“Onlara (Yahûdilere) kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am’ın) haberini oku.” (175)
Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâsınınn/hevesinin peşine düştü. Onun durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” (176)
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmekte olan kavmin durumu ne kötüdür!” (177)
Allah kimi hidâyete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (7/A’râf, 175-178)
“Kendilerine Tevrat yükletilen, sonra onu, taşımayanların (Kitab'ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (62/Cum’a, 5)
Bel’am Kimdir?
Bel’am; Mûsâ (a.s.) zamanında yaşamış ve sonradan irtidat etmiş olan ilim adamıdır. A'râf suresinin 175-176'ncı âyetleri münâsebetiyle ismi çeşitli tefsir ve tarih kitaplarına girmiş olan Bel'am İbn Bâura (veya Bel'am İbn Eber)'nın, İsrâiloğulları'ndan, Yemen diyarından veya Ken'an ilinden Allah'ın dinini öğrenmiş, ilim ve irfan sahibi, duâsı müstecap, yanında Allah'ın ismi a'zamı bulunan ve fakat sonradan itaatsizliğe düşmüş bir kimse olduğu şeklinde rivâyetler vardır. Her ne kadar Lût (a.s.)'ın kızlarından biri ile evlenmiş olduğu söylenirse de, bunun yahûdiler tarafından müslümanlar aleyhine uydurulmuş bir iftira olduğu bilinmektedir.
Bel'am'a konu teşkil eden âyet meâlleri şöyledir: "Habibim! Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler." (7/A'raf, 175-176)
Bel'am'la ilgili olarak İslâmî kaynaklarda şunlar anlatılmaktadır: "Rivâyete göre Mûsa (a.s.), Ken'âniler'in Şam'daki topraklarına girmişti. Bu sırada Bel'am, el-Belkâ köylerinden Bal'â'da bulunuyordu. Ken'âniler'den bazıları Bel'am'ın yanına gelerek: "Ey Bel'am, Mûsa İbn İmrân İsrâiloğulları'nın başında olduğu halde bizi yurdumuzdan sürmek ve öldürmek üzere geldi. Bizim ülkemize İsrâiloğulları'nı yerleştirecek. Senin kavmin olan bizlerin ise yerleşecek bir yerimiz yok. Sen duâsı kabul edilen bir kimsesin. Onları defetmesi için Allah'a duâ et", dediler. Bel'am: "Yazıklar olsun size! O Allah elçisidir; melekler ve mü'minler de onunla beraberdir; onlar aleyhine nasıl duâ edebilirim! Bildiğimi bana Allah öğretti" diye red cevabı verdi. Kavmi duâ etmesi hususunda ısrar ettiler. Bel'am da eşeğine binerek, İsrâiloğulları'nın çıkmakta olduğu dağa doğru ilerledi. Bu dağ, Husban dağıdır. Biraz gittikten sonra eşeği yere çöktü. Eşeğine binerek biraz ilerledikten sonra hayvan yine çöktü. Bel'am biraz evvelki gibi hareket ettikten sonra tekrar hayvanına bindi. Biraz yol alınca eşek yine çöktü. O, yine eşeği yerinden kalkıncaya kadar dövdü. Nihâyet eşek, Bel'am aleyhinde bir delil teşkil etsin diye, Allah'ın izni ile konuşarak şöyle dedi: "Ey Bel'am, nereye gidiyorsun? Meleklerin önümde durarak beni yolumdan çevirdiklerini görmüyor musun? Allah elçisi ile mü'minler senin kavmin aleyhinde duâ etmektedirler." Fakat Bel'am, buna aldırış etmeden eşeğini döverek yoluna devam etti. Nihâyet eşek onu Husban dağına çıkardı, Mûsâ (a.s.)'ın ordusunun ve İsrâiloğulları'nın karşısına götürdü. Bel'am onlara bedduâ etmeye başladı; fakat İsrâiloğulları'na beddûa ederken Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine çevirdi. Yanında bulunan halk, onun kendi aleyhlerine bedduâ etmekte olduğunu görünce: "Ey Bel'am! Ne yaptığını biliyor musun? Sen İsrâiloğulları'na hayır duâda, bize bedduâda bulunuyorsun" dediler. O: "Ben bunu kendi ihtiyarımla yapmıyorum, Allah dilime hâkim oldu" dedi. Bunun üzerine dili ağzından çıkarak göğsü üzerine sarktı. Sonra kavmine: Dünya ve âhiret benim elimden gitti, artık hileye başvurmaktan başka çare yoktur..." dedi
Her ne kadar müfessirler âyetlerin nüzûl sebebi olarak daha çok Bel'am'ın ismi üzerinde durmuşlarsa da, sözkonusu âyetlerle anlatılmak istenenin Bel'am olduğu yolundaki rivâyetleri ve onunla ilgili olarak anlatılan kıssaları doğrulayacak -güvenilir- hiç bir eser yoktur. Aynı şekilde yalnız Bel'am'ın, âyetlerin nüzulüne sebep teşkil etmiş olması da doğru değildir.
Öte yandan, âyetlerde bahsi geçen kişinin, Bel'am'ın dışında, Ümeyye İbn Ebi's-Salt, er-Râhib Ebû Amr, İsrâiloğulları'ndan duâsı makbul bir kişi, münâfık olan her kişi veya yahûdi, hristiyan ve haniflerden olup da Hakk'tan ayrılan herkes olduğu şeklinde de rivâyetler vardır.
Öyle anlaşılıyor ki âyetler, Bel'am ve hareketleri itibariyle onun gibi olan herkese şâmildir. Çünkü Allah'ın âyetlerini yalnız bir veya birkaç kişiye hasretmek doğru olmaz; onlar geniş kapsamlıdırlar. Burada asıl üzerinde durulması gereken konu; Bel'am'la ilgili olarak söylenen ve İslâmî kaynaklara girmiş olan bilgilerin büyük çoğunluğunun İsrâiliyyâta dayanmış olmasıdır.
Ancak Bel'am, dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah'ın dinini tahrif eden bir ilim ve din adamını küfür sistemlerine ve kâfir yöneticilere yaranmak maksadıyla Allah'ın hükümlerini çiğneyen ve asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmektedir.
İnsanları "Allah (c.c.) adını kullanarak"' aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için "Tevhid akîdesini" tahrip eden "Bel'am'ın" etkisi korkunçtur. İslâm topraklarında; kâfirlerin istilâsını hazırlayan güç, "Bel'am"dır.
Allah (c.c.)'ın indirdiği hükümlere karşı ayaklanan ve İslâm'a küfreden yönetimlerle yani tâğûtî güçlerle din adına uzlaşan ve müslümanları da "Allah (c.c.) adını kullanarak" aldatan, Kur'ân'daki ifâdeyle "köpek sıfatlı" kimselerin ortak ismi Bel'am' dır. Bu köpek sıfatlı kimseler de; Allah (c.c.)'ın indirdiği hükümlerin bir kısmını kabul, bir kısmını "zamanın değişmesi" gerekçesiyle sükûtla geçiştirirler. Günümüzde, başta resmî ideolojiyi kabul eden ve İslâm'ı o ideolojiye hizmetçi kılmaya çalışan müesseseler olmak üzere, çok sayıda Bel'am benzeri vardır. Bunlar "çok dindar" görünmekle birlikte, tâğut'a itikad ve iman etme noktasında titizdirler. "Ulü'l-Emr" kavramını İslâm'a karşı ayaklanan güçlere izâfe ederek, mü'minleri yanıltırlar. İşte bunlar çağdaş Bel'am'lardır.
Kitab Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse
Bel’am, Tevrat ve İslâmî kaynaklarda, önceleri iyi bir mü’min iken, daha sonra Mûsâ ve kavmi aleyhine hile tertiplediği için cezâlandırıldığı rivâyit edilen kişidir. Müfessirlerın çoğunluğuna göre Kur’ân-ı Kerim'de ismi zikredilmeksizin, 7/A’râf, 175-176) âyetlerdeki ifadelerde kendisinden söz edilen kişi Belam bin Bâûrâ'dır. Kaynaklarda Bel’am, Bel’âm, Bel'âm bin Bâurâ, Bel'am bin Eberveya Bel’âm bin Bâûrâ’ şeklinde kaydedilen bu kişi, Tevrat'ta Beor’un oğlu Balaam olarak geçmektedir, Kâhin ve peygamber diye takdim edilen Bel'am'ın kehânetlerine büyük önem verilmektedir. Bel'am'ın kıssası Tevrat'ta en az iki ayrı rivâyet halinde nakledilir ki, bu rivâyetler birbirinden farklıdır. Elohist denilen rivâyete göre o Ârâmî veya Amorî bir kâhindir. Tanrı’ya inanmakta ve O'ndan ilham almaktadır. Moab Kralı Balak'ın İsrâiloğulları'na lânet etmesi husûsundaki ısrarlarını ancak Tanrı tarafından müsaade edilince kabul eder. Yahvist denilen rivâyete göre ise o Midyanlıbir kâhin olup Balak'ın dâvetine Tanrı’nın izni olmaksızın icâbet etmiştir. Tevrat'taki kıssaya göre, Mûsâ başkanlığındaki İsrailoğulları'nın çölde Ken'an diyarına doğru ilerlediklerini gören Moab kralı endişeye kapılır. İsrâiloğulları'na karşı kendilerine yardım etmesi için Bel'am'ı dâvet eder. Zira Bel'am'ın mübârek kıldığı mübârek olmakta, lânetlediği ise lânetlenmektedir. Bel'am ise Rabden alacağı emre göre hareket edeceğini bildirir; ne var ki bu konuda kendisine müsâade verilmez. Moab kralının ikinci defa ısrârı üzerine yine Rabbe danışan Bel'am'a bir rivâyete göre gitme izni verilir, diğer bir rivâyete göre ise o, izin verilmeksizin yola çıkar. Yolda eşeği melek tarafından durdurulur. Sonra yoluna devam eder ve Balak'a sadece, Allah'ın kendisine söyleteceği şeyleri söyleyebileceğini ifâde eder. Söylediği dört meselin hepsinde de kralın beklediğinin aksine, İsrâiloğulları'na lânet edeceğine onları mübârek kılar. Bel'am, Allah'ın lânet etmediğine lânet edemeyeceğini, Rabbin bedduâ etmediğine bedduâda bulunamayacağını, O'ndan emir aldığını, Allah'ın sözlerini işittiğini, yüce olanın bilgisini bilen kişi olduğunu, Rabbin sözünden öteye geçemeyeceğini ifâde eder. Bununla beraber Kitâb-ı Mukaddes'te Bel’am’ın İsrâil'e düşman olarak tasvir edildiği de görülür. İsrâiloğulları'nın Midyan kadınlarıyla zinâ ederek felâkete uğramaları Ruhban metninde Bel'am'ın bir hilesi olarak gösterilir. Balak'a, İsrâiloğulları'nın Moablı kadınlarla zinâ etmelerini, putlara kesilen kurbanlardan yemelerini sağlamasını, böylece onların günahkâr olup cezâlandırılacakları-nı öğreten Bel'am'dır. Bel’am ile ilgili kıssada bu husûsa yer verilmez, ancak İsrâiloğulları'nın Moablı kızlarla zinâ ettikleri, onların ilâhlarına eğildikleri ifâde edilir. Bel'am İsrâiloğulları tarafından öldürülmüştür.
İslâmî kaynaklar umûmiyetle yukarıda meâli verilmiş olan 7/A'râf sûresinin 175 ve 176. âyetlerinde kastedilen kişinin Tevrat'ta da zikredilen Bel'am bin Bâûrâ olduğunu, söz konusu âyetlerden önce Mûsâ ve İsrâîloğulları'ndan bahsedilmesinin de bunu gösterdiğini belirtirler. Fakat bu kişinin Ümeyye bin Ebü's-Salt es-Sekafî veya Nu'mân bin Sayfî er-Râhib olduğuna dâir görüşler de vardır.
İslâmî kaynaklarda Bel’am bin Bâûrâ ile ilgili çeşitli rivâyetler yer almaktadır. Bu rivâyetlerden birine göre Mûsâ'nın, Kur'ân-ı Kerim'de "cebbar bir kavim" şeklinde nitelendirilen bir toplulukla savaşmak için hazırlanması üzerine Bel'am'ın kavmi ona durumu anlatarak Mûsâ'nın etkisiz kılınması için duâ etmesini isterler. Ancak Mûsâ'nın peygamberliğine inanan ve iyi bir mü'min olan Bel’am bu isteği reddeder. Allah'ın kendisine Mûsâ'ya bedduâ konusunda izin vermediğini belirterek öteki isteklerini de geri çevirirse de, kavmi onu hediyelerle kandırıp bedduâ etmesini sağlarlar. Ancak Allah bu bedduâyı onun kavmine çevirir; Bel’am'ın da Allah tarafından bir cezâ olmak üzere dili göğsüne doğru sarkar. Artık dünya ve âhiretinin yıkıldığını düşünen Bel'am, hiç olmazsa kavmini kurtarmak için onlara Mûsâ ve İsrâiloğulları’na karşı kullanılmak üzere bir hile öğretir. Buna göre bu kavim, kadınları süsleyerek Mûsâ'nın sefer halinde olan askerleri arasına gönderecek ve bu kadınlar onları baştan çıkaracaktır. Gerçekten Şimeonîler'in reisi Zimri, Sur kızı Kozbi ile zinâ etmiş ve bu yüzden İlâhî bir cezâ olmak üzere baş gösteren vebâ salgınında 70.000 kişi ölmüştür.
Bir başka rivâyete göre ise Bel'am Mûsâ'ya bedduâ edemeyeceğini, çünkü aynı dine mensup olduklarını belirtmiş, çarmıha gerilerek öldürülme tehdidi üzerine ise ism-i a'zam'ı okuyarak Mûsâ'nın şehre girmemesi için duâ etmiş, duâsı kabul olunmuş ve böylece İsrâiloğulları çölde kalmışlardır. Bunun üzerine Mûsâ, Bel'am'dan ism-i a'zam ile imanın alınması için duâ etmiş ve ilgili âyette belirtildiği gibi Bel'am'a verilen "âyetler" geri alınmıştır.
Bel’am'ın İsrâiloğulları'ndan, Ken'ânîler'den veya Yemenli olduğu, ona verilen âyetlerden maksadın ise "ism-i a'zam", "suhuf" veya "kitap" olduğu da rivâyet edilmiştir. Hatta ona peygamberlik verildiği de söylenir. Ancak İslâm inancına göre kendisine peygamberlik verilen bir kişinin hak dini terketmesi mümkün olmadığından bu rivâyete itibar edilmemektedir.
Söz konusu âyetlerde kıssası anlatılan kişinin Bel'am bin Bâûrâ olduğuna dâir bir işaret yoktur. Burada hak ve hakikati gördükten sonra onu bırakıp şeytanın peşine düşenin kötü durumu ifade edilmektedir. Mutasavvıflar ise Bel'am bin Bâûrâ'yı, kibir ve dünyevî arzular sebebiyle sapıklığa düşenlerin bir örneği olarak takdim etmektedirler.
Bel’am; Bir “Devlet Âlimi” Prototipi
Bel’am’la ilgili olduğu değerlendirilmesi yapılan âyet meali şudur: “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâ/hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Eğer üstüne varsan, dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” (7/A’raf, 175-176)
Âyetlerde, Peygamber'den, geçmişte yaşanmış bir olayın kahramanını anlatması isteniyor. Olayın kahramanının adı geçmiyor. Onun yerine, tavır ve davranışı geçiyor. Kur'an'ın üslûbu budur. Nedeni de, dikkatler özel isimler, özel yerler, özel zamanlar ve toplumlar üzerinde değil de, tavırlar üzerinde yoğunlaşması içindir. Âyetin çizdiği hastalıklı tipin belirgin özellikleri şunlardır: Kendisine mûcize, vahiy, kitap, ya da birtakım olağanüstü ve herkeste olmayan yetenekler verilen bir ulu, önder ve âlim kişi, daha önce bu İlâhî ödülü hak eden bir davranış içerisinde olduğu halde sonradan bozuluyor. Kendisine verilen âyetlerle amel etmeyip onlara sırtını dönünce, şeytanın askeri oluyor. Vahiyden uzaklaştıkça azgınlaşıyor. Âyetleri ihtirasları uğruna kullanıyor.
Azgınlığının temel sebebi makam-mevkî, mal-mülk, şöhret-servet sevdâsı. O, dünyalığı Allah'a tercih edip Allah'ın verdiği âyetleri menfaat temininde kullanınca, Allah da ona verdiği âyetleri, o âyetlerle gelen tüm meziyet ve faziletleri alıyor. Adam şahsiyetini kaybederek, "köpek gibi", bir çanak yal uğruna her türlü zillete eyvallah eder hale geliyor. Kovsan da, sevsen de, dövsen de onun için fark etmiyor. Tabiatı köpekleştiğinden, kendisini tutanla kendisini iten arasındaki farkı göremeyip, her ikisine de dilini sarkıtıp soluyor. Âyette yapılan bu keskin tasvir, "İşte âyetlerimizi yalanlayanların hali budur" cümlesiyle tamamlanıyor. Peygamber'e de bu kıssayı anlatması emrediliyor ki, bu âyetlerin nâzil olduğu Mekke döneminin sonlarında tıpkı bu adam gibi bilgi ve hikmet sahibi olup da ilmini şeytana satan kimseler "belki düşünür, öğüt alırlar" diye...
Moab'lılar, "onlara bedduâ et" dediler. O dedi ki: "Benim elimde olmayan bir şeyi bana emrediyorsunuz." Onlar dediler: Eğer Rabb'in onlara bedduâ etmenden hoşlanmazsa daha önce olduğu gibi bundan seni alıkoyacaktır." Başladı İsrâiloğullarına bedduâya. Lâkin onlara bedduâ ederken dili sürçüp kendi halkına bedduâ ediyordu. Kendi halkının zaferi için duâ etmek istediği zaman da, dili sürçerek Allah'ın izniyle Mûsâ ve ordusunun muzaffer olması için duâ ediyordu. Toplumu: "Sen onlara değil, bize bedduâ ediyorsun" dediklerinde, "Benim dilim bundan başkasına dönmüyor. Kaldı ki onlara bedduâ etseydim bile kabul olunmayacaktı" diye yakındı. "Lâkin" dedi, "size bir yol göstereyim. Eğer yaparsanız onları yenersiniz. Allah zinâya çok gazaplanır. Eğer onlar zinâya düşürülebilirse, helâk olurlar. Allah'ın onları bu şekilde helâk etmesini umuyorum. Kadınlarınızı çıkarıp onların üzerine gönderin. Onlar yılları yollarda geçmiş seferî bir toplumdur; bu yüzden zinâya meyledip helâk olmaları daha kolaydır (Taberî, Câmiu'l Beyân, 6/123).
Bundan sonrası kolay oldu. İsrâiloğulları, peygamberlerini dinlemeyerek Moab'lı fahişelerle zinâya koştular. Moab'lı fahişelerin sunduğu putlara adanmış muhtemelen mikroplu etleri yedikleri için İsrâiloğulları içerisinde salgın bir hastalık çıkmış ve kitlesel ölümlere (Taberî'ye göre 70 bin) sebep olmuştu. Âyetteki "hevâsına uydu" ibâresini Kurtubî "mala çok düşkün olan hanımının müslüman İsrâiloğullarına bedduâ etmesi için yaptığı ısrarlı taleplere uymuştu" şeklinde açıklar.
Tüm bu bilgiler, 7/A'râf 175-176. âyetleri desteklemektedir. Âyette sözü edilen kimsenin Bel'am olduğuna hükmetmek, -diğer şahısların âyette belirtilen tüm özelliklere sahip olmadığı için- en uygun görünmektedir.
Kimlikten Karaktere Bel’am ve Bel’amlık
Bel'am tipi, tahrifin prototipidir. Kur'an, Tevrat, İncil ve İslâmî kaynaklarda yazılanlardan yola çıkacak olursak bu tipin temel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Bel'am ırkçı bir tiptir: Müslüman İsrâiloğullarına ve Mûsâ'ya karşı putperest Moab' lıları ve onların putçu yöneticisi Balak'ı sırf kendi kavmi ve ülkesi olduğu için destekledi. Hakka karşı, "bizden" gerekçesiyle bâtılın yanında yer aldı.
2- Dünyacı bir tiptir: Kendisine verilen İlâhî emânete ihânet ederek, şöhret, servet gibi geçici dünya nimetleri uğruna onları fedâ etti. Dinini satıp dünyasını aldı. Bir çanak yal uğruna, sahibinin onca itip kakmasına kuyruk sallayan köpek gibi, bir miktar dünyalık uğruna ilminin izzetini sattı.
3- İlmini zâlim/kâfir yöneticilerin hizmetine veren resmî ulemâ tipidir: Kendisine "yukardan" gelen emirleri, Allah'tan gelen emirlere karşı da olsa uygulayan, bu yüzden de âyette "tutsan da itsen de dilini sarkıtıp soluyan köpek" olarak tanımlanan yüzsüz ve onursuz, "evet efendim"ci bir tip. Şairin "Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten" mısraında ifâde ettiği gibi, sadâkati cinâyet derecesinde midesine bağlı bir tip.
4- İlkesiz bir tip: Ulusal birliği ve ülkenin bütünlüğünü korumak için, kendi kutsal değerlerini de hiçe sayarak, her yolu meşrû gördü. Bu cümleden, muhtemelen zührevî ve bulaşıcı hastalığa yakalanmış Moab’lı fâhişelerin İsrâiloğulları’yla zinâ yapması fikrini ortaya attı. Harp halinde dahi, yöneticileri, ilkeli, insan hak ve onuruna saygılı davranmaya dâvet edeceği yerde, önce o hak ve onuru kendisi çiğnedi. Kendisine verilen akıl âyetini, şeytanın hizmetinde kullandı.
Bu sayılan özellikler, kimde bulunursa, o kendi yaşadığı çağın ve toplumun Bel'am'ıdır. Kur'an, onun için yer, zaman ve şahıs ismi vermez. Çünkü bu tipler, her yerde ve her zamanda bulunabilir. Onları görünce tanımamız için özelliklerini sıralar.
Bel’am; Bir Din Tüccarı
Sahip bulunduğu ilim hazinelerine karşılık, “dünya” için “din”ini satan, âhiretini dünyaya değişen ve bu doğrultuda azgın yöneticiler ve tâğutlarla işbirliği yapan, onlara hizmet veren, dini ve bilimi âlet edip kullanarak insanları zâlimlerin buyruğuna ve boyunduruğuna sokan kimliği simgeleyen bir addır Bel’am.
Tâbiri câizse, Allah’ın peygamberine, Allah'ın dinine karşı, Allah adına mücâdele veren ve halk katındaki itibarını bahane ederek tevhid mücâdelesine karşı direnen bir azgın! Bir kısım müfessirler, bu âyetin, Ümeyye bin Ebi’s-Salt hakkında nâzil olduğunu beyan etmişlerdir. Bu kişinin de, Muhammed (s.a.s.)’e nübüvvet görevi verilmeden önce “hanif”lerden olduğu, Allah’ın kısa bir süre içerisinde peygamber göndereceğini söyleyip durduğu halde, gurura kapılıp ona iman etmediği bilinmektedir. Rivâyetlerdeki ortak yön, muayyen bir şahsı tariften çok, onun prototip karakterini ortaya koymasıdır. Nüzul sebebinin husûsî olması, hükmün umûmî olmasına engel değildir. Kıyâmete kadar Bel’am’ın vazifesini yapan “Bel’am” tipi, bu karakterin yapısı ortaya konulmaktadır. İnsanları “Allah adını kullanarak” aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için tevhid akidesini tahrip eden Bel’am’ın etkisi korkunçtur.
7/A'râf sûresindeki âyetleri dikkate alarak Bel'am'ın vasıflarını şöyle sıralamak mümkündür:
Bel'am, Allah'ın âyetlerini bilen bir âlimdir.
Bel'am, Bildiği Allah'ın âyetleriyle amel etmekten vazgeçip, bunların yerine şeytanın rehberliğine sığınan kimsedir.
Bel'am, Allah'ın rızâsı yerine, gazâbına müstahak olmuştur.
Bel'am, dünyevî menfaat için imanını ve ilmini satan bir din hâinidir.
Bel'am, Firavunî düzeni devirmeye çalışan muvahhidlere hırlayan bir köpektir.
Bel'am, Allah'a tâbi olmak yerine kendi hevâsına tâbi olmuştur.
Bel'am, Allah'ın yasalarını yalanlaması nedeniyle köpeğe benzetilmiştir.
Bel'am, sadece Firavun dönemine mahsus bir şahsiyet değildir. Aksine ümmet-i Muhammed içerisinde de ortaya çıkmış ve daha da çıkacak olan bir şahsiyettir.
Bel'am, ümmet-i Muhammed'e düşman, ümmet-i Muhammed de Bel'am'a düşmandır.
Bel'am, Muhammed (s.a.s.) tarafından kötülüğü beşeriyete bildirilen bir fitne ve fesad odağıdır.
Bu vasıflar kimde bulunursa o bir Bel'am'dır.
Bel'amlar çetesi, İslâm coğrafyasında küfrün iktidar olması ve iktidarının devam etmesinin en büyük destekçisidir. Bugün İslâm coğrafyasının siyasî iktidarı İslâm'ın elinde değildir. Devlete bağlı din serbest, dine bağlı devlet yasaktır. Dine bağlı devletin zarûretinden bahsedenler zindanlarda, devlete bağlı dini anlatanlar ise kürsülerdedir.
Kur'an, Bel'amları köpeğe benzetir. Köpek, ev sahibinin itikadî yapısına bakmadan sadece kendisine verilen kemikler karşılığında evi bekler ve eve girmek isteyen yabancılara/aileden sayılmayanlara karşı direnir.
Câhiliyye düzeni için Bel'amlar büyük bir silâhtır. Her ne zaman câhiliyye bir kanun uydurursa Bel'amlar bu kanunun İslâm dinine uygun olduğunu iddia ederek halkı itaate mecbur etmeye çalışırlar. Câhiliyye düzeninde tâğutlar kanun uydururlar; Bel'amlar ise bu uydurulan kanunları müslüman halka kabul ettirler. Tâğutlar emir verirler, Bel'amlar emre itaati sağlarlar. Câhiliyye düzeni için Bel'amlara duyulan ihtiyaç, düşman sahibi bir kişinin kapısını bekleyen bir yırtıcı köpeğe olan ihtiyaç gibidir. Yani, câhiliyye düzeninin ayakta kalması için, bu düzenlerde Bel'amların bulunması zarûridir.
İslâm coğrafyasında siyasî otoriteyi elinde bulunduran müşrik otoriteler, bu otoritelerini Bel'amlara borçludurlar. Bazen topun, tüfeğin yapamadığını Bel'amlar yapar. Çünkü Bel'am, Firavun'un siyasî ihtirasını ve Karun'un câhilî sermayesini; insanları Allah adına aldatarak koruyan mel'undur. Bel'am, bir anlamda bilimin mücessem put haline gelmesidir. Çünkü Bel'am, Mûsâ ile karşı karşıyadır. Allah'ın peygamberi ile, Allah adını kullanarak mücâdele etmekten çekinmemiştir. Bu işin mâhiyeti düşünülürse; hem Karun, hem Firavun, kitleler üzerindeki gücünü Bel'am'dan almıştır denebilir. Câhiliyye düzenine karşı savaşan muvahhidlerin önündeki en büyük engel, köpek sıfatlı Bel'amlardır. Bu gün tâğûtî düzeni devirmeye çalışan muvahhidlere "ehl-i fitne" sıfatını verenler Bel'amlardır. Halbuki tâğûtî düzenin kendisi bir fitnedir. Bu fitneyi muhâfaza etmeye çalışan Bel'am ise başlı başına bir pisliktir. Bu konuda bir tâğutun katili Muhammed bin Mesleme (r.a.) şöyle diyor: "Zâlim idarecilerin kapısındaki âlimlerden, pislik üzerindeki sinek daha güzeldir."
Hadislerde Bel’am Tipli Kötü Âlimler ve İlmin Sorumluluğu
"İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer." (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 224)
"Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır)."(İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254)
"Allah'ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duâdan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım." (Tirmizî, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711)
"İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinânın çoğalması kıyâmet alâmetlerindendir." (S. Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; S. Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-)
"Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek sûretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek sûretiyle giderecektir. Nihâyet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar, câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da bilgileri olmadığı halde fetvâ verecekler. Onlar bu sûretle hem kendileri sapıklığa düşerler, hem de halkı sapıtırlar." (Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-)
"Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyâmet gününde ateşten bir gem vurulacaktır."(İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651, 2787; Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658)
"Kıyâmet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: 'Ey filan, sen ma'rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?' derler. O da: 'Evet, ben ma'rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim' der."(Buhâri, Fiten, 17, hadis no: 46, Bed’u’l-Halk 10; Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 -2989-; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/205, 206, 207, 209)
"Allah'ın benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Bir kısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit toprağa isâbet eder ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. İşte Allah'ın dinini anlayıp da Allah'ın benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah'ın benimle gönderilen hidâyetini kabul etmeyen kimse böyledir."(S. Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; S. Müslim, Kitabu'l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-)
“İyiliği emir ve kötülüğü yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun her sözü aleyhinedir.” (İbn Mâce, Fiten 12)
“Cihâdın en faziletlisi, zâlim idarecinin karşısında doğru ve adâletli sözü, hakkı haykırmaktır.”(Ebû Dâvud; Melâhim 17; Tirmizî, Bey'at 37)
Peygamber (s.a.s.) ayağını bineceği hayvanın üzengisine koymuş vaziyette iken bir adam: "Hangi cihadın sevabı daha çoktur? diye sordu. Peygamberimiz: "Zâlim idârecinin karşısında doğru ve adâletli sözü haykırmaktır" buyurdular. (Nesâî, Bey'at 37)
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak onları koruyanlarla yasaklarını hiçe sayarak hudûdu çiğneyenlerin durumu aynen şöyledir: Bir gemideki yerlerini almak üzere bir toplum aralarında kur’a çektiler. Bunlardan bir kısmı geminin alt katına bir kısmı da üst katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar hissemize düşen alt kattan bir delik açsak da, üst katımızda oturanlara su almak için eziyet etmemiş olsak, dediler. Eğer üstte oturanlar bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer buna engel olurlarsa hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.”(Buhârî, Şirket 6)
Kendisine: "Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde iyiler de olduğu halde felâkete uğrar mıyız?" denildi. Rasûlullah (s.a.s.) de şöyle cevap verdi: “Kötülükler ve fenâlıklar çoğaldığı vakit evet.” (Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten 1)
“Canımı gücü ve elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.”(Tirmizi, Fiten 9)
“İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka birine rastlar ve: 'Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir' derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah, onların kalplerini birbirine benzetti.”Sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: "Allah’tan gelen gerçekleri örtbas etmeye şartlanmış olan şu İsrâiloğulları Dâvud ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve hak, adâlet sınırlarını aşmalarındandır. Onlar birbirlerini işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi ve şimdi onlardan birçoğunun Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlerle dost olduklarını görebilirsin. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kadar kötüdür ki Allah onlara gazap etmiştir, onlar azapta ebedî kalacaklardır. Eğer onlar Allah’a ve kendilerine gönderilen peygambere ve ona indirilen her şeye gerçekten inansalardı bu; Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenleri dost edinmezlerdi. Ama onların çoğu İlâhî sınırları aşan kimselerdir."(5/Mâide, 78-81). Bu âyeti okuduktan sonra Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülüklerden sakındırır, zâlimin elini tutup zulmünden el çektirir, hakka döndürüp hak üzerinde tutarsınız, ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir de İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvud, Melâhim 17)
Tirmizî’nin rivâyeti ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa da onlar izledikleri günahlara devam ettiler. Bu sefer âlimleri de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalblerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle idi.”Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve: “Hayır, canımı gücü ve elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir.”(Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Mâide 6)
Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) şöyle demiştir: "Ey insanlar şüphesiz siz şu âyeti okuyor (fakat, yanlış anlıyor)sunuz: “Ey iman edenler! Siz yalnız kendinizden sorumlusunuz. Eğer siz doğru yolda iseniz sapıklığa düşenler size hiçbir zarar vermezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır ve o zaman Allah size hayatta yapmış oluğunuz şeyleri bildirecektir.” (5/Mâide, 105). Zira ben Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyururken işittim: “Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa Allah’ın bütün insanları gazâba uğratması pek yakındır.” (Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 
“Kıyâmet gününde azâbı insanlar arasında en çetin olacak kimse Yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.” (İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185)
“Cenâb-ı Hakk’ın benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri (kendi sünnetine uyan ve emrine sarılan samimi ve seçkin çevresi) vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine ittibâ eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emr olunmadıklarını işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücâhede ederse mü’mindir, kim diliyle mücâhede ederse mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.” (Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461)
“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tâyin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona râzı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz.” (Sahâbîler) dediler ki: ‘O idarecilerle savaşmayalım mı?’ Buyurdu ki: “Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” (Müslim, İmâre 63)
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete/sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.”(Müslim, İlim 16; Tirmizî, İlm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6)
“İslâm'da iyi bir çığır açan kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiç bir şey eksilmez. Her kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahı da yükletilir. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.”(Müslim, Zekât 69)
“Mü’min dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü, kaba ve çirkin söz söyleyen değildir.” (Tirmizî, Birr 48, hadis no: 1978)
“Bir kimse, başka bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” (Buhârî, Edeb 44)
“Bir mü’mine şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” (Riyâzu’s-Sâlihîn, III/156)
"Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah'ın azâbının gölgesi altındadır." (Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326)
"Cehennemde, cehennem ehlinin kokusundan bîzâr/şikâyetçi oldukları bir adam vardır." Denildi ki: "O kimdir ey Allah'ın Rasûlü?" Peygamber (s.a.s.) de: "İlminden kendisi istifâde etmeyen âlimdir" buyurdu. (Tefsir-i Kebir, II/482)
"Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir." (Tefsir-i Kebir, II/482)
“Muhakkak ki Allah sığır cinsinin otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi sözü ağzında evirip, çevirerek lugat parçalayan kimselere buğzeder.” (Ebû Dâvud, Edeb 94; Tirmizî, Edeb 72)
“İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyâmet gününde bana en yakın olacak olanlar güzel ahlâk sahibi olanlarınızdır. Güzel konuşuyor dedirtmek için uzun uzun ve edebiyat yaparak konuşanlar, sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenler, bilgiçlik taslayarak lügat parçalayanlar ise hiç sevmediğim ve kıyâmet günü bana en uzak olan kimselerdir.”(Tirmizi, Birr 71)
"Şâyet Nebînizin Sünnetini terkederseniz sapıtırsınız." (İbn Mâce, Mesâcid 14)
"Benim Sünnetimle amel etmeyen, benden değildir." (Buhârî, Nikâh I ; Müslim, Nikâh 5)
"Kur'an- Kerim'i okuyun, onu (dünya menfaatlerine vesile kılmak sûretiyle) yemeyin!" (Ahmed bin Hanbel, Müsned; Heysemî, M. Zevâid, VI/168)
"Kur'an okuyun, onunla amel edin, On(u okumak)dan asla uzaklaşmayın, onun hakkında haddi aşmayın; onun karşılığında ücret alıp yemeyin, onunla dünya menfaati artırmayı talep etmeyin." (Ahmed bin Hanbel, Müsned II/428; Heysemî, VI/167); Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü'l-Kaarî, XII/95; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/46)
Übeyy bin Kâ'b: "Bir adama Kur'ân-ı Kerim öğrettiydim de, bana bir yay hediye etmişti. Durumu Rasûlullah'a söylediğimde: "Onu alırsan, ateşten bir yay almış olursun demektir" buyurdular, ben de sahibine geri verdim. (İbn Mâce, II/157;)
Ubâde bin Sâmit: Ehl-i Suffe'den bir çok kimselere Kur'an öğrettim. Bu öğrencilerimden birisi bana ok atılan bir yay hediye etti. -Kendi kendime- 'Bu bir mal/para değildir. Özellikle bununla ben savaşlarda Allah yolunda ok atacağım' dedim. Bununla beraber, Nebî (s.a.s.)'e bu olayı arz ettim. Rasül-i Ekrem cevaben şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ'nın Kıyâmet gününde boynuna ateşten bir halka takmasını arzu edersen kabul et!" (Ebû Dâvud;)
"Kim Kur'an öğretmesi karşılığında bir kavs/yay alırsa, Allah ona ateşten bir yay kılâde yapıp boynuna takar." (Dârimî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48) (Bu hadislerin çoğunda Suffe talebelerinin, öğretmenlerine hep kavs, ok yayı hediye ettikleri zikredilmiştir. 'Bunların hediye edecek başka şeyleri yok mu idi? Bunların hepsi de ok, yay sahibi mi idi?' Evet, başka şeyleri yoktu. Bunların tümü, fakir ve ihtiyaç sahibi kimselerdi. Ayrıca, bunların hepsi mücâhid idi. Hepsinin de mâlik olduğu dünya malı okla yaydan ibaret idi. Ekserisi bâdiye (çöl) halkından idi. En güzel yay bunlarda bulunurdu. Birbirini görerek hocalarına yay hediye etmek istedikleri anlaşılıyor. Buhâri,)
"Kim Kur'an okuyup Kur'an'ı insanların malını yemeye vesile edinirse, Kıyâmet gününde yüzü etten soyulmuş bir kemikten ibaret olarak Arasat meydanına gelir." (Beyhakî; S. Buhari,)
"Kur'an okuyan, onunla Allah'tan istesin. Zira birtakım insanlar gelecek, Kur'an'ı okuyacaklar ve onunla insanlardan menfaat temin edeceklerdir." (Tirmizî, hadis no: 2917; S. Buhari,;)
İmam Buhârî, Sahih-i Buhârî'nin "Fedâilu'l-Kur'an" bölümünde "Kur'ân'ı; gösteriş, yeme ve övünme için okuyanlar" diye bir başlık açmış ve ilk olarak şu hadis-i şerifi almıştır: "Dünyanın sonunda birtakım insanlar gelecek ki, onlar basit akıllıdırlar. Allah'ın kelâmını okurlar, ama okun yaydan çıktığı gibi İslâm'dan çıkarlar. İmanları gırtlaklarından öteye geçmez; onları bulduğunuz yerde öldürün. Çünkü onları öldürmek, Kıyâmet gününde ecir olacaktır." (Buhâri, Tecrid-i Sarih, IX/301; XI/248). Buhârî'yi şerheden âlimlerden Kirmânî, bu hadisle ilgili şu açıklamayı yapar: "Bu hadisin, konulan başlığın ikinci kısmıyla, yani Kur'an'ı yeme vesilesi yapmakla ilişkisi şudur: Kur'an okuma, Allah için olmazsa, elbette ya gösteriş, ya yeme vesilesi, ya da benzeri bir şey için olacaktır." (Kirmânî, Şerhu'l-Buhârî XIX/49; Kastalânî, İrşâdü's-Sârî, VII/388)
"Kim Allah'ın rızâsı için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sadece bir dünya metâı/malı elde etmek için öğrenirse, kıyâmet gününde Cennetin kokusunu duyamaz." (Ebû Dâvud, İlim 12, hadis no: 3664; İbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned, III/338)
"Kim Allah (c.c.) rızâsından başka bir şey için ilim öğrenirse, veya ilimle Allah rızâsın-dan başka bir şeyi murâd ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın." (Tirmizî, hadis no: 2793; İbn Mâce, hadis no: 258)
"İlim adamlarıyla boy ölçüşmek veya bilgisiz kimselerle tartışmak ya da halkın yüzünü kendine döndürmek amacıyla ilim edinen kimseyi Allah (c.c.) Cehenneme sokacaktır." (İbn Mâce, hadis no: 259, 260; Tirmizî, hadis no: 2793)
"Kapkaranlık gece parçaları gelmeden (fitnelerin karanlığında, nur/ışık temini için) amellere sür'atle koşun ki, o devirde insan sabah mü'min olduğu halde akşama kâfir olarak ulaşır. Mü'min olarak gecelediği halde kâfir olarak sabaha çıkar. Ve o günün adamları dinini, dünyadan az bir şeye karşılık satarlar." (Müslim, Tirmizi, Ahmed bin Hanbel;)
"Sizin içinizde öyle zümreler türeyecektir ki, siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, onların oruçları yanında kendi oruçlarınızı, onların amelleri/iyi işleri yanında kendi sâlih amellerinizi küçük göreceksiniz. Onlar Kur'an da okuyacaklar. Fakat Kur'ân(ın feyzi) onların hançerelerinden (boğazlarından) öteye geçmeyecek. Onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar..." (Buhâri, hadis no: 1783)
"Birtakım dâîler, yani çığırtkan hatipler türeyecek, onlar bizim dilimizle (bizim aziz duygularımıza seslenerek) konuşurlar (Halbuki gönüllerinde hayırdan eser yoktur). Bizim dinî kaidelerimizle, bizim dînî hislerimize hitab edecekler ve ümmeti Cehenneme ve felâkete dâvet edecekler!" (Buhâri,)
Peygamber (s.a.s.) ashâbından iki kişi bir gün bir mescide geldiler. İmam namazdan selâm verince, cemaatten biri, bir miktar Kur'an okudu; sonra da yardım istedi. Olaydan müteessir olan sahâbîlerden biri: 'Hepimiz Allah içiniz, O'na âidiz ve O'na döneceğiz. Peygamber Efendimiz'i şöyle derken işitmiştim: "Pek yakın bir gelecekte bir grup insan türeyecek, bunlar Kur'an'ı âlet edip dilenecekler. Bu işi kimin yaptığını görürseniz, sakın ona bir şey vereyim demeyiniz."
"Kur'ân'ı Arap lâhnı ve üslûbu ile okuyun. Fâsıkların, yahûdi ve hıristiyanların lâhnı ve tavrı ile onu okumaktan sakının. Benden sonra bir kavim gelecek; onlar Kur'an'ı şarkıcıların, râhibelerin ve yas tutan kadınların üslûbu ile okurlar. Ama, okudukları hançerelerinden (boğazlarından) öteye geçmez. Onların da, bu okuyuşlarından hoşlananların da kalpleri fitne ile dolmuştur." (Beyhakî, Şuabu'l-İman, I/429; Süyûtî, Câmiu's-Sağîr, I/43)
"Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır." (Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360;)
"Ben bir müşrikten yardım almam!" (Müslim, hadis no: 151)
"Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." (Nesâi, Kitab: 48, bab 52)
“İsrâ’ya götürüldüğüm (Mi'râca çıkarıldığım) gece, dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. ‘Bunlar kimlerdir ey Cebrâil’ dedim. Bana şu cevabı verdi: ‘Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emrettikleri ve Kitab’ı okudukları halde bizzat kendilerini unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?” (Ahmed bin Hanbel, III/120, 231, 239)
"Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah'ın azâbının gölgesi altındadır." (Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326)
Peygamberimiz'e "ilim nedir?" diye sorulunca, "amelin kılavuzudur" buyurdu.
Ebû Hüreyre'nin, şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Eğer Allah'ın Kitabındaki şu iki âyet olmasaydı, size hiç bir hadis rivâyet etmezdim" Ebû Hüreyre, ilmi gizlemeyle ilgili yukarıdaki iki âyeti (Bakara, 159 ve 160. âyeti) okumuştur (Buhâri,)
Hasan Basri: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece sözlerinle değil.” (Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 273). Yine Hasan Basri'nin diğer bir nasihati: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.” (Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360)
Ebû ’l Velid Ubâde İbn-i Sâmit (r.a.) şöyle demiştir: "Biz zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda söz dinlemeye ve boyun eğmeye ve başkalarının bize tercih edildiği zamanlarda bile ses çıkarmaksızın itaat etmeye, elimizde bulunan kesin delillere göre açık küfür sayılan bir şey görmedikçe iş başındakilerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım kimseden çekinmeksizin hakkı söylemeye Allah yolunda ve Allah’ın rızâsı için hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacağımıza dair Rasûlullah (s.a.s.)’in siyasî otoritesini kabul edip bey'at ederek elini sıktık." (Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İman 41)
Âişe (r. anhâ) şöyle demiştir: "Rasûlüllah (s.a.s.) iki şeyden birini yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman günah olmadığı sürece mutlaka en kolay olanını tercih ederdi. Yapılacak iş günah ise ondan daima en uzak kalan kendisi olurdu. Allah’ın yasakladığını çiğnemediği sürece şahsı adına hiç bir şeyden intikam almamış; Allah’ın yasağı çiğnenmiş ise onun cezasını mutlaka Allah için vermiştir." (Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 77)
İlim ve İslâm
Kur'an'a göre yaratılış amacı, Allah'a kulluktur. Allah'a kulluk, bir tavrı ve bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine, bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en sonunda da irâdî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında sosyal psikoloji açısından üç temel ögeye ihtiyaç vardır: 1- Bilişsel (zihinsel) öge, 2- Duygusal öge, 3- Davranışsal öge. Kur'an eğitiminin boyutları da bu üç temel ögeden oluşmaktadır: Bilgi boyutu, duygu boyutu ve amel (icrâ) boyutu. Buna zihnî, kalbî ve amelî boyut da diyebiliriz. Bu üç öge, ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü; ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı, ama birbirleriyle dengeli biçimde beslemek, güçlendirmek gerekir. Bilgisiz, duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm'da ne kadar hoş karşılanmazsa; bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar hüsn-i kabul görür. Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür. İlim olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete alternatif olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa perişan olurlar ve onlar adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebali ise çok ağırdır.
Kendisinden önceki dönemin adını "câhiliyye dönemi" olarak açıklayan İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini emretmiştir.
İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen tutum ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir: "Câhilin sofusu, şeytanın maskarasıdır." "Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder."
İlmin, sıradan bir algılama olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi, hazmedilip özümsenmesi gerekir. Aynen maddî gıdaların hazm edildiği gibi, zihnî gıdaların da varsa posalarının atılması, fıtrata ve bünyeye uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Hazmedilen bir tavuk eti, artık tavuk eti olmaktan çıkıp bünyeye yararlı hale gelmektedir. Arı, her çiçekten bal özü alır ama o hazmedilmiş, artık çiçek olmaktan çıkmış, kendine has bir bal olmuştur.
Elbette Ebû Cehil, zır câhil değildi, toplumda sözü geçerli olan, devleti ve orduyu yönetecek bilgilere sahipti. Ama İslâm, onun bildiği doğru kırıntıları ile mutlak doğru arasında bağlantı kuramadığı için, ve esas bilinmesi gerekeni bilemediğinden, bildiklerinin ilim olmadığı hükmünü vurarak, ona "câhillerin atası" "atacâhil = câhil baba" ismini verdi. Kur'an, dünya hayatının sadece zahirî bilgilerine sahip olanlar için şöyle buyuruyor: "Onlar, dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizdirler." (30/Rûm, 7)
İlim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki ilim bir nurdur, Allah'ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah'ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvâsız olmaz ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur'anın buyurdu gibi "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar." (35/Fâtır, 28) Mâlûmat sahipleri ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki "kitap yüklü eşekler"dir.
İslâm, okumaya ve ilim elde etmeye büyük önem vermiştir. Peygamber (s.a.s.)'e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden bahsedilir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alakadan yarattı. Oku! İnsana kalemle yazı yazmayı öğretip ona bilmediklerini öğreten Rabbin sonsuz lütuf sahibidir." (96/Alak, 1-5)
Bakara suresi 30. âyette belirtildiği gibi, ilk insan, yaratılıp meleklere arz edilince Allah tarafından kendisine isimler öğretilmiştir. Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir.
İslâm kadar ilme önem veren başka bir din ve sistem yoktur. Her kötülüğün, hatta küfür ve şirkin baş sebebi, bilgisizlik ve cehâlettir. Küfrün ne demek olduğunu ve hangi kötülüklere yol açtığını bilen bir kimse kâfir olmaz. Şirkin ne olduğunu bilen, başka bir şeyi Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına kulluk yapmaz. Bunun içindir ki Kur'an, ilimsizlikten şiddetle sakındırır: "Sakın ha câhillerden olma!" (6/En'âm, 35) "Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar." (35/Fâtır, 28) Kur'an'da ilim övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça belirtilmiştir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (39/Zümer, 9) İslâm; ilmin, âlimin ve ilimle uğraşanların değerini yükseltmiştir. "Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir." (58/Mücâdele, 15)
İslâm’da Âlim
İlim sahibi, bilen, bilgin, bilgili, belli düzeyde bir bilgi birikimine sahip olan kimse. Âlim kelimesi Arapça'daki "bilmek" anlamında olan "Alime" kökünden türetilmiştir.
İslâm'da âlim; Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerîm başta olmak üzere Rasûlullah'ın hadîslerini ve bütün sünnetini bilen, diğer İslâmî ilimlerden gerektiği şekilde haberdar olup ileri seviyede bir bilgi birikimine ulaşmış kimseye denir. Bu kâbiliyetli kimseler temel İslâmî bilgileri aldıktan sonra, belli bir ilim dalında daha çok ilerleyip özel bir ihtisas alanına sahip olurlar. Âlim; bilgisi artıp ilerledikçe görüş açısı genişleyen ve bilgisi ile ihtisası dışındaki alanlarda hüküm vermekten çekinen, bildiklerinin doğruluğunu sürekli olarak araştıran kimsedir.
İslâm toplumunda âlimin en önemli görevlerinden biri 'emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker'dir. Âlimin toplumda Allah'ın emir ve yasaklarının tam anlamıyla uygulanıp uygulanmadığını, yöneticilerin Allah'ın hükümlerini uygulamada titiz davranıp davranmadıklarını kontrol edip bu hususta yöneticileri uyarması gerektiği gibi; bu konuda halkın da dikkatini çekmesi gerekir. Âlim, ümmetin ileri gelen şahsiyeti demektir. Âlim, her hususta İslâm'ın izzetini koruyan, İslâm'ın hâkimiyeti için gayret sarfeden, Allah'ın ahkâmını uygulama hususunda ihmalkâr davranan yöneticileri her zaman hak yola çekmeye çalışan kimse demektir. Âlim; yöneticiler zulüm ve adâletsizliğe sapınca onlardan ayrılan ve onlara karşı İslâmî bir tavır takınan kimsedir. İslâm âliminin, Allah'ın emirlerini çiğneyen yöneticilere yaltaklık eden İsrailoğulları âlimlerinden ayrı bir özellik taşıması, İslâmî izzetin gereğidir. Bu tavır İslâm âliminin takınması gereken bir tavırdır. Ebû Hanîfe, imam Ahmed İbn Hanbel gibi vb. âlimlerin tavrı ve hassasiyeti bu idi.
İslâm âlimi hevâ ve hevesine uymayıp kendi arzuları istikametinde dîne ilâvelerde bulunan kimse değildir. İslâm bu çerçevedeki âlime büyük değer vermiştir. İslâm, âlimin izzet ve haysiyetini korumuş ve ona gereken mevkîi vermiştir. "...Allah'ın kulları arasında ondan en çok korkan âlimlerdir." (35/Fâtır, 28). "Bilmiyorsanız ilim erbâbına sorunuz." (16/Nahl, 43). Âyetleriyle, Kur'an'ın âlimler hakkındaki hükmü en açık bir şekilde belirtilmiştir.
Peygamber (s.a.s.), âlimleri birçok hadislerinde övmüştür. En çok övdüğü âlimler ise ilimleriyle amel edenler olmuştur (Dârimî, Mukaddime 27). İnsanları ilimleriyle irşâd edip, onlara ilmini duyuran kimseyi Allah toplum içinde sözü dinlenir kimse kılar. (Ahmed bin Hanbel, II/162, 223-224). Buna karşılık ilmiyle dünyaya talip olan âlimler de yine Rasûlullah tarafından yerilmiştir. (Tirmizî, İlim 6). Müslüman daima Peygamber'in duâ buyurduğu gibi, Allah'tan dünya ve âhiretine yararlı bir ilim ister (Müslim, Zikir 73; Ebû Dâvud, Vitir 32; İbn Mâce, Mukaddime 23). “İnsanların en hayırlıları âlimlerin en hayırlılarıdır.” (Dârimî, Mukaddime 34, 55)
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir" (Buhârî, İlim 10; Ebû Dâvud, İlim 1; İbn Mâce, Mukaddime 17) buyuran Rasûlullah âlimlerin toplumu yönlendirme hususunda peygamberlere vekil ve halef olduklarını beyan etmiştir.
İbn Mes'ud'dan rivâyet edilen bir hadiste, "Allah'u Teâlâ kıyâmet gününde âlimleri toplayarak buyuracak ki: 'Ben size sırf hayır murad ettim. Bunun için de kalblerinize hikmeti koydum. Haydi girin Cennetime. İşlediğiniz kusurlarınızı mağfiret ettim." buyrulur.
Ebü'd-Derda'dan rivâyet edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) âlimleri şu şekilde övmüş ve müjdelemiştir: "Her kim bu ilim yoluna girer ve ondan bir ilim talep ederse; Allah onu Cennet yollarından bir yola koyar ve ilim isteyene melekler kanatlarını gererler. Bunu o âlimin uğraşısından hoşlandıkları için yaparlar. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar. Onlar yalnız ilmi miras bıraktılar. Şu halde onu alan çok büyük bir nasip almış olur." (Buhârî, İlim 10; Müslim, Zikir 37; Ebû Dâvud, İlim 1; Tirmizî, ilim 19; İbn Mâce, Mukaddime 17)
İlmî bir seviyeye sahip olan âlime, Allah katındaki değerinden dolayı itaat, Allah'ın emrine itaattir. Hak yolda ve hayra götüren bir hususta âlimin yaptığı tavsiyeye uymak müminler için farzdır. Bu farziyet ancak âlim, Allah'ın razı olduğu bir hususu tavsiye ederse söz konusudur. Allah'ın razı olmadığı ve Allah'ın emretmediği, dinde olmayan bir bid'atı tavsiye eden âlimin tavsiyesine uyulmaz. Böyle bir bid'ate çağrıldığında reddetmek ise mümin için farzdır. İslâm'da olmayan bir hususu dine sokmak ve kendinden bir hüküm koymak Rububiyyet iddiasında bulunmak demektir. Allah'ın emir ve yasakları dışına çıkıp İslâm dışı tâğutî nizamlara yapışmak nasıl küfür ise, âlimlerin hevâ ve heveslerine uyarak koydukları hüküm ve gösterdikleri gayri İslâmî yol ve ibâdetlere yönelmek ve bu ibâdetleri dinden kabul etmek de küfürdür.
Bu duruma göre İslâm âlimi, toplumu yönlendiren ve Allah'ın hükümlerinin uygulanmasında titizlik gösteren bir rehberdir. Âlimler ilimlerinin gereği olarak toplum içindeki görev ve fonksiyonlarını daima hatırlamak zorundadırlar. Ümmetler, âlimlerinin doğru yolu izledikleri ve doğru yolda oldukları müddetçe ayakta kalırlar. Bunun için Peygamber (s.a.s.) "Ali'min ölümü İslâm'da açılan bir gediktir" (Dârimî, Mukaddime 32) buyurmuşlardır.(5)
Günümüz ve İlim Kavramının Tahrifi
Müslümanın çok şeyinin gasb edildiği gibi kavramları da Kur’anî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin istediği şekilde tahrif edilip değişik ve çarpık muhteva ile Kur’an’dan uzaklaştırılan insanlara sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak kadar çok. Din kavramından şehidlik kavramına, adâlet ve zulüm anlayışından İslâm, Kur’an ve sünnet anlayışına kadar yüzlerce kavramın başına gelen budur. Kâfirler müslümanları daha çok kendi silâhları ile vurmaktadır; Müslümanların sahip çıkmadıkları, kullanmasını bilmedikleri, yanlış kullandıkları silâhlarıyla. İlim de bundan yeterli payını almış garip, mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi kavramlarımızdan.
İlim ve bilgi, birçok resmî gün ve haftalarda mevsimlik programlarda ele alınıyor. Hem de dinî bir edâ ile; fakat dine uymayan bir görüş ya da ideal için tema ve malzeme olarak kullanılıyor. İşin tuhaflığına bakın ki, temeli dine dayalı bir kavram ile, dinî olmaması için gayret edilen, üstelik dine bağlanması uygulanan yasalar ile suç olan bir meselenin desteklenmesine, halka empoze edilmesine çalışılıyor.
Bilim denilen şey, şu haliyle müslümanların felâhına ve yeryüzünde etkinlik kazanmasına sebep olmamakta, bilim şu vaziyetiyle insanlığı sinsice tehdit etmekte, hidâyetin yolunu tıkamaktadır. İlim ki, aslında Yüce Allah’ın yeryüzüne ilettiği haberden, yani vahyden ve Peygamber’in öğretilerinden ibarettir; şimdilerde Peygamber’in getirdiği İslâm’ı başka türlü göstermek için kullanılmaktadır. İlim ki, Allah’ın mahlûkatı olan kâinatın incelenmesinden ve Allah'a giden yola sarılmaktan ibarettir; şimdilerde evrenlerin Rabbinden uzaklaştırmak için en etkin ve geçerli bir güç olarak yürütülmektedir.
İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması ilmin olmazsa olmazıdır. Müslüman için önemli olan ilerleyişin İslâm’a doğru ve O’nun için olmasıdır. Temel çaba, ilmi bir yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp Kur’an’ın gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmektir.
Meselâ, "İlim istemek, ilim tahsil etmek, kadın erkek her müslümana farzdır." Hadis-i şerifini ve "İslâm'ın ilk emri oku emridir" düsturunu dillerine sakız edenleri bu hale örnek gösterebiliriz. Evet, ilim tahsili herkese farzdır ama, hangi ilim, hangi şartlarla ve ne maksatla?.. İşte bunu bir türlü belirtmiyorlar kavram istismarcıları. Okumak tavsiyesini de bir zamanlar moda olan okuma seferberliği girişimlerine halkı teşvik sadedinde delil getirenler, samimiyetsizliğin ve çifte standartın en âdi örneğini sergiliyorlar. Bu hal, aynen bir ağacın kökünü inkâr edip dallarını kabullenmeye benzer. İslâmiyeti bütünüyle ve cemiyet plânında inkâr ettikten sonra onun bazı ilke ve kavramlarını kendi gayelerinin gerçekleştirilmesi yönünde kullananların tutumu hangi mantık ve samimiyetle bağdaştırılabilir?
İlim, İslâmiyet’tir
Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur'an terimidir. Bu terim ilk defa Allah'ın kelâmında ve Rasûlü'nün lisanında kullanılmıştır. Bu kelimenin başka hiçbir dilde aslî manada karşılığı yoktur. Bu bakımdan Yüce Allah'ın, Peygamberi ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde "ilim" diye bir kavram da olmazdı. Ve ilim haysiyetine sahip bir de bulunmazdı. Belki olsa olsa beşerî ve câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar da derde deva bir şey sayılmazdı.
İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur'ân-ı Kerim'de 854 yerde geçmektedir; hem de bunun zıddı olan "cehil" ve eş anlamlıları hâriç tutulmak üzere. Âlemlerin Rabbi'nin insanlığa bildirisi olmasaydı, bu âlemde "bilinecek" ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı gibi, ilim kavramı da olmayacaktı. Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında olduğu bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren, kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden bir ilme sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür toplumlarının sergilediği hal gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı ilimleri yoktur.
Allah'ın ve Rasûlü'nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı bir şekilde konusu ve gayesi ile tespit edilebilir. Konusu itibariyle müslümana mahsu ilmi tanımak için Saadet asrına bakmamız en uygundur. Bu gözle incelendiğinde hemen kolayca anlaşılır ki, Kur'an'ın ve Peygamber buyruklarının insanlara tebliğ edildiği ilk dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah Rasûlü'nün söylediği ve yaptıklarında başka ilme konu olacak hiçbir malzeme mevcut değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile beraber "hadis" dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının, insanların kalbine ve zihnine nakşedilmesinnden ibaretti.
Sahabe-i Kiramın bir kısmı Kur'an âyetlerini yazarak, çoğu da bunları ve Rasûlullah'ın söylediklerini ezberleyerek, bir yandan da aralarında müzakere ederek "ilm"i koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı. Daha da önemlisi, bu öğrendiklerini "yaşıyor", eski bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine göre vaziyet alıyorlardı. Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında ve tavırlarında bir değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen Allah'ın kelâmı, Rasûlü'nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen ve emredilen de bundan başkası değildi. İlk emir "oku!" emri, vahy kitabı Kur'an dışında başka bir kitaba mı işaret ediyordu? Rasûlullah ve sahabe "oku!" emrinden neyin okunmasını anlıyordu?
Rasûlullah'ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor ki, ilme konu olan, birinci planda Allah'ın Kitabı ile Rasûlü'nün sünneti idi. Kadın-erkek her müslümana farz olan ilmin de öncelikle bundan başkası olduğu söylenemez. Bu bakımdan, özellikle müslümanlar için ilim söz konusu olduğu ve İslâmî bir ilke olarak ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman, ilim lafzının kapsamı olarak: Allah'ın kelâmını, Rasûlü'nün sözlerini ve tavırlarını bilmeliyiz. Bu iki esasın özünü ve ruhunu, manasını ve mesajını aksettiren her nevi kitap ve yazılı ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir yazılı eser, ancak bu ölçüye göre ve sadece bu şartla müslümanın ilmine esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün kitaplar, tek bir Kitab'ı daha iyi anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.
İlim, maldan çok daha hayırlıdır. Onun için ilim, kendinden daha düşük bir şeye âlet ve köle yapılmamalı; ilmi basit dünya menfaati uğrunda kullanmamalı, ilmi ve ilim sahibini harcamamalıdır. İlmin kapısı Ali, şu tavsiyelerde bulunur: "Sana söyleyeceklerimi iyi belle. İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur; malı ise sen korursun. İlim amel edildikçe ve başkalarına verildikçe artar; mal ise harcandıkça eksilir. İlim âlime hayatında itibar kazandırır, ölümden sonra da hayırla anılmasına vesile olur; malın sağladığı yalancı itibar malla birlikte tümden kaybolur. Nice zenginler vardır ki hayatta iken ölüdürler; Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar."
İlim, Ancak Amel Etmek İçin Öğrenilmelidir
İslâm'da ilim, Allah'ın rızâsını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamberimiz, şöyle duâlar ederdi: "Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır." (Tirmizî, Deavât 128) "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım!" (Tirmizî, Deavât 68) "Allah'ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duâdan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım." (Tirmizî, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce)
Hadis-i şerifte geçen faydasız ilimden şunlar anlaşılır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu temizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip etmediği câiz görmediği (sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.
Hakkı Ketm Etmek (Gizlemek)
"Bildiğiniz halde, bile bile hakkı ketm etmeyin (gizlemeyin)." (2/Bakara, 42); "Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?" (3/Âl-i İmran, 71); "Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır." (2/Bakara, 174); "Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!" (3/Âl-i İmran, 187)
Muaz bin Cebel ve bazı sahâbiler, yahûdi bilginlerinden bir gruba Tevrat'taki bazı hükümleri sordular. Yahûdiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu: "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tevbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve çokça merhamet edenim." (2/Bakara, 159-160)
Âyet-i Kerime'nin hükmü yalnız yahûdilere değil; Allah'ın âyetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı genel anlam ifade eder. Âyet, Allah'ın dininden olup da yayılmasına ve duyurulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi ve hükmü gizleyen herkesi içine alır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyâmet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." (Ebû Dâvud, 3658; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651;). Sahabiler de bu âyeti aynı şekilde herkese şâmil olarak anlamıştır.
Ebû Hüreyre'nin, şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Eğer Allah'ın Kitabındaki şu iki âyet olmasaydı, size hiç bir hadis rivâyet etmezdim" Ebû Hüreyre, ilmi gizlemeyle ilgili yukarıdaki iki âyeti (Bakara, 159 ve 160. âyeti) okumuştur (Buhâri,). Müteahhirûn/sonraki âlimlerden bazıları hâriç, âlimlerin çoğu, ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki âyete dayanarak, Kur'an okuma karşılığında para almanın câiz olmadığını söylemişlerdi. Onlara göre âyet, hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse, edâsı kendisine gerekli olan bir amel için ücret alamaz. Namaz kıldığı için ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü namaz, Allah'a yaklaşmak için yapılan bir ibâdettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında alınacak ücret câiz olmaz. "Hakikat güneşini örten bulutların en kesifi menfaattir."
İlmi yaymak ibâdet olduğu gibi, onu ketmetmek de cinâyettir. Zira Rasûlullah "din husûsunda benden duyduğunuzu tek bir âyet de olsa tebliğ ediniz" buyurmuştur."
İlmini ketmeden, câhil menzilesindedir. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. "En fazletli cihad, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir." (Nesâî, Bey’at 37). Bazen hakkı söylemekten dolayı başımıza belânın gelmesi, söylememekten dolayı öteki dünyada gelecek belânın yanında hiç kalır. İbrâhim'in iki ateşten en ehvenini seçmesi, seçtiği o ateşin de acı vermekten çıkması gibi, ne tatlıdır hakkı savunmaktan dolayı başa gelenler. Çünkü "hak yolunda yuvarlanan merdâne olur."
İlmi Gizlemek
Âlimler, sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir iş midir?
Kur'an-ı Kerim'de bu konuda yahûdi ve hıristiyanlarla ilgili olduğu halde, hükmü müslümanları da kapsayan bazı âyetler vardır. "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitap'ta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim." (2/Bakara, 159-160)
"Allah'ın indirdiği Kitap'tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azâbı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azâbın sebebi, Allah'ın, Kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) Kitap'ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir." (2/Bakara, 174-176)
Âyet-i kerimelerin hükmü, yalnız ehl-i kitaba değil; Allah'ın âyetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı, usûl âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder. Hadis-i şerif, bu konuda müslüman bilginlerin sorumluluğunu aynı sertlikle ifade eder: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyâmet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." (İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2787) Sahabiler de bu âyeti aynı şekilde anlamıştır. Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Eğer Allah'ın kitabındaki bir âyet olmasaydı, size hiçbir hadis rivâyet etmezdim." Ebû Hureyre, bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan âyetleri (2/Bakara, 159-160) okudu (Buhârî,).
"Kıyâmet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: 'Ey filan, sen ma'rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?' derler. O da: 'Evet, ben ma'rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim' der." (Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 -2989-)
Âlim, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından "Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir." (5/Mâide, 67) İlâhî emrine muhâtap olan peygamberin izindedir. "Onlar ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olara Allah (herkese) yeter." (33/Ahzâb, 39)
Kur'an'ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır. Bunlar: İlmî tevhid ve amelî tevhid'dir. Allah Rasûlü, bu iki tehvidi sağlamak için gönderilmiş, diğer peygamberlerin dâveti de yine bunları üzerine olmuştur. Çünkü saâdet, mânevî kemal şu iki şeyden gelir: Faydalı ilim ve sâlih amel. İlmî tevhid, faydalı ilim; amelî tevhid de sâlih ameldir. Faydalı ilim, Allah'ı bilmek; sâlih amel de Allah'ın emri gereği hareket etmektir. Faydalı ilim, iman ile, Peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmek; sâlih amel de şeriki olmayan tek bir Allah'a kulluk ve Rasûlü'ne itaattir ki İslâm dini de işte budur.
İslâm âlimlerinin tanımına göre ilim: Bir şeyin hakikatini idrâk etmek ve ma'lum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir. Bu anlayışa göre, yanlış ma'lûmâta ilim (bilgi) denilemez. Ebû Cehil'e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.Dünya ve âhirette faydası dokunmayacak bilgi kırıntıları, mâlûmât yığınlarına sahip olmasına rağmen, esas bilinmesi gerekenleri bilmemesidir. Ve Ebû Cehil, tarihî bir kişilik olmaktan öte; her zaman görülen prototiptir.
"Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır." (6/En'am, 80) "İlim ancak Allah katındandır." (46/Ahkaf, 28). Kur'an-ı Kerim'de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah'ın verdiği bilgidir. İlim, Allah'tan olduğuna göre, İslâm'ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah'a kalpten gelen saygı ve ihtiram duygularıyla O'nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar: "Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar." (35/Fâtır, 28). Gerçek âlim, takvâyı ve cihadı da ihmal etmeyen kimsedir. İlim, imanı gerektirir. Sâlih amel sahibi ve tabii cihad etmeyene âlim denilmez. Dolayısıyla âlim, ilimle mücehhez, Allah'tan haşyet duyan takvâ sahibi mücâhid kimsedir.
Peygamberlerin mirasçısı, ilmin sorumluluğunu taşıyan ve ümmete hak yolu gösteren, öncülük ve önderlik yapandır âlim. Câhillikten ve câhiliyyeden arınmış, onu tanıyan ama fikirde ve tavırda ondan uzak olan, tâğutlara boyun eğmeyen, Bel'am tipine benzemeyen kişidir âlim. Âlim kelimesinin, burada Kur'an terminolojisindeki özel anlamıyla kullanıldığı akıldan çıkarılmamalıdır. Yine burada ilim, Allah'a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nur olan Allah'ın verdiği bilgiyi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
İlim, aynı zamanda bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidâyet, risâlet, kitap, hikmet, basiret, feraset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah'tan kaynaklanır. İlim, Allah'ın adıyla, O'nun izniyle ve O'nun rızâsıyla, O'nun verdiği imkânlarla, O'nun kitaplarını (Kur'an, evren ve insan) okumakla gerçekleşir, açığa çıkar. İmam Şafii'ye atfedilen Vekıy isimli âlime hâfızadan, ilim öğrenmedeki başarısızlıktan şiir diliyle şikâyet edildiği mısralarda geçtiği üzere; "İlim nurdur; Allah'ın nûru da âsîlere verilmez."
İlmi ve hikmeti Allah, her isteyene değil; dilediğine verir: "Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar." (2/Bakara, 269). Farklı anlamlar verilmekle beraber; derin ve yararlı bilgiye hikmet denir. Bu âyetteki hikmet, Kur'an ilimleri demektir. Bilgisayarlar; ilim, hikmet, nur özelliğindeki Allah'ın vehbî olan basiret ve ferâsetle ilgili bilgileri ve ona giden yolları yok saymaktadır. Hikmeti, ferâset ve basireti, nuru bilgisayara sığdıramazsınız; ancak gönül sarayının tahtına oturtabilirsiniz. Bülbül, altın kafes ve vatanla ilgili ünlü atasözünü, konumuza adapte ederek şöyle diyebiliriz: İlmi, altın bilgisayara/bilgisaraya koymuşlar; ah mü'minin gönlü! demiş.
Allah'la, hidâyetle, fıtratla bağını koparanlar, akılsız, kör ve sağır oldukları için (2/Bakara, 18; 7/A'raf, 179) câhildirler. Zaten İslâm, câhilliği Allah'ı hakkıyla tanımayanların, hakkı örten ve görmezden gelenlerin sıfatı olarak belirtir (7/A'raf, 138; 6/En'âm, 111). Câhiliyye mensubu bu câhiller hasta ruhludurlar (2/Bakara, 10). Fıtratlarına, evrene ve Rab'lerine ters düştükleri için fesatçı/anarşistdirler (2/Bakara, 12). Hayvandan da aşağıdırlar (7/A'râf, 179). Hayvanlar, yaratılışları gereği insanlara hizmet edip faydalı olurken; bu câhiller sadece faydasız değil; zararlı, müfsid, bulaşıcı mikrop taşıyan pisliklerdir (9/Tevbe, 28). Kötülüğü emreden, iyiliği yasaklayan (9/Tevbe, 67), şeytanın askerliğini yapan (58/Mücâdele, 19), giderek şeytanlaşan (6/En'âm, 112) kimselerdir.
Akletmek, gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir. "Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez." (29/Ankebût, 43). Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yaniAllah'ın verdiği aklı, Allah'ın ihsânı olan fıtratları doğrultusunda kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek câhillerdir. "Onların bu konuda ilmi yok; sadece atıp tutuyorlar." (43/Zuhruf, 20) "Onların hiç ilimleri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez." (53/Necm, 28) "Hevâsını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?" (45/Câsiye, 23) "Allah, bilmeyenleri işte böyle mühürler." (30/Rûm, 59)
Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okunup güzel isim konmakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Ta'lime yani öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa İlk öğretilecek şey imandır: "Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." (Abdürrezzak,). Rasûlullah'ın ashâbından Cündüb İbn Abdillah (r.a.)anlatıyor: "Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir grup genç Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. Kur'an'ı öğrenmezden önce imanı öğrenirdik. Sonra da Kur'an'ı öğrendik. Kur'an sâyesinde imanımız daha da arttı."
Çocuğun eğitiminde çok önemli yeri olan namaza başlama yaşı da temyiz yaşıdır. "Çocuk sağını solundan ayırmasını bildimi ona namazı emredin." (Ebû Dâvud, Salât 26); "Yedi yaşına geldiğinde çocuğa namazı emredin, on yaşına geldiğinde kılmadığı takdirde (hafifçe) dövün." (Ebû Davud, Salât 26; Tirmizî, Salât 299). Bu hadisten anlaşıldığına göre namaz ve benzeri İlâhî emirler için zorla yaptırma yaşının on yaş olduğu anlaşılmaktadır.
Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden, Rabb’in öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanımak, dünya ve âhirette faydalanacağı ilim öğrenerek Yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm'a tâlip olmak, Kur'an ahlâkıyla yaşamaktır. Eğitim ve öğretim faaliyeti; Vahiy başta olmak üzere faydalı ilmin, insana ideal ölçüler içerisinde mal edilmesi, ilmin özümsenip hazmedilmesidir. Özümsemek, içselleştirmek, varsa posalarını ayıklayıp atmak ise, ancak fıtratla uyum içinde olan hidâyetle mümkün olacaktır.
Âyetleri Az Bir Karşılık ile (Ucuza) Satmak
“Âyetleri az bir paha ile (semenen kalîl karşılığında) satmayın!” (2/Bakara, 41) ifâdesinin, mefhûm-ı muhâlifi düşünülürse, "çok paha ile satın" anlamı çıkar. Ancak Kur'an naslarının mefhûm-ı muhâlifinin alınamayacağı bilinmelidir. "Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın" ifâdesinin anlamı, "açıklama, izah etme ve faydalı ilmi gizlemeyip insanlara yayma karşılığında bir şey almayın" demektir (İbn Kesir). Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Her kim Allah'ın rızâsı için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sadece bir dünya metâı elde etmek için öğrenirse, kıyâmet gününde cennetin kokusunu duyamaz." (Ebû Dâvud, İlim 12; İbn Mâce, Mukaddime 23; Ahmed bin Hanbel, II/338). Allah'ın bunu, "semenen kalîl" diye isimlendirmesi, bu karşılıkların ya aslında az olduklarından, ya da verdikleri zarara oranla az olduklarındandır (Fahreddin Râzi). Hasan el-Basrî'ye âyetteki "semenen kalîlen"in mânâsını sordular, o da, "her şeyiyle beraber dünyadan ibârettir" dedi. Said bin Cübeyr, "dünya lezzetlerinden ibârettir" diye açıkladı. Ebû'l-Âliye, "Âyetlerin karşılığında ücret almayın" demektir diye izah etti (İbn Kesir).
"Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın." Dünya ve içindeki altın, gümüş, dolar, mark, lira vb. kıymetli ne varsa, menkul veya gayri menkul tüm hazineler hepsi terazinin bir kefesine konsa, öbür kefesine de Allah'ın bir tek âyeti konulsa ve satılsa yine de az para karşılığında satılmış demektir.
Zamanla papazlar ve hahamlar, krallardan aldıkları para karşılığında İncil ve Tevrat'ın içine krallara itaatle ilgili sözler sokmuş, bir kısım âyetleri de kaldırmıştır. Günümüzde Allah'a çok şükür ki, âyetleri yok etmek imkânı kaldırılmış, ama azıcık para, makam, mevki karşılığında âyetlerin mânâsını açıklamama yolu açık bırakılmıştır. Yıllardan beri ahkâmla ilgili âyetler, nice câmi kürsüsü ve minberlerinde gündeme getirilememiştir. 1990’lı yıllarda devletin en üst tepesine çıkmış bir şahıs, Kur'an'daki ahkâmla ilgili 230 civarındaki âyetin, lâik anlayışla bağdaşmadığı için, zaten uygulanmadığından tümüyle kaldırılmasını teklif edecek duruma gelinmiştir. Bazı gayretli müslümanlar, ahkâmla ilgili âyetleri açıklamaya başlayınca, bir kısım satılık kalem ve diller "o âyet, yahûdilerle ilgilidir, bu âyet hıristiyanlarla ilgilidir, bunlar ise Mekke'li müşrikler hakkında nâzil olmuştur" diyerek bizi ilgilendirmediğini söylemeye başladılar. Âyetleri düzenin istediği şekilde tevil etmeye, kâfirlere ve küfre "hoşgörü"lü, müslümanlara ve gerçek İslâm'a "horgörü"lü bakmaya başladılar. "Sebeb-i nüzul, âyeti tahsis etmez" kuralını görmezlikten geldiler. Yani "Kur'an'daki âyetlerin bir kısmı yahûdilere, bir kısmı hıristiyanlara, diğerleri de peygamberimiz zamanındaki Mekke'li ve Medine'li insanlara hitap ediyor, bizi ilgilendirmez" demeye getirdiler.
Âyetin devamının "yalnız Benden korkun." (2/Bakara, 41) şeklindeki ifadesi de dikkat çekicidir. Allah'ın âyetlerini satmak istemez ve paraya, makama boyun eğmezsen, boynunu eğmek için üzerine gelirler. "Sakın onlardan değil; yalnız Ben'den sakının" deniliyor. Onların gücü, kuvveti, azâbı nedir ki!? Cehennemleri mi vardır onların bizi atacak? Allah dilemedikçe zarar mı verebilirler ki bizi korkutabilsinler, Allah'ın takdir ettiği eceli mi öne alabilirler, O'nun vereceği rızkı mı kesebilirler? Şiddetli cehennemi, sonsuz azâbı olan, herkesi hesaba çekecek, gerçek anlamda güç ve kuvvet sahibi, korkulmaya lâyık Allah'tan başka kim vardır ki ondan korkacaksınız? Aynen, onların dünyayı verseler bile, bunun bir tek âyetin kıymetiyle, âhiretin değeriyle karşılaştırıldığında "az bir karşılık", "çok ucuza satmak" olduğu gibi; onlardan korkmak da fobidir, gereksiz korkudur, yanlıştır ve müslümana yakışmaz.
Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili bir rivâyet şöyledir: İbn Abbas diyor ki: "Bu âyet-i kerime, yahûdi liderlerinden Kâ'b bin Eşref, Kâ'b bin Esed, Mâlik bin Sayf, Hayy bin Ahtab ve Ebû Yâsir bin Ahtab hakkında nâzil olmuştur. Bunlar, taraftarlarından hediyeler alırlardı. Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak gönderilince bu menfaatlerinin kesilmesin-den korktular da, Allah rasûlünün ve getirdiği şeriatin mâhiyetini gizlediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu". Bu gün de Kur'an tilâvetine ücret almanın haram olduğunu duyan/bilen bazı ücretli okuyucular, aldıklarına ücret değil de, "hediye" adı vermektedirler.
Yahûdi ve Hıristiyanları Taklit Perspektifi
Kur'ân-ı Kerim, uslanmaz rûhun/nefsin temsilcisi ve her türlü değeri maddeye fedâ eden bir anlayış olarak İsrâiloğullarından sık sık bahseder ve ibret unsuru olarak, özellikle maddepe-restliklerini gözler önüne serer. Bu açıdan onlarla beraber hıristiyanlardan da söz eden bir âyet-i kerimede şöyle denir: "Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahûdi bilginlerinden) ve (hıristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla yerler ve onları Allah'ın yolundan men ederler. Altın ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azâbı müjdele!" (9/Tevbe, 34). Burada dikkati çeken bazı noktalar vardır:
Bâtıl yollarla insanların mallarını yiyenler, din bilginlerinin bazılarıdır ve bu iş için bu vasıflarından yararlanmaktadırlar. Bu yollarla insanların mallarını yemeleri, onları aynı zamanda Allah'ın yolundan da uzaklaştırmaktadır. Yani bu yolla malını kaybeden insan, yolunu da sapıtmaktadır. Din adamlarının bu yola girmelerine sebep, maddî ihtiraslarıdır; altın ve gümüş, yani para biriktirme arzularıdır. Hıristiyan ve yahûdilerdeki bu anlayışların taklit edilmesiyle ilgili meşhur hadis-i şerifi hatırlatalım: "Sizden öncekilerin yollarına karış karış uyacaksınız. Hatta onlar bir keler/sürüngen deliğine girseler, siz de onların arkasından gireceksiniz." Biz, ‘Yâ Rasûlallah, yahûdilerle hıristiyanlara mı?’ dedik. "Ya kime (olacak)!?" buyurdu (Buhârî, Enbiyâ 50, İ'tisâm 14; Müslim, İlm 6; İbn Mâce, Fiten 17; Ahmed bin Hanbel, II/325, 327, 336, III/83, 89, 94)
Hiçbir Peygamber, Tebliğ Karşılığında İnsanlardan Ücret İstemez
"( Nuh, kavmine şöyle dedi:) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (mükâfatımı) verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır." (26/ Şuarâ, 109)
"( Hûd, kavmine şöyle dedi:) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (mükâfatımı verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır." (26/Şuarâ, 127). Aynı ifadeleri, Sâlih (26/Şuarâ, 145), Lût (26/Şuarâ, 164), Şuayb (26/Şuarâ, 180) kavimlerine söylerler. Yine insanlardan tebliğ karşılığında ücret istememekle ilgili olarak, benzer ifadeler için bkz. 11/Hûd, 29, 50-51, 88; 10/Yûnus, 72; 26/Şuarâ, 109-110. Aynı ifadeleri Muhammed'in (s.a.s.) de kavmine belirtmesi istenir:
"(Ey Rasülüm) de ki: 'Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine bir iman ve itaat yolu tutmak isteyen kimseler istiyorum." (25/Furkan, 57).
"Yoksa sen, onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlu kalmaktan, yük altında ezilmişler midir?" (52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46).
"(Ey Rasülüm) Buna karşı (yaptığın tebliğ ve imana dâvetten dolayı) onlardan bir ücret de istemiyorsun. O Kur'an, bütün âlemlere ancak bir nasihattir." (12/Yûsuf, 104) Rasûlullah'ın tebliğine karşı ücret istememsi ile ilgili olarak benzer ifadeler için bkz. 42/Şûrâ, 23; 38/Sâd, 86; 34/Sebe', 47; 6/En'am, 90.
"Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların sözlerine kulak verin; çünkü onlar hidâyete (doğru yola) ermiş kimselerdir." (36/Yâsin, 21)
"Ben Allah tarafından size gönderilmiş bir rasülüm" diyenlere kavimleri "acaba ne yapmak istiyor bu adam, nedir bunun maksadı?" diye şüphelerini dile getirmişlerdir. Allah, rasüllerinin üzerindeki bu şüpheyi öncelikle kaldırmak için onların niyetlerinin dünya olmadığına dair güvence vermiştir. Zannettikleri gibi bu rasüllerin maksatlarının dünya malı olmadığını, kadın olmadığını, makam ve mevki, yani riyâset olmadığını söylemiş ve söyletmiştir. Peygamberler, yaşadıkları hayat ile bunu bilfiil isbat etmişlerdir. Maksatlarının dünya menfaati, kadın ve makam-mevki olmadığını halka göstermişlerdir.
Buna bugün de gerek vardır; hem de çok. Rasüllerin kendilerini isbat ettikleri gibi, peygamberlerin mirasına sahip çıkanlar, çıkmak isteyenler, onların ümmetlerinin velâyetlerini devralacak olanlar, insanlara bu güveni vermek zorundadırlar. Maksatlarının Allah rızâsı olduğunu sözle değil; bilfiil yaşadıkları hayatlarıyla ortaya koymalıdırlar. Tebliğ faaliyetinde bulunanlar, ümmeti uyarma, müjdeleme ve korkutma görevini yüklenenler ücretlerini ümmetten almamalı, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan almalıdırlar; Özellikle bu görevlerinin karşılığını. Rasüllerin mirası olan ümmet için çalışıp çabalama karşılığında dünyalık elde etmeyi istemek, aslında ahmaklıkların en büyüğüdür. Çünkü çok kıymetli bir şeyi yok pahasına satmaktır. Hatta Cennet satın alınabilecek şeyle tutup Cehennem satın alma ahmaklığıdır.
İslâm ve Basit Çıkar Gözetmek
Bir insanın imanında samimi olduğunun, yalnızca Allah'ın rızâsını gözettiğinin en büyük göstergesi, basit çıkarlar peşinde koşmaması, ihlâslı, yani hâlis olarak Allah'ın rızâsı için çalışmasıdır. Her nimetin Allah'tan geldiğini kavramış, yalnızca O'nun rızâsını hedefleyen, O'ndan isteyen ve O'ndan korkan bir mü'min, elbette basit ve küçük bazı hesapların peşinde koşmayacaktır. Dolayısıyla yaptığı işlerde çıkar gözetip gözetmemek, bir insanın doğrudan imanıyla ilgilidir. Allah'ı ve âhireti kavramış olan bir insan, elbette bunların yanında basit çıkar hesaplarına itibar etmeyecek ve Kur'an'n fedâkârlık emri gereği kendi bencil hırslarını tatmin etmek için uğraşmayacaktır. Buna karşın Allah'ı ve âhireti kavrayamamış bir insanın bu büyük gerçekleri göremeyip basit ve ufak menfaatler peşinde koşması doğaldır. Son derece küçük bir dünyaya, son derece dar bir kafa yapısına sahip olacağı için, sürekli olarak "sahtekâr tüccar" tavrı ortaya koyacaktır.
Kur'an, mü'minlerin üstlendikleri iman görevinden hiçbir çıkar ummamaları gerektiğini sık sık hatırlatır. Tüm peygamber kıssalarında da, peygamberlerin üstlendikleri tebliğ ve cihad görevinden dolayı hiçbir "ücret/çıkar" aramadıkları haber verilir. Yapılan hizmet karşılığında makam ve mevki beklentisinde olmak, mü'minlere değil; inkârcılara yakışan bir tavırdır. Nitekim Kur'an, Mûsâ'ya karşı Firavun'a yardım eden sihirbazların bu tür bir tavır içinde olduğunu vurgulayarak bu konuya dikkat çeker: "Sihirbazlar Firavun'a gelip dediler ki: 'Eğer biz galip olursak, herhalde bize karşılık (armağan) var, değil mi?' 'Evet' dedi. '(O zaman) Siz en yakın kılınanlardan olacaksınız." (7/A'râf, 113) Allah'ın rızâsını gözeten kişi, sürekli olarak O'na ibâdet halinde olur. Basit çıkarlardan geçtiği için, dünya hayatının süsü onu etkilemez. Nitekim Kur'an, mü'minlerle beraber olmayı ve dünya hayatının süsünü âhirete tercih etmemeyi emretmektedir: "Sabah akşam Rablerine, sırf O'nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının zînetini/süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini, bizi zikretmekten/anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme." (18/Kehf, 28)
Burada çok önemli bir nokta vardır: İnsan dine yaklaşırken, "bu yapının/cemaatin içinde nasıl bir çıkar elde ederim?" gibi sapkın bir mantıkla değil; "nasıl Allah'a hakkıyla ibâdet/kulluk edebilirim, O'na itaat edip rızâsını kazanabilirim?" mantığıyla düşünmeli ve hareket etmelidir. Aksi bir tavır samimiyetsizlik, münâfıklık ve yahûdileşme özelliği olur. Münâfık ve yahûdi karakterli kişiler, dinin ancak kendi çıkarlarına uygun yönlerini kabul etmekte, diğer hükümlerini reddetmektedirler (24/Nûr, 47-49).
Mü'minin hedefi, Allah'ın rızâsı, rahmeti ve cennetidir. Bunun dışında küçük dünyevî çıkarlar aramaz. Bu nedenle Allah mü'minleri tarif ederken "gerçekten biz onları, katıksızca (âhiretteki asıl) yurdu düşünüp anan ihlâs sahipleri kıldık" (38/Sâd, 46) demektedir. Gerçekten de ihlâs, yani hâlis, katıksız bir şekilde Allah rızâsını aramak, mü'mini mü'min yapan en önemli özelliktir. "De ki: 'Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Rasülü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez." (9/Tevbe, 24)
Mü'minlerin bu konuda yaptıkları yanlış hareket, Cuma suresinde şöyle uyarılır: "Onlar, bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki:'Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha yararlıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır." (62/Cum'a, 11)
Allah'ın Âyetlerini Satmak, Dünyayı Âhirete Tercih Etmektir
"...Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin." (2/Bakara, 41-42)
Bugünkü dünyevîleşme mantığıyla, Benî İsrâil ve benzerlerinin "ilkel" dünyevîleşme mantığı arasında şaşılacak kadar benzerlik buluyoruz. Aslında bu şaşılacak bir şey de değil. Çünkü insanın tabiatı, zaafları, zamanın değişmesiyle değişmiyor. İnsanın hakikat karşısında aldığı tavırlar, genellikle aynı. "Dünyevîleşmiş tip" dediğimiz bu insanın, tüm zamanlar ve mekânlarda bir tek dini vardır: Madde, para, ekonomi...
Allah'ın Âyetlerini Satmak, Çok Zararlı Bir Ticarettir
“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” (2/Bakara, 16)
Din tüccarları, hidâyeti verdiler, karşılığında dalâleti satın aldılar. Cenneti verdiler; cehennemi satın aldılar. İzzeti verip zilleti satın aldılar. Sonunda her iki dünyada zararlı çıktılar. Kur'an'ın Bakara 16. ve 41. âyetinde ve başka bazı âyetlerde kullandığı "satın alma" kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Âyetlerden anlaşıldığına göre satın alma, insanın işlediği iyilik ve kötülük sonuçlarına dayanan her türlü eylemini kapsamaktadır. Yani insanın tüm yaptığı işler, bir ticaret niteliğinde; özel ve genel yapısında kâr ve zarara elverişli birer eylemdir. İnsanın ortaya koyduğu her harekette, her sözde kâr-zarar söz konusudur. İnsan bazı eylemleriyle kendisini, hayatını, cenneti satın alabilir. İnsanın, canını ve malını feda ettiği durumlar da bu ticaret alanına girer. Çünkü bu durumlarda eylemler karşılıksız kalmaz. Karşılık, mü'minler için esas olarak âhirette verilecektir, ama bu veresiye satış da mü'mini psikolojik olarak daha dünyadayken bile rahatlatmaktadır.
"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır." (9/Tevbe, 111)
"Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasülü'ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur." (61/Saf, 10-12)
Böylece hayatın tamamı, tüm alanlarında ve tüm mücâdelelerinde ya Allah'la; ya da şeytanla bir alışveriş eylemine dönüşür. İnsan ne yaparsa, ne verirse mutlaka onun bir karşılığı vardır. Eğer sonuçlar iyi, yararlı ise, alışveriş kâr; değilse zarar getir. Münâfıkların, yahûdileşenlerin, Bel'amların, din tüccarlarının, dini gerçekten sömüren, dinin sırtından geçinen satılık kalem ve dillerin, ne tür bir ticaret yaptıklarını bu konular ışığında anlayabiliriz. Onlar, hem dünyada hem de âhirette kendilerini zarara sokacak bir şeyi satın almışlardır. Yaptıkları ticaret, kendilerine umdukları kârı sağlamayacaktır.
Hakla Bâtılın Koalisyonu: Uzlaşma
Tâviz ve uzlaşma anlamında Arapça'da "müdâhene" kelimesi kullanılır. Müdâhene; yağ çekmek, okşamak, yumuşak davranmak, uzlaşmak, müsâmaha göstermek, hoşgörü, kararsızlık göstermek gibi anlamlara gelir. Dolayısıyla hakka bâtılı karıştırmak deyince, Arapça "müdâhene" ve Türkçe "tâviz" ve "uzlaşma" kavramlarını gündeme getirmemek uygun olmaz. Bu kelimeler aşağı yukarı aynı anlamlarda kullanılırlar: İki yüzlü davranmak, net ve açık olmamak, bâtılı ve düşmanı hoş görmek, idâre-i maslahatçılık yapmak anlamında bu kelimelerden biri kullanılabilir. Bunlar, genellikle dinin tasvip etmediği ahlâkî problemler olmakla birlikte, bazen itikadî bir sorun olarak da karşımıza çıkmaktadır. Uzlaşma ve tâviz, itikadî farklılıkları önemsememek ve mevcut düzenle ve egemen çevrelerle sürtüşmesiz yaşamaktır. Uzlaşma; inanç, duygu ve eylem alanlarının bölünmesini sonuçlandıran bir tavırdır.
Bâtıl taraftarlarının hak dâvâ adamlarına karşı tavırları, mücâdele etme, karşı çıkma, zulüm ve işkenceye başvurma olduğu gibi, aynı zamanda hak dâvâyı saptırmak için tâviz ve uzlaşmadır. Tâviz ve uzlaşma, bâtıl savaşçılarının önemli bir silâhıdır; kalleşçe kullanılan bir silâh. Uzlaşma teklifi, bâtılın hak karşısında geri çekilmeye başlamasının göstergesi olduğu kadar; kendini korumak için hakkı pasifize etmeyi amaçlayan şeytânî bir taktik ve metotdur. Onlar bu tavır ve istekleriyle, bir taraftan İslâmî hareketi ilkelerinden saptırmak, diğer yönden de onu etkisizleştirmek ve halkın gözünden düşürecek propaganda aracı yapmak isterler. Uzlaşmaya yanaşan mü'minleri böylece ilkelerinden tâviz veren, uzlaşmacı, dâvâsını satan, kıvırtan, menfaatçi, pragmatist, zayıf karakterli ve kişiliksiz ilân edebilecekler ve kamuoyunda küçük düşürecekler, gelişmeyi durduracaklardır.
Hakkı savunan insan için ise uzlaşma, en hafif deyimle bir bid'at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah'ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.
Tâviz vermeksizin anlaşma yapmak ayrı şeydir; uzlaşma ayrı. İslâm'ın hükümleri konusunda en küçük bir pazarlık yapmaksızın, Allah'a gerektiği gibi kulluk yapmak, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamak, dini eğip bükmeden, saptırmadan yaşayıp tebliğ etmek gibi temel ilkelerden tâviz vermeden kâfirlerle anlaşma yapılabilir. Yeter ki İslâm'ın ve müslümanların izzetine zarar verilmesin. Ama unutulmamalıdır ki, bâtılı savunan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya satın almak ya da boğmaya çalışmaktır.
Dileniş Değil; Direniş: Uzlaşma ve Tâvize Yanaşmamak
Uzlaşma; iki zıddın (karşıt gücün) birleştirilmek istenmesi demektir ki, bunun gerçekleşmesi aslında imkânsızdır. Eğer gerçekleşirse, artık bu iki şey, zıd/karşıt olmaktan çıkar, eşitsizliği aleyhinde olan, diğerinin hâkimiyetini kabul edip, onun içerisinde erir gider. Tâvizden kazançlı çıkanlar, gücü elinde bulunduranlardır, etkili ve yetkili çevreler, egemen güçlerdir. Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan statükocu kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? "Ey mü'minler, deyiniz ki: 'Biz Allah'ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah'ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O'na ibâdet edenleriz." (2/Bakara, 138)
Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun, bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak ilâhî sanatın tecellisidir. Ama, insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münafığın karakteridir.
Müslümanın, sadece kendinden korkmasını isteyip, başkalarından korkmasını yasaklayan Rabbimiz (2/Bakara, 40, 41; 3/Âl-i İmran, 175), bu emrine uymayan kimseye çoğu zaman korktuklarını Musallat eder ki, kendinden başkasından korkmanın cezasını çeksin. İşte tâviz ve uzlaşma, bâtıldan korkmanın sonucu gerçekleştiği için tâvizkâr tutumlar, bir müslümanı, kurtulmak için yılana sarılanın konumuna düşürmektedir. Örnek mi? Onlarca örneği, herkes kendi tecrübeleri ve gözlemlerin-den yola çıkarak verebilir. Kur’an’da da buna örnekler az değildir. Meselâ, Yakub, Yusuf’u oyun için götürmek isteyen hileci kardeşlerine “onu bir kurtun yemesinden korkarım” (12/Yusuf, 13) demişti; Allah da, kurt yemediği halde kurtun yediği gibi bir acıyı ona tattırdı (12/Yusuf, 17-18).
İslâm'la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm'dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm'ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentez-ler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm'ların elbette Allah'ın dini olan İsl'am'la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.
Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz
Rasülullah, Mekke müşriklerini açıktan İslâm'a dâvet ettiğinde, önde gelen güçler, etkili ve yetkili çevreler, imtiyazlı sınıflar, çıkarlarıyla İslâm arasında uzlaşma mümkün olmayan bir çelişki gördüklerinden, bu dâveti kabul etmeyip düşmanca tavır aldılar. Önce Peygamber'in deli, şair, sihirbaz olduğunu yaymaya başladılar. Bu tutmayınca, işkence, baskı ve tehditlere koyuldular. Ama Allah rasülünün kararı kesindi ve onu hiç bir güç bu kararından çeviremiyordu. Durumun ciddiyetini anlayan müşrikler, son çare olarak Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bu uzlaşma talepleri, Rasül'ün daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına ve kutsal kabul ettikleri şeylere saygılı olması, kendilerine hoşgörü ile davranması, tapınmalarını ve putların karşılarında saygı duruşlarını küçümseyip kötülememesi, siyasî karar alma mekanizmalarına (Dâru'n-Nedve'ye/millet meclislerine) ve çıkan kararlara itaat etmesi, kurulu düzene karşı çıkmaması şeklindeydi. Verecekleri bazı tâvizlerine karşılık olarak, bazı tâvizler istiyorlardı.
Vermeyi teklif ettikleri bu tâvizler arasında "dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet; bir sene de biz yönetelim" teklifi de vardı. Ama Rasülullah bu tekliflerin tümüne Kur'an'dan âyetler okuyarak red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler "bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt" diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bâtıl bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?! Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü "biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkilerimizden) hızla çekilip alınacağız." (28/Kasas, 57) diyorlardı. Zaten Rasül' ün amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini, yani bâtılın yerine hakkı ikame etmek, yani câhiliyye sistemini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti.
Bir gün Peygamberimiz Kâbe'yi tavaf ederken Velid bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ile karşılaştı. Bunlar, kabileleri arasında çok önemli kimselerdi. Dediler ki: " Ya Muhammed! Gel, biz senin ibâdet ettiğine ibâdet edelim, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin ibâdet ettiğin bizimkinden hayırlıysa böylece ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptığımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun." Bunun üzerine Allah Teâlâ, Rasülü'nün cevap vermesi için şu âyetleri indirdi: "Ey kâfirler, ben sizin taptığınıza kulluk etmem. Benim ibâdet ettiğime de siz kulluk etmezsiniz. Ben sizin taptığınıza kulluk edecek değilim; siz de benim ibâdet ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!" (109/Kâfirûn, 1-6)
İnsanlar arası ilişkilerinde yumuşak huylu olan, akrabalarına ve çevresindeki insanlara iyilikte bulunmayı, kolaylığı ve kolaylaştırmayı seven biri olan güzel huylu Peygamber, örneklerde görüldüğü gibi, hiç bir zaman islâm'ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştır. Mekke'de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir leke olarak geçtiği o karanlık günlerde, hem kendisi, hem de mü'minlere büyük baskılar olmasına rağmen, haktan en küçük bir tâviz vermemiştir. Malla şımaran müstekbirlere ve siyasal güçle azan zorbalara karşı söylenmesi gereken hak sözü gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları seviyor gözükmemiş, putçuları övecek tavır kesinlikle sergilememiştir. Kimseden çekinmeden, eğriltmeden, çıkar gruplarının arzuları doğrultusunda yorumlamadan, açık açık, net bir şekilde Kur'an'ı ve Allah'ın hükümlerini tebliğ etmiş, hayata geçirilmesi için bütün gayretini göstermiştir. O'na inanan insanlar da aynı çizgiyi büyük bedeller ödeme pahasına sürdürmüştür.
Çağdaş dünyadaki müslümanların, peygamberimizin kurulu düzene karşı takındığı tavırdan mutlaka dersler çıkarması gerekir. Her şeyi ile örnek almak zorunda olduğumuz (33/Ahzâb, 21) önderimizin uzlaşma konusundaki tavrından bir başka örnek daha verelim: Rasûlullah, müşriklerle savaşmak için Bedir'e doğru yol aldığında, cesareti ve kahramanlığı ile ün yapmış bir müşrik, Rasülü Ekrem'in yanına geldi ve müslümanlarla birlikte savaşa katılmak istediğini söyledi. Peygamber efendimiz, "Ben bir müşrikten yardım almam!" diyerek adamı geri gönderdi. Adam üç defa gelerek aynı teklifi yaptı. Üçüncü seferinde "Allah'a ve Rasülü'ne iman ediyorum" deyince "o halde yürü!" diye orduya kattı. (S. Müslim, hadis no: 151).
Rasülullah, çevresinde kahramanlığı ve cesaretiyle ün yapmış bir müşriğin yardım teklifini, iman etmediği gerekçesiyle kabul etmiyor. Halbuki ashâb, moral yönü ile bu yardım teklifini olumlu karşılamışlardı. Ancak Peygamber, neyin uğrunda savaştığını ashâbından daha iyi bilmekteydi. Böyle kritik bir zamanda, müslümanlarla müşrikler arasında birtakım dostluklar, yardımlaşmalar kurulursa bu, tevhidin insan hayatına yer etme mücâdelesine ileride köstek teşkil edecek, savaşta kurulan ittifaklar, giderek duygusal yaklaşımlara yol açacaktır. Oysa İslâm'ın yeryüzünde kavgasını vermenin asıl amacı, şirki, bütün düşünce ve kurumlarıyla tamamen söküp atmaktır. Bunun için de kesin ve açık bir tavır gereklidir. Şartlar ne olursa olsun, müşriklerle kurulacak bir ittifak, dinin pratikte gerçekleştirmek istediği hedeflerle bağdaşma-maktadır.
Gerçekte güç ve kuvvet, izzet ve şeref Allah'a aittir. O, dilediğini güçlü kılar (3/Âli İmran, 126). Kâfirler zâhiren güçlü görünseler de bu görünüm; sanaldır, hallüsinasyondur. Müslümanlar, önce Allah'a, sonra az sayıda ve imkânda olsalar bile O'nun verdiği güce ve izzete sahip olan kendilerine güvenmek zorundadırlar. Bilmelidirler ki, "Allah'ın izniyle nice az bir topluluk, daha çok topluluğa gâlip/üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (2/Bakara, 249) Allah'a ve kendine güvenen bir müslüman, hangi şartlarda ve durumda olursa olsun, hakiki manada güçsüz olan müşrik güçlere yaslanmayı kabul edemez ve onlarla uzlaşamaz. Çünkü mü'min, dâvâsında haklı olduğuna ve Allah'ın yardım edeceğine kesin olarak inanır ve kâfirlerden korkmaz. Neticeyi ve zaferi Allah'ın vereceğini bilir. Bu özgüvene sahip olmayan, kendinden zâhiren daha üstün konumdaki zorba güçlere karşı mücâdeleyi göze alamaz ve onun tahakkümü anlamını taşıyan uzlaşmadan başka bir seçeneği olmadığını varsayarak zulme, sömürüye, yönetilmeye, şerefsizliğe, kula kul olmaya boyun eğer.
Müslümanın tâviz vermesi kadar, tâviz alması da çoğu zaman dâvâsına zararlı olur. Kâfirlerin bu tâvizleri, kendilerini veya rejimlerini müslümanlara biraz daha benimsettirmesi, onları iğdiş ederek uzlaşmaya girmesi, neticede dâvâyı saptırıcı sonuçlar doğuran oyunların tezgâhı gibi şeytanî hileler olarak kabul edilmelidir.
Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din'i kuşa benzetmektir. Hak din'in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm'ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerin-den tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihânettir veya en azından ihânete seyirci kalmaktır.
İnsan Niçin Tâviz Verir, Düşmanıyla Uzlaşmaya Girer?
İnsanın niçin tâviz verme ihtiyacı hissettiğinin sebeplerini saymaya çalışalım:
a- Ya dâvâsının prensiplerinde uzlaşmacılığa teşvik veya en azından ruhsat vardır. Bu, müslümanın dâvâsı için kesinlikle geçerli değildir. "Allah, kâfirlere mü'minlerin aleyhinde asla bir yol vermez." (4/Nisâ, 141) "İzzet (şeref, güç ve kuvvet) Allah'ındır, Rasülü'nün ve mü'minle-rindir." (63/Münâfikûn,
. Ayrıca, tevhid kelimesinin "lâ" ile tanrılık iddia eden Allah'ın dışındakilere "hayır!" la başlaması; yukarıda izah edilen peygamberimizin müşriklerin uzlaşma ve yardım tekliflerine kesin red cevabı vermesi ve "müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız" gibi açık nasslarla bu uzlaşmacı yolun tıkalı olduğu belgelenmiştir.
b- Ya tâviz verdiği bazı parçalar, insan için fazla mühim olmayan, uğrunda zahmet çekmeye değmeyen, olmasa da olabilecek cinsten hafif değerlerdir. Bu da müslümanın dâvâsı için düşünülemez. İslâm parçalanmaz bir bütündür. İslâm'ın bir esasını yok sayan, hafife alan kimse İslâm'ın dışına çıkar. İslâm'a hiç bir şey galebe çalamaz. Onun en küçük cüzüne, bir müslümanın bin kellesi olsa, tümünü gözünü kırpmadan feda edebilir/etmelidir. En küçük İslâmî bir esas bile dünya nimetlerinin tümüne değişilemez. İslâm'ın her türlü esaslarını kabul ettikleri halde, sadece zekât vermeyen bir kabileye Ebûbekir'in savaş açması bile bu konuda delil olarak yeter. ("Dinimizde 'İslâm devleti' diye bir kavram yoktur", "en güzel demokrasi İslâm'dır" diye vecizeler (!) döktüren, "başörtüsü teferruattır" diyen ve diploma için kızların başını açması câizdir, diye fetvâ verenlerin kulakları çınlasın.)
c- Ya karşılığında daha kıymetli şeyle alır, böylece dâvâya hizmet etmiş olur. Beşerî değer ölçüleriyle, müstekbirlerin verdiği tâvizlerin büyük, istedikleri tâvizin ise küçük görülme-sinden dolayı tâviz verilir. Şeytanın Âdem'e cennette ebedî kalma vaadi karşılığında yasak ağaçtan yeme tâvizini istemesi gibi (20/Tâhâ, 120-121). Şeytan ne verdiğini ve ne istediğini gâyet iyi bilmektedir. Şeytan ve dostlarının verdiği büyük tâviz, dâvâ için yararlı gözükse de; istedikleri küçük tâviz, müslümanları Allah'ın yardımından uzaklaştırmakta ve dâvâyı kişisel görüşlere göre değişebilen beşerî bir dâvâ hüviyetine sokmaktadır. Kâfirlerin vereceği hiç bir tâviz, Allah'ın dünyadaki yardımından ve âhiretteki cennetinden büyük olamaz. Abese sûresinin nüzul sebebi ve Allah'ın ihtarı, hizmet için çok iyi niyetlerle ve küçük bir tâvize açılan tüm kapıları kapamıştır.
d- Ya korktuğu için tâviz verir. "Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Eğer gerçek mü'minlerden iseniz Allah kendisinden korkmanıza daha lâyıktır." (9/Tevbe, 13) "İnsanlardan korkmayın; Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir karşılıkla satmayın. Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 44)
e- Ya kendisine ve dâvâsına itimadı, güveni tam değildir. Kendi kimliği ve dâvâsının hüviyetini açıklamaktan ürken şahsiyetsiz bir zavallıdır. Şeref ve izzeti, kendi dâvâsının dışında arar. Bukalemun tiplidir. Onun için kolaylıkla tâviz verip rahatına bakar. "O münâfıklar ki, mü'minleri bırakarak kâfirleri dost ediniyorlar. İzzeti (şeref ve zaferi) onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki bütün izzet kudret Allah'ındır." (4/Nisâ, 139)
Tâviz ve Uzlaşmayı Red, Küfre Meydan Okumak ve Ateşten Gömlektir
Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Onun için tâvizkâr anlayışı reddeden genç müslümanlar, kendi pratik yaşayışlarındaki her türlü uzlaşma ve tâvize de öncelikle karşı olmalı ve kendine sülük gibi yapışan bu bâtıl asalakları söküp atmalıdır. Kişinin karşı çıktığı düşmanını gözünde büyütüp ona benzemesi, onu nice konuda örnek alması, düşmanlıkla bağdaşacak şey değildir.
Müslümanların nüfuslarının % 99'larla ifade edildiği topraklarda küfrün her yönüyle egemen olmasının temel sebeplerinden biri bu uzlaşmacı yaklaşımdır.
Uzlaşma ve tâvizi red; bâtılla "uyuşma"yı red anlamına geldiği gibi, "uyuşukluğu" da reddetmek demektir. Tâviz ve hoşgörü ninnileriyle uyutulan, uzlaşma afyonuyla uyuşturulan devin, hipnotizörü ve doktor kıyafetindeki katili farkedip şahlanışıdır bu red. Uyanış ve diriliştir. Kötülüğe/Bâtıla elle, dille ve hiç olmazsa kalple karşı çıkıp değiştirme bilinci ve görevi ile bâtılla/münkerle uzlaşmayı, “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur.” hükmüyle değerlendirmektir.
Mü'min nasıl olur da Kur'an'ın "neces (pislik)" (9/Tevbe, 28) dediği müşriklere inanç, fikir, dil veya eylemlerinde tâviz vererek, tevhidle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pisliğe kapısını açar? Küfrün azına veya pisliğin küçüğüne bile olsa, nasıl tahammül edip rızâ gösterir? Hele o pislikle iç içe yaşayıp, o pisliği hoş görebilir? Mü'min nasıl olur da hayvanlardan daha aşağıda olanlarla (7/A'râf, 179) işbirliğine, uzlaşmaya girer? Nasıl olur da o hayvanların ahırlarında, onlarla beraber oturup kalkar (4/Nisâ, 140), beraber aynı yemlikten yemlenir?
Mü'min nasıl olur da kâfirlerin önüne attıkları dünya, makam, mevki, hizmet, para, maaş, menfaat... gibi geçici çıkarları gözünde büyüterek, onların çürük iplerine yapışmayı, Allah'ın kopmaz ipine (2/Bakara, 256) tercih eder? Tâğutu reddederek sağlam ipe yapışması gerektiği halde, onların uzattığı çürük ipin kendisini Allah'a ve cennete ulaştıracağını, kendisini yükseltebileceğini nasıl ümit edebilir?
En Korkunç Felâket: Âlimlerin Dünyevîleşmesi
Muvahhid ve muttakî âlimler, Ümmet içinde hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’a davet edip sâlih amellerde bulunan izzetli şahsiyetlerdir... Onlar, Rabbimiz Allah’ın kendilerine vermiş olduğu ilim nimetiyle âhiret yurdunu arayan, dünyadaki sorumlu oldukları vazifelerini unutmayanlardır... İlmin felâketi, onu unutmak ve terk edip amel etmemektir... İlim, ehli olmayana rivâyet edilip öğretildi mi kaybolup gider... Böyle bir hareket ilmi zayi eder... (Bkz. Dârimî, Mukaddime, B. 51, Hds. 630; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muhtasarı Terc. Ve Şerhi, c. 1, s. 25, Hds. 7 -12-; İbn Ebî Şeybe –İbn Mesûd’dan-) Ehli olmayanların yanında oldukça hayra değil, şerre kullanılır... İnsanlığın faydasına değil, zararı için harcanır... Sanki gözü dönmüş ve insan öldürmekten şeytanî zevk alan katilin eline en sağlam silâh vermeye benzer, ehli olmayana ilim öğretmek!..
Elde etmiş olduğu ilmin ehli olan ve sorumluluğunu idrak eden muttakî ulemâ, Allah’dan gereği gibi korkan, ilimlerini Allah yolunda insanlığın hidâyeti ve selâmeti için kullanan kişilerdir... Onlar, ilimlerini dünya menfaatı karşılığında satmayan, bu hatâya düşmeyen, her zaman haktan ve adâletten yana olanlardır... Kalbleri iman dolu ve dipdiri!.. Çünkü onların bütün gayesi, Allah’dır... Âhiret ameli karşılığında, asla dünya malını tercih etmeyenlerdir... Onlar, helâl kazanç sonu elde edilen mal ve mülkü, âhiret yatırımı olarak Allah yolunda sarf edenlerdir...
Malik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor:
Âlime verilen ceza hakkında el-Hasanu’l-Basrî’ye sordum. Kalbinin ölümüdür, dedi. Kalbinin ölümü nedir? diye sordum. Âhiret ameli karşılığı dünyayı istemektir, dedi (Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 331, Hbr. 1514; Ahmed bin Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 2, s. 376, Hbr. 1503).
Âhiret ameli karşılığında dünya malı ve dünya menfaatı elde etmeye çalışan ilim sahibi kişilerin kalbleri ölür... Kalbleri ölünce de, sahib oldukları ilimden herhangi bir hayır görmezler... Böylece hayırsızlaşır ve topluma faydaları dokunmadığı gibi kötü örnek de olurlar... Bunca ilimleriyle dünyevîleşen, dünyayı âhirete tercih edenler, kim ki, kendilerine arzuladıkları dünya malı ve hedefledikleri makamı verirse, onun emrine girerler... İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen olan müstekbir tağutî yönetimlerin emrine âmâde olan “din adamı” lakablı ve sıfatlı bir çok insanın bu durumda olduğunda hiç şübhe yoktur... Bu tip insanlar, tahsil etmiş oldukları İslâmî ilimlerden dolayı mustaz’af ve mazlum halk arasında belli bir itibarı olan kişilerdir... Bilgilerinden dolayı bazı akademik ünvanlara da sahib olmuşlardır... Bütün bunlara rağmen işgal kuvvetleri olan egemen tağutların emrine girmiş, müstekbir zalim yönetimlere göbek ve mide bağıyla bağlanmışlardır... Egemen işgalci tağutlar, bunların vasıtasıyla sömürdüğü ve esir ettiği İslâm topraklarındaki mazlum müslümanları çok daha rahat bir şekilde ezmekte ve kanlarını emmektedirler...
Dinlerini ve âhiretlerini, dünya menfaatı karşılığında hebâ edenlerin durumlarını, Rasûlullah (s.a.s.) net bir şekilde bildirmiştir... Abdullah İbn Abbas (r.anhumâ)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Şübhesiz benim ümmetimden bazı insanlar, dinde fıkıh bilgisine sahib olduğunu iddia edecekler, Kur’ân okuyacak ve diyecekler ki:‘Biz, emir (yönetici)ler sınıfına varıyor, dünyalıklarından yararlanıyoruz. Fakat dindarlığımız hususunda onlardan uzak durup (bu yönden bize bir zarar ilişmiyor)’ derler. Hâlbuki onların dediğinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Katad (adındaki dikenli ve meyvesiz ağaç)dan geven dikenlerinden başka (bir meyveyi) toplamak mümkün olmadığı gibi, emir (yönetici)lere yaklaşmaktan bir şey toplanamaz. Ancak...” (İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 255; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 164, Hds. 7)
Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.)’in bu hadislerinde beyan buyurdukları dünyevîleşen ilim adamları, bugünün işgal altındaki İslâm topraklarında yaşayan ve egemen tağutların emri altına girip hizmet ettikleri iddiasıyla kendilerini savunanlardan başkası mıdır?.. Onların, “her ne kadar egemen tağutî sistemlerin memuru olmuşlarsa da, bu yol ile halka hizmet edip onların yetişmesine çalıştıklarını” beyan etmelerine karşı önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyorlar: “Halbuki onların dediğinin gerçekleşmesi mümkün değildir!” Bu hadisin şerhinde şunlar beyan olunmuştur: Miftâhu’l-Hâce yazarı diyor ki: “Hadisten kasdedilen mânâ şudur: Kur’ân okuyan, fıkıh bilgisi olduğunu iddia eden bazı kimseler, zarurî ihtiyaçları ve önemli bir işleri olmadığı hâlde emirler sınıfının yanına giderek, fazilet ve ilim sahibi olduklarını açıklar, birtakım mal ve makam koparmak isterler. Bu tip kimselere: ‘İlim ile bu nevi davranışlar birbiri ile bağdaşmaz, niçin böyle hareket ediyorsunuz?’ denildiği zaman, şöyle cevaplarlar: ‘Biz, emirlere varıp onların dünyalıklarından yararlanırız. Ama dinî vecibelerimiz bakımından onlardan uzak dururuz...’ Hâlbuki yekdiğerine zıt iki şeyi toplamak imkânsızdır. Katad, dikenden başka meyvesi olmayan bir ağaçtır. Bu ağaçtan meyve olarak dikenden başka bir şey toplamak mümkün değildir. Emirlere yakınlıktan bir semere beklenemez. Beklenen şey, ne olabilir?
Hadiste Peygamber (s.a.s.)’in sözünde, emirlerden alınabilen şey, yani müstesnâ anılmamıştır. Ravî: ‘Anılmak istenen şeyin, “hatâlar” olduğunu sanıyorum, diyor. Şu hâlde onlara yaklaşmaktan beklenebilen semere, hatâlar ve günahlar olmuş olur. Sindî (rh.a.) diyor ki: “Emirlere yaklaşmanın, Katad ağacından diken toplamaya benzetilmesi ile onlara yaklaşmaktan dinî yönden zarar etmekten başka bir sonuç alınmayacağına işaret ediliyor. Çünkü, kişi için Allah tarafından takdir edilmiş olan rızık ve menfaatlar, behemhâl sahibini bulacaktır. İster emirlerin kapısına gidilsin, ister gidilmesin netice değişmez. O hâlde onların kapılarına gidilmekle, yeni bir kazanç sağlanacak değildir. Ama bununla beraber dinî yönden zarara uğramak da vardır. Şöyle de söylenebilir: İlâhî takdir, meçhulumuz olup dış görünüşe göre emirlerin sohbetinde bulunmak ve onlarla ihtilat yapmak sûretiyle elde edilen dünyalık menfaat, bu ilişkilerle uğranılan zarar muvacehesinde çok cüz’i olduğu için yok gibidir. Dolayısı ile zarardan başka bir şey kalmamış sayılır.”
Ubey İbn Kâ’b (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.):
“Bu ümmete, yükseleceklerini, mal-mülk ve kuvvet sahibi olacaklarını, zalim krallarının kendilerine boyun eğeceklerini ve yeryüzüne hakim olacaklarını müjdele. Artık kim âhiret için yapmış olduğu amelleri dünya çıkarlarına âlet yaparsa, o kimsenin âhirette nasibi yoktur.” (el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 69, hds. 4; Ahmed bin Hanbel, Hakim, Beyhakî ve İbn Hıbbân’dan. Hakim: Hadisin isnâdı sahihtir, demiştir.)
Ebû Hüreyre (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim kendisi ile Allah’ın rızâsı aranan ilimlerden bir ilmi, dünya malından bir şey elde etmek için öğrenirse, kıyâmet gününde cennetin kokusunu alamaz.”
İbn Ömer (r.a.) dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kim Allah’dan başka bir şey için ilim taleb ederse veya o ilimle Allah rızâsından başka bir maksad edinirse, cehennemden olan üzerine hazırlansın.” (İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 258; Tirmizî, Kitâbu’l-Ilm, B. 6, hds. 2793)
İlim adamlarının kalbini öldüren, onların âhiretini hebâ eden dünyevîleşmek konusunda selef ulemâsı ümmet-i merhumeyi uyarmıştır! Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: “Sizi, gençleri ihtiyarlatan, ihtiyarları çökerten ve adet hâline gelen bir fitne (zulüm, taşkınlık ve İslâm’a uymayan kötülükler) kaplar ve bir gün daha da ileri giderse ne yaparsınız?” Dinleyenler: “Bu, çok çirkin bir şeydir” dediler. İbn Mes’ud da: “Bu, ne zaman olacak biliyor musunuz?” dedi ve şöyle devam etti: “Bu fitne, aranızda güvenilir kişilerin azaldığı, amirlerinizin çoğaldığı, anlayışlı âlimlerin azaldığı, okuyucularınızın çoğaldığı, ilimler, din için değil de dünya menfaati için öğrenildiği ve âhiret amelleri ile dünya menfaatı kazanılmağa çalışıldığı zaman çıkacaktır (el-Munzirî, a.g.e., c. 1, sh. 165, Hbr. 9; Abdurrezzak, kitabında mevkuf olarak rivâyet etmiştir).
Emirü’l-mü’minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.), âhir zamanda olacak fitneleri anlatırken, İmam Ömer (r.a.): “Bu fitneler ne zaman, belirtileri nedir yâ Ali?” diye sordu. İmam Ali: “İlim, din için değil, dünya menfaatleri için öğrenildiği ve âhiret amelleriyle dünya malı kazanılmağa çalışıldığı zaman!” diye cevap verdi (el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 166, Hbr. 10; Abdurrezzak, kitabında mevkuf olarak rivâyet etmiştir.
Süfyan (rh.a.) şöyle diyor: “Hiçbir kulun ilmi artıp, sonra da dünyaya karşı isteği artmamıştır ki, onun, Allah’tan uzaklığı artmış olmasın.” (Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 392). İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) de şunları beyan ediyor: “Bu ilimden bir şeyin peşine düşüp de onunla Allah katında olanı isteyen kimse, inşaallah (isteğine) kavuşur. Kim de onunla dünya(lık) isterse, işte vallahi, onun bundan nasibi (sadece) budur.” (Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 260)
Dünyanın serveti, şöhreti, malı, mülkü, makam ve mevkileri ayaklarının altına serildiği hâlde dünyevîleşmeyen, aksine âhireti tercih ettikleri için dünyayı ellerinin tersiyle reddeden muttakî âlimler, bu ümmet içinde her zaman var olmuşlardır... Onlar, dinlerini ve ilimlerini dünya menfaatı karşılığı zalim yöneticilerin emrine vermemiş, aksine o zalimlere karşı bütün imkânlarıyla mücâdele etmişlerdir...
Bu muvahhid, mücâhid ve muttakî âlimlerden birisi, tabiin ulemâsından Said b. Müseyyeb (rh.a.)’dır. Devrinin Emevî halifelerinden Abdulmelik b. Mervan’ın adâletten sapan yönetimini reddetmiş zulme dayalı uygulamalarının karşısına dikilmişti... Abdulmelik b. Mervan’ın O’na karşı sunduğu bir çok dünyalık tekliflerinin hiçbirini kabul etmemiş, ilmini, gaye edindiği Allah yolunda sarf etmişti...
İbn Mes’ud (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “İnsanoğluna beş şeyden hesab sorulmadıkça, onun ayakları kıyâmet gününde Rabbinin katından ayrılmayacaktır. (Bunlardan biri de şudur:) öğrendiği ilimde nasıl davrandığından.” (Tirmizî, Kitâbu Sıfati’l-Kıyâme, B. 1, Hds. 2531-2532;)
İlim ehli olan bir kişi, dünya hayatında ilmini nerelerde harcadığının ve bunca ilim ile nasıl davrandığının hesabını, âhirette Rabbinin huzurunda verecektir... Eğer dünya hayatında iken sorumluluğunu yüklendiği ilmini gereği gibi kullanıp onunla amel etmiş ve Allah’ın rızâsını kazanmış ise, elbette çok iyi bir mükâfat ile karşılığını görecektir... Eğer sahib olduğu ilim ile dünya menfaatını hedeflemiş ve yeryüzünün müstekbir egemen tağutlarının emrine girerek, mazlum insanların ezilmesine, sömürülmesine ve uyutulmasına yardımcı olmuş ise, elbette ilme yaptığı bu ihâneti, âhirette İlâhî adâletin tecelli ettiği Rabbinin huzurunda cezâsız kalmayacaktır!..
el-Avas b. Hakim, babası Hakim (r.a.)’dan: Bir adam, Rasûlullah (s.a.s.)’e şerri (kötüyü ve kötülüğü) sormuş. Bunun üzerine O, üç defa olmak üzere şöyle buyurmuş: “Bana şerri sormayınız, bana hayrı sorunuz.”Sonra da şöyle buyurmuş: “İyi bilin ki, kötünün en kötüsü, âlimlerin kötüleridir. İyinin en iyisi de, âlimlerin iyisidir.” (Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 376; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 183, Hds. 10, Bezzar’dan (Bazı lafız değişiklikleriyle); Ebû Nuaym el-Isfahânî, Hilyetu’l-Evliyâ - Sahâbe’den Günümüze Allah Dostları-, çev. Said Aykut, Vdğ., İst. 1995, c. 1, s. 391)
Toplum içindeki iyiliğin egemen olması, ya da kötülüğün galib gelmesi, o toplumdaki bilen ilim adamlarının durumuna bağlıdır... Çünkü ilim adamları, doğruyu ve yanlışı iyice tanıyan, onları birbirinden ayırabilen kişilerdir... Doğrunun ve iyiliğin hayrını, faydasını, yanlışın ve kötülüğün şerrini, zararını çok iyi bilenler oldukları için onlar hangi tarafı tercih eder, onu yaşar ve topluma örnek olurlarsa, toplumda egemen olan o hâl olur...
İlmi elde etmeye çalışan ve ilim sahibi olanlar, imanlı, akıllı ve ibâdet ehli olurlarsa, ancak ilmin hakkını verir, hem kendileri hem de diğer insanların faydalandıkları bir durum sergilerler. Muvahhid ve muttakî âlimler, ilmin, aklını kullanmayan ve ibâdet ehli olmayanların eline geçmesinden çok korkmuşlardır... Zeki ve fasık insanların ilmi öğrenmeleri, toplum içinde korkunç bir tehlike arzeder... Onlar, aklını kullanamayan fakat zeki kişilerdir, aynı zamanda fısk ehli olmaları, ilimlerini dünya menfaatı için kullanmalarını gündeme getirir... Dünyevîleşen bu ilim adamları, her şeyde kendilerine bir menfaat sağlamaya çalışırlar... Böylece hem kendilerini, hem de diğer insanları ifsad ederler...
Tabiîn’in büyük müctehid âlimlerinden eş-Şa’bî (rh.a.) şöyle demiştir: “Bu ilmi, ancak kendisinde iki haslet, yani akıl ve ibâdet birleşmiş olan kimseler tahsil ederdi. Çünkü (öğrenci) ibâdetli olup akıllı olmazsa: ‘Bu sadece akıllıların ulaşabileceği bir iştir’ der ve tahsili bırakır. Şayet (öğrenci) akıllı olup ibâdetli olmazsa: ‘Bu, sadece ibâdetlilerin ulaşabileceği bir iştir’ der ve tahsili bırakır. eş-Şa’bî, sonra şöyle dedi: “Yemin olsun ki, ben onu (yani ilmi) bugün, kendisinde bunlardan hiçbiri, ne akıl, ne ibâdet bulunan kimselerin tahsil etmekte (öğrenmekte) olmasından korkmuşumdur.” (Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 377)
Akıllı, şuurlu ve gerçeği idrak eden kişilerin, ilim tahsil etmesi ve onu elde etmeleri sonucu âlim olmaları, içinde bulundukları toplumun faydasınadır... Bu şahsiyetlerin muttakî mü’minler olması, bu faydayı kat kat arttırır... Çünkü faydalı ilim, imanın emrine girdiği zaman vicdan ile kaynaşır... İmanlı ve vicdanlı bir muttakî âlim veya âlimler, toplum için hidayet ve saadet rehberleri olurlar... İlmiyle âmil olanlar, insanlık âlemini, maddî ve manevî her türlü krizden kurtarır, selâmete ulaştırıp istikamet üzere hayat sürmelerine vesile olurlar...
Eğitim ve öğretim yoluyla elde ettikleri ilmi, ya terk etmek, ya da gereğini yapmamakla ondan uzaklaşmak, büyük bir felâkettir... Böyle olanlar, hüsranda oldukları gibi, kendilerini örnek edinen insanları da felâkete sürüklerler...
Cerir İbn Hazim (rh.a.) anlatıyor: Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) insanları öğrenir ve öğretir vaziyette gördüğü zaman, el-Hâris İbn Kays (r.a.)’a: ‘Ey Hâris, insanların tatbik etmek için öğrendiklerini mi zannediyorsun?’ diye sordu. el-Hâris: ‘Hayır, vallahi, öyle zannetmiyorum. Fakat onları, öğreniyor ve terk ediyorlar, zannediyorum’ dedi. Bunun üzerine İbn Mes’ud: ‘Vallahi, zannedersem doğru söylüyorsun’ buyurdu (Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 207, Hbr. 820)
Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), ilmin kaldırılması veya ilimle amel edilmeyip terk edilmesini kıyâmet alametlerinden olduğunu beyan buyurmuştur... Hak din olan İslâm ilimle bilinir, ilimle tanınır... İlmin kaldırılması, İslâm’ın gerek ferd, gerekse toplum hayatının üstündeki yaptırım gücünün zorba tağutlar tarafından kaldırılması demektir... İlmin terk edilmesi, İslâm’ın terk edilmesi ile sonuçlanır... İslâm, terk edildi mi ilim de terk edilmiştir!.. İlim ve İslâm beraberdirler... Birisi gitti mi, diğeri de onun peşinden gider... İkisi, bir bütündür ve asla parçalanmazlar... Parçalandıkları takdirde, yani ilim İslâm’sız ve İslâm ilimsiz bırakıldı mı, gerek ferde, gerekse topluma câhiliyye egemen olur ve bu durum, hem ferd, hem de toplum için korkunç bir felâket hâline gelir...
Tâbiîn’in meşhur âlimlerinden Muhammed b. Sirin (rh.a.) şöyle diyor: “Şüphesiz ki, bu ilim dindir. Öyle ise, dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin!” (Müslim, Mukaddime, B. 5; Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 391; Bkz. Ahmed Davudoğlu, a.g.e., c. 1, s. 39, Dipnot: 133)
Enes b. Malik (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyurdu Rasûlullah (s.a.s.): “İlmin kaldırılması, cahilliğin meydana çıkıp kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinânın aşikâre olup çoğalması, erkeklerin azalıp kadınların çoğalması, kıyâmet alâmetlerindendir.” (Buhârî, Kitâbu’l-Muharribîn, B. 5, Hds. 7, Kitâbu’l-İlm, B. 22, Hds. 22-23; Müslim, Kitâbu’l-İlm, B. 5, Hds. 9; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 30, Hds. 2301; İbn Mâce, Kitâbu’l-Fiten, B. 25, Hds. 4045; Bkz. Ahmed Davudoğlu, a.g.e., c. 10, s. 665)
Rasûlullah (s.a.s.)’in bu hadislerindeki “ilmin kaldırılması” gerçeği, ilmiyle âmil muttakî âlimlerin ölümü olarak da beyan olunmuştur... Muvahhid ulemânın ölümüyle yerlerini dolduracak yeni âlimler yetişmezse, onların boş kalan yerlerini cahiller doldurur... İnsanlar, onları âlim zanneder... Onlar da, heva ve heveslerine göre insanlara fetvâ verip onları sapıtırlar... Böylece cehâlet topluma hakim olur ve toplumun kıyâmeti kopar!..
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Âhir zamanda birtakım kişiler çıkacaklardır ki, dini, dünyaya alet edecekler ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürüneceklerdir. Dilleri, şekerden tatlı, fakat kalbleri kurt kalbidir. Allah şöyle buyurur: ‘Benim hilmim (genişliğim)e mi mağrur oluyor, yoksa bana karşı cüretkârlık mı gösteriyorsunuz? Kendi adıma yemin ederim ki onlara, kendilerinden bir fitne göndereceğim ki, içlerinden halim (geniş) olanı (bile) şaşkına çevirecektir.” (Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 46, Hds. 2515; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 25, Hds. 50). Dini, dünyaya alet edip dünyevîleşen, böylece dünya menfaatını âhirete tercih eden ve bunca bilgisiyle sorumluluğunu bir yana bırakarak egemen müstevli tağutların emrine giren ilim adamlarının korkunç hâlini beyan buyuran Rasûlullah (s.a.s.)’in hadislerinden sonra şu ikaza kulak verelim!..
İlme İhânet Edenler
İlim sahibleri dünyevîleştikleri, bildikleriyle amel etmedikleri ve ilimlerini çok değersiz dünya menfaatına sattıkları zaman, ilme en korkunç ihâneti yaparlar... Onların bu ihânetinden dolayı karada ve denizde fesad olur, büyük felâketler ortaya çıkar... Hem kendileri sapar, hem de peşlerine takılan insan kitlelerini saptırırlar... Bu ihânet, ilmi, cehâlete çevirir... Bir cahilin yapacaklarını, bir ilim sahibine yaptırır... İlim sahibi olan kişi, ancak cahillerin yapabileceği yanlış ve zararlı işler yapmaya başlar bu ihânet sonucu!..
Büyük bilginlerden birine: “Bilgi, ne vakit cehâletten kötü olur?” diye soruldu. Âlim de cevap olarak şöyle demiş: “Bilginin gereğine göre amel edilmediği vakit, cehâletten daha kötü olur.” Mü’minlerin emiri İmam Ali (r.a.)’ın da, şöyle dediği anlatılır: “Hakkı bilip tasdik ettikten sonra sapıklığa dönen bir kimse, Cenab-ı Hakk’ın mağfiretine mazhar olmaktan çok uzak bulunmaktadır.
Usâme b. Zeyd (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet gününde bir kişi getirilir, cehennemin içine atılır da, cehennemde onun barsakları derhâl karnından dışarı çıkar. Sonra o kişi, (barsak etrafında) değirmen eşeğinin değirmende dönüşü gibi döner. Bunun üzerine cehennem ahalisi, o kişinin başına toplanır da: ‘Ey filan, senin hâlin nedir? Sen, bize (dünyada) iyilikle emreder ve bizleri kötülükten nehyeder değil miydin?’ derler. O da: ‘(Evet) ben, size iyilik emrederdim, fakat onu kendim yapmazdım. Yine ben, sizleri kötülükten nehy ederdim de onu, kendim işlerdim, diye cevab verir.”(Buhârî, Kitâbu Bed’i’l-Halk, B. 10, Hds. 76, Kitâbu’l-Fiten, B. 17, Hds. 46; Müslim, Kitâbu’z-Zühd ve’r-Rikak, B. 7, Hds. 51; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 5, s. 205-207 ve 209)
Velid b. Ukbe (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cennetlik olan bazı insanlar, (dünyada kendilerine va’z ve nasihat eden) cehennemlik olmuş insanların yanına giderler ve onlara: ‘Ne yaptınız da cehenneme girdiniz? Vallahi biz, cennete sırf sizden öğrendiklerimizle girdik’ derler. Onlar da: ‘Biz söylerdik, ama dediklerimizi yapmazdık’ derler.” (el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 181, Hds. 7; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’den; Şâtibî, el-Muvâfakat -İslâmî İlimler Metodolojisi-, çev. Dr. Mehmet Erdoğan, İst.1990, c. 1, s. 53 (Ebû Hüreyre’den; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 27, Hbr. 64 -İmam eş-Şa’bî’nin beyanı olarak-)
Cündüb b. Abdullah el-Ezdî (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İnsanlara hayrı öğretip de kendisini unutan âlimin durumu, insanları aydınlatıp da kendisini yakan kandilin durumuna benzer.”
Ebû Hüreyre (r.a.)’dan:Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet günü, insanlardan azâbı en şiddetli olan, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.” (Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 479, Hds. 357; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 184, Hds. 15, Beyhakî’den; Kuzâî, Şihâbu’l-Ahbâr Tercümesi, s. 210, Hds. 708; İmam Suyûtî, a.g.e., c. 1, s. 297, Hds. 606 -1053-, İbn Adiyy, el-Kâmil’den). Mansur b. Zazan (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cehennemde azab görenler, bazılarının pis kokusundan rahatsız olunca: ‘Kahrolasın! Ne yaptın ki, pis kokunla bizi rahatsız ediyorsun? Azâbımız bize yetmez mi?’ derler. O da: ‘Ben, âlimdim, fakat ilmimden faydalanmadım’ der.” (el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 187, Hds. 21, Ahmed bin Hanbel ve Beyhakî’den)
Bildikleriyle amel etmeyen, ümmet-i merhûmenin derdiyle dertlenmeyen, tek vücud olan mü’minlerin arasında yerini alamayan, takvâ ve iyilikte müslümanlarla yarışa çıkamayan ilim sahibi kişiler, bildikleri ile dünyalığa yönelip dünyayı âhirete değiştikleri zaman bu hâle düşmektedirler... Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), hem onları, hem de ümmeti uyarmaktadır... Âlimlere, bildiklerini yanlış yerde kullanmasınlar, kendilerinin ve ümmetin kurtuluşu yolunda ilimleriyle çaba göstersinler diye tavsiyede bulunan Rasûlullah (s.a.s.) ümmete de yanlışlıkları, hatâları ve isyanları, elleriyle, dilleriyle, kalbleriyle düzeltmelerini emretmiştir... (Bk. Müslim, Kitâbu’l-İman, B. 20, Hds. 78; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 10, Hds. 2263; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Melâhim, B. 17, Hds. 4340).
Her tavsiyesi, ümmetinin faydasına, iyiliğine bir emir olan Rasûlullah (s.a.s.)’in iman ve ilim mektebinde yetişmiş olan ashâb-ı kiram (Allah cümlesinden râzı olsun,) âlimin sorumluluğunu hakkıyla kavramış ve ilmin gereğini yerine getirmeye en son imkanlarını kullanarak çaba göstermişlerdir...
Ebû’d-Derdâ (r.a.) şöyle diyor: “Kıyâmet günü insanların Allah katında makamca en şerlisi, ilminden faydalanmayan âlimdir.” (Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 23, Hbr. 40; Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 268). Mâlik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor: Ebû’d-Derdâ (r.a.) dedi ki: “Kimin ilmi artarsa, ağrısı (korkusu) artar.” Yine Ebû’d-Derdâ şöyle dedi: “Bana (hesab gününde): ‘Ne bildin?’ denilmesinden dolayı nefsime karşı endişe etmiyorum. Fakat bana: ‘Ne amel ettin?’ denilmesinden endişe ediyorum. (Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 269; Abdulah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 23, Hbr. 39; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 199, Hbr. 730; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 182, Hbr. 9, Beyhakî’den)
Muaz İbn Cebel (r.a.) şöyle diyor: “İstediğiniz kadar biliniz! Allah Teâlâ, (bildiğinizi) yapıncaya kadar, ilim karşılığında asla size ecir vermeyecektir.” (Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitabü’z-Zühd, s. 27, Hbr. 62; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 265, Hbr. 1009; Ebû Nuaym el-Isfahânî, a.g.e., c. 1, s. 385). Emîru’l-mü’minin İmam Ömer b. el-Hattab (r.a.) şu nasihatta bulunmuştur: “Üç şey için ilim öğrenme ve üç şey için de ilmi terk etme! Mücâdele, övünmek ve riya için ilim öğrenme! Öğrenmekten utanarak, veya lüzumu yok ya da bilmesem de olur, demek sûretiyle de ilmi terk etme!..”
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyurur Rasûlullah (s.a.s.): “Kıyâmet gününde insanların üzerine ilk hüküm verilecek olanı, şehid düşen bir adamdır... Bir de ilmi öğrenip öğreten ve Kur’ân’ı okuyan bir adamdır. Bu da, getirilerek (Allah) kendisine nimetlerini tarif edecek, o da onları tanıyacaktır. ‘Bunlar hakkında ne yaptın?’ diye soracak. O adam: ‘İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızân için Kur’ân’ı da okudum’ diyecek. Hak Teâlâ: ‘Yalan söyledin! Lâkin sen, ilmi, âlim desinler diye öğrendin. Kur’ân’ı da ‘O, kaarîdir’ denilsin diye okudun. Gerçekten denildi de’ buyuracak. Sonra onun hakkında emir verecek ve yüzü üstü sürüklenecek, nihayet cehenneme atılacaktır.” (Müslim, Kitâbu’l-İmâre, B. 43, Hds. 152; Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 35, Hds. 2489; Nesâî, Kitâbu’l-Cihad, B. 22, Hds. 3123; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 322; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 63, Hds. 1, İbn Hıbban’dan s. 66, Hds. 2; İbn Huzeyme, Sahih’inden; İmam Buhârî, Halku Ef’ali’l-İbâd -Hadis-i Şerifler Işığında İlâhî Kelâmın Müdafaası-, çev. Yusuf Özbek, İst. 1992, s. 104, Hds. 335)
İlmiyle amel etmeyip sahib olduğu ilimle dünya malı ve menfaatını tercih ederek zulmün, fısk ve fucurun yapılmasına katkıda bulunan ilim sahibleri için şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp uzaklaşmış, şeytan, onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu.
Eğer Biz dileseydik, onu, bundan yükseltirdik. Ama o, yere meyletti (veya yere saplandı), hevasına uydu. Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi onlara aktar ki, düşünsünler.
Ayetlerimizi yalanlayanlar ve yalnızca kendi nefislerine zulmedenlerin örneği ne kötüdür.
Allah kime hidayet verirse o, artık hidayeti bulmuştur. Kimi şaşırtıp saptırırsa, artık onlar da hüsrana uğrayanlardır.” (7/A’râf, 175-178)
İmam İbn Kesir (rh.a.) bu ayetlerin tefsirinde şöyle der: “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Âyetlerimizi yalanlayan kavmin misali ne kötüdür. Yiyecek ve şehvetini giderecek şeyleri elde etmekten başka bir düşüncesi olmayan köpeklere benzetilmiş olmaları, onlar için ne kadar kötüdür. İşte kim ilim ve hidayet sahasından çıkar, nefsinin arzusuna yönelir ve şehvetlerine tabi olursa, o köpeğe benzer. Onun hâli ne kadar kötüdür.” (İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, c. 7, s. 3167)
Rabbimiz Allah, bildiğiyle amel etmeyen ve ilmini yanlış yerlere kullanıp zararlı olan ilim adamları hakkında şöyle buyuruyor: “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitab yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez.” (62/Cum’a, 5)
Peygamber (s.a.s.)’den (rivâyet edilen bu) müsedded hadisi bir de mânâ olarak Ebû Hüreyre (r.a.)’dan (rivâyet olunmuştur. Ebû Hüreyre (r.a.) bu hadisi:“Kim (devamlı olarak zalim) idareci ile düşer-kalkarsa, fitneye düşer.” (anlamına gelen lafızlarla) rivâyet etti. (Daha sonra bu rivâyetine şu mânâya gelen cümleyi de) ilâve etti: “Kul, (zâlim) sultana yaklaşmakla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey kazanmaz.” (Ebû Dâvud, Kitâbu’s-Sayd, B. 24-25, Hbr. 2860)
Bu hadisin şerhinde şu açıklamalar yapılmıştır: “Ulemânın zâlim ve fâsık idarecilerin kapılarına gidip, onlarla düşüp kalkmaları yasaklanmıştır. Çünkü zalim sultanlar veya idareciler, zulümlerine devam ederlerken ulemânın onlarla düşüp kalkması, bu zulmü onların da tasvib etmesi anlamına gelir ki, bu durum, zalim idarecilerin ve zulümlerinin halkın tümü tarafından benimsenip tasvib edilmesine sebep olur. Oysa ulemâ, hakkı ve adâleti koruyup yaşatmakla, halk da, hakkı ve hakikatı öğrenmek için onlara müracaat etmekle mükelleftir. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: “(Allah), kendilerine kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’, diye söz almıştı.” (Âl-i İmran, 3/187) buyurarak ulemâya, “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (mes’eleyi bilenlere) sorun.” (Enbiya, 21/7) buyurmak sûretiyle de ulemânın dışındaki halka bu mükellefiyetlerini bildirmiştir.
Ebû Zerr Gifârî (r.a.), Seleme’ye şöyle demiştir: “Ey Seleme, (zâlim) sultanların kapısına gitme! Çünkü sen, onların dünyalığından bir şey elde edemezsin. Fakat onlar senin, onların dünyalığından daha faziletli olan dinini alırlar.” (S. Ebû Davud Terceme ve Şerhi, Hzr. Necati Yeniel - Hüseyin Kayapınar, İst. 1991, c.11, s. 38-39)
Kâ’b b. Ucra (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Dinleyin! Benden sonra (zalim) idareciler çıkacağını işittiniz mi? Kim onlara yaklaşır, yalanlarını doğrular, zulümlerine yardımcı olursa, o kimse, benden değildir, ben de onunla değilim. (Âhirette de) Havz’ın başında yanıma gelemez. Kim onlara katılmaz, yalanlarını doğrulamaz, zulümlerine yardımcı olmazsa, o kimse, bendendir, ben de onunlayım. Havz’ın başında da yanıma uğrayacaktır.” (Neseî, Kitâbu’l-Biat, B. 36, Hds. 4190; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 61, Hds. 2360; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 398, Hds. 115; el-Munzirî, a.g.e., c. 4, s. 451, Hds. 5, Ahmed bin Hanbel’den c. 4, s. 452, Hds. 6-7; Taberânî, İbn Hıbban, Ahmed bin Hanbel ve Ebû Ya’lâ’dan)
Zâlimin her türlü zulmünü kerih görüp ona itiraz eden, eliyle, diliyle ve kalbiyle değiştirmeye çalışanlar kurtulurlar... Fakat kim ki, zalimin zulmüne karşı çıkmaz, itiraz etmez ve onu değiştirmeye çaba harcamaz, aksine zalime zulmünde yardımcı olursa, o kimse de zalim gibidir, zulme ortaktır... İslâm, bu tip zalimlere ortak olan, dolayısıyla zulüm işleyen kimseleri, kim ve ne olursa olsun reddeder... Özellikle bunlar, ilim ehli kişiler iseler, onları asla kabul etmez ve suçlarının çok daha korkunç, cezalarının çok daha ağır olduğunu beyan eder...
Ebû Hüreyre (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazan’dan Allah’a sığınınız!” Sahâbîler:‘Yâ Rasûlallah, Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazen nedir? diye sordular.Rasûlullah (s.a.s.), onlara cevaben: “Cehennemde öyle bir deredir ki, cehennem her gün dört yüz defa ondan (Allah’a) sığınır.” buyurdu.Sahâbîler:‘Yâ Rasûlallah, kimler bu dereye girer?’ diye sordular.Rasûlullah (s.a.s.): “O dere, amelleri ile riyâkârlık eden Kur’ân okuyucuları için hazırlanmıştır. Allah’ın en çok öfkelendiği kurrâlardan (Kur’ân bilen âlimlerden) bir kısmı da, şüphesiz emirleri (yöneticileri) ziyâret eden kurrâlardır.” buyurdu.(Râvî) el-Muhâribî dedi ki: “Emirlerden maksat, zâlim olan emirlerdir. (İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 256;Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 36, Hds. 2490)
el-Hasanü’l-Basrî (rh.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Bu ümmet, Kur’ân okuyanları emirlerine (idarecilerine) meyletmedikçe, sâlihleri, facirlerini ‘temizsiniz’ diyerek tezkiye etmedikçe, hayrı, yani iyi işleri bol olanları, şerri bol olanları batıl zanlara sevk etmedikçe, Allah’ın eli ve himayesi altındadırlar. Fakat bunları yaptıkları zaman Allah elini onlardan kaldırır ve onların üzerine zorba olanlarını musallat eder ve bunlar da onlara, azâbın en kötüsünü tattırırlar ve Allah da onlara, ihtiyaç ve fakirlik de vurur. Ve kalblerini korkuyla doldurur.” (Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 207, Hds. 821)
Muttakî ulemâ, halktan ve egemen yöneticilerden müstağnî olmalıdır... Eğer halka ve egemen yöneticilere maddî bir bağ ile bağlanacak olursa, onlara boyun büker, ihtiyaçlarından dolayı onların emirlerine girer... Bundan dolayı adâletli davranamaz!.. Halkın ve egemen yöneticilerin arzularına göre hareket eder... Verdiği fetvâlar, halkın ve egemen yöneticilerin menfaatlarına aykırı olamaz... Halk facir, egemen yöneticiler de zalim tağutlar oldukları bölgelerde, onlara muhtaç olup emirlerine giren ilim ehli olan kişiler, hatâ üstüne hatâ yapar, zilletin en aşağılık olanına düşerler...
Şu apaçık bir hakikattir ki, ümmet içinde iki sınıf insanın düzelmesi, ümmetin düzelmesidir... Onların bozulması, ümmetin bozulup bozguna uğramasıdır... Bunlar: Umerâ ve ulemâdır...
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“(Bir âlimin verdiği) yalnız fetvâ yüzünden hatâya düşen kişiye günah yoktur. Bütün vebal, yalnız fetvâ veren (âlim)in boynunadır.” (İbn Mâce, Mukaddime, B. 8, Hds. 53; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm, B. 8, Hds. 3657; Dârimî, Mukaddime, B. 20, Hds. 161-162)
Muaz b. Cebel (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizin için üç şeyden korkuyorum: Âlimin hatâsı (zellesi), münâfığın Kur’ân’ı âlet ederek mücâdeleye kalkışması, dDünya nimetlerinin size açılması.” (Taberânî, Mu’cemus-Sağîr, c. 2, s. 395, Hds. 690; Kuzâî, a.g.e., s. 211, Hds. 712)
Ziyad b. Hudayr (r.a.) anlatıyor: “Bana, Ömer (r.a.): ‘Biliyor musun İslâm’ı ne yıkar?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim. Şöyle açıkladı: Onu, âlimin hatâsı (sürçmesi), münâfığın Kur’ân vâsıtasıyla mücâdelesi, saptırıcı önderlerin hükmü!” (Dârimî, Mukaddime, B. 23, Hbr. 220; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 327, Hbr. 1475)
Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şübhesiz, temiz akıl sahibleri öğüt alıp düşünürler.” (39/Zümer, 9) “Peki, sana Rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen (âmâ) gibi midir? Ancak temiz akıl sahipbleri öğüt alıp düşünebilirler. Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü (misakı) bozmazlar.” (13/Ra’d, 19-20)
Peygamberlerin gerçek varisleri olan muttakî âlimler, peygamberlerin yolundan giderek içinde bulundukları toplumlarda hidayet rehberi olurlar... Hakka davet ettikleri toplumlara, varisleri olduğu peygamberler gibi seslenir ve onları hakikatı beyan ederler: “Ey kavmim, ben sizden, buna karşılık, bir mal istemi-yorum. Benim ecrim, yalnızca Allah’a aiddir.” (11/Hûd, 29) “De ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben, Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiblenmek sûretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım, ancak Allah iledir. O’na tevekkül ettim ve O’na içten yönelip dönerim.” (11/Hûd, 88)
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Kendisinden istifâde edilmeyen bir ilmin misali, kendisinden Allah yolunda harcama yapılmayan bir hazinenin misali gibidir.” (Dârimî, Mukaddime, B. 46, Hds. 562; İbn Hacer el-Askalânî, Metâlibu Âliye, c. 3, s. 63, Hds. 3026; Ayrıca bk. Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 2, s. 499)
Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur: “Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara, acı bir azâbı müjdele.” (9/Tevbe, 34)
“Kendilerine kitab verdiklerimiz, O’nu (Peygamberi) çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü bildikleri hâlde mutlaka gerçeği gizlerler.” (2/Bakara, 146)
“Onlar cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder(önerir)ler ve Allah’ın, fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz, o kâfirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır.” (4/Nisâ, 37)
Yezid b. Ebi Habib (r.a.) şöyle anlatır: Âlim ve fakîh bir kimsenin imtihanı, kendisinin yerine konuşacak biri olduğu hâlde, dinlemekten daha çok konuşmanın ona hoş gelmesidir. Çünkü dinlemekte, selâmet ve ilimce artma vardır. Kulak veren, zaten konuşmanın ortağıdır. Konuşmakta ise, Allah’ın koruması müstesna şaşırmak, zînetlenmek, fazlalaştırmak, veya eksiltmek vardır. Bu âlimlerin bir kısmı, insanların bir kısmını, “şerefleri ve ileri gelmeleri sebebiyle” kendisiyle konuşmaya daha çok hak sahibi sayar da, miskinleri hakir görür, onları ilme layık görmez. Âlimlerden, ilmini saklayan ve öğretmeyi kayıp görenler de vardır. İlmin, ancak kendisinde bulunmasını arzu eder. Onlardan bir kısmı, ilimde sultan gibi davranır ve bir sözünün reddolunmasına kızar. Onlardan bir kısmı, kendini fetvâ makamına tayin eder de şayet ona, bilmediği bir mes’ele getirilirse, “bilmiyorum” demekten utanır, atar ve böylece lüzumsuz külfete girenlerden yazılır. Onlardan bir kısmı, her işittiğini rivâyet eder. O kadar ki, sözünün desteklenmesi için yahudî ve hristiyanların sözlerini rivâyet ederler (Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 24, Hbr. 48).
Yezid b. Ebi Habib (r.a.)’ın bu beyanları, ilme ihânet eden ilim ehlini çok güzel bir şekilde açıklamaktadır!..