HARUN EBU HUSEYIN - YILDIRIM
  ZINDIKLIK
 
 
“Zındık” Kelimesinin Sözlük ve Terimsel Anlamı:
 
“Sapık, dinsiz ya da dine hile karıştıran” anlamında kullanılan bu ke­lime Kur'ân-ı Kerim'de geçmemektedir. Buna karşın, daha önce de açık­lan­dığı üzere“kâfir”,“müşrik”ve“münâfık” kelimeleri Kur'ân-ı Kerim'de defalarca kullanılmıştır. Dolayısıyla kâfir, müşrik ve münâ­fık sözcükle­ri­nin, gerçek anlamını, doğru­dan Kur'ân-ı Kerim'den öğreni­yoruz. Halbuki “zındık”kelimesinin ne demek ol­duğunu, ancak düşünce ve yorumlarını bu sözcükle açıklayan kimse­lere göre anlamaya çalışıyoruz.
Şu varki zındıklık, esasen küfür ya da şirk sayılabilecek belli suçlar kap­samına girdiği için Kur'ân'ın diline yabancı olsa da bu sözcüğün Kur'ân-ı Kerim'deki amaçlarla kullanılması yadırga­namaz. Çünkü bu kelimenin bir terim olarak kullanımı, Kur'ân-ı Kerim'in her­hangi bir anlamını çarpıtmak ve değişik yo­rumlamak gibi spekülatif amaç­lara dayanmamakta, tam tersine Kur'ân-ı Kerim'i spekülatif amaç­larla yo­rumlayan ya da Kur'ân gerçeklerini inkâr eden kimseleri nitele­mek ama­cıyla kullanılmaktadır. Nitekim Kur'ân ger­çekleri­nin daha rahat anlaşılabilmesi için fıkıh, hadis, tefsir ve akâid gibi ilimlerde eser verenler, Kur'ân-ı Kerim'de hiç de geçmeyen bir çok terimler kullanmış­lardır.
Zındıklık demek olan “zendeka” kelimesi, aslında “farsça zende­kerd deyimi­nin arapçalaştırılmışıdır. Bu deyim, eski Pers ilerigelenleri­nin pey­gamber (dedik) leri Zerdüşt'e ait Avesta adlı kitabı, metnine ay­kırı yorum­la­yanlar ve varlık âleminin ebedi olduğuna inananlar için kullanılırdı. Bu nedenle Milâdi üçüncü yüzyılda Mani'nin yaymaya çalıştığı din olan Manehizm'e zındıklık denildi. Keza Milâdi beşinci yüzyılda Mazdek'in da­vet ettiği din olan Mazdehizm'e yine zındıklık denildi. Ondan sonra bu kavram, gerçek şirksiz dini inkâr eden her dinsiz ve her günahkar fesatçıyı kapsayacak şekilde geniş bir anlam kazandı.”
Abbasi Devleti'nin ilk dönem saray katiplerinden olan Abdullah b. Mukaffa'ın, zındıklıkla suçlandığı birçok kaynaklarda geçmektedir. Bu şa­hıs, Hicri 142 de öldürüldüğüne göre İslam tarihinin hemen hemen ilk başlarından beri bu sözcüğün kullanılmakta olduğu anlaşılmakta­dır. Ayrıca inancını başkalarına bulaştırmaya kalkışmayan hemen her türlü kafirin, İslam Toprakları'ında özgürce yaşayabilmiş olmasına kar­şın zındık insanın yaşatıl­madığı da yine bu tarihi gerçekten anlaşılmak­tadır. 
 
 
İslam Tarihi'nin ilk başlarında özel­likle Allah'a kıyamet gününe ve âhiret hayatına inanmayanlara zındık denirdi. Bu yoru­mun, birkaç asır kadar devam ettiğini söylemek müm­kündür. Zındıklık de­yiminin o zamanlarda hangi anlamda kullanıldı­ğını saptaya­bilmek açısından Gazalî'nin aşağıdaki sözleri dikkate değer.
Öyle anlaşılıyor ki eski dinlerin inanışlarını islam'a karıştıranlara, daha son­raları zındık demek adet haline gelmiştir. Ancak bu sözcüğe yük­lenen, gerek eski anlam, gerekse sonraki anlam, zındıklığın her­halde kafir­lik olduğunu or­taya koymaktadır. Şu varki son anlamıyla zındık duru­munda olan kâfir, ken­dini İslam’ın dışında saymamakla birlikte, İslam'ın ya temel değerlerinden bi­rini inkâr ederek, ya da İslam'a ait değerleri ya­bancı dinle­rin öğretileriyle sen­tezleyerek vicda­nında ayrı bir iman tasav­vuru oluştur­maktadır.
 
 
Özellikle eski dinlere ait küfrî inanışların İslam'a karıştırılması ya da felsefi ve mistik yorumlarla İslamî değerlerin dejenere edilmesi şek­linde or­taya çı­kan zındıklık epeyce eski bir geçmişe sahiptir.
Bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden sapmalar ilk kez Peygamber (sav) in vefatından yaklaşık kırk yıl sonra yönetim ala­nında kendini göster­miştir. Bunu, hicretten ikiyüz yıl kadar sonra inanç alanın­daki açık tartışma­lar izlemiştir.
Abbasi Devleti'nin, yedinci halifesi olan el-Me'mûn, zihinleri ka­rıştı­ran bir tez ortaya attı. O'na göre “Kur'ân yaratıktı.” Halbuki müs­lümanlar vah­yin, “İlâhî kelâm” olduğuna, yani Allah'ın ezelî ve ebedî sıfatı oldu­ğuna inanıyorlardı. Tarihlerde uzunca anlatılan bu olay, İslam Dünyası'nda yankı uyandıran ilk büyük zındıklık örneği sayılır.
Unutmamak gerekir ki zındıklık daima dış kaynaklardan gelmiştir. Bu açıdan konuya eğilecek olursak özellikle iki çevreyi zındıklığın po­tensiyeli olarak görmemiz mümkündür.
Bunlardan biri: Vaktiyle herhangi bir dinin bağlısıyken özellikle hiç bir baskı görmeden sırf kendi araştırmaları ve arayışları sonucu müslü­man olmuş ve kendi imkanlarıyla İslam'ı öğrenmeye çalıştıkları için de genel­likle şirkin ve küfrün virüslerinden tamamen arınama­mış olan top­luluk­lardır.  
İkinci grup ise, bilgisizlik, fıtrî yeteneksizlik, merak, özenti, ya da ruh­sal sap­lantılar nedeniyle İslam'ı, gerçek kimliği içinde bir türlü hazmede­medik­lerin­den O'nu felsefi ve mistik kaynaklarda aramaya ça­lışan insan­lardır.
Bunu, gittikçe gelişen ve birbirini tamamlayan uygarlıkların, insa­noğ­lunun ufkunu genişlettiği, için bir çeşit zorunlu bir düşünce evrimi olarak görmek son derece yanlıştır. Çünkü Kur'ân'ın temel ve evrensel gerçek­leri, tarihin her döneminde hiç bir yoruma ihtiyaç duymadan, aynı za­manda hem bilgisiz insanı, hem aydın insanı doyuma ulaştıra­bilme gü­cünü ortaya koymuştur.
Zındıklığın başlayıp gelişmesinde elbetteki çeşitli nedenler vardır. Bunlardan özellikle üçü çok önemlidir ve her üçü de birbirlerini etki­le­miş­lerdir.
Bunlardan birincisi: İslam Tarihi'nin, ilk ve en büyük fitnesi olan Osman'ın şehid edilmesiyle birlikte patlak veren siyasi kargaşa or­tamında başlayıp çok sonraları farklı içerikler kazanan görüşlerdir.
Nedenlerden ikincisi: İslam Ülkesi'nin sınırları fetihlerle genişle­dikçe dalga­lar halinde İslam'a giren yabancıların taşıdığı şirk ve küfür kalıntıla­rı­dır. Bu toplulukların, eski inançlarının tümünden arınmış olduklarına inanmak saf­dillik olur.
Üçüncü neden ise: Yunan felsefesinin arapçaya çevirilmesinden sonra ortaya çıkan yorumdur.
Bu üç faktörden birincisine baktığımızda Osman'ın şehid edil­mesi üzerine müslümanların üç kampa ayrıldığını görüyoruz. Bunlar şiîler, ha­riciler ve zahidlerdir. İmanın temel konularında bu üç kamp arasında ilk önceleri hiç bir ayrılık yoktu. Gerek Ali'nin kanını akı­tan azılı düş­man­ları hariciler, gerek O'nun uğrunda canlarını feda eden ilk (ılımlı) şi­iler, ge­rekse kabukla­rına çekilip kendilerini tamamen iba­dete veren ilk zahidler, iman konusunda birlik içinde idiler. Kur'ân-ı Kerim'in temel gerçekleri noktasında ve özellikle Allah, melekler, pey­gamberler, kitaplar, kıyamet, âhiret, kaza ve kader konu­larında farklı değil, aynı şeylere inanı­yorlardı. Ne varki bu her üç kampın farklı ve birbirlerine aykırı olan siyasi eğilimleri ve dünya görüşleri zaman içinde sonraki nesillerin imanını et­kilemeye baş­ladı. Asırlar geçtikçe içinde bulundukları İslam çemberinin dışına her gün biraz daha kaya­rak (yani git­tikçe zındıklaşarak) sonunda ba­ğımsız birer din haline gel­diler.
Tekrar etmek gerekir ki “zühd” ve “takva”'yı tasavvuf kavramıyla hiç bir zaman karıştırmamak gerekir. Ne varki kaynağı yabancı olan mistisizm (yani tasavvuf) daima İslam'ın orijinal bir kurumu olan zühd ve takva anlamında kullanılmıştır ki zındıklığın hemen bütün spekülasyonları, ta­rih boyunca bu iki şeyin birbirine karıştırılmasıyla yapılmıştır.
Haricilik akımı, sertliğinin ve ilkelliğinin kurbanı olarak tarih sah­ne­sinden erken silinince bu akımın devamı olan zındıklık fraksiyon­ları da hemen he­men aynı sonuca uğramışlardır. Dolayısıyla İslam Tarihinde baş­tan beri sapkın inançların esasen iki isim altında başlayıp geliştiğini söyle­ye­biliriz.
•Bunlardan ilki Şiilik'tir ki Milâdın dokuzuncu yüzyılında patlak veren Karmatilik isyanı ile Milâdın onuncu yüzyı­lında bir yeraltı örgütü olarak fa­aliyet gösteren İhvanü’s-safa Tarikat'ı gibi ilk devrimci-batınî zın­dıklık akım­ları bu kaynaktan beslenmişler­dir.
•İkinci isim de mistisizmdir. Bu kanaldan başlayan ve gelişen zın­dıklık ise, -şiî kökenli batınî fraksiyonlardan farklı olarak- daima müs­lüman ço­ğun­luk ara­sında birtakım “sünni tarikatlar” adı altında de­vam etme im­ka­nını bulmuş­tur. Bunun sebebini, söz konusu örgütlerin, aldatıcı dış görü­nüşle­riyle ki­taba ve sünnete aykırı bir nitelik sergilemediklerinde aramak gerekir. Bu ba­kımdan müslüman­ların kuşku duymalarına büyük öl­çüde neden olmamış, hatta zaman zaman İslam âlimle­rinin bu tarikatlara karşı uyanık bulunulması yolunda yaptıkları uyarılar, genelin pek dikkatini de çekmemiştir. Üste­lik bu uyarılar, tarikatlara sempati duyan, İslam'ın özün­den uzak, yarı­aydın bazı müslümanımsıların tepkilerine bile ne­den olmuş­tur.
Onun içindir ki zındıklık, tasavvuf aracılığıyla ve nefis ter­biyesi adı al­tında, genelde tepki almadan müslümanlara daha kolay bu­laşma imkanını bulmuş, müslümanla­rın muhitlerinde şiî kökenli fraksi­yonların aksine ra­hatça yayılabilmiş ve tu­tunmuştur. Zındıklığın birer faal üyesi olan sûfilerle yukarıda sözü edilen zâhidler arasında yakın bir ilişki bulmak çok güç­tür. Ne varki Tasavvufçular, ta­rihin her döneminde bu şahsiyetlerden daima söz etmiş, “onların keramet ve menkibelerini” ku­şaktan kuşağa naklederek -sözde- bu zâhidlerle aynı kanaat ve inanca sahip oldukları izlenimini uyandırmaya çalışmışlar­dır. Uydurulan bu hayalî ilişkiler, zındıklı­ğın za­man içinde çeşitli içe­rikler kazanarak gelişip devam etmesinde âdetâ bir maya etkisi yapmıştır. Onun için zın­dıklık sürecinin ilk zahidlerle başladı­ğını söyle­mek mümkün de­ğilse de bu eğilimin, onlardan hemen sonra ve on­la­rın mistik yaşam biçim­lerinin bir esinlenmesi olarak ortaya çıktığı söy­lene­bi­lir.
Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden çok belirgin şekilde sapmanın ne­denle­rini, daha sonraları yaşanan olayların ve gelişmelerin içinde ara­mak gere­kir. Bunlar şu şekilde açıklanabilir:
İslamın ilk fetihlerinin gerçekleştiği dönemde ve çok kısa bir za­man di­limi içinde milyonlarca mecusi, manihist, mazdekist, şamanist, zerdü­şist, budist ve hıristiyan müslüman oldular. Bu yeni müslüman­ların haya­tında zındıklığın bolca malzemeleri zâten vardı. Dolayısıyla zındıklığın ilk filiz verdiği ve ya­yıldığı yerler hiç kuşkusuz İran, Maverâünnehr, Sind, Horasan, Afganistan ve Türkistan'dır. Buralarda ve özellikle Abbasiler'in orta döneminden itiba­ren olgunlaşan sap­kın inançlar daha sonraları ülke­nin içlerine doğru taşı­nı­yordu. Devletin, merkezden uzak olan bu bölgeler üzerindeki denetimi za­yıflamıştı. Onun için dev­let otoritesi yerine imani değerlerin bekçiliğini âlimler yapıyor, sapkın akımlara karşı onlar mücadele veriyorlardı.
Bilindiği üzere illegal faaliyetler, yasaklı ve maksatlı işler, toplum içinde var­lıklarını sürdürebilmek, hedeflerine ulaşmak ve geniş çevre­ler edinmek için her şeyden önce meşru ve haklı gerekçelere dayanmak zo­rundadırlar. Onun için bu tür faaliyet odakları daima özel yöntemler ve teknikler kulla­nırlar. İşte zındıklık odakları da aynen böyle yapmış ve meşru gözükmek için tarih bo­yunca küfrün virüs ve mikroplarını İslamın güzel ve orijinal malzemeleriyle kaplayarak ancak pazarlaya­bilmişlerdir.
Müslümanlar çökmeye başladıkları, geçmişin karanlık dönemle­rinde zındık­lık tırmanışa geçmiş, batıl inanışlar ve Kur'ân-ı Kerim'in çizgisin­den sapma­lar daha da hızlanmıştır. Bu bakımdan çöküş peri­yodu ile İslamdan uzaklaşma eğilimleri karşılıklı olarak günümüze kadar birbirini etkile­miş­tir. Şuna çok büyük ihtimal vermek gerekir ki kalabalık Uzakdoğu din­leri­nin es­rarengiz cümbüşü içinde yaşayan Horasan, Maveraünnehr, Türkistan, Sind ve Hind müslümanları her zaman bu in­sanlardan etki­lenmişlerdir. Nitekim bu bölgelerde yetişmiş ve “baba”, “ata”, “pîr”, “huwâce”, “mevlânâ” gibi unvan­larla ünlenmiş rûhânilerin, özellikle divan ve mek­tupları bu etkileri açıkça yansıt­maktadır.
Tarikatın “rabıta denilen gizli ayinin, Patanjalizm'den esinlenilerek düzenlenmiş olması ihti­mali çok bü­yüktür.
 
 
Bugün artık Allah, peygamber, melek, âhiret, kaza ve kader gibi ima­nın temel esasları yanında yüzlerce sapkın ve batıl inanış daha“müslümanım” diyen milyonlarca insanın vicdanına yerleşmiş bu­lun­maktadır. Bu inanış­lar zaman içinde tarihe, sanata ve edebiyata da kolay kolay silinmeyecek olan damgasını vurmuştur.
Daha çok ölüye tapma özleminden kaynaklanan bu inanışların, ar­tık yüzyıl­lara dayanan bir tarihi ve kalabalık bir literatürü de vardır. Bazısı bir âyet-i ke­rime'nin veya bir hadis-i şerif'in çarpık bir yorumu olan, bazısı başka dinden esinlenme ile alınan, bazısı başlangıçta iyi ni­yetle fakat ca­hilce, bazısı ise son derece kötü niyetle ve sinsi amaçlarla düzenlenen yüz­lerce te­rim ve ifade bu literatürü oluşturmaktadır. Asırların akışı içinde çeşitli Kur'ânî değerlerle ve şirk sembolleriyle örüle örüle dokunan ve amaçta İslam'la, Kitap ve Sünnetle hiç bir iliş­kisi bulunmayan bu literatür, (birer sen­tetik din olan) mistik örgütlere ait kavramları içermektedir. Bu kavram­lardan her biri görünürde bir âyet–i kerimeye veya bir hadis-i şerife tutuna­rak, (içerdiği şirk ve küfrü) örtülü bir şekilde vicdanlara yerleştir­meyi amaç­lar. Onun için zındıklık da yöntem bakımından aynı münafık­lık gibi sinsi bir şirk türüdür.
Konunun özüne bir daha dönmek gerekirse mistik kökenli zındık­lığın (âyet ve hadislere, çok dolaylı yollardan tutunarak İslam'ın oriji­nal değer­le­rini çar­pıtmak suretiyle)toplumun imanı üzerinde yaptığı yıkıcı etkilere bir nebze değinmekte yarar vardır. Bu etkileri, ayrıntılarıyla çok geniş boyut­larda ele almak başlı başına ayrı bir inceleme konusu­dur. Bu nedenle so­ru­nun iç­yüzünü or­taya koymak bakımından aşağı­daki açıklamaların, ye­terli bir fikir vermesi umulur.
Mistik zındıklığın artık kendine özgü bir dili ve lügatı vardır. Bu dil ve lûgat, İslamın iman ve ahlâk terminolojisi kullanılarak oluştu­rulmuş, ge­liştirilmiş ve asırların akışı içinde kurumlaştırılmıştır. Dolayısyla bu dil ve lügat içinde bulunan İslam'a ait orijinal terimleri, ifade ve kavramları te­ker teker ayıkla­mak, ya da onları, kendilerine yüklenmiş olan küfrî ve şirkî an­lamlardan arındırmak çok zordur. Elbette ki bu iş İslam âlimlerine düşmek­tedir.
Örneğin“veli” kavramını ele alalım. Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'in ve İslam'ın öz malıdır. Çoğulu “Evliya”'dır. Aynı zamanda mistik çev­reler ta­ra­fından da okunan ve muteber sayılan Kadı Beyzâvî'nin, Envâr'ut-Tenzîl; el-Khazin'in, Lübâb'ut-Te'vîl; Nesefi'nin Medârik ve Firûzâbâdî'nin İbni Abbas Tefsiri gibi kaynaklarda ve daha birçok tefsir ki­taplarında “Veli”'nin anlamı: Dost, seven, sahip, malik, destekleyen, ko­ruyan; (adına karar verme yetkisine sahip olduğu kimsenin) işlerini yürü­ten demektir. Ne varki mistik ru­haniler, bütün bunlara ek ola­rak “veli” sözcüğüne bazı yabancı anlamlar daha yüklemişlerdir. Yaklaşıklık ilgisini pek ustaca kullanarak yaptıkları bu sinsi yakıştırma Kur'ân-ı Kerim'in gerçeklerine, mesajlarına ve özüne tamamen aykı­rıdır.
Nedir bu yakıştırma ?
Bunu kavrayabilmek için Kur'ân-ı Kerim'de “veli” denilen insana, ay­rıca hangi nitelikler verildiğine ve nasıl tanıtıldığına bakmak gerekir. Bunun için de mistik saplantıları olmayan tefsir âlimlerinin eserlerine bakmak yeterlidir.
Doğrusu bu konunun ağırlık merkezini Yunus Sûresi'nin, 62, 63 ve 64 üncü âyet-i kerimeleri oluşturmaktadır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de “veli” ve “evliya” sözcükleri birçok yerde geçmesine rağmen, speküla­törler ille de bu üç âyete yapışmış, zihinlerinde hayal ettikleri “veli” ti­pini, (yani in­san şeklin­deki mitolojik tanrıyı) bu âyetlere yakıştırdıkları yorumlarla- ya­rat­mışlardır.
Şimdi bakalım Allah Teâlâ bu âyetlerde ne buyuruyor:
“İyi bilin ki Allah'ın velileri için ne korku var, ne de onlar üzülür­ler.”
“Onlar ki inandılar ve korunurlar.”Yunus 63
“Dünya hayatında da âhirette de müjde onlara! Allah'ın sözleri de­ğiş­mez. İşte büyük başarı budur.” (Yunus: 10/62-64)
Demek ki her şeyden önce veli:
1- İnsandır; Doğar, büyür, yaşar, yer, içer, dışkı yapar, hastalanır ve ölür.
2- Ama diğer tüm insanlardan farklı olarak geleceğinden korkmaz. Çünkü gaf­let içinde yaşamaz ve hazırlıklıdır.
3- Geçmişinden dolayı üzülmez. Çünkü geçmişi temizdir. 
4- Rabbine güçlü bir imanla bağlıdır.
5- Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle uyar ve O'nun koyduğu sı­nır­ları çiğ­nemekten korunur. Bunu yapmak için de her çareye baş vu­rur.
İşte Kur'ân-ı Kerim'deki veli -yukarıdaki âyetlerin ışığında yapılabi­le­cek en geniş bir yorumla- budur. Ama gelin görün ki mistikçilikte veliyi böyle ta­nımlamak âdetâ ona hakaret etmek demektir. Veliyi bu kadar basit­leştiren ve onu insan derekesine indirgeyen kimse onlara göre:“zındıktır, mün­kirdir, dinsizdir !..” vs. Bu çevrelerin en seviyeli olanlarına göre ise “Veli: Hayatını mücadelelerle ve azîmet ve fevka­lâde bir zühd ve tâat'a sarfederek kendisin­den, Allah (cc)'ın izniyle ga­ybdan haber vermek ve gaybî ahvâli keşfetmek gibi ilmî ve kevnî ha­rikalar zuhura gelen zât.”dır.
Veli için ancak en ılımlı mistikçiler bu portreyi çizmekle yetinmek­te­dir­ler. Oysa velilik felsefesi aslında zındıklığın eksenini oluşturmak­tadır. Nitekim bakınız Zunnun-i Mısrî bu konuda ne diyor:
“Velilik ve arınmışlık erbabı yanında ancak abdestli ve pak olarak otu­runuz. Çünkü onlar gönüllerin casusudur.”
Kökü Animizm'e kadar dayanan mistik zındıklığın bu yorumları, gö­rüldüğü üzere epey zorakidir ve ölüye tapma özleminden kaynak­lanmak­tadır. Nitekim “el-Evliyaiyye” (yani evliyacılık) adı altında bir tarikat var­dır ki bu tarikatın bağlıları şöyle bir inanca sahiptirler:
“Kul, velilik mertebesine ulaşınca artık emir ve yasak hitabı altın­dan çıkar.”
Yani, insan veli olunca onun için emir ve yasaklar artık söz konusu de­ğildir. İstediği şekilde davranabilir. (?!)
Zendekanın, zaman içinde oluşmuş birikimleri arasında Kur'ân'a ve İslam'a aykırı o kadar terim, tanım, ifade, menkıbe, hikaye, şiir, yo­rum, ri­vâyet, görüş ve açıklamalar vardır ki her biri ciltlerle kitap ko­nusudur. Bunlardan bazı ör­nekler şöyledir:
1- Evliya Rütbeleri:
Aktâb, ebdâl, evtâd, nücebâ, nukabâ, gavs, üçler, yediler ve kırklar;
2- Tarikat Kuralları:
Hûş der dem, nazar ber kadem, sefer der vatan, halvet der encü­men, yâd kerd, bâz geşt, nigâh daşt, yâd daşt, vukuf-i zamanî, vukûfi adedî,vukûf-i kalbî.
3- Şeyh Adlarının Anılması Sırasında Kullanılan Dua Sözleri:
Kaddesellahu sirrehu'l-Aziz, Kuddise sirruhu, Emeddenellahu bi­'im­dâdatihi, Himmeti hazır olsun, Destûr ya pîr ...vs.
4- Allah'a Yakarış:
Allahümme sahhan, sahhan sahhan; Bisa'sain, bisa'sain,...ve'l-Baha-i ve'n-Nur'it-Tâmmi, bisehsehûbin, bisehsehûbin, zi'l-Arş'iş-Şâmikhi, bi­tah­tahûbin, bitahtahûbin... vs. Tekerlemeye benzeyen : Sahhan, sahhan sahhan ; Bisa'sain, bisa'sain ; bisehse­hû­bin, bisehsehûbin sözcükleri tamamen uydurulmuştur. Bunların hiç biri, ne arap sözlü­ğünde yer almaktadır, ne de hiç birinin anlamı vardır ! 
5- Çeşitli Terimler:
Şeyh, mürid, cân, derviş, postnişin, seccâdenişîn, bende, salik, halife, sil­sile-i sâ­dât, mürşid-i kâmil, ricâl'ul gayb...
Türbe, tekke, hânegâh, sanduka, atebe, ocak...
Tarikat, el alma, el verme, telkin, râbıta, hatm-i huwâcegân, teveccüh, le­tâif-i hamse, çile, riyâzet, seyr-u sülûk, uzlet, fakr, halvet, himmet, ruhani­yetten is­timdâd, kurbiyet (kurbet değil), ubûdiyet (İbâdet değil), azîmet (azim değil)...
Kışr, lübb, aşk (muhabbet değil), sema, vecd, sekr, sahv, mahv, zevk, şurb, cezbe, bast, kabz, terk-i ihtiyar, murâkabe, müşahede, iskat-i tedbir, su­kut-i tek­lif, fena, baka, vücûd, şühûd, mükâşefe, hulûl ve itti­hâd...
Bunlar zendeka lite­ratürünün sadece bir bölümünü oluşturur. Bu te­rimlerin ba­zı­larında harf de­ğişikliği yapılmıştır. (Doğru şekilleri yu­karıda parantezler içinde gösterilmiş­tir.)
Bu literatürdeki spekülasyonların özeti ise şudur:
Yukarıdaki yabancı terimlerin içerikleri, yaklaşıklık ilgisinden ha­reket edile­rek tamamen İslam'ın malı olan değerlerle yer yer çok ustaca sentez­lenmiş ve deyim yerinde ise yabancı inanışlar, islâmî bir örtü içinde sunulmuştur. Müslümanın, esasen işini bunlara karşı zorlaştı­ran ve onu za­man zaman şa­şırtan nokta işte budur.
Şimdi de seçtikleri terimlerimize bir göz atalım ki âdetâ balla zehiri ka­rıştırır gibi bunları İslam'dan alıp kelime yapısında bazen değişiklik de ya­parak yuka­rıdaki sembollerin içeriklerinde dolgu maddesi olarak kullanmışlardır.
Zendeka literatürüne daha çok alınmış olan değerlerimizden bazı­ları şunlar­dır:
Veli, evliya, imam (mürşid-i kâmil değil), Kurbet (Kurbiyet değil), ke­râmet, (Buna kendilerine göre farklı bir içerik kazandırmışlardır.) Zikir (vird değil), tezekkür, tefekkür, vesile, şefaat, dua, huşu' (ya da haşyet), hu­zu', tâlim (telkin değil), tazarru' hamd, sabır, şükür, sai, kesb, cihâd (mücâhede değil), azm, ihlas, tevekkül, zühd, takva, vera, sıdk, niyet, isti­hâre, istişâre, tevbe (şeyh inabesi değil), tevazu, iktida, tâat, kanaat, mahab­bet (aşk değil), tecelli, tafvıyz, (kadere) rıza, haya, şe­riat ve amel...
Ayrıca şu örnek, zendekanın kendi içindeki çelişkileri yansıtmak ba­kı­mından ilginçtir:
“Az ye, az uyu ve halktan kaç, arslandan kaçtıkları gibi ...” Halbuki Peygamber'(sav) in, ashâbının ve selef-i salihîn'in hayatına baktığı­mızda (Evet az yeyip az uyudukları doğrudur, ama) sürekli hal­kın arasında olduklarını, en muteber kaynaklardan rahatça tesbit edebi­liyoruz. Hayatları belgesel olarak or­tadadır. Çünkü sorumlulukları bunu gerektiriyordu.
            
 
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol