamlı sevişme üzerine teessüs eden reisliktir. îslâ-mm bütün emirleri ve aile yuvasında bu ruhun ica­dını, anlaşmazlık ve ayrılıklara karşı anlaşma ruhu­nun galib gelmesini hedef tutar. Kur'ân-ı Kerim bu­yurur ki: «Onlara iyilikle muamele edin.»[96] Rasülüllah der ki: «Sizin en hayırlınız, ehline (ailesine), en çok hayırlı olanmızdır.» [97]
Böylece İslâm, erkekteki iyilik ölçüsünü, ailesine karşı muamele tarzında arar. Bu ise delâleti doğru bir ölçüdür. Hiçbir normal erkek hayat ortağına kötü mu­amele etmez. Ancak içte ya'ni ruhundaki iyilik yap­ma düzenini bozan veya onu iyiliğe koşmaktan alıko­yan çeşitli sapıklıkların yerleşmiş olması buna sebep olur.
Lâkin, aile içinde, karı-koca arasındaki kanuni münasebetler bir takım izaha muhtaç şüphelere mev­zu olmaktadır. Bu şüphelerin bir kısmı, kadının er­keğe karşı sorumlu olduğu vazifelerle ilgilidir. Bir kısmı da boşanma ve birden fazla evlenme konulariy-le ilgilidir.
Een inanıyorum ki, evlenme meselesi büyük çap­ta şahsi bir meseledir. Her teamülde olduğu gibi iki taraftan birine has olan şahsî seçkinliklere, ruhi, ak­lî ve cismi özelliklere dayanır ki, bu durumda onu herhangi umumî bir kanunla bağlamak cidden zor olur. Anlaşma ve kaynaşmanın hâkim olduğu bir ha­vanın mevcudiyetinin, mutlaka eşlerden her birinin diğerine karşı evliliğin temel prensiplerini gözetmesinden ileri gelmesi zaruri değildir. El ve dil kavgası­nı aşan çetin bir mücadeleden sonra ancak karı koca arasında sevgi ve insicamın kuvvetlendiği, çoğu za­man bir kısım evlilerden işitilen şeylerdir, Anlaşmaz­lık ve uyuşmazlıktan doğan bir durum mevcut oldu-._ ğu zaman buna erkeğin kabalığı veya kadının serkeş­liğinin sebeb olması 'da şart değildir. Çok defa evli iki eşten işitilir ki, onlardan her biri hadd-i zatında in­sanlığa örnek olabilecek olgun kimselerdir. Fakat mi­zaçları uyuşmaz. Bundan mütevellit her biri, arala­rında anlaşma imkânının yolduğuna yanarak ağlar­lar. Fakat yine de anlaşmazlar.
Buna rağmen evlenme işine hükmeden genel bir kanun bulunması şarttır. Hiç bir nizam bu hassas me­sele için, en azından tecavüz edilmesi doğru olmaya­cak genel hudutlar çizen, sonra şahsî tekâfülü bu hu-dular arasında hükmeder halde bırakacak olan bir ka­nun vazetmeden beşerin hayatı ile ilgili hususları tam olarak ihata ettiğini ilân etmeğe kadir olamaz. Tabiî­dir ki, biz birbirimiz sevip anlaştığımız müddetçe de kanuna sığınmayız.
Başarılı evlilik ne kanunun maddelerine istinat eder ne de onun hükmüne girer. Eşlerden hiçbiri ken­di kendine kanun böyle olmamı gerektiriyor, mutla­ka onu yapmalıyım, yoksa onun emirlerine muhalefet olur, demez. Muvaffakiyet ancak -söylediğimiz gi­bi ekseriyetle- mizacın uygunluğundan, elmanın iki yan sim ıı birbirine tıpatıp gelmesinden ve eşlerden bi­rinin diğerine olan aşk ve sevgisinden meydana gelir. Evlilikteki bu basan iki kalbi bir gaye üzerine topla­yan sevgiden ileri gelir. Bu gaye bazan birine veya her ikisine nisbetle «âdil» olmayabilir.   Bazan da normal duruma nisbetle ters düşmüş olabilir. Fakat bunların hepsine rağmen sevgi, istenilen maksadı sağlamakta yeter derecede istikrara sahiptir.
Lâkin biz ihtilâfa düştüğümüz zaman kanundan dem vurur ve anlaşmazlığı gidermesi ümidi ile onun nasslarına müracaat ederiz.
Kanundan beklenen gaye hasımlarından birini di­ğerinin hesabına kayırmaması, âdil bir kanun olması ve imkân nisbetinde vukuu muhtemel hallerden geniş bir sahayı içine almasıdır.
Her ne kadar ben, hiç bir kanunun her hali içine almasına veya onun harfiyyen tatbikinin her durum­da' salih ve âdil olacağına imkân bulunmadığını tekrar ediyorsam da...
Kadını ilgilendiren vazife ve sorumluluklar yö­nünden îslâm kanununa bir göz atalım. Çünkü şikâ­yet konusu ve şüphe savurma yeri sadece o'dur. Bu hususta bizce mühim olan üç şeydir:
Hadd-i zatında onlar acaba ağır sorumluluklar mı? Yoksa karşılıksız tek araflı sorumluluklar mıdır?
Acaba onlar istediği zaman kadının yakasını kur­tarmağa mâlik olmadığı ebedî mükellefiyetler midir? [98]
 
 
1- Her istediği zamanda yatakta kocasına itaat etmek,
2- Kocasının yatağına kimseyi almamak,
3- Evinin ve kocasının esrarını muhafaza et­mek.
Birinci meselenin vuzuh kesbetmesi için biraz sa-rahata ihtiyaç vardır. Bundaki hikmet açıktır İş ve istihsal ile ilgili diğer vazifelerine başlayabilmek, buh­ran ve ıstırapların sarsmadığı sinir sistemiyle haya­tın güçlüklerini karşılayabilmek için erkeğin cismi tabiatı toplanıp sıkıştırdığı zaman cinsî yükünü boşalt­mağa zorlar. Ekseriyyetle gençlikte daha fazla cinsel arzu vardır, her ne kadar kadın erkeğe nisbetîe daha istekli ve o hâdiseye bütün cismiyle iştirak ediyorsa da! [99]Haliyle evlilikte dikkate alman husus ruhi şahsî içtimai ve iktisadî ihtiyaçların yanında cinsî ih­tiyaçların da giderilmesi meseledir.'
Cinsi arzusu kendini zorladığı ve sinirlerini meş­gul ettiği sırada, eğer kadın erkeğin arzularım is'af eder durumda olmazsa, o zaman erkek ne yapar? Evin dışında kötülüğe mi baş vurur? Buna ne cemiyet mü­saade eder, ne de kadın, erkeğinin ruhu ve cismiyle başka bir kadına iltifat etmesine razı olur. Ne olursa olsun, kadın için bu, tahammülü güç bir ihanettir.
Kocası çağırdığı zaman gönlü olmayan kadının durumu üç şıktan hali olamaz:
1- Birleşmeye tahammül edemiyecek derecede, kocasından nefret ediyor olması,
2- Kocasına karşı bir sevgisi olmasına rağmen, geneî olarak cinsî temastan nefret etmesidir ki, bu normal olmayan psikolojik bîr durumdur. Fakat maa­lesef bazı kadınlarda mevcut bir haldir.
3- Temastan nefreti yok, kocasına karşı sevgi­si de var, fakat o anda isteğinin olmaması.
Birinci hal belli bir vakit ve belli bir işle ilgili ol­mayarak devamlı bir durumdur. O öyle bir haldir ki, orada evlilik bağlarının bekası ümit edilemez. Bilâkis ayrılmağa doğru normal yolunu alması daha iyi olur. Biraz sonra geleceği gibi îslâmda kadın, birden fazla yoldan bu imkâna sahiptir.
İkinci hal devamlıdır. Bu da kocanın talebinde ıs­rar emesinden doğan bir durum değildir. İşin başlan­gıcında onu, mütehassıs hekimlerin tam ve sarih itti­fakları mucibince tedavi etmek gerekir. Ya erkek, ken­disine ne kadar ağır gelirse gelsin, cinsi ihtiyacını gi­dermekten vazgeçmeği kabul eder, ya da kadın koca­sını sevdiği ve ondan ayrılmak istemediği için meşak­kate tahammülü kabul eder. Veya anlaşmak mümkün olmadığı takdirde iyilikle ayrılırlar. Amma kanuna ge­lince o, kocası ısrar ettiği zaman kadmı itaata zorlar. Bu tahakküm ve cebir yoluyla olmamalıdır. Esasen ev­lenmekteki tabiî durumun cinsî alâkaya şâmil olduğu içindir ki, kadının - dediğimiz gibi - imtina etme­si, erkeği ahlâkî cürümler işlemeğe sevkeder (Veya erkek, kadının sevmediği bir davranış olan başka bir kadınla evlenmeğe- baş vuracaktır.). Lâkin, İslâm, ka­dının tahammül edemediğini, bu mesele yüzünden kocasına olan sevgisinin parçalandığını ve nefrete in-kılâb etiğini gördüğünde, kadını bu durumu kabule mecbur etmez. Bu vaziyette kadın nefret sebebile ko­casından ayrılır.
Üçüncü hale gelince, o geçicidir ve onun tedavisi kolaydır. Bu cinsî temasa karşı meydana gelen geçici nefret, ekseriya ya yorgunluktan veya bıkkınlıktan veyahut da gönlün başka şeyle meşgul olmasından neş'-et eder. Fakat bir miktar ruhî ve cismi hazırlık onu gidermeğe kâfidir,  Bunun için Resûlüîlah (A.S.) Bu alâkayı, sırf cis­min hayvani arzuları olmaktan uzaklaştırmak ve bu günlük ülfetle- ruhun imtizacını hedef tutarak bazan Nefrete sebeb olan bu ân?) durumu izale emek için, er­keklerin dikkatini, lâtif müdaabeye (oynaşmağa) ve işe başlamadan önce karşılıklı sevgi alışverişi yapma-&a, çekmiştir.      
Ama kadın istekli, erkek de herhangi bir sebeble isteksiz olduğu zamanlara gelince, bu erkeğin genç­lik devresinde vukuu nadir olan bir şeydir. Kadın ise bu hale düşmez. Fakat biz deriz ki, kadının kocasına at etmesini emreden kanun, kadının arzularına da vermiş ve o arzuları gerçek yerine koymuş ve kocayı, kadın arzu ettiği takdirde «kocalık vazifesini tüm olarak yerine getirmeğe mecbur etmiştir. Erkek­te bu vazifeleri ifada iktidarsızlık olunca ayrılma vu­ku bulur. Böylece görürüz ki, mecburiyetler iki yön­den vukua gelmektedir. Bunda hiç bir vakit ne kadını zorlama ve ne de kadının, şahsî varlığını heder etme vardır.
îkinci vazifesi, kocasının işemediği kimseyi ev almamak mecburiyetidir. Bu mecburiyetin hikme­ti, şöyle izah edilebilir: Çok defa kan koca araşma birinin koğuculuk, kıskançlık ve kötü niyyetle girme­si Neticesinde evde anlaşmazlıklar meydana gelir Onu er^ek anladığı ve karısından belli bir şahsın eve gir­mesine mâni olmasıni istediği zaman buna kadın iti­raz ederse, o zaman nasıl bir durum meydana gelir?.. Fitnenin menbaı kayiıar ve artık anlaşmak zor olur.
Binaenaleyh buradaki mecburiyet, çocukların ruh ve fikir bakımından sapık yetişmemeleri için kavga ve dargınlığın bozamıyacağı bir sevgi ve muhabbet hava­sına ve bakıma muhtaç olan çocukların ve karı koca arasında kurulmuş olan ortaklığın lehinedir.
Bir kimsenin şöyle demesi mümkündür : Kanun niçin erkeği de karısının istemediği veya sevmediği kimseyi evine koymamasını icbar etmez? Durum şu ki, sevgi ve muhabbet halinde ve iki taraftan gelen terbiye ve yükseklik haletinde bütün işler, üzerinde anlaşmanın mümkün olması, çatışma derecesine var­maması kâfidir. Lâkin biz anlaşmazlığın vaki ve an­laşmanın imkânsız olduğunu farzederiz. Onun için kanunun hükmüne sığınırız. Burada söylememiz gere­kir ki, kadının infial ve heyecanları ekseri hallerde mantıkî değildir. Sırf şahsi gayret, ve kıskançlık ıslâhçı olmayan bazan da kadını, kocasının annesin­den ve kız kardeşinden ve akrabalarından birisinden nefret ettiren şeydir. Bu durum muvacehesinde erke­ği, ailesinin sevmediklerini uzaklaştırmağa mecbur etmek maslahata uygun bir kayıtlama olmayacaktır. Fakat bu, hissi bir heyecan için yapılmış olacak ki, hemen değişebilir veya esası olmayan bir gerekçe üzerine dayanan bir şey olur.
Hiç bir zaman, bahsettiklerimizden erkeğin yap­tıklarında haklı olduğunu kasdetmedik. Çünkü, o ba­zan çocuğa döner ve hilelere kendini kaptırır. Daima kadının,- hatalı olduğunu da söylemek istemiyorum. Zira kadın da bazan belli bir şahıstan nefret etmekte haklı olabilir. Bu şahıs da herhangi bir sebebten do­layı fiilen evlilik bağlarını yıkmağa çalışanlardan bi­ri oiabilir. Lâkin kanun ekseriyet ve gaalibiyet nisbetile bağlıdır ve erkeğin daha çok aklına, kadının da hissî infiallerine tâbi olduğu faraziyesi ve fıtri duru­mu ile beraber yürür. Sonra, onu yüklenmekte devam etmeğe takati olmadığını gördüğü ve boşanmak su­retiyle bu işi sona erdirmek istediği zaman kadının önünde kapı açıktır.
Kadının kocasının ırzını, malını korumakla görev­li bulunmasına gelince o, tabiî ve mantıkî bir mecbu­riyettir ki, bu hususta bir şahsın münakaşaya girişe­ceğini sanmam.
Şimdi kadın veya erkek tarafından meydana ge­len serkeşlik, nefret ve isteksizlik haletine gelince :
Söz ve işde kocasına kafa tutan karısını terbiye hususundaki hakkı erkeğin kadına olan hâkimiyyetin­den meydana gelir. Bu hak şu âyetin beyan ettiği hak­tır : «Sizden nefret eden ve sözünüzü dinlemeyen ka dınlara Öğüt verin. Yataklarında onları yalnız bıra­kın ve onları birazcık dövün. Eğer size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Çünkü Allah çok yüce­dir, çok büyüktür.» [100]
GÖrülüyr ki, âyet te'dip vesilesini beyanda basit­ten başlayarak yavaş yavaş İleriye giden ve işin so­nunda - yaralama bereleme olmamak şartiyle- da­yak atmağa kadar varır. Biz burada bu hakkın kulla­nılmasının kötü olacağ haller üzerinde duracak deği-' liz. Dünyada her hakkın iyiye olduğu gibi kötüye de kullanması mümkündür. Onun önüne geçmek de an­cak ahlâkî terbiye ve ruhi yükselme ile mümkün olur.
Bu ise İslâmın ihmâl etmediği bir meseledir. İslâm, olanca ihtimamını o tarafa yöneltmekten hiç bir za­man geri durmamıştır.[101]
Lâkin biz, bu hakkın meşru olup aile müessesesi­nin yapısını kurmak ve onu çözülüp parçalanmaktan kurtarmaktaki faydasını beyan sadedindeyiz. Dünya­da mevcut kanun ve nizamların hepsi için ,kendisine! karşı gelecek olanları te'dip edecek bir sultanın bu­lunması şarttır. Bövie olmadığı takdirde kâğıt üzerin­de mürekkep olmaktan ileriye gidemez ve ondan bek­lenen fayda elde edilmiş olamaz.
Evlilik, cemiyette erkeğin ve kadının müsavi su­rette iyiliği için kurulmuş bir müessesedir. Orada mat-lub olan her birine ait menfaatlardan imkân dahilini de olanların en önemlisinin gerçekleştirilmesidir. Ne zaman evlilik müessesesine anlayış ve beraberlik hâ­kim olursa, kanunun müdahalesi olmadan faydalı şey­lerin hepsi tahakkuk eder. Lâkin anlayışsızlık mey dan bulunca, kan kocanın şahıslarına münhasır kal mayan, belki onlardan daha ileri giderek çocuklar^ da geçen zararlar doğar. Çocuklar ise müstakbel ce­miyetin çekirdekleri olduğundan onların, yetiştirme vasıtalarının en iyisiyle terbiye edilmeleri çok mü­ftüm bir vazifedir.
Kadın böyle bir zarara sebebiyet verdiği zaman t>nu doğruya yöneltme  vazifesini üzerine kim alır?. ''Mahkeme mi? Karı koca arasındaki özel münasebetle tie mahkemenin müdahalesi ihtilâf noktasını genişletmeğe ve taraflar arasındaki alâkanın tamamen bo­zulmasına yol açar. Zira bu müdahale alenî olarak ya­pıldığı için taraflardan birinin izzet-i nefsine dokunur. Bu sebepten taraflardan birini günahkârlık bocala­ması yakalar ve kendi durumunu -batıl da olsa - korumak teşebbüsüne geçer. Binaenaleyh mahkeme ancak her türlü sulh denemelerinin fayda vermediği büyük anlaşmazlıklarda müdahale etmelidir.
Sonra her dakika yenilenen ve yine her dakika kendiliğinden sona erip tükenen hayatın günlük ve değersiz hâdiselerinde mahkemeye iltica etmemiz akıl­lılık sayılacak işlerden değildir. Bunun her evde ge­celi gündüzlü işleyen birer mahkeme kurulmağa muhtaç olması bir tarafa, o günlük hâdiseleri mahke­meye intikal ettirmek, aklı selim sahiplerinin aklın­dan dahi geçmeyen delice bir hareket olur!
Hal böyle olunca mutlak surette bu terbiyeyi 'ya­pacak mahallî bir sulta lâzımdır. O sulta ise ergeç bu evden ve onun herşeyinden sorumlu olacak olan er­keğin sultasıdır. Bu sulta ilk olarak şaşkınları gaflet­lerinden uyandırmak, fakat onların izzeti nefisleri­ni rencide etmemek şartiyle güzel ve yumuşak öğüt­lerle başlar. Eğer bu yol muvaffak olursa iyilik yuva­ya avdet eder. Bu deneme neticesinde gayeye varıla-madığı tadirde, birinciden daha şiddetli olan başka bir vesile vardır, o da kadını yatakta yalnız bırak­maktır.
Bu manâlı davranış, güzelliğine başkalarının il­gisini çekmeğe son derece önem veren ve böyle hare­ketlerle cilvelenen, hattâ bazan bunu nefret derecesi­ne vardıran kadının tabiatine îslâmm derin ve psiko­lojik bir   bakışıdır. Kadından   yatakta uzak olmanın mânâsı bu fitne sebebiyle inatçı kadının kibrini kır­mak ve onu doğruya yöneltmek maksadını güden bir çeşit yüz çevirme, böylece onun arzularına boyun eğ­meme hareketidir. Bu denemeler de fayda vermediği zaman artık şiddetli bir icradan başka hiç bir şeyin fayda venmiyeceği, aşırı inattan meydana gelen bir haletle karşı karşıyayız demektir. O, en son çare olan şiddetli icraat ise incitme ve eziyet kastı olmadan tat­bik edilecek dayaktır ki ancak te'dip ve terbiye kasdi-ie olması şart koşulmuştur. Bu sebepten dolayı, ka­nun dövme hareketinin incitme ve eza bulunmayan bir dövüş olmasını nass ile ifade etmiştir. Dayakta ka-dınm büyüklük haysiyetine ihanet ve ona karşı mua­melede kabalık olduğu şüphesiz zihinlere gelebilir. Lâkin bir başka yönden bizim zikretmemiz lâzımdır ki, ihtiyati silâh ancak «SULH» vesilelerinin hepsi bir fayda vermediği zaman kullanılır. Bir başka yönden, bazan kan koca münasebetleriyle ilgili olarak psikolo­jik sapıklık haletleri vardır ki, o zaman ancak bu yol yani dayak fayda verir. Psikoloji katiyyetle ifade eder ki : Yukarda saydığımız terbiye yollarının kendine bir fayda temin etmediği şahıs -ekseriya- «MAZO-HIZM» adını verdikleri psikolojik cinsi bir sapıklığa musab olur. Bu yüzden onun mizacı hissi ve mânevi şiddetli bir muamele gördükten sonra düzelir. Ve nor­mal duruma geliri.. Şüphesiz sapıklığın bu türlüsü er­keklerden daha çok kadınlarda görüien hallerdir. (Çünkü, erkekler umumiyetle «SADİZM» sapıklığına musab olurlar. Sadizm işkence yapmaktan zevk al­maktır.).
Eğer kadın, bu türlü bir sapıklığa musab ise, da­yak onun için bir ilâçtır, onun arzularını dyurur. Da­yaktan sonra mizacı normale avdet eder ve isier iste­nilen tarzda yürür. Bazan tesadüflerin meydana koy duğu öyle garip hâdiseler vardır ki, sadizm sapıklığı­na musab bir erkek, mazohizme musab bir kadınla ev­lenir. İkisi beraber kaynaşırlar ve böylece aralarında anlaşma ve evlilik başarısı meydana gelir. Her ne ka­dar bu evlilik iki tarafta mevcut bir sapıklık temeli üzerine kurulmuşsa da!.. Bir başka garip tesadüf de mazohist bir erkeğin sadist bir kadının eline düşme­si, kadının erkeği dövmesi, zaman zaman üzerine atıl­ması, böylece erkeğin mizacının normale dönmesi ve ortalığın düzelmesi, - ender hallerden ise de - diğer garip hâdiselerdendir.
Fakat hastalık derecesine varmayan normal do­rumlarda dayağı gerektiren hiç bir sebep yoktur. Da­yak sadece ihtiyatî bir silâhtır. Dayağa başvurmak ve terbiye işine onunla başlamak hiç bir vakit caiz değildir. O, son çaredir. Âyet, bir takım dereceler ter­tip etmekle bunlara işaret etmiştir.
Resûlüllah (S.A.) erkekleri, bu hakkı kullanmak­tan meneder. Hiç bir şeyin fayda vermediği son dere­ce güç zaruretler müstesna, onları azarlayarak şöyle buyurur : «Sizden hiç biriniz hanımını eşek döver gi­bi dövüp sonra da akşam onunla mücamaada bulun­masın.» [102]
Ama tarafların her ikisinde de nefret vücuda ge­lince o zaman kanun çeşitlidir. «Eğer bir kadın koca­sından nefret veya isteksizlik yüzünden korkar da an­laşmazlık meydana gelirse her ikisinin kendi arala­rında sulh yoluyla bir anlaşma yapmalarında beis yoktur. Sulh daha hayırlıdır.» [103]İlk bakışta bazı insanların tam eşitlik istemesi bize hoş gelebilir. Lâ­kin mesele burada sadece amelî gerçek ve beşeri ta­biat, meselesidir. Her hangi bir esasa dayanmayan örnek, kabilinden nazari adalet meselesi değildir. Aca­ba kocasını döven, sonra gönlünde kocasına karşı bir ihtiram duygusu bulan, ondan sonra da onunla bera­ber yaşamağı kabul eden normal bir kadın var mıdır? «MEDENλ garp memleketlerinin ve geri kalmış şark ülkelerinin hangisinde acaba kadınlar kocalarını döv­me hakkını talep etmişlerdir?.. Lâkin mühim olan şudur:
Kanun, erkeğin kadından nefret etmesi halinde onu kabul ve ona tahammül etmeğe kadını mecbur etmemiştir. Bilâkis yaşamağa tahammülü kalmadığı zaman kadına boşanma imkânı vermiştir.
Geçen hallerin hepsinde gördük ki:
1- Kadının erkeğe karşı    gerekli vecîbeleri ta-hakkümî bir şey değildir. Ancak orada doğrudan doğ­ruya veya dolayısiyle kadına   da şâmil umumi m e iv faatlar nazarı dikkate alınmıştır.
2- Şüphesiz bu vecîbelerin çoğunun aynı nevi-! den erkek için de bir mukabili vardır.    Kadına veril­memiş olan salâhiyetlerden erkeğin bir şekil ile özel­lik kazandığı pek nadir durumlara gelince, orada ka­dının ve erkeğin birlikte fıtri durumları dikkita alın­mış, fakat onunla kadını hakir görme ve küçümseme gibi bir şey kasdedilmemiştir.
3- Durum şu ki, gönlü onu kabul etmediği ve­ya kabul etmekte kendisi için bir zulmün bulunduğu­nu sezdiği zaman onu reddetme hususunda kadına hak verilmiştir.
Bundan önce defaJarca işaret ettiğimiz gibi, yap­ması gerekli vazifelerden tahammül edemediklerini reddetmesi için, kadının ameli yolu olan ayrılmağa gelince, onun üç muhtelif şekli vardır:
a) Kadının boşanma hakkım kendi eline alması. Her ne kadar kadınlardan pek azı o hakka sarılırsa da, bu hususu şeriat    sarahatle ifade etmiştir.    Bu kadının dilediği zaman kullanacağı hususi bir hakdır.
b) Kocasına olan nefreti     ve onunla yaşamağa tahammülü olmadığı sebep ve gerekçesile boşanmayı istemesi. Duyduğuma göre mahkemeler bu prensible amel etmiyorlarmış. Halbuki, o Resülüilahm ikrar et­tiği ve bilfiil tatbik ettiği sarih bir kaidedir; İslâm ka­nunundan bir cüzdür. Onun tek şartı evlenme yoluy­la mâlik   olduğu -juehir gibi- şeylerden kadının vazgeçmesidir. Bu, âdil bir şarttır. Çünkü koca, kan-sını boşadığı zaman evlenmek suretile ona vermiş Ol­duğu her şeyi kaybeder. Yani, boşanma olayına sebeb olan taraf -erkek olsun, kadın olsun- evlilik bağj-nı çözmesine   karşılık olarak   maddî bir zararı yük­lenir.
c) Kötü muamele ve zarar verme bulunduğu tak­dirde, kadın bunu isbat etmek şartile mallarını ve na­faka alma hakkını muhafaza etmekle beraber boşan­mağı talebetme hakkı kendine verilir. Önlerine gelen dâvaların çoğunun karşılıklı hilelere sahne olduğunu bildikleri için mahkemeler bu hususta müteyakkızdır­lar. Bununla beraber mahkemeler, bu durumun sabit olduğu yerde boşanmaya hükmederler.
Bu söylediklerimiz, erkeğin haki m iyy e tin e muka­bil kadının mâlik olduğu silâhlardır. Her iki tarafta netice itibarile karşılıklı olarak birbirine denktir. [104]
 
 
Kadın ve çocukların başı boş, bakımsız bırakılma­lından, mahkemelerde bitmeğe doğru yaklaşırken ye--niden başlayan nizalaşmalardan ve boşanmaktan do­ğan elem verici hikâyelerden pek çoğunu işitirsiniz. Kadın evinde "sakin, huzurlu veya yorgun ve kederli­dir. Çocuğunun birini emzirir, başka bir çocuğun is­teklerini yerine getirmeğe çalışır. Bunların yanında fazla olarak da kocasının istirahatını temine çalışır. Vaziyet bu minval üzere devam ederken bir de ne gör­sün hiç beklemediği ve daha önce de herhangi bir uyarma ve ikaz olmaksızın imamın elindeki boşan­ma kağıdıyla karşılaşır... Niçin?.. Çünkü, geçici bir tamah erkeğin gönlünü çelmiştir. O, dolaştığı yerler­de bir kadın görmüş, onu daha güzel sanmış veya ev­liliğin yeknesak seyrinden bıkarak bir değişiklik is­temiş veya.karısından kendini tatmin etmesini istemiş, o da ya reddetmiş veya yorgun olduğu bahanesiyle tekâsül göstermişi.. İşte nedenlerin hepsi bu kadar.
Ey insanlar!.. Acaba hainlik peşinde olan erkeğin, sabırlı bir kadının şahsiyeti, huzurlu bir yuva ve kü­çük yavruları bekleyen mesut bir gelecek ile oynadı­ğı bu tehlikeli silâhı parçalamak için bir yol yok mu?..
insanların mevcudiyetinden bahsettiği bu elem ve keder verici kötü davranışların mevcut olduğunda şüphe yoktur. Lâkin çıkar yol nedir?.. Talâkı ilga mı edelim?.. O zaman talâkı yasaklamaktan doğacak baş­ka kötülükler hakkında ne yaparız?.. Meselâ boşan­ma prensibini kabul etmeyen katolik devletlerin pek iyi bildiği kötülükler?.. Zira katoliklerde taraflardan birinin veya her ikisinin diğerinden nefret ettiği hallerde bile evlilik bağı devam eder. Böylece biribirine zıt insanların yuvası olur evlilik müessesesi. Çünkü, onlarda boşanmak imkânsızdır. Bu nizam, tarafları kötülüğe sürüklemez mi?.. Erkek cinsi ihtiyaçlarına cevap veren bir metres tutmaz, yalnız bırakılmış ka­dın da aynı yolu seçmez mi?.. Bu gibi yürekleri törpü­leyen karanlıklarla örtülü bir hava içinde yetişmele­ri çocuklara fayda verir mi?.. Zira mühim olan sade­ce çocukların ana - baba himayesinde yetişmeleri de­ğildir. Gerçekte mühim olan onların içinde yaşadıkla­rı atmosferdir.. Eğer böyle olmasaydı, kavgaları bit­meyen, birbirine düşman ana ve baba ile beraber bü­yüyen çocuklar, bir takım sapıklık ve anormallikler yüklenip taşımazlardı.
Diyorlar ki, tahdid edelim. talâk mes'elesinde erkeğin hakkını
Ne kast olunur bundan?.. Şu durum kastoîunur ki, erkeğin sadece «boş ol» demesiyle, talâk vaki olmaz. O, ancak mahkemede tahakkuk eder. Mahkeme kadı­nın yakınlarından birisiyle erkeğin yakınlarından bi­risini hakem olarak gönderir. Onlar konuyu inceler, erkeğe müracaat ile nasihatta ve barıştırma deneme­sinde bulunurlar. Umulur ki, bu gayretler erkeği yan­lış tutumundan vazgeçirir, aileye ve evlilik müessese­sine karşı yeniden ilgisinin devamını sağlar. Barıştır­ma çabası bir fayda vermediği takdirde işte ancak o zaman erkeğin eliyle değil, hâkimin eliyle talâk hük­me bağlanır. Tarafların yakınlarına müracaat ve uz­laştırma gayesile şeriatın tavsiyelerinden bir cüz'u-nün tatbik edildiği bu ameliyede bir mâni göremiyo­rum. Fakat ben her ne kadar bunların bir fayda sağ­layacağına inanmıyorsam da ıslahatçıların irade buyurdukları ihtiyatî tedbirler bir mahkemeye muhtaç olmaksızın İslâm dünyasında bilfiil mevcuttur. Farze-delirı ki, erkek kadını boşadı ve şeriatın nassı ile ta­lâk vaki' oidu. O zaman erkeğin ehliyle kadının ehli­nin, tarafları barıştırmağa teşebbüs etmelerine, yeni bir durum meydana gelmeden derhal kadının kocası­na döndürülmesine engel olacak bir durum var mı­dır?.. Eğer ikinci defa bir anlaşmazlık vücut bulur ve talâk da vaki olursa, bu durum karşısında taraflar­dan bir rağbet veya evlilik müessesesinin devamında bir fayda umulduğu zaman, te'dip yoluna giderek bir takım yeni icraat ve yeniden mehir verdirmek sure­tiyle tarafların uzlaştırılması imkânsız mıdır?..
Şüphe yoktur ki, barışmağa karşı istek olunca bu, mahkemenin müdahalesine muhtaç olmaz. Fakat barışma imkânsız olduğu zaman akraba ve arkadaş­larının mâîik olduğu şeylerden fazla olarak kadı (ha­kim) neye mâliktir?.. Yeryüzünde İslâm kanunları ile hükmetmeyen bir çok medeni (!) milletler var. Ora­larda boşanma ancak mahkeme ile tamamlanır. Ta­biî mahkeme hükmünü vermeden önce nasihat, irşat ve uzlaştırma çabalarını dener. Acaba bunlardan son­ra o ülkelerde boşanma nisbeti kaça ulaşmıştır?.. Me­selâ bu nisbet Amerika'da %40'a varmıştır. Halbuki, evlenme boşanma meraklılarının memleketi diye it­ham edilen Mısır da dahil edilmek üzere bu nisbet dünyada en yüksek nisbettir.
Kusurlu olamn ancak kadın olduğu ve bu yüzden onunla yaşamanın imkânsız bulunduğu hâkimin na­zarında katiyyetle sabit olduğu vakit ancak .boşan­ma kararı verilmesini isteyen sapık zihniyetlilere ge­lince, acaba onlar bu yoldan kadın için hangi haysiyyet ve şerefi ümid ederler?
Kadın için, kendisinden nefret eden, evinde kal­masını istemeyen bir adamın yanında kalmakta han­gi fayda vardır?.. Öyie bir erkek ki, akşam sabah ka­dına, herhangi bir sevgisinin olmadığını, kalbinde en un için sevgi mahalli bulunmadığını açıkça söyler. Bundan başka kadını yalnız bırakır. Onun bilgisine rağmen başka kadınlarla münasebet kurar.
Kadın bu hilelerin içinde orada kalmalı mı?.. Bu, kanunun ısrar etmesi istenilen bir hedef midir?.. Ve­ya aldatmanın tek yolu, erkek istemediği halde kadı­nın sulta ve haysiyeti zedelenmiş olarak beraber kal­maları mıdır?.. Yoksa çocukların terbiyesi için mi ka­dın istenmediği evde kalmalıdır?.. Çocukların annele­riyle beraber evden ayrılmaları, gbce, gündüz devam eden bu karanlık ve çirkin hava içinde bulunmala­rından daha iyi ve terbiyeleri için daha faydalıdır.
Hayır!.. Bu sapık zihniyetliler bu görüşlerinde hak­lı değillerdir. Şüphesiz müşküller, her zaman zaru­retler için konulmuş kanunlarla halledilemez. İslâmm dışındaki beşeriyet görmüştür ki, müşküllerin ne çö­zümü vardır ne de uzaklaştırmak mümkündür. Müş­küller ancak ruh, ahlâk ve kültür bakımından mille­tin tamamının seviyesini yükseltmek suretiyle ve ter­biye duygularını güzelleştirmekle hallolur. Yeter ki, hayatta galip olan ancak hayır, asıl olan da ancak sev­gi olsun. Kişinin evlilik müessesesine mukaddes bir bağ nazariyle bakmayı itiyad edinmesi, en basit ar­zular için bu müessesenin emniyetini ihlâl etmemesi gerekir.
Terbiye, ilâcı güç, tedavisi uzun ve tesiri yavaş bir yoldur.. Bu, evde, okulda, sinemada, radyoda, ga­zetelerde, kitaplarda, camilerde... devamlı bir şekilde emek ve gayret sarfına muhtaçtır. Bu kadar uzun ve sahası geniş olmakla beraber garantili olan tek yol budur. Kanuna gelince onun vazifesi sadece her iki tarafa hakkını vermek hususunda adaleti temin etmektir. Erkekle beraber yaşamasının evlilikte başa­rıya vannıyacağım gördüğü zaman kadına da ayrıl­ma hakkını verir. [105]
 
 
Taadüd-i zevcata (birden fazla evlenmeye) gelin­ce, o geçici hallere ait bir hükümdür. îslâmda aslolan bu değildir. «Hoşuna giden kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenin. Eğer adaletle muamele edememek­ten korkarsanız o zaman bir tane almanız gerekir.»[106]
Bu âyete göre birden fazla evlenmekte matlûp olan, adalet ve eşit muameledir. Bu- ise tahkik ve tat­bikî güç bir mes'eledir. Bunun için îslâmda aslolan an­cak bir kadınla evlenmektir. Lâkin hayatta öyle hal­ler oluyor ki, orada tek evlenme adaletsizlik ve zulüm olur. Hal böyle olunca tatbikatında mutlak adaletin imkânsız olduğunu bilmesine rağmen îslâm, hafif bir zararla daha büyük bir zarardan korunmak için zaru­ret hükmüne iltica ederek birden fazla evlenmeği mu­bah kılmıştır.
Bu itibarla taaddüd-i zevcat kanununa, toplu­mun muhtaç   olduğu nice   mühim   devreler vardır.
Gençlerden büyük bir miktarın ifna edildiği harplerin sonundaki devreler bilhassa örnek alınmalıdır. Böy­le zamanlarda muvazene bozulur. Erkeklerin sayısı­na nisbetle kadınların sayısı çoğalır. İşte o zaman er­keksiz kalmış bir çok kadınların bulunmasından do­ğacak olan içtimai keşmekeş ve ahlâki kötülüklerden korunmak için birden fazla evlenme zaruret haline gelir. Evet böyle hallerde kadın, kendini ve ehlini bes­lemek maksadiyle bazen çalışır. Lâkin cinsî ihtiyacı­nı nasıl giderir?.. Kadın, melek olmadığına göre gece veya gündüz erkeklerin kucağına kendini atmaktan başka önünde bir yol var mıdır? Sonra çocuğa olan ihtiyacı... O, nasıl tatmin olunur?.. Nesil yani evlât sahibi olmak fıtri bir istektir. Ondan hiç bir kimse ken­dini kurtaramaz. Lâkin bu ihtiyaç, kadında erkekten daha fazladır. Muhakka ki, çocuk kadın için, onsuz hayatın tadını duyamıyacağı asıl kişilik yapısıdır.
Fransa ve başkalarına isabet edip de onları tarih­te bir yeri olan devletler arasından silen ahlâkî çözül­melerden toplumu koruyacak temiz bir vasıtaya olan ihtiyaç bir tarafa, bizzat kadının bu cinsî arzularını giderecek temiz bir yol var mıdır?..
Her ikisinin her şeyde eşit hakka sahip olması aslolmak üzere ve alenî olarak kanunun tasrihi şartiy-]e bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesinden başka oraya giden bir yol var mıdır?..
Bu söylediğimiz arızî haller, îslâmın bu kanun­dan tuttuğu hedefin bir kısmıdır. Değil üç veya dört kadının, hatta iki kadının bir erkekte iştirak etmesi halinde bile kadınlarca arzulanan ve üzerine titreni-len saadeti vereceğini hiç kimse iddia edemez. Lâkin teaddüd-i zevcat bir zaruret neticesidir. Eğer kadın bir ortaklıkta, erkeksiz kaldığı zaman duçar olacağı zarardan daha fazla zarar ile karşılacağını gör­seydi, şüphe yoktur ki, kişiliğini zedeleyici taraflar bulunan bu ortaklığa rağbet etmezdi.
Herhangi bir sebeble muvazenenin bozulduğu her devir, harp durumuna benzer. Zira erkekler, iş, yol­culuk ve salgın hastalıklar vukuunda ölüme kadın­lardan daha çok maruz kalırlar. Çünkü erkekler, bu gibi tehlikelere karşı yaratılışları icabı kadınlardan daha az mukavemete sahiptirler. Fakat sayılan eşit olduğu zaman birden fazla evlenme -matematik-man - imkânsız hale gelir. Beşer tarihinde bir gen­cin evlenmek isteyip de başka erkeklerin kendi his­sesine düşen kadına el koymuş olması sebebiyle kadın bulamadığ hiç bir zaman vaki olmamıştır.
Hayatta bir takım ferdî durumlar vardır ki, fıkıh âlimlerine göre orada teaddüdü zevcat zaruri olur. Meselâ bir kadınla iktifa edemeyecek derecede norma­lin üstünde cinsî kudrete sahip bulunan ve sabretme­si de mümkün olmayan erkeklerin mevcudiyeti bu hallerdendir, işte, böyle olan bir kimse ya ikinci zev­ceye giden meşru yolu seçer veya gayri meşru olan gizli dostlar edinmeye tevessül eder. İkinci şık, temiz bir toplumun müsamaha etmiyeceği bir durumdur.
Meselâ, kadının kısır olma hali de ondandır. Ev­velce de dediğimiz gibi evlât sahibi olma arzusu, dur­durulması imkânsız olan beşeri bir istektir. O öyle yüksek bir arzudur ki, onda ısrar, ne düşüklük olur, ne de sahibi ayıplanır. Tabiatiyle kısır olan zevcenin kısırlığından dolayı bir günahı olmadığı doğrudur. Lâ­kin çocuk sahibi olmak gibi meşru bir hakkından do­layı kocayı -arzusu hilâfına- mahrum etmenin adilâne bir hareket olduğunu kim söyleyebilir?
İlk zevce ortaklığa razı olursa erkeğin ikinci ka­dınla evlenmek hakkıdır. Eğer birinci kadın buna da-yanamazsa onun için ayrılma kapısı açılır.
Meselâ birleşmeğe mâni devamlı hastalık hali. El­bette ki, hiç bir kimse cinsi temas arzusunun haddiza­tında çirkin bir şey olduğunu [107] iddia edemez. Bi­naenaleyh bu işin, bir kadının saadeteni yıkmağa sa-beb olması doğru olmaz da diyemez.
Aslında mes'ele alçaklık ve yükseklik mes'elesi de değildir. Şüphe yoktur ki, hiç bir kimsenin müstağ­ni olamıyacağı bir zarurettir. Erkek, gönüllü olarak, eşinin hatırı için eğer bu zaruretin üstüne çıkarsa, o hareket öğülmeğe değer asil bir davranış olur. Lâkin Allahu Teâlâ herkese taşıyabileceği yükü yükler. Ger­çeği itiraf etmek, birden fazla evlenmeğe müsaade et­meyen devletlerde olduğu gibi karanlıkta ihanet edip zahirde gösteriş yapmaktan daha iyidir. Meselâ, insa­nın define kadir olamadığı nefret ve ikrah halleri de bu konuya eklenir.
Onu boşamağı sevmediği, onunla uzun süren mua­şeretinin talâkla bitmesini istemediği için erkeğin ilk zevcesine vefakârlıkla bağlılıkta devam etmesi, bahsi geçen hallerde dikkate alınır. Bu durum her ne ka­dar zevcenin saadetini temin etmiyorsa da haddi za­tında o, asil bir düşüncedir. Fakat erkeğin, ilk zevce­sini aldatarak zorla yanında tutmasına gelince, işte bu hareket. Allah katında haramdır ve kadın istediği takdirde boşanmayı gerektiren bir sebeb telâkki edilir. [108]
 
 
Şüpheleri arza devamla biraz da kadının çalışma­sı hakkında söz edelim.
Çalışma, kendinde şüphe olmayan bir haktır. Kadınlar sadr-ı İslâmda, şartlar çalışmalarını gerek­tirdiği ve uygun düştüğü zamanlarda çalışırlardı. Lâ­kin mes'ele, aslında bu hakkın takrir edilmesi mes'e­lesi değildir. Vakıa şudur ki, bir yönden toplumun ih­tiyacı, başka bir yönden bizzat kadının ihtiyacının ge­rektirdiği zarurî hallerin dışında çalışmak maksadiyle kadının dışarı çıkmasını İslâm hoş görmez. Kızları okutmak, hastabakıcılık, kadın hekimliği gibi işler yapması için şarttır. Böylece, toplumun bu vazifelere kadınları teşvik etmesi, erkeklerin harp için hazırlan­dıkları gibi, kadınların da o vazifelere hazırlanmala­rını sağlaması şarttır. Kendine bakacak bir kimsenin bulunmaması veya bakanın ona tahsis ettiği miktarın azlığı, kadının çalışmağa olan hak ve ihtiyacını tak­rir eden diğer bir sebeptir. Çünkü, kadın için çalışmak, yaşama ylunda mübtezel olmaktan daha siyanetli bir durumdur.
Ancak bunların hepsi birer zarurettir. Bu zaruret­lere göre İslâm onları mubah sayar.
Fakat toplumda asıl "olan şeyin garplıların ve komünistlerin iddia ettikleri gibi kadının çalışmak için evinden dışarı çıkmasıdır, düşüncesine gelince, bu, İslâmın ikrar eylemediği bir hamakattır. Çünkü bu, kadını asli vazifesinden   uzaklaştırır ve sağlayacağı hayırlardan daha büyük ruhi, içtimai ve ahlâki kötülüklerin meydana gelmesine sebeb olur.
Bedenî, fikri ve vicdanî yapısında kadının analık­tan ibaret olan muayyen bir vazife için hazırlanma-fmış olduğunu iddia etmeğe yeryüzünde hiç bir kim­se kaadir olamaz. Kadın, işte o vazifeyi yapmadığı zaman ancak muayyen bir maksad için depo edilmiş olan canlılık enerjisini heder etmiş ve esas yolundan sapmış olur. Zaruret öyle gerektirdiği zaman ona itiraz yok. Fakat mücbir bir sebep olmadan sadece id­raksiz bir neslin musab bulunduğu hudutsuz zevkin esiri olmuş beyinsizlerin kötü arzularına cevap ver­mek için, isterse ardından tufan kopsun düşüncesiy­le İslâmdan bu tarzın kabulünü istemek, doğru olma­yan bir harekettir. Eğer İslâm böyle hallere mahal bı-raksaydı, en büyük nıeziyyetinden uzaklaşırdı.
îslâmm o büyük meziyeti ise, bütün insanlığa ne­silleri inkıtaa uğratmayan muttasıl bir yapı olarak bakmasıdır.
Denilir ki: «muhakkak kadın hem ana, hem de işçi olmağa muktedirdir. Hal böyle olunca bütün me­sele çocuk müşkülünü halledecek çocuk yuvalarını te­sis etmektir. Bunların hepsinin, araştırma neticesinde hedefi sabit olmayan boş sözler olduğu tesbit edil­miştir.
Yuvalar, çocuğun her türlü bedenî bakımı, aklî, fikrî, ilmî yönetimine muktedir olur.
Lâkin yuva, onsuz hayatın ayakta durması, o bu­lunmadan vaziyyetlerin doğrulması mümkün olma­yan biricik unsuru çocuğa vermeğe kaadir olamaz. O da, «ana sevgisi» ve bakımıdır. Başka kadınların de­ğil, sadece «ana» nızı bakımıdır.
Beşerin tabiatını değiştirmek, çılgın medeniyetin ve beyinsiz komünizmin    imkânı dahilinde değildir. Zira çocuk, en az ilk iki senesinde   kendi öz kardeşi olsa bile hiç bir kimsenin ortak   olmadığı bir anaya muhtaç olduğunu hisseder. Öyle bir ana ki, onun bü­tün istek ve arzularına cevap vermekte, iki kolu ara­sında kucaklayıp emniyet ve sevgi hisleriyle onu kap­lamakta tam bir dikkat sarfeder.   Bu ilginin dışında kalan çocuğun gönlü ıstırap ve düğümlerle dolar. Ço­cuk için yuvadaki ana ne kadar gariptir! On veya yir­mi çocuk, bir tek yapmacık «ANA» ya ortak olurlar. Ona sahip olmak îçin,   kendi   aralarında   mücadele ederler. Böylece bu minval   üzere yetişirler. Onların iyilik temayüllerine mücadele  duygusu galip gelir, kalbleri taşlaşır. Bü yüzden, orada onların kaiblerin de sevgi ve kardeşlik yeşermez....
Küçük çocuklar için yuva 'kadın için çalışmak gibi - ancak ihtiyacın gerektirdiği bir zarurettir. Mec­bur edici bir zaruret bulunmadığı halde, onun asıl ol­duğunu iddia mes'eîesine gelince işte bu, akıl sahiple­rinin uzak durmaları icâp eden bir deliliktir,
însan üretimini telef ve heder olmağa terkeder-ken, maddi istihsali çoğaltmakta insan için nasıl bir fayda vardır?
Bu, çılgın garbın tarihî, coğrafî, siyasî ve iktisadî şartlarından doğan bir özrü olabilir. Amma îslâmî şarktaki bizlere gelince, nedir özrümüz bizim? Acaba erkeklerden çalışan ellerin hepsini tükettik de işin da­ha fazla ele muhtaç olduğunu mu gördük?.. Baba, kar­deş, koca veya akraba olsun müslüman erkek, kadını beslemekten acze mi düştü? Bu yüzden kadını ken­dini yedirip içirmesi için çalışmağa mı terketti?
Diyorlar ki, «şüphesiz çalışmak kadına müstakil, iktisadi bir kişilik kazandırır. Kadın, haysiyyet ve ke­rametini bu yoldan elde eder.» İslâm kadını, müstakil iktisadi kişilikten mahrum mu etti ki? Muhakkak olan şudur ki, îslâm memleketlerinin mes'elesi nizam mes­elesi değildir. Ancak nıes'ele kadına - ERKEĞE DE - yaşamak için normal gelir kaynaklarını temin etmeğe mani olan umumî fakirlik mes'elesidir. Onun ilâcı ise, kadın erkek milletin hepsini zenginleştirecek derece­de istihsâl gücünün geliştirilmesidir.
îşte o zaman islâm âleminde fakir kalmaz. Onun ilâcı budur. Onun ilâcı, hiç bir vakit kazanma vesile­leri üzerinde kadının erkeğe rekabet etmesi değildir.
Diyorlar ki: «Aile müessesesini kurup yaşatmak­ta iki gelirin birleşmesi, müessesenin yaşaması için bir tek gelirden daha teminatlıdır.» Bazan- bu, münfe-rid hallerde doğru olabilir.
Lâkin kadın, kadınlığa has vazifelerin dışında ça­lışmağa başlarsa artık yeni bir aile yuvası kurmağı tatil eder ve kötülüğe sebebiyet veren cinsî atalet dev­resini oldukça uzatır. Bu ıztırap veren durumu hangi iktisadî veya içtimaî yahut ahlâkî düşünce teyid ve. takviye eder?
îslâm, bu sebeblerden kadını, yolunda yaratıldığı ve onu başarmak için kendine eşsiz maharetlerin ve­rildiği ilk vazifesine tahsis ederken, toplumun ihti-yaçlariyle birlikte beşerî fıtratı da nazarı itibare alı­yordu. Böylece yaşama kaygusundan kadmm gönlü­nü âzâde kılmak insanlıkla ilgili bulunan değerli ga­yeye riâyet etmek ve bütün güç ve kuvvetiyle o tara­fa yönelmek için vazgeçilmez bir tarzda kadının ya­şama teminatını erkeğe yüklemiştir.
Bu vazifede İslâm, olgun bir ihtimam ve umumi bir hürmet duygusu ile kadını çevrelemiştir.
Hattâ bu mes'ele ile ilgili olarak Resûlüllaha in­sanlar tarafından şöyle sorular sorulmuştur:
«Ya Resûlullahl Benim güzel sevgi ve bakımı­ma en çok muhtaç olan kimdir? Hesûluliah:
Annendir,
Sonra kimdir?
Yine annendir.
Sonra kimdir?
Yine annendir.
Sonra kimdir?
Sonra da babandır» [109] buyurdular.
Şimdi müslüman kadının istediği kadın hakları nerede? Hayatta İslâmm, kadın için gerçekleştirmedi­ği hangi hedef kalmıştır? Kadın; seçmek, seçilmek, parlâmentoya girmek suretiyle hangi hakları ala­caktır?
Kadın, yoksa erkekle insani bakımdan eşitliği mî istiyor? Evet, İslâm, bu eşitliği kanunun önünde na­zari ve ameli olarak kadına verir. İktisadi istiklâli ve toplumla direk muamele yapmağı mı istiyor? Evet.. İslâm, bu haklan kadma veren ilk nizamdır.
Kadın öğrenme hakkını mı istiyor? Evet, bu hak­kı da îsîâm kadına vermiş, hattâ öğrenmeyi onun üze­rine bir fariza kılmıştır.
Kadın, kendi izni olmadan evlendirilmeme sini mi istiyor? Buna mukabil kendi kendine nişanlanmak ve evlenmek mi istiyor?
Evlilik müessesesindeki vazifesini gerektiği gibi yaptığı müddetçe kendisine iyi muamele edilmesini mi istiyor? İyi muamele görmediği zaman ayrılma hakkının kendisine verilmesini mi istiyor?
Evet,. îslâm, bunların hepsini, erkeğe bir vazife olarak yüklemiştir. Kadının lehine olmak şartiyle ça-hşma hakkını mı istiyor?. Evet.. İslâmda kadının o hakkı da kendisi için mahfuzdur. Yoksa, müptezellik ve açık saçıklık hakkını mı istiyr? îşte sadece bu, İslâmın kadına haram ettiği tek hürriyettir. Fakat İslâm, erkeği de bir eşitlik esasına göre ondan mahrum etiniştir. Çünkü, bu hürriyeti gerçekleştirmek için par­lamentoya girmeğe ihtiyaç yoktur. Bu ancak toplu­mun bağlarını ve geleneklerini çözüp parçalamağa muhtaçtır. İşte o zaman dileyen dilediği müptezelliğj yapar. Böylece yularlar tamamen boş bırakılır.
Kadın , Haklarını Koruma Derneklerine mensup içi boş, sapık zihniyetlilerin ve bir takım beyinsizlerin anladığı mânâda parlâmentoya girmek başlıca hedef değildir. Gerçekte o, başka bir hedefe varmak için ve­siledir. Hedefler tahakkuk edince .meftunu bulunduk­ları garbı taklit etmekten başka hangi sebeple bu ve­sileyi elde etmeğe ihtiyaç duyarlar? Halbuki bizim şartlarımız, onların şartlarının gayrı ve bizim hayat­taki değer ve kıymet hükümlerimiz oradakinden baş­ka şeyler değil midir?
Lâkin bir kısım zevat diyecekler ki : Değişen şart­lardan, bir birine zıt değer ve kıymet hükümlerinden bize ne? Şüphe yoktur ki, şarkta kadrnm durumu, susmak caiz olmayan kötü bir durumdur. Garpta ka­dın hürriyetine kavuştu ve cemiyetteki kendi yerini aldı, binaenaleyh şarklı kadının da onların yolundan gitmesi, gasbedilmiş haklarını geri almak için garbı taklit etmesi lâzımdır.
Bu, içinde bazı gerçekler bulunan bir sözdür. Ge­nel olarak İslâm memleketlerinde kadın, kişilik hay-siyyeti olmayan geri kalmış cahil ve değersiz bir top-. Iuluktur.- Maddi ve mânevi pisliklerin içine gömül­müş vaziyette hayvanlar gibi yaşar. Mesut olmaktan daha çok yorgundur. Aldığından daha çoğunu verir. Ekseriye iç güdüler âleminden daha yukarı yüksele-mez, kendisine yükselme imkânı da verilmez.
Bu bir hakikattir. Lâkin bu acı hakikattan sorum­lu kimdir?.. O sorumlu İslâm veya onun nizamı mı?,.
Muhakkak ki şarklı kadının ıztırabmı çektiği bur kötü durum, bir takım iktisadi, siyasî, içtimaî ve psi­kolojik şartlara istinat eder. O halde bu kötülüklerin bize nereden geldiğini bilmemiz, İslâhat yapmağı dü­şünürken doğru yol üzere olmamız için esaslı bir şe­kilde bunların üzerine eğilmemiz icabeder. Bir çok ne­siller boyunca şarkın ıztırabmı çekmekte olduğu bu yüz karası geriliğin sebebi fakirliktir. Halk bir lokma yiyecek ekmek ve avret yerlerini örtecek kadar giye-' çek bir şey bulamazken, hâkim durumda olan bir züm­reyi sefih lüks, çirkin israf ve kaba zevke garkeden içtimaî zulüm, idareci sınıfından müptezel bir zümre meydana getiren bu siyasi zillet ve meskenet... Öyle bir sınıf ki, bütün haklan garantili, fakat, üzerlerine yapmaları lâzım gelen vecibeleri yok... Mahkûm züm­re, mukabilsiz olarak bütün vergileri ve mükellefiyetleri yüklenir ve taşır... Bu şartların neticesi olarak milletin büyük bir çoğunluğuna içinde yaşadığı bu karanlık ve şaşkınlık, ümitsizlik telkin eder... İşle kadının duçar olduğu zillet ve zulüm dolu ahvalden an­cak bu saydıklarımız mes'uldür.
Şüphe yoktur ki, kadının muhtaç olduğu en mü­him şey, kendisiyle erkeği arasındaki karşılıklı sevgi ve hürmet temayülü ve duygularıdır. Fakat herkesi içine alan bu kahredici zillet ve kıvrandırıcı fakirlik atmosferinde bu iyi duygular, nerede ve nasıl yeşerir?..
Erkek kadınına zulüm ve işkence eder. Çünkü, o zavallı erkek evinin dışında kaybettiği şahsiyetini evinde gerçekleştirmek ister, O kişilik ki, bekçinin, po­lisin, muhtarın ve arazi sahibinin hiçe sayıp ihanet ettiği şahsiyet... Devletin mes'ul idarecisi bulunan bey­lerin veya fabrikatörlerin, paralı askerlerinin ihanet ettiği kişilik veya dairedeki müdürün ihanet ettiği ki­şilik... Bu böyle bir şahsiyet ki, muhtaçlık ve zillet se­bebiyle, karşı koymaya veya onu yenmeğe muktedir olamadığı zâlim yönetmeliklerin kendini tehdit ettiği şahsiyet...
Bu sebeple o, içinde birikmiş olan gazabını ailesi, çocukları ve ehlinden kendisine yaklaşanların üzeri­ne saçar. Cemiyette şâmil olan ve erkeğin çalışma gü­cünü dizginleyip ruhî ve asabî enerjisini tüketen bu zalim fakirlik, içinde sevgi ve iyi muamele duyguları gelişen geniş kalblilik ve hoşgörürülüğün, kendi gön­lüne düşmesine veya insanların basit hatalarını ta­hammül gösterip ya sabreden ya affeden güçlülüğün sinirlerine hâkim olmasına imkân vermez.
İşte kadını erkeğe köle yapan, onu erkeğin haşin muamelesine tahammüle mecbur eden, anlatmağa ça­lıştığımız bu fakirliğin ta kendisidir. Çünkü kadın için o çileli durum, tamamen kocasız olmaktan daha iyi­dir. Şeriatın kendine tanıdığı kanuni haklarını kul­lanmaktan kadını alıkoyan işte o fokirliktir. Eğer kadın o yola başvurmuş olsaydı, erkeği kendi hudutlarında durdurmak mümkün olurdu. Kadın, kocasının kendisini boşaması ihtimalinden doğan daimî bir korku içindedir. O zaman ne yapar?.. Çocuk­ları, babalan tekeffül eder. Amma, kendini?.-. Kendi­ni kim tekeffül eder?.. Zaten yaşamaktan bıkmış olan fakir akrabaları mı?.. Onlar kendi maişetlerinin dar­lığından dolayı zaten tanıyamadıkları yüklerinin ziya-deleşmemesi için, kadının kocasından ayrılmasını tas­vip etmiyorlar. Buna mukabil kadına, o dayanılmaz zilleti taşımasını tavsiye ediyorlar. Bu bir...
Geri kalmış bir toplumda, - şüphesiz şark bugün geri kalmıştır. Çünkü o, gerçek hedefini yitirmiş, kendini kaybetmiş ve bu yüzden karanlıklara gömülmüştür- bütün insani değerler düşer. Bütün suret ve şekillerinde kabul olunan tek fazilet, sadece   madde ve kuvvet olur. Bu toplumda tahkir ve alay etmeği haklı gösteren bir sebep sayılır.
Erkek kadından daha kuvvetli olduğu zaman ka­dım küçümser. Çünkü bizzat kendisi öylesine düşük bir seviyededir ki, insana insan olduğu için saygı du­yan insani seviyeye yükselmeğe kaadir olamaz. An­cak kadının malı mülkü olması hali, bu durumlardan istisna edilir. İşte sadece kadın o zaman hürmet gö­rür. Zira o, kuvvet ve sulta vesilelerinden bir vesileye sahiptir.
Geri kalmış toplumlarda    insanlar iç güdülerine yönelirler veya onlara doğru yaklaşırlar, özellikle in­sanlara cinsî arzu galib gelir de hayatı o şehvet per­delerinin arasından seyreder ve her şeyi onun hudut­ları içinde görür. İşte o zaman kadın, erkeğin duygu­larında başka bir şey değil sadece bir meta' oluve­rir. [110]Böylece erkek kendisinde, kadına karşı say­gılı olmasını sağlayacak olan insanî yüksek mânâla­rı, akli ve ruhî fazileti bulamaz. Eğer hayvanlar ale­mindeki cinsî münasebet içgüdüsünün, erkeğin dişiye karşı hâkimi yy etinden bir şekli temsil ettiğini düşü­necek olursak görürüz ki, derhal burada iki düşük şuurun karışımı bir duygu birleşir:
a) İş anında yâni münasebet esnasında erkeğin dişisine hâkim olma duygusu,
b) İş bittikten sonra ihmâl etme duygusu.
Geri kalmış çevrelerde terbiye ciheti ihmâl olun­muştur. Çünkü o, cehalet ve meskenet ortamında göz­lerin görmediği bir lüks olarak gözükür. Terbiye ki, insanı insan yapan, insanı hayvan seviyesinden kur­tarıp yükselten biricik vesiledir. Terbiye hiç bulun-' madiği veya bozuk bir şekilde bulunduğu vakit, in­sanlar, sadece kuvvete tapar. Hayatı, şehvet ölçüle­riyle ölçmekten doğan duygulara esir düşer.
Böyle olan çevrede ana, elinde olmayan bir duy­gusuzlukla, erkeğin kadına yönelen duygularını boz­mağa, o duyguları diktatörlük ve zalimane tahakküm­le büyütmeğe hizmet eder. Zira, çocuğunu aşın derecede ve onu arsız yapacak bir tarzda seven, makul bir hudutta dur demesini bilip onu durduramıyan ana, çocuğa bilerek veya bilmeyerek, ancak kendi sözünün kayıtsız şartsız itaat edilen söz olması, şehevî arzu ve temayüllerini de zapt u rapt altına almaması alışkan­lığını kazandırır.
Hal böyle olunca, erkeğin başkalarına zorla ka­bul ettirmek istediği emirleri, bu şehevî arzu ve tema­yüllerin ilhamıdır. Eğer dış cemiyet, içinde ıztırap, baskı, zillet ve mahrumiyet bulunan şeylerle beraber ferdin bünyesinde olgun kişiliği gerçekleştirmez, se­yirci kalırsa, o zaman erkek şuur altında birikmiş olan veya kötü terbiye neticesi yüklü bulunduğu bütün kö­tülüklerini, kendinden zayıf olan kadın .erkek ve ço­cukların üzerlerine intikal ettirmeğe (dökmeğe) baş­lar. O, şark toplumundaki kötülük âmillerinin en bâ-I rizleridir. Kadın meselesini meydana getiren ve onu, o çirkin vaziyete düşüren budur. O halde, o âmillerin hangisi İslâmdan neşet etmiştir? Ve onlardan hangisi İslâmın ruhuyla bağdaşır? [111]
 
 
Ömer ibn Abdulâziz devrinde cemiyeti, içinde ze­kât isteyen veya zekâtı kabul eden hiç bir fakirin bu­lunmadığı bir seviyeye ulaştıran o İslâm değil midir?. İşte, o İslâm, bu yerin üzerinde tatbik edilen ve bu­gün de tatbik edilmesini ister olduğumuz İslâm.
O, «Servetin sadece zenginler arasında el değişti­ren bir şey olmaması için...» buyuran, halk sınıfları arasında âdil bir dağıtım yoluyla servetleri tevzi eden ve böylece insanların seviyelerini birbirlerine yaklaştiran nizamdır. Çünkü o, lüksü sevmez, onu yasaklar Fakirliği sevmez; onun izalesi (ortadan kaldırilmasi) için çalışır.
Şarklı kadının meselesinde birinci âmil fakirlik­tir. O ortadan kalktığı zaman en büyük düğüm çözü­lür,    Kadın kendi haysiyet ve şahsiyetini bulur     Ka zanmak maksadıyla   kadının çalışması,  zarurî olan şeylerden değildir,    her ne kadar bu onun    normal hakkı ise de... Lâkin milletin hepsi için servet sevi­yesini yükseltmek, kadının -ki, o kendi şahsı müs­tesna hiçbir kimseyi doyurmakla vazifeli değildir-mirastan olan nasibini erkeğin nzasiyle teminat altı­na aiır ve fakirlikle karşı karşıya kalmak korkusun­dan dolayı bırakmak mecburiyetinde kaldığı hakları­na sarılmak hususunda kadını teşvik eder.
Acaba erkeği hakir duruma düşürüp şuur altı aşa­ğılık duygularını aşılayan ve sonunda onu evde bo­şalttıran siyasî zulüm ve baskı mıdır?.. İslâm zulme isyan etmek ve zalimlere karşı mukavemete çağırmak­tan başka bir şey midir?..   İdare edenler ve edilenler olarak beşeri terbiye hususunda şu örnek dereceye varmış olan İslâm değil midir ki,  Hz   Ömer <RA> «Dinleyiniz ve itat ediniz, deyince, müslümanlar top­luluğu arasında biri Hz. Ömer'e «Giymekte olduğun şu elbisenin sana nereden geldiğini bize haber verin­ceye kadar seni dinlemek ve sana itaat etmek biz»m üzerimize lâzım değildir» der. Bu durum karşısında Hz. Ömer, gazaplanmaz, üstelik soranın sorusunu ka bul eder onu tatmin edip inandmncaya kadar mese­lenin hakikatim açıklar. Nihayet adam : «Emret sim di, dinler ve itaat ederiz.'» der.
Bir zamanların tanıdığı ve ikinci olarak da bugün bizim özlediğimiz İslâm, işte budur. Bu İslâm, tatbik edildiği zaman insanlar, tepeden inme baskıların mey­dana getirdiği içe dönüklüğü, bu sebeble ters nefes al­maya zorlayan zillet ve hakareti elbette görmiyecek-lerdir. İşte o zaman âmirin memura ve idarecinin ida­re edilenlere muamelesi, her şahsın başka bir şahsa muamelesi, erkeğin eşine ve çocuklarına adalet, sevgi, güzellik ve kardeşçe muamele etmesi hususunda ör­nek ve rehber yapacağı bir ışık olacaktır.
Acaba bu hallere sebep insanî kıymet ve değer­lerin düşük olması mı?..
İslâm insanları düşük seviyeden kaldırmak, in­sanı insan yapan hakikî kıymet ve değerleri insan için vazetmekten başka bir şey için mi geldi?.. «Allah ka­tında en değerli olanınız, en muttaki olanınızdır.» [112]En zengin olanınız, en kuvvetli olanınız, sulta ve ha­kimiyet bakımından en üstün olanınız değil.... İşte in­sanî kıymet ve değerler bu seviyeye yükseldiği zaman, orada zayıflığından dolayı kadına kötü muamele et­meğe bir mecal kalmaz. Kaldı ki, îslâmm insanlık öl­çüsü, ancak erkeğin kadına karşı güzel muamelesidir. Bu ölçü ise, Resûlüllahın şu hadisi söylemek suretiy­le sarahaten koymuş olduğu ölçüdür: «Sizin en ha­yırlınız, ehline en hayırlı olanınizdır. Ben içinizden eh­line en hayırlı olanınızım.» [113]Arap dilinde ehil ke­limesinden murad ailedir. Böylece Resûlüllahın, ruhla­rın hakikatini idrak melekesi derindi. Hal böyle olunca kefaleti altında bulunan hiç bir insana kötü mua­mele edemezdi. Herkesin, böyle hareket etmesini, ak­sine hareket edenlerin insanî ölçülerin altına düşecek­lerini, bu yüzden ruhlarını bir ızdırap ve ukdenin kap-hyacağını ifade etti. [114]
 
 
İslâm, insanların, terbiye prensiplerinden uzak olarak içgüdüleriyle yaşamalarını ne zaman mubah kıldı?.. Şüphesiz ki İslâm, apaçık bir ifadeyle onların varlığını ve tesirini kabul eder... Fakat ahlaken düşüş­lerinde ona ayak uydurmaz ye içgüdülerin insanlara tahakküm etmesini istemez. Tâ ki, içgüdülerin tesiriy­le meydana gelen davranışlar, hayata bakacakları bir pencere olmasın. îslâmın, kadın ve erkekten her biri­ni, diğerinin hacetini gidermeğe mecbur etmesi, insa­nı içgüdüler seviyesine düşürmek değildir. İslâm bun­dan ancak insanları kendi zarurî ihtiyaçlarında ser­best hale getirmeği kast ve irade eder. Yeter ki, bu za­ruretler, onların şuur ve sinirlerini meşgul edip de güçlerini en yüksek istihsal sahalarına teksif etmek­ten alıkoymasın. Bunun bir işte veya ilimde veya fen­de veya ibadette veyahut meşru bir yol ile kendini do­yurmak mümkün olmadığı zaman kötülüğe tevessül etmekte olması müsavidir. Lâkin İslâm, insanların hiç bir vakit şehvetlerin esiri olmalarına, o şehvetlere da­larak yüksek insanî hayat tarzından uzaklaşmalarma müsaade etmez. İslâm, erkeği bitmek tükenmek bilme­yen bir cihad ile Allah yolunda cihad etmekle; kadını çocuklarını terbiye ve evini tertip ve tanzim cihadiyle vazifeli kılar ki, her ikisinin de zaruretler ve şehvet­ler hududunda durup kalmayan bir takım hedef ve gayeleri olsun. [115]
 
 
Ümit edilir ki, hiç bir kimse İslâmdan bahisle, bunu söylemeğe cüret edemez. Kur'an'm tamamı ve ha­dîslerin hepsi insanları terbiye etmeğe ve onları, ne­fis bakımından zapt-u rapt altına almağa, adaleti be­nimsemeğe, başkalarına hürmet etmeğe ve insanı, ken­di canını sevdiği gibi başkalarını da sevmeğe alıştır­mak hususunda ilâiıî bir davettir.
Bugünün yazarlarının, kadını geri bırakan, onu örtülere, kabalığa, dar görüşe cehalet ve hurafeye bü-rüyen ancak odur, diye iddia ettikleri gelenekler ha­kikatte nedir acaba?!..
Hiç bir vakit, ilme mâni, çalışmağa engel olma­yan, toplumla beraber yürüyen teamüle karşı koyma­yan âdetlerin aybı nedir?.. Onlardan ne gibi zararlar, meydana gelmektedir? [116]
Bu gelenekler, sadece ahlâkî müptezeîliği, hayâsız­lığı, taşkınlığı, fitneyi, ahlâki bağlardan çözülmeyi, kötülükleri yaygın hale getirmeye ve sokaklara dökül­meyi yasaklar. [117]
 
 
Kim diyebilir ki, kadının kişiliğini olgunlaştırma­sı, bilgi ve tecrübesini çoğaltması için biricik yol, gö­nül pazarlarına çıkması ve kendini oradaki gençlerden birine peşkeş .çekmesidir. Kendini teslim ettikten sonra o gencin âdi ruhlu, evlenmek arzusu olmayan, sadece cinsî ihtiyacını tatmin etmek isteyen, kadının kişiliğine hürmet etmeyen birisi olduğunun meydana çıkması üzerine o genç kadın, çıplaklaşmış medeni garbm genç kızlarının yaptığı gibi bir başka £ence dönmeyi düşünmesini kim ve nasıl isteyebilir?
Bunu, hiç kimse isteyemez. Ancak olsa olsa bunu, kötü maksatlarına set çeken âdet ve - geleneklerden kurtularak en kısa yoldan düşük arzularına nail ol­mayı düşünen ve böylece cemiyette fahişeliğin yayıl­masını sevip arzu edenler isteyebilir.
Öğretimin vazifesi nedir?.. En azından hayatla il­gili işler hakkında nazarî bilgi vermek değil midir?..
Evlenmek?.. O ruhları olgunlaştıran, akılları geliş­tiren temiz amelî bir tecrübe değil midir?..
Mısır'da gayri müslim bir yazar, bazan imâ ede­rek, bazan da açıkça îslâmı kötülemek ve onunla alay etmek için haftalık bir gazetede her hafta kadınlara hıtab ederek şöyle diyordu: «Çürümüş (!) gelenekle­rinizi bozdunuz. Büyük bir cür'etle erkeklere karıştı­nız. Çalışmak için fabrika ve ticarethanelere daldınız. Siz bunu bir zarureti gidermek için yapmadınız. An­cak sizi, yalnız analığa ve beşeri üremeği korumağa mecbur eden geleneklerinize karşı harb ilân ederek onları parçalamak için bunu yaptınız!.»
Bu yazar diyor ki: «Kadın sokakta yere bakarak yürür, çünkü o kendi varlığından emin değildir ve onu erkekten ve toplumdan gelen bir korku çemberi içine alır! Lâkin tecrübeler (i) onu geliştirince her şeye mey­dan okuyarak başını kaldırır ve erkeklere sabit göz­lerle bakar...»
Tarih der ki: Sadr-ı İslâmda umumî siyasete karı­şan, ordulara kumanda eden ve harplere giren Hz. Âişe, erkeklerle perde arkasından konuşurdu. Gözü bakmaktan alıkoymak, sadece kadınlara mahsus bir ahlâk değildi. Şüpheden âri olarak tarih rivayet eder ki, Resûlüllah (S.A.) bakire kızlardan daha fazla ha­ya sahibi idi. Acaba o varlığından emin olmadığı ve bütün beşeriyyete ait olan peygamberliğinin hakika­tim bilmediği için mi öyle haya [118]sahibi idi?.. Aca­ba bu hayâsız yazarlar, bu gibi hayâsızlıklarından ne zaman vazgeçecekler?!..
Kadının kötü bir durumda olduğunda şüphe yok­tur. Lâkin onun durumunu düzeltmenin yolu kendine göre özel şartları ve özel ayrılıkları bulunan garplı kadının yolu değildir.
Şüphesiz bizim eşit olarak kadın ve erkeğin ha­yatındaki hataları düzeltme yolumuz, ancak ve an­cak İslâm nizamına dönmektir. Bizim yolumuz, erkek, kadın, genç, ihtiyar hep birlikte insanları, İslâm hük­müne ve İslâm kanununa çağırmamız, bu dâvaya hak-kiyle İman etmemiz ve ona gücümüzü, temayüllerimi­zi ve düşüncelerimizi adamamızdır. İşte o zaman, ya­ni inandıklarımızı tatbik etmek için inanıp ve ona göre çalıştığımız zaman İslâm hükümran olur; zuîüm-süz ve işkencesiz her şey doğruca yerli yerine yerle­şir.[119]
 
 
Deniliyor ki:
Çölde tatbik edilmiş olan düzensiz cezalar sistemini bu­gün tatbik etmek, çeyrek dinar çalanın elini kesmek; suçlu­nun, cemiyetin kur bani arından bir kurban sayıldığı 20. asırda onu tedavi etmek lâzım geldiği kanaati hâkim iken, ceza elini ona uzatmak caiz olur mu ?
Biz de buna cevaben deriz ki, meselâ, 20. asır me-deniyyeti Kuzey Afrika'da suçsuz oldukları halde kırk bin insanı öldürmenizi hoş görür. Buna mukabil, gü­nahkâr ve mücrim olduğu halde bir tek ferdi cezalan­dırmanıza müsaade etmez, öyle mi?.
Yazıklar olsun isimlere ve kelime oyunlarına al-danan insanlara!.. Ki onları sahte, medeniyet ne ka­dar aldatıyor ve hakikatlerden uzaklaştırıyor?!..
Bırakalım 20. asır medeniyetini! Yürüsün kör dö-ğüşü cürümlerinde! Biz şimdi, İslâmın suç ve ceza gö­rüşünü ele alıp inceleyelim : [120]
 
 
Ekseriya suç, fertten cemiyete yöneltilmiş bir düş­manlık ve tecavüzdür. [121]Onun için suç ve ceza anlayışı, milletlerin fert ile toplum arasındaki alâkaya bakışıyla sıkı irtibat halindedir.
Ferdiyetçi milletler, kapitalist garp devletleri gi­bi- ferdi aşırı derecede takdis eder ve onu, bütün sosyal hayatın mihveri telâkki eder. Meselâ ferdin . hürriyetine kayıtlar koymak hususundaki toplumun hakkını kötülemekte aşın dereceye varmış olması gi­bi. Bu ferdiyyetçi nazariye, suç ve cezaya kadar uza­nır ve bu düzeni benimseyen devletler, suçluya faz­laca merhamet gösterir. Suçluyu, fasit mevzuatın ve­ya ruhî ukdelerin veya yenmeğe kaadir olamadığı sinir buhranlarının bir kurbanı itibar etmesi sebebiyle onu korumağa, böylece imkân, nisbetinde ferde veri­lecek cezayı hafifletmeğe çalışır. Bilhassa ahlâkî suç-; larda cezanın hafifletilmesine gayret eder.    Hattâ o derece ki, o hafifletmelerle neredeyse verilen ceza, ce­za olmaktan çıkar.   îşte burada, suçu hoş göstermek için Tahlilci Psikoloji, işe müdahale eder.
Toplumun suçluya, ahlâk, din ve geleneklerin; kösteklenmesinden meydana gelen cinsî düğümlerin kurbanı olarak bakması hususundaki tarihi inkılâbın kahramanı Freud idi. Çünkü, «Hayatın merkezi, an­cak cinsî enerjidir.» diye itiraf etsin veya etmesin Tah­lili Psikoloji Ekollerinin pek çoğu, ona tâbi oldu. iş-' te onların hepsinin nazarında suçlu, menfî bir mah­lûktur. Çocuk olarak içinde yetiştiği özel şartlar ve ge­nel çevre ve muhitin tesirinden kurtulup kendi hare­ketine mâlik olamaz. Onlar, bizim ruhi cebrilik» dediğimiz şeye inanıyorlar. Yani cebri bir yol ile tasar­ruf ettiği ruhî takatmda insan için ne bir irade ve ne de bir tasarruf vardır.
Toplumcu milletlere göre, bunun tam aksine ola­rak toplum, hiç bir ferdin karşı durması ve isyan et­mesi doğru olmayan mukaddes bir varlıktır, İşte bu sebebten dolayı, toplumcu görüş devlete isyan 'eden bir ferdin cezalandırılmasında, öldürme ve işkence de­recesine varacak kadar şiddet kullanır.
Tahlilci ilim adamlarından Freud ve başkasının inandığı gibi özel olarak komünizm, bütün suçların aslının psikolojik sebeblerden değil, iktisadî sebepler­den meydana geldiğine inanır. Buna göre, iktisadi sistemi bozuk toplumda faziletlerin meydana gelip ge­lişmesi mümkün olmaz. Bu yüzden mücrimi cezalan­dırmak caiz olmaz. Amma Rusya'da, iktisadın mutlak adaletle (!) yürür olduğu yerde anlıyamıyorum niçin cürümler işlenir, orada neden mahkemeler ve hapis­haneler kurulur. Keza anlamıyorum. Neden Yahudi doktorlar, Sovyet şeflerini öldürmekle itham edilir?!.. Sonra Malenkof, onları serbest bırakır, buna muka­bil itham edenleri cezalandırır!..
Şüphe yoktur ki, her iki görüş bazı hakikatleri içi­ne aldığı gibi bazı mugalataları da içine alır. Evet fer­dî ihata eden şartlar, onun yapısında mühim tesir sa­hibidir. Şuur altındaki ukdeler onu bazan cürüm iş­lemeğe sevkeder. Fakat bununla beraber insan, şart­ların karşısında sırf menfî bir mahlûk değildir. Mu­hakkak tahlilci psikologların hatası şudur ki, onlar işleri icabı insandaki muharrik güce dinamo­ya bakıyorlar. Beşerin ruhî yapısından olmasına, dış tesirlerin altında kalmasına ve asıldan ayrılmaz bir parça olmasına rağmen zapt edici takate frenlere bakmıyorlar. Şüphesiz çocuğun ifrazatını ayar­layan bir kimse ona öğretmemiş olsa dahi muay­yen bir yaştan sonra yatağına bevl ettirmeyen güç ve takat var ya, işte çocuğun infiallerini ve tasaruflarını zaptu rabt altına alan bizzat o veya onun benze­ri bir takattir. Böylece çocuk daima azgın şehvetin ve­ya gelip geçici temayüllerin arkasından sürüklenmez. Başka bir yönden şüphe yoktur ki, iktisadi şart­lar, fertlerin duyguları ve hareketlerinin yapısında mühim bir tesire sahibdir. Ruhun yapısından bozdu­ğu ve kinlerden orada depo edip geliştirdiği faktör­ler sebebiyle açlık, ahlâkî düşüklüğe sevk ettiği gibi suç işlemeğe de sevkeder. Fakat «iktisadî âmil, beşerin hareketlerinde müessir olan biricik âmildir.» sözü mübalâğalı bir sözdür... Hayatın gerçekleri onu ya­lanlar, ayrıca solcuların, fakirlik ve açlığı öldürdüğü­nü iddia ettikleri Sovyet Rusya Cumhuriyetlerinde iş­lenmekte olan cürümler de onu tekzip eder.
Geriye soracağımız şunlar kaldı: Öyle ise cezalar vermemiz veya vermememiz hususunda, mücrimin cürmündeki sorumluluğunun derecesi nedir? [122]
 
 
İslâm, suç ve ceza meselesini şu yönden ele alır.-İslâm, cezaları ölçüsüz olarak takrir etmediği gibi öl­çüsüz olarak da infaz etmez. Bu meselede İslâmın ken­dine has bir görüşü vardır ki, onunla İslâm, bütün dünya nizamları arasında farklı bir durum alır. O öy­le bir nizamdır ki, bazı hallerde ferdiyyetçi devletle­rin görüşüne uygun, bazan da toplumcu devletlerin görüşüne... lâkin o adalet terazisini tam ortasından tutar. Aynı zamanda şartları, sebebleri ihata eder ve cünne, onu işleyen ferdin ve içinde cürüm işlenen top­lumun gözüyle bakar. Bundan sonra İslâm, akl-ı se­lim mantığı ile mutabakat halinde olan âdil bir ce­zayı tesbit eder. Hiç bir vakit ne sapık görüşlere, ne fertlerin ne de milletlerin şehevî arzularına yönelir.
İslâm, bir takım yerleşmiş ve mütekâmil cezalar tesbit ve tâyin eder ki, bazı hallerde, meselenin de­rinliğine inmeyen, doğru düşünceden mahrum, mese­leyi sathî bir tarzda ele alan bir kimseye kaba ve kas­vetli görünür. Lâkin islâm o cezaları, suçu işleyen fer­din, bir zaruret ve mecburiyyet karşısında kalmadan suçu irtikâp ettiğine tam olarak kanaat getirdikten sonra ancak tatbik eder.
îslâm, el kesmeği emreder. Fakat hırsızlığın açlık­tan neşet etmiş olduğunu bilir veya meselede böyle bir şüphe olursa o zaman aktiyyen el kesmez. İslâm, zina eden erkek ve kadını recmetmeği emreder. Lâ­kin her ikisi de iffetli ve evli olmadıkça ve suç sayı­lan fiili işlediklerini tam bir müşahade ile gördükle­rine dört şahit tarafından şehadet edilmedikçe onla­rı recmetmez. Yâni zâniler her ikisi de evli oldukları halde suçu, şahitlerin göreceği bir tarzda ahlâksızlık derecesine vardıkları zaman ancak recin ile emreder. îşîâmm takrir ettiği bütün cezalarda durum böy­ledir.
Biz bunu Hz. Ömer'in tatbik ettiği sarih bir pren­sipten alıyoruz. Malûm olduğu veçhile Ömer, îslâm muctehitlerinin en bariz şahsiyyetlerindendir. O, bun­dan başka şeriatı tatbik ve onun hükümlerini infaz hususunda oldukçasert bir halife idi. Tatbikatta onu, tahakküm zihniyetiyle itham etmek mümkün olmaz.
Hz. Ömer, açlık senesinde hırsızlık yapanların aç­lık sebebiyle mecbur kalarak yapmış olacakları şüphesi mevcut olduğu gerekçesiyle hırsızlığın haddi ka-: minisi olan el kesmeği tatbik etmedi.
Aşağıda zikredeceğimiz hâdise, işaret etmekte ol­duğumuz prensibi tesbit ve takrir hususunda ve ger­çeklere delâleti bakımından daha beliğ ve daha sarih­tir:
«Rivayet olunur ki, İbni Hatip ibni Ebî Beltea'nın çalıştırdığı çacuklar, Müzeyne Kabilesinden bir ada­mın devesini çalmışlardı. Çocuklar Hz. Ömer'e geti­rildi, suçlarını itiraf ettiler. Hz. Ömer, Kesir ibni Savt'a çocukların ellerini kesmesini emretti. Kesir, vazifelen­dirildikten sonra bunu reddetti ve sonra onlara dedi ki; Sizin onları yani hırsızlık yapanları çalıştırdığını­zı, fakat, onları, Allah'ın haram kıldığı şeylerden birW sini yese helâl olacak derecede aç bıraktığınızı bilme-miş olsaydım, mutlaka onların ellerini keserdim. Son­ra sözü îbni Hatıb'a çevirdi ve dedi ki.- Allah'a yemin: ederim ki, onu (el kesmeği) tatbik etmediğim takdir­de sana ödemesi acı verecek bir para cezası veririm!.. Sonra dedi ki: Ey müzeni, deven senden kaça satın alınmak istendi.. O da dört yüze, dedi. Orada bulunan Hz, Ömer, İbni Hatıb'a «git, deve sahibine 800 ver dedi.
Şu halde burada tevile ihtimali olmayan sarih bir prensip vardır. Rasûlüllah'ın «Şüpheli olan durumlar­da hadleri tatbikten çekininiz.[123] hadîsi şerifleriyle amel ederek, meseleyi ele aldığımızda görürüz ki,
suç işlemeğe sevk eden şartların ortaya çıkması, eğer zaruret veya elde olmayan bir sebeb ile suç işlemişse hadleri tatbik etmeği meneder.
İslâmm takrir etmiş olduğu bütün cezalan tatbik etme şekil ve siyasetini gözden geçirdiğimiz zaman gö­rürüz ki, ilk olarak İslâm, suç işlemeğe götüren sebeblerden cemiyeti koruma, çarelerine baş vurur. Ondan sonra - önce değil ferdin işlediği suçu makûl ve zarurî bir sebep zorlamadığı halde işlediğine ve ceza­nın da adaletle verildiğine mutmain olarak değişmez cezasını takrir eyler.
Sebeblerden her hangi bir sebebe müstenid ola­rak cemiyet, suçun gerekçelerini çürütmekten âciz ol­duğu veya herhangi bir şekilde suçun işleniş tarzında şüphe anz olduğu zaman, hafifletici sebeblerin bulun­ması doîayısiyle haddin tatbiki sukut eder. Böylece kanun, suçluyu serbest bırakmak, ıstırar derecesine veya suçtan sorumluluk derecesine göre döğmek ve hapis gibi tazir cezalarını uygulamak yoluna gider.
Meselâ: İslâm, âdil bir tevzi ile serveti taksim et­meğe çalışır. Ömer ibni Abdulaziz devrinde bu durum, cemiyetten fakirliği kaldırma derecesine kadar ulaş­mıştır.
İslâm; dinine, cinsine, diline rengine ve sosyal ya­şama düzeni içindeki mevkiine" bakmıyârak devlet dü­zeni içinde yaşayan her ferdin, her türlü emniyet ve kefaletinden devleti sorumlu sayar.
Devlet, fertlerinin hepsine normal iş sahası ihdas etmek suretiyle fertlerinin çalışma ve yaşamalarını kefalet ve teminat altına alır. Eğer, herkese yetecek
kadar iş sahalan temin edilemezse veya iş sahaları mevcut olmasına rağmen fertlerden bir kısmı çalış­maktan âciz durumda ise, o zaman devlet, onların ya­şama masrafını Beytü'l-Malden temin eder. İşte İslâm, bu düzeni ile toplumda hırsızlığa, sürükleyici makûl veya gayri makûl âmilleri yok eder. Fakat bunlara rağmen cezayı uygulamadan önce suç işleyenin, işle­diği suçu ıztırari (elde olmayan) sebeblerin tesiri al­tında kalarak işlemediğini tam olarak tesbit etmek gayesiyle her suçta tahkikat yapar.
İslâm, cinsî faktörün kuvvetini ve insan üzerin--deki şiddetli baskı ve ısrannı kabul ve itiraf eder. Fa­kat İslâm, bu ihtiyacı meşru yoldan gidermeğe çalı­şır. O meşru yol ise, evlenme yoludur. Böylece İslâm, insanları erken evlenmeğe çağırır. Bir takım özel du­rumlar; evlenmeğe engel olduğu zaman bu engellerin bertaraf edilerek evlenmenin tamamlanması için, ev­lenmek isteyenlere Beytü'l-Mal'den yardım eder. İs­lâm şehveti gıdıklayan kandırıcı vesilelerin hepsin­den cemiyeti temizlemek, fazla gelen hayat enerjisini tüketmek ve onu hayır yollarına yöneltmek için en yüce gayeleri vazetmeğe ve boş zamanları Allah'a ibadetle değerlendirmeğe dikkat eder ve buna önem verir. Bu saydıklarımızın hepsiyle suç işlemeğe sevke-den veya suç işlemeği doğru bir hareket gibi göste­ren sebeb ve âmilleri meneder. Bununla beraber İslâ­miyet, işlenen suçu, dört şahidin alenen göreceği hay­vanı mertebeye vardırmakta ısrar ederek toplumun geleneklerini yıkmak, işlediği suçla iftihar etmek du­rumuna düşünceye kadar cezayı uygulamakta acele etmez.
Zihinlere ilk gelen şey, «bugün mevcut iktisadî, içtimai ve ahlâkî durumların, gençlerle evlenme arasmdaki mesafeyi açtığı, kötülüklere yaklaştırdığı» dü­şüncesidir. Bu maalesef doğrudur. İslama gelince onun, ya tamamı alınmalı veya tamamı terk edilme­lidir. İslâm hâkim olduğu zaman, hiç bir vakit, genç­liği seviyesizliğe hızla iten bu çılgın tahrikler elbette-ki mevcut olmayacaktır. Elbette açık saçık filmler, müstehcen gazeteler ve hayâsız mecmualar, müptezel şarkılar ve sokakta dalga dalga kaynaşan fitneler mev­cut olmayacaktır. Elbette ki, insanları evlenmekten meneden fakirlik de mevcut olmayacaktır. İşte ancak o zaman İslâm insanlardan, yapmağa muktedir olduk­ları fazileti ister, sadece özürsüz işlenen suçlarda ce­zaların uygulanmasına rıza gösterir.
Geri kalan cezalarda da Islâmın durumu böyle­dir. O, ilk önce toplumu suç işleme sebep ve âmille­rinden kurtarmağa çalışır. Bundan sonra ihtiyatta fazlalık olarak şüpheli hallerde de hadleri tatbikten vazgeçer.
Sorarım, yeryüzünde hangi nizam, bu yüksek ada­lete ulaşmıştır?..
Muhakkak ki, İslama karşı kötüleyici hücumların­dan müslümanların korktuğu frenkler (batılılar), bu cezaların tatbikini çirkin addederler ve bunda, insa­nın şahsiyetini heder etme ve insanî durumunu hiçe sayma vardır, derler. Çünkü onlar, İslâmın suç ve ce­za görünüşü okumamışlar, bu yüzden gerçeği farke-dememişlerdir. Yine onlar, büyük bir hata eseri' olarak kendi medenî cezalan gibi her gün tatbik olu­nacağını zannederek, İslâm toplumunda korkunç bir mezbaha hayal ediyorlar : Şu değneklenir, bunun eli. kesilir, o recm olunur, şeklinde... Halbuki vakıa böy­le değildir.    Bu cezalar, kasvet ve şiddetinden dolayı
neredeyse tatbik olunmazlar. Zira bu cezaların, baş­langıçtan itibaren suçların vukuunu meneden bir ta­kım cezalar olduğunu anlamamız gerekir ki, hırsız­lık haddi olan el kesmenin, 400 senede ancak altı de­fa tatbik edildiğini bilmek kâfi gelir. îslâmın cezayı uygulamazdan önce suçu işleten sebeb ve sâiklerden cemiyeti korumak hususundaki takip ettiği yolu bil­memiz, bizi hadlerin uygulandığı nadir hallerdeki ada­let hakkında tam bir gönül îerahlığına garkeder.
Suç işlemeğe sevkeden sebeblerin ortadan kalk­masına rağmen, onların hepsinin suçlu veya suç üze­rinde musir olmaları müstesna, îslâm nizamının tat­bikinde kendilerini korkutan her hangi bir şey oldu­ğunu batılılar elbette söyleyemezler.
Muhtemelen bazı insanların hatırlarına gelebiliı ki, hal böyle olunca bu cezalar, tatbik sahası pek bu­lunmayan bir takım formaliteden ibaret şeylerdir. Bu çeşit mütalâa elbetteki doğru değildir. Zira bu ceza­lar, makûl bir sâikin suç işlemeğe zorlamadığı haller­de bazı fertleri korkutmak için mevcuttur. Fakat, bu­nunla beraber onlar suça bir temayül ve suçu işleme­ğe karşı bir yönelme hissi taşırlar. Fakat suçu işleye­mezler. Suça sevkedici duygunun sebebi ne olursa ol­sun bu fertler cezadan korktukları için suçu işleme­den önce bir defa kendi akıllarına müracaat edecek­lerdir.
Bazan onlara kebt (ihtiraslarını baskı altında tut­ma yani şuuraltı haleti) isabet eder. Lâkin ceza yo­lunda çahşma devam ettiği ve ilgisiyle herkesi gözet­tiği müddetçe, canlarına, ırz, namus ve mallarına te­cavüz elinin uzanmaması ve bundan emin olması ce­miyetin en tabii haklarındandır. Sonra îslâm, açık bi saik olmadan suç işlemeğe mütemayil olanlan tedavi etmekten geri durmaş. Onların duçar oldukları sa­pıklığa kurban gitmelerine de göz yummaz.
İşte bunlar, aydın gençlerin ürktükleri, kendileri­ni frenklerin kabalık ve düşüklükle ayıplamamaları ıçm bir kısım kanun adamlarının nefretle kaçtığı İs­lâm cezalandır.
Bu yüksek İslâm .kanununun hikmetini şu veya bu, herkesin hakkiyle anlayıp takdir edemiyeceği de bilinmelidir. [124]
 
 
«Bizi, bin sene geriye... çadır devrine mi döndürmek İsti­yorsunuz ?
İslâm, bin sene önceki Araplara, o baldırı çıplak ve yan vahşî bedevilere uygun idi. Onun basitliği ve iptidaîliği, içinde zuhur ettiği iptidaî bedevî muhite münasib idi. Amma, bugün medeniyet ve teknik asrında, o uygun olur mu? Öyle bir asır ki, füzelerin, hidrojen bombalarının, gökdelenlerin ve sinemas­kopların asrı...
İslâm, modern hayat tarzıyle işbirliği yapmayan donuk., bir dindir. Allah'ın mahlûkatmdan diğerleri gibi medenice ve insanca yaşamayı istediğimiz zaman onun bağlarından kurtu-luç yoktur.»
Bu ahmakça ve alçakça uydurulmuş safsata bana kültürlü (!) bir tngilizi hatırlatıyor. İki senedenberi Mısır'da idi. Mısır'U fellâhlann seviyelerini yükselt­mek için Birleşmiş Milletler Konseyine tâbi bir bilir­kişi olarak çalışıyordu. Kapitalist garbın kendilerini, bu memleketlerdeki iktisadi müstemlekeciliğin ana esaslannı tesbit etmek için değil, sadece Allah nzası ve fellâhlan çok sevdikleri için gönderildiklerini id­dia ediyordu.
Şuna bakınız ki, Birleşmiş Milletlerin delegeleri, çok sevdiklerini iddîa ettikleri bu milletin dilini bilmi­yorlardı. Hükümet, halk ile onlar arasında tercüme işini yapacak bir çok kimseler tayin etti. Ben de bu kültürlü (!) İngilizle çalışmakla vazifelendürlmiştim.
İlk andan itibaren onunla her şeyi açıkça görüşü­yordum. Ona dedim ki:
Biz, sizden nefret ediyoruz ve şark ülkelerin­den hangisi olursa olsun sizin askerleriniz oralarda kaldığı müddetçe sizden nefret etmekte devam edece­ğiz. Mısır'a karşı tutumumuzdan dolayı sizi, Amerika'-hlan ve müttefiklerinizi, yani kısaca hiçbirinizi sev­miyoruz.    Filistin dâvasından,    müstemlekeci olarak ayak bastığınız her beldedeki hareketlerinizden dolayı sizi sevmiyoruz.
O zaman, adam .beni dikkatle süzdü, baktı ve sonra:
Sen komünist misin? dedi.
Hayır, dedim. Ben bir müslümanım.   Ben ina­nıyorum ki, muhakkak İslâm, sizin gaipteki' kapita­list medeniyetinizden ve şarktaki komünizm sistemin­den daha iyidir. O, hayatın bütün dallarına şâmil ol­ması, yaşayış düzenini, muvazene ve itidal ruhu iîe tedavi etmesi bakımından bugüne kadar beşeriyetin tanıdığı en mükemmel harika bir nizamdır.
Aramızdaki münakaşa üç saate yakın bir zaman devam etti. Sonunda bana dedi ki:
îslâmdan bana anlatmış olduğun şeylerin hak olması muhtemeldir. Lâkin ben, yeni medeniyetin meyvelerinden mahrum olmak istemem. Uçakla yolculuk yapmağı ve radydan müzik sesleri dinlemeği se­verim
Dehşetler içerisinde kalarak dedim ki:
Seni onların hepsinden alıkoyan nedir ki?..
İslâm, bana çadır hayatına   dönmemi emret­mez mi?
Bunun alçakça bir iftira olduğunda şüphe yoktur. Bu dinin tarihini okumuş hiç bir kimse böyle söyleye­mez. Eğer böyle değilse, o zaman sorarız, İslâm nere­de ve ne zaman medeniyetin yoluna karşı durmuş­tur?..
Şüphe yoktur ki, İslâm yarısı bedevi olan, kaba­lıkta, taş yüreklilikte son hadde vardıkları için hak­larında Kur'an'ın «Bedevi Araplar küfür ve nifak hu­susunda fazla aşırıdırlar. Onlar Allanın Resulüne in­dirmiş olduğu emir ve yasaklanıl sınırlarını bileme­meğe daha lâyıktırlar.»[125] buyurduğu bir muhite gelmiştir. îslâmm en büyük mucizelerinden biri, böy­lesine kaba, haşin ve atılgan bir topluluktan; gerçek ve örnek insanlık vasıflarını yüklü bir millet mey­dana getirmiş olmasıdır. Öyle bir millet ki, sadece kendileri Allanın gösterdiği hidayet yoluna girmek böylece içinde bulundukları hayvanlık mertebesinden yüksek insanî ufuklara doğru yükselmekle yetinme­mişler, fakat aynı zamanda, insanları Allah yoluna davet eden hakikî mürşitler olmuşlardır. Bırak geri tarafım işte sadece bu, bu dinin insanları medenîleştirmek ve ruhları terbiye etmek hususundaki kudret ve maharetine açık bir burhandır.
Kaldı ki tslâm, ruhların içinde cereyan eden bu muazzam işlerle de iktifa etmez. Halbuki bu, emek­leri tüketen ve tescile lâyık olan hakiki iş ve gerçek vazifedir. Çünkü bu, bütün medeniyet ve ileriliğin son hedefidir. İslâm, bu, fikirleri ve şuurları güzelleştiren derin terbiye ile de yetinmemiştir. Bunların hepsin­den fazla olarak, insanlığın önemle üzerinde durdu­ğu ve hayatın çekirdeği saydığı medeniyet eserlerinin hepsini kendi sahasına çekmiş, Allanın vahdaniyeti hakkındaki akidesine muhalif olmadığı ve Allahın kullan için yapılması gerekli hayır ve iyiliklerden in­sanları uzaklaştınnadığı müddetçe Mısır, îran ve Bi-şans gibi fethettiği memleketlerde bulduğu medeni­yetlerin hepsini benimsemiş ve kendine maletmiştir. Sonra müslümanlar, Eski Yunanlılarda mevcut tıb, riyaziyyat, felekiyyat (astronomi), tabiiye, kimya ve felsefe gibi ilimlerle ilgilendiler. İlmî çalışma ve araş-tırmalariyle şan ve şeref sahifelerine yenilerini kattı­lar. Hattâ müslümanlar ilmî çalışmada o kadar ileri gittiler, ki, Avrupamn yeni kalkınması, ilim ve İcat sahasındaki zaferleri, Endülüsteki İslâm medeniyeti­nin temelleri üzerine kurulmuştur.
O halde İslâm, ne zaman insanlık için faydalı ilim ve tekniğin önüne set çekmiş ve ona karşı durmuş­tur?.
Hâkim vaziyette olan garp medeniyetinin karşı­sında îslâmın bugünkü durumuna gelince, onun du­rumu geçmiş medeniyetlerin hepsinin karşılaştığı du­rumdur. İslâm, bugünkü medeniyetten, kendine vere­bileceği her türlü hayır ve iyilikleri kabul eder. İçin­de kötülük bulunanları ise reddeder. İslâm insanları fikrî veya maddî uzlete davet etmez, hiçbir vakit de etmemiştir. Beşeriyetin vahdetine, her millet ve mez­hepten insanlar arasındaki yakınlık bağlarına olan inancından dolayı, diğer medeniyetlere şahsî, milli ve­ya dinî herhangi bir düşmanlıkla mukabele etmez.
O halde aydm geçinen bazı ahmakların anladığı gibi, islâm davetinin, bugünkü medeni imkânlardan istifade etmenin karşısına durma korkusu diye bir kor­ku yoktur. Hiç bir zaman müslümanlar, evlerinde, fab­rikalarında, çiftliklerinde ve hayatla ilgili çeşitli iş yerlerindeki âletlerin üzerine, kullanmağı kabul et­memiz için Allahın ismi veya besmele yazılmalıdır, di­ye elbette bir şart koşmaimşlardır. Ancak müslüman-lann o âletleri, Allahın adıyla ve onun yolunda kul­lanmaları kâfidir. Haddi zatında ilim, teknik ve bun­ların sonucu olan makine ve âletlerin dini, milliyeti vo vatanı yoktur. Lâkin bunlardan gaye, bu iyi şeyleri yine iyilikte kullanmaktır. Meselâ top, mucidi belli ol­mayan beşerî bir icattır. Fakat, sen onu kullandığnı zaman başkalarına karşı düşmanlık ve tecavüzde kul­lanırsan, işte o vakit hakkile müslüman olamazsın. îslama göre onu kullanmanın şartı ya bir tecavüzü defetmek veya Allah rızası için bir hakkı müdafaa et­mek olmalıdır. Sinema da haddi zatında beşerî bir bu­luştur. Eğer sen onu, temiz temayülleri, yüksek insan­lığı ve hayır yolunda canlıların mücadelesini göster­mekte kullanırsan, işte o zaman hakkile müslüman olmağa hak kazanırsın. Lâkin sen onu çıplak vücut­ları, hayâsızca temsil edilen şehvet sahnelerini ve rezalet çamuru içine düşmüş insanların gayri ahlâki davranışlarını aksettirmekte (göstermekte) kullandı­ğın zaman tabiatile müslüman olmakta yaya kalırsın. Hadd-i zatında müstehcen filimlerin kötülüğü sadece ahlâki yönden değildir. Onun en büyük kötülüğü, ol­gun bir cemiyet için lâzım olan besleyici gıdaları ve hayatı küçümsemek, insanları sapık ve düşük hedef­lere yöneltmektir.
Bundan başka İslâm daveti, dünyanın neresinde olursa olsun, beşeriyetin intaç ettiği fikirlerle kaynaş­manın veya birbirinden alış veriş yapmanın elbette ki, karşısına duracak değildir. İnsanların yapacağı her­hangi faydalı bir bulusun, müslümanlar için de alın­ması gerekli bir şey olduğu şüphesizdir. Resûlüllah «İlim tahsil etmek bir farizadır» demiştir. İlim böyle mutlak olarak söylendiği zaman bütün ilimlere şâmil­dir. Binaenaleyh Resûlüllahm daveti, bütün yollardan bütün ilimleredir.
Hayır!.. İslâm, beşeriyet için faydalı hiç bir teknik ve medenî vasıtanın karşısında değildir. Böyle bir kor­ku da yoktur. Eğer medeniyet, içki, kumar, ahlâkî sa­pıklık, alçakça müstemlekecilik, çeşitli isimler altında insanları köleleştirmek ise, işte o zaman İslâm haklı olarak bu meş'um medeniyetin karşısında durur; he­lak uçurumlarile insanlar arasına bir duvar olarak di­kilir. [126]
 
 
Köksüzlerin sorusu
«Bizim duygu ve fikirlerimizi taşîaş tır mamızı, böylece bu­gün ne makul ne de yeni hayat tarzı ile mantıkî bir uyuşma­sı bulunan bir takım prensipler ve bu nesillerden evvelki baş­ka nesiller (insanlar) için konmuş gelenekler; hedefleri tüken­miş ve bugün ilerlemeyi köstekleyen bir gericilik ve hürriyeti engelleyen bir kayıt olan İslâm nizamının yanında durmamızı mı istiyorsunuz?... Yeni dünyada kendisinden müstağni oluna­mayan iktisadî bir zaruret olduğu halde ribanın haramiyeti üze­rinde bâlâ ısrar mı ediyorsunuz?..
Siz hâlâ zekâtı toplamak ve onu mahalline sarfetmekte ıs­rar mı ediyorsunuz?
Halbuki zekât nizamı, köylü veya şehirli fakirlere, ken­dilerine ihsanda bulunanın falanca zengin olduğunu ihsas ettir­miş olması sebebile, ona karşı mahcup düşünerek boyun eğme­si bir tarafa, modern devletlerin nizamiyle uyuşmayan ilkel bir nizamdır.
Yine. siz, içkiyi, kuman, iki cins arasında arkadaşlığı, ihtilâli ve beraber dans etmeyi haram sayıyorsunuz?... Hal­buki bunların hepsi modern çağda sosyal birer zarurettir. On­dan kurtulmak ve onu durdurmak mümkün olmaz. Zira o mut­laka yolunu alması gereken bir tekâmüldür! Yazıklar olsun size ey müslümanîar. O sizin avaz avaz bağırdığınız gericilik nasıl bir gericiliktir?»
Köksüzlerin bu söylediklerinin bazı kısımları doğ­ru, diğerleri ise tamamen hata ve mugalatadır.
Doğrudur, islâm ribâyı haram eder. Fakat ribâ-nm iktisadî bir zaruret olduğu doğru değildir. Bugün dünyada faiz üzerine kurulmamış iki tane iktisadî na­zariye vardır.   O iki görüş, asıl   gaye ve hedef bakı­mından birbirine zıt   durumda olan İslâm ve Komü­nizm görüşüdür. Bu iki nizam arasındaki tatbikat far­kı, komünizm,   kendi nizamını ve iktisadî   doktrinini tatbik   edecek   kuvveti   bulmuş;   îslâma   gelince,   o henüz    daha    kendi    kuvvetini toparlayamamıştır. Bununla beraber îslâm yeniden kuvvetlenmeğe doğ­ru yol almaktadır. Dünyadaki son gelişmelere ba­kacak olursak, birçok   memleketlerde kendini göste­ren mücadeleler, yeni   bir îslâmî uyanışı telmih eden delâletlerdir ve bunların ortaya koyduğu vakıalar, îs-lâmın, kuvvetlenmeğe doğru yol almakta olduğunu gösterir.
îslâm hükümran olduğu zaman iktisadi sistemini faizin dışında kalan esaslar üzerine kuracaktır. İkti­sadî bir zaruret onu hiç bir zaman acze düşüremiye-cektir. Nitekim komünizm de iktisadî nizamını faizsiz esaslar üzerine kurmuş ve vehmî (gerçekte olmayan fakat sanılan) zaruretler onu acze düşürmemiştir.
Hal töyle olunca, faiz yeni dünyanın kendisinden yakasını kurtarması imkânsız bir zaruret değildir. Çünkü bu zaruret, sadece kapitalizm dünyasının za­ruretidir. Zira kapitalizmin faizsiz ayakta durması im­kânsızdır. Bununla beraber doktor Schacth ve benzer­leri gibi kapitalist garptaki iktisatçılardan büyükleri faiz nizamını şiddetle tenkit ediyorlar ve diyorlar ki: cFaizin yaşayan nesiller üzerindeki zaruri neticesi, ancak insanlardan az bir grubun elinde servetlerin birikmesi, yavaş yavaş büyük çoğunluğun servetten mahrum olması ve ona tâbi olarak da - milyonla­rın, esrvetleri ellerinde tutan bu pek küçük azınlığın kölesi durumuna düşmesidir. Biz bu durumun doğ­ru neticesini, iktisadî incelemelerde derinleşmeğe muh­taç olmaksızın hali hazırdaki kapitalizmde görüyo­ruz. Faiz ile ihtikârı ki, her ikisi kapitalizmin bel ke­miğidir... Kapitalizmin zuhurundan takriben bin se­ne önce îslâmın o ikisini haram etmiş olması, İslâm nizamının mucizelerindendir. Çünkü bu dinin vazu Allah bütün nesilleri bir anda görür, insan topluluk­ları arasındaki kin ve haset gibi körükleyeceği kötü Kiklerden maada faizin iktisat âleminde sebep olaca-. ğı kötü sonuçlan elbette ki, o âlim ve habîr [127] olan Allah bilir.
En ziyade hayret verici olan husus şudur ki, bir mücahit (!) yazar, haftalık gazetelerden birisinde, faizin haramiyeti üzerindeki ısrarından dolayı İslânu kötülüyor. İşin daha garibi, bu yazar, faiz esası üze­rine kurulmamuş olan sosyalizm prensiplerine de ina­nıyor, aynı zamanda bu çirkin hareketini, bizzat kapi­talizmin faiz esaslarından kurtulmağa ve yavaş ya­vaş sosyalizme doğru yön değiştirmeğe başladığı bir sırada yapıyor. O halde mesele inanç ve prensip mese­lesi değildir. O ancak ve sadece İslama karşı hücum etmekte ısrar eden kör ve çirkin bir arzudur.
Yine hayreti mucip olan şeylerdendir ki, dinî bir muhite mensup olarak   gençliğini geçiren Müslüman bir bakan yabancı sermayedarları memnun etmek için- gönüllü bir çıkışla ve İslâmın donup kalıplaş­mış okluğu (!) töhmetini uzaklaştırmağa çabası için­de diyor ki: «Bugün mevcut şartlara tâbi olarak te­kâmül etmemiz için îslâmdaki faiz hükmüne müra­caat etmenin zamanı geçmiştir!..» Böylece sermaye sahibi zenginleri memnun etmek için, Allanın gaza­bını satın alıyor. Eğer hakikaten söylediğini kasdedi-yorsa, o konuda insanların en cahili olduğu halde ik­tisadi tekâmül teranesi ile kendini temize çıkarmağa çalışıyor!..
Muhakkak faiz, bugün bize nisbetle bir zillettir. Çünkü, iktisadi vaziyetimiz hâlâ daha dış yardıma da­yanmaktadır. Lâkin sona erinceye kadar buna taham­mül etmekbaşka bir şey, o mevhum gelişme edebiya­tı başka bir şeydir. Bütün İslâm âleminde iktisadi va­ziyetimiz istiklâle kavuştuğu, kendi kendine ayakta durmağa muktedir olduğu ve dünya ile olan alâka­mız, boyun eğme esası üzerine değil de hür mübade­le esası üzerine teessüs ettiği gün... îşte o gün iktisadî sistemlerimizi İslâm kaideleri üzerine kurar ve faizi haranı ederiz. Böylece bütün âleme nisbetle ilerlemiş, tekâmül eden yeni dünyada en yeni iktisadî metod-ları tatbik ederek müesseselerimizi meydana getirmiş oluruz. [128]
 
 
Zekâta gelince acaba o, sıfatında şüpheye mahal olmıyacak bir şekilde fakirlere verilen bir ihsan mı?.. Yoksa vazıı kanun Allah Teâlâ tarafından bir mükel­lefiyet olarak devletin milletten alıp yerine sarfedece-ği bir hak mı, olduğu hususunu geçen bölümlerde incelemiş idim. Lâkin buradaki şüphe zekâtın mahalli bir vergi oluşunda yâni toplandığı yerde tevzi edilme­si mes'elesindedir.
Bir nizamın, ilerici (!) garptan geldiğini gördük­leri zaman medeniyetin en son tekâmülü diye hayret ederek ve beğenerek ağızlarını sonuna kadar açan aydınların ahmaklıklarına insan elinde olmayarak güler. Halbuki aynı nizam îslâmdan gelse, o zaman geriliğin, inhitatın ve donukluğun remzi olur (!).
Meselâ Amerika'da idari nizamın vardığı en son tekâmül, gelişmiş adem-i merkeziyyet sistemidir Ora­da köy, kendisini şehre veya bağlı olduğu vilâyete bağlayan sınırlar içinde iktisadî, içtimaî ve siyasî ba­kımdan müstakil bir cüz'ü tamdır, kurumdur Sonra bu müstakil kurum, Birleşik Amerika Merkezî Hükü­metine bağlanır. Bu müstakil birlikte, muayyen bir nisbet dahilinde köy meclisinin tâyin edeceği vergiler toplanır. Sonra toplanan vergiler, aynı köyde öğretim, ulaştırma vasıtaları, sosyal hizmetler ve benzeri iş­lerde harcanır. Eğer onlardan bir şey artarsa köy onu, şehir veya vilâyet hükümetine gönderir. Fakat, köy muhtaç durumda ise, o zaman hükümetten yardım alır.
Bu, şüphe yok ki, aslında güzel bir nizamdır. Çün­kü, bu iş hadd-i zatında mahallî halkın bileceği ve ba­şaracağı bir iştir. Bu sistem, bütün işleri, küçük top­lulukların ihtiyaçlarını hakkile bilip gidermeğe kaa-dir olamayan merkezî hükümetin omuzlarına yığmak­tan daha iyidir
Bizim aydınlar işte burada bu nizamı överler ve hayli de büyütürler...
Halbuki onların gerici dedikleri İslâmiyet, bu ni­zama binüçyüz sene önce ulaşmıştır. İslâm, vergilerin toplanmasını mahallî kıldığı gibi, sarfını da mahallî kılmıştır. Eğer toplanan vergilerden, sarfedildikten sonra bir şey kalmışsa Beytülmaîe (genel hazineye) gönderilirdi. Eğer oranın ihtiyacma kâfi gelmezse Bey-tülmâlden karşılanırdı. İşte bu, işi güzel idare etmek, serveti ve vergiyi adaletle tevzi etmek ve hükmetme nizamında adem-i merkeziyeti kurmak hususunda îslâmın tesbit ve tak­rir ettiği prensiptir. îşte aydınların gerilik, gericilik ve inhitat diye hücum ettikleri ve alabildiğine insaf­sızca kötüledikleri nizam, bu nizamdır.
Zekâtı tevzi yoluna gelinGe, onunla ilgili görüşü­müzü yukarıda tazmış ve demiştik ki, İslâmda zekâtı aynen veya nakden şahısların eline vermeği gerekti­ren bir şey yoktur. Zekâtı, zafiyet, ihtiyarlık, çocuk­luk ve benzeri sebeblerden dolayı çalışmaktan âciz olan muhtaçların eline vermeye ilâveten, okullar has-tahaneler ve sosyal hizmetler şeklinde vermeğe bir mâni yoktur.
Hali hazırdaki toplumda îslâmı tatbik ettiğimiz va­kit, elbette ki, her bölge, bağlı bulunduğu merkeziy­le olan teması dairesinde, kendi işlerini kendisi gö­ren, sonra devleti, daha sonra da İslâm âlemini ve en sonunda bütün dünyayı içine alacak olan küçük ve­ya büyük topluluklar meydana getirmekten daha faz­la bir şey yapamıyacağız. îşte bununla biz, ilerlemiş ve ilerilikleriyle aydınlan hayrete düşürmüş milletle­rin hepsini geçmiş olacağız.
İSLAM v« gericilik[129]
 
 
Fakat içkiye, kumara ve iki cins arasındaki ihtilâta gelince, o îslâmın haram ettiği, ilericilerin kötü­lemesine ve hücumuna rağmen haramiyeti üzerinde ısrar eylediği bir hakikattir.
Bunun hakkındaki münakaşa uzayabilir. Lâkin biz mes'eleyi en kısa yoldan ele alacağız.
İçki mes'elesinde, sarhoşluğundan ayrılmamış ve ahlakî çöküntüler ivindo bulunan Fransa'da Parlâ­mento üyesi bir kadının, içkinin yasak edilmesini is­temesi kâfidir. îşte bu, içinde yaşadığımız çağın iç-kici kadın ve erkeklerine cevap olarak yeter ve ar­tar!..
Hlvaki gönlümde içkiye karşı bir saygı hissi bul­mam. Lâkin ben biliyorum ki, içki hasta bir ferdin ve­ya hasta bir toplumun bir inikasıdır. Sınıf farklarının şiddetlendiği cemiyet var ya, işte o cemiyette bir sınıf halk, hissi ahmaklaştıran çirkin bir lüksün içinde ya­şar. Bu yüzden tabiî olmayan sun'l münebbihlere (uyarıcılara)' muhtaç olur. Bir başka sınıf da, içinde yaşadığı kötü gerçeklerden kendini uzaklaştırıcı te­sirlere karşı amansız bir ihtiyaç ve mahnımiyet için­de bulunur. Bir lokma ekmek elde etmek mücadelesi hislerini taşıran veya ardı arkası kesilmeyen ağır ve rahatsız edici âletlerin gürültüsü veya duvarlar ar­kasındaki yazıhanelerde geçen yorucu ve uzun çalış­maların, celselerin bıkkınlık yüklediği toplum... İşte bu toplum hayalinde, yorgunluklardan uzak başka bir âlem meydana getirmek maksadile içkilere ve se-kir verici maddelere koşar, onlara iltica eder.- Lâkin bunların hiç biri   içkinin mubah olmasına   bir sebep teşkil etmez. Şüphesiz, içkinin vücudu, hastalığın vü­cuduna bir delil ve onun ortadan kaldırılması için bir davetçidir.
İslâm şarabı haram ettiği sırada, onu içmeye sevkeden sebepleri hesaptan uzak tutmamıştır. Belki ilk önce bu sebepleri izale etmeğe çalışmış, ondan son­ra haram olduğunu ilân etmiştir. Binaenaleyh yeni medeniyet, îslâmı tenkit etmeğe yeltenerek ağzını aç­mazdan önce, fikrî, ruhî, içtimaî, iktisadi ve cismî tan­zim sistemile ruhun hastalıklarını nasıl tedavi ettiği­ni İslâmdan öğrensin.
Kumara gelince, sapıklar ve işsiz güçsüzler müs­tesna hiç bir kimse ondan memnun olmaz. Bu yüzden kumar hakkında sözü uzatmağa ihtiyaç yoktur.
Fakat etrafında hırtmalar koparılan ihtilât yâni kadınla erkeğin karışması mes'elesıne gelince, işte o, köksüzlerin yaygara kopardıkları mes'eledir. îşte sa­na onların safsatalarından bazı örnekler:
«Geri kalmışlar olarak ne zamana kadar devam edeceğiz İlerleme ve medeniyet yolunda ne zamana kadar duraklıyaca-ğız? Ne hoştur Fransa medeniyet! Orada iki âşık birbirine sarılmış vaziyette derin bir öpüşme haleti içine gömülmüş ol­dukları halde umumî cadde üzerinde dururlar. Fazilet davet-çilerinden mahkûmlar postuna oturmuş olanlar, onları rahat­sız etmez. Polis de, bu sanat temsili şeklindeki hareketlerini bitirinceye kadar onları gelip geçenlerin rahatsız etmesinden korur. O ikisine hakaret gözüyle bakana kelimenin tam mânasile yazıklar olsun. Böyle yapan ancak hakaret ve şerefsiz­liği kabul eder.
Amerikan medeniyetine Övgüler olsun!.. Çünkü, orada in­sanlar kendilerine ve başkalarına karşı açıktırlar. Hilebazhk ve münafıklık yapmazlar. Onlar, cinsî arzunun biyolojik bir ; zaruret olduğunu anlamışlar, bu sebebten zarureti itiraf etmiş­ler, onun yolunu açmışlar ve o zarurete karşı toplumun dikkat ve ihtimamını sağlamışlardır. Bu yüzden her gencin bir kız arkadaşı ve her kızın da bir erkek arkadaşı vardır. Beraber girerler, çıkarlar ve gizlice beraber dolaşırlar. Beraberce o za­rureti defederler. Böylece cisim, ruh ve âsab üzerindeki cinsî yükten kurtulurlar. Bu sebepten dolayı, sabahleyin istekli ola­rak, sevinç ve inşirah ile işlerine koşarlar. Bol bol istihsal elde ederler. İşlerinde muvaffak olurlar. İşte böylece bütün millet ileri doğru yol alır!..»                                  
Evet!.. Almanların yöneltmiş olduğu ilk hücumda zelil ve hakir olarak yerlere kapanan, o Fransa'dır. Bu mağlûbiyet hiçbir zaman hazırlıklarının noksan­lığından ve harp gücünün yetersizliğinden değildi. Bu mağlûbiyet, müdafaa edeceği bir şeref, ırz, namus ve haysiyyeti olmadığı içindi. Öyle bir millet ki, dü­şük zevklerin içine dalmış, hissî zevkler kendilerini bürümüştü. İşte bu yüzden, bombaların ve harbin sa­dece Paris'in muhteşem binalarım ve hayâsız oyuncu­larını tahrip edip parçalamasından korkmuşlardı. Acaba aydınların bizi çağırmak istedikleri bu mudur? Yoksa onlar ne söylediklerini bilmeyen aldatılmış ah­maklar mıdır?
Şarktaki ahmakların gözlerini kamaştıran, oı rı aldatan Amerika!..
Amerikan şehirlerinden birinde yapılan istatistiğe göre, liselerde okuyan kız talebelerden % 38'inin ha­mile olduğu anlatılmıştır!. Bu nisbet Üniversiteli kız­lar arasında daha azdır. Çünkü, onlar daha tecrübeli ve hamileliği önleyici ilâçları kullanmakta daha ma­haretlidirler (î). Acaba aydınların savundukları me deniyet bu mudur?.. Yoksa onlar anlamadıkları şey­leri söyleyen aldatılmış kimseler midir?. Şüphe yok ki, sinirler üzerinde etki yapan cinsî ağırlıktan kur­tulmak doğru bir hedeftir. İslâm ona en büyük ihti­mamı göstermiştir. Zira Amerika onu keşfetmezden önce İslâm, cinsî ihtiyaçlarını tatminden mahrum olan­ların çalışma ve istihsal gücü düşer demektir. Bu ar­zu, onları zaruret meydanlarında hapseder. Bu yüz­den normal yükselmeği sağlayamazlar, ancak düşe kalka yol alırlar. Lâkin bu konuda doğru olan hedef, doğru vesilelerin ele alınmasını gerektirir. Bütün top­lumu kötülüğe bulaştırmak, birbirlerinin üzerine atı­lan hayvanlar gibi gençleri başıboş bırakmak hiç bir zaman doğru yol değildir. Hadd-i zatında öyle olmak­la beraber, eğer ahmakların anladığı gibi Amerika­nın büyük istihsali bu cinsî başıboşluktan ileri geli­yorsa, evvel onlar bilsinler ki, o sırf maddî bir istih­saldir. Yakın bir gelecekte her şeyi yapacak olan ma-kinanın, insanın yaşayan insana olan ihtiyacını ber­taraf etmesi mümkündür. Fakat fikir ve prensipler alemindeki dönen dolaplara gelince, tarihi boyunca beşeriyetin tanıdığı en çirkin kölelik usulleriyle zen­cileri köleîeştiren Amerikadir. Ve yeryüzündeki müs­temlekecilik dâvalarının hepsini teyid eden de yine Odur. İçgüdülerin hayvaniyetinde temessül eden ru­hî düşüklükle, köleleştirme ve müstemlekecilikte ken­dini gösteren ruhî düşüklük arasını ayırmak müm­kün olmaz. İşte bunların her ikisi de medenüeşmiş kimselerin başvurmaları mümkün olmayan bir dü­şüklüktür.
Kadın, hafif açık saçık elbiselerle dolaşarak erke­ğin dikkat ve şehvetini çeker vaziyette sokağa çıktığı zaman bakanları kaplayan   zevk ve neş'eye gelince, şüphesiz bu vakidir ve gerçektir. Tabiî nefis, yemekler­de olduğu gibi değişik şekil ve tarzlardan da hoşlanır. Fakat biz, ilk önce hedefleri sınırlamak zorundayız. Diğer hedeflerden zarfınazar ederek acaba hayatta bizim vaizfemiz, sûrur ve sevinçten en büyük nasibi almak mıdır? Eski zamanlarda ve yeni çağda bir kimse çıkıp da şehvetlerin insanlarca tatlı ve sevinç­li olduğunu inkâr etti mi? Öyle ise, neden zevkler di­ye isimlendirilmiştir? Şüphesiz bu, yirminci asırda garbın keşfettiği yeni bir buluş değildir. Daha evvel Yunan, İran ve Roma onu- tanımış ve boyunlarına ka­dar o zevklerin içine dalmışlardır. Fakat neticede ne olmuş? Ne olacak, haram olan şehevî arzulara bo­yun eğdikleri, iş ve istihsalden kesilip hayata istihfaf ile baktıkları zaman tıpkı Fransa'da ve tarih boyunca her yerde olduğu gibi hepsinin şan, şeref ve devletle­ri inkıraza uğratmıştır. Yeryüzünde Allâhın kanunu caridir. «Elbette ki, siz Allahm kanununda herhangi bir değişiklik bulamazsınız.»[130]
Avrupa yeni çağdanberi maddî kuvvete sahipti ilim kuvveti, müşterek çalışma kuvveti, istihsalde ciddî çalışma kuvveti -. Bu maddî kuvvetin meydana getirdiği şehvetler onu azıttı, bir kısmı yol üzerinde, bir kısmı da diğer yerlerde sükûta başladı. Fakat bize gelince kuvvete mâlik oiamıyorduk. Çünkü en az son iki asır boyunca bizi ihata eden sosyal ve siyasî şart­lar, hiç bir vakit bizim lehimize olarak cereyan etme­di. Hal böyle olunca medenileşme veya medeniyet adıyla veya gericilik ve cümûd    (donmuş) töhmetinden kaçmak adı altında şehvetlerin üzerine eğilmek ten ne fayda elde ederiz. Hiç bir şey istifade etmeyiz. Sadece bize'sarhoşluk ve baş dönmesi isabet eder. Ne zaman biz kendi yolumuzda ilerlemeğe başlamışsak onlar derhal bizi kösteklemişlerdir. Hür düşünce un­vanı altında ahlâksızlığa çağıran her yazar ve düşü­nür, kasıtlı veya kasıtsız müstemlekeciliğin bir edişi­dir. Sömürgeci ve emperyalist devletlerin gizli ajanla­rı bu yazar ve düşünürleri pek iyi tanırlar. Milletin ahlâkını bozmak, zevk ve safa peşine milleti sürükle­mek, gençleri lüzumsuz duygularla yıpratmak, daha nice kötü yollarla yapmakta oldukları hizmetleri on­lar takdir ederler. Bu yüzden bu ajanlar gazete, mec­mua, devlet daireleri, radyo ve benzeri müesseselere yerleştirilirler. Onlara, bunlardan başka maddi mükâ­fatlar da verilir. İşte başkalarına bu şekilde âlet olan-j lar, gafil avlanmış hilekâr hainlerdir.
Onlar derler ki: «Garptaki kadına bir bak... O dişilik­ten kadınlığa yükselmiştir. Orada kadın eğitilmiş, cemiyette yapmakla mükellef olduğu bir görevi bulunduğunu anlayan j bir insan olmuştur...»
Bu terbiye ve eğitimden, bu kitabın «îslâm ve Ka­dın» bölümünde bahsetmiştik. Fazla olarak burada deriz ki, kadının çalışmak maksadile dışarı çıkması ve toplumda dağılması, evinde oturduğu zaman mey­dana çıkması mümkün olmayan bazı kabiliyetleri mey­dana koymuştur. Tabiatile kadın beşer üretimi ile meşgul iken bu gibi vazifeleri yapamazdı. Fakat biz her şeyden önce sorarız : Bu cür'et kadının şahsi ya­pısına bir şey ekledi mi?.. Kadının bir çok hususlarda noksanlaşmasını sağlayan bu cür'et acaba kadına ye­ni bir şey kazandırdı mı?.. Yine soranz, bu cüret bütün beşeri yapıya bir şey ilâve etmiş midir? Yoksa bir kaç şey kazandırmasına rağmen çok şey mi kaybettir mistir?..
Şüphe yoktur ki, garpta kadın, erkekle beraberi dolaşan, onun aşklarını ve cinsî arzularını takabbül eden, bazı güç mes'elelerde erkeğe yardımcı olan i bir arkadaş olmuştur. Lâkin o, bunların hepsine rağ-J men iyi bir zevce ve iyi bir anne olmağa muktedir olaj mamıştır. Bu gerçeği inkâr için buradaki tarafgirlerin çığırtkanlığı fayda vermez. Bizim söylediklerimizi ha­kikî rakamlar tesbit ve teyit eder. Amerika'da boşan­ma nisbeti %40'a yükselmiştir. Bunlar, tehlike arze-den, utanç verici işaretlerdir. Bu nisbet Avrupa'da bi­raz daha az olabilir. Lâkin orada da dost ve metres hayatı almış yürümüştür. Bu, evliler arasında bili­nen bir şeydir. Eğer kadın her halile aile hayatını te-f min eden, kocasını istikrara kavuşturan iyi bir zevcet olmuş olsaydı, Amerika'da bu kadar boşanma mey dana gelmez, Avrupa'da da evlilikten kaçmak mânâ­sını taşıyan ve bir nevi boşanma olan metres hayatı veya benzeri şeyler vukubulmazdı.
Annelik meselesile ilgili izahatımız da geçti. Ora­da demiştik ki, kadının işte çalışması -asri kadına cesaret veren odur - annelikle meşgul olmaya gerek­li zamanı ve ruhî imkânı vermiyor. Zira işten yorgun ve bitkin hale gelen kadın, sinirlerinde anneliğe ait gerçek enerjiyi bulamaz ve mes'uliyetlerden daha faz­lasını yüklenmeğe gönlünde bir istek de kalmaz.
Zevk ve eğlence gibi şeylerden sarfı nazar edil­diği takdirde cemiyet bu gibi şeylerden nasıl bir is­tifade elde etmiştir?. Dünya parlâmentolarında ve ba­kanlıklarındaki kadınlar veya fabrikalarda, hanlarda, ticarethanelerde ve vapurlardaki binlerce ve milyon­larca kadınlar acaba insanlığın    müşküllerini hallet­mişler veya azaltmışlar mıdır?. Kadının, parlâmento­da konuşmaktan, veya yaptığı    memuriyetten başka toplumda yapacak daha mühim bir vazifesi yok mu­dur? Kadm muayyen bir gayeye sahip olarak çocuk­larını terbiye ettiği,    böylece ıztırap ve sapıklıkların bozamıyacağı olgun insanlar ve olgun vatandaşlar ye­tiştirdiği zaman, onun   toplumda bir rolü olmaz mı? Kadın parlâmentoda alkışlandığı, salonda veya umu­mî bir caddede beğenüdiği zaman keyiflenme ve gu­rur onu yakalar. Eğer bu keyiflenmeden sonra kadı­na, annesiz bir takım nesiller yetiştirme hastalığı arız olacaksa, o zaman hayatın kıymeti nedir?.. Öyle ne­siller ki, gönlündeki   mücadele muvazenesini denge­ye getiren, ona şahsiyet   ve kabiliyetlerini veren an­neden ve onun gönüllere ekeceği    sevgiden mahrum nesiller...
Kadına eziyet etmek ,onu dünya zevklerinden mahrum bırakmak, böylece şahsi yapısını geliştirme­mek bize gerekmeyen şeylerdir. Lâkin erkek ve ka­dın olarak dilediğimiz gibi zevklenmeğe ve dilediği­miz gibi şahsî yapımızı gerçekleştirmeğe hayat bizi ne zaman bırakmıştır?.. Bencillik bizi yakaladığı, bu yüzden hudutsuz olarak kendi varlığımızla zevklen­meği her şeyin üstünde saydığımız zaman acaba ne­ler meydana gelir? Bundan, bizim bencilliğimiz ve sa­pıklığımız yüzünden kötüleşip yorgun düşen nesille­rin yeryüzünde bize halef olmalarından başka bir şey vukua gelir mi?.. Bu kötülük ve yorgunluk erkek ve kadm her ikisine de şâmil değil midir?.. Gelecek nesil­lerin yeryüzünde devamlı bir cinse ait olan kadm me­selesinde ıztırap çekmesi pahasına, nesillerden birinin bazı fertlerinin zevk ve safa içinde yaşaması bir fayda temin eder mi?..
Bütün beşeriyeti, halkları birbirine bağlı olup muayyen bir kuşakta bitmeyen, bir kuşaktan başka bir kuşağa geçmekle inkıtaa uğramayan bir bütün ka­bul etmesi sebebile İslâmiyete ayıp ve kusur isnat et-* mek mümkün olur mu?..
Eğer îslâm bütün suret ve şekillerinde zevki ha ram etmiş, fıtrî arzuların yoluna karşı durmuş, böy­lece o fıtrî arzuları ters çevirmiş ve o fıtri arzuların bile tatminini yasak etmiş olsaydı, ancak o zaman ayıplanabilirdi. Halbuki İslâm böyle bir şey yapmış mıdır? Hiç yapar mı? Bunların hepsinin cevabı, bun-j dan sonra gelecek olan «Din ve Kept» bölümündedir. [131]
 
 
Dikkat buyurunuz, batılı psikologlar din hakkın­da ne demişler:
«Din, insandaki istekle çalışma neşesini kırar, günah duy­gusunun bir sonucu olarak insanın hayatını tatsız hale getir­mekte devam eder. O Öyle bir duygudur ki, bilhassa dindarla­rı kaplar. Bu yüzden dindarlara, «Yaptıklarımızın hepsi gü­nah ve hatalarla doludur, onları hiç bii; şey temizlemez, ancak hayatın tat ve lezzetlerinden uzaklaşmak temizler» şeklinde bir hayal arız olur. Avrupa dine yapıştığı uzun müddet bo­yunca karanlığa gömülü kaldı. Ne zaman dinin çirkin bağla­rını kırdı, işte o zaman duygulan içten hürleşti, iş ve üretim sahasında hızla yürümeye başladı.
Hal ve keyfiyyet bu iken, dine dönmek mi istiyorsunuz? Biz ilericilerin, bağlardan kurtardığımız şuurları yeniden zin­cirlemek, hareketli ve atılgan gençliği «Bu haram, bu helâl­dir.» sözlerinizle kayıtlamak mı istiyorsunuz?...»
Bırakalım Avrupa'yı ,kendi dini hakkında dileği­ni söylesin. Burada bizim onları tasdik veya tekzib et­memiz gerekmez. Çünkü, biz dinden genel olarak bah­setmiyoruz, biz ancak İslâm'dan bahsediyoruz.
İslâmm, hayatm hareketini durdurup durdurma­masını ele almazdan önce birinci iş olarak «KEPT* in ne demek olduğunu anlamamız ve bilmemiz icabe-der. Çünkü, bu kelimenin mânâsını anlamakta veya onu yerinde kullanmakta, avam ve muicaUitler bir tarafa, bizzat kültürlü kimseler bile isabetsizlikler yapmaktadırlar.
Kept, bir çoklarının anladığı gibi, tabiî olan iş­leri yapmaktan imtina etmek değildir. Kept, bizzat insanın sevk-i tabiîleri için addetmesinden ve kendili­ğinden bu sevk-i tabiîlerin kalbine gelmesinin yahut fikrini meşgul etmesinin caiz olduğunu kabul etme­mesinden meydana geiir. Bu mânâdaki kept, bir şuur­suzluk meselesidir. Bazı hallerde içgüdülerle ilgili iş­leri yapmak onu tedavi eder. Şuurunda, kendine lâ­yık olmayan çirkin bir işi yaptığı düşüncesi mevcut olan kimse bu işi hergün yirmi defa yapsa dahi o, kepti ıztırabı (ruhî huzursuzluk) çeken bir şahıstır. Çün-H kü, onun kendi iç âleminde, yaptığı şey ile yapması lâzım olan şey arasında mücadele devam edecektir. Şuurda ve şuuraltındaki bu msd ve cezir hareketi ru­hî düğümleri ve ıztırapları meydana getiren bir ha­rekettir. Biz, kept kelimesine ait olan bu tefsiri kendi tarafımızdan söylemiyoruz. Bu tefsir, bu konudaki araştırmalarda ve beşerin çalışma isteğini kırdığı ge­rekçesiyle dine hücumda bütün ilmî gücünü harcamış olan Freud'un kendi tefsiridir. Bu tefsir, CThree Cantibution to the Sexeai Theory) kitabının 88 ncı sayfa-smdadır. Orada der ki: «Bu şuursuz kept ile içgüdü­lere âid olan işi yapmamak arasını kat'î bir ayırımla ayırmamız lâzımdır. Bu ise, sadece iş için bir ta'likten ibarettir.» Şu hale göre anlaşılmış oldu ki, kept sade­ce fıtri olan şevki tabiîyi kötü addetmekten ibarettir.
O, işin tatbikini muayyen   bir zamana bırakmak de­ğildir.
Biz şu anda İslâmm şuurlara olan baskısından bah­sedeceğiz! Dünya dinleri ve   nizamları arasında fıtrî olan sevk-i tabiileri kabulü, onun düşünce ve duygulardaki yerinin temizliği    hususunda İslâmdan daha sarih olanı yoktur. Kur'ân-ı Kerîm der ki: «Kadınlar­dan, çocuklardan, altın ve gümüş gibi şeylerin teşkil ettiği hazinelerden, terbiye edilmiş atlardan, büyük ve küçük baş hayvanlardan    gurur ve şehvet verici şeyler insanlar için    bezenip    güzelleştirildi.» [133] Kur'an-ı Kerim, bu âyetinde,    insanın şehevî arzula­rını kamçılayan bütün âmilleri bir araya getiriyor ve onların, insanlar için süslenmiş, ilgi çekici birer emr-i vaki olduğunu, hadd-i zatında insanın bu türlü mey-. Üne itiraz yapılamıyacağım ve bu gibi hislerle duygu­lananların kötülenemiyeceğini kabul ediyor.
Fakat bunların hepsine rağmen, insanların, o şehvetlere köle olacak, bu yüzden kendilerini koru­mağa muktedir olamiyacak dereceye kadar şehvetle­re sürüklenip gitmelerini îslâmm mubah kılmadığı doğrudur. Çünkü, insan için matlup olan gerçek ha­yat, bu şekil üzere istikamet bulamaz. Eğer beşeriyet bütün gücünü tüketerek, hayvaniyete doğru düşüş ve tereddiyi bir alışkanlık haline getiren hayvanı zevk­lere eğilmekte devam edecek olursa, yükselmeğe doğ­ru devamlı tekâmülü hedef tutan gayesini gerçekleş­tirmeğe kaadir olamaz.
Evet, İslâmiyet, insanların    hayvanlar seviyesine düşmesini mubah bir hareket kabul etmez. Lâkin burada, bu şehvetleri kötü addetmek ile, mânevi temiz­lik ve yükselme isteyerek onları hissetmekten imtina etmeğe çalışmak arasında mühim bir fark vardır.
İnsan ruhuna muamelede îslâmın yol ve metodu, prensip olarak doğuştan gelen bütün şevki tabiîleri kabul etmek, böylece onların arzularını şuur altında toplamamaktadır. Bundan sonra İslâm, zevklerden makûl bir miktarın alınmasına imkân verir. Eşit ola­rak fert ve topluma vaki olacak zararların vukuuna mâni olacak hudutlar dahilinde o arzuların tatbikini mubah kılar.
Şehvetlere dalmasından dolayı ferde gelecek olan. zarar ancak, normal zamanından önce hayat enerji­sini yok etmesi ve başka bir şeye bakamayacak tarz­da şehvetlere esir olmayı devamlı bir meşguliyet hali­ne getirmesidir.
Böylece o şehvetler bir müddet sonra dinmek bil­meyen daimî bir azab, istikrarsız bir hayat ve doy­mak bilmeyen daimi bir açlık olur.
Topluma gelecek olan zararlara gelince, o Allah-û Taâlânın çeşitli sahalara sarfedilmek üzere yaratmış, olduğu hayat enerjisini bir tek yakın ve değersiz he­defte tüketmek, buna mukabil gerçekleşmesi gerekli olan diğer hedefleri ihmal etmektir. Bu ise, aile yapısı­nı parçalamağa, toplumun bağlarını çözmeğe, onu ne müşterek bir gayenin, ne de bir rabıtanın bir araya getiremeyeceği parça parça cemaatlar halinde bölme­ğe gider. Bu öyle bir durum alır ki, Fransa için vaki olduğu gibi başkalarının onlara harp etmesi ve onla­rı mağlup edip parçalaması kolaylaşır. «Sen onları, bir araya gelmiş,   sımsıkı bir topluluk zannedersin. halbuki onların kalbleri [134]birbirinden çok    farklıdır.»
İşte insan için vâki' zararları bertaraf edecek olan bu sınırlar içinde İslâmm, hayatın güzel nimetlerin­den zevk almayı mubah sayar. Hatta sarih bir davet ile ona çağırarak ve töhmetleri reddederek der ki: «De ki, Allahın kullarına vermiş olduğu güzel nimet, rızık ve zinetlerîni kim haram edebilir.» [135]Başka bir âyette, «Dünyadan nasibini unutma.» [136]Baş­ka bir âyette, «Size rızık olarak verdiklerimizin güzel­lerinden yiyiniz.» [137]Yine bir başka âyette, «Yiyi­niz, içiniz, fakat israf etmeyiniz.» [138]
Bilhassa cinsî duygularla ilgili hususlarda ki, diğer dinlerde memnuniyyeti bahis konusudur - Re-sûlüllah şöyle demeye kadar varır: «Sizin dünyanız­dan güzel koku ve kadın bana sevdirildi. Namaz da benim gözümün aydınlığıdır.» [139]Böylece Resû-lüîlah, insandaki cinsî duyguyu, tıyb yâni güzel koku derecesine yükseltiyor ve onu, insanı Allaha yaklaş­tıran şeylerin en temizi olan namaza arkadaş eyliyor. îşte bu sebepten dolayı tam bir sarahatle İslâm der ki, «Zevcesile yapacağı cinsî temasa karşılık kişiye sevab verilir.». Bunun üzerine hayretle müslümanlar Resûlüllaha, «Ya Resûlüllah, içimizden birisi şehvetini giderir ve buna mukabil ona sevab mı verilir?» deyin­ce, onlara şöyle cevap vermiştir: «O, şehvetini haram- da harcasaydı onun bir günahı olacağını kabul eder miydiniz?.. İşte böylece helâle sarfettiği zaman da onun için bir ecir vardır.» dedi.[140]
Bu sebepten İslâmın gölgesinde mutlak olarak duygulara karşı mânevi baskı meydana gelmez. Eğer gençler taşkınlık derecesinde cinsi arzu duyarlarsa, onda İslâmi bakımdan nahoş bir durum yoktur. Bu duyguyu çirkin saymaya ve ondan nefret etmeye bir sebeb mevcut değildir.
İslâm, bu arzuları duyan gençlerden, baskısız ola­rak onları sadece zabtı rapt altına almalarını talep eder. Mâslüman genç onu iradesiie, şuursuzluğunda değil, duygusunda gemler. Yâni onun tatbikini müna­sip bir vakte bırakır? Freud'un itirafile tatbiki geri bırakmak şuura baskı değildir. Bunda, «kept» de olan âsab bozucu durum yoktur ve bu gibi haller ruhi dü­ğümlenme ve ıztıraplara götürmez.
îslâmm, bu şehvetleri zaptı rapt altına almağa olan davetinde insanları zevklerden mahrum etme kast ve tahakkümü yoktur. İşte İslâm ve İslâmm dı­şındaki tarih bu hususu şöyle anlatır: Şehvetlerini zapt-ı rapt altına almağa, kendi iradesiie bazı mubah zevkleri bırakmaktan, âciz olduğu halde kendi hay-siyyet ve şerefini muhafazaya muktedir olan hiç bir millet yoktur. Malûm olduğu veçhile, fertleri meşak­katleri yüklenmeğe alışkın, zaruretler ve şartlar ikti­za ettirdiği zaman zevklerini saatlerce veya günlerce veya senelerce geri bırakmağa kaadir olan milletler müstesna, milletlerarası mücadelede sabit kalabilmiş hiç bir millet yoktur. İşte Islâmın vazettiği orucun hik­meti buradan gelmektedir.
Bugün, kendi milli varlıklarından kopmuş, ilerici rolündeki köksüzler, oruç hakkında «Açlık ve susuz­lukla cana azap etmeği, insanı yeme içme zevklenme gibi arzularından mahrum etmeği... Bir hiç uğrunda ve herhangi bir hikmet ve gayesi olmaksızın bir takım tahakküm! emirlere itaat etmeği hedef tutan bu akıl­sızlık nedir?» dedikleri zaman muazzam bir hakikati keşfettiklerini zannederler
Lâkin... Doğruya yöneltici zabıtadan yoksun in­san nasıl bir yaratıktır? Sevdiği veya arzuladığı şey­lerden bir müddet vazgeçmeğe tahammülü olmuyor­sa, o halde o nasıl insan olur? Böyle olan insan yer­yüzünde kötülüğe karşı cihadda nasıl sabreder? Zira cihad bir çok mahrumiyetlere katlanmağı gerektirir.
Oruç gibi îslâmıri, nefisleri terbiye eden prensip-lerile alay eden komünistler acaba canlara ve tenlere eziyet veren şiddetli meşakkatlere tahammüle alış­kın olmadan Stalingrad'daki mukavemetleri gibi mu­kavemete kaadir olabilirler mi? Yoksa onlar, bazan helâl edici, bazan da haram edicilerden mi ki, devlet­ten emir sadır olursa helâl, derler. Çünkü, devlet ita-ata mecbur edici sultaya sahiptir. Devletlerin ve bü­tün canlıların hâliki Allah emredince, haram sayar­lar!..
îslâmda oruçtan başka daha ne gibi ibadetler var? Namaz mı?.. Vazifelerini müdrik bir müslümanın na­maz ne kadar vaktini alır? Acaba bir haftalık nama­zın aldığı zaman, her hafta bir defa sinemaya giden kimsenin sarfettiği zamandan daha mı çoktur? Allah'a bağlanmak, ondan yardım almak, O'na güvenmek, O'nun huzurüMda rahata kavuşmak için insan, - kal­binde hastalık ve gönlünde sapıklık olanlar müstes­na -acaba, kendine verilmiş olan bu fırsatı boş yere feda edebilir mi?..
Dinin, sâliklerini baskı altında bulundurması, uy­kuda ve uyanıkken hata ve günah göîgesiyle onları kovalaması tarzındaki söylentilere gelince, islâm on­lardan ne kadar, hem de ne kadar uzak! O, azabı söy­lemeden önce af ve mağfiret veren bir dindir. îslâm­da günah hiç bir vakit ne insanları kovalayan bir dev, ne de karşılarından kaybolmayan bir hayalettir. Hz. Âdem'in büyük hatası, bütün âlemin üzerine çekilmiş bir kılıç değildir. Günâh, tövbe üe affedilmeyen ve temizlenemeyen bir şey de değildir. «Âdem, Rabbinden bazı sözler işitti ve bunun üzerine derhal tövbekar ol­du.» [141]İşte böylece herhangi bir merasime tâbi olmadan sade bir tarzda günâhlara tövbe edilir.
Hz. Âdem'in çocukları da babaları gibidir. Hata işlerler fakat hiç bir zaman Allanın rahmetinden ümit kesmezler. Aîlahü Teâlâ, kullarının tabiatlerini bilir, onlara ancak taşıyacakları kadar yük yükler. Allah kullarını ancak kendi kudret ve yetkileri dahilinde olan şeylerden sorumlu tutar ve onlardan hesaba çe­ker. «Allah hiç bir kimseye gücünün yetmiyeceği bir şeyi yüklemez.» [142]İ «Bütün insanlar hata edicidir­ler. Hatalıların en hayırlısı tövbe edenlerdir.» [143]İ
Kur'ân'da af, mağfiret ve rahmetle ilgili âyetler pek çoktur. Lâkin biz burada, Âllahın herşeyi kapladığma, rahmetinin derinliği ve genişliğine delâletil pek sarih olan bir tane âyeti   zikretmekle iktifa ede­ceğiz. «Rabbinizden size ait olan    bir mağfirete, eni gökler ile yer büyüklüğünde   olan bir cennete koşu­nuz. Bunların hepsi muttakîler için    hazırlanmıştır.) Öyle muttakîler ki, bollukta da darlıkta da înfakta bu-i lunurlar. Bundan başka onlar, öfkelerini yenen, in­sanların kusurlarım affeden kimselerdir. Böylece Al­lah ihsan edicileri sever.   Yine onlar öyle kimselerdir! ki, büyük bir günâhı işledikleri veya kendilerine zulmettikleri zaman Allahı zikrederler. Hemen günahları için istiğfarda bulunurlar. Günâhları Allahtan baş- i ka kim affedebilir? Ve onlar yaptıklarında bilerek ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı affı ilâhîye maz-har olmak ve altlarından   ırmaklar akan Cennetlere | girmektir. Ne güzel değil mix Allahın emrini tutanla­rın mükâfatı?.» [144]
Ey Allahim! Kullarına rahmetin ne kadar bol! İnsan, Allahın insanlara o bol rahmetini gördüğü za­man, o ilâhi ihsanın cezbesinden kendini alamıyor. Halbuki Allahın onlara bol bol mağfireti ne zaman?.. Onlar çirkin kötülükleri yaptıklarında bile... Allahü Tealâ onların yalnız tövbelerini kabul etmekle kal­mıyor, belki onlara rızasını da veriyor, böylece onla­rı muttekiler derecesine yükseltiyor!..
Bundan sonra artık Allah'ın af ve mağfiretinde bir şüphe var mıdır?.. Bir tek sözden ibaret olan töv­be kelimesini samimiyetle söyleyenlere bu derece Al­lahın af ve mağfireti vadedilirken, acaba azab insan-lan nerede ve nasıl kovalıyormuş?!.. Söylediklerimizi te'yid edecek olan daha   başka nasslara ihtiyacımız. yoktur. Bununla beraber konumuzla alâkalı olan Peygamberimizin şu hadîsi şeriflerini serdediyo-ruz: «Canım yedi kudretinde olan Allah hakkı için eğer, siz günâh işlememiş olsanız, Allah sizi yok eder, sizin yerinize günâh işleyen ve mağfiret talebeden bir kavim getirir. Ve onları affeder.»[145]
O halde, insanları affetmek, onların günâhlarını bağışlamak Allahü Teâlânm zatî iradesidir. Şu âyet-i kerimeye bakınız: «Eğer siz, Allaha îman eder, O'na şü­kürde bulunursanız, o zaman Allah size azabetmeği neyler?. Allah her şeyi bilici ve şükredene nimetim ih­san edicidir.» [146]
Evet!.. O zaman Allah insanları azabetmeği ney­ler? Çünkü, onlara rahmet ve mağfiret verecek olan ancak O değil midir?.. [147]
 
 
Onlar dan biri, benimle münakaşa ederken de­di ki :
Sen, hür fikirli değilsin Niçin?
Bir tek Allahm varlığına inanıyor musun?
Evet.
O'nun için namaz kılıp oruç tutuyor musun?
Evet.
O halde, sen hür fikirli değilsin (!). Ona tekrar sordum:
Neden?
Çünkü, sen mevcut olmayan bir hurafeye    inanıyor­sun (!) dedi.
Siz, dedim, neye inanıyorsunuz?.. Hayatı ve bu kâi­natı yaratan kimdir?
Tabiat, dedi.
Tabiat nedir? dedim.
Haddi, hududu olmayan gizli bir kuvvettir. Fakat onun dışa akseden ve duyu organlarının idrâk etmesi mümkün olan etkileri vardır, dedi.
Dedim ki:
İnancıma bedel olarak bana, bilinen bir kuvveti vermek İçin, beni gizli bir kuvvete inanmaktan menetmeni anlarım Fa­kat madem ki, mesele gizli bir kuvvetin (Allah) yine diğer gizli bir kuvvete (Tabiat) tebdilidir, o halde neden benim elim­den, kendisine inanmakta emniyet, huzur selâmet ve saadet bulduğum Allahımı almak, O'nun yerine benim duamı işitme­yen, bana cevap veremeyen başka bir îlâh vermek istiyorsun?.» işte ilericilere göre fikir hürriyeti mes'elesi sade­ce budur!.. Onların müdafaasını yaptıkları fikir hür­riyeti inkâr ve ilhâdı hedef tutar! Eğer îslâm ilhâdı mubah saymıyorsa, onlara göre fikir hürriyetini de mubah saymıyor demektir!..
Bu maymunlara veya papağanlara sormalı: îs-lâmda ilhâdın sebep ve mahiyyeti nedir?.. Her yerde tekrarı zaruri olmayan bir takım mahallî sebeplerden dolayı Avrupa'da ilhâd bir zaruret idi. Bir yönden Hı­ristiyan akidesine Avrupa kilisesinin verdiği şekil ve istikamet, diğer yönden de kilisenin ilmî hareketleri boğazlaması, âlimlere işkence etmesi ve hattâ onları ateşta yakması, gökten gelen kelime, (ilâhî söz) adı­na insanları bir takım yalan ve hurafelere inanmağa mecbur etmesi... İşte bunların hepsi acaib bir tarzda hür düşünceli Avrupalıları inkâr ve ilhâda mecbur etti. Böylece Allah'a îmana doğru giden tabiî istika­meti ile nazari ve müsbet olmak üzere ilmî hakikatle­re inanma arasındaki irtibatı parçalandı.
O zaman tabiat fikri bir kaçamak yol idi ki, onun­la insanlar, az da olsa kilisenin fasit dairesinden biraz kurtulabiliyorlardı. tşte bu kötü davranışın bir sonu­cu olarak Avrupalılar, kiliseye hitaben şöyle diyorlar­dı : «Adı ile bizi köleleştirdiğin, bizi evham ve hurafe­lere inanmağa zorladığın; onun adile bizim merasim­lere katılmamızı, bağlanmamızı, ibadetler yapmamızı, rahiplik etmemizi emrettiğin ilâhın senin olsun artık al. Biz, o ilâhın özelliklerinden daha çoğunu taşıyan yeni bir ilâha inanacağız. O öyle bir ilâh ki, O'nun insanları köleîeştiren bir kilisesi yok. O'nun, insanlar üzerinde herhangi fikrî, ahlâki veya maddi bir takım mükellefiyetleri de yok. İnsanlar O'nun huzurunda bütün kayıtlardan serbest olarak yaşarlar.»
îslâm nizamı için yaşayan bizlere gelince, bizim ilhâd ve inkâra (hâşâ) ihtiyacımız var mı?.. îsiâmm akide sisteminde, zihnî ve aklî hürriyeti zedeleyen hiç bir müşkül yoktur. îslâmın inancı bir tek Allah'a da­yanır ki, bütün kâinatı yaratan yalnız ve yalnız O'~ dur. Bütün kâinatın dönüşü O'nadır. O'nun ne ortağı vardır, ne de nizamını tenkit ve tahlil (kritik) edebile­cek birisi, îsiâmm Allah fikri o kadar açık ve sade bir düşüncedir ki, hiç bir kimse O'nun hakkında ihtilâfa düşmez, hattâ tabiatçüar ve inkarcılar bile.
Avrupa'da ve bütün Hıristiyanlık âleminde oldu­ğu gibi îslamda «Din Adamları» diye ayn bir sınıf yok­tur. Din herkesin malıdır. Herkes ehliyet ve takati nis-betinde tabiî, fikrî ve ruhî vasıtalarla dinin ana kay­naklarından istifade eder. Herkes müslümandır. «Her­kesin çalışması nisbetinde bir takım dereceleri var­dır.» [148]Vazife ve mesleği ister mühendis olsun, is­ter doktor olsun, ister öğretmen olsun, ister sanatkâr olsun, ister işçi olsun eşit olarak Allah katında insan­ların en mükerrem olanı, en muttekî olanıdır. Din bu meslekler arasında bir meslek değildir. îsîâmda bü­tün ibadetler araya din adamı girmeden yapılabilir.
îslâmın şer'î ve hukukî tarafına gelince; üzerine hüküm bina edilecek düstur olması hasebile, bu, sahada bir gurup insanın ihtisas yaparak derinleşmesi, gayet tabiidir. Lakin onların dun im lan, diğer mem[ leketlerdeki hukuk âlim ve mütehassıslarının durul mu gibi değildir. Onlar bu vasıflarile hiçbir zamai, insanlar üzerinde bir sulta veya bir sınıf imtiyazına, mâlik değillerdir. Onlar ancak devletin ve cemaati^ istişare organları ve hukukçularıdır. Kendilerine «yükj sek ilim meclisi üyesi sıfatını takanlar, bu isim veya benzeri ile vasıflanmakta hürdürler. Lâkin, onların', hiç bir kimse üzerinde baskı ve sultası yoktur. Onlar),, insanlara ait işlerden ancak kanun çerçevesinde baza! şeylere selâhiyetlidirler. Meselâ: Ezher, ilmî ve dinil bir müessesedir. Fakat hiç bir zaman onun, âlimleri fikirlerinden dolayı yakmaya veya onlara işkence yapmağa selâhiyeti ve böyle bir sultası yoktur. Onla! ruı bütün vazifeleri, bir kısım insanların din anlayışı­nı tenkit etmek ve görüşlerinde hatalı olduklarını gös| termektir. Bununla beraber, bu hususta onlar da hür} dürler. Çünkü Ezherli olmayanlar da Ezherlüerin düi anlayışlarını tenkit etmeğe, böylece varsa onların ha­talarını belirtmeğe hak sahibidirler. Çünkü din bir şahsın veya bir heyetin inhisarında değildir. Din an­cak, onu iyi anlayanın ve iyi tatbik edenin malıdır.
İslâm nizamı tatbik edildiği zaman, elbette ki, sa­rıklılar devlet dairelerine yayılmayacak ve devlet dü­zeninde, İslâm hukukuna dayanmaktan başka bir şey değişmeyecektir. Tabiatile mühendislik mühendisle­rin, doktorluk doktorların, iktisatçılık (cemiyete hük­medecek olan tamamile îslâmî iktisat nizamı olmak şartile) iktisatçıların elinde kalacak, bütün devlet iş­leri bu minval üzere devam edecektir.
Nazariyat ve tatbikatile ne îslâm akidesinde, ne de islâm nizamında ilim yoluna karşı duracak bir engel vardır. Bu meseleler hakkında hakem tarihî va­kıalardır, îlmî bir hakikati keşfettiğinden dolayı İs­lâm beldesinde bir âlimin yakıldığını veya işkence edildiğini işitmedik. Her şeyi yaratanın ancak Allah olduğu hususundaki gerçek ilim, islâm akîdesiyle ça­tışmaz. Allahı bulmak için İslâmın insanları gökyü­züne ve yere bakmağa, onların yaratılışlarım düşün­meğe çağırması hiç bir zaman ilimle çatışmaz. Biz­zat Garbın ilim adamlarından çoğu, gerçek araştır­ma yolu ile Allahı bulmuşlardır. O halde hangi şey îslâmda inkâra çağırır?.. Tabiî müstemlekeci efendile­ri körü körüne taklit müstesna! Onlar, akide ve iba­detlerin aleyhinde yazmaktan, onları insanlara kötü göstermekten ve insanları bu bağlardan kurtulmağa çağırmaktan maksatlarının, yakayı kanunun pençe­sine vermeden hür olmayı istemek olduğunu söylü­yorlar.
Evet bu böyle, fakat neden böyle? Hiç bir zaman ahmakların anladığı mânâda bizatihi hedef bu değil­dir. O ancak Avrupa'da başka bir gayeye varmak için bir vasıta idi. O da, o zaman ortalığı kaplamış olan fikrî hurafelerden insanları kurtarmaktı. Hal böyle olunca ancak onlar, bu hürriyet ve kurtuluşa imanın gölgesinde mâlik bulunuyorlarsa, o zaman onların gerçekleştirmeği ister göründükleri gayeleri nedir acaba? Acaba onlar, sebep ve sâikleri olmadığı halde, cemiyette ahlâki bir çözülme ve cinsî bir keşmekeş mi istiyorlar?.. Hadd-i zatında onların müdafaasını yaptıkları dâvanın fikrî tarafı, şehevi arzulara karşı olan köleliklerini örten bir perdedir. îşte onlar, bu perdenin arkasına gizlenerek hür fikir müdafii olduk­larını iddia ediyorlar. Halbuki ferdi şehvet tahakkümü dahil her türlü sulta ve hâkimiyyetten kurtulmağa çağıran îslâm, hiç bir zaman kölelere itaat emretmez.
Diyorlar ki:
«İslâmın idare sistemi, tabiatı icabı olarak diktatörlük­tür. Çünkü İslâm nizamında devlet geniş sultaya sahiptir. Dev­letin bu sultaya, insanların gönüllerinde geniş hakimiyeti bu­lunan mukaddes şeylerle yâni din adına sahip olması, kötülük bakımından işi biraz daha ileri götürür. Böylece bu nizam dik­tatörlüğe çok elverişli, etrafında fırsatçıların karargâh kurma­sına çok müsaittir. İşte bunlarla fikir hürriyeti boğulur. Dev­let ricalinin aleyhinde konuşanlar, dinin aleyhinde konuşmak­la suçlanırlar ve töhmet altında bırakılırlar.»
Dinin tamamen aleyhinde olan bu garip uydurma­ları acaba nereden bulup getirdiler?,
Kur'ân'ın, «Müslümanların idare şekli kendi tarar larında şûra sistemidir.» [149]âyetinden mi? veya «insanlar arasında hüküm ve idarede bulunduğunuz zaman adaletle hükmetmek zorundasınız.» [150]âye­tinden mi?.. Yoksa Hz. Ebu Bekir'in, «... Eğer sizi ida­re hususunda Allah'a ve O'nun Resulüne, isyan eder­sem, o zaman bana itaat etmeniz lâzım gelmez.» [151] sözünden mi? Hz. Ömer'in «Eğer bende bir iğrilik bu­lursanız, derhal düzeltiniz.» dediği sırada müslümanlar arasından bir sahabenin, «Vallahi, eğer sende bir eğrilik bulursak, mutlaka biz onu kılıcın keskin tara­fıyla düzeltiriz.» [152]prensiplerinden mi almışlar­dır?!..
Evet zaman zaman îslâm idarecilerinin eliie din adına zulüm, yapıldı. Hâlâ da bu çirkin zulüm ve tuğ­yan örnekleri bazı îsiâm memleketlerinde görülmek­tedir. Lâkin yeryüzünde zulüm ve tuğyan perdesinin sadece din olduğunu kim söyleyebilir? Hitler?.. O din adiyle mi zulüm ve tuğyanını etrafa salıyordu..? Sta-lin..? Ölümünden sonra bizzat Rus basını ve resmî makamları zulüm ve işkence dolu diktatörlüğünü iti­raf ve ilân etti. Dediler ki: «O Rusya'ya, bir daha te­kerrür etmesi caiz olmayan kaba bir polis iradesiyle hükmediyordu!..» Franko?.. Güney Afrikada Malan?.. Milliyetçi Çin'de Çan Kay Şek?.. Komünist Çin'de Mao Tsu Tung?.. Bunların hepsi din adile mi tuğyan eder­ler?..
Şüphe yoktur ki, dinin sulta ve hâkimiyetinden kurtulan 20. asır milletleri, zorla gönüllere yerleştiri­len ve dinden daha az baskuve mukaddesliğe sahip ol­mayan bir takım yaldızlı, kof unvanlarla, tarihin en çirkin zulüm ve diktatörlük örneklerini görmüşlerdir.
Tabiîdir ki, hiçbir kimse diktatörlüğü müdafaa et­mez ve böyle bir rejime rıza göstermez. Lâkin kötü arzu ve şehvetler tarafına bir meyli bulunmayan, ka­rakter ve fikri temiz olanlar, hak ve doğruyu ikrar etmediği de bir vecibe sayarlar. Hakikat şudur ki, şahsi menfaatlerinin peşinde koşanlar için, her güzel mânâyı istismar ve onun arkasına gizlenmek müm­kündür. Fransız İhtilâlinde hürriyet adına pek çok iğrenç cinayetler işlenmiştir. O halde, hürriyeti ilga mı edeceğiz?.. Hürriyet adına Anayasa adiyle bir çok suçsuz kimseler hapse atılmış, işkence edilmiş ve öl­dürülmüştür. O halde Anayasaları ilga mı edelim?.. Hakikaten yeryüzünde din adına bir çok azgınlık ve taşkınlıklar yapılmış, o   halde bunlar dini ilgi etmemize hak kazandırır mı? Eğer din hadd-i zatında ni­zam ve prensiplerile zulüm ve tuğyana götürüyorsa, işte o zaman bu makûl bir dilek olabilir. Fakat, yalnız müslümanlar arasında değil belki müslumanlarla harp halindeki düşmanları arasında, birden daha çok vakıalarda ve tarih boyunca bizzat düşmanlarının ik­rar edip darb-ı mesel haline getirdiği herkese iyilik dersleri veren, mutlak adalet örnekleriyle dolu bulu­nan İslâmiyet için böyle bir durum var mıdır ve böy­le bir dilek doğru mudur?-.
Azgınlığın ilâcı, ancak dinin savunduğu hürriye­ti takdir eden, hırsla onu koruyan, hâkimi (idareciyi) zulümden meneden ve onu çizilmiş hududunda dur­duracak olan inanmış bir millet inşa etmemizdir. Za­lim idareciyi düzeltip onu doğruya yöneltmeyi mille­tin aslî vazifelerinden sayan İslâm nizamı gibi, üstün bir nizamın ve hürriyeti heder tutan başka bir siste­min bulunacağını sanmam. Bu konuda Resûlüllah, «Sizden her kim bir kötülük görürse düzeltsin...» [153]buyurur. Yine buyurur :«Muhakkak ki, zalim sultanın huzurunda hak ve adaleti müdafaa etmek, Allah katında cihadın en yücesidir.» [154]
İhtilâlde âsiler tarafından yapılan zulüm ve sa­pıklıktan sarf-ı nazar edecek olursak, doğru yoldan ayrıldığına inandıkları zaman, insanlar bu prensipler adına Hz. Osman'a karşı bile isyan ettiler,
O halde ey ilericiler, biliniz ki, kayıtlardan kur­tulmağa ve hürleşmeğe giden yolunuz dinin ilgası değildir. O yol ancak, zulümden nefret eden ve zalimle­ri düzelten o ihtilâl ruhunu insanlara öğretmektir. Bu ise aslında bu dinin ruhudur. [155]
 
 
Bu Kari Marks'm sözüdür...
Komünizmin dâvetçileri, Marks'ın ardından İs­lâm ülkelerinde bu sözü aynen tekrarlıyorlar, İslâm iri aleyhine onun tatbikini de istiyorlar.
Komünizmin ilk dâvetçilerinden Kari Marks v» başkaları, yaşadıkları zamanda karşılarına dikilen özel münasebetler sebebile dme ve din adamlarına karşı isyanda mazur sayılabilirler. Çünkü o zaman Avrupa'da, özellikle Rusya'da feodalite en çirkin rol­lerini göstermekte devam ediyordu. Öyle ki, her sene açlıktan binlerce insan ölüyor ve çeşitli hastalıklar se­bebile milyonlar can veriyordu. Ayrıca soğuk ve iş­kence, bir o kadar kimseyi telef ediyordu. Hal böyle iken yine ağalar, halkın hayatını, kanlarını ve hak­kını hiçe sayıyor, akla gelen her türlü zevk vasitala-riyle hakir bir lüks içinde eğlenmekte devam ediyor­lardı. Halkın başkaldırması ihtimali belirince veya çekmekte oldukları zulmü hissettikleri anlaşılırsa der­hal din adamları harekete geçer ve şöyle seslenirdi: «Her kim senin sağ yanağına bir tokat vurursa ona sol yanağını çevir. Her kim senin ceketini elinden alırsa, oha gömleğini de ver.» Böylece, zulma karşı sabredenlere, yorgunluk ve eziyete razı olanlara vadedilmiş olan âhiret nimetlerile onları kandırarak zu­lüm ve haksızlığa karşı harekete geçen isyan duygu­larını uyuşturuyorlardı.
Eğer bu uzun vadeli vaadler fayda vermezse, o zaman tehdit geçer akçe oluveriyordu. Bu sefer pa­pazlar şöyle diyorlardı: «Her kim ağası bulunan efen­disine isyan ederse, o kimse Allah'a, kiliseye ve din adamlarına birden isyan etmiş sayılır.» Hatırlatalım İti, bizzat kilise arazi sahibi ağalardandı. Kilisenin mil­yonlarca arazi kölesi vardı. Kilise bu kadar insanı kendi hesabına çalıştırırdı. Bu yüzden kilisenin, çalı­şan zümreye karşı kralların ve ağaların yanında yer alması gayet tabii idi. Çünkü bütün mal ve arazi sa-^ hipleri, çalışanların karşısında bir cephe halinde idi­ler. Bunun sebebi şu idi ki, korktukları ihtilâl kopun-ca, zenginlerden veya din adamlarından kan emicile­rin hiç birisi affedilmeyecekti.
Ne vaadîer ve ne de tehditler hiç birisi fayda ver­mediği zaman, fiilen bir takım cezaların tatbiki zaru­ret halini alırdı. îşte bu cezalar, Allanın âyetlerini in­kâr ettikleri ve böylece din dairesinin dışına çıktık­ları, gereköçesiyle uygulanırdı.
îşte bu anlattığımız şeyler sebebiyle oralarda din hakikaten o milletlerin gerçek düşmanı idi. Böylece Kari Marks'ın söylemiş olduğu «Din Milletlerin Af­yonudur» sözü o zaman için Avrupadaki Hıristiyanlık hakkında yerinde idi. Komünistler, İslâm ülkelerinde halkın zulüm ve işkenceye rıza göstermesini, müc­rimlerin emniyet içinde zevk ve safalanna devam edebilmeleri için, sabredenlere hazırlanmış cennetler­le onları oyalamaya, halktan çalışan zümre aleyhine sulta sahiplerini ra'zî etmeye bağlarlar. Meselâ Kral Faruk zamanında, Faruk'un elini öpen, onu melik-i salih diye isimlendiren, onun için dualar eden, kendi nıizacına göre Kur'ân   âyetlerini te'vil eden, bu yaptıklarının hepsiyle Faruk'un saltanatını kuvvetlendir­meyi ve halkın ona isyan etmesini önlemeyi kasdeden, bu yollardan bir fayda sağlayamadığı takdirde, «Ara­nızdan ülül - emre itaat ediniz.» [156]âyeti mucibin­ce, Faruk'a karşı isyan edecekleri Allah'a ve dine is­yan etmiş sayan bazı din adamlarının durum ve tu­tumlarını şahit olarak almak isterler!..
Bundan başka komüıusiî&r, bu hakikatle, anlamı şu mealde olan bir ; şüpheyi de karıştırırlar ve şöyle derler: Bu aşırı derecedeki kötülüğü bizzat İslâm em­reder Çünkü, Kur'an'm bir âyetinde «Allahü Teâlânın, bazınızı bazınıza üstün kıidığı şeyleri temenni etme­yiniz.» [157]veya «Dünya hayatına ait ziynet ve deb­debeden insanların bir kısmına, sırf fitneye düşürmek için verdiğimiz nimetlere göz dikme sakın. Zira, Rab-binin rızkı hem daha hayırlı ve hem de daha sürekli­dir.» [158]buyurmuştur. İşte böylece İslâm, her din gibi, çalışan enerjileri uyuşturup, âtıl hale getiren bir afyondur!.. Bizim de söz konusu yapmak istediğimiz şüphe burasıdır.
Araştırmak istiyoruz, acaba din sahasını meslek edinmiş din adamlarından zuhur eden o kötülük örne­ği davranışları bizzat din mi vahyetmiştir? Yoksa on­ların o tutumları, dinin doğru emirlerinden uzak ken­di gayr-i ahlakî davranışları mıdır? Onların bu tutum ve durumları tıpkı, haram bir şeye vasıta ve âlet ol­mak bir tarafa, geçici zevklerden bir şeyler elde et­mek maksadile,   kendi temiz yüzlerini    çamurlayan, şeref ve haysiyetlerini pislikler içine atarak kirleten, şâir, yazar ve gazetecilerden herhangi fasık bir kim­senin durumu gibi midir?..
Ben kafi olarak inanıyorum ki, bu şekilde davra­nan din adamlarının suçu, mesleklerini kazanç va­sıtası yapan, ahlaken düşük şâir, yazar ve gazetecile­rin cürmünden daha büyük ve daha çirkindir. Çünkü Allah'ın kitabı onların elindedir. Onlar, Allahın kita­bını okurlar, böylece hem dinin hakikatim, hem de kendi mes'uliyetlerini bilirler. Onlar az bir fiatla Al­lah'ın âyetlerini satıyorlar, demektir. Hadd~i zatında onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyor-lar, demektir.
Lâkin ben bütün bu söylediklerimden sonra dö­ner, tekraren derim ki, İşlâmda din adamları diye bir şey yâni bir sınıf yoktur. Hiç bir zaman din adamı hüviyetini kullanarak konuşanların söyledikleri İs-lâmm aleyhine bir hüccet olamaz. Bu milletin musi­beti dinin hakikatini bilmemesinden gelmektedir. İs­lâm dinine isnat edilmek istenen uyuşturuculuk töh­metini çürütmeğe şu hakikat kâfidir: Mısır'daki zu­lüm idaresini deviren hareket, hakikatte sabık meli­kin, kendi saltanatı için tehlikesini sezdiği, bu yüz­den baş davetçisini Öldürttüğü dini harekettir. Fakat o, bu cinayeti işlemeden ve kendisi ortadan kaldırıl­madan önce hareketin önüne geçmek maksadile ha­pishanelerin kapılarını açmıştı. Halbuki Allah onun arzuladığından başkasını murad etlemiştir.
İşte bu durum cahilce ortaya atılan o şüpheyi de­fetmeye kâfidir. Bunun gibi şarktaki bütün istiklâl hareketlerinin dinin ilhamiyîe meydana geldiğini söy­leyebiliriz. Fransız işgaline karşı Mısır milletinin hareketi, hadd-i zatında din âlimlerinin hareketi idi. Muhammed Ali'nin zulmüne karşı yapılan ayaklan­manın başında dini önder olan Ömer Mükrim vardı. Sudan'da İngilizlere karşı yapılan ayaklanmanın ön­deri Mehdî El - Kebir dinî bir önderdi, İtalyan'lara karşı Libya'daki hareket, Fransızlara karşı Cezayir'­deki hareket, bunların hepsi dini hareketlerdir. Kâşâ-ni'nin İngilizlere karşı hareketi din adile ve din esası­na dayanan bir hareketti.
Her yerde, bu dinin bir hürleştirme hareketi ol­duğuna delâlet eden ihtilâller vardır. İslâmiyet hiç bir vakit kölelik ve zulme razı olmağa davet değildir. Fa­kat biz burada dalâleti açık olan vakıalarla iktifa etmiyeceğiz. îslâmin çalışanlar zümresinin âdil ve sosyal adalet isteyen duygularını uyutmakla ilgili açıkça uydurulmuş olan şüpheyi münakaşaya devam edeceğiz. Bu şüphe komünistlerin ağızlarına doladık­ları şüphelerin en çirkinidir.
«Allahu Teâlanın, bazınıza üstün kıldığı şeyle­ri temenni etmeyiniz.» âyeti hakkında müfessirler derler ki, bu âyet, «Niçin, Allah yolunda cihada er­kekler tahsis edilir de bundan kadınlar mahrum bı­rakılır?» diye soran bir sahabînin sorusu ile ilgili ola­rak nazil olmuştur. Bunun için denilmiştir ki, bu âyet, yapılması gerekli işi yapmadığı halde boş temennide bulunmağı yasak eder. Müfessirlere göre, muvafık olan budur. Çünkü, böyle bir hareket, topluma amali bir faydası olmayan sapık ve şuursuz bir hasede gö­türür. Yâni o, insanların oturdukları yerden temenni edeceklerine, faziletlere ulaşma vesilesi olan çalışma­ya insanları davet etmektir.
Diğer «Dünya hayatına ait ziynet...» âyetine ge­lince, bunun   mânâsı, âyette   zikri geçen nimetlerin mahrum olanların nazarında, sahiplerinin büyük ad­dedilmesini telkin eden maddi kıymetlerin üstüne yük­selmeğe bir davettir.
Muteber kavle göre âyetteki hitap, ellerinde ha­yatın zevk verici metalarmdan çok şey bulunan kâfir­lerin durumlarını küçümsemesi, onlara kıymet ver­memesi için Resûlüllaha ve müminlere tevcih edilmiş­tir. Çünkü o, kendine verilmiş hak ile daima onlar­dan daha üstündür. Bu cihet, basit görüşlülerin anla­dıkları mânâ dışında bambaşka bir vadidir.
Görülüyor ki, sadr-ı Isâmdaki o müfessirler, bin yıl sonra komünizmin zuhur edeceğini ve onun çığırt­kanlarının İslâmı kötüleyeceklerini sanki biliyorlar­dı. Böylece ta o zamandan itibaren îslâmdan töhmeti uzaklaştırmağa ve hakkı müdafaa edecek tefsirleri yapmağa koyuldular, böylece komünistlere ve başka­larına yetecek cevabı havi olan bu görüşlerini izhar ettiler!
Bununla beraber bir münakaşa mevzuu olarak farzedeîim ki, bu ve benzeri âyetler, elde mevcut ola­na rıza göstermeğe ve başkaiannm elindeki mala göz dikmemeğe davet eder. Böyle olsa bile, bu türlü da­vet ne zaman doğru bir davet olur? Ona itaat etmek ne zaman takarrür eder?
Muhakkak olan şudur ki, îslâmın ya tamamı alı­nır veya tamamı terkedilir. Yine îslâmın bütün davet­leri ya kabul edilir veya hepsi reddedilir.
Sabretmek ve zenginlerin ellerindeki mallara göz dikmemek şeklindeki fakir ve mahrumlara ait bu da-Tet, terazinin sadece iki kefesinden biridir. Diğer ta­raftan bu davete karşı onun gibi veya ondan daha şiddetli bir davet ile de zenginlere hitap edilerek malla-riyle üstünlüjc taslamamaları, bunun yerine Allah yo­lunda bolca infak etmeleri gerektiği, aksi halde baş­kalarının kin ve adavetim ceibedici bu harekete kar­şılık âhirette çokça azab görecekleri, bundan başka dünyada da büyük bir kötülükle karşılaşacakları bil­dirilir.
Meseleye bu yönden bakacak olursak görürüz ki, terazinin iki kefesi de birbirine denk vaziyettedir. Bir taraftan infak; diğer taraftan, kinlerden gönülleri te­mizlemek, kendilerine bakacak gözlerin hasedinden korunmak var. Böylece îslâm, âdil bir usul ile servet­leri herkese tevzi eder ve hayat yolunda iktisadi bir emniyetle, gönül selâmeti içinde yürür. Binaenaleyh orada bir mahrum, burada aşırı bir zengin bulunmaz. Bundan önce «İNFAK» tan ve ondan ihsan sıfatını kal­dıran, onu temiz insanı yardımlaşma müessesesine dahil eden ve çağımızda tatbik edilmesi mümkün olan şekillerinden bahsetmiştik. Şu anda yeniden bu me­seleye dönmeğe ihtiyacımız yoktur. Lâkin yine biz de­riz ki, cemiyet bu şekil üzere yaşamağa başladığı za­man, orada elbette ki, mazlumların razı olmaları iste­necek bir zulüm veyahut boyun eğmeleri emroluna-cak iktisadi bir mahrumiyet bulunmayacaktır.
Fakat zenginler topluma ait infaktan, içtimaî hiz­metlerin masrafını yüklenmekten kaçınırlar ve böy­lece vazifelerini yapmazlarsa, o zaman fakir ve yok­sulları, içinde bulundukları mahrumiyet dolu du­rumlarına razı olmağa çağıracak olan nedir?.. Bunu yapacak olan îsiâm mı?.. Zulme rıza gösterenleri ve ona karşı savaşmaktan uzak duranları dünyada ve âhirette kötü akibetle   tehdit eden îslâm mı?.. «Kendilerine zulm ederken canlarını alacağı kimselere me­lekler derler ki, ne işte idiniz? Onlar, biz yeryüzünde dinin emirlerini tatbikten âciz kimselerdik, derler. Melekler de, Allanın arzı geniş değil miydi, siz de hic­ret etseydiniz ya, derler. İşte onlar var ya* onların ba­rınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Bu du­rumdan, erkek, kadın ve çocuklardan acz içinde bı­rakılıp da hiç bir çareye gücü yetmeyen ve bir yol bu­lamayanlar müstesna. İşte onlar umabilirler ki, Allah onları affeder. Allah çok affedici ve çok yargılayıcı­dır.»[159]
O halde bu durum, özrün fayda vermiyeceği bir cürümdür. O, dünyada kendisinin zayıf olduğu gerek­çesi ile zulme razı olma cürmüdür. Allaü Teâlânın in­sanlar için murat ettiği, güçlerinin yettiği :her vasıta ile onu gerçekleştirmeğe çağırdığı normal durumun dışında zulme rıza gösterenleri Kur'ân-ı Kerim : «Ken­dilerine zulm edenler.» diye isimlendirir.
Hicrete davet ise, özel bir münasebetle ilgilidir. I Hicret, zulme karşı koymanın tek yolu değildir. Zul-| mün içinde bulunan cemaatler için, beyanı ileride ge­lecek bir takım başka yollar daha vardır. Biz burada ancak zulme rıza göstermenin îslâm nazarında ne ka­dar çirkin olduğunu te'kiden anlatmak istiyoruz. Böy­lece îslâmın nazarında hakikaten zayıf olanları bil­miş olalım. îşte onlar şu kimselerdir ki, hiç bir vasi-' taya muktedir olamazlar, hiçbir çıkar yol da bulamaz­lar. Bu sebeble onların affı için Cenab-ı Hak'ka dua etmekten başka çaremiz yoktur. Fakat bununla bera­ber sarih ve kat'î af değil, tabiî. Onların özürleri açık ve zafiyetleri doğru olmak­la beraber, âyetin mânâsı, Allah onları hiç affetmez demek değildir. Çünkü, «Hatibin, kullarına zulmedici değildir.» Lâkin söylediğimiz gibi, bu ifadeden kasdo-lunan mânâ, savaşmak için bir zerre kudrete mâlik olan bir kimsenin i savaştan geri durmaması için, işi son derece ciddî biıf şekilde ele almaktır.
Hakikaten zayıf düşmüş olanlara gelince, sureti kafiyede onlar, zulmü sırtlamış olarak yardımsız va­ziyette kendi hallerine terkedilmezler. Öyle bir du­rum karşısında İslâm milletlerinin hepsi, müslüman kardeşlerinden tecavüzü uzaklaştırmak için savaşa çağırmışlardır. «Ne oluyor size ki, Allah yolunda acz ve ıztırap içinde bırakılıp, ey Rabbimiz, bizi ahalisi zalim olan şu memleketten çıkarıp kurtar, bize tara­fından bir sahip gönder, bize kendi katından bir yar­dımcı yolla, diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğ­runda düşmanla çarpışmıyorsunuz.» [160]
Zulüm, insanlardan bir sınıfın veya çoğunun üze­rine vaki olur da onlar buna ses çıkarmazlarsa... So­nunda Allah onlardan razı olur mu?.. Hayır, zulme savaş açmcaya, mazlumlardan zulmü uzaklaştırıncaya kadar Allah onlardan elbette razı olmayacaktır.
Bazı kimseler,; bu âyetlerin bizzat akideye has olduğunu zannetmiş olabilir. Yani, müslümanların, müşriklerin ortasında bulunmalarını, müşriklerin on­ları Allaha şerik koşmağa ve İslâmî ibadetlerini yap­mamağa zorlamalarını ifade edebileceğini zannetmek gibi.
Lâkin İslâm, ibadet farizalarile birlikte, bu itikat­tan doğmuş ve sonra şubelere ayrılmış olan içtimaî, iktisadî ve siyasî nizamları tatbikte bir fark gözetmez. Yine o, İslâm, akide ve nizamının tatbikini meneden-lerin ismen ve fiilen kâfir olmaları ile, ismen müslü­man olup tatbikatta kâfir olmaları arasında da her­hangi bir fark gözetmez. Kur'an-ı Kerim der ki: A1lahın indirdiği nizm ile hükmetmeyenler var ya işte onlar kâfirlerdir.» [161]
İslâm mal ve servetlerin, «Zenginler arasında el değiştiren ,-b£r şey olmamasını» emreder. Yine dev­letin tebaasını, mümkün olan yollarla iktisadî bakım­dan teminat altında bulundurmasını emreder. Bu te­minatı, ya onlara normal bir iş sahası açmakla, ya­hut iş yapmaktan âciz duruma düşmüş olanlara doğ­rudan doğruya Beytü-1 Malden sarfetmek suretile sağlar.
İslâm Peygamberi devlet memurlarına bazı temi­natların verilmesini emretmiştir. Bu durum kıyas yo­lu ile, hususî veya umumî herhangibir müessesede ça­lışan bir şahsa da şâmildir. İşte bunların hepsi iman­dan bir cüzdür. Müslümanlar, dünyanın gerçekleri ara­sında onları da tatbik edinceye kadar hakkile iman etmiş sayılmazlar. Böylece daha evvelki âyetlerde geç­miş olan ifade, zulmü yapan, onu kabul eden ve zul­me karşı savaşmayan kimselere «Kendi nefislerine zu­lüm ediciler» hükmü mucibince, intibak eder.
Şimdi «Velâ tetemennev...» ve «Velâ temüddün-ne...» âyetlerinden vehim olunan mânâya tâbi olarak insanların içtimaî zulme karşı savaştan vazgeçtikle­rini farzedecek olursak, o zaman acaba nasıl bir du­rum meydana gelecektir?. İnsanlardan belli bir sını­fın elinde mal ve servetlerin birikmesi ve çoğunluğun ondan mahrum olması faciası mı meydana gelir?.. (Me­selâ ağalık ve kapitalizmde olduğu gibi.) îslâmda bun­ların hepsi merduttur. Zira bunlar Allanın, «Servetle­rin, zenginler arasında el değiştiren bir şey olmaması için.» emrine muhaliftir.
İşte bunlardari, zenginlerin mallan hapsetmeleri ile sadece kendilerini ilgilendiren lüks hayatta sarfet-melerinin fenalığı: meydana çıkar. Malları hapsetme­ğe dair olan birinci şıkka gelince, o dinen merduttur. «Altunu, gümüşü biriktirip de Allah yolunda sarfet-meyenler var ya işte onlara bir azab-ı elimi müjdele.» [162]
Azap ancak Allahm razı olmayacağı merdud bir hareket içindir. Eğer ikinci ştfk vukua gelirse o da mer­duttur. Kur'ân'da lüksü haram eden âyetler cidden çoktur. Bu âyetlerin hemen hemen hepsi lüks hasta­larını, küfür ve ahlâksızlıkla damgalar.
-Biz hiç bir memlekette azab ile korkutucu bir Peygamber göndermedik, ille oranın refah (lüks) er­babı, biz, sizin getirdiğiniz şeyleri İnkâr edicilerdeniz, dediler.» [163]«Bir memleketi Jıelak etmek İstediği­miz zaman, onun nîmet ve lüks hayatı ile şımarmış elebaşılarına iyi olmalarını emrederiz. Buna rağmen onlar itiatten çıkarlar. Artık o memlekete karşı azap hak olmuştur. İşte biz, onu kökünden mahvı helak etmişizdir.» [164] «Solcular!.. Onlar ne de solcudurlar, onlar ateş ve kaynar bir su içindeler. Ve bir de kap­kara dumandan bir gölge! Ki, o gölge ne serin, ne de faydalıdır. Çünkü, onlar bundan evvel şehvetlerine düşkündüler.» [165]
O halde insanların içtimaî zulme karşı savaştan; vazgeçmeleri, ancak kötülüğün meydana gelmesinden başka bir şey olmaz. İnsanları1 kötülüğe rıza göster?-ineğe, Allah rızası için kötülük karşısında susmağa çağırıyor, diye acaba İslâm ne hakla ve nasıl bir töh­met altında bırakılır? O Allah ki, şöyle buyuruyor; «İsrail oğullarından olup da küfredenlere, Davud'un da, Meryem oğlu İsa'nın da diliyle lanet olunmuştur. Bunun sebebi, isyan etmeleri, ifrat ve lükse sapmala­rı idi. Onlar işledikleri fenalıkların birinden bile vaz­geçmeğe çalışmazlardı. Hakikatte yapmakta devam et­tikleri o tutum ne kötü idi.» [166]
Böylece kötülüğe karşı susmağı ve onu menetme-meği Allah, gazabım, lanetini ve azabını celbeden kü­für alâmetlerinden bir alâmet kılmıştır!..
Resûlüllah da şöyle buyurur: «Sizden biriniz her­hangi bir kötülük görürse onu düzeltsin.» «Allah ka­tında en üstün cin ad, zalim bir sultanın huzurunda hakkı söylemektir.»
Eğer bu esaslar dairesinde hareket edilse, toplum­da bu kötülükler elbette vücut bulmaz ve elbette ida­reci durumunda olan zevat zulme meyledemez. Ak­si halde idareciye, Allah rızası için ve Allah yolunda cihad olarak mukavemet edilmesi kafi ve zarurî olur ve o da zalim bir sultan veya idareci sayılır...
Anlama kudreti olmayan, veyahut şehvet ve kötü arzuların tesirinden kurtulmağa gücü yetmeyen sa­pık bir akıl müstesna, zulme rızayı, mahrumiyete kar­şı sükûtu emrettiği şeklinde îslâmı anlamağa ruhsat veren o akıl hangi akıldır?!..
Bu bölümün başında zikrettiğimiz âyetlerin mâ­nâları, ancak, verimli bir işin arkadaşlık edemiyeceği boş temennileri yasaklamağa, ne bir devletin, ne bir toplumun ve ne de insanlardan bir ferdin; yeryüzün­de hiç bir kimsenin değiştirmeğe kaadir olamıyacağı şeylere rıza göstermeğe aittir.   
Farzedelim ki, bir insana şöhreti mucib ve insan­ların takdirini haiz olan bir mevhibe verilmiş, başka birine de böyle bir kaabiliyet verilmemiş, fakat bu kimse içten gelen bir şekilde şöhrete karşı tutuşuyor. Bu arzuyu tatmin etmek, bu hissin, bir hastalığa ve hasede inkılâb etmesine mâni olmak için acaba devlet ne yapar?.. Acaba devlet, fabrikalarından birinde onun için bir. sun'i akıl ve mümeyyiz vasıflar mı imâl eder?..
Farzedelim ki, güzel bir kadın var, öylesine güzel ki, gönüller ona. iştiyak duyuyor ve gözler onu Özlü­yor. Bir başka kadm daha var. Onda birincinin güzel­liği ve cazibesi yok. Fakat bu kadm da beğenilmeyi ar­zu ediyor, böylece güzel olmağa gönlü akıp gidiyor. Onun arzuladığı eşitliği vermek için acaba devletin kullanabileceği imkân nedir?.
Yine farzedelim ki, bir karı koca var, aralarında­ki anlaşma ve sevgi ile hayatın tadını    çıkarıyorlar.
Her bakımdan huzur ve saadetleri yerindedir. Bir baş­ka çift daha var. Onlar için başarı ve saadet mukad­der değilmiş veya modern tababetin bütün çabaları­na rağmen bir türlü çocukları olmuyor. Bu hususta onların elde edemediklerini onlara temin etmek için, yeryüzünün bütün kuvvetleri bir araya gelse ne yapa­bilir?.. Şüphe yok ki, bunlara benzer haller hayatta pek çoktur. Elbette ki, iktisadî vasıtalar ve sosyal ada­letin neşri onları halledemez. Çünkü o, hadd-ı zatın­da cevherinde iktisadî olmayan kıymet ve değerlerle ilgilidir. O halde bunları, Allanın lütuf ve inayetine sığınarak kendine verilene kanaat etmekten başka hiç bir şey halledemez.
Hattâ iktiasdi ve sosyal alanda bile... Dünyanın gerçekleri arasında mutlak eşitliğin tam olarak tat­biki hangi memleketle gerçekleşmiş, bütün ücretler veya bütün vazifeler nerede eşit hale getirilebilmiş­tir? Farzedelim ki, Sovyet Rusya'da bir işçi pek bü­yük bir hırs ve tamaha sahiptir. O, bir mühendis ol­mayı arzular. Fakat kendisine âdil fırsatların hepsi­nin verilmesine rağmen onun kendi aklî kabiliyeti bu arzusunun önüne set çeker. Veya bir işçi, mecburi çalışması bittikten sonra fazla ücret almak için bir ek vazife alıp çalışma kuvvet ve kabiliyetini kendinde bu­lamaz. Buna rağmen fazla ücret alıp fazla zevk yap­mak için yanar tutuşur. Devlet buna ve ona ne ka­zandırabilir? O, devamlı sıkıntı, ardı arkası kesilme­yen bir iştiyak, acı ve kin içinde çırpınırken, onu me­sut etmek nasıl mümkün olur?.. Nasıl o kimse -en büyük kuvvete sarılmanın ve O'nun huzurunda ra­hatı taîebetmenin dışında- çoğunluğun kendi çalış­masından faydalanması için, gerektiği şekilde çalışıp işini tam idareye muktedir olur? Bunları ateş ve demirle mi yapmak daha iyi, yoksa gönül rızası ve iç­ten gelen bir kabulleniş ile mi?..
îşte ancak budur İslâmın daveti. O davet, meşru arzuları gerçekleştirmeğe çalışmak, hiçbir kuvvet ve­ya şahsın değiştirmeğe kaadir olamıyacâğı şeylere rı­za göstermek, fakat tebdil ve tağyiri mümkün olan zulüm bulunduğu zaman ona isyan etmek ve onu par­çalamak suretüe zulmü ortadan kaldırmaktır.
Eğer böyle hareket edilmediği takdirde elbette ki, Allah insanlardan razı olmayacaktır. Kim Allah yo­lunda döğûşür de öldürülür veya galip gelirse, Allah o kimseye büyük ecirler verecektir.» [167]
Eğer bütün dünyada «Milletler için zehir olacak bir din varsa» her halde o, bütün şekil ve rengiyle zul­me, kötülüğe karşı savaşan, zalimler ve onların yar­dakçıları için en büyük cezayı vadeden, İslâmiyet de­ğildir. O, olsa olsa bu sözü söyleyen Marks'ın komü­nizmidir. Çünkü, komünizmle idare edilen memleket­lerdeki insanların zulüm ve işkence altında inlemekte oldukları bütün dünyaca bilinen ve inkârı mümkün olmayan acı gerçeklerdir. îşte milletler için zehir olan ancak, komünizmdir. [168]
 
 
îslâm hükmü yönünden gayrı müslim cemaatlerin durumu daima kendisinden karışık ve nazik diye bah­sedilen bir meseledir. Müslümanlarla gayrı müslim-ler arasında bir fitnenin vukuundan korktukları için bir çok insanlar bu meselede söz söylemekten çekinir­ler.
Lâkin ben, kendimle nefsim arasında, yine ken­dimle insanlar arasında tam açıklıği itiyat haline ge­tirmiş bir şahısım. İşte bu açıklıkla vatanda ve insan­lıkta kardeşlerimize sormayı severim: «İslâmuı hük­metmesinden korktukları şey nedir acaba? Onlar aca­ba îslâmın nasslanndan mı korkarlar? Yoksa hasse-ten tatbikatından mı korkarlar?.»
Nasslara gelince şöyle dersin : «Dinde size savaş açmayan ve sizi memleketinizden çıkarmayanlara iyi­lik ve adaletle muamele etmekten Allah sizi menetmez. Biliniz ki, AUah âdilleri sever.» [169]Bir başka âyet: «Ehlilkitabin yemekleri size helâldir, sizin yemekleri­niz de onlara helâldir. Müminlerden ve ehlilkitaptan İffetli kadınlarla evlenmemiz de helâldir.» [170]
İslâm hukukunun genel prensibi: «Bizim hakları­mız olduğu gibi onların da haklan vardır. Ve bizim vazifelerimiz olduğu gibi onların da vazifeleri vardır.»
Bu umumi prensip, ibadet veya bir fariza ile ilgi­si olmayan, sadece toplum nizamı ve onun içindeki vatandaşlık hakları ile alâkalı hak ve vazifelerdedir, îslâm, müslümanlarla onlar arasındaki muamele ve adalette eşitliği emreder. Bundan fazla olarak da zi­yaretleşme, beraber yeme ve içme ile, müslümanlarla onlar arasındaki rabıtaları kuvvetlendirmeğe çalışır. Bu türlü şeylerse ancak birbirini seven arkadaşlar arasında olur. Nihayet bunlann hepsini en kuvvet­li bağ olan evlenme ile taçlandırır.
Tatbikata gelince, o hususta sözü, îsîâma karşı sempatisi olduğu gerekçesile itham edilmemiş olan bir Avrupalı Hıristiyana bırakmamız daha güzel olur sanınm.
Hasan İbrahim Hasan, Abdülmecid Abidin ve îs-mail Nehrâvî tarafından arapçaya çevrilen «İslama Davet» adlı kitabının 48. sahifesinde Sir W. Arnold şöyle der:
«Arap müslümanlarla Hıristiyanlar arasında mev­cut olan sevgi bağlanndan hareket ederek, insanları İslama çevirmekte kuvvetin geçerli bir faktör olmadı­ğına hükmetmemiz mümkün olur. Bizzat Hz. Muham-med, bazı Hıristiyan kabilelerle anlaşmalar yaptı, em­niyet ve güvenlik içinde kilise adamlarına kendi hak­larını ve eski nüfuzlannı kullanmaları için müsaade etti. Onların himayesini kendi sorumluluğu altına al­dı. Kendi dinî merasimlerini yerine getirmeleri husu­sunda onlara tam hürriyet verdi.»
51.sahifede : «Hicretin birinci asrında İslâmı ka­bul eden Hıristiyan kabilelerin onu, ancak hür bir ira­de ve ihtiyarla kabul etikleri, muzaffer müslümanla-ruı Hıristiyan Araplara gösterdikleri o müsamahanın biraz önce takdim etiğimiz örneklerinden bihakkın istihraç edebiliriz. Şüphesiz, günümüzde müslüman cemaatler arasında yaşamakta olan Hıristiyanlar bu[ müsamahanın varlığına bir şahittir.»                          
53.sahifede: «İslâm ordulan Ürdün vadisine ula­şınca ve Ebu Ubeyde Fahl'de ordugâh    kurunca, o memleketlerdeki Hıristiyan halk müslüman araplara şöyle yazmışlardır: "Rumlar her ne kadar bizim di­nimiz üzere iseler de, siz bize Rum'dan daha sevgilisi­niz. Siz, bizim hakkımızda daha vefakâr, daha mer­hametli, bize zulüm yapmaktan daha uzak ve bizim üzerimizde hâkimler olmağa daha lâyıksınız.»
54. sahifede : «633 - 639 seneleri    arasında vukua gelmiş ve tedricen Arapların Rum ordulannı oralar­dan kovmuş oldukları gazveler esnasında Şam mem­leketlerinde şuur haleti şöyle idi: Dımışk (Şam) 637 senesinde Araplarla sulh akdetmek âuretile örnek ha­reketi yapınca bir takım kendine uygun şartlan temi­nat altına aldı.    Yağma ve harap olmaktan kendini kurtardı. Şam'ın diğer beldeleri de bu örnek hareketi almak hususunda zaman kaybetmediler.    Humus ve diğer bazı memleketler,    bir takım muahedeler yap­mak hususunda müsbet cevap verdiler. Bunun muktezası olarak da Araba tâbi oldular. Belki bu şehir mü­masil şartlarla Beyt-i Makdis    yolundan da teslim olurdu., Muhakkak ki, din kaidelerinin üzerine çık­mış olan İmparatorun, kendi mezhebine tabî olmala-1 n için onlan zorlaması korkusu,    dinî hürriyetlerinitam olarak vermek hususunda müslüm anların onlara vermiş oldukları söz, onların gönüllerinde Bizans ve­ya herhangi bir Hıristiyan devletine bağlı olmaktan daha hoş idi. Kendi memleketlerine fatih, olarak ge­len bir ordunun heyecanlandırdığı korkular henüz bitmemişti. Fatih Arapların lehine olarak kuvvetli bir kahramanlık o sırada bunu takip etti.»
Bu naklettiklerimiz Hıristiyan bir insanın İslâmi­yet hakkındaki şehadetidir. O halde hıristiyanlârın İs­lâm hâkimiyetinden korktukları şey nedir? İhtimal ki onlar, kendilerine karşı müslümanlarm taassubun­dan (!) korkarlar. Eğer hakikaten bu böyle ise, görü­lüyor ki, onlar taasubun mânâsını bilmiyorlar. Binae­naleyh tarih, boyunca cereyan eden taassup misâlle­rinden birkaç tanesini j onlara açalım.
îspanya'daki teftiş mahkemeleri her şeyden önce, müslümanları imha etmeği hedef tutmuştu. Orada in­sanları diri diri yakmak, tırnaklanın sökmek, gözle­rini çıkarmak ve uzuvlarını kesmek gibi tarihte bili­nen azap çeşitlerinin en çirkinini istimal etmişti. Bun­ların hepsi, kendi dinlerini bıraktırıp Hıristiyan mez­heplerinden bir tanesini zorla kabul ettirmek için ya­pılmıştı. Şimdi sorarız Hıristiyanlara, îslâm memle­ketlerinde ikametleri boyunca acaba Hıristiyanlar o türlü bir azap ve işkence ile karşılaşmışlar mıdır?..
Her Avrupa memleketinde veya Avrupalıların sul­tası altında bulunan Yugoslavya, Arnavutluk, Rusya ve peykleri, Kuzey Afrika, Somali, Kenya, Hindistan ve Malezya'da bazan safları temizleme adıyla bazan da emniyet ve selâmeti temin adıyla  Müslümanlar için kurulan mezbahalar herkesin malûmudur. [171]Lâ­kin bunların hepsini biz bir tarafa bırakıp hususî alâ­kası bulunan tek misâl alacağız. O da Habeş İstan 'dır.
Habeşistan eski zamandan beri tarihi, coğrafî kül­türel ve dini rabıtaların bizi birbirimize bağladığı bir memlekettir. Habeşistan bilindiği gibi Mısır kilisesine tabidir, nalla müslümanlarla hıristiyanlardan meyda­na gelen bir karışımdır. En az takdirlere göre Habeş halkının % 35'i müslümandır. En çok takdir edenlere göre ise, % 65'i müslümandır. Zararı yok, biz iki tah­minin en azını alalım.
Habeşistan'da müsîüman talebeye islâm dinini öğ­retecek ne bir tek resmî devlet okulu ve ne de Arap­'ça öğretecek bir okul vardır. Müslümanların kendi paralariyle açtıkları okullara gelince, Habeş Hükümeti­nin tazyikleri ve yüklemiş olduğu vergilerle mevcut­lar kapanma tehlikesiyle karşılaşıyor, yenilerin açıl­masına hiç kimse cesaret edip teşebbüs edemiyor. Böy­lece hükümetin baskıları devam ediyor. İşte Habeşis­tan'da müslümanlarm tedrisat işleri bu derece fecî du­rumdadır ve buna sebep de Habeş hükümetidir.
Yeni zamana -İtalyan harbinden önceye- ka­dar, Habeşli bir Hıristiyana borçlanan ve borcunu öde­yemeyen müslüman, Habeşlinin kölesi olur ve devlet marifetile alınır ve satılırdı.. Tabiatile orada yaşayan halkın üçte birini temsil etmek için, ne hükümet va­zifelerinde ne de kabinede bir tek müslüman mevcut­tur. İşte bütün açıklığı üo orada durum bu iken ora­daki dinî yönetimi kontrol eden de Mısır kilisesidir!..
Buna mukabil bütün tarihleri boyunca İslâm âle­minde yaşayan Hıristiyanlar, biraz evvel bahsettiği­miz muameleye benzeyen bir muamele görmüşler mi­dir? Yoksa onlar tabiat ve din rabıtalarının bizi bağ­lamakta olduğu bu memleketle mukabele bilmisil mu­ameleye acaba razı olurlar mı? İşte gerçek olan kor­kunç taassup budur. Fakat onlar Mısır'da acaba neden korkarlar?..
Komünistler diyorlar ki, insanın hakikî kişilik ya­pısı sadece iktisadi yapısıdır, O halde Hıristiyanlar, İslâm havzasında mülkiyet, tasarruf veya servet bi­riktirme haklarından mahrum mu bırakıldılar?.
İşte sana Bişri Hanna! Melik Fuad'ın Saîd'i ziya­reti sırasında geçeceği yol boyunca yirmibeş kilomet­re uzunluğunda, kendi bahçesinden getirdiği meyveli portakal ağaçlarını süs olarak diktirmiştir. Eğer hu­dutsuz mülkiyet hakkı kendisine tanınmamış olsaydı o kadar ağacı nereden getirecekti?.. Öğretim hakkı?.. Vazife alma hakkı?.. Vazifede terfi hakkı?.. Bunlara dinî unsur karışıyor mu?
İnsanın kişiliğinin sadece iktisadî yapıdan ibaret olduğunu iddia eden komünistlere muvafakat etme­mekte musırrız. Biz, iktisadi yapıya insanın mânevi ve ruhî yapısını da ilâve ederiz. Kendilerini o yerde yerleştirmeğe yarayacak olan fitneleri kaynatmak için müstemlekeci İngilizlerin daima arkasından koş­tukları nâdir misâller müstesna ibadet hususunda hı-ristiyanlara herhangi bir zulüm vâki olmuş mudur?
Diyorlar ki îslâmda, cizye meselesinde bir ayırma vardır. Biz onlara Sir W. Arnold'un daha evvel serdet-tiğimiz sözü ile cevap veririz.
Adı geçen kitabının 58. sahifesinde diyor ki: «Zik­rettiğimiz gibi cizye, müslüman oldukları takdirde gö­recekleri askerî vazife mukabili olarak sadece erkek­lere yükletilmiş bir vergidir. Hangi hıristiyan cemaat olursa olsun, İslâm ordusunun hizmetine girdiği zaman vergi mükellefiyetinden muaf tutulduğu apaçık bili­nen hususlardandır. Ceracime kabilesiyle olan durum bu minval üzere idi. Bu Kabile Antakya civarında ika­met ederdi. Müslümanlarla sulh muahedesi yaptı. Bu arada cizye vergisi ödemekten muaf tutulmak ve ga­nimetlerden hakkını almak şartiyle müslümaniarla be­raber savaşmağı ve onlara yardımcı olmağı taahhüd etti.»
Sahife 59: «İslâm dini üzere olmalarına rağmen, Mısırlı fellâhlar, askeri hizmetten muaf tutuldular. Buna mukabil tıpkı hıristiyanlann üzerine konduğu gibi onların üzerine de cizye vergisi kondu.»
O halde hiç bir vakit mesele zümreci bir tefrika meselesi değildir. On ancak askeri bir hizmet mesele­sidir. O askerî hizmeti bizzat ifa eden cizyeden muaf tutulmuş, onu eda etmeyen, hangi dinden olursa ol­sun hiç bir tefrika olmaksızın cizye verniek mecbu­riyetini yüklenmiştir.
«Kendilerine kitap verilenlerden AHaha, âhiret gününe îman etmeyen, Allah ve Resulünün haram et­tiklerini haram saymayan, Allanın gönderdiği hak di­ni din olarak kabul etmeyenlere, zillet ve hakarete bürünerek elleriyle cizye verinceye kadar onlarla harp ediniz.» [172]âyetine gelince, bu tıpkı bizim İngiliz veya Fransızlara harp ilân etmemize benzer. Çünkü biz onlarla şayet harp etmiş olsak, ehlikitaptan İslâm vatanında oturanlara şâmil olmıyacağı bedihidir. Bi­naenaleyh, bu âyette kasdedilen mânâ, dar-ı İslama harp edenlere has bir durumdur. Lâkin bunların hep­sine rağmen ben biliyorum ki, komünizmin şeytanları büyük bir maharetle her zümrenin içine giriyor ve on­ları kötü emellerine âlet ederek kandırıyor ve yolla­rından sapıtıyorlar.
Mahutlar işçilerin arasına girerler ve şöyle derler: «Bize inanınız ve bize tabî olunuz. İleride fabrikaları size mülk yapacağız!".
Çiftçilerin arasına girerler, Bize tabî olunuz, top­rağı size mülk yapacağız!" derler.
Üniversite ve diğer okulların mezunlarından işsiz kalanların arasına girerler. «Bize tâbi olunuz, size dip­lomanızın hak kazandırdığı en münasip işleri verece­ğiz!» derler.
. Cinsî tatminden mahrum gençlik arasına girerler. «Bize tâbi olunuz, size hür bir cemiyet inşa edeceğiz ki, orada kanunların bir müdahalesi, an'ane ve adet­lerin bir tepkisi olmadan dileyen dilediği kadını dile­diği gibi kullanacak ve hiç bir mes'uliyeti olmayacakJ» derler.
Sonra hıristiyan dostlarımıza eğilerek onlara da şöyle derler: «Bize tabî olunuz. Eğer bize tâbi olur­sanız, akide esasına göre insanlar arasında tefrika ya­ratan bu İslâmı sizin namınıza parçalayacağız!» On­ların ağızlarından çıkan bu kelimeler ne de büyük şey­lerdir! Onlar ancak ve ancak yalan, hem de buz gi­bi yalan söylerler. İnsanlar arasındaki nizam ve mu­amelâtında akide esasına göre ayırım yapan, İslâm değildir. Hiç bir fark gözetmeden hayatla ilgili bütün hakları insanlara eşit olarak veren ancak İslâmdır. İn­sanlık esası üzerine insanlar arasında birleşmeği sağ­layan ancak İslâmdır. İslâm belîi prensiplere dayana­rak insanları inançlarında serbest bırakmıştır. Hat-i tâ başka dinde olanların himayelerini de kendi üze­rine almış, böylece onların hürriyetlerini de korumuş­tur.
Bilirim ki, vatanda ve insanlıkta kardeşlerimiz dinlerinin yüksek örneklerine, müslümanlarla olan ta-. rihî münasebetlerine, birbirine kenetlenmiş menfaat­lerine olan dikkat ve ihtimamları sayesinde hilebazla­rın desiselerine ve şeytanların vesvesesine kulak ver­mekten kendilerini uzak tutacak kadar anlayış ve uya­nıklığa sahiptirler. [173]
 
 
«Ey müslümanlar, kendisinden bize bahsetmekte olduğu­nuz o İslâm hani nerede? O, doğru şeklile ne zaman tatbik edildi? Evet, siz daima bize haddi zatında parlak ve ideal bir nizamdan bahsediyorsunuz. Lâkin o sizin anlattığınız şeklile îslâm, dünyanın gerçekleri arasında tatbikatta yerini alma­dı. İşte bunun içindir ki, bize îslâmm, bilfiil tatbikatından sual ettiğimiz zaman, Peygamberin hayatından, Hülefa-i Raşidin devrinde, daha doğrusu ilk iki halife devrindeki basit tatbi  katından maada söyleyecek bir şey bulamıyorsunuz.
Her meselede koşup Ömer İbni Hattaba yapışıyorsunuz. Özellikle onun şahsında îslâmm şeklini yüceltiyor, sadece onu gözlerde parlayan bir ışık halinde arzetmeye çalışıyorsunuz. Halbuki İslâm hakkında bir araştırma yaptığımız takdirde, ağalık, zulüm, istibdat, gerilik ve gericilik gibi üstüste yığıl­mış bir takım zulmetlerden başka bir şey göremeyiz.
Halkın, hâkim ve idarecilerini te'dip hususundaki yüksek adalet ve demokratik nizamdan dem vuruyorsunuz. Hulefâ-i Raşidîn devrinin dışında millete,: idarecilerim te'dip etmek şöyle dursun ne zaman seçme hakkı verilmiştir ?
Sîz İsîâmda âdil bir iktisat ve tevzi sistemi olduğundan bahsediyorsunuz. Hattâ bizzat Hûlefâ-i Raşidîn devri d© da­hil olmak üzere, insanlar arasındaki farklı durumlar ne za­man birbirine yaklaştı ?
Her vatandaş için bir iş bulma hususundaki devletin va­zifesinden bahsediyorsunuz. O halde bazan dilencilik derece­sine varan ve devamîı olafak da fakirlik ve mahrumiyet için­de yaşayan insanların ayrıca işsizlerden meydana gelen bin­lerin ve milyonların vebali kime aittir?
İslâmdaki kadın haklarından bahsediyorsunuz, Kadın bu haklara bilfiil ne zaman nail oldu?^ Zalim âdetler, içtimaî ve iktisadî vaziyetler kadına bu haklarını kullanma-imkânını ne zaman verdi?.
Nefisleri terbiye eden, gönüllere Allah korkusunu yerleş­tiren, bu sebeble. hâkimler, mahkûmlar ve çeşitli halk sınıf­lan arasına hayır yolunda yardımlaşma esasına. dayanan alâ­kalan-kuran Islâmî terbiye sisteminden.bahsediyorsunuz. Bazı devrelere ait nadir Örnekler müstesna, o bahsettiğiniz ter­biye ne zaman vaki olmuştur?
Bahsettiğiniz Allah korkusu, fakirlerin hakkını yemeye, karşı yapılan zulmü önlemeye; idarecilerin kendi menfaatle­rini tercih etmelerine, hürriyetleri köstekleyen hareketlere ve milleti zelil eden davranışlara ne zaman mani olmuştur?
İşte böylece, ey müslümanlar! Bize, sınırlan belli bir dev­let nizamı meydana getirmemiş olan, ancak bir daha tekerrü­rü mümkün olmayan tarihte cereyan etmiş şahsî örneklerden ibaret zayıf bir hakikat payı bulunan, gerçek tatbikattan na­sibi olmayan bir takım rüyalardan bahsediyorsunuz.»
işte bu naklettiklerimizin hepsi komünistlerin ve kuyruklarının davasıdır. Ey din kardeşlerim! Onlar bütün zehirlerini bu yollardan akıtırlar. Hattâ bu şüp­heler, İslâm tarihini tam' kaynağından öğrenmeyen, ancak bildikleri müstemlekecilerin söylediklerinden ibaret bulunan müslümanlarm kafalarında da kötü te­sir yapan kuvvetli şüphelerdir. İşte bugün îslâm niza­mını hükümden uzaklaştıranlar bu şüphelerin ifsat et­tiği kimselerdir.
Burada kafi bir tefrikle iki şeyin arasını ayırma­mız zarurîdir:
1- Bizzat nizamın kendisinin ideal olması,
2 - Tatbikatının ideal olması.
Acaba İslâm, kendi tabii karakteriyle tatbikat sa­hasına çıkarılması imkânsız hayalî unsurlara dayan­dığı için mi dünya gerçekleri arasında tatbiki mümkün rimayan bir nizamdır?   Yoksa o amelî bir nizamdır amma, maalesef asırlar ve nesiller boyunca kâmil şek­liyle tatbik olunmamıştır?                                          
İki durum arasındaki fark çok büyüktür...            :
1 - Hadd-i zatında    İslâm ideal bir nizam   ise,-şartlar ve imkânlar ne kadar değişirse değişsin tatbi kinden ümit yoktur.
2 - îslâmın, gerçekçi bir nizam olması, fakat bir takım şart ve sebeblerin îslâmla tatbikatı araşma gir­miş olması ki, bu sefer durum farklıdır. Mâni şart ve sebebler ortadan kalkınca her zaman tatbiki mümkün­dür .
Şimdi soralım, bu iki durumdan hangisi İslama in-, tibak eder?
Zannediyoruz ki, hiçbir kimsenin ihtilâfa düşmi-yeceği bir tarzda mesele açıklık ve vuzuh kesbetmiş-tir. Beşer tarihinde bir defa da olsa - çok ya - tat­bik edilmiş olması, îslâmın tatbikata elverişli bir ni-; zam olduğunu kat'î bir şekilde isbat ve ifade eder. Hiç­bir zaman onun, tatbikinin gayrı mümkün olmadığını, hayalî unsurlara dayanmadığını da isbat eder. Çünkü, insanlar o insanlardır. Bir defa vukua gelenin bir defa daha ve defalarca meydana gelmesi tabitile mümkün olan. şeylerdendir. Yoksa ilerici komünistler «İnsanlar Sadr-ı İslâmda, bugünkülerin erişmesi mümkün olma­yan bir seviyeye erişmiştir.» demek mi isterler? Eğer tezleri bu ise, bu onların, beşeriyeti daima ileri götür­düğünü iddia ettikleri tekâmül görüşlerine aykırıdır.
Fakat, meselâ Ömer ibni Abdülaziz devri gibi göz kamaştırıcı devrelerde vukua gelenlerin dışında bir defa bile Hulefâ-i Raşid'in devri tekerrür etmemiştir neden? sorusuna gelince haille bu güzel bir sorudur.
Bunun cevabı tarih kitaplarında mevcuttur. Tam ol­mamakla beraber İslâm nizamı asırlarca dünyaya ha­kim olmuştur. İsterse bu İslâm ülkelerindeki mahalli vaziyetler olsun, isterse bütün beşerin hayatını ilgi­lendiren genel vaziyetler olsun müsavidir.
İşte bu sebeple burada gözümüzü iki meseleye dikmemiz zaruridir:
Birinci mesele ı Beşeriyeti, içine gömülmüş oldu­ğu bataklıktan alıp, Hulefâ-i Raşidîn devrinde gerçek­leşmiş olan yüksek seviyeye ulaştırmak hususunda îs-lâmm yapmış olduğu sıçrama hareketi, şüphesiz bir sıçrama hareketi değildir. O, dünya üzerinde îslâmm gerçekleştirdiği mucizelerinden biridir. Fakat tabiati-le bu, şahısları ve bütün davranışlarile o mucizeyi ger­çekleştiren kahramanları yetiştirmek için uzun bir ha­zırlık, şahsî ve özel bir eğitime muhtaç idi.
Bilindiği gibi İslâm, kendinden evvel veya sonra tarihin hiçbir, devrinde ve hiçbir nizama nasip olma­yan, görülmemiş bir tarz ve göz alıcı bir sür'atle in­tişar etti. İşte bu da îslâmın mucizelerinden bir mu­cizedir. Bu mucizeyi, materyalistlerin ve komünistle­rin, kendisiyle beşer tarihini tefsir etmekte oldukları maddeci ve iktisatçı tefsirlerin hiçbiri tefsir ve izah edemez. Lâkin, bizzat bu süratli intişar İslama, henüz Îslâmm ruhunu hazmetmemiş, onun içtimaî, iktisadî ve siyasî nizamlarının hakikatini anlamamış bir ta­kım yeni kavimler celbetti ki, onları Arap yarımada­sındaki ilkmüslümanlar gibi îslâmî ruhu tam mânâ-siyle aşılayan bir terbiye ile terbiye etmek mümkün olmamıştır. İşte bu kavimlerin İslama girmeleri ve müslüman topluluğundan sayılmaları sebebiîedir ki İslâm ülkeleri oldukça genişledi. Fakat Îslâmm gerçek prensipleri insanl-arın gönüllerinde tam mânâsiyle yer­leşemedi. Bu yüzden Emevîler, Abbasîler, Türkler ve dalıa nice devletler zaman zaman İslâmm özellikleri­ni hakkiîe kavramamış idarecilerin eline geçti böyle­ce İslâm prensiplerinden uzaklaşmak ve onunla oyna­mak kolaylaştı.
ikinci mesele i İslamın bu sıçrama hareketi be­şerî tekâmüle nisbetle elbetteki tabiî değildir. Çünkü bu sıçrayış, düşük şehvetlere gömülmüş ruhları ora­lardan alıp ilelebet insaniyetin iftihar edeceği en yük­sek zirveye yükselttiği gibi onları bir anda kölelikten alarak, beşeriyetin tecrübe ettiği nizamların hepsine nisbetle ileri bir adım sayılmakta devam edecek olan sosyal adalet örneği bir seviyeye yükseltti.
Resülüllah zamanında insanlar, bu beklenmedik muazzam yüceliğe tahammül etmişlerdir. Çünkü Re-sûlüllahta ve O'nun ashabında örnekleşmiş ruhî akım, insanı, normal takatin üstüne çıkaran ve mucizeye benzer şeyleri yapar hale getiren, sihir kuvveti gibi tesir eden bir kuvvet idi. İşte bu muazzam akım ya­vaşlayınca, insanlar kendi yüce ufuklarından uzak­laşmağa başladılar. Bununla beraber, her ne kadar îslâmm gerçek ruhundan parlak bir kaynağı muhafa­za etmişlerse de - biraz sonra onun beşer tarihinde­ki ilmi tesirlerinden bahsedeceğiz-, bunun mânâsı hiçbir vakit yalancıların dedikleri gibi değildir. Çüncü yalancılar derler ki, «Bizim amelî cihette en azın­dan Sadr-ı îslâmda insanların gerçekleştirdiklerini gerçekleştirebilmemiz için bizzat Resûlülîahın ve as­habının mevcut olmasına muhtacız.» Bu, tabiatile doğ­ru değildir. Çünkü devlet siyasetinde, iktisat nizamın­da ve toplumun alâkalarında binüçyüz sene önce mucize sayılan şeyler, uzun zamanların geçmesi ve bu zamanlar boyunca beşeriyetin geçirdiği sayısız tecrü­belerle artık bugün yeryüzünün dört bucağında kud­ret sınırlarının içine girmiştir. Yüksek ahlâkî idealle­rinden sarfı nazar ederek - her ne kadar İslâm ona özel bir ihtimam gösterir ve bilfiil tatbikat ile onun arasını ayırmazsa da - bugün îslâmı hayatın gerçek­leri arasında tatbik etmek istediğimiz vakit, elbette sadr-ı İslâmdaki müslümanların yaptığı gibi mucize şeklinde bir sıçrama yapmıyacağız. Çünkü beşeriye­tin denemeleri bizi o yüce zirveye yaklaştırmıştır. Böy­lece oraya varmak bugün daha yakın, o zamana nis-betle sarfetmemiz gereken gayret daha az olacaktır.
Söylediklerimize birkaç örnek verelim :
Bugün genel seçimle idarecilerini tâyin eden, doğ­ru yoldan ayrıldıklarını gördüğü zaman onları azle­den milletler, tatbikat olarak Sadr-ı İslâmdaki devlet idaresine ait îslâmî tatbik şeklinden daha fazla bir-şey yapmıyorlar. Evet bu, Hz. Ebu Bekir ve Ömer dev­rinde bir mucize olabilir. Fakat bugün bu, istediğimiz zaman bizim de imkânımız dahilindedir. Yâni bu mil­letlerin mâlik bulundukları şuur bizde de mevcut ol­duğu zaman başka ne mani' var? Madem ki biz bu­na İngiltere ve Amerika'yı taklit suretile mâlik oluyo­ruz. O halde hadd-i zatında îslâmda mevcut olan bu demokrasi ve seçim sistemini İslâm adına istemekten ve onun adiyle tatbik etmekten niçin âciz kalıyoruz?
Devlet memurlarına özel ve genel müesseseler­de çalışan işçilerden devlet memuru hükmünde olan­lara - ait olan temel ihtiyaçların teminat altına alın­ması Hesûlüllahın kanunlarından sarih bir kanundur. 20 nci asırda onu komünistler tatbik etmek istemişler, fakat işi diktatörlüğe götürmüşlerdir ki İslâm bunu, diktatörlükten uzak hür bir esasa dayar. Eğer biz bu gün onun tatbikini istersek o bizim elimizdedir. O hal­de onu komünizmden almak istiyoruz da neden İslâm-dan almıyoruz?
İşte bizim durumumuz nice ve nice meselelerde hep böyledir.
Her ne kadar sonradan gelen idareler, bugüne kadar tam olarak îslâmî hedefe ulaşmamışsa da insanlı­ğın geçirmiş olduğu tecrübeler, İslâm nizamı ile bizim aramızdaki mesafeyi hayli yaklaştırmıştır. Hâl böyle olunca neden bu nizam, Avrupalılar denediği zaman amelî ve gerçekçi bir nizam oluyor da müslümanlar tatbik etmek istedikleri zaman ideal ve hayalî bir ni­zam oluyor...
Cevheri itiharile dâv.â şu esasa göre ele alınma­lıdır :
Acaba hayatta bütün içtimaî, iktisadî ve siyasî ni­zamların tatbiki mümkün müdür, yoksa gayrı müm­kün müdür? Madem ki, bunların tatbiki her yerde ve her sistemde mümkündür, o halde daha evvel tatbik edilmiş olmasına rağmen neden İslâm nizamının tat­biki bugün mümkün olmasın?
Komünistlerin ve kuyruklarının «Yeni nizamlar .amelî esas üzere kurulmuştur. İslâm ise atıfetler ve iyi niyyetler üzerine kurulmuştur.» şeklinde, etrafı karış tırmak ve zihinleri bulandırmak maksadile ortaya at­tıkları vehimlerinin hiçbir değeri yoktur, lalamın hu­kukî esasları hiç bir vakit atıfetlerden ibaret değildin Hulefâ-i Raşidîn, İslâmı tatbik ettikleri, Şûra Meclisi, üyeleri ile istişarelerde bulundukları ve nizamla ilgili hukukî tefsirleri yaptıkları zaman, hiçbir vakit rüya­lar âleminde yaşamıyorlar ve insanların iyi niyyetlerine de dayanmıyorlardı. Bütün mesele şudur ki, İs­lâm tatbikatta yalnız kanuna dayanmayı sevmez. İs­lâm kanunlar vazeder, lâkin o, fertleri, kanunun is­tediği şeylere itaat edecek hale getirinceye, sadece kanunun ve hâkimin satvetinden korktuğu için değil, içten gelen vicdanî bir arzu ile kanunu kendi nefsin­de tatbik eclinceye kadar, terbiye eder. Böylece gönül­leri kötülüklerden temizler. Bu, insanlık âleminde tat­biki mümkün olabilecek en parlak siyasettir. Lâkin kanun her zaman mevcuttur. O, insanların niyyetle-rinden sarfınazar edilerek, Hz. Osman'ın «Allahü Teâ-lâ Kur'ân ile yasak etmediğini sultan ile yasak eder.» sözünde olduğu gibi, daima tatbik edilir.
Bazı yazarlar, îslâm mefkuresinin davetçilerine «Hz. Ömer'el bize karşı koymağa çalışmayın, çünkü Ömer tarihte bir daha tekerrür etmez.» dedikleri za­man, artık onları, kurtuluşu olmayan bir çıkmaza sı­kıştırdıklarım zannederler.
Bu hareket ta,rzı, düşüncede bir nevî değersizlik­tir. Biz, hiçbir zaman insanlara karşı kendimizi Hz, Ömer'in şahsı ile müdaYaa etmeyiz. Her ne kadar Hz. Ömer, Islâmm ruhları terbiye hususunda ulaştığı en yüce bir örnek ise de, biz onlara Islâmın kanun ve ni-zamlariyle delil ve şahit gösteririz. îslâm nizamı, su­çu iktisadî veya içtimaî bir ızdırap neticesi olarak iş­lemeğe mecbur kaldığına dair her hangi bir şüphe va­rit olursa «Hırsızın eli kesilmez diye takrir eder. Hz. Ömer'in bu hükmünü tatbik etmek için hiçbir zaman İslâm ve idealizm
Ömer'in şahsına muhtaç olmayan bir şeriattır bu ni­zam. Hz. Ömer bütün içtihatlarını   İslâmda sabit bir asıldan istinbat etmiştir. «Şüpheli hâllerde hadleri tat­bikten kaçının.» hadîsi malûmdur. Eğer biz bugün onu tatbik edecek olursak elbette ki, karşımızda gizli veya açık bir kuvvet bulmayacağız.    Hiçbir kuvvetin bi­ze «Ömer gayrımevcut olduğu halde bunu nasıl tat­bik ettin.» dediğini de duymayacağız. Zenginlerin mal­larının fazlasını almak ve onu fakirlere vermek hu­susundaki - müterakki vergilerde İngiltere'nin karar altına aldığı gibi, - devlet reisine tanınan hakkı Hz. Ömer takrir etmişse, işte bu Hz. Ömer'e ait şahsı bir görüş olması sıfatile değil, hukukî bir içtihat olması sıfatile bugün tatbik edilecek bir kanundur. Çünkü Hz. Ömer onu «Servetlerin aranızdan zenginlerin elin­de dolaşan bir şey olmaması için.» gibi şeriattaki sabit bir asıldan istinbat etmiştir. Şimdi biz onu tatbik etmek için mutlaka Hz. Ömer'e muhtaç değiliz. Çünkü yanında   Hz. Ömer olmadığı halde, İngiltere onu i   tatbik etmiştir.
Hz. Ömer valileri muhakeme etme hususunda, «Bu mal sana nereden geldi?» sorusunu sorma pren­sibini takrir etmişse, şüphe yoktur ki, bu her zaman Hz. Ömer'in gaybubetinde tatbik edilecek kanuni bir prensiptir.
Hz. Ömer sokakta bırakılmış çocuğa Beytülmal-cten sarfediîmesi gerektiğini, çünkü ebeveyninin işle­miş olduğu suçta çocuğun bir günahının oiamiyacağı-nı takrir etmesi - ki, Avrupa ve Amerika'nın ancak . 20 nci asırda tanıyabildiği bir kanundur, bu elbette ki, onu tatbik hususunda kanunun metninin mevcut °knasından daha fazlasına muhtaç değiliz.
İşte böylece, her ne kadar o yazarların sözleri bi­zi, kendisini kanunun icbar etmediği bir çok hususlar­da gönüllü iş yapan şahsi ve örnek tasarruflarında da­hi Hz. Ömer'e benzemeyi telkin etmemize bir mâni' teşkil etmezse de, bizim Hz. Ömer ile olan müdafaa­larımızın çoğu, onun eşsiz şahsiyeti sıfatile değil, an­cak Sadr-ı İslâm'daki kanun yapıcıların en meşhuru, tasarruflarında .tslâmî ruhu en iyi anlayanlardan biri olması vasfı iledir. Hz. Ömer, nesiller boyunca müslü-manların kendine ulaşmağa veya yaklaşmağa çalışa­cakları bir yüce örnek olarak kalacaktır. Eğer müslü-mnlar o yüce gayeye ulaşırlarsa o bütün beşeriyet için hayır olur. Eğer müslümanlar için ona ulaşmak mu­kadder değilse, yabancı devletlerin kapıları önünde dilenmek, onların düsturlarından istimdat etmek ve onlarınkinden bir düstûr istinbat etmek yerine, tat­bik etmeleri için gerçek amelî kanunları müslümanlara kâfidir...
«îslâmm, Hulefa-i Raşidîn devrinde vücut buîan tatbikatı müstesna ondan sonra hiç mevcut olmamış­tır.» diye iddia eden büyük bir mugalata daha var­dır. İşte bu, aynı zamanda nıüslümanl ardan çoğunun inanmakta olduğu bir şüphedir.
«Ömer ibni Abdülaziz devrinde göz alıcı bir par­laklıkla kısa tatbiki hariç, îslâmm kâmil şekli Hule­fa-i Raşidîn devrinden sonra tam ve devamlı olarak tatbik edilmemiştir! şüphesine gelince» evet bunda gerçeklerin bir miktar payı vardır. Fakat bundan hiç bir vakit, o devirden sonra îslâm sona ermiştin mâ­nâsı çıkarılamaz. O, iki devrin dışında, halk değil yal­nız hükümet, bazan cüzi, bazan da tam bir inhiraf ile- bozulmuştur. Bunların hepsine rağmen İslâm cerniyet ve cemaatı -hükümet merkezinin dışında ta­bii- birbirile yardımlaşan ve birbirini koruyan, Is-lâmî bir ruh ile, mal sahipleri ve malı olmayanlar, efendiler ve köleler şeklinde sınıflara bölünmeden, kendi aralarındaki emek ve onun karşılığında müşte­rek faydayı gözeterek, gerçekten îslâmî esaslara bağ­lı olarak ve örnek bir kardeşlik havası estirerek ya­şamakta devam ettiler. Kaldı ki, tarihin birçk devir­lerinde müslümanlar nizam bakımından dünyanın en ileri devletlerini kurmuşlardır. Bunlara Emevîleri, Ab-basîleri, Osmanlıları misal verebiliriz.
Böylece İslâm âleminin her parçasına hükmeden o umumi kanun İslâm olarak baki kaldı. Tarihin aynı devresinde, Avrupa'da meydana geldiği gibi, îslâm âleminde hiçbir vakit ağaların ve derebeylerin arzula­rına göre özel mahkemeler kurulmadı. Hassaten Selâ-haddin-i Eyyubî devrinde bizzat haçlıların da şahit oldukları gibi, İslâm düşmanlarile yapılan harplerde îslâm an'ane ve âdetleri umumî ahvale hâkim olmak­ta devam etti.
Müslümanların ilme olan sevgileri ve kültüre olan ihlâslan, Endülüs ve diğer İslâm beldelerini, çeşitli fenlerde ilim tahsil etmek isteyenlerin yegâne melcei haline getirmekte devam etti.
Kısaca îslâm, Avrupanın kendiisnden ilim öğren­diği, nizamlarını aldığı, bütün kuvvetile ona doğru yükselmeğe çalıştığı, etrafını aydınlatan bir şule ola­rak baki kalmıştır. Her ne kadar Avrupa ondan sonra asıl edebsizlik ve hayâsızlığı yapmış, Endülüs'teki îs­lâm ışığını söndürmüş, îslâm sayesinde kalkındıktan sonra Islâmı yıkmağa, onun ufuklardaki dalga dalga parlaklığını karartmağa çalışmakta devam etmişse de:.
O halde islâm, kuru idealizmle ilgili kötü mânâ­da ideal bir nizam değildir. O ancak katıksız amelî bir nizamdır. Beşeriyet onu bir defa tatbik etti. Onun için beşeriyet bugün onu tatbike, binüçyüz sene ön­cesinden daha kudretlidir. Çünkü insanlığın geçirmiş olduğu uzun tecrübeler, kendisüe İslâm nizamı ara­sındaki ufukları birbirine yaklaştırmıştır.
Hadd-i zatında doğru olan, idealcilik töhmetinin ancak komünizme yönetilmesi lâzımdır! Zira bugünkü komünistler, kendilerinin henüz hakiki komünizme ulaşmamış olduklarını söylüyorlar. Onlar şimdilik da­ha sosyalizmin tekâmül devresinde imişler. Üretim ve istihsâl zirvesine ulaştığı, bütün insanlık bir araya ge­tirilerek âlemî bir devletin idaresine girdiği zaman, beşeriyetin bütün ihtiyaçlarını giderecekmiş! İstihsâl kiyfaetsizliği sebebile bugün mevcut rezilâne mücade­leden kurtarıp sistemini sağlam temeller üzerine ku­racak ve ilelebet devam edecek olan komünizm tat­bik olunacakmış! îşte ebediyyen tahakkuk etmeyecek olan ideal budur. Çünkü o, hayalî veya gerçekleşme­si imkânsız unsurlar üzerine bina edilmiştir. Eğer sen, bugün insanların bütün ihtiyaç ve isteklerini ye­rine getirmiş olsan, yarından itibaren mutlaka onlar yeni bir şeye doğru dönerler. Yine o, istihsal kifa­yeti meselesi gerçekleşmiş olsa bile, mânevi yönden seçkinlik ve üstünlük esasına dayanan şahsî müca­dele ve. rekabeti iptal edeceği tasavvuru üzerine ku­rulmuştur. Şüphesiz ki, bu - eğer tamamlansa - be­şeriyetin hayrınadır. Bununla beraber, beşeriyetin ilerlemesi ancak mücadele ve rekabet yolundan olmuş­tur, îşte ahmak idealizm odur. O, ilmin nazariyeleri ve onun tecrübi hakikatleri üzerine oturtulmuş olan gerçekçi maddeciliğin kalbinden taşmaktadır!.. [175]
 
 
îslâmin, hayata elverişli esasların hepsini içine al­dığını, onun bütün nesillerin ve bütün toplumların di­ni olduğunu, lâkin İslâm alemindeki durgunluk ve gerileme sebebile iktisadî meselelerle ilgili olan İslâm fıkhının son dört asır içinde muattal hale geldiğini iti­raf etmiştik. Bu yüzden solcular diyorlar ki:
Niçin İslâmiyeti, vicdanları terbiye eden fikirleri temiz­leyen bir akîde sistemi olarak, komünizmi de, başka herhan­gi bir şeyle irtibatı olmamak üzere, sadece devlet iktisadî dü­zeninde ve toplumun iktisadî yapısında sırf iktisadî bir ni­zam olarak almıyoruz? Ta ki, bu şekil ile hem an'ane, ahlâk ve âdetlerimizi korumuş ve hem de iktisat alemindeki sistem­lerin en yenisini almış olalım.
Komünistlerin uzun zamandanberi oynamakta ol­dukları en habis ve en çirkin şüphedir bu. Onlar bu türlü hareketlerine şarkta İslama karşı açıkça harp etmek ve İslâmın kenarında bir takım şüpheler icat et­mekle başlamışlardı. Ne zaman ki bunun, müslünıan-ların İslama sarılmalarını arttırdığını gördüler, o va­kit bile yuvası olan başka bir kapıya başvurarak de­diler ki: «Komünizm îslâmla çatışmaz. Hakikatte o bir sosyal adalet ve devletin, millet fertlerinin hepsi  ait olan bir kefaletidir. İslâm sosyal adaletten hiç eder mi?»
Daha evvel garp müstemlekeciliğinin peşinden koş­tuğu yol, ayni şaşırtıcı ve aldatıcı yol idi. Onlar da açıkça İslama hücumla işe başladılar. Fakat müslü-manlar az da olsa intibaha geldi; uyandı. Halbuki mat­lup olan tabiatile bu değildi. Bu sefer başka çarelere başvurarak ve dolambaçlı yollardan yürüyerek dedi­ler ki: «Şüpheden ârî olarak bilinmelidir ki garbı, me­deniyeti şarka sokmaktan başka bir şey ilgilendirmez. İlk medeniyetin babası olan İslâm, hiç medeniyetten nefret eder mi?! Siz müslüman olarak vazifelerinizi yapmağa - yani namaz kılmak, oruç tutmak, zikirler yapmak ve tasavvuf i yollarla meşgul olmağa - ve ay­nı zamanda garp medeniyetini almağa kaadir olabi­lirsiniz.» Fakat onlar ilmi yakın ile biliyorlardı ki, müs-lümanlar bu medeniyeti almağa başladıkları zaman elbette ki, müslüman olarak kalmıyacaklardı. Kısa nesiller içinde bu alçaltıcı medeniyet onları dürecek-ti. Böylece birdenbire habersizce ve şuursuz olarak müslümanlar garplıların kölesi haline geleceklerdi. Gerçekte de bu böyle oldu... O derece ki, İslâmı bil­meyen nesiller meydana geldi. Hattâ bilmek şöyle dur­sun, onlar İslâmdan nefret ediyorlardı. Hem de nasıl?.. Üim, hidayet ve kitaptan mahrum oldukları halde... Bugün komünistler de aynı hileyi tekrar ediyorlar ve şöyle diyorlar:
«Ey müslümanlar, müslümanlığınızda baki kala­caksınız. Yâni namazınızı kılacak, orucunuzu tutacak, zikir ve tasavvufî yollarınızı eda edeceksiniz. Biz hiç bir vakit sizin inancınıza karışmayız, hattâ hürmet ederiz. Bizim bütün gayemiz, iktisatla ilgili olan ko­münizmi getirmektir. Bu ise, haddizatında İslâmm as-lmdan Avrupalı ilim adamlarının ve Avrupa milletlerinin elinde tebellür etmiş bir sistemdir. Binaenaleyh, mutmain olarak komünizmi kabul edebilirsiniz!»
Müstemlekeciler gibi bunlar da ilm-i yakîn ile bi­liyorlar ki, müslümanlar sadece iktisadî yönden ko­münizmi kabul edip aldıkları takdirde elbette müslü­man kalmıyacaklar ve komünizm onları bir kaç sene­de durup katlayarak müslümanları ve İslâmı berta­raf edecektir. Bilindiği gibi bir sür'at asımdayız. İşte böylece kısa zamanda ve şuursuz olarak komünizm, İslâmı söndürmeğe ve süratle müslümanları esaret al­tına almaya başlayacaktır.
Bununla beraber bu şaşırtıcı hile müslümanîar-dan çoğunu ağma düşürüyor. Çünkü o hile, bu beyin­siz (!) lerin önünde, kendilerini müşkillerden kurta­ran rahatlatıcı bir hal çaresi rolünü oynuyor. Tıpkı haşhaşın dumanı ve afyonun uyuşturuculuğu sebe-bile hayal âleminde yüzenlerin rüyalar görmeleri gi­bi, onlar da oturdukları yerde rüyalar görerek, araş­tırma, istinbat ve iş yapmanın güçlüğünden kendile­rini rahata kavuşturan hayaller kurarlar.
Prensip bakımından, îslâmî ana umdelerin - ken­disine muhalefet etmediği müddetçe- İslâm cemaa­tının yenileşen ihtiyaçlarına cevap-yerecek olan her­hangi tatbikî bir nizamın, kendi esasları üzerine ku­rulmasını kabul edeceğini ifade etmeği severiz.
Lâkin emr-i vaki şudur ki, Komünizm İslâm fik­riyle ne buluşur, ne de birleşir. Geçici olarak cüziyya-tınm bir kısmında buluşur ve birleşirse de, en üçtün bir nizama mâlik bulunan İslâm cemiyeti, bundan vazgeçerek bazı teferruatında îslâma yaklaşan ko­münizm, kapitalizm, sosyalizm ve materyalizm    gibi nizamlara geçiş yapamaz. Çünkü Allah-ü Teâîâ sara­hatle şöyle buyurur : «Allanın indirdiği nizamı ve ka­nunları ile hükmetmeyenler var ya, işte onlar kâfir­dirler.» Allah-ü Teâlâ bu âyetin hiçbir vakit «Allahin indirdiği şeyin benzeri ile» veya «Allahın indirdiğine benzetilen bir şey ile» dememiştir.
Acaba komünist olduktan sonra müsiüman kal­mağa kaadir olabilir miyiz? Böyle bir şey hiç mümkün olur mu ki?..
Solcuların iddia ettikleri iktisadî komünizm tat­bik edildiği zaman, felsefî ve tatbikî yönden İsîâmla çatışmasının kaçınılmaz bir zaruret olduğu malûmdur ve bu çatışmadan kurtuluşun hiç bir yolu yoktur.
Meselâ felsefî yönden vukua gelecek çatışmaya gelince, bu hususta çeşitli meseleler vardır:
Birinci mesele s Komünizm, sadece duyu organla­rının görmekte ve hissetmekte olduğu maddi şeyler müstesna, hiç bir şeye inanmayan sırf maddeci bir felsefe üzerine kurulmuştur. Ona göre, duyu organ­larının idrak edemediği her şey vücudu olmayan bir hurafe veya en azından çktam hesaptan düşürülmüş değersiz bir şeydir.
Engels «Muhakkak âlemin hakikati, kendi mad­desinin veya maddeciliğinin içinde gizlidir.»- der.
Materyalistler de «Akıl, dış görünüşleri aksetti­ren bir maddeden başka bir şey değildir.» derler. On­lar ruh hakkında da şöyle derler: «Ruh, müstakil bir cevher değildir. Oncak maddenin temasından meyda­na gelmiş bir şeydir.»
Hâlis maddeci bir hava içinde bulunan, mânevi değerlerle alay eden ve bu değerleri gayri ilmî haki­katler sayan komünistlerle beraber yaşarız, diyen bir kişi var mı?
İslâmî düşünce; insanın haysiyetini kıran, onuruhu ve fikriyle göğe yükselerek, cismiyle de yer üzerinde yürüyen yüksek bir mahlûk olmaktan uzaklaştırıp bütün gayesi, Kari Marks'ın gıda, mesken ve cinsi tatmin diye sıraladığı «Temel ihtiyaçlar (!)» ı elde etmekten ibaret olan, insanı maddî ve hayvani bir mahlûka çeviren dar bir muhit içinde kalmayı ka­bul etmez. Hiç kimse, «komünizmin iktisat sistemini al­dığımız takdirde biz bu maddî fikirle bağlı değiliz ve kabule de mecbur değiliz. Bizim inançlarımız, Allahı-mız, Peygamberimiz ve mukaddesatımız bizim olmak­ta devam eder. Çünkü iktisat bunların hepsinden ayrı bir yapı ve ayrı bir oluştur.» diyemez. Bunu hiç kim­se söyleyemez, çünkü bunlarm imkânsızlığını söyle­yenler, bizzat komünistlerdir. Zira onlar, felsefeleri, inançları ve düşünceleri inşa eden sadece iktisadî ni­zam olduğu esasına dayandıkları için, iktisadî nizam ile inançlar, düşünceler ve iktisada arkadaşlık eden felsefeler arasında kuvvetli bir bağ te'sis ederler. O halde açıkça maddeci bir felsefeye dayanan iktisadî bir nizamın, - Engels ve Marks'm takrir ettikleri gi­bi- ruhî bir felsefe inşa etmesi veya mevcut ruhî bir felsef6 ile çatışmaması nasıl mümkün olur.
Komünistler - meselâ - cidalci materyalizme, ilk komünizmden köleliğe, oradan ağalığa, oradan kapi­talizme ve oradan da ikinci ve sonuncu komünizm devrine kadar devam edegelen beşeri ve iktisadî tekâ­mülün arkasına gizlenmiş bulunan unsurların sade­ce birbirine zıt kuvvetlerin mücadelesinden ibaret ol­duğuna inanır. Onlar iktisadî komünizmin kıyamım bu cidılci mantığın doğruluğu ile mukayese ederler. Böylece bunun ve onun arasında ilmî bir bağ kurar­lar. Bu cidalci materyalizme göre, beşeriyetin sevk ve idaresinde Allahın, Peygamberlerin ve onların talim buyurdukları manevî kıymet ve değerlerin müdaha­lesine bir mahal yoktur. Çünkü bu risaletler -on­ların vehmine göre:- iktisadi gelişmeye sebkat et­miş olması veya iktisadî gelişmeyi bizzat yapmak için gelmiş olması mümkün değildir. O risaletler ancak, bu tekâmülün çizdiği ve belirttiği yerde ve zamanda ge­lir. Bu esasa göre bu risaletler, îslâmî görüşe daya­nan yönetici kıymetini kaybederler. - Bundan başka bütün beşerî gelişmelerin sebeplerini sadece maddî üretim ve istihsal vesilelerinin değişmesine hasreden bu cidalci materyalizm bizzat Islâmî gerçeği tefsir et­mekten: âcizdir. Sorarız, İslâmdan önce Arap Yarım­adasında veya bütün âlemde üretim ve istihsal vası­talarında meydana gelen o gelişme ve değişme aca­ba nedir ki, yeni nizamı ile Hz. Muhammed'in (S.A.) gönderilmesi, o iddia ettikleri iktisadi tekâmülün bir neticesi olmuş olsun?
Hal böyle olunca d zaman bu nazariye ile o na­zariye arasında uyuşma nasıl mümkün olacak? Alla­nın, mahlûkatını beslediğine, mahlûkatım Peygam­berleri vasıtasile hidayet ve irşat ettiğine, îslâmın ik­tisadî zaruretlere boyun eğen bir şey olmadığına ina­nan müslümanların akideleri nasıl olur da te'sir al­tında kalmaz? Tekâmül merhalelerinden hiçbirinde Allanın kuvvetinin (hâşâ) yeri ve tesiri olmadığını, beşeri tekâmülün, iktisadı zaruretlerden başka bir mu­harriki bulunmadığını söyleyen iktisadi bir nizamı al­dığımız zaman müslümanların inançları nasıl olur da ondan müteessir olmaz?.
İkinci mesele: Komünizm felsefesinin örfünde in­san, madde ve iktisat kuvveti karşısında iradesi olma­yan pasif bir yaratıktır. Kari Marks der ki, «İnsanla­rın, içinde bulundukları ve tekrar etmekte oldukları içtimaî üretimde, kendinden kurtulmak gayri kaabil olan bir takım mahdut alâkadar kurdukları görülür. Bu alâkalar onların iradelerinin dışındadır. O alâka­ların vücudunu tâyin eden insanların şuuru değildir. Lâkin insanların duygularını tâyin eden ancak onla­rın vücududur.»
îslâm örfünde insan, Allanın iradesine boyun eğen, kendisinin külli bir iradesi bulunmayan icabî bir mah­lûktur.
Kur'ân der ki: «Allah, göklerde ve yerde ne var­sa hepsini tarafı ilâhisinden sizin için faydalı hale ge­tirdi.» [176]Böylece İslâm, insanın dünya üzerinde en büyük kuvvet olduğunu, maddî ve iktisadi kuvvet­leri nonun iradesine müsahhar bulunduğunu, insanın hiçbir zaman maddenin iradesine müsahhar kılınma-dığını, işte bizzat bunların İslâmm ta kendisi olduğu­nu tesbit ve takrir eder. İslâm cidalci materyalizmin çizmekte olduğu zaruri tekâmüle göre yürümez. în-sanlar Sard-ı îsîâmda rnüslüman oldukları zaman, - Marks'in dediği gibi- «İnsanların iradelerinden müstakil bir şey olan» iktisadi tekâmülü, Müslüman kendisine boyun eğdiren cebri bir kuvvet olarak hissetmediler. Ancak onlar hissettiler ki, Allah-ü Teâ-lânın Peygamberi eliyle kendilerini belli bir tarafa yönelttiği gibi, iktisadı yapan ancak kendileridir. On­lar sosyal alâkalan îslâmın hidayetine göre tanzim ederler. Onlar, hürleştirmeyi gerektiren iktisadî bir sebep olmadığı halde köleyi hürriyetine kavuşturur­lar, îslâm âleminin dışında bilhassa Avrupada yüzler­ce sene ayakta duran ağalığın önüne set çekerler. Eğer biz komünizm iktisat düzenini alacak olursak çaresi? olarak onunla beraber, insanı iktisadi gelişmeyi bek­ler hale getiren o maddeci felsefeyi de almak mecbu­riyetinde kalacağız. Böylece komünizm insanların ira­desinden müstakil olarak yoluna devam edecek, ken­di iradesi veya îslâmın iradesiyle onu değiştirmeyi kim­se düşünmeyecek ve bu yolda gayret de göstermiye-cektir. Çünkü komünizmi aldıktan sonra artık bu im­kânsızdır.    
Üçüncü meseldi Bu husus, herhangi iktisadi bir nizam ile, onun arkasına gizlenmiş olan içtimaî felse­fe arasını ayırmanın imkânsızlığı ile ilgili olarak «Şah­sî Mülkiyet» bölümünde açıkladığımız husustur. Bu­na bağlı olarak, eğer biz komünizmin iktisat sistemi­ni alacak olursak, «Asıl olan toplumdur, ferdin hiçbir değeri yoktur. Onun değeri ancak sürüden bir fert ol­ması itibariledir.» esası üzerine kurulmuş olan sosyal felsefeyi de onunla beraber almamız mutlaka şarttır. Bu ise, esasında ferde fazlasiyle ihtimam gösteren Is-lâmî nizam ve terbiyeye muhaliftir. îslâm, ferdin vic­danına temizledikten sonra ona toplumun mes'uliyet-lerini yüklenmeği emreder. O daima kendisinin canlı, iradeli ve yönetici olduğunu hisseder. îşini bizzat ken­disi seçer. O, idareciyi doğru yola getirme hürriyetine mâliktir. Eğer idarecisi Allahın çizdiği yoldan çıkarsa ona karşı isyan etme hakkına da mâliktir. Toplumun kontrolü altındaki bu ferdi terbiye ile Allah ve İslâm, toplumun ahlâkını gözetleyen ve orada kötülüklerin vukuunu meneden birer ahlâk bekçisi diker. Bu ise, fert toplumun içinde değersiz bi rzerre haline geldiği zaman ruhî ve ameli bakımdan mümkün olmayan bir şey olur. Çünkü, iktisadî işlerde ve bunlara bağlı her şeyde fert kayıtsız şartsız devlete itaat eder.
Dördüncü mesele: Komünizm felsefesi, iktisadi âmilin, toplumun işlerini yerli yerince yürütmsk, bir-birile olan alâkalan kurmak hususunda yegâne veya baş unsur olduğu esası üzerine kurulmuştur. İslâm düşüncesi, cemiyette ahlâki ve sosyal faziletlerin te­sisinin mümkün olması için, iktisadın ehemmiyetini ve toplumu sağlam iktisadi temeller üzerine kurmağı inkâr etmez. Fakat o, hayatın tamamının iktisat oldu­ğuna ve toplumun müşkillerinin hepsini ancak iktisa­di değerlerin halledeceğine, inanmaz.
Misâl olarak diyelim ki, iki genç arasında iktisâ­di bakımdan tam bir eşitlik meydana getirdik. Bir ta­nesi kendini amansız bir şekilde şehvet akımlarına kaptırmış, diğeri ise iradeli, zevkten makul olan nasi­bini alıyor, geri kalan enerjisini mânevi sahalar olan ilim, fen ve akidede yükselme yollarına harcıyor. İk­tisadî bakımdan eşit hale getirdiğimiz bu iki genç aca­ba hakikatte birbirlerine eşit midirler? Birisiyle hede­fine doğru yürüyen hayat, öbürü ile de yürüyor mu?
Meselâ şahsiyet sahibi bir adam var, konuşur, ko­nuştuğu zaman herkes onu dinler ve onun tavsiyele­rini tutar. Başka bir adam daha var. Şahsiyet diye bir şeyi yoktur, hareket ve davranışla-riyle herkes için alay mevzuu olur. Acaba iktisat bu ikinci şahsın müşkülünü halleder mi? Meselâ birinci şahısla istikame­tini bulan hayat, ikindi şahısla da bulur mu?.
Meselâ bu kadın gazeldir, öbürü de çirkindir. îk-tisat bunların müşkülünü Halleder mi? Birincinin ha­yat istikameti ikinciniıi hayat istikametine benzer mi?
İşte bundan dolayıdır ki, İslâm düşüncesi, ikti­sattan başka diğer kıymet ve değerlere de önem ve­rir. İslâm, özellikle ahlâkî değerlere hayatın temelin­de iktisadî olmayan kıymet ve değerlerin bulunduğu­na, o kıymet ve değerlerin tanzimi için, iktisadî tan­zime harcanan gayretten daha az olmayan müsbet bir gayrete muhtaç olduğuna inanır ve kul ile Allah arasında daimî bir bağm mevcudiyetine ve bunun lü­zumuna önem verir. Çünkü, bunlar ahlâkî kıymetleri tesbit etmek, insanları, madene âleminde cereyan eden kin ve husûmet gibi şeylerden kurtarıp iyilik ve sev­ginin galebe çaldığı hür bir,âleme yükseltmek için en uygun ve güzel vesilelerdir.
Bir başka yönden İslâm düşüncesi, insandaki ru­hî enerjinin beşer hayatında tesiri büyük olan gizli bir enerji olduğuna, ona ihtimam gösterilip terbiyesi hususunda emek sarfedildiği zaman, aralarında ikti­sadî âmil de olduğu halde tesir bakımından diğer bü­tün âmillerden daha az olmayacağına inanır. Belki ba-zan büyüklük bakımından bütün kuvvetlere tercih olu­nur,                           
Müslümanlar bu liakikatın sübûtunu (isbatım) Ebu Bekir gibi bîr dehanın tarihte Ridde harbindeki tutumunda bulurlar. . Müslüman oldukları halde ze­kât vermek istemeyenlere karşı, içlerinde Hz. Ömer de bulunan kahir bir skseriyet bu meselede   kendini teyit etmez bir vaziyet aldıkları halde, mürtedlere karşı harbetme hususundaki ısrarında tek başına da­yattı. O zaman Hz. Ebu Bekir, hangi kuvvete dayanı­yordu. Maddî kuvvete mi? İktisadî kuvvete mi? Ken­di beşerî kuvvetine mi? Eğer bunlardan birine dayan-saydı, bunların hepsi onu harpten uzaklaştırırdı. Lâ­kin Hz. Ebu Bekir, ruhunu Halikının ruhuna rabte-den, böylece ondan yardım ve istimdat eden ruhî bir kuvvete dayanıyordu. İşte harpten geri duranları kah­raman yapan, şuurların kuvvetini, tarihte eşi görül­memiş maddî ve iktisadî bir kuvvete tahvil eden yal­nızca o idi. Yine müslümanlar buna benzeyen bir tu­tumu, Emevi oğullarının yapmağa başladıkları siya­si ve içtimaî zulme karşı Ömer ibni Abduîaziz'in dav­ranışında bulurlar. Bilindiği gibi Ömer ibni Abdulaziz de zulmün karşısında dimdik durmuş, bütün işleri müsîüman cemiyetde olması lâzım geldiği şekilde mec­rasına akıtmıştı. .Bu durum onun devrinde o kadar ileri gitti ki, tarihin iktisadi mucizesi vücut buldu. Bu iktisadi mucize, fertleri arasında fakir bulunmayan bir cemiyetin meydana gelmesidir.
Bunun için İslâm düşüncesi ruhî takat ve enerji­ye'önem verir. Çünkü İslâm, beşeriyetin mucizele­rinden istifade etme fırsatının heder olup gitmesini sevmez. Her ne kadar o mucizeleri bekliyerek aynı zamanda gerçek enerji sınırı içindeki işlerden el çek­miyorsa da onun şiarı daima «Allah Kur'ân ile yasak etmediğini sultan ile yasak eder.» oîur.
İişinin iktisadî işlere ihtimamını komünizm meto­duna göre harcaması sonra da yanında ahlâki değer­lere ve ruhî taraflara harcayarak bir takat ve ihtimam kalması, insanın kudreti dahilinde değildir. Zira komünizmin kasd eder olduğu «iktisadi şişme cismin kalb ve karaciğer gibi bazı azasına isabet eden şişme gibidir. Bu hastalıklı uzuv, ne kendi vazifesini tam olarak yapabilir, ne de başka uzuvlara vazifesini tam olarak yapma imkânı verir.
Ben biliyorum ki, İslârmn ve komünizmin fikrî ta­raflarına ait olmak üzere takdim ettiğimiz malûmat­tan bazı kimseler sıkıldı. Çünkü onlar nazari mesele-lere itibar etmezler. Böyle nazari meseleleri boş «bir çekişme» sayarlar. Çünkü, onlarca ihtimama lâyık olan ancak amelî meselelerdir. Amelî tatbikatı mümkün olan her şeyin tesviyesi mümkündür. Bunun için on­lar îslâm ile komünizm arasındaki fiilî çatışmayı bir an evevl bilmek için sabırsızlanırlar.
Biz onların .nazarî veya felsefi tarafı küçümse­melerini iyi görmeyiz. Çünkü amelî tarafla nazarî ve­ya felsefî taraf arasında ayrılık yoktur. Fakat bunun­la beraber onların arzularına cevap verecek bu iki ni­zam arasındaki amelî ihtilâfların vecihlerini zikrede­ceğiz, îslâm ve komünizm arasındaki fiilî çatışma bir kaç meselede kendini gösterir:
1- îslâm, kadına ait ilk vazifenin sadece nes­lin devamını korumak olduğunu söyler. Zaruret hali müstesna kadının kendi evinden fabrikalara, geniş iş­yerlerine ve çiftliklere giderek oralarda çalışmasına rıza göstermez. Zaruret ise sadece onun bakım kefa­letini üzerine alacak bir mes'ul kişinin bulunmama­sıdır. Bu mes'ul kişinin, baba, kardeş, koca veya bak­makla mükellef bir yakm akraba olması müsavidir.
iktisadî - komünizm, çalışma zaman ve yeri erkekle eşit olmak üzere kadının tam mesai saatleri boyunca çalışmasını mecburî sayar. Bu konuda­ki komünizm felsefesinden sarfı nazar edecek olursak görürüz ki, vazifeye ehliyette ve psikolojik yapıda ka­dın ile erkek arasında tabiaten mevcut olan ayrılığı inkâr ederek kadının da erkek gibi çalışmasını mec­burî kılar. Çünkü bizzat komünist iktisat sistemi, mad­di üretimi en son hadde kadar artırma esası üzerine kurulmuştur. Bu ise ancak milletin bütün fertlerini fabrikalarda, iş yerlerinde ve tarlalarda çalıştırmak» sadece doğum aylan müstesna kadını çalışmaktan alıkoymamak suretile mümkün olur. Kadın doğumu yapar, çalışmağa gider. Ondan sonra çocuk yuvaları, maddi alandaki büyük üretim metodu Mâss Produc-tion ile çocukların bakımına nezaret eder [177]
îktisadî komünizmi tatbik ettiğimiz zaman kadın - her kadın- çalışmak için dışarı çıkacaktır. İşte böylece iş taksimine ve ihtisasa hürmet olmak üzere, kadını ailenin dahili işlerine, erkeği de harici işlerine tahsis eden ve içtimaî, ahlâkî ve iktisadî nizamını bu esas üzerine kuran îsîâm nizamından temel bir rük­nü koparmış oluruz [178]
Bu hususla ilgili clarak bir kimse çıkar da «Kadı­nın fabrikada çalışması zaruri değildir.» derse, bu tak­dirde komünizmden dışarı çıkmış sayılır. (Onu söyle­yen biz değil bizzat komünistlerin kendileridir.) O hal­de mesele sadece istihsali arttırmaktır. Bu ise şüphe­siz hayatî ve asil bir gayedir.
Deriz ki, üretim ve istihsali artırmak hiçbir va­kit iktisadi komünizmi kabul etmeğe muhtaç değildir. Çünkü bizzat komünistler bile üretim ve istihsali ar­tırmayı kapitalist garpten öğrendiler[179] İslâmî bir idarenin kurulması,! zirai ve sınaî üretimi artırma ve­silelerinin en faidelive en yenisini nerede bulursa ora­dan almağa elbette mâni olmayacaktır.
2- Şüphesiz komünizmin iktisadî nizamı, tam bir diktatörlük üzerine kurulmuştur. Çünkü bu nizam, işçinin iş nev'ini ve çalışacağı yeri seçme hürriyetine sureti katiyyede itibar etmez. Devlet sadece kendi gö­rüşüne göre bir takım işler icat eder ve bu işlere, hiç­bir kimsenin o işi yapıp yapamayacağını sormadan zorla işçiler tâyin eder. Bu şekilde bir idarenin yürü­mesi, tabiatile fikir, söz, toplantı ve idare üzerinde tek kontrolcünün devlet olmasını zarurî kılar. Çünkü bir miktar hürriyet bırakılmış olsa bu mutlaka işçilerin, işlerinin nev'ini ve yerini seçme arzusuna müncer ola­caktır. Bu ise hiç bir şekilde devletin müsamaha et-miyeceği bir şeydir. Burada devlet diktatörlüğü ile şahıs diktatörlüğü arasını ayırmamız lâzımdır. Ba-zan bilfiil hâkim olan şahıs iyi huylu, mütevazı, mem­leketinin hayrı için çalışan, idarî işlerde başkalariyle müşavere eden, millet vekiîleriyle görüş teatisinde bu­lunduktan sonra ancak bir işe kafi olarak karar ve­ren birisi olabilir. Lâkin bunların hepsinin .iktisadi ni­zamı yürütmek ve bilfiil işleri kontrol etmekle ilgili olan devlet diktatörlüğü ile alâkası yoktur. İşte buna «Proleterya diktatörlüğü» denir. Rusya kendi idare sis­temine sarahatle bu İsmi vermiştir.
Bazı kimselere kahramanlık t!) galebe çalar da derler ki: «Bunun ne zararı var? Madem ki, o toplu­mun hayrına çalışır, emek ve karşılıkta adaleti göze­tir?» İşte bunların hepsi dadecebir hayalden ibaret­tir.
Meselâ Mısır milleti gibi bir millet diktatörlükten - âdil bir diktatörlük olsa bile- milletlerin en faz­la nefret edenidir. Seneler ve nesiller boyunca boyun eğmek şöyle dursun, o diktatörlük bir kaç ay bile da­yanamaz, her ne kadar kendisinde bulunması gereken irade ve birleşmeye sahip olarak ona mukavemet ede­miyorsa da...
Bu millet nükteci bir millettir. O, bu nüknelerle diktatörlüğe karşı şuur altında birikmiş nefretlerin­den nefes alır. Eğer bizzat o nükte yapmak da ken­disine haram edilirse ve onun cezası da devlete kar­şı gelme töhmeti ile veya devlet nizamını değiştirme­ye teşebbüs suçu ile hapis veya idam olursa, o zaman milletimin hali nice olur?!
Hayır, âdil olsa dahi insanlar diktatörlüğe elbet­te tahammül edemezler!
Bir kimse «İktisadi işlerimizin diktatörlükle yürü­mesi zarurî değildir» dediği zaman bu hale göre o ik­tisadi komünizmi istemiyor demektir. O halde o an­cak iktisadî sosyal adaleti istiyor, demektir. Bu ise ta­bitil   komünizmsiz mümkün olan bir şeydir.
3 - Üçüncü mesele iktisadî komünizmi tatbik et-iz, takdirde siyasî vaziyetimizin alacağı dummdur. O zaman durum ikiden biri olacaktır. Ya Mos-kova'daki komünist merkezin tevcihinden uzak, müs­takil siyasî şahsiyet ve varlığımızı muhafaza etmekte devam edeceğiz. Veya bütün şahsiyet ve mevcudiyeti­mizi Rusya içinde eriterek ortadan kaybolup gidece­ğiz.
Birinci duruma gelince, elbette Rusya buna razı olmayacaktır. îşte size zihinleri işgal etmekte olan Ti-to meselesi. Yugoslavya kendi memleketinde komü­nizmi tam olarak tatbik ediyor. Buna rağmen kendisile Rusya arasında bir sürü husumetler ve çatışma­lar meydana gelmiştir. Bunun sebebi, Yugoslavya'nın Rusya'nın içinde erimiş bir parça olmağı reddetmesi­dir. Komünizmi memleketimizde tatbik etitğimiz tak­dirde bizim durumumuz Tito ile Yugoslavya'nın du­rumundan daha kötü olacaktır. Çünkü Rusya'nın garpla olan dev mücadelesinde, bizim Rusya'ya inzi­mam etmemiz, üzerimize bir vazife olarak taayyün edecektir. Böyle yapmadığirmz takdirde o zaman biz komünist iktisat sistemimizi kapitalizmin tecavüzün­den korumağa kaadir olamayız.
İkinci duruma gelince, yani Rusya'nın yapısı için­de erime durumuna, bu durum bizi müslüman olmak­tan çıkardığı gibi millet ve vatanımızı da tamamen kaybettirir. Allah-ü Teâlâ müslüman milletinin tema­yüz etmesini ve başka milletlerin birisinin şahsiyyet yapısında eriyip gitmemesini murat etmiştir. Çünkü, îslâm, bütün âlemdeki nizamların hiçbirisine benze­meyen müstakil bir şahsiyyet yapısına sahiptir. O, Al-lahm iradesi ile meydana gelmiş bir nizamdır. O, pren­siplerinin, başka bir şahsiyet içine karışıp erimesi mümkün olmayan iktisadî, içtimai, fikri ve ruhi bir şahsiyet yapısıdır.
Biz müstemlekeci garbın şahsî yapısında erime­ye veya onunla müşterek bir anlaşmaya girmeye ve­ya ona benzer unvanlar altında toplanmaya da kar­şıyız. Çünkü, bizim komünizme olan muarazamız komünistlerin zannedecekleri gibi- kapitalizm te­kerleğine kendimizi kaptırdığımız için değildir. Lâ­kin bizim'bunlara olan muarazamız, kendi şahsiyeti­ni imha etmesi ve gayrı İslâmi bir yapı içinde erime­si müslümamn üzerine haram olduğu içindir. Btf gay­ri İslâmi yapının garp kapitalizmi veya şarkın komü­nizmi olması müsavidir. Her ikisi de haramdır. Gar­bın askeri paktlarına girmeyi kabul edenlerin cürmü, şarkın askeri paktlarında erimeyi kabul edenlerin cürmüne hemen hemen müsavidir. Allahın ve müs-lümanlarm nazarında bunun ve onun arasında bir fark yoktur.
Başka bir yönden meseleyi ele alırsak, birbirüe niza halinde bulunan iki kütle arasında Mısır da da­hil olmak üzere bütün îslâm âleminin durumu gayet ince ve ilgi çekici bir durumdur. İslâm âlemi coğrafi yönden iki kütlenin ortasında olduğu gibi, inanç, sos­yal vaziyet ve iktisadi yönden de iki kütlenin tam or-tâsındadır. Bugün bizim, birbirile çekişmeli iki askerî kamptan birine inzimam etmemiz, âlemin maslahatı icabı değildir. Çünkü cihan sulhunu garanti edecek olan tek âmil, ancak bir üçüncü kütlenin takviyesi-dir. Bu ise, üçüncü kütlenin o ikiden birine tâbi olma­yacak şekilde temayüz etmesi ve istiklâle kavuşma-siyle olur. îşte bu üçüncü kütle milletlerarası kuvvet terazisini ortasından tutar böylece dünyayı sarmış olan düşmanlığı yok eder veya hafifletir.
Kavmiyet mücadelesi sayılmayan bilâkis prensip­ler mücadelesi sayılan bu âlemşümul mücadelede, kendi başına seçkin prensiplere sahip olduğumuz halde, şahsiyetimizi ilga ve inkâr etmemiz ve tamamen bi­ze düşman olan iki askeri kamptan birinin prensiple­rini almamız akl-ı selim ile düşündüğümüz takdirde hiç bir zaman doğru olmaz. Çünkü bizim kendi pren­siplerimiz daha üstün ve iyilik yönünden bizim için daha garantilidir.
Her şeye rağmen komünizmin hâlâ bocalamakta devam eden bir nizam olduğunu, bunların hepsine ilâ­ve edebiliriz. Bilindiği gibi komünizm bütün mülki­yetleri ilga ve işçilerin alacakları ücretleri tesviye ve ayarlamakla işe başladı. Sonra acı gerçeklerin baskı­sından kurtulamayarak ferdî mülkiyetten muayyen bir miktar, işçilerin çalışma gücü nisbetinde ücretler­de farklılığa müsamaha etmek mecburiyetinde oldu­ğunu anladı. İşte bununla Marks'ın iki esas prensibin­den uzaklaşmış oldu. İslâm .da iki adım yaklaşmış oldu;
O halde etrafı yağma edip yutan göz alıcı sür'.at ne olursa olsun bocalamakta olan bir katara katılma­mız doğru olur mu? Tekâmül etmekte olan beşeriye­tin, her yeni tecrübesinde biraz daha kendisine yak­laştığı Isîâniiyeti bırakmamız doğru olur mu?
Başında birazcık aklı, vicdanında kendi şahsiyet yapışma bir güveni olan hiç bir kimse bunu kabul et­mez ve böyle bir şey yapmaz. Bu vadide onlara mey­lederek düşünmek, çeşitli savunmalar ve çeşitli şekil­ler adına bürünen dahili bir hezimet ve çöküştür. Lâ­kin bu, ancak ahmakların ve zayıfların önderlik ede cegi bir hezimettir. [180]
 
 
İslâm nizamını gerçekleştirmenin yolu nedir?
îslâmın yeryüzünde en hayırlı nizam olduğuna, tarihî, coğrafî ve devletlerarası durumumuzun İslâ-im, izzet, şeref ve sosyal adalete giden tek yolumuz haline koyduuğna inandık. Fakat bugün İslâm mef­kuresine düşman bir ortamda; tıpkı dıştaki düşman­ların harp etmekte olduğu gibi, müslüman devlet bal­kanı ve krallardan İslama karşı harp halinde bulunan azgınların idaresine İslâmı gerçekleştirmeğe götüre­cek yol nerede ve nasıl bir yoldur?!..
Çıkar yol nedir?... Durum şu ki, dünya üzerinde­ki her dâvanın ancak bir tek garantili yolu bulunabi­lir... İman!
«Bu dine sonunda hiç bir şey fayda vermiyecek, ancak evvelinde faydalı olan fayda verecektir.,.»
Bugün biz sadr-ı îslâmdaki müslümanîarın karşı­laşmış oldukları şeylerin tıpkısı ile karşılaşıyoruz. O zamanın müslümanları bir avuç insandan ibaretti; Onlar, iki büyük imparatorlukla karşı karşıya idiler. Kuzeyden Bizans İmparatorluğu, doğudan da İran İmparatorîuğu. İnsan, malzeme, mal, harp sanatı ve tec­rübe bakımlarından bu iki imparatorluğun kaynaklan mukayese edilemiyecek kadar   müslünıanlarınkin-den kat kat üstündü.
Bunların hepsine rağmen yine de mucize vâki oldu...
Bu mucize Tarihteki mucizelerin en ziyade hay­ret vereni idi.
Bir avuç müslüman Kisra ve Kayser'in imparator­luklarına galebe çaldı. Yarım asırdan daha az bir za­manda her ikisini de tamamen ortadan kaldırdı. Her ikisinin mülküne birden vâris oldu. Kısa bir zaman sonra Atlas Okyanusundan Hint Okyanusuna uzanan bir ülkeye el koydu.
Nasıl meydana geldi ve nasıl oldu bu?..
Tarihin maddi ve iktisadî tefsirlerin hiçbiri, onun nasıl meydana geldiğini anlatmağa elbette kaadir ola-mıyacaktır. Lâkin bir tek şeyin onu tefsir etmesi müm­kündür. İmân... Onlardan herbiri «Cennetle benim aramda, ancak şu adamı öldürmem veya onun beni öldürmesinden başka bir şey var mı?» demeye sevke-den îman. Sanki zifafa gidiyormuş gibi «Bizi, iki gü­zelden başka bir şeyin mi beklediğini sanıyorsunuz.» diyerek savaşa atılır. Sonra iki güzelden birine mülâ­ki olmak için düşmana saldırır. O iki güzel: Zafer ve­ya şehadet...
işte yol budur. Yeryüzünde hiç bir davetin ondan başka yolu yoktur.
Bir kısım insanlar, samimi veya gayri samimî ola­rak ısrarla, silâh!... Nerede silâh?... derler.
Evet, silâha muhtacız. Lâkin bizim ilk muhtaç ol­duğumuz şeyin silâh olmadığı gerçeğinin gözümüzden kaçmaması lâzımdır. Malûmdur ki, yalnız silâh bir fayda vermez. Geçen harpte İtalyanlar en süratli ve en tahripkâr silâhlara mâlikti. Hiçbir savaşta sabır ve celâdet gösteremediler. Sabır ve celâdet ne gezer, onlar firarda yarış ediyorlar, esir düşme fırsa­tını kendilerine bahşedenlere silâhlarını veriyorlardı. Şu halde onlarda eksik olan şey silâh değildi. Onla­rın noksanı ancak îman ve mânevi kuvvet idi.
Yine zikredebiliriz ki, Kanal harbinde adetleri yü­zü aşmayan ve her gece ancak beş veya altı tanesi hücum eden fedailerden küçük bir gurup ihtiyar im­paratorluğun rahatını kaçırdı. Bu yüzden müstevliler oradan çekilmek mecburiyetinde kaldılar.
Bu fedaîler, tahrip edici silâhlara mâlik değiller­di. Ne ağır makinelileri, ne bombardıman uçakları ve ne de tankları vardı. Onların ellerindeki silâhlar sa­dece tabanca, mavzer ve hafif makineli tüfeklerden ibaretti. Lâkin onlar, silâhtan daha kuvvetli ve daha tahripkâr bir şeye sahiptiler. Onlar îman silâhına sa­hiptiler. Onlar, o ilk müslümanîardan bir avuç insan bu ruh ile yaşıyorlardı. Onlar Allah yolunda çarpışıyor, öldürüyor ve ölüyorlardı. İşte onlar ihtiyar imparator­luğun rahatını bununla kaçırdılar.
Hiç kimse önümüzdeki yolumuz «Çiçeklerle be­zenmiş, güllük, gülüstanîık bir yoldur.» diyemez. Ha­yır, önümüzdeki yol, ter, kan ve göz yaşı ile dolu bir yoldur. Her dâva için mutlaka bunlar lâzımdır. Zafer için nice fedakârlıklar yapmak ve nice kurbanlar ver­mek şarttır. İzzet, şeref ve sosyal adaletten ibaret olan gayemiz, elbette uğrunda kurbanlar vermeğe lâyık­tır.
Bununla beraber, bu uğurda vereceğimiz kurban­lar, zillet, meskenet, fakirlik, gerilik ve sürgün haya­tı yaşamak uğrunda şimdiye kadar verdiğimizden ve daha bizden vermemiz istenen kurbanlardan daha fazla olmayacaktır.
Geçen harpte ne kadar kurban verdik? Müttefik­lerimiz olan milletlerin askerlerinin arabaları altında kaç bin kişimiz öldürüldü? Ne kadar namus tarumar edildi? Karşılıksız olarak ne kadar yiyecek ve malze­me yağma edildi?... Sonra ne oldu? Sonra Çorçü, «Sizi himaye ettik, himayenin bedelini ödeyiniz.» diyerek karşımıza dikildi.
Dün garp müşterek bir müdafaa kampına girme­mizi istiyordu. Amerikalı veya İngiliz «Beyaz Adamdın eline ulaşmadan önce, tahrip edici silâhlan tecrübe et­mek için, bizden yarım milyon insan silâh altına al­mak, gıda maddelerimizi- yağma etmek, müslüman­larm ırz ve namuslarına tecavüz etmek istiyordu... Sonra ne olacak, ister kazansınlar, ister kaybetsinler tabii savaşın sonunda bize tekme atacaklardır.
Madem ki, ölümden kurtuluş yoktur. O halde ni­çin zillet ve meskenet yolunda ölüyoruz?
Müttefikler uğrunda yanm milyon ölse mukad­des topraklarımızda, asker veya sivil bir tek müstenv lekeci kalmaz. Böylece yeryüzünde müstemlekecilik de sona ermiş olur...
İşte ancak budur çıkar yol...
Biz, ilk önce kendi nefislerimize karşı, sonra da gelecek harpte tarafsız kalmamız için cihat ederken, muazzam toplara, tayyarelere ve tanklara muhtaç olmayacağız. Çünkü biz ne harp edeceğiz, ne de ülkeler işgal edeceğiz. Bizim harbimiz iman ye ilim harbi olacaktır. Bunlarm hepsi bugün bizim elimizdedir. Dileyeceğimiz zaman da imkânımız dahilindedir...
Bazı kimseler komünizmin yayılması karşısında İslama kızıyorlar. Nedir onları izaç eden şey acaba?.
İslama göre durum hiç değişmeyecektir. Bugün komünizmin silip süpürüp yuttuğu âlem, Türkistan, Azerbaycan, Şimal Kafkasya, Kırım ve İdil, Ural gibi müslüman ülkeleri de komünizm tarafından işgal edi­lerek birer sömürge haline getirilmiştir. Daima İsla­ma düşman kesilen salip veya gayri müslim topluluk­lardır. Komünizmin bizzat başlama yeri olan Rusya, fitne ve ıztıraplar meydana getirmek için, bir çok züm­releri bir araya getirerek İslâm devletinin aleyhine savaşlar açan bir ülke idi. O halde değişen nedir? İs­lama saldıran ilk haçlıların beşiği Avrupa'dır. Hâlâ da öyle. O hâlde değişen nedir?
Hayır, hiç bir şey değişmemiştir.
Şüphesiz bugün bizim durumumuz sağdan ve sol­dan iki büyük imparatorluğa karşı ilk müslümanlarm durumlarının aynıdır. İslâm memleketlerindeki azgın kıral ve idarecilere gelince, biiznillâh onlar zevale doğru yollarını almaktalar. Azgın Faruk'un saltana­tından hâl edileceğini kim kabul ederdi? Bir defa vu­ku bulanın defalarca vuku bulması mümkündür... Şüphesiz azgınları hezimete uğratan ve onları yerle­rinden sarsan İslâmî hareket kendi yolunda emin adımlarla ilerlemektedir... Yerin ve göğün kuvvet eli kendine destek olduğu halde yoluna devam edecektir. İslâm âleminin her yerinde müjdecileri belirmekte olan bu İslâmî kütleleşme hiçe sayılacak bir durum de­ğildir.
Kendi memleketi içerisindeki azgın ve taşkın davramşîara karşı direnen ve onlara savaş açan bu İslâ-mi hareketler elbette değersiz şeyler sayılmamalıdır. Müstemlekeciliğe karşı savaşmakta olan İslâmî hürri­yet ve kurtuluş hareketleri kıymeti olmayan şeyler de­ğildir. Şarkî veya garbi kütlede erimek veya ona tâbi olmakta gerçekten bir abeslik vardır. Ancak İslâm yo­lunda sosyal adaleti isteyen bu İslâmî duyuş ve anla­yış, abes bir şey olamaz.
İslâm kuvvet yolunda ilerlemektedir. Çünkü bü­tün hareket ve davranışlar, İslâmm yeniden parlaya­cağına işaret ediyor. Çünkü bugün İslâmm beşer ha­yatındaki rolü, büyüklük ve kuvvet bakımından sadr-ı îslâmdaki ilk rolünden daha az değildir. İslâm, mad­denin hükmedemiyeceği, iktisad üzerinde koparılan nizalarm esir edemiyeceği yeni bir âlemin müjdesidir. Öyle bir âlem ki, ruh ve maddeden müteşekkil ve her ikisinin birleştiği bir nizamın hükmedeceği bir âlem.
Şüphesiz maddenin içine dalmış olan, bu yüzden ruhu doymayan, kendisine lâzım olan sükûn ve istik­ran temin edemeyen, bilâkis kendini acı ve devamlı bir boğuşmanın içine atan bir âlem değil!...
İnsanlığın, bir gün madde ve ruhu birleştiren birr nizama dönmesi şart ve zaruridir. Beşeriyet, İslama; girmemiş olsa bile mutlaka İslâm mefkuresine dönüşi yapacaktır. Bize gelince, hiçbir zaman yolumuz çiçek­lerle süslü değildir. İlk müslümanlarm insanları iyilik­le ikna etmek yolunda vermiş oldukları gibi sayısız; kurbanalr vermemiz elbette kaçmlımaz bir zarurettir. Fakat öyle kurbanlar ki, yerde ve gökte ilâhî temina­ta mazhar olmuşlardır. «Allah kendisine yardım eden­lere mutlaka yardım eder. Şüphesiz Allah kuvvetli ve azizdir.»
Allanın sözü haktır.. [181]


[1] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 5-6.
[2] Müteşafaihin lügat mânası, birbirine benzeyen demektir. Bu­rada hususî bir mâna taşır ki ; «Maksadı tanı olarak bilinmeyen âyet veya tâbirler» demektir.
Kur'ân-ı Kerim'in âyetleri muhkem ve müteşabih olmak üze­re ikiye ayrılır :
Muhkem, aslolan ve mânası bizce anlaşılan, müteşabth ise, mâna ve maksadı kesin biçimde bilinemeyen âyetlerdir. Kalbi bozuk ve imanı zayıf olanların müteşabihata tâbi olmak sure­tiyle dâli ve mudili yâni kendileri sapık ve başkalarını Allah yo­lundan saptırıcı kimseler olacaklarını, bizzat Kur'ân-ı Kerim ha­ber veriyor.
[3] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 9
[4] Bu ÖNSÖZ kitabın beşinci baskısı için, müellifi tarafın­dan yazılmıştır.
[5] İslâm in Modern History P. 101 n. 10812, 159 n. 1957 İstan­bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi îslâm Araştırmaları Enstitüsü Kitaplığı M-2809.
[6] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 10.
[7] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 11-18.
[8] Tevbe sûresi, âyet: 24
[9] El-İnsan-BeyneI-mâddiyet-i vel-İsîâm» adlı eserin «Fert ve Cemiyet» kısmına bakınız.
[10] Telepati uzaktan bir şeyler hissetmektir. Bunun misali Hz. Ömer'in minberde «Ya Sâriye dağa, dağa!..» diye söylediği meşhur hâdisedir. Sâriye yüz mil uzaktan onu işitti. Or dusu ile "birlikte dağa yürüdü, tehlikeden kurtuldu ve mu­zaffer oldu. İlim yükseklerden aşağı indi ve telepatinin bir hakikat olduğunu itiraf etti. Lâkin ruhla olan münasebeti hususunda henüz bocalamakta meçhul bir altıncı his şek­linde tefsire çalışılmaktadır.
[11] Mâide sûresi, 44.
[12] Nisa sûresi,. 65
[13] Ra'd sûresi! 17.
[14] Mâide sûresi, 3.
[15] Ahzab sûresi 62, Fâtir 43, Fetih 23,
[16] B'aharî.
[17] Bafcare sûresi, 258;
[18] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 19-48.
[19] îsrâ sûresi, 70.
[20] Bakara sûresi, 260.
[21] Ağalık şüphesinin münakaşasını gelecek bölümde yapacağız.
[22] Nisa süresi, 25.
[23] Buhari, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizl, Neseî.
[24] Müslim, Ebu Dâvud.
[25] Taberî'nin «Âdâbünnüfûs» adlı kitabından.
[26] Nisa sûresi, 36.
[27] Nisa sûresi, 25.
[28] Buharî.
[29] Ebu Hüreyre'den.
[30] Hindlilerin inancına göre (menbûz) olan köleler, İlâhın ayar ğından yaratılmıştır. Böylece onlar yaratılışları icabı de-ğersiz ve hakirdirler. Onların, kendilerine ayrılmış olan bu durumdan yükselmeleri hiçbir şekilde mümkün olmaz, an­cak azab ve hakaretlere tahammül etmekle mümkün olur, Böyle yaptıkları takdirde umulur ki, onlar öldükten sonra ruhları daha şerefli bir mahlûka geçer! Böylece, Hindli kö­lelerin içinde yaşadıkları kötü ve lânetli duruma, onlan, zillet ve hakareti kabule mecbur eden ruhî başka bir lanet ilâve olunur. (Menbûz = parya)
[31] îmam-ı Gazalî, «İhya-ül Ulûm» kitabında «Meiiklerin Hu­kuku» bahsinde bir hadîs zikrederek «Köle hakkı Resülül-lahm tavsiyelerinin en sonudur.» der,
[32] 17 rakamlı dipnotta geçen hadis.
[33] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 48-58.
[34] Nisa sûresi, 92.
[35] İslâmda Sosyal Adalet, Prof. Seyyid Kutub.
[36] Tevbe sûresi, 60.
[37] Tahrim sûresi, 6.
[38] Maddecilik doktrinin dâvetçileri «duygulan yaratan Bucak dış şartlardır» derler. Biz buna inanmıyoruz. Çünkü bu nazariyede'çığırtkan bir mugalâta vardır. Orada, varolmak ba­kımından bu dış şartlara sebkat etmiş ruhî bir teminat ve­ya oluş vardır. Şartlar tnı oluşu niteler. Lâkin onu yoktan yaratmaz.
[39] Buharı.
[40] Dünyanın tarihi (Unİversal History of the world) adlı ge­niş eserin 2273 S. de şu mealde birseyîer vardır : «5P9 sene­sinde Roma İmparatoru Moris, Avarlar'ın eline düşmüş olan esirlerden birkaç bininin mübadelesini İktisadî mülâ­hazalarla reddetti ve Ayar Hanı elindekîlerin hepsini sonu-na kadar Öldürdü.»
[41] Bakare sûresi, ftyet: 190.
[42] Enfâl sûresi, 39.
[43] Bakare sûresi, 256
[44] Avrupalı bir Hristiyan olan Sir Arnold. «İslama Davet» ad­lı kitabında buna şahadet eder.
[45] Bunun misalleri pek çoktur. Bir tanesi Sir Amold'un «İs­lama Davet» eserinin 58. sahifesindedir. Böylece Hiyre'ye komşu olan memleketler halkının bazısı ile aktedilen mua­hede de tescil edildiğine göre şöyle denilmektedir Eğer sizi korursak bize cizye alma hakkı vardır. Yoksa, yani ko­ruyamazsak cizye alma hakkımız yoktur. Ve devamla der
ki:   (Arap Kumandan Ebû Ubeyde Hücum için Heraklit'in hazırlık yaptığını öğrenince, Şam dolaylarında fet­hedilmiş memleketlerin valilerine yazdı ve bu memleket aha­lisinden alman cizyelerin geri verilmesini emretti. Ayrıca oradaki İnsanlara da şöyle yazıyordu :   «Sizin mallarınızı size geri verdik. Çünkü bizimle harbetmek'için düşmanla­rımızın toplandıklarını haber aldık. Bizim sizi himaye et memizi siz şart koşmuştunuz. Biz şu anda buna muktedir değiliz. Sizden aldıklarımızı size geri Yerdik. Biz sizinle olan şartımız üzereyiz. Allah bize yardım eder dt onlan yener-sek aramızdaki anlaşma dev&m edecektir.»)
[46] Enfâ! sûresi, 61.
[47] Müslim, Ebû Dârud, Tirmizt
[48] Kassas sûresi. 77.
[49] Bakare sûresi, 194.
[50] Mııhammed sûresi 4. âyetteki evzardan Murad, harbin durması ve sulhun akdediîmesidir.
[51] Bu esasa göre esir ticareti pazarlarından satm alınmış olan, bu yoldan zenginlerin, emirlerin ev ve sarayltnnda bulunan cariyelerin bu günkü durumu İslâmi değildir.
[52] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 58-89.
[53] Bu tez, 1953'de
[54] îştirakî Nizam Kitabı, Sh. : 22-23.
[55] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 90-104.
[56] İhtikârın haramiyeti hakkındaki hadisler pek çoktur. Biz burada en kısa ve en şümullüsünü seçiyoruz. «Kim ihtikâr yaparsa muhakkak o hatadadır.» (Müslim, Ebü Dâvud, Tir-mizî).
[57] Ebûl Alâ El Mevdûdi"nin «RİBA» adlı kitabına    bakınız. «FAÎZ» ismi ile Türkçeye tercüme edilmiştir.
[58] Haşir sûresi, 9.
[59] Ahmed îtoni Hanbel ve Ebû Dâvud.
[60] Maksud olan fabrikatörlerin (iş verenin) işçilere sadaka vermesi değildir. Zenginlerin şahıslan için vasat miktarla İktifa etmeleri, Allah yolunda harcamalarıdır. Keza, okul, hastahane ve benzeri hayır ve vakıflar yapmaları Allah yo­lunda infaktır.
[61] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 105-118.
[62] İslârr.ın görüşüne göre bizatihi rekabet kötü değildir. Re­kabet, ancak kötülük Cşer) yolunda olduğu zaman kötüdür. Amma rekabet hayır yolunda olduğu zaman Kur'an şöyle der : «Onda rakipler edebildikleri kadar rekabet etsinler.» «Eğer Allah insanların bazısını bazısı ile sevkü idare etme­seydi yeryüzü fesada uğrardı.»
[63] Allah Teâlâ eğer Kur'ân'da «Rızıkta Allah bazısını basınız­dan üstün kıldı.» diyorsa, bu, ikinci kasımda arzedeceğimi^ başka bir konudur. Burada bizim arüatmak istediğimiz, "bü­tün beşer için olan kanunî vaziyettir. Mutlak eşitlik "ba-fomda İslâmm üzerine titrediği husus budur.
[64] Eu kitabın gelecek bölümlerinde «İslâm ve İdealizm» bölü­müne
[65] Bu, kendinde ihtilâf olmayan sarih bir nass varit olmadığı vakit.
[66] Haşr sûresi, 7.
[67] Ancak son zamanlarda komünizmin ortalığa saldığı korku sebebile dunun biraz değişmiştir. Az seneler önce İngilte­re'de maden ocakları fertlerin elinde idi. Sonra kısmen dev-letleştirüdi. Hâlen Amerika'da bu gibi kaynaklar fertlerin mülküdür.
[68] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 119-132.
[69] NahI sûresi, 71.
[70] Zuhruf sûresi, 32.
[71] Ha^r sûresi, 7.
[72] Nisa süresi, 8.
[73] Hucürat sûresi, 14.
[74] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 133-141.
[75] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 142-148.
[76] Bundan ötürü materyalizm taraftarları ve tarihin iktisadi tefsirini yapma heveslileri şöyle derler : Şüphe yoktur ki. sosyal vaziyetleri yeniden meydana getiren, insanlık ara-smdaki alâkaları tahdit eden ancak maddî ve iktisadî vazi­yetlerdir. Hiçbir kimse beşer hayatındaki iktisadi faktörün kuvvetini inkâr etmiyor. Lâkin bizim şiddetle inkâr ettiği­miz, onun tek ve hâkim faktör olması, fikirler, duygular ve davranışlar üzerinde cebri bir tesiri bulunması iddiasıdır. Bu faktörle ilgili bu tesirlerin hepsi Avrupa .hayatında an­cak, şuurları yükselten, gönlü temizleyen, insanî bir esas üzerine iktisadi alâkalar kuran yüksek bir akideden mah­rum olduğu için bulunmuştur. İslâm alemindeki akide ora­da da bulunsaydı, en azından iktisadî zaruretlerin kasvetini yumuşatmaya, böylece insanları onun esaretinden kurtar­maya muktedir olurdu.
[77] Burada da iktisadi nazariyelerin düşünürleri derler ki: İk­tisadî faktör var ya, işte o hayatta her şeydir. Kadın me­selesini bugünkü şekle ileten odur. Beşerin hayatında etki yapmakta olan iktisadî âmilin kıymetini ikinci defa düşür­mek istemeyiz. Lâkin biz deriz ki, eğer orada, İslâmda ol­duğu gibi bütün hallerde erkeğin kadına kefaletini emre­den, ücrette erkeğe eşitlik hususundaki tabiî hakkını -oa-lıştığı zaman- veren, geçici, hallerde birden fazla evlen­meyi mubah kılan, böylece harpler neticesi meydana gelen cinsi buhranı temiz bir hal yolu ile halleden, binaenaleyh, açık ahlâksızlığa veya karanlıkta gizlice ihtiyaçlarını gider­meye kadım fnuztar "bırakmayan bir âkide ve nizam mev­cut olsaydı, kat'î olarak işlerin bu vaziyet ve tarz üzere yü­rümesi lâzım gelmezdi.
[78] Nisa sûresi, 1.
[79] Hucürat sûresi, 11.
[80] Hucürat sûresi, 11.
[81] Nûr sûresi, 27.
[82] Buharı ve Müslim.
[83] ÂM îmran sûresi, 195.
[84] Nİsâ sûresi, 7
[85] Nisa sûresi, 33.
[86] Buharî ve Müslim
[87] Taklitlerin. Harbi» kitabına bakınız.
[88] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 149-163.
[89] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 163-168.
[90] Nisa sûresi, 76.
[91] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 168-171.
[92] Bakara sûresi, 282.
[93] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 171-172.
[94] Enbiya suresi, 22 .
[95] Mü'minün. sûresi, 91.
[96] Nisa sûresi, 91,
[97] Tirmizî.
[98] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 172-177.
[99] El İnsan Boynel Maddiyet-i ve İslâm» adlı eserin cinsi me­seleler bölümüne bakıma.
[100] Nisa sûresi, 84.
[101] Biz, îalâmm asılları hakkında konuşuyoruz. Amma bugü îslâmm adiyle mevcut kötü ve acı gerçeğe gelince, bun ayrı bir bölümde bahsedeceğiz.
[102] Buharî.
[103] Nisa sûresi, 128.
[104] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 177-188.
[105] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 189-193.
[106] Nisa sûresi, 3.
[107] İslâm canMığa malik, temiz bir vazife gören fıtrî davranışı aslında temiz ve önemle üzerinde durulmaya lâyık görür. Ancak kötülüğe ilettiği zaman onu çirkin sayar. El İnsan Beynel-Maddiyet-i vel İslâm isimli eserin, Nazaratül İslâm faslına bakınız.
[108] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 193-197.
[109] Buharî ve Müslim.
[110] Ve erkek de kadının nazarında o duruma düşer. Lâkin o, vazife ve bakım işini üzerine alması itibarîyle kadının na­zarında cinsle ilgili hususlardan daha büyük bir yer işgal eder.
[111] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 197-207.
[112] Hucürat sûresi, 13
[113] Tirmizİ.
[114] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 207-210.
[115] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 210.
[116] Biz burada dışardan ithâl edilmemiş olan gerçek İslâm gelenek ve âdetlerini kastediyoruz. Halbuki geleneklere hücum eden yazarlar, onlar arasında bir ayırım yapmadan hücum ediyorlar ve hattâ -hiçbir istisna dahi yapmıyorlar.«Taklitlerin Harbi» kitabına bakınız.
[117] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 211.
[118] Haya: Utanma, Allah korkusu ile günâhtan kaçınma, na-.mus, edeb.
[119] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 211-213.
[120] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 214.
[121] İslâm, ferdin hayatı teminat altında olmadığı zamanlarda, ferd hakkında toplumu suçlu sayan yeryüzünde ilk nizam idi. Haklarına nail olmak için toplumla savaşmakta ferdîn hakkını o esas üzeirne tertip etti. «El-Tnsan Beyne'l-Maddiye Ve'1-tslâm» kitabının «Cerime v» îkadû bölümüne bakınız.
[122] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 214-217.
[123] Abdullah îbni Abbas rivayet etmiştir. «Kabasatün Miner* resul» kitabının aynı unvanı taşıyan kısmına "bakınız.
[124] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 217-224.
[125] Tevbe sûresi, âyet: 97.
[126] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 225-230.
[127] Her şeyden haberi olan.
[128] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 231-234.
[129] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 234-236.
[130] Fatır sûresi, 43.
[131] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 237-245.
[132] Kept: Kişinin ihtiraslarını baskı altında tutmasıdır. Buna kompleks de denir.
[133] AM îmran, 14.
[134] Haşr sûresi 14.
[135] A'raf sûresi 32.
[136] Kasa sûresi.77
[137] A'raf sûresi. 31.
[138] A'raf sûresi
[139] İbni Kesir Tevsiri.
[140] Müslim.
[141] Bakare sûresi, 33.
[142] Bakare sûresi, 296.
[143] Tirmizî.
[144] Al-i İmran sûresi, 133-135.
[145] 'Müslim.
[146] Nisa sûresi, 47.
[147] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 246-255.
[148] En'am sûresi, 132.
[149] Şuarâ sûresi, 38.
[150] Nisa sûresi, 58.
[152] Buharî, Müslim. (US)   Buharî, Müslim.
[153] Buharl ve Müslim.
[154] Ebû Dâvud ve Tirmizt
[155] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 256-264.
[156] Nisa sûresi, 59.
[157] Nisa sûresi, 32.
[158] Taha sûresi, 131.
[159] Nisa sûresi, 97-99.
[160] Nlsâ sûresi, 75.
[161] Maide sûresi, 44.
[162] Tevfoe sûresi, 24
[163] Selre sûresi, 34.
[164] îsra sûresi, 18.
[165] Vakıa sûresi, 41-45.
[166] Maide sûresi, 78-79.
[167] Nİsâ sûresi, 74.
[168] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 264-278.
[169] Mümtehine sûresi, 8
[170] Mâide sûresi, 5.
[171] Günümüzde 1965 Kıbrıslı hıristiyanlârın, Kıbrıslı müslü­man Türklere yapmakta oldukları vahşiyane ve zalimane hareketler de bunlara eklenir. (Mütercim).
[172] Tevbe sûresi, 29.
[173] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 279-287.
[174] İdealizm, şarkimin kulağına sevimli gelen bir kelimedir. Şark onu daha çok medih için kullanır. O, bir nizamı, «İde­al» dir, diye vasfettiği zaman o bundan bir nizamda top­lanması mümkün olan özelliklerin hepsinin toplanmış ol­masını kasdeder. îslâmm etrafındaki şüphelerden bahse­derken bizim onu bu mânada kullanmıyacağıriıız aşikâr­dır. İşte biz onu -bu bölümde- garbın kasdetmekte ol-' duğu mânada kullanacağız. O mâna ise, idealler âleminde uçmak, yeryüzünde hiç kimseye iltifat etmeksizin veya ger­çek ıslâh vesileleriyle onlara yönelmek sizin bütün yoreun-luklarıyle insanları zulmün amansız darbeleri aîtmda aç, çıp­lak, kendi haline terketmektir. Böylece Avrupalıların nef-^ ret ettiği -ki, nefret etmekte haklıdırlar- idealizm, in­sanları ızdırap ve ihanetler içinde feodalite cehennemine terkeder. İşte oradaki idealizm, gerçekten bir gölgesi dahi olmayan bir takım, felsefî davalardan dem vurur. Bunun için garplılar idealizmden bir nevi küçümseme ve nefretle bahsedef. Cehaleti ve kötü maksatları sebebiyle de komü­nistler, bu bahsettiğimiz değersiz idealizmden bir şekil ile İsîâmı töhmet altında bırakmak isterler. Heyhat.
[175] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 288-300.
[176] Casiye sûresi, 13.
 
[177] Yuvalar meselesinden «islâm ve Kadın» bölümünde bah­setmiştik.
[178] Cemiyetteki ihtirasların dağılması çiftçi, fabrikatör, müiıen-dîs, doktor ve benzeri eşhasın yardımlaşmasına mâni olma^ dığı gibi tabiatile aile içindo yardımlaşmayı da kaldırmaz.
[179] Rusya komünizm hareketinin başlangıcında ve daha sonra cidden geri idi: Kendisi yeni hiçbir şey yapmadı, bütün maddi üretim ve istihsal vesilelerinin tamamını Avrupa'dan aldı. Bilhassa İkinci Dünya Harbinden sonra Almanlardan istifade etti. Böylece komüinzm Rusya'ya hiçbir yenilik ge­tirmedi.                                           
[180] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 301-318.
[181] Prof. Muhammed Kutub, İslâmın Etrafındaki Şüpheler, Tuğra Yayınları: 319-324.
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol