“Zındık” Kelimesinin Sözlük ve Terimsel Anlamı:
“Sapık, dinsiz ya da dine hile karıştıran” anlamında kullanılan bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de geçmemektedir. Buna karşın, daha önce de açıklandığı üzere“kâfir”,“müşrik”ve“münâfık” kelimeleri Kur'ân-ı Kerim'de defalarca kullanılmıştır. Dolayısıyla kâfir, müşrik ve münâfık sözcüklerinin, gerçek anlamını, doğrudan Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz. Halbuki “zındık”kelimesinin ne demek olduğunu, ancak düşünce ve yorumlarını bu sözcükle açıklayan kimselere göre anlamaya çalışıyoruz.
Şu varki zındıklık, esasen küfür ya da şirk sayılabilecek belli suçlar kapsamına girdiği için Kur'ân'ın diline yabancı olsa da bu sözcüğün Kur'ân-ı Kerim'deki amaçlarla kullanılması yadırganamaz. Çünkü bu kelimenin bir terim olarak kullanımı, Kur'ân-ı Kerim'in herhangi bir anlamını çarpıtmak ve değişik yorumlamak gibi spekülatif amaçlara dayanmamakta, tam tersine Kur'ân-ı Kerim'i spekülatif amaçlarla yorumlayan ya da Kur'ân gerçeklerini inkâr eden kimseleri nitelemek amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim Kur'ân gerçeklerinin daha rahat anlaşılabilmesi için fıkıh, hadis, tefsir ve akâid gibi ilimlerde eser verenler, Kur'ân-ı Kerim'de hiç de geçmeyen bir çok terimler kullanmışlardır.
Zındıklık demek olan “zendeka” kelimesi, aslında “farsça zendekerd deyiminin arapçalaştırılmışıdır. Bu deyim, eski Pers ilerigelenlerinin peygamber (dedik) leri Zerdüşt'e ait Avesta adlı kitabı, metnine aykırı yorumlayanlar ve varlık âleminin ebedi olduğuna inananlar için kullanılırdı. Bu nedenle Milâdi üçüncü yüzyılda Mani'nin yaymaya çalıştığı din olan Manehizm'e zındıklık denildi. Keza Milâdi beşinci yüzyılda Mazdek'in davet ettiği din olan Mazdehizm'e yine zındıklık denildi. Ondan sonra bu kavram, gerçek şirksiz dini inkâr eden her dinsiz ve her günahkar fesatçıyı kapsayacak şekilde geniş bir anlam kazandı.”
Abbasi Devleti'nin ilk dönem saray katiplerinden olan Abdullah b. Mukaffa'ın, zındıklıkla suçlandığı birçok kaynaklarda geçmektedir. Bu şahıs, Hicri 142 de öldürüldüğüne göre İslam tarihinin hemen hemen ilk başlarından beri bu sözcüğün kullanılmakta olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca inancını başkalarına bulaştırmaya kalkışmayan hemen her türlü kafirin, İslam Toprakları'ında özgürce yaşayabilmiş olmasına karşın zındık insanın yaşatılmadığı da yine bu tarihi gerçekten anlaşılmaktadır.
İslam Tarihi'nin ilk başlarında özellikle Allah'a kıyamet gününe ve âhiret hayatına inanmayanlara zındık denirdi. Bu yorumun, birkaç asır kadar devam ettiğini söylemek mümkündür. Zındıklık deyiminin o zamanlarda hangi anlamda kullanıldığını saptayabilmek açısından Gazalî'nin aşağıdaki sözleri dikkate değer.
Öyle anlaşılıyor ki eski dinlerin inanışlarını islam'a karıştıranlara, daha sonraları zındık demek adet haline gelmiştir. Ancak bu sözcüğe yüklenen, gerek eski anlam, gerekse sonraki anlam, zındıklığın herhalde kafirlik olduğunu ortaya koymaktadır. Şu varki son anlamıyla zındık durumunda olan kâfir, kendini İslam’ın dışında saymamakla birlikte, İslam'ın ya temel değerlerinden birini inkâr ederek, ya da İslam'a ait değerleri yabancı dinlerin öğretileriyle sentezleyerek vicdanında ayrı bir iman tasavvuru oluşturmaktadır.
Özellikle eski dinlere ait küfrî inanışların İslam'a karıştırılması ya da felsefi ve mistik yorumlarla İslamî değerlerin dejenere edilmesi şeklinde ortaya çıkan zındıklık epeyce eski bir geçmişe sahiptir.
Bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden sapmalar ilk kez Peygamber (sav) in vefatından yaklaşık kırk yıl sonra yönetim alanında kendini göstermiştir. Bunu, hicretten ikiyüz yıl kadar sonra inanç alanındaki açık tartışmalar izlemiştir.
Abbasi Devleti'nin, yedinci halifesi olan el-Me'mûn, zihinleri karıştıran bir tez ortaya attı. O'na göre “Kur'ân yaratıktı.” Halbuki müslümanlar vahyin, “İlâhî kelâm” olduğuna, yani Allah'ın ezelî ve ebedî sıfatı olduğuna inanıyorlardı. Tarihlerde uzunca anlatılan bu olay, İslam Dünyası'nda yankı uyandıran ilk büyük zındıklık örneği sayılır.
Unutmamak gerekir ki zındıklık daima dış kaynaklardan gelmiştir. Bu açıdan konuya eğilecek olursak özellikle iki çevreyi zındıklığın potensiyeli olarak görmemiz mümkündür.
Bunlardan biri: Vaktiyle herhangi bir dinin bağlısıyken özellikle hiç bir baskı görmeden sırf kendi araştırmaları ve arayışları sonucu müslüman olmuş ve kendi imkanlarıyla İslam'ı öğrenmeye çalıştıkları için de genellikle şirkin ve küfrün virüslerinden tamamen arınamamış olan topluluklardır.
İkinci grup ise, bilgisizlik, fıtrî yeteneksizlik, merak, özenti, ya da ruhsal saplantılar nedeniyle İslam'ı, gerçek kimliği içinde bir türlü hazmedemediklerinden O'nu felsefi ve mistik kaynaklarda aramaya çalışan insanlardır.
Bunu, gittikçe gelişen ve birbirini tamamlayan uygarlıkların, insanoğlunun ufkunu genişlettiği, için bir çeşit zorunlu bir düşünce evrimi olarak görmek son derece yanlıştır. Çünkü Kur'ân'ın temel ve evrensel gerçekleri, tarihin her döneminde hiç bir yoruma ihtiyaç duymadan, aynı zamanda hem bilgisiz insanı, hem aydın insanı doyuma ulaştırabilme gücünü ortaya koymuştur.
Zındıklığın başlayıp gelişmesinde elbetteki çeşitli nedenler vardır. Bunlardan özellikle üçü çok önemlidir ve her üçü de birbirlerini etkilemişlerdir.
Bunlardan birincisi: İslam Tarihi'nin, ilk ve en büyük fitnesi olan Osman'ın şehid edilmesiyle birlikte patlak veren siyasi kargaşa ortamında başlayıp çok sonraları farklı içerikler kazanan görüşlerdir.
Nedenlerden ikincisi: İslam Ülkesi'nin sınırları fetihlerle genişledikçe dalgalar halinde İslam'a giren yabancıların taşıdığı şirk ve küfür kalıntılarıdır. Bu toplulukların, eski inançlarının tümünden arınmış olduklarına inanmak safdillik olur.
Üçüncü neden ise: Yunan felsefesinin arapçaya çevirilmesinden sonra ortaya çıkan yorumdur.
Bu üç faktörden birincisine baktığımızda Osman'ın şehid edilmesi üzerine müslümanların üç kampa ayrıldığını görüyoruz. Bunlar şiîler, hariciler ve zahidlerdir. İmanın temel konularında bu üç kamp arasında ilk önceleri hiç bir ayrılık yoktu. Gerek Ali'nin kanını akıtan azılı düşmanları hariciler, gerek O'nun uğrunda canlarını feda eden ilk (ılımlı) şiiler, gerekse kabuklarına çekilip kendilerini tamamen ibadete veren ilk zahidler, iman konusunda birlik içinde idiler. Kur'ân-ı Kerim'in temel gerçekleri noktasında ve özellikle Allah, melekler, peygamberler, kitaplar, kıyamet, âhiret, kaza ve kader konularında farklı değil, aynı şeylere inanıyorlardı. Ne varki bu her üç kampın farklı ve birbirlerine aykırı olan siyasi eğilimleri ve dünya görüşleri zaman içinde sonraki nesillerin imanını etkilemeye başladı. Asırlar geçtikçe içinde bulundukları İslam çemberinin dışına her gün biraz daha kayarak (yani gittikçe zındıklaşarak) sonunda bağımsız birer din haline geldiler.
Tekrar etmek gerekir ki “zühd” ve “takva”'yı tasavvuf kavramıyla hiç bir zaman karıştırmamak gerekir. Ne varki kaynağı yabancı olan mistisizm (yani tasavvuf) daima İslam'ın orijinal bir kurumu olan zühd ve takva anlamında kullanılmıştır ki zındıklığın hemen bütün spekülasyonları, tarih boyunca bu iki şeyin birbirine karıştırılmasıyla yapılmıştır.
Haricilik akımı, sertliğinin ve ilkelliğinin kurbanı olarak tarih sahnesinden erken silinince bu akımın devamı olan zındıklık fraksiyonları da hemen hemen aynı sonuca uğramışlardır. Dolayısıyla İslam Tarihinde baştan beri sapkın inançların esasen iki isim altında başlayıp geliştiğini söyleyebiliriz.
•Bunlardan ilki Şiilik'tir ki Milâdın dokuzuncu yüzyılında patlak veren Karmatilik isyanı ile Milâdın onuncu yüzyılında bir yeraltı örgütü olarak faaliyet gösteren İhvanü’s-safa Tarikat'ı gibi ilk devrimci-batınî zındıklık akımları bu kaynaktan beslenmişlerdir.
•İkinci isim de mistisizmdir. Bu kanaldan başlayan ve gelişen zındıklık ise, -şiî kökenli batınî fraksiyonlardan farklı olarak- daima müslüman çoğunluk arasında birtakım “sünni tarikatlar” adı altında devam etme imkanını bulmuştur. Bunun sebebini, söz konusu örgütlerin, aldatıcı dış görünüşleriyle kitaba ve sünnete aykırı bir nitelik sergilemediklerinde aramak gerekir. Bu bakımdan müslümanların kuşku duymalarına büyük ölçüde neden olmamış, hatta zaman zaman İslam âlimlerinin bu tarikatlara karşı uyanık bulunulması yolunda yaptıkları uyarılar, genelin pek dikkatini de çekmemiştir. Üstelik bu uyarılar, tarikatlara sempati duyan, İslam'ın özünden uzak, yarıaydın bazı müslümanımsıların tepkilerine bile neden olmuştur.
Onun içindir ki zındıklık, tasavvuf aracılığıyla ve nefis terbiyesi adı altında, genelde tepki almadan müslümanlara daha kolay bulaşma imkanını bulmuş, müslümanların muhitlerinde şiî kökenli fraksiyonların aksine rahatça yayılabilmiş ve tutunmuştur. Zındıklığın birer faal üyesi olan sûfilerle yukarıda sözü edilen zâhidler arasında yakın bir ilişki bulmak çok güçtür. Ne varki Tasavvufçular, tarihin her döneminde bu şahsiyetlerden daima söz etmiş, “onların keramet ve menkibelerini” kuşaktan kuşağa naklederek -sözde- bu zâhidlerle aynı kanaat ve inanca sahip oldukları izlenimini uyandırmaya çalışmışlardır. Uydurulan bu hayalî ilişkiler, zındıklığın zaman içinde çeşitli içerikler kazanarak gelişip devam etmesinde âdetâ bir maya etkisi yapmıştır. Onun için zındıklık sürecinin ilk zahidlerle başladığını söylemek mümkün değilse de bu eğilimin, onlardan hemen sonra ve onların mistik yaşam biçimlerinin bir esinlenmesi olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden çok belirgin şekilde sapmanın nedenlerini, daha sonraları yaşanan olayların ve gelişmelerin içinde aramak gerekir. Bunlar şu şekilde açıklanabilir:
İslamın ilk fetihlerinin gerçekleştiği dönemde ve çok kısa bir zaman dilimi içinde milyonlarca mecusi, manihist, mazdekist, şamanist, zerdüşist, budist ve hıristiyan müslüman oldular. Bu yeni müslümanların hayatında zındıklığın bolca malzemeleri zâten vardı. Dolayısıyla zındıklığın ilk filiz verdiği ve yayıldığı yerler hiç kuşkusuz İran, Maverâünnehr, Sind, Horasan, Afganistan ve Türkistan'dır. Buralarda ve özellikle Abbasiler'in orta döneminden itibaren olgunlaşan sapkın inançlar daha sonraları ülkenin içlerine doğru taşınıyordu. Devletin, merkezden uzak olan bu bölgeler üzerindeki denetimi zayıflamıştı. Onun için devlet otoritesi yerine imani değerlerin bekçiliğini âlimler yapıyor, sapkın akımlara karşı onlar mücadele veriyorlardı.
Bilindiği üzere illegal faaliyetler, yasaklı ve maksatlı işler, toplum içinde varlıklarını sürdürebilmek, hedeflerine ulaşmak ve geniş çevreler edinmek için her şeyden önce meşru ve haklı gerekçelere dayanmak zorundadırlar. Onun için bu tür faaliyet odakları daima özel yöntemler ve teknikler kullanırlar. İşte zındıklık odakları da aynen böyle yapmış ve meşru gözükmek için tarih boyunca küfrün virüs ve mikroplarını İslamın güzel ve orijinal malzemeleriyle kaplayarak ancak pazarlayabilmişlerdir.
Müslümanlar çökmeye başladıkları, geçmişin karanlık dönemlerinde zındıklık tırmanışa geçmiş, batıl inanışlar ve Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden sapmalar daha da hızlanmıştır. Bu bakımdan çöküş periyodu ile İslamdan uzaklaşma eğilimleri karşılıklı olarak günümüze kadar birbirini etkilemiştir. Şuna çok büyük ihtimal vermek gerekir ki kalabalık Uzakdoğu dinlerinin esrarengiz cümbüşü içinde yaşayan Horasan, Maveraünnehr, Türkistan, Sind ve Hind müslümanları her zaman bu insanlardan etkilenmişlerdir. Nitekim bu bölgelerde yetişmiş ve “baba”, “ata”, “pîr”, “huwâce”, “mevlânâ” gibi unvanlarla ünlenmiş rûhânilerin, özellikle divan ve mektupları bu etkileri açıkça yansıtmaktadır.
Tarikatın “rabıta denilen gizli ayinin, Patanjalizm'den esinlenilerek düzenlenmiş olması ihtimali çok büyüktür.
Bugün artık Allah, peygamber, melek, âhiret, kaza ve kader gibi imanın temel esasları yanında yüzlerce sapkın ve batıl inanış daha“müslümanım” diyen milyonlarca insanın vicdanına yerleşmiş bulunmaktadır. Bu inanışlar zaman içinde tarihe, sanata ve edebiyata da kolay kolay silinmeyecek olan damgasını vurmuştur.
Daha çok ölüye tapma özleminden kaynaklanan bu inanışların, artık yüzyıllara dayanan bir tarihi ve kalabalık bir literatürü de vardır. Bazısı bir âyet-i kerime'nin veya bir hadis-i şerif'in çarpık bir yorumu olan, bazısı başka dinden esinlenme ile alınan, bazısı başlangıçta iyi niyetle fakat cahilce, bazısı ise son derece kötü niyetle ve sinsi amaçlarla düzenlenen yüzlerce terim ve ifade bu literatürü oluşturmaktadır. Asırların akışı içinde çeşitli Kur'ânî değerlerle ve şirk sembolleriyle örüle örüle dokunan ve amaçta İslam'la, Kitap ve Sünnetle hiç bir ilişkisi bulunmayan bu literatür, (birer sentetik din olan) mistik örgütlere ait kavramları içermektedir. Bu kavramlardan her biri görünürde bir âyet–i kerimeye veya bir hadis-i şerife tutunarak, (içerdiği şirk ve küfrü) örtülü bir şekilde vicdanlara yerleştirmeyi amaçlar. Onun için zındıklık da yöntem bakımından aynı münafıklık gibi sinsi bir şirk türüdür.
Konunun özüne bir daha dönmek gerekirse mistik kökenli zındıklığın (âyet ve hadislere, çok dolaylı yollardan tutunarak İslam'ın orijinal değerlerini çarpıtmak suretiyle)toplumun imanı üzerinde yaptığı yıkıcı etkilere bir nebze değinmekte yarar vardır. Bu etkileri, ayrıntılarıyla çok geniş boyutlarda ele almak başlı başına ayrı bir inceleme konusudur. Bu nedenle sorunun içyüzünü ortaya koymak bakımından aşağıdaki açıklamaların, yeterli bir fikir vermesi umulur.
Mistik zındıklığın artık kendine özgü bir dili ve lügatı vardır. Bu dil ve lûgat, İslamın iman ve ahlâk terminolojisi kullanılarak oluşturulmuş, geliştirilmiş ve asırların akışı içinde kurumlaştırılmıştır. Dolayısyla bu dil ve lügat içinde bulunan İslam'a ait orijinal terimleri, ifade ve kavramları teker teker ayıklamak, ya da onları, kendilerine yüklenmiş olan küfrî ve şirkî anlamlardan arındırmak çok zordur. Elbette ki bu iş İslam âlimlerine düşmektedir.
Örneğin“veli” kavramını ele alalım. Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'in ve İslam'ın öz malıdır. Çoğulu “Evliya”'dır. Aynı zamanda mistik çevreler tarafından da okunan ve muteber sayılan Kadı Beyzâvî'nin, Envâr'ut-Tenzîl; el-Khazin'in, Lübâb'ut-Te'vîl; Nesefi'nin Medârik ve Firûzâbâdî'nin İbni Abbas Tefsiri gibi kaynaklarda ve daha birçok tefsir kitaplarında “Veli”'nin anlamı: Dost, seven, sahip, malik, destekleyen, koruyan; (adına karar verme yetkisine sahip olduğu kimsenin) işlerini yürüten demektir. Ne varki mistik ruhaniler, bütün bunlara ek olarak “veli” sözcüğüne bazı yabancı anlamlar daha yüklemişlerdir. Yaklaşıklık ilgisini pek ustaca kullanarak yaptıkları bu sinsi yakıştırma Kur'ân-ı Kerim'in gerçeklerine, mesajlarına ve özüne tamamen aykırıdır.
Nedir bu yakıştırma ?
Bunu kavrayabilmek için Kur'ân-ı Kerim'de “veli” denilen insana, ayrıca hangi nitelikler verildiğine ve nasıl tanıtıldığına bakmak gerekir. Bunun için de mistik saplantıları olmayan tefsir âlimlerinin eserlerine bakmak yeterlidir.
Doğrusu bu konunun ağırlık merkezini Yunus Sûresi'nin, 62, 63 ve 64 üncü âyet-i kerimeleri oluşturmaktadır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de “veli” ve “evliya” sözcükleri birçok yerde geçmesine rağmen, spekülatörler ille de bu üç âyete yapışmış, zihinlerinde hayal ettikleri “veli” tipini, (yani insan şeklindeki mitolojik tanrıyı) bu âyetlere yakıştırdıkları yorumlarla- yaratmışlardır.
Şimdi bakalım Allah Teâlâ bu âyetlerde ne buyuruyor:
“İyi bilin ki Allah'ın velileri için ne korku var, ne de onlar üzülürler.”
“Onlar ki inandılar ve korunurlar.”Yunus 63
“Dünya hayatında da âhirette de müjde onlara! Allah'ın sözleri değişmez. İşte büyük başarı budur.” (Yunus: 10/62-64)
Demek ki her şeyden önce veli:
1- İnsandır; Doğar, büyür, yaşar, yer, içer, dışkı yapar, hastalanır ve ölür.
2- Ama diğer tüm insanlardan farklı olarak geleceğinden korkmaz. Çünkü gaflet içinde yaşamaz ve hazırlıklıdır.
3- Geçmişinden dolayı üzülmez. Çünkü geçmişi temizdir.
4- Rabbine güçlü bir imanla bağlıdır.
5- Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle uyar ve O'nun koyduğu sınırları çiğnemekten korunur. Bunu yapmak için de her çareye baş vurur.
İşte Kur'ân-ı Kerim'deki veli -yukarıdaki âyetlerin ışığında yapılabilecek en geniş bir yorumla- budur. Ama gelin görün ki mistikçilikte veliyi böyle tanımlamak âdetâ ona hakaret etmek demektir. Veliyi bu kadar basitleştiren ve onu insan derekesine indirgeyen kimse onlara göre:“zındıktır, münkirdir, dinsizdir !..” vs. Bu çevrelerin en seviyeli olanlarına göre ise “Veli: Hayatını mücadelelerle ve azîmet ve fevkalâde bir zühd ve tâat'a sarfederek kendisinden, Allah (cc)'ın izniyle gaybdan haber vermek ve gaybî ahvâli keşfetmek gibi ilmî ve kevnî harikalar zuhura gelen zât.”dır.
Veli için ancak en ılımlı mistikçiler bu portreyi çizmekle yetinmektedirler. Oysa velilik felsefesi aslında zındıklığın eksenini oluşturmaktadır. Nitekim bakınız Zunnun-i Mısrî bu konuda ne diyor:
“Velilik ve arınmışlık erbabı yanında ancak abdestli ve pak olarak oturunuz. Çünkü onlar gönüllerin casusudur.”
Kökü Animizm'e kadar dayanan mistik zındıklığın bu yorumları, görüldüğü üzere epey zorakidir ve ölüye tapma özleminden kaynaklanmaktadır. Nitekim “el-Evliyaiyye” (yani evliyacılık) adı altında bir tarikat vardır ki bu tarikatın bağlıları şöyle bir inanca sahiptirler:
“Kul, velilik mertebesine ulaşınca artık emir ve yasak hitabı altından çıkar.”
Yani, insan veli olunca onun için emir ve yasaklar artık söz konusu değildir. İstediği şekilde davranabilir. (?!)
Zendekanın, zaman içinde oluşmuş birikimleri arasında Kur'ân'a ve İslam'a aykırı o kadar terim, tanım, ifade, menkıbe, hikaye, şiir, yorum, rivâyet, görüş ve açıklamalar vardır ki her biri ciltlerle kitap konusudur. Bunlardan bazı örnekler şöyledir:
1- Evliya Rütbeleri:
Aktâb, ebdâl, evtâd, nücebâ, nukabâ, gavs, üçler, yediler ve kırklar;
2- Tarikat Kuralları:
Hûş der dem, nazar ber kadem, sefer der vatan, halvet der encümen, yâd kerd, bâz geşt, nigâh daşt, yâd daşt, vukuf-i zamanî, vukûfi adedî,vukûf-i kalbî.
3- Şeyh Adlarının Anılması Sırasında Kullanılan Dua Sözleri:
Kaddesellahu sirrehu'l-Aziz, Kuddise sirruhu, Emeddenellahu bi'imdâdatihi, Himmeti hazır olsun, Destûr ya pîr ...vs.
4- Allah'a Yakarış:
Allahümme sahhan, sahhan sahhan; Bisa'sain, bisa'sain,...ve'l-Baha-i ve'n-Nur'it-Tâmmi, bisehsehûbin, bisehsehûbin, zi'l-Arş'iş-Şâmikhi, bitahtahûbin, bitahtahûbin... vs. Tekerlemeye benzeyen : Sahhan, sahhan sahhan ; Bisa'sain, bisa'sain ; bisehsehûbin, bisehsehûbin sözcükleri tamamen uydurulmuştur. Bunların hiç biri, ne arap sözlüğünde yer almaktadır, ne de hiç birinin anlamı vardır !
5- Çeşitli Terimler:
Şeyh, mürid, cân, derviş, postnişin, seccâdenişîn, bende, salik, halife, silsile-i sâdât, mürşid-i kâmil, ricâl'ul gayb...
Türbe, tekke, hânegâh, sanduka, atebe, ocak...
Tarikat, el alma, el verme, telkin, râbıta, hatm-i huwâcegân, teveccüh, letâif-i hamse, çile, riyâzet, seyr-u sülûk, uzlet, fakr, halvet, himmet, ruhaniyetten istimdâd, kurbiyet (kurbet değil), ubûdiyet (İbâdet değil), azîmet (azim değil)...
Kışr, lübb, aşk (muhabbet değil), sema, vecd, sekr, sahv, mahv, zevk, şurb, cezbe, bast, kabz, terk-i ihtiyar, murâkabe, müşahede, iskat-i tedbir, sukut-i teklif, fena, baka, vücûd, şühûd, mükâşefe, hulûl ve ittihâd...
Bunlar zendeka literatürünün sadece bir bölümünü oluşturur. Bu terimlerin bazılarında harf değişikliği yapılmıştır. (Doğru şekilleri yukarıda parantezler içinde gösterilmiştir.)
Bu literatürdeki spekülasyonların özeti ise şudur:
Yukarıdaki yabancı terimlerin içerikleri, yaklaşıklık ilgisinden hareket edilerek tamamen İslam'ın malı olan değerlerle yer yer çok ustaca sentezlenmiş ve deyim yerinde ise yabancı inanışlar, islâmî bir örtü içinde sunulmuştur. Müslümanın, esasen işini bunlara karşı zorlaştıran ve onu zaman zaman şaşırtan nokta işte budur.
Şimdi de seçtikleri terimlerimize bir göz atalım ki âdetâ balla zehiri karıştırır gibi bunları İslam'dan alıp kelime yapısında bazen değişiklik de yaparak yukarıdaki sembollerin içeriklerinde dolgu maddesi olarak kullanmışlardır.
Zendeka literatürüne daha çok alınmış olan değerlerimizden bazıları şunlardır:
Veli, evliya, imam (mürşid-i kâmil değil), Kurbet (Kurbiyet değil), kerâmet, (Buna kendilerine göre farklı bir içerik kazandırmışlardır.) Zikir (vird değil), tezekkür, tefekkür, vesile, şefaat, dua, huşu' (ya da haşyet), huzu', tâlim (telkin değil), tazarru' hamd, sabır, şükür, sai, kesb, cihâd (mücâhede değil), azm, ihlas, tevekkül, zühd, takva, vera, sıdk, niyet, istihâre, istişâre, tevbe (şeyh inabesi değil), tevazu, iktida, tâat, kanaat, mahabbet (aşk değil), tecelli, tafvıyz, (kadere) rıza, haya, şeriat ve amel...
Ayrıca şu örnek, zendekanın kendi içindeki çelişkileri yansıtmak bakımından ilginçtir:
“Az ye, az uyu ve halktan kaç, arslandan kaçtıkları gibi ...” Halbuki Peygamber'(sav) in, ashâbının ve selef-i salihîn'in hayatına baktığımızda (Evet az yeyip az uyudukları doğrudur, ama) sürekli halkın arasında olduklarını, en muteber kaynaklardan rahatça tesbit edebiliyoruz. Hayatları belgesel olarak ortadadır. Çünkü sorumlulukları bunu gerektiriyordu.