TAKLİD
Muhakkak ki bütün hamdler Allahadır. O'na hamd eder, O'ndan yardım ister ve bağışlamasını dileriz. Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden de O'na sığınırız. Allah, kime hidayet ederse onu hiç kimse saptıramaz. Kimi de saptırırsa ona da kimse hidayet veremez.
Kendisine itaat edip emrine muhalefet etmemekle emrolunduğumuz zata salat ve selam ederim. Eğer ona ittiba etmez ve emrine muhalefet edersek, bugünlerde meydana gelen hadiseler ve müslümanların yaşadığı beldelerde gördüğümüz müslüman ümmete inen musibet ve belalar, bir de buna ek olarak ahiretteki büyük azab bize de iner ve dokunur. Müslüman ümmet Rasûlullah (s.a.v.)'ın bisetinden dört halifenin asrına kadar -genel olarak- bir adamın kalbi üzere devam edip onlardan muhalefet ederek ayrı baş çeken ve ehli tevil olup tevili ile onlardan ayrılan kimse olmamıştır. Aksine onların hepsi de Rasûlullah (s.a.v.)'den varid olan olan naslara tabi oluyor, sünnetin sahihini kabul ediyor, mevzu veya zayıfını reddediyordı.
Bir seferinde Abdullah b. Abbas (r.a.)'a bir adam hadis rivayet ederken İbni Abbas ellerini kulaklarına koyduğunda ona "Ya İbni Abbas! Bu Rasûlullah'ın hadisidir!" denildiğinde, İbni Abbas (r.a.);
— "Biz hadisleri dinliyor ve alıyorduk, fakat hadisde her önüne gelen konuşmaya başlayınca kulaklarımızı korumak zorunda kaldık demiştir. Durum siyasi hareket ve mezhebî grubların zuhuruna kadar işte böyle devam etti. Sonra her grub ve her mezheb kendi tabilerini diğer mezhebe muhalefet etmeye çağırmaya başladılar. Mezhebi asabiyet giderek taklit ehlinden her grubu diğer mezheb sahibleri hakkında haddi aşmaya kadar götürdü. Bu asabiyet onları Şafi mezhebinde bir kızla Hanefi mezhebinde bir erkeğin evlenmesinin caiz mi caiz değil mi münakaşasına kadar götürdü.
Şeyh Albani "Sıfatı Salâtun-Nebi" (1) isimli kitabının mukaddimesinde aynen şöyle diyor: "Bazı taklitçilerin ihtilafı bundan daha korkunç hale gelmiştir. Hanefilerle Şafiiler arasında evlenmenin yasaklanmasında olduğu gibi. Daha sonra Hanefiler'den Muftis-Sakaleyn (insanların ve cinlerin müftüsü) şöhretine sahib biri çıkıp fetva vermiş. Hanefilerle Şafilerin evlenebilmesinin cevazına hükmetmiştir. Bunun için de diğer mezheb mensubunu ehli kitab (yahudi ve hıristiyan)'ın yerine koyarak onunla evlenmesini caiz görmüştür... Görüldüğü gibi taklit müntesiplerine ve cürümler işletmiştir ve hali hazırda benzeri cürümler işlenmeye devam etmbektedir. Yardımı istenen sadece Allah'dır.
Kitabın sayfaları ilerledikçe görüleceği gibi imamlardan hiç biri kendilerinin taklit edilmesini arzu etmemişlerdir. Aksine onlar taklidi menetmişler ve öğrencilerini bundan nehyetmişlerdir. Ebu Hanife (r.h)'ın "Ey Yakub! (Eb.u Yusuf), Benden her duyduğunu yazma. Çünkü ben bugün bir görüşü benimseyip, yarın onu terkedebilirim. Yarın bir görüş benimseyip, öbürgün ise onu terkedebilirim" (2) demesi buna güzel bir örnektir.
Buna rağmen taklitçiler imamlarını, onların ilim ve fıkıhlarını üzerine bina ettikleri asıl temel olan delilsiz ve hüccetsiz kimsenin sözünü kabul etmeme ve kim olursa olsun delil ve hüccete muhalefet ettiğinden dolayı sözünü terk etme usûlüne heva ve heveslerine uyarak muhalefet etmişlerdir. İmamlarını bu hususlarda asla taklit etmemişlerdir. Dolayısıyla onlara karşı yapılması gereken saygı ve sevgiyi layıkı ile yerine getirmemişlerdir. İmamların layık olduğu sevgi ve saygı onlara usûllüerinde tabi olmak, onların yerine getirdiği sayu gayreti yerine getirmektir. Delillere muvafık olan doğrularını baş tacı etmek o doğrulara sahib çıkmak ve muktezasınca amel etmektir. Bu da onların içtihad ve görüşlerini Kur'ân ve Sahih Sünnet'e arz etmekle mümkündür. Sayu gayreti terkederek sade fıkıh kıtalarındaki mesaili nakille mümkün değildir.
İmamların (r.a.) ictihad ve fetvalarında delile muhalif olan sürçme dediğimiz yanılgı ve hatalarında, o hataları alarak, onları nesilden nesile "dedi ki ve denildi ki" ile taşımak ve onları imamların aleyhine ihya etmek o imamlar aleyhine en büyük saygısızlıktır, hatta bu onlara karşı en büyük ihanettir. Kanaatime göre;
İmam Tahavi'nin "Ancak taassup ehli veya kafası çalışmayan kimseler taklitçilik yapar" (3) demesinin sebebi budur.
İmam Malik mezhebi taassubu yerme babında aynen şöyle diyor: "Nebi (s.a.v.)'den sonra ve onun dışında istisnasız herkesin sözü alınır da terkedilir de." (4)
İmam Şufi ise "Hakkında görüş serdettiğim her hangi bir meselede hadis alimleri tarafından benim görüşüme aykırı bir hadis rivayet edilirse ben o görüşten sağlığımda da ölümümden sonra da rucu ederim" (5) demektedir.
İmam Ahmed ise, sünnete bağımlılık ve takliti yerme hususunda imamların en ileri gidenleri idi. Bunu misallendirmek için İmam Ahmed ile İmam Ebu Davud arasında geçen konuşmayı burada naklediyorum. "Ebu Davud, Ahmed b. Hanbel'e Evzâî Malikten daha çok mu ittiba ediliyor? dediğimde bana şöyle demiştir. "Beni taklit etme, Malik'i, Şafii'yi, Evzai'yi ve Sevrî'yi de taklit etme. Sen de onların aldığı kaynaktan dini al." (6)
İşte bundan dolayı İmam Ahmed'in fıkıhda derli toplu bir kitabı tedvin edilmemiştir. Buna karşılık fıkhî görüş ve fetvalarını oğlu Abdullah ve diğer öğrencileri "el-Mesâil" isimli kitablarda toplamışlar ve kendilerinden sonraki nesillere bu şekilde nakletmişlerdir.
Mezheb asabiyetinde olan ehli taassub kişiler, müntesibi oldukları imamların hallerini iyice bilseler ve onlara bu hususlarda uysalar, o imamlarda bunların asabiyet ve cumudiyetini yok edici güzel numuneyi imtisaller vardır. İşte Ebu Yusuf ve Muhammed b. el-Hasen, üstadları Ebu Hanife'ye onun mezhebinin üçte birinde muhalefet etmişlerdir. Hanefiler'in kitablarını mütalaa edenler, "Bu meselede fetva imameynin görüşüne göredir, bu meselede ise tarafeynin görüşüne göredir." v.b. gibi ifadelerle sık sık karşılaşırlar. Mesela: İmam Muhammed, Şeyhi Ebu Hanife'nin vefatından sonra Medine'ye giderek, İmam Malik'ten ilim telakki etmiş ve bazı görüşlerinden dönmüştür. İmam Muhammed, "Muvatta"nın "salatu'l-istiskâ" babında istiska ile ilgili hadisi rivayet ederek şöyle demektedir. "Muhammed (kendini kasdediyor) dediki; Ebu Hanife'ye gelince, o, salatu'l-istiskanın meşru olduğunu görmezdi. Bizim görüşümüze gelince; imam insanlara iki rekat namaz kıldırır. Sonra rıdasını ters çevirip sağı sola solu sağa çevirerek dua eder." (7)
Görüldüğü gibi imam (r.h.) kendisine delil zahir olduğu an İmam Ebu Hanife'nin görüşünü terkederek delile tabi olmuş ve mezhebi taassubdan uzak kalmıştır. Usul ve furu' kitablarında bu ve benzeri misaller çoktur. Onları burada tek tek nakletmek bu mukaddimenin hacmine uygun düşmez.
Ehli telif imamlardan çoğu taklitçiliğe ve mezhebi asabiyete karşı çıkarak taklit ve mezhebi asabiyeti reddetmişlerdi ve bu hususta kitablar telif etmişlerdir. Bunlardan bir kaç tanesini istifade ve okunmasını temenni ederek şöyle sıralayabiliriz.
"Beyânu'l-İlm ve Fazluhu" isimli kitabı ile İbnu Abdül-Berr.
"Kavlu'l-Mufîd fi'l-İctihâd ve't-Taklîd" ile Şevkani.
"El-İlmuş-Şâmuh" ile el-Mukbilî.
"Er-Redd ila Men Ahlede ile'l-Ard ve'd-deâ Enne'l-İctihâd Leyse bi farz" ile Suyutî.
"İkazu Himemi Uli'l-Ebsâr" ile el-Fulanî'dir.
Sonra İmam İbni Teymiyye ve öğrencisi İbni Kayyım taklit ve mezhebî taassuba karşı çıkıp onu reddeden ve bu mevzuda kitap telif edenlerin iki önemli şahsiyetidir.
İşte biz İbni Kayyım'ın kıymetli eseri "Ağlâmu'l-Muvakkiîn" isimli kitabından alınma bu küçük risaleyi tercüme ederek kendi halkımızın hizmetine sunmayı mezhebi asabiyeti ve körükörüne taklitçiliği sarsa bilme amacı ile gerekli gördük. Bunu yaparken mutlak doğruların sadece ve sadece "Allah'ın kitabı" ve "Rasûlü'nün sahih sünneti" olduğunu insanların benliğine onlardan bir parça olarak yerleşmesini temenni ettik.
İmam İbni Kayyim'i tanıtıcı fazla bir şeyler yazmak istemiyorum. Çünkü imamın bir çok kitabı -hamdolsun- dilimize kazandırılmıştır.
Yüce ALlah'dan temennim geri kalan eserlerinin de bu aziz halkın diline tercüme edilip istifadelerine sunulmasıdır. Bununla beraber İmam İbni Kayyim'in İbni Kesîr'in "el-Bidaye ve'n-Nihaye" adlı eserinde anlatılan hal tercemesinden bazı notlar vermekle yetineceğim. İmam İbni Kayyim el-Cevziyye (631-751 Hicri).
Asıl adı: Muhammed b. Ebu Bekr b. Eyyüb b. Sa'd b. Hariz ez-Zeri'dir, İbni Kayyım hicri 691 senesinde dünyaya gelmiş, hayatının büyük bir kısmını Şam'da geçirmiş ve bir kaç defa hac için oradan ayrılmıştır. Mekke'de bir süre kalmıştır. Bir kaç kez de Kahire'ye gitmiştir. İmam İbni Kayyım Şam'daki ve başka yerlerdeki bir çok alime öğrencilik yapmıştır. Bu âlimler arasında bir tanesini kendisine örnek edinmiş ve ondan çok etkilenmiştir.
Hicri 712 senesinden hicri 728 senesine kadar onunla beraber olmuştur. Hatta bir kaç kez onunla beraber hapse girmiştir. Kendisine örnek aldığı bu şahsiyet Şeyhu'l-İslâm İmam İbni Teymiye'dir.
İmam İbni Kayyim dediğimiz gibi bir çok ustada öğrencilik yapmıştır. Bunlar genel olarak; Arapça'da İbni Ebi'l-Feth, Hadisde Takiyyuddîn Süleyman ve emsali fıkıh ve fıkıh usûlünde Mecduddîn el-Haranî ve şeyhi İbni Teymiye ve emsali kişilerdir.
İmam, özellikle tefsir ve şer'î usul bilgilerine son derece vâkıfdı. Bu hususlarda çağında kimse onunla boy ölçüşemiyecek bir seviyede idi. Hadis ilmine de bir o kadar vakıf ve hadisin manalarını anlama, ondan hüküm çıkarma inceliklerini de çok iyi biliyordu.
Gece gündüz durmadan ilme çalışır, çok namaz kılar ve çok Kur'ân okurdu. Ahlakı son derece güzeldi, hiç kimseye hased etmez ve hiç kin tutmazdı.
İbni Kesir devamla, onun en samimi arkadaşlarından biri ve ona insanların en sevgililerinden biri idim. Bu zamanda dünyada ondan daha çok ibadet eden birini bilmiyorum, namazı o kadar uzatırdı ki, ruku' ve sücudu çok uzattığından dolayı arkadaşlarının çoğu onu bazan levmederlerdi. Buna rağmen o, mu'tad amelinden vazgeçmez ve alışa gelmiş ameline devam ederdi. Hicri 728 Receb ayının 13. Perşembe günü yatsı ezatı ile birlikte daru'l-Ukbaya irtihal etmiştir. (r.h.) (8)
Tercemeye esas aldığımız risale, "Risaletü't-Taklît" ismi ile Beyrut'taki Mektebetu'l-İslâmî'nin yayınladığı müstakil bir kitapdır. Dolayısıyla aslı (A'lâmu'l-Muvakkîn) ile tercüme ettiğimiz bu risale arasında ufak tefek bazı değişiklikler vardır.
Tercüme ettiğimiz bu risalede mezkur âyetlerin süre isimlerini ve numaralarını verdik. Hadislerin de aynen asıl kaynaklarından hadis numaralarını veya cild ve sayfa numaralarını imkânımız nisbetinde vermeye çalıştık. Fıkhı meselelerin münakaşasına asla girmedik.
Netice olarak "Aziz okuyucu! Büyük küçük her hangi bir meselende, bir kimseye bir şey sorduğunda o meselenin delilini de sormayı sakın unutup ihmal etme.
Birilerinin delili söylesem anlarmısın ve avam halk delilden ne anlar veya benzeri bir şey söylemesi seni delil sormaktan alıkoymasın. Rasûlullah (s.a.v.)'ın «... İnsanların heybeti hakkı bildiğiniz vakit söylemekten size asla mani olmasın.» (8) buyruğuna uyarak, hocalarımız ve alimlerimiz ne kadar bilgili olurlarsa olsunlar onların ilimleri ve heybetleri onlara en tabi hakkımız olan delil sormamıza asla mani olmamalıdır.
Hiç bir şey bilmeyen bir çöl bedevisinin Rasûlullah (s.a.v.)'e gelerek «... Senin ve senden öncekilerin Rabbı aşkına bütün insanlara seni gerçekten Allah mı gönderdi?..» diye Allah Rasûlü'nün risaletine Allah adına yemin vererek Rasûlullah'dan delil istemiştir ve buna Rasûlullah (s.a.v.)'ın heybeti mani olmamıştır. Dolayısıyle seninde bir fetva sorarken delil istemende hiç bir sakınca olmadığı gibi, iki hususta da hayıra vesile olacaktır.
Birincisi: Fetva veren kişiye delil sorman; yarın Allah'ın huzurunda bu fetvadan dolayı mutlaka hesaba çekileceksin, dolayısıyle fetva verdiğin meselede Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünü biliyorsan ona göre fetva ver, yoksa edebinle sus ve o meseleyi bilenine havale et demektir. Netice senin delil sorman, fetva vereni araştırmaya, Kur'ân ve sünnete yöneltecektir ki bu çok önemlidir.
İkincisi: Fetva veren kişiden delil sorman ona bu fetvayı Allah ve Rasûlü'nün hükümlerine uygun olarak ve onların hükümlerine dayanarak bu fetvayı verdiğin zannı galibime göre kabul ediyor ve itaat ediyorum, dolayısıyle gerçekte itaatım Allah'a ve Rasûlü'nedir anlamına gelir ki bu da güzeldir.
"Ey Allah'ım! Seni hamdin ile tesbih ederim. Senden başka ilah olmadığına şehadet eder, senden ma'firet ister ve sana tevbe ederim." (1)
(FASIL)
— TAKLİT HAKKINDAKİ SÖZÜN TAFSİLATLA İZAHI —
Taklit;
Kendisiyle hüküm ve fetva haram olan taklit,
Yapılması vacib olan taklit,
Yapılması vacib olmayıp mübah olan taklit şeklinde kısımlara ayrılır.
Kendisiyle hüküm ve fetva haram olan taklit, üç nevidir.
(Birincisi): Atalarını taklitle iktifa ederek, Allah'ın indirdiği vahyinden yüz çevirip, ona iltifat etmemektir.
(İkincisi): Sözüyle amel edilmeye ehil olup olmadığını mukallitin bilmediği kişiyi taklit etmektir.
(Üçüncüsü): Mukallitin amelinin hilafına hüccetin ikamesinden ve aleyhine delilin zahir olmasından sonra yaptığı taklittir.
Bunlardan, üçüncü ile birinci nevi arasındaki fark; birincisi ilim ve hüccete gücü ve imkanı olmadan önce taklit etti, üçüncüsü ise kendine hüccet'in zuhurundan sonra taklit etti. Dolayısıyla bu yerilmeye, Allah ve Rasûlü'ne asi olmaya birincisinden daha layıktır.
Allah, taklitinr bu üç nev'ini de kitabının bir çok yerinde yermiştir. Mesela: "Onlara, Allah'ın indirdiği (vahyi)ne uyun denilince, "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey'e uyarız" derler. Ya ataları bir şey akledememiş ve doğru yolu bulamamışlarsa?" (1)
Ve "İşte böyle, senden önce de hangi memlekete uyarıcı bir rasûl gönderdiysek, mutlaka oranın ileri gelen refah içindeki şımarık zenginleri şöyle dediler: "Doğrusu biz atalarımızı bir inanç üzerine bulduk ve onların izlerine uyup gitmekteyiz." (1)
Ve "Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve Rasûl' (e itaat)'e gelin!" dense, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter! derler..." (2)
Atalarını taklitle ikna olarak, Allah'ın indirdiği vahiyden yüz çevirenleri yeren bu gibi âyetler Kur'ân'da çoktur.
Allah, kâfirleri, bir şeye akıl erdiremeyen ve doğru yolu bulamayan kimseleri taklit edenleri yermiş, doğru yolu bulmuş âlimleri taklit eden kimseyi yermemiştir. Aksine "... Bilmiyorsanız zikir ehli (din âlimleri)'ne sorun." (3) âyeti ile ehli zikre sormayı bile emretmiştir.
Ehli zikir, ehli ilimdir. Ehli ilime sormak ise onları taklittir. Bu âyet aynı zamanda bilmeyen kişiye, bilen kişiyi taklit etmesi için bir emirdir dense, şöyle cevab verilir:
Allah, indirdiği vahyinden yüz çevirip atalarını taklit edenleri yermiştir. Taklit'in bu kadarı dört imamla beraber bütün selefin haram ve yerilmesinde ittifak ettikleri şeydir.
Fakat, Allah'ın indirdiği vahye tabi olmak için bütün güç ve imkanı kullanmasına rağmen kendisine onun bir kısmı gizli kalan kimse o meselede kendinden daha âlim birini taklit etse, bu kişi de bu taklitten dolayı yerilmez övülür, ve aynı zamanda -ecir alır vebal de almaz. Bu hususun açıklaması taklit'in vacib ve mübah kumlarının izâhatında gelecek inşaallah.
Allah'u Teâlâ "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme" (4) buyuruyor.
İlerde geleceği üzere "taklit" alimlerin ittifakıyla ilim değildir. Allah'u Teâlâ "Deki: "Rahim, ancak kötülükleri, gerek açığını gerek gizlisini; günahı ve haksız yere saldırmayı; hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmayı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram etmiştir." (1)
Ve "(Ey insanlar!) Rabbinizden size indirilene uyun ve O'ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!" (2) buyuruyor.
Allah, özellikle indirilen vahye ittibayı emrediyor.
Mukallit, taklit ettiği kişinin sözünün hilafına bir delil kendisine tebaruz etse, bu delilin o indirilen vahiy olduğunu dahi bilemez.
Dolayısıyla o kişinin vahye muhalif olarak yaptığı taklit, vahyin gayrına ittiba etmek olduğu malumdur.
Allah'u Teâlâ "... Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûle götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir. (3) buyurarak ihtilaf ve anlaşmazlığı kendi ve Rasûlünün gayrına çevirmemizi menetmiştir, bu da taklit'i hükümsüz kılar.
Diğer bir yerde de Allah "Yoksa siz, Allah içinizden cihad eden ve Allah'dan, Rasûlü'nden ve mü'minlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden, bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." (4) diye buyurmuştur. Hal böyle olunca, bir adamı Allah'ın, Rasûlü'nün ve diğer bütün imamların sözlerinin fevkinde tercih etmek ve o kişiyi bunların hepsinin önüne geçirmek. Allah'ın kitabını, Rasûlü'nün sünnetini ve ümmetin icmasını o adamın görüşüne arz etmek, eğer onun görüşüne uygun olan olursa onları kabul etmek, onlardan onun görüşüne uymayanları reddetmek için hile yönlerini araştırmaktan daha büyük bir sırdaşlık yoktur.
Diğer bir yerde Allah'u Teâlâ; "Yüzleri ateşin içinde çevrildiği günü "Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Rasûle itaat etseydik!" derler. "Ve dediler ki: "Rabbimiz, biz önderlerimize ve büyüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar" (1) diye buyuruyor. Bu âyette taklitin hükümsüz olurunda kesin nasdır.
Eğer bu âyetlerde Allah, yolunu sapıtmış kimseyi taklit eden kişiyi yermiştir, fakat hidayete ermiş birinin taklitini Allah'ın yermesi bu âyetlerde nerdedir? dense, şöyle denir:
Bu sorunun cevabı sorunun kendi içindedir. Çünkü kul, Allah'ın Rasûlü'ne indirdiği vahye tabi olana kadar muhtedi olamaz.
Bir kimse, Allah'ın Rasûlullah'a indirdiği vahyi bilirse muhtedi olur, mukallit olmaz. Fakat bir kimse, Allah'ın Resûlullah'a indirdiği vahyi bilemezse, onun kendi kendinre ıkrarı ile o, bilgisiz ve yolunu bulamamış, mukallittir. Dolayısıyla mukallit, birini taklit ederken hidayet üzere olduğunu nereden bilecek. Bu cevab, bu babda getirilecek herorunun cevabıdır. Eğer onlar, (istisnasız her meselede sadece ve) sadece hidayet ehlini taklit ediyor iseler, taklitlerinde onlarda hidayet üzeredir.
Eğer, taklit edilen imamların dinde hidayet üzere olduğunu siz de kabul ediyorsunuz. Buna göre o imamları taklit edenler de kesin hidayet üzeredir. Çünkü mukallitler onların peşinden gidiyorlar dense,
Şöyle denir: Onların, imamların peşinden gitmeleri onları taklit etmelerini iptal eder. Çünkü imamların yolu hüccete tabi olma ve takliti nehyetmekti. Bunu imamların kendi sözlerinden inşaallah nakledeceğiz. Kim, hücceti terk ederek imamların nehyettiği ve onlardan önce Allah ve Rasûlü'nün nehyettiği takliti yaparsa, o kimse imamların yolu üzere değildir. Bilakis o kişi, imamlara muhalif kimselerdendir.
Hüccete tabi olan, delille kayıtlanan ve Rasûlullah (s.a.v.)'dan başka bir şahsı imam edinerek ona kitap ve sünnet üzerine mig'yar etmeyen, kitap ve sünneti onun görüşüne arz etmeyen kimseler ancak o imamların yolu üzeredir.
İşte bu ifadeyle taklit'i, "ittiba" etme yerine koyan kimsenin anlayışının sakatlığı ve taklitte ittiba gibidir şeklinde insanları vehme düşürmesi dolayısıyle hakkı batıla karıştırması ortaya çıkmıştır. Aksine taklit, tabi olup ittiba etmeye muhalif bir harakettir.
Allah, Rasûlü ve ilim ehli taklit etmekle tabi olmanın arasını birbirinden tefrik ettiği gibi hakikatlerde onların arasını tefrik etmiştir. Çünkü tabi olmak, tabi olunan kişinin yoluna suluk etmek ve onun yerine getirdiği şeylerin benzerini yerine getirmektir. (1)
— Tabi Olma ve Taklit Arasındaki Fark —
İbni Abdul'l-Ber "Camiu Beyanil-İlmi ve Fazlıhi" (2) isimli kitabında "Taklit'in fesadı, onun nefi ve taklitle tabi olma arasındaki fark" diye açtığı babda şöyle diyor: Allah'dan gayri rabler edindiler..." (3) Rivayet olunduğuna göre, Huzeyfe ve diğerleri bu âyeti tefsir ederlerken şöyle demişlerdir. "Onlar, Allah'ı bırakarak haham ve ruhbanlara tapmıyorlardı, fakat onlar kendilerine tabi olanlara bir şeyi helal veya haram ediyorlar onlara tabi olanlar da haham ve rahiblerine bu helal ve haramlarda tabi oluyorlardı. Adiy b. Hatim diyor ki "Rasûlullah (s.a.v.)'e boynumda salîb (haç) olduğu halde geldiğimde bana "Yâ Adiy! Bu putu boynundan at!" dedi. Yanına yaklaştığımda Rasûlullah, sûreyi tövbeyi okuyordu. "Hahamlarını ve rahiblerini Allah'dan gayrı rabler edindiler..." (3) âyetine kadar okumaya devam etti. Ben, "Yâ Rasûlullah! Biz onları rabler edinmedik" dedim. Rasûlullah (s.a.v.) "Bilakis, onlar size haram olunan bir şeyi helal ediyor. Siz de onu helal sayıyordunuz. Öyle değil mi?" dedi. "Evet öyle yapıyorduk" dedim. Rasûlullah, "İşte o -ameliniz- onlara ibadettir" dedi. (4)
Bu hadis Müsned ve Tirmizî'de genişlemesine zikrediliyor.
Allah'u Teâlâ'nın "Hahamlarını ve rahiblerini Allah'dan gayrı rabler edindiler..." (1) âyetinin tefsirinde Ebu'l-Buhteri şöyle demiştir. Haham ve rahibleri onlara Allah'ı bırakarak kendilerine tapmalarını emretselerdi onlar, haham ve rahiblere itaat etmezlerdi. Fakat haham ve rahibler, Allah'ın helallerini haram haramlarını da helal ederek onlara emrettiler. Onlar da bunlara itaat ettiler. İşte bu hareketleri rububiyet idi.
İmam Veki' diyor ki, bize Süfyan ve A'meş birlikte Hubeyb b. Sabit'ten (o da) Ebu'l-Buhteri'den naklederek Huzeyf (r.a.)'e Allah'ın "Hahamlarını ve rahiblerini Allah'dan gayrı rabler edindiler..." (1) âyeti hakkında, onlar haham ve rahiblere tapıyorlar mıydı? diye sorulduğunda Huzeyfe, "Hayır. Haham ve rahibleri onlara helalleri haram, haramları da helal ediyorlardı. Onlar da bunlara uyarak onları helal ve haram sayıyorlardı diye karşılık vermiştir." Allah'u Teâlâ «İşte böyle senden önce de hangi beldeye uyarıcı gönderdiysek mutlaka o beldenin varlıkları: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de izlerine uyarız" dediler.» «"Ben size, babalarınızı, üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da yine babalarınızın yolunu mu tutacaksınız? dedi...» (2) (Görüldüğü gibi), babalarına uymaları onları hidayeti kabul etmekten engelledi ve şöyle bir mazeret ileri sürdüler; «... Dediler ki: "Doğrusu biz sizinle gönderileni -kabul etmiyor- inkar ediyoruz"...» (2) İşte bunlar ve benzerleri için ALlah'u Teâlâ şöyle buyurmuştur: «İşte tabi olunanlar (kendilerine) tabi olanlardan uzak durdular; azabı gördüler ve aralarındaki bağlar kesildi, şöyle dediler: "Ah keşke bir daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık!" Böylece Allah onlara işledikleri bütün fiilleri hasretler (pişmanlık ve üzüntüler kaynağı) olarak gösterecektir.» (3) Ve (müminler onlara benzemesin diye) Allah, ehli küfrü kınayarak ve ayıplayarak şöyle buyuruyor: «Babasına ve kavmine demişti ki" sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller nedir?" "Babalarımızı onlara tapar bulduk (da onun için biz de onlara tapıyoruz" dediler.» (4)
«Ve dediler ki: "Rabbimiz, biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar.» (1) Kur'ân'da bunun benzeri baba ve efendilerin taklitini yeren âyetler çoktur. Takliti iptal hususunda alimler bu âyetleri delil getirdiler. Bu âyetlerin müşriklere gelmiş olması âlimlerin takliti iptal etmek için delil getirmelerine mani olmamıştır.
Çünkü teşbih (benzerlik) birinin küfrü diğerinin cihetinden meydana gelmemiştir. Aksine teşhis iki taklitçi arasında, taklit edilen kişiyi hüccetsiz taklit etmeleri cihetinden meydana gelmiştir.
(Bu mesele şuna benzer): Şayet bir adam, bir kişiyi taklit etse ve o taklit sebebiyle küfre girse, başka bir adam da birini taklit etse ve o taklit sebebiyle günaha girse ve bir başkası da dünyevi bir meselesinde birini taklit etse ve bu takliti sebebiyle hata etse, bu taklitcilerden herbiri delilsiz olarak onları taklit ettiğinden dolayı kınanır ve ayıplanırlar.
Çünkü onların hepsi de taklittir ve kişiler değişse de taklitlerin hepsi birbirine benzemektedir. Allah'u Teâlâ, «Allah, bir kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınmaları gereken şeyleri kendilerine açıklamadıkça onları saptıracak değildir.» (2) buyurmuştur.
İbni Abdu'l-Ber, devamla şöyle diyor: Zikrettiğimiz bütün bu delillerle taklit batıl olunca, teslim olunması gereken usullere teslim olmak vacibdir. Onlar da; kitap, sünnettir ve (manası) kitap ve sünnette olan icmaî delillerdir.
Sonra Kesîr b. Abdullah b. Amr b. Avf, babası ve dedesi tariki ile rivayet ettiği hadisde Rasûlullah'ı şöyle derken işitmiştir. «"Ben ümmetime benden sonra üç amelden başka bir şey için korkmam" deyince, sahabeler onlar nelerdir? Yâ Rasûlellah! dediler. Rasûlullah "Ümmetimin üzerine korktuğum, alimin yanılması, zalimin idareciliği ve ittiba edilen nefsi hevadır."» (3) buyurdu. Ve bu hadisdeki sened ile Rasûlullah (s.a.v.)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir. «Size sımsıkı yapıştığınız müddetçe asla sapıtmayacağınızı iki şey bırakıyorum. Onlar Allah kitabı ve Rasûlünün sünnetidir.» (4)
Ali'nin Yanılmasının Zararları
Sünnet mevzuunda kitab telif eden alimler -kitablarında- taklitin fesadını beyan için onun fasid ve batıl oluş ile alimin yanılması (mevzusu)nu birleştirmişlerdir. Alim yanılabilir ve bu kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü alim masum değildir. Dolayısıyla onun her söylediği şeyi kabul etmek caiz değildir. Alimin sözünü ma'sum olan Rasûlullah (s.a.v.)'ın sözünün yerine koymak da caiz değildir. Bu nevi takliti yeryüzündeki her alim yermiş ve haram saymıştır. Onlar bu nevi taklitin ehlini de yermişlerdir. Mukallitlerin imtihan oldukları musibet ve bela işte bu nevi taklit musibetidir. Onlar alimlerini hem yanıldıkları hem de doğru isabet ettikleri hususlarda taklit ediyorlar. Onların, doğru ve yanlışı temyiz edecek durumları yoktur.
Dini hatalı olarak telakki ediyorlar. Ve Allah'ın haram kaldığını helal helal kıldığını haram ve şeriat yapmadığını şeriat yapıyorlar. Bu onlar için kaçınılmaz bir fitnedir. Çünkü taklit ettikleri kimselerde ismet sıfatı yoktur ve hata onlardan kaçınılmaz olarak meydana gelmektedir.
İmam Beyhaki ve diğerlerinin, Kesir b. Abdullah babası ve dedesinden rivayet ettiği hadisde «Ali'nin yanılmasından sakının ve onun yanılışından dönmesini bekleyin» ifadesi vardır. Mesud b. Sa'd, Yezid b. Ebi'z-Ziyâd'dan (o'da) Mucahid'den (o'da) İbni Ömer (r.a.)'dan Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle dediği rivayet etti: «Ümmetim üzerine en korktuğum üç şeydir. Ali'min yanılması, münafığın Kur'ân'la mücadele etmesi ve boynunuzu vuran dünya. (1) Ali'min yanılmasında korkulan husus onun yanıldığı şeylerde de taklit edilmesi olduğu ma'lumdur.
Şayet korkulan alimin yanıldığı şeylerde de taklit edilmesi olmamış olsaydı alimin yanılmasından başkalarına asla korkulmazdı. Kişi, onun yanılgı olduğunu bildiği anda müslümanların ittifakı ile o kişinin alime o yanılgıda tabi olması caiz değildir. Aksi takdirde kasden hatayı taklit etmiş olur.
Onun yanılma olduğunu bilmeyen kimse, bilen kişiye göre de ma'zurdur. Ancak her ikisi de emrolunduğu hususta ifrat etmektedir. İmam Şa'bî, Hz. Ömer'in «Zamanı üç şey ifsad eder, dalalete düşürücü imamlar, Kur'ân hak olduğu halde münafıkın Kur'ân'la cedelleşmesi ve alimin yanılması» dediğini naklediyor.
Hz. Muaz (r.a.) bir ilim meclisine oturduğu zaman, "Allah adil bir hakemdir. Kalbinde şüphe olanlar helak oldular" der, sonra "Sizi alimin yanılmasından sakındırırım. Çünkü şeytan alimin lisanı üzere dalaletten bir şey konuşabilir ve münafık da hak bir söz söyleyebilir." Muaz'a -Allah sana rahmet etsin- alimin dalalet üzere münafıkın da hak bir söz söylediğini nerden bilebilirim? dediğimde, bana "Alimin sözünden "bu nedir?" denilen karışık ve şübheli şeylerden sakın. Bununla beraber onun bu sözü seni ondan tamamen uzaklaştırmasın. Çünkü o alim o sözden denebilir. Hakkı işittiğin zaman kabul et! Zira hakkın üzerinde nur vardır" dedi.
İmam Beyhaki, Hammad b. Zeyd el-musenna b. Saîd'den (o'da) Ebi'l-Âli'ye tarîki ile İbni Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini zikrediyor: "Alimin sürçmelerinde ona tabi olanların v ay haline." İbni Abbas'a o, nasıl olur? dendiğinde, şöyle cevab vermiştir: "Alim kendi görüşüyle bir şey söyler, sonra Rasûlullah (s.a.v.)'den bir şey işitir ve kendi görüşünü terkeder." Diğer bir rivayette ise "Rasûlullah'ı daha iyi bilen biriyle karşılaşır, karşılaştığı kimse kendisine o görüşün yanlış olduğunu haber verir o'da o görüşden döner. Buna rağmen ona tabi olanlar onun eski yanlış görüşüyle hüküm vermeye devam ederler." Temimud-Darî (r.a.) alimin yanılmasından sakının deyince Hz. Ömer ona alimin yanılması nedir? dedi. O, "Âlim insanları -görüşüyle- yanıltır. Onlar, o yanılgıyı alırlar. Alim ondan tövbe edebilir, fakat insanlar onunla amel etmeye devam ederler" dedi.
İmam Şu'be, Amr b. Murre'den (o'da) Abdullah b. Seleme'den Muaz (r.a.)'ın şöyle dediğini naklediyor: "Ey Arab topluluğu! Üç şeyin tahakkukunda ne yapacaksınız? Dünya boyunlarınızı vurduğunda, alim yanıldığında ve münafık Kur'ân'la cedelleştiğinde. "Onlar susunca Muaz (r.a.) devamla";
Âlime gelince, eğer o, hidayet üzere ise dininizde onu taklit etmeyin, sonra o, bir fitneye düşünce de ondan ümidinizi kemseyin. Çünkü mümin bir fitneye düşüp imtihan olur, sonra da dövbe eder.
Kur'ân'a gelince, yol gösteren işaret levhaları gibi kimseye gizli olmayan Kur'ân'ın da işaretleri vardır. Kur'ân'dan bildiklerinizi kimseye sormayın (mucibince amel edin). Ancak şüpheye düştüğünüz ve bilmediğiniz yerleri alimine havale ediniz.
Dünyaya gelince, Allah kime gönül zenginliği vermiş (ve tek gözlü yapmış)sa o kişi gerçekten kurtulmuştur. Kimi de böyle yapmamış ise o kimseye dünyası fayda vermez."
İbni Abdu'l-Ber, Hüseyin el-Câfi, Zâide'den (o'da) Âtâ'dan (o'da) Ebu'l-Buhteri'den (o'da) Selman (r.a.)'ın şöyle dediğini naklediyor:
"Üç şey olduğunda -durumunuz- ne olacak: Âlimin yanılması, münafığın Kur'ân'la cedelleşmesi ve dünyanın boyunlarınızı vurması.
Âlimin yanılmasına gelince; o, hidayet üzere ise dininizde onu taklit etmeyin. Münafığın Kur'ân'la mücadelesine gelince, yolgösteren işaret levhaları gibi kimseye gizli olmayan Kur'ân'ın işaretleri vardır. Kur'ân'dan bildiklerinizi alın (ve mucibince amel edin) bilmediklerini ise Allah'a havale edin. Boyunlarınızı vuran dünyaya gelince, -malca- kendinizden aşağı kimselere bakın, fakat varlıklı kimselere bakmayın.
İbni Abdü'l-Ber, kitabında şöyle diyor: "Alimin yanılması geminin kırılıp parçalanmasına benzer. Zira geminin batması ile birlikte halktan bir çok kimselerde batar. Alimin yanılması ve hata etmesi gerçek ve olağan bir şey olunca hiç kimseye mesnedini bilmediği bir sözle şer'î bir fetva vermesi ve onunla amel etmesi caiz değildir.
(Hadisde) «Kadıların üç kısım olup ikisinin ateşde birinin ise cennette olduğu» (1) haber verildiği gibi, İbni Abdü'l-Ber'in gayrı diğer alimler de "Müftüler de üç kısımdır. Kadılarla müftüler arasındaki fark kadılar, hüküm verdikleri hususu ilzam ederler, müftüler ise fetva verdikleri hususu ilzam etmezler" demişlerdir.
İbni Vehb, şöyle diyor: Süfyan b. Üyeyne, Asım b. Behdele'den (o'da) Zerr b. Hubeyş'den (o'da) İbni Mesud'dan rivayet ederken işittim, İbni Mes'ud (r.a.) şöyle diyordu: "Ya alim ol, ya da müteallim (öğrenci), bunun arası bir yerde "immeah" olma."
İbni Vehb diyor ki; Süfyan'a İbni Mes'ûd'un sözündeki "immeah" kelimesinin manası nedir? diye sorduğumda, Süfyan, bana şöyle rivayet ederek cevab verdi: Ebu'z-Zinâd'dan (o'da) Ebu'l-Ahves'den (o'da) İbni Mes'ûd'dan İbni Mes'ûd şöyle dedi: "Yemeğe çağrılıp beraberinde gayrını getiren kimseye biz cahiliyede "immeah" diyorduk. O kişi sizin aranızda elini kolunu bağlayıb dininde kişileri taklit eden kimsedir."
Ebu Zur'a Abdurrahman b. Amr en-Nasrî dedi ki; bize Ebu Mushir rivayet etti (dedi ki), bize Saîd b. Abdü'l-Azîz, İsmail b. Ubeydullah'dan (o'da) Nemr'in kız kardeşinin oğlu es-Sâib b. Yezîd'den rivayet etti. O, Hz. Ömer'i "Hadisleriniz hadislerin, sözlerinizde sözlerin en şerlileridir. Çünkü siz insanlara "falan şöyle dedi, filan da böyle dedi deninceye kadar durmadan anlattınız ve nakıl yaptınız ve Allah'ın kitabı ile uğraşmayı terkettiniz. Sizden kim bir şey yapacaksa, Allah'ın kitabı ile yapsın yoksa yerine otursun. Bu söz yeryüzünde çağının en faziletlilerinden Hz. Ömer'in sözüdür.
Hz. Ömer, falan ve filanların sözleri için Allah'ın kitabı, Rasûlü'nün sünneti ve sahabelerin fetvalarının terkedildiği içerisinde yaşadığımız şu zamana ulaşsaydı ne derdi acaba! Yardımı istenen ancak Allah'dır.
— Hz. Ali (r.a.)'ın Kumeyl b. Ziyâd'a Nasihatı —
İbni Abdü'l-Ber, ilim ehli alimlerin yanında senedini zikre ihtiyaç bırakmayacak kadar meşhur olan bir haberde, Hz. Ali (r.a.) Kumeyl b. Ziyâd'a şu nasihatı ettiğini nakletmektedir.
— Yâ Kumeyl! Gerçekten de bu kalbler birer kabdır. O kabların en hayırlıları, hayır ve iyi şeyler için kab olanlarıdır.
İnsanlar üç kısımdır;
Rabbanî alimler, kurtuluş yolu üzere olan müteallim (öğrenci)'ler ve her gürültüye tâbi olan, ilim nuruyla nurlanmamış ve sağlam bir rükne sığınmamış bayağı ve ahmak kimseler.
Sonra âh dedi! ve göğsünü işaret ederek "Burada ilim var. O ilmi alıp taşıyacak kişiler elde etseydim keşke (fakat ne yazık ki elde ettiklerim), emin olmayan, çabuk kavrayışlı, din aletini dünyası için kullanan, Allah'ın hüccetlerini Allah'ın kitabının aleyhine, Allah'ın nimetlerini onun mağsiyetine sarfeden veya hakkın hamili olduğu halde onu ihya edecek basireti olmayan kimseler.
(Bu gibileri), şüphenin ilk arız olmasıyla kalbinde kararsızlık başlar ve hakkın nerede olduğunu bilemez. Konuşsa hata eder, hata etse hatasını bilemez. Hakikatini idrak edemediği bir şeyle mecnundur. Bu hal, kendisiyle imtihan olunan kimse için bir fitnedir. Allah, kime dinini öğretti ise o kimse tamamen hayırdadır. Bir kişiye de dinini bilmemesi cehalet olarak yeter."
— Sahabenin Kişilerin Sünnetine Uymayı Nehyetmeleri —
İbnu Abdü'l-Ber'in Ebu'l-Buhteri'den naklettiğine göre Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir.
— "İnsanların sünnetine uymaktan sakının!
Çünkü, "kişi cennet ehli birinin ameli ile amel eder, sonra Allah'ın ilminde (takdir olunan yazıya göre) döner cehennem ehli kişilerin ameli ile amel eder ve o hal üzere ölür de o kimse ateş ehlinden olur. Diğer bir kimse de cehennem ehli birinin ameli ile amel eder, sonra Allah'ın ilminde (takdir oluna nyazıya göre) döner cennet ehli kişilerin ameli ile amel eder ve o hal üzere ölür de o kimse cennet ehlinden olur." (1) Eğer bu işi ille de yapacaksanız, bari ölülere uyun dirilere uymayın."
Abdullah b. Mes'ud (r.a.) da "Biriniz dininde iman ederse iman edecek, küfrederse küfredecek şekilde kimseyi örnek ve karındaş edinmesin. Çünkü bu kötülük ve şerdeki bir örnek ve karındaşlıktır" demiştir.
İbni Abdü'l-Ber, Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Âlimler gidince (vefat edince) insanlar cahilleri önder edinirler ve onlara meselelerini sorarlar. Onlar da ilimsiz olarak fetva verirler, bununla hem dalalete düşer, hem de -onları- dalalete düşürürler.» (1) dediği sabittir diyor. Sonra da şunları ekliyor: Bu anlatılanların hepsi rüşdüne eren, anlayış sahibi kimseler için takliti nefyeden ve onu hükümsüz kılan delillerdir. Bize, Yunus b. Abdü'l-Âla tariki ile Süfyan b. Üyeyne rivayet etti ve şöyle dedi: "Rebia, başı önüne eğik yanı üzerine yatar bir vaziyette ağlıyordu. Ona seni ağlatan nedir? denildiğinde, şöyle dedi: "Açık bir riya ve gizli bir şehvettir. İnsanlar alimlerinin yanında sanki hocalarının arasındaki çocuklar gibidir. Nehyettikleri şeyden sakınırlar, emrettikleri şeyleri de yerine getirirler" dediğini zikrediyor.
Abdullah b. el-Mu'temir de şöyle diyor: "Güdülen bir hayvanla taklit eden bir insan arasında fark yoktur."
Cami b. Vehb'in Said b. Ebu Eyyub'dan (o'da) Bekir b. Ömer'den (o'da) Amr b. Ebi Naime'den (o'da) Müslim b. Yesar'dan (o'da) Ebu Hureyre (r.a.)'dan, Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Kim söylemediğim bir şeyi -bana söyledi diye- iftira ederse, ateşdeki yerine hazırlansın, kim de kardeşi ile istişare ederde diğeri ona doğru yolu göstermez ise o kimse kardeşine ihanet etmiştir. Kim de -sıhhati kendisi için sabit olmaya nbir hususda fetva verirse o fetvanın günahı fetvayı veren kişiyedir." (2) hadisini nakletti. Bu hadis Ebu Davud'un (3) rivayetinde geçmişti. Bu hadisde taklitle fetva vermenin haram oluşu üzerine delil vardır. Çünkü öyle bir fetva akılsız ve ihtiyatsız bir kişinin fetvasıdır. Şübhesiz ki dinde sebt (akıllı ve ihtiyatlı bir kişin)in fetvası hükmün kendisiyle sabitleştiği bir hüccettir. İbni Abdü'l-Ber'in de dediği gibi insanlar bunda ittifak etmişlerdir.
— Nazari Hüccetlerle Taklit'e Cevaz Verenlerin Aleyhine Delil Getirme —
Fukaha ve kelamcılardan bir cemaat, kelamı ve aklî delillerle taklite cevaz veren kimseler aleyhine deliller getirmişlerdir. Onların arasında Mu'ze'nin sözünü en güzel buldum. O sözü buraya aynen alıyorum.
"Taklite caizdir diye hükmeden kimseye, hükmettiğin bu meselede delilin var mı denir?
Evet derse, taklit batıl ve hükümsüz olur. Çünkü ona göre bu hükmü gerektiren şey hüccettir, taklit değildir.
Eğer, delilsiz hükmettim derse, ona şöyle denir: Delilsiz ve hüccetsiz insanların kanlarını neden döktün ve neden evlenmeleriyle ve boşanmalarıyla ilgili meselelerde hüccet ve delilsiz olarak onların hukukunu zayi ettin ve hüccet ve delilsiz olarak onların mallarını telef ettin?
Oysa Allah, bunları haram etmişti ve bu hususta şöyle buyurmuştur: «"Allah çocuk edindi" dediler. Haşa. Allah bundan uzaktır. O, zengindir (hiçbir şeye muhtaç değildir.) Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Bu hususta hiç bir deliliniz yok...» (1)
Eğer, ben hücceti bilmesem de doğru yaptığımı biliyorum. Çünkü ben ulemadan büyük bir alimi taklit ediyorum. Her ne kadar bana gizli kalsa da o alim hüccetsiz konuşmaz derse, -o zaman da- ona şöyle denir:
"Bana gizli kalsa da taklit ettiğim imam hüccetsiz konuşmaz" şeklindeki gerekçenle imamını taklit etmen şayet caiz ise, aynı gerekçeyle aliminin alimini taklit etmen daha evla değil midir? Zira sana gizli kalsa da imamın hüccetsiz konuşmayacağı gibi, imamına gizli kalsa da -onun- imamı da aynen hüccetsiz konuşmaz. Dolayısıyle imamının imamını taklit etmen daha evladır.
Eğer, evet derse, imamının imamı için imamının taklitini terkeder ve böylece iş onun da üstündeki kimseye ve hatta sahabede nihayet bulana kadar götürülür.
Yok eğerüz çevirir kabul etmezse sözünü nakletmiş olur. Zira ona yaşça daha küçük ve ilmi daha az bir kimsenin takliti caiz olurken, yaşı daha büyük ve ilmi de daha fazla bir kimsenin takliti nasıl caiz olmuyor? Bu bir tenakuzdur, denilir.
Eğer, çünkü taklit ettiğim imam, yaşça küçükse de kendinden öncekilerin ilmini kendi ilmiyle cem etmiştir. Aldığını bilerek terkettiğini de bilerek terkeden biridir derse, ona şöyle denir:
Senin imamından öğrenim görüp yetişen kimseler de aynen öyle imamının hatta ondan öncekilerin ilmini kendi ilmiyle cem etmiştir. Dolayısıyla bu kaide sana imamının taklitini terkederek onun öğrencilerini taklit etmeni gerektirir. Hatta bu kaide senin, kendi kendini taklit etmeni gerektirir ve sen buna herkesten daha layıksın. Çünkü sen imamının, onun fevkindekilerin ve imamından sonra sana gelene kadar ki; ilim sahiblerinin ilmini kendi ilminle cem ettin. (Dolayısıyla taklit'e en layık sensin?!)
Eğer, kendi sözünü tasdikle taklit ederse, daha küçüğü ve ulemanın yeni yetişenlerini taklite sahabeden daha layık yapmış olur. Bu aynı zamanda, sahabelerin tabiini, tabiinin de kendinden sonra gelenleri taklit etmelerini gerektirir. Sonra bu sözün kıyası, öncekilerin kendinden sonra gelenleri taklit etmelerini gerektirmesidir. Ki, neticesi bu duruma dönen bir söz fesat ve çelişki olarak sahibine yeterlidir.
İbni Abdü'l-Ber, ehli ilim ve ehli nazar ilmi şöyle tarif ettiler:
"İlim bilinen bir şeyi mahiyeti üzere idrak etmek -ve algılamak-tır. Bir kimseye bir şey kendi mahiyeti üzere tebayun ettiğinde o kimse o şeyi bilmiş olur." Dolayısıyla mukallitin ilmi yoktur, dediler ve bu hususda ihtilaf etmediler.. diyor.
Buhteri şu beytini -Allah'u a'lem- bu sebebten söylese gerek.
"Âlimler, senin faziletini ilimle bildiler,
Cahillerse faziletini taklitle ikrar ettiler,
Gördüm ki insanlar faziletin üzerine icma ettiler,
Bunlarda hem efendiler ve hem de köleler."
— Taklit ve Tabi Olmak —
Ebu Abdullah b. Hovvâr Mundad el-Basrî el-Maliki, "Taklitin şeriattaki manası: Bir kişinin sözüne sahibinin hiç bir delili olmadığı halde başvurmak ve ona müracaat etmektir. Bu taklit şeriatte kesin menedilmiştir.
Şeriatte ittiba ise delille sabit olan şeye uymaktır" demiştir.
Ebu Abdullah, kitabının diğer bir yerinde ise şöyle demektedir: "Sözünü sana farz ettirici bir delil getirip onu sana gerekli kılmadan herhangi bir kimsenin sözüne uyman senin onu taklit etmendir. Taklitse Allah'ın dininde sahih değildir. Her kim ki delil onun sözlerine ittiba etmeni sana vacib kılıyorsa (ve sende ona tabi oluyorsan bu senin onu taklit etmen değildir. Aksine) bu senin ona tabi olman demektir. İttiba etmek ise Allah'ın dinin mübahdır, taklit ise (yukarda ifade edildiği gibi) men edilmiştir.
Ebu Abdillah devamla şöyle diyor: Muhammed b. Haris, Sahnûn b. Saîd'in naklettiği haberleri arasında onun şöyle dediğini zikrediyor: "İmam Mâlik, Abdülaziz b. Ebi Seleme, Muhammed b. İbrahim b. Dinâr ve benzeri diğer arkadaşları İbni Hurmuz'un yanına ilim için gidip geliyorlardı.
İbni Hurmuze İmamı Mâlik ve Abdülaziz bir şey sorduklarında cevab veriyor, İbni Dinar ve benzerleri bir şey sorduğunda onlara pek cevab vermiyordu. Bir gün İbni Dinar, İbni Hurmuze itiraz ederek, "Yâ Eba Bekir! Sana helal olmayan bir şeyi bana karşı ne diye helal sayıyorsun?" dedi. İbni Hürmüz, "Ey kardeşimin oğlu! O, kasdettiğin nedir?" dedi. İbni Dinar, "Mâlik ve Abdülaziz bir şey sorduklarında onlara cevab veriyorsun, ben ve arkadaşlarınm bir şey sorduğumuzda bize cevab vermiyorsun" dedi. İbni Hürmüz, "Ey kardeşimin oğlu! Bu durum kalbinde bir şey mi meydana getirdi?" dedi. İbni Dinar, "Evet" dedi.
İbni Hürmüz, "Benim yaşım büyüdü, kemiklerim zayıfladı ve ben cismimi böyle zayıflatanın aklımıda zayıflatmış olmasından korkuyorum. Mâlik ve Abdülaziz alim ve fakih kimselerdir, benden doğru bir şey işittiklerinde kabul ediyorlar, fakat doğru olmayan yanlış bir şey işittiklerinde ise onu terk ediyorlar. Sen ve arkadaşlarına gelince, cevab verdiğim herşeyi kabul ediyorsunuz" dedi.
İbnu'l-Haris, (İbnu'l-Hürmüz'ün bu sözünü beğenerek);
"Vallahi, kamil din ve racih akıl işte budur. Böyle bir kimse, kendi indinden getirdiği hezeyan ve görüşlerini insanların gönlünde Kur'ân'ın yerine koymak isteyen kimse gibi olacak değil ya" diyor.
Bununla ilgili İbnu Abdü'l-Ber de şöyle diyor:
— "Taklitin caiz olduğunu söyleyen kimseye, neden taklitin caiz olduğunu söyleyerek selefi salihine bunda muhalefet ediyorsun? Onlar, birbirlerini taklit etmiyorlardı, denir. Eğer,
— Taklit ediyorum, çünkü ben Allah'ın kitabının tefsirini bilmiyorum, Rasûlullah (s.a.v.)'ın sünnetinden de anlamıyorum, fakat taklit ettiğim alim bunları çok iyi bilmektedir. Dolayısıyla ben de kendimden daha alim birini taklit ediyorum derse, ona şöyle denir:
— Alimler, Kur'ân'ın tefsirinden ve Rasûlullah (s.a.v.)'ın sünnetinden haber verdikleri bir hususda icma ederlerse veya kendi görüşleri bir hususda icma ederse, şüphesiz o haktır ve kesin doğrudur.
Fakat, taklit ettiğiniz ve etmediğiniz alimler, herhangi bir meselede ihtilaf ettiklerinde (ki bu sayılmayacak kadar çoktur) alimlerden bir kısmını terkederek diğerlerini taklit ederken neye göre onları taklit ediyorsunuz, ve deliliniz nedir? Oysa onların hepsi de alim!
Sözünü almayıp reddettiğiniz alim, belki mezhebini taklit ettiğinizden daha bilgilidir, denir. Eğer,
— Onun doğru isabet ettiğini bildiğim için onu taklit ediyorum derse, ona,
— Taklit ettiğin kimsenin doğru isabet ettiğini, Allah'ın kitabı, Rasûlullah'ın sünneti veya icma ile sabit bir delille mi bildin denir. Eğer,
— Evet, derse,
— Taklit'i hükümsüz kılmış olur ve iddia ettiği delili getirmesi istenir. Eğer,
— Benden daha bilgili olduğu için onu taklit ediyorum derse, ona,
— Senden daha bilgili olan her alimi taklit et! O halde, madem ki senin taklit sebebin kişinin senden daha bilgili olması ve senden daha fazla bilmesi, o halde sen kendinden daha bilgili birçok kimseyi bulabilirsin. Dolayısıyla neden (her meselende falan alimi taklit ederek) onu hususileştiriyorsun denilir. Eğer,
— Taklit ettiğim alim insanların en bilgilisidir (onun için ben onu taklit ediyorum) derse, ona;
— O halde o alim sana göre sahabeden daha bilgili! denir. -Ve bu söz çok çirkin bir söz olarak sahibine yeterlidir.- Eğer.
— Ben, bazı sahabeleri taklit ediyorum derse, ona,
— Taklit etmediğin diğer sahabelerin taklitini terk etmeye delilin nedir? Sahabenin faziletli olması sözünün doğruluğunu gerektirmezlik ilkesiyle beraber, sahabelerden sözünü almayıp terk ettiğin belki de sözünü aldığın kimseden daha faziletlidir. Dolayısıyla kişinin sözü bir delilin delaletiyle doğruluk kazanır denir.
Kasım, İmam Malik'in şöyle dediğini naklediyor; "Bir adam her ne kadar faziletli olsa da her sözüne ittiba edilmez!"
Allah'u Teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor: «Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar aklı selim sahipleridir.» (1) Eğer,
— Taksiratım ve ilmimin azlığı beni alimleri taklit etmeye götürüyor derse ona,
— Dininin hükümlerinden -bir hükmü gerektiren- bir hadise bir kimseye arız olduğunda o kimse, o hadiseyi bildiğine dair lehine ittifak olunan bir alimi taklit etse ve o alimin o mesele ile ilgili haberini yerine getirse bu kimse mazurdur. Çünkü o, üzerine düşen görevini; kendisine arız olan meselesini bilmediği için bir alime sorarak getirmiştir.
Bunun o alimi bilmediği o hususta takliti zorunlu hale getirmiştir.
Gözleri görmeyen bir adamın kıble hususunda haberine güvendiği kimseyi taklit etmesi müslümanların icması ile sabittir. Çünkü gözleri görmeyen kimsenin kıbleyi sormaktan öteye gücü yetmez. Ancak hali böyle olan birinin kalkıb Allah'ın dininde sıhhatini bilmediği bir sözle insanlara evlenme ve kan dökmeyle ilgili davalarında, hür kişileri köleleştirme ve onların mülklerinin ellerinden çıkıb gayrının mülkü olması ile ilgili meselelerinde fetva vermesi, hem bu fetvayı o sözün sıhhatine dair bir delil olmaksızın vermesi caiz midir?
Sonra fetva verdiği sözün sahibinin isabetiyle birlikte hata da edebileceğini bildiği ve onun muhalifinin muhalefet ettiği şeyde daha doğru isabet edebileceğini itiraf ve ikrar ettiği halde.
Furuyu ezberlediğinden dolayı usul ve ona ait manayı bilmeyen bir kimseye fetva vermesi için izin veren kimsenin herkese fetva vermesi için izin vermesi gerekir. Bu ise cehalet ve Kur'ân'ı red bakımından sahibine yeterlidir. Bu hususda Allah, «Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi o (yaptığı)ndan sorumludur.» (1) Ve «Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" (2) buyurmaktadır.
Âlimler, açık net ve yakine ulaşmayan bir şey ilim değildir. O, ancak zandır, zan ise hak adına hiç bir şey ifade etmez diye ittifak etmişlerdir. İbni Abbas (r.a.), «Kim bilmediği bir hususda fetva verirse, o fetvanın günahı fetvayı veren kimsenin üzerinedir» (3) hadisini merfu ve mevkuf olarak rivayet edmiştir.
Vehb, Rasûlullah (s.a.v.)'den şöyle rivayet ediyor: «Zandan sakınınız. Çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır.» (4)
Sonra İbni Abdü'l-Ber, imamlar arasında taklitin fesad oluşunda ihtilaf yoktur, diyor. Ve İbni Vehb tariki ile bana, Yunus, İbni Şihab'dan (o'da) Ebu Osman'dan Rasûlullah (s.a.v.)'ın «İlim gerçekten garib başladı ve başladığı garib haline dönecektir, ne mutlu gariblere.» (5) dediğini haber verdi.
Kesir b. Abdullah, babası ve dedesi tariki ile rivayet ettiği hadis de Rasûlullah (s.a.v.), «Muhakkak ki İslâm garib olarak başlamıştır, başladığı gibi yine garibliğe dönecektir. İşte bahtiyarlık o garibler içindir. "Yâ Rasûlallah! Garibler kimlerdir? denildiğinde, "Onlar sünnetimi ihya eden ve onu Allah'ın kullarına öğretenlerdir.» (6) diye buyurmuştur.
Cahillerin çokluğunda alimlere garibler de deniyordu.
Sonra İmam Mâlik'ten (o'da) Zeyd b. Eslem'den Allah'ın «...Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz....» (1) âyeti hakkında derecelerden murad ilimdir, dediğini zikrediyor. İbni Abbas (a.a.) Allah'u Teâlâ'nın «... Allah, sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin...» (2) âyetinin tefsirinde şöyle diyor: "Allah, müminlerden kendilerine ilim verilen kimseleri verilmeyen kimselere nisbeten onların derecelerini" yükseltmiştir.
Hişam b. Sa'd, Zeyd b. Eslem'in Allah'ın «...Andolsun ki biz, nebilerin kimini kimine üstün kıldık...» (3) âyeti hakkında, buradaki üstünlük ve ilimledir dediği rivayet etmektedir. Alimlerin ittifakı ile mukallit alimler zümresinden olmayınca, bu naslardan hiç birinin hükmüne giremez. Tevfik Allah'dan.
(FASIL)
— Dört İmam Kendilerinin Taklit Edilmesini Yasaklamışlardır —
— Dört imam kendilerinin taklit edilmesini nehyetmiştir. Sözlerini delilsiz alan kimseleri de yermişlerdir.
İmam Beyhaki'nin naklettiğine göre, İmam Şafi' -bu hususda- şöyle demiştir:
"Delilsiz ilim taleb eden kimsenin misali gece -odun kesen- oduncunun misali gibidir. İçerisinde zehirli bir yılan olan odun destesini sırtlar, derken yılan onu sokmaya başlar fakat o kimse onun farkında bile değildir.
İsmail b. Yahya el-Müzeni, "El-Muhtasar"ının mukaddimesinin hemen başında şöyle diyor, "İşte bu "muhtasar" (istifade ve tedkik etmeyi) dileyen kimseye onu gereği gibi yaklaştırabilmek için Şafiî'nin ilminden ve görüşlerinden ihtisar ettiğim kılandır. Bununla beraber imam, kendisinin ve gayrının taklitini yasaklamıştır. (Dolayısıyla bu kitaba bakan) ona dini için baksın ve kendi nefsi için de ihtiyatlı olsun."
İmam Ebu Davud şöyle diyor: İmam Ahmed'e İmam Evzâi, İmam Mâlik'ten daha mı çok ittiba ediliyor? Dediğimde bana, "Dininde bunlardan hiç kimseyi taklit etme! Rasûlullah (s.a.v.) ve ashabından gelen şeyleri al, ama tabiinde kişi muhayyerdir" dedi. Ve, İmam ahmed taklitle ittibayı birbirinden tefrik etti.
Ebu Davud diyor ki, Ahmed'i şöyle derken işittim; "İttiba, kişinin Rasûlullah ve sahabeden gelen şeylere tabi olmasıdır. Sonra kişi tabiin arasında muhayyerdir." - Bir keresinde de - şöyle demiştir: Ne beni, ne Mâlik'i, ne Sevri'yi, ne de Evzâi'yi taklit etme! Dininde kişileri taklit etmesi kişinin fıkhının azlığındandır." Bişr b. el-Velîd'in naklettiğine göre, Ebu Yusuf şöyle demiştir: "Nereden aldığımızı bilene kadar hiç kimseye bizim görüşümüzle amel etmek helal olmaz."
İmam Mâlik'te açıkça "Her kim İbrahim en-Nahaî'nin sözünden dolayı Hz. Ömer'in sözünü terkederse, o kimse tövbeye davet edilir" demiştir.
İbrahim'in çok gerisinde veya onun emsali bir kimsenin sözü için Allah'ın ve Rasûlü'nün sözünü terkeden kimsenin hükmü ne olmalıdır?
Cafer el-Firyabî şöyle diyor: Bana, Ahmed b. İbrahim ed-Durkî rivayet etti (ve dediki) bana, el-Heysem b. Cemîl rivayet etti ve dediki İmam Mâlik'e "Yâ Eba Abdullah! Bizim orada bir kısım insanlar var kitabları önlerine koyuyorlar, sonra içlerinden biri, falan falandan o'da Ömer'den şöyle şöyle rivayet etti ve falan da İbrahim'den şöyle şöyle rivayet etti diyorlar. Ömer'in sözünü terkedip İbrahim'in sözünü alıyorlar, dediğimde Mâlik bana Ömer'in sözü onlara göre sahih midir? dedi. Ben de, İbrahim'in sözü onlara göre nasıl bir rivayet ise Ömer'in sözü de öylece bir rivayettir dedim. Mâlik, onlar tövbeye davet olunurlar dedi. Doğrusunu Allah bilir.
(FASIL)
— Mukallitle, Hüccet Sahibi Arasında Geçen Münazara —
Mukallitle hakka bağlı hüccet sahibi arasında geçen manzara meclisi şöyle akdolmuştu:
Mukallit, biz mukallitler cemaatı -taklidimizde- Allah'ın «Bilmiyorsanız zikir (ilim) ehline sorun...» (1) âyetine itaat ediyoruz. Allah'u Teâlâ bu âyette ilmi olmayan kimseye kendinden daha alim birine sormasını emretmiştir. Bu âyet (taklit hususunda) bizim sözümüzün naasıdır.
Rasûlullah (s.a.v.) bilmeyen kimseyi bilen birine sormaya irşad etmiştir.
"Şucce" sahibinin hadisinde şöyle demiştir: «.... Bilmedikleri vakit sormalı değiller miydi? Acizliğin şifası sormaktır ancak...» (2)
Kendisini kiralayan adamın karısıyla zina eden "el-Asîf"in babası şöyle diyor: "Ben, ilim ehline sordum bana "oğluna yüz deynek ve bir sene de gurbete sürgün, bu adamın karısına da recm cezası olduğunu" haber verdiler" diyerek kendinden daha alim birini taklit ettiğine işaret ettiğinde, Rasûlullah (s.a.v.) onu nehyetmedi.
İşte yeryüzünün en bilgini Ömer (r.a.) Ebu Bekir (r.a.)'ı taklit etmiştir.
Şu'be, Âsım el-Ahvel'den (o'da) Şa'bî'den rivayet ettiğine göre "Ebu Bekir, "Kalale" meselesinde şöyle demiştir: "Bu meselede "O, babası ve çocuğu olmayan adam" diye fetva veriyorum. Eğer bu hüküm doğru ise Allah'dandır, eğer o, hata ise o, benden ve şeytandandır. Allah ondan beridir." (3)
Ömer, "Ben Ebu Bekir'e muhalefet etmekten Allah'dan haya ederim" demiş ve "Kalale" meselesinde Ebu Bekir'in fetvası gibi fetva vermiştir. Yine Ömer, Ebu Bekir'den için "Reyimiz reyine tabidir" dediği sahihdir. (4)
İbni Mes'ud (r.a.)'ın da Hz. Ömer'in sözünü aldığı sahihdir. Eş-Şa'bî Mesruk'dan naklettiğine göre o, şöyle demiştir. "Rasûlullah (s.a.v.)'ın ashabından altı kişi insanlara fetva veriyordu.
Bunlar; İbni Mes'ud, Ömer, Ali, Zeyd b. Sabit, Ubey b. Ra'b ve Ebu Musa'dır. Bunlardan üçü kendi görüşlerini diğer üç kişinin görüşü için terkediyorlardı. İbni Mes'ud görüşünü Ömer'in görüşü için, Ebu Mûsa görüşünü Hz. Ali'nin görüşü için Zeyd görüşünü Ubey b. Ra'b için terkediyorlardı.
Cündeb diyor ki, "İnsanlardan birinin sözünden dolayı İbni Mes'ud'un sözünü terkedecek değilim." Sahabeler, (cemaatle kılınan namazlarda) fevt ettikleri rekatleri önce kılıyor sonra imama iştirak ediyorlardı. Muaz (r.a.) bunun tam tersini yaptı fevt ettiği rekatleri tehir edip hemen imama iştirak etti ve imamın selam verişinden sonra fevt ettiği rekatleri eda etti. Bundan dolayı "Rasûlullah (s.a.v.) «Muaz size gerçekten güzel bir sünnet yaptı, siz de aynen öyle yapın» (1) buyurmuştur.
Mukallit şöyle dedi: Allah'u Teâlâ kendisine, Rasûlüne ve Ulu'l-Emr'e itaat etmemizi emretti. Ulu'l-Emr ise ulemadır veya ulema ile umerâdır. Onlara itaat etmek ise verdikleri fetvalarda onları taklit etmektir. Çünkü o, taklit olmamış olsaydı onlara âs bir itaat söz konusu olmazdı. Bu hususda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Muhacirlerden ve Ensar'dan -İslâm'a girmekte- ilk önce geçenler ile bunlara güzelce tabi olanlar... Allah onlardan razı olmuştur...» (2) Bu âyetteki "güzelce tabi olanlar" ifadesi onları taklit etmeleridir, (aynı zamanda) onun faili Allah'ın kendisinden razı olduğu kimselerdendir.
Sonra bu hususda «Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.» (3) Meşhur hadisi (davamızın haklılığı için) yeterli bir delildir.
İbni Mes'ud (r.a.) şöyle dedi: "Sizden bir kimse birinin ameliyle amel edecekse o, ölmüş kişilerin ameliyle amel etsin. Çünkü hayattaki kişinin bir fitneye mübtela olmasından emin olunmaz. İşte onlar Muhammed (s.a.v.)'in ashabı bu ümmetin kalben en hayırlı ilmen en derini ve külfeti en az olanlarıdır.
Onlar, şöyle bir kavim ki Allah onları Nebisinin sohbeti ve dininin ikameti için seçmiştir. Onların hakkını gereği gibi bilin. Onların hedyine temessük edin. Çünkü onlar sırat-ı mustakîm üzere idiler." (1)
Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Benim sünnetime ve benden sonra hidayete ermiş raşid halifelerin sünnetine sımsıkı tutunun.» (2)
Hz. Ömer, Kadı Şureyh'e şöyle yazmıştı: "Bir hüküm verdiğinde -önce- Allah'ın kitabıyla hüküm ver. Allah'ın kitabında yoksa, Rasûlullah'ın sünnetiyle hüküm ver. Rasûlullah'ın sünnetinde de yoksa salihlerin hükmüyle hüküm ver."
Hz. Ömer, "Ümmühâtu'l-Evlad'ın" satılmasını menetmiştir ve "talak-ı selâse"yi ilzam etmiştir, diğer sahabeler de ona bu hususlarda tabi olmuşlardır. Bir seferinde ihtilam olmuştu. Amr b. Âs ona "bundan başka bir elbise edinsen" dediğinde, "şayet öyle yapsam elbette o, sünnet olurdu" diye karşılık vermiştir.
Ubey b. Ka'b, "Bildiğin şeyle mucibince amel et! Bilmediğini ise, alimine havale et!" demiştir.
Sahabe (r.a.), Rasûlullah (s.a.v.) aralarında yaşarken fetva veriyorlardı.
Bu da onların birbirlerini taklit etmeleridir. Çünkü sahabenin sözleri Rasûlullah (s.a.v.) hayattayken hüccet olamaz. Allah'u Teâlâ bu hususta şöyle buyurmuştur: «Müminlerin hepsinin, toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Her topluluktan bir cemaatin toplanıp dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman (Allah'ın yasakladığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez mi?» (3)
Allah'u Teâlâ bu âyette sefere çıkanlara seferden döndüklerinde ilim için oturanların inzar ettikleri şeyi kabul etmelerini onlara farz kılmıştır. İşte bu da âlimlerini taklit etmeleridir.
İbni Zubeyr (r.a.) "Kardeşlerle beraber dedenin" miras hakkında sorulunca; -Ebu Bekir'i kasdederek- şöyle dedi: Hakkında Rasûlullah'ın "Eğer dünyanızdan bir halil edinseydim onu halil edinirdim..." buyurduğu şahıs, dedeyi -miras hükmünde- baba yerine koymuştur.» (4)
İbni Zübeyr (r.a.)'ın bu ifadesi onun Ebu Bekir (r.a.), açıkça taklitidir.
Allah'u Teâlâ şahidin şahidliğini kabulu emretmiştir, bu da şahidin taklit edilmesidir. Şeriat, el-Kâif'in sözünü ve telef olan mallarda veya diğer şeylerde el-Haris, el-Kâsım, el-Mukavvim (5) ve av cezasında avın misli ile hüküm verenlerin sözlerinin dinlenmesini emretmiştir. Ki; bunlarda sırf taklittir. Ve her ne kadar bir tanesiyle iktifa edilip edilmeme hususunda ihtilaf etselerde mütercim, elçi, takdim edici, tezkiyeci vb. gibi kişilerin sözlerinin kabulü üzere ümmet icma etmiştir, bu da onları sırf taklittir.
Et, elbise, yiyecek v.s. şeylerin -yapıcı ve satıcı- erbabını taklit ile iktifa ederek helâl ve haram sebeblerini sormadan satın almanın caiz olduğu üzerinde de ümmet icma etmiştir.
Şayet insanların hepsi ictihad etmek, alim ve faziletli olmakla mükellef kılınsalardı, insanların masâlih-i dünyeviyyesi zayi olur, fabrika ve ticaret haneler çalışmaz hale gelirdi. Her insanın müctehid alim olmasına Şer'ân bile yol yoktur. Kader -Allah'ın takdiri- böyle bir şeyin meydana gelmesine mani olarak imkan bırakmamıştır.
Zifaf günü karısını kendisine getiren kadınları kocanın taklit etmesi, o kadınla kendi karısı olarak münasebetinin caiz oluşu, yine o kadınları taklit ettiği için diye insanlar icma etmişlerdir. Gözleri görmeyen kör bir adamın kıble hakkında başkasını taklit etmesi, sonra taharet, fatihanın okunması ve iktidanın kendisiyle sahih olduğu hususlarda imamın taklit edilmesi. Müslüman veya zimmi bir kadın hayız olduğunu veya hayızdan kesildiğinde kocasına kendisiyle münasebetin caiz olduğu haber verdiğinde o kadının taklit edilmesi, Veliyyu'l-Emr'in, iddeti bittiğinde kadını taklit ederek evlendirmesi ve insanların namaz vakitlerinin girişinde müezzini taklit etmeleri ve onlara namaz vakitlerini ictihad edip onu delilleriyle bilmelerinin vacib olmadığı üzere icma etmişlerdir. Siyah cariye, Ukbe b. el-Hâris (r.a.)'a "Seni ve karını emzirdim" (1) dediğinde Rasûlullah (s.a.v.) Ukbe'ye "hanımından ayrılmasını" ve o kadını haber verdiği hususda taklit etmesini emretmiştir.
Sonra, imamları taklitin caizliğini saraheten ifade etmişlerdir. Hafs b. Gıyâs diyor ki: Sufyan'ı şöyle derken işittim:
"Bir adamı hakkında ihtilaf olunan bir ameli yaparken ve -sen o amelin haram olduğu görüşünde isen de- o kimseyi o amelden sakındırma!"
İmam Muhammed de, "Âlime kendisinden daha âlim birini taklit caizdir. Ancak ona kendisi gibi birini taklit caiz değildir" diyor.
İmam Şafiî'de takliti sarahaten ifade etmiş ve şöyle demiştir
Hacda ihramlı iken sırtlan öldüren kişiye ceza olarak bir deve fidye vermesini Hz. Ömer'i takliten söyledim, ayıbdan beri hayvanın satışı meselesinde de Hz. Osman'ı takliten söyledim ve mirasta kardeşlerle beraber dedenin mirasını "Onlar kendi aralarında bölüşürler" dediğimi Hz. Zeyd'in görüşüne göre söyledim. Çünkü faraiz meselesinde genelde Hz. Zeyd'in fetvalarını kabul ettik.
İmam Şafiî yeni kitabının diğer bir yerinde "Bu fetvayı Âta'yı takliten söyledim" diyor.
İşte Ebu Hanife (r.h.) kuyular meselesinde şöyle demiştir: "Kuyular meselesinde tabiinin geçmiş önderlerini taklitten başka kimsenin elinde bir şey yoktur.
İşte Malik (r.h.), Medine ehlinin amelinden dışarıya çıkmamış ve "Muvatta" isimli kitabında "ameli bu hal üzere bulduk" — "Beldemizdeki ilim ehli bu amel üzeredir ve bir çok yerde "Kendisine uyduğumuz kimselerden hiç birini öyle yaparken görmedim" gibi ifadesi açık ve sarihdir. İmam Mâlik'in bu gibi sözlerini burada cem etsek söz uzar giderdi, ancak biz bu kararla yetiniyoruz. İmam Şafiî de sahabe hakkında şöyle demiştir: "Onların görüşü bizim için bizim kendi görüşümüzden daha hayırlıdır." Biz de imamın bu sözünü tasdik ediyor ve diyoruz ki "Şafiî ve onunla beraber imamların görüşleri bizim için bizim kendi görüşümüzden daha hayırlıdır."
Allah'u Teâlâ, kulların fıtratına öğrencinin öğretmeni, çırağın ustasını taklit etme sıfatı yerleştirmiştir. Halkın mesalihi ancak bu sıfatla yerine gelir. Ve bu her ilim ve sanaatta genel bir kaidedir.
Allah'u Teâlâ insan bedenlerini nasıl birbirinden farklı yarattı ise, onların akıl ve zekalarını da öylece birbirinden farklı yaratmıştır.
Dolayısıyla, O'nun hikmetinde, adaletinde ve rahmetinde halkın hepsine hakkı delili ile bilmek, ve dinin büyük küçük her meselesinde ona muârız olan şeylere doğru cevab vermeyi farz kılması güzel değildir. Şayet öyle bir şey olsaydı, elbette halk ilim sahibi olmada musavi olurlardı. Aksine Allah bunu alim, diğerini müteallim, bunu alime tabi olan yapmış ve tabiyi tabi olunanla beraber, imamla beraber cemaat yerine koymuştur. Bir alime tabi olup, ona uyarak onu taklit eder, onun yürümesiyle yürür, konaklamasıyla konaklar v.s. olmasını Allah cahil avama nerede haram etmiştir?
Allah'u Teâlâ her zaman hadiselerin halka inebileceğini bilmektedir. Böyle bir durumda Allah onlardan herkese başına gelen hadisenin hükmünü şartları ve gereklerini yerine getirerek şerî delillerden almasını nerede farz-ı ayn olarak farz etmiştir? Meşru olması bir tarafa, bunu yapmaya herkesin imkânı var mıdır acaba?
İşte Rasûlullah (s.a.v.)'in ashabı, onlar beldeleri fethettiler. İslâm ile buluşmaları yeni idi. Kendilerine -bir şey- sorulduğunda fetva veriyorlardı ve soranlara bu fetvada delili talep ederek hakkı öğrenmek sana gereklidir demiyorlardı. Bu onlardan hiç birinden işitilmemiştir ve kesin bilinmemektedir. Taklit, mükellefiyet ve var olmanın lüzumundan başka bir şey değildir ve bunlar da şeriat ve kaderin lüzumundan başka bir şey değildir. Takliti inkar edenler kaçınılmaz ona mecburdurlar. Bunun açıklaması hükümler ve diğer bahislerde geçti.
Takliti iptal için delil getiren kimseye şöyle deriz:
"Sen, zikrettiğin naklî her delilin nakil ve ravisinin mukallidisin. Çünkü onların doğruluğuna kat'î bir delil kaim olmamıştır. Dolayısıyla senin elinde raviyi taklitten başka bir şey yoktur. Hakimin elinde de şahidi taklitten başka bir şey yoktur. Cahil avam da böyle, alimi taklitten başka elinden bir şey gelmez. Bize alimi taklit etmeyi menederken sana ravi ve şahidi taklit etmeyi mübah eden ve caiz kılan şey nedir (ki bize takliti yasaklıyorsun)?
Bu ravi kulağıyla duyduğunu rivayet etti o alimde işittiğini kalbiyle idrak etti. Bu ravi işittiğini rivayet ederek eda etti, o alim ise idrak ettiğini fetva ile eda etti. Bu raviye işittiğini rivayet etmesi nasıl farz ise o alime de anlayıp idrak ettiini söylemek öylece farzdır.
Bunların durumuna ulaşamayan kimselere de bunları dinleyip söylediklerini kabul etmek farzdır.
Sonra takliti menedenlere şöyle de denir: Siz, imam fetvasında hatalı olur da o imamı taklit eden mukallitte hataya düşerkorkusundan takliti menettiniz sonra, ona hakkı talep ederken delil sormayı gerekli kıldınız. Oysa bu kişi bir alimi taklit ederken ki doğru isabeti onun kendisi için ictihadındaki doğru isabetinden daha fazla olacağı şüphesizdir. Bu durum bilgi ve tecrübesi olmayan bir kimsenin ticaret metâi satın almasına benzer. Bu kimse ticaret metâını bilen tecrübeli emin ve salih birini taklit ederek onu satın alsaydı dilediği karın husule gelmesi kendi kendine gayret gösterip o metâı satın almasından kesin daha fazla ve daha uygun olurdu. Bu da akıl sahibleri arasında ittifak edilen bir husustur."
Mukallitlere karşı olan delil sahibleri ise şöyle dediler:
Mukallitler cemaati hayret size doğrusu! Kendinizin ve ilim erbabının aleyhinize mukallitler ne ilim ehlidir ve ne de ilim ehli zümresinde sayılıdır, diye şehadetiyle beraber, kendi delilinizle kendi mezhebinizi nasıl iptal ediyorsunuz. Delil getirme nerede, taklit etme nerede? Delil sahibinin makamı nerede, mukallitlerin makamı nerede? (Batıl olan taklit'i hak olarak göstermeye çalışıtğınız ve bu uğurda) zikrettiğiniz deliller hüccet sahibinden aldığınız) ve insanların arasında süslendiğiniz iğreti elbiseden başka nedir? Bu aynı zamanda -ihsan olunmadığınız bir şeyle doymuş görünmekten başka nedir? "Bize ilim verilmedi" diye kendi aleyhinize kendiniz şahitlik ettiğiniz halde ilimden söz etmeniz üzerinize geçirdiğiniz sahte bir elbise ve ehli olmadığınız gasb ettiğiniz bir makamdır. Bize haber verin bakalım, sizi taklite sevk eden bir delil ve ona delalet eden bir burhan sebebiyle taklite gittiğiniz de dolayısıyle onu istidlalde en yakın yere indirerek taklitten uzak olarak delille mi idiniz? Yoksa taklitin yoluna delilsiz olarak (birilerine) muvafakat ederek ve tahminen mi suluk ettiniz? Bu iki kısmın birini tercih etmekten başka sizin için çıkış yolu yoktur. Bu iki kısımdan hangisini tercih ederseniz, o kısım sizin taklit mezhebinizin fesadına hüküm vericidir ve hüccet mezhebine dönmenizi gerekli kılıcıdır. Biz hüccet lisanıyla size hitab ettiğimizde, "Biz bu yolun ehli değiliz" derken size taklit hükmüyle hitab ettiğimizde taklitin geçerliliği için ikame etmeye çalıştığınız delillerin hiç bir anlamı yoktur.
Ne garibdir ki taifelerden her taife, milletlerden her millet kendi taife ve ümmetinin hak üzere olduğunu iddia eder, ama sadece taklit fırkası bunların dışında kendilerinin hak üzere olduğunu iddia etmez.
Şayet, böyle bir şey iddia etselerdi, elbette takliti iptal ederlerdi. Çünkü onlar kendilerini taklite sevk eden şeyin bir delil ve bir burhandan dolayı o sözlere itikaf etmediklerine kendi kendilerine şahiddirler. Onların yolu sırf taklittir. Mukallit hakkı batıldan ve yeniyi eskiden ayırt edemez. Bundan daha garibi; imamlar kendilerinin taklit edilmelerini onlara yasakladığı halde mukallitler bu hususta imamlarına muhalefetle asi olmuş ve şöyle demişlerdir:
— "Biz onların mezhebi üzere devam etmekteyiz."
Oysa bunu yapmakla imamların, mezheblerini üzerine bina ettikleri esas mezheblerinin usûlüne muhalefet etmişlerdir. Çünkü imamlar, görüşlerini delil üzerine bina etmiş ve takliti de nehyetmişlerdir.
Delil zahir olduğunda kendi sözlerini terk ederek, delile tabi olmalarını vasiyet etmişlerdir. Mukallitler ise imamlarının bu vasiyetlerine de muhalefet etmişler ve biz onların tabileriyiz demişlerdir. Bu mukallitlerin kuruntusudur. İmamların tabileri, onların yoluna sülûk eden ve usul ve furuda onların izlerini takib edenlerdir.
Bundan daha da garibi; imamlar, kitablarında taklitin batıl ve haram olduğunu ve taklitle fetva vermenin Allah'ın dininde helal olmadığını açıkça ifade etmişlerdir.
Şayet bir devlet başkanı, hakime mezheblerden muayyen bir mezhebe göre hüküm vermesini şart koşsa, bu şart ve bu şarta mebni ta'yin ve atamalar sahih değildir, geçersizdir. Bazı alimler, tayin ve atamalar sahih değildir, geçersizdir. Bazı alimler, tayin ve atamaları geçerli, şartı geçersiz görmüşlerdir.
Müftiler içinde hüküm aynıdır, sıhhatini bilmedikleri bir şeyle fetva vermeleri insanların ittifakı ile onlara haramdır.
Mukallit'in bir sözün sahih veya fasid olduğuna dair bir bilgisi yoktur. Nedeni ise ilmin yolu ona kapatılmıştır.
Sonra mukallitlerden herkes kendi imamının sözünü terketmiyeceğini buna karşılık imamı için ve ona muhalefet eden ne varsa, kitab, sünnet, sahabe sözü veya imamının emsali veya ondan daha alim kişilerin sözleri gibi bunların hepsini terkedeceğini kendisi çok iyi bilir. İşte bu bile ehli taklitin garibliklerinin en garibidir.
Sahabe döneminde onlardan bir sahabeyi imam edinerek onun bütün sözlerini taklit eden, o sözlerden hiç bir şeyi terketmeyen, buna karşılık onun gayrı başka birinin bütün sözlerini terkeden ve onlardan hiç bir şey almayan bir tek şahıs bile olmadığını kesin biliyoruz.
Bu durumun ne tabiin ve ne de tabei tabiîn döneminde olmadığını da yine kesin biliyoruz.
Mukallitler, kendi elverişsiz taklit yollarına suluk eden, Rasûlullah'ın diliyle övgüye mazhar faziletli asırlarda yaşamış bir adam göstererek bize tekzib etsinler! (Heyhat ve heyhat).
Aksine bu taklit bidatı Rasûlullah'ın diliyle yerilmiş olan hicrî dördüncü asırda ihdas olunmuştur. (1)
İmamlarını bütün sözlerinde taklit eden mukallirler -bu sözlerin gereğince- nikah, kan ve mallarla ilgili meselelerde bazan mübah, bazan da haram derler. Bununla beraber o sözlerin doğru mu yoksa büyük bir tehlike üzere hatamı olduğunu bilmezler. Bu adamların Allah'ın huzurunda durumları çok çetindir. O zaman bilmeden ALlah'a iftira ettiklerini ve hiç bir şey üzere olmadıklarını bilecekler elbette. İmamlardan diğerlerini terkederek onlardan sadece bir tanesini taklit eden herkese aynen şöyle diyoruz.
Taklit ettiğin imamını başkasına nisbetle taklit edilmeye daha layık yapan hususiyet nedir? Eğer çünkü o çağının en bilginidir, ondan sonra da ondan daha alim gelmemiştir gibi batıl bir iddia ile o alimi önceki alimlerden efdal olduğunu söylerse ona söyle denir: (Birincisi); kendi aleyhine kendi şehadetinle sen ilim ehli değilsin -mukallitsin- hal böyle iken imamının ümmetin en bilgilisi olduğunu nereden bildin? Bunu ancak mezhebleri ve mezheblerin delillerini bilen ve onlar arasında nacihini mercuhundan ayırdedebilen kimseler bilir. Gözleri görmeyen kör bir adam paranın gerçek mi sahtemi olduğunu nerden bilecek? Bu da mukallitlerin bilgisizce Allah'a iftiralarının diğer bir babıdır.
(İkincisi): Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, İbni Mes'ud, Ubey b. Ra'b, Muâz, Aişe, İbni Abbas ve İbni Ömer (r.a.) taklit ettiğin imamından şüphesiz daha bilgilidirler. O halde onun taklitini terkedip bunları taklit et.
Said b. Museyyeb, eş-Şa'bî, Âta, Tavûs ve emsali imamlar taklit ettiğin imamından şüphesiz daha alim ve daha faziletlidir. Dolayısıyla neden daha alim ve daha faziletli olan ilim, din ve hayır hasletlerini kendinde toplamış kimselerin taklitini onların çok çok gerisindeki kimseler için terkediyor ve onların sözlerinden ve mezheblerinden yüz çeviriyorsun. Eğer, taklit ettiğin imamını onu benden daha iyi bilmektedir. Taklit ettiğim kimsenin sözü onu taklit etmemi ona muhalefet etmemden daha gerekli kılıyor. Çünkü onun ilminin çokluğu ve dininin salabeti kendi fevkindeki ve kendinden daha alim birine delilsiz olarak muhalefet etmesine mani olur. Ancak onun yanında bunların hepsinin sözünden daha evla bir delil varsa o, başka derse, ona şöyle denir. Sen taklit ettiğin kimsenin aldığı delilin, ondan daha alim ve daha faziletli veya onun dengi olan bir alimin aldığı delilden daha evla olduğunu iddia ediyorsun, bunu nereden anladın? Birbirini nakzeden bu iki ifade birlikte doğru olamaz, bu mümkün değildir. Aksine biri doğru diğeri değildir. Zira daha alim ve daha faziletli birinin doğruya ulaşması, kendinden ilmen ve fazileten çok gerideki birinin doğruya ulaşmasından akla daha yakındır.
Eğer bunu delille bildim derse, işte burada taklit makamından delil getirme makamına intikal ettim ve takliti kendin iptal ettin denir.
(Üçüncüsü): Bu mazeretler ihtilaf olunan meselelerde sana asla fayda sağlamaz. Çünkü senin taklit ettiğin imamla başkalarının taklit ettiği imam ihtilaf ettiler. -Farz edelim ki- başkalarının taklit ettiği imam, Ebu Bekir, Ömer veya Ali, İbni Abbas veya Aişe (r.a.)'a muvafakat etti ve senin taklit ettiğin de bunlara muhalefet etti. Bu durumda sen, bu imamların ikisi de büyük alimdir, ancak bunlardan biri diğerinin aksine sahabelerden isimleri zikredilenlerle aynı görüşte birleşiyor. Dolayısıyla onu taklit etmem daha evladır diyerek kendi kendine nasihat edip rüşdüne ersen olgunluğunu göstersen!
(Dördüncüsü): Bir imam, diğer imama bedeldir, sahabe sözüne teslim olmak gereklidir ve sahabe taklit edilmeye daha layıktır.
(Beşincisi): Eğer taklit ettiğin imamının Ömer, Ali, İbni Mes'ud (r.a.) ve onların arkadaşlarına gizli kalıp bunların ulaşamadıkları bir ilme ulaşması mümkün ve caiz olursa, imamına gizli kalıp onun ulaşamadığı bir ilme onun dengi veya ondan sonra gelen birinin ulaşması haydi haydiye mümkün ve caizdir. Çünkü taklit ettiğin kişiyle onun dengi -biri veya ondan sonra gelen diğer başka- biri arasındaki ilmi nisbet taklit ettiğin kişiyle sahabe arasındaki ilmi nisbet daha fazla birbirine yakın ve meselelerin taklit ettiğine gizli kalması sahabeye gizli kalmasına nisbeten akla daha yakındır. (Altıncı): Daha alim ve daha faziletli bir alime, ilim ve faziletçe onun gerisindeki birinin sözüyle muhalefet etmesi kendine mübah görüyorsun, fakat ilmi ve fazileti daha az olan bir kimseye muhalefet etmeyi mübah görmüyorsun. Oysa sana yaraşan ve gereken bu irtikab ettiğin şeyin aksini yapmak değil miydi?
(Yedincisi): Sen imamını taklit ederken nikah, kan ve malları mübah ederek ve malların sahiblerinin ellerinden çıkıp gayrının mülkine geçmesine fetva verirken bu fetvanın Allah ve Rasûlünün emrine ümmetin icmasına veya sahabeden birinin sözüne muvafık olup olmadığını biliyor musun? Evet derse, Allah'u Teâlâ, Rasûlü (s.a.v.) ve bütün alimlerin batıl olduğunu bildiği bir şey söylemiş olur.
Hayır derse, kendi aleyhine kendi şehadetiyle beraber Allah'ın, Rasûlü'nün ve ehli ilmin şehadeti rızık olarak bize yeter.
(Sekizincisi): İmamını taklit etmen, taklit etmeni sana haram ediyor. Çünkü o, sana bunu yasaklamış ve şöyle demiştir: "Bir imamın sözünü söylemek o sözün delilini bilinceye kadar sana helal değildir." Dolayısıyla imamın, ulemadan kendisini ve kendinden başka imamları taklit etmeni bu sözüyle yasaklamıştır. Eğer onları bütün görüşlerinde taklit ediyorsan bu da onun görüşü ve mezhebindendir, bu görüşünü de taklit etmen gerekir.
(Dokuzuncusu): Gelmiş geçmiş bütün ulemanın sözlerini terkederken, taklit ettiğin kimse hakkında onun doğru isabet etmede daha evla olduğunu söylerken sen bir basiret üzere misin yoksa değil mi?
Ben bu sözde basiret üzereyim derse,
Batıl olduğunu bilmediği bir şey söylemiş olur.
Basiret üzere değilim derse -ki bu doğrudur- ve ona şöyle denir:
Allah'ın kulları arasında basiretsizliğinle ve doğru mu yanlış mı olduğunu bilmediğin bir hususda hüküm ve fetva verdiğinden dolayı yarın Allah'ın huzurunda taklit ettiğin imamının sana bir tek sevabla dahi fayda veremediği ve senden bir tek seyyiatı alıp yüklenmediği vakit (Allah'a bildireceğin) özrün nedir?
(Onüçüncü): Taklit ettiğin kişinin masum olduğunu iddia edebilir misin, yoksa, o da hata yapabilir mi? Bu sorunun birinci kısmına evet demen imkansız, çünkü onun ma'sum olmadığını sen de ikrar etmektesin. Dolayısıyla sorunun ikinci kısmı imamıyın hakkında kesinleşmiştir. Ve imamıyın hata yapabilirliğini sende caiz görünce ve hatalı olmasının caizliğini ikrar ettiğin halde böyle birinin sözüyle nasıl olur da bu helal, bu haram, bu vacib der ve insanların kanını döker nikahlarını mübah, mallarını (diğerlerinin mülküne) intikal ettirir ve onların canlarını yakarsın.
(Onbirincisi): Taklit ettiğin kişinin sözüyle fetva ve hüküm verdiğinde, bu söz Allah'ın Rasûlullah'ı kendisiyle gönderdiği, kitabını indirdiği ve kullarına şeriat yaptığı yegane din işte bu sözdür, bunun gayrı Allah'ın dini değildir diyebilir misin? Veya Allah'ın kulları için şeriat yaptığı din bu sözün hilafı bu sözün dışındadır mı dersin, yoksa sadece bilmiyorum mu dersin? Senin için bu sözlerden birini seçmekten başka çare yoktur.
Birincisine kesinlikle senin için yol yoktur, çünkü Allah'ın yegane dini İslâm'a muhalefet etmek mübah değildir. Bu dine muhalefet edenlerin en hafif dereceleri büyük günahkar olmalarıdır.
İkincisini de sen iddia etmiyorsun. Üçüncüsünden başka sana sığınak kalmamıştır. Neticesi en güzel ve en faziletli haliyle bilmiyorum olan bir işle nasıl insanların kanları akıtılır, nikahları kıyılır, malları ellerinden çıkar, helaller ve haramlarla haklar zayi olur? (Adamın dediği gibi.)
Bilmiyorsan bu bir musibettir, ya biliyorsan bu daha büyük bir musibettir! (Onikincisi): Taklit edip sözlerini şarinin naslarının yerine koyduğunuz falan ve filanlar doğmadan önce insanlar ne yapıyorlardı?
Keşke bununla yetinseydiniz bilakis o sözleri şarinin naslarından ittibaya daha evla buldunuz. Bu falan ve filanlar dünyaya gelmeden önce insanlar (biraz önce söylediğimiz gibi) ne halde idiler hidayete mi yoksa dalalette mi?
Onların hidayet üzere olduğunu ikrar etmeye mecbursun. O insanlar, Kur'ân, sünnet ve asarı sahabeye ittibadan başka, Allah'ın ve Rasûlü'nün sözünü ve sahabenin asârını, bunlara muhalefet eden her şeye tercihden başka, falanın sözü ve filanın görüşü yerine Allah'ı ve Rasûlü'nü işlerin de hakem yapmanın dışında hangi hal üzere idiler?
Hak ve hidayet bu (insanların yolu) olunca hakdan sonrası delaletten başka nedir? O halde hidayetin gayrına ne diye dönüyorsunuz.
Mukallitlerden her gurub, taklit ettiğimiz imam selefin geçip gittiği hal üzere sebat etmiş, selefin düsturunu takib etmiş ve onların yoluna süluk etmiş bir kişidir derse -ki aynen böyle diyor.- Onlara şöyle denir: Sizin taklit ettiğiniz imamınıza diğer imamlar da bu hasletlerde iştirak etti mi, yoksa sadece sizin imamınıza diğer imamlar da bu hasletlerde iştirak etti mi, yoksa sadece sizin imamınız taklite layık tek ferd olup, onun gayrı diğermamlar bundan mahrum mu kılındı? denir. Bu iki sorudan birine mutlaka cevab vermeniz gerek.
İkincisine evet diyenler varsa, onlar dört ayaklılardan daha çok yolunu kaybetmişlerdir. Eğer birincisine evet derlerse, onlara şöyle denir: İmamınızın bütün sözlerini kabul ederken onun emsali başka birinin veya ondan daha alim birinin bütün sözlerini reddetmeyi nasıl uygun gördünüz? Bir söz, bir kişi için ne reddolunur, ne de kabul edilir. Sanki doğru isabet etmek taklit ettiğiniz imamınızın üzerine vakfedilmiş, yanlış ve hata etmek te ondan gayrı başka bir imamın üzerine vakfedilmiş (herhalde).
Ki; bundan dolayı siz imamınızın her söylediğine arka çıkmaya, onu kayırmaya ve ona muhalefet edenlerin her söylediğini reddetmeye kendini vekil yapmışsınız.
(Onüçüncüsü): İmamlardan taklit ettiğiniz kimseler kendilerini taklit etmenizi nehyetmişlerdir. Buna rağmen, onlara muhalefet edenlerin ilki yine sizlersiniz.
İmam Şafiî şöyle diyor: "Delilsiz ilim taleb eden kişinin misali, gece -odun kesen- oduncunun misali gibidir. İçerisinde zehirli bir yılan olan odun destesini sırtlar, yılan onu sokmaya başlar, fakat o kişi yılanın farkında bile değildir."
İmam Ebu Hanife ve İmam Yusuf da şöyle diyor: "Nereden aldığınızı bilene kadar hiç kimseye bizim görüşümüz ile amel etmek helal olmaz."
İmam Ahmed ise "Dininde hiç kimseyi taklit etme" demiştir. (1)
(Ondördüncüsü): Siz yarın Allah'ın huzurunda durup kulların cinayetleri, nikahları, malları ve cezalarıyla ilgili meselelerde -taklite dayanarak- verdiğiniz hükümlerden ve Allah'ın dininde bu helaldir, bu haramdır dediğiniz fetvalarınızdan dolayı sorguya çekileceğinize gerçekten inanıyor musunuz?
Biz ona gerçekten inanıyoruz derlerse, onlara şöyle denir.
Allah, bunları nereden (ve neye göre) söylediniz diye size sorduğunda cevabınız ne olacak?
Cevabınız; İmamı Muhammed "Kitabu'l-Asl" isimli eserinde İmam Ebu Hanife ve İmam Ebu Yusuf'un görüş ve ihtiyarlarını -kendi görüşü ve ihtiyarı ile birlikte- rivayet etmiştir. Biz o kitabdaki bu görüşlere göre bu helaldir bu haramdır diye hüküm verdik.
Ve diğerleri de "el-Mudevvene" isimli eserde Sahnûn İbnu'l-Kasım tariki ile İmam Malik'den naklettiği görüş ve ihtiyarlarına göre biz bu (şudur....) diye hüküm verdik.
Ve diğerleri de "el-Ümm" adlı eserde er-Rebi'nin İmam Şafi'den naklettiği görüş ve ihtiyarlarına göre bir bu (şudur....) diye hüküm verdik.
Ve başkaları da bunların dışındaki diğer imamların cevablarındaki görüş ve ihtiyarlarına göre bu (şudur....) diye hüküm verdik demek mi olacak?
Keşke bunlarla kalsaydınız veya azimet ve gayretiniz ona doğru yükselse idi! Fakat tam tersi oldu. Onlardan tabaka tabaka aşağıya indiniz. (Bu fetvaları ve hükümleri verirken Allah tarafından) benim emrim veya Rasûlümün emri ile mi yaptın diye sorulduğunuzda cevabınız ne olacak? Senin ve Rasûlüyün emrettiği şeyi biz yerine getirdik deme imkânına sahipseniz o zaman kazandınız ve kurtuldunuz demektir. Böyle bir cevab vermeye muktedir değilseniz -o zaman- onu, bize ne sen, ne Rasûlün, ne de imamlarımız emretmedi demek zorunda kalırsınız ve iki cevabdan birini söylemek zorundasınız.
(Onbeşincisi): Hz. Meryem'in oğlu İsa (s.a.v.) adil imam ve adil hakem olarak indiğinde kimin mezhebiyle hüküm verecek? Ve kimin görüşüne göre fetva verecek? Elbette Allah'ın, kullarına teşri ettiği Nebimiz (s.a.v.)'in şeriatiyle fetva ve hüküm vereceği bilinen bir gerçektir, insanların Hz. İsa (s.a.v.)'e en layık ve en müstehak olanı (Rasûlullah) o şeriatle hüküm vermiş ve size de onunla hüküm ve fetva vermenizi vacib kılmıştır. Şeriatın dışındaki bir şeyle hüküm vermek elbette hiç kimseye helal değildir. Eğer yukardaki soruda biz ve siz aynı eşit durumdayız derseniz, biz de şöyle deri:
Evet, ancak biz cevabımızda sizden farklıyız. Mesela biz Allah'u Teâlâ'ya;
Yâ Râb! Sen kesin biliyorsun ki biz, insanlardan hiç kimseyi ne senin kelamına, ne Rasûlünün kelamına ve ne de onun ashabının kelamına miğyar edinmedik. Hakkında anlaşmazlığa düştüğümüz şeyi kimsenin görüşüne arz etmedik ve hiç kimsenin sözünü de ihtilaflı meselemizde hakem yapmadık, imamlardan hiç birinin sözünü ne senin, ne Rasûlü'nün , ne de onun ashabının sözlerine tercih etmedik.
Yanımızda halk -bu kim olursa olsun- ve onların sözleri ve görüşlerini terk etmek Allah'ım, senin vahyinin önüne geçirmemizden çok daha ehvendir. Biz, kitabında bulduğumuz hükümlerden ve Rasûlü'nün sünnetinden ve onun ashabının fetvalarından bize ulaşan hüküm ve fetvalarla fetva verdik. Şayet bunlardan ayrıldıysak bu bizden hataen olmuştur, bilerek kasden olmamıştır. Ne senden ne Rasûlün'den ve ne de müminlerden gayrı güvenilir sırdaşlar edinmedik. Dinimizi yaşarken fırka fırka ayrılıp hizipler olmadık. İmamlarımızı, bizimle Rasûlü'nün arasında, Rasûlü'nden bize tebliğ ve nakil ettikleri hususlarda vasıta edinip örnek aldık. Onlara bu tebliğ ve nakilleri hususunda tabi olduk. Çünkü Sen ve Rasûlün, bize onları dinlememizi ve onların Senden ve Rasûlü'nden tebliğ ettikleri hususları kabul etmemizi emretmiştiniz. Bize tebliğ olunan o hususları Senden ve Rasûlü'nden dolayı işittik ve itaat ettik. Biz, Seni bırakarak imamlarımızın sözleriyle muhakemeleşen, onların sözleriyle birbirini seven ve onların sözleriyle birbirine buğzeden kimselerden olup onları rabler edinmedik. Aksine biz imamlarımızın sözlerini kitabına ve Rasûlü'nün sünnetine arz ettik. Bu ikisine muvafık olanları -kimden olursa olsun- aldık kabul ettik. Kitabına ve Rasûlü'nün sünnetine muhalif olan şeylerden de -yine kimden gelirse gelsin- yüz çevirerek iltifat etmedik.
Her ne kadar onlar Seni ve Rasûlü'nü bizden daha iyi biliyorlarsa da kimin sözü Senin ve Rasûlü'yün sözüne muvafık ve uygun ise o kimse o meselede herkesin alimidir. İşte bizim cevabımız budur.
Biz size yemin veriyor ve soruyoruz siz de böyle misiniz ki sözün tebdil edilmeyeceği, batılında asla revaç bulamayacağı zatın huzurunda böyle cevab vermeniz mümkün olsun.
(Onaltıncısı): Siz mukallitlerden her taife, kendi taklit ettiği kişinin dışında baştan sona sahabi, tabiin ve bu ümmetin cemiî alimlerinin sözlerini, sözleri hesaba katılmayan, fetvalarına bakılmayan, onlarla uğraşılmayan onlar fetva dahi addolunmayan kimselerin durumuna koymuştur.
(Şayet o fetvalara bakmak isteseler), onlara bakma yönleri sadece kurnazlık yapmak ve aklı çalıştırmak, bir de taklit ettikleri kimsenin sözüne muhalefet eden kimselerin sözlerine reddiye yazmaktır. Bu adamlara göre kendi dışındakilere reddiye yapmalarını mübah kılan yegane şey taklit ettiklerine bir başkasının muhalefet etmesidir.
Mesela, Taklit ettikleri kimsenin sözü Allah ve Rasûlü'nden gelen bir nas'a muhalefet etse, vacib olan o nassı akla gelmedik hile ve tekellüflerle delalet ettiği açık manasından çıkarmak ve o nassı (mümkün olan) her yolla delil olmaktan uzaklaştırmak ve onun ile taklit ettiği kimsenin sözünü tashih etmektir. (1)
Ey Allah'ım! Bu bidatlara karşı dinine, kitabına ve Rasûlüyün sünnetine sen yetiş. Eğer Allah bu dinin bekasını tekeffül etmemiş olsaydı, o bidatlerden neredeyse iman arşı yıkılır ve iman rükunları yerle bir olurdu.
Sahabe, tabiiin ve sair ulemaya en kötü övgü onların hukukunu en fazla hafife alma, onlara karşı yapılması gereken saygıya en çok riayetsizlik ve onlara karşı en büyük ihanet Allah ve Rasûlü'nü bırakarak yegane sırdaş ve mutemed edindikleri imamların dışında bunlardan hiç kimsenin sözüne iltifat etmemektir.
(Onyedincisi): Siz ehli taklitin işlerinin en hayret vericilerinden biri de Kur'ân'ın kolaylığı, elde edilişinin külfetsizliği beyan ve açıklama sınırlarının en uzak hududlarına hakimiyeti ve içerisinde tenakuz ve ihtilafın olmamasıyla beraber hakkı Kur'ân ve sünnetten delili ile bilmekten aciz olduğunuzu ikrar ve itiraf etmenizdir. O Kur'ân ki ma'sum bir tebli'ciden tasdik olunan bir nakil (le bize kadar gelmiş)'dir. Allah'u Teâlâ, hakkın üzerine açık deliller ikame etmiş ve kullarına sakınacakları şeyleri beyan etmiştir. Allah'u Teâlâ açıklamasını kendi üzerine aldığı delillerini ikame ettiği hususların bilgisinden aciz olduğunuzu iddia ederken sonra kalkıp imamınızın taklit edilmeye gayrından daha layık olduğunu, onun bu ümmetin en bilgini zamanın ve kendinden sonrakilerin en faziletlisi olduğunu delille bildiğinizi zannettiniz.
Sizden her taifenin "Gulâtı" usul ve furu' kitablarında imamının taklit edilmesinin vacib onun gayrının taklitini ise, haram kılmıştır. Allah'ın üzerine hak deliller ikame ettiği hususlarda tercih kendisine gizli kalıp, tercih yapamaz ve ona yol bulamazken, Allah'ın hiç bir delil ikame etmedi imamına ve onun doğru isabet etmeye diğerlerinden daha evla ve daha mustehak olduğuna yol bulan kimseye gerçekten taccüb edilir.
(Onsekizincisi): Siz ehli taklitin işlerinizin bundan daha garibi; taklit ettiğiniz kimsenin görüşüne muvafık bir ayet buldunuz mu, o ayeti aldığınızı hemen izhar edersiniz. Oysa bizatihi bu ayeti alışınızda bile dayanağınız imamınızın sözüdür ve ayet değildir. Çünkü imamınızın sözüne muhalif başka bir ayet görseniz o ayeti almazsınız. aksine onun tevil yönlerini araştırırsınız ve imamınızın sözüne muhalif olması itibariyle o ayeti zahir manasından çıkarma yollarına gidersiniz. Sünnetin naslarında da yaptığınız bundan farklı değildir.
Mesela; imamınızın sözüne uygun bir hadis buldunuz mu onu alır ve bize, Rasûlullah (s.a.v.)'ın "şöyle şöyle" emri var dersiniz.
Buna karşılık imamınızın sözüne muhalif yüzlerce sahih hadis görseniz onlardan hiç birine iltifat etmez ve onlardan hiç birisi için bile Rasûlullah (s.a.v.) şöyle şöyle emretti demezsiniz.
İmamınızın sözüne uygun -onu teyid eder- bir tek "mürsel" haber bulsanız onu alır ve delil yaparsınız. Ama imamınızın görüşüne muhalif yüzlerce "mürsel" haber görseniz hiç birini almaz ve "mürsel" hadisi illetli olduğu için delil olarak almayız dersiniz.
(Ondokuzuncu): Bu zikrettiklerimizden daha garibi; siz bir hadisi -bu ister mürsel olsun ister müsned olsun- aldığımızda o hadisi taklit ettiğiniz imamınızın görüşüne uygun olduğu için alırsınız, (hadisi müsned veya mürsel olduğu için değil).
Sonra aynı hadisde imamınızın görüşüne muhalif bir hüküm gördüğünüz de o hükmü almaz terkedersiniz. Oysa iki hükmün menşei de aynı hadisdir. Bir hadis taklit ettiğiniz kimsenin görüşüne uygun olan meselede sizin için hüccettir. Fakat aynı hadis onun görüşüne uygun olmadığı meselede sizin için hüccet değildir.
— Mukallitlerin Sünnetin Bir Kısmını Alıp Diğer Bir Kısmını Terketmedeki Tenakuz ve Dengesizliğine Misaller: —
Mukallitlerden bir gurub: Abdestte kullanılan bir suyun temizliğinin gittiğine Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Erkeğin, kadının abdestinden artan su ile abdest almasını menetti...» (1) hadisiyle delil getirdiler. Erkek ve kadının uzuvlarından ayrılan su onların abdest sularının fazlasıdır dediler. (Hadisin ifade etmediği bir anlam ile hadisi yorumladılar. Sonra bu yanlış yorum üzere) hadise muhalefet ederek erkek ve kadından her biri diğerinin abdest suyundan arta kalanla abdest alabilir dediler.
Oysa hadisde kasdedilen mânâ -o mealini verdiğimiz- hadisde çok açık. Çünkü Rasûlullah "Kadın su ile başbaşa kaldığında onun abdest suyunun fazlası ile erkeğin abdest almasını nehyetti", buna rağmen onların yanında ne kadının su ile başbaşa kalması ne de fazlanın kadının fazlası olduğuna dair bir iz var. Hüccet getirdikleri hadise farkında olmadan kendileri muhalefet ettiler ve hadisi hamlolunmaması gereken bir manaya hamlettiler. Çünkü abdest suyunun fazlası kesin kes o suyun (abdest alındıktan sonra) arta kalan fazlasıdır, kendisiyle abdest alınan ve kullanılan su değildir. Sonra böyle bir suya, suyun fazlası denmez ki! Netice olarak; bu hadisle irade olunmayan bir mevzuda hüccet getirirlerken asıl irade olunan bir mevzuda hüccet getirmiyor, aksine o mevzuda bu hadisle delil getirmeyi iptal ediyorlar.
(2) Rasûlü Ekrem (s.a.v.)'ın «Durgun suya bevledilmesini yasakladı...» (2) hadisi ile evsafı değişmese de yağmur v.s. sebebiyle çukurlarda birikmiş suyun necasetine delil getirdiler.
Sonra durgun duran suya bevledilse ve su eğerki kulleden az değilse o su necis olmaz dediler ve bu suyun necasetine Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Sizden biri, uykusundan uyandığı vakit elini üç kez yıkayıncaya kadar elini su kabının içine sokmasın" (1) hadisi ile delil getirdiler.
Sonra bir kişi elini üç kez yıkamadan önce su kabına sokarsa su necis olmaz, elini yıkaması ona vacib de değildir. Eğer elini yıkamadan önce su kabının içine sokmak isterse dilediği gibi yapar dediler.
(4) Bu meselede bir de "Arabi'den bir kişinin mescide bevlettiğinde, Rasûlullah, oranın toprağının kazılmasını ve toprağın çıkartılmasını emretti" (2) diye delil getirdiler. Sonra -böyle bir durumda- bevl edilen bir yerin kazılması vacib değildir. Çünkü orası güneş ve rüzgârla kuruyana kadar terk olunsa temizlenir dediler.
(5) Kullanılmış su ile abdest almanın yasak olduğuna Rasûlullah (s.a.v.)'in «Ey Abdü'l-Muttalib oğulları! Allah size insanların ellerinin kirlerini kerih görmüştür. (Yani sadaka almanızı).» (3) hadisi ile delil getirdiler.
(6) Rasûlullah (s.a.v.)'in «Onun (denizin) suyu temiz ve ölüsü helaldir" (4) hadisi ile ölmüş balığın -kara hayvanlarından ölenlerin hilafına- suyu necis etmiyeceğine delil getirdiler. Sonra bu hadisin kendisine muhalefet ederek denizde ölen balığın yenmesi helal değildir ve denizde yaşayan hayvanlardan balığın dışında hiç bir şey yemek helal değildir dediler.
(7) Rey ehli, köpek ve onun salyasının necis olduğuna Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Köpek birinizin kabını yaladığında o kimse o kabı yedi defa yıkasın.» (5) hadisi ile delil getirdiler. Sonra köpeğin yaladığı kabı yedi defa yıkamak vacib değildir, aksine bir kere veya onlardan bir guruba göre de üç kere- yıkanması yeterlidir dediler.
"Necaset-i Galiza"yı dirhem miktarı ile dirhem miktarı olmayan arasını tefrik etmelerinde Ebu Hureyre (r.a.) tariki ile merfu olarak rivayet olunan "Dirhem miktarı necasetten dolayı namaz iade olunur." (1) manasındaki zayıf hadisi delil getirdiler. Sonra da dirhem miktarı necasetten dolayı namaz iade olunmaz dediler.
(9) Hz. Ali (r.a.)'ın zekat mevzuunda rivayet ettiği «Develerin adedi yüzyirmiden fazla olması halinde -hesab- farîzanın başına çevrilir ve her beş deveye bir koyun zekat verilir.» (2) hadisini delil olarak aldılar. Ve bu hadise tam on iki yerde muhalefet ettiler.
Sonra Amr b. Hazm (r.a.)'ın rivayet ettiği "zekat malı ikiyüz dirhemden daha fazla olduğunda o fazlalık kırk dirheme ulaşıncaya kadar (fazlalığa) zekat olarak bir şey yoktur. O fazlalık kırk dirheme ulaştığında onun için bir dirhem vardır." (3) hadisiyle delil getirdiler. Sonra da bu hadisin metninde on beş yerde muhalefet ettiler.
(10) Alış-verişteki muhayyerliğin en fazla üç gün olacağına "Musarrât" (4) hadisiyle delil getirdiler. Bu da tuhaflıklarının bir başka çeşididir. Çünkü bunlar o hadisi reddeden insanların en şedîdi kimselerdir ve o hadisle asla amel etmezler. Hadis sahih olarak hak ise ona ittiba etmek vacibdir. Eğer hadis size göre sahih değilse bu hadisi delil getirerek muhayyerliği üç gün takdir etmek caiz değildir.
Bununla beraber hadiste şartın muhayyerliğe bir taarruzu da yoktur. Hadisle irade olunan ve hadisin delalet ettiği şeye muhalefet ettiler ve hadisin asıl delalet etmediği şeye hadisle delil getirdiler.
(11) Bu meseleye bir de (aşırı saflığı sebebiyle) alış-verişte devamlı kandırılan Hibban b. Munkız (r.a.)'ın haberiyle delil getirdiler ve Rasûlullah (s.a.v.) "Ona muhayyerlik süresini üç gün yapmıştı" (5) dediler. Sonra bu haberin tamamına muhalefet ederek aldanan kişinin harcadığı onlara yüzlere musavi olsa da o kişinin muhayyerliğini sabit ve baki kılmıyorlar. İster müşteri « » (aldatmaca yok) desin, ister demesin, ister az kandırılsın, ister çok kandırılsın müşteriye bunların hiç birinde muhayyerlik hakkı yoktur bunlara göre.
(12) Ramazanda gündüzün orucunu yiyen kişiye keffareti vacib etmelerinde (Ramazan orucu keffaretiyle ilgili) hadisin değişik lafızlarından birinde "Bir adam iftar etti, Rasûlullah (s.a.v.) de onu keffâreti emretti" (1) ifadesi var diye bu hadisle delil getirdiler.
Sonra hadisin aynen bu lafzına muhalefet ettiler ve unun tozması ile bir kişinin boğazına gitmesi, hamuru yalayarak tatması veya ihliler tadması veya koku sürünmesiyle oruç bozulur, ancak keffaret gerekmez dediler. (13) Kasden kusan kişiye -o günkü- orucu kaza etmesinin vücubiyetine Ebu Hureyre (2) hadisi ile delil getirdiler.
Sonra aynı hadise muhalefet edip eğer o kişi ağız dolusundan daha az kusarak kaza etmez dediler.
(14) -Yolculukta- "orucu iftar" ve "namazı kasr" etmek için yolculuk mesafesinin tahdidinde Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadına kocası veya mahremi olmadan üç günlük yola sefer etmesi helâl değildir.» (3) hadisi ile delil getirdiler. Bu hadisde delil getirib iddia ettikleri meseleye kesinlikle delil olmamakla beraber yine de aynı hadise muhalefet ederek; cariye, mukâteb ve ummu'l-veled kocası veya mahremi olmadan yolculuk etmesi caizdir dediler.
(15) İhrama girmiş birinin yüzünü örtmesinin yasak olduğuna İbni Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiği "devesinden düşerek vefat eden kişi hakkında Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Ne başını ne de yüzünü örtmeyin! Çünkü o, kıyamet günü lebbeyk lebbeyk diyerek haşrolunacaktır.» (4) buyurduğu hadisle delil getirdiler. Sonra tuhaflıklarından ihramlı vefaat ettiğinde başını ve yüzünü örtmek caizdir, zira ihramı hükümsüz olmuştur artık dediler.
(16) İhramlı iken sırtlan öldüren kişiye ceza olarak onun bedelini vermesinin ona vacib olduğuna Cabir (r.a.)'ın Rasûlullah'a isnad ederek söylediği «Sırtlanı öldüren cezasını öder ve onu yiyebilir.» (1) manasındaki fetvasıyla delil getirdiler. Sonra Cabir (r.a.)'ın bu hadisine muhalefet edip sırtlanı yemek helal değildir dediler.
(17) Zekat farizasında — Bir yaşındaki dişi deve yavrusunu zekat farizası olarak vermesi gereken kişi, onun yerine iki yaşını doldurmuş dişi deve yavrusu veya ona mukabil eşek verdiğinde yeterli olur, dediler ve bu görüşlerine Enes (r.a.)'ın rivayet ettiği, Rasûlullah (s.a.v.)'ın «... Bir kimsenin malik olduğu develeri bir "binti mehad" zekat nisabına ulaşır da develeri arasında "binti mehad" bulunmaz ve "bintilebun" bulunursa, o kimseden "binti lebun" kabul edilir ve zekat memuru bu "binti lebun" ile birlikte mal sahibine yirmi dirhem gümüş yahut iki koyun verir...» (2) hadisi ile delil getirdiler. Sonra tuhaflıklarından hadisde tayin edilen miktar (yani; yirmi dirhem gümüş veya iki koyun)'a delalet eden hiç bir şey söylemezken, onunla irade olunmaya ve hiç bir cihetten delalet etmediği (binti mehadın yerine eşeğin verilme) hususuna delil getirdiler.
(18) Daru'l-Harbde müslüman had cezasını gerektiren bir suç işlese orada had cezasının iskat olup uygulanmıyacağına «"Gazvede" diğer bir rivayette «Seferde eller kesilmez.." (3) manasındaki zayıf hadisle delil getirdiler. Buna rağmen bu hadisle amel etmediler. Çünkü onların yanında ne sefer ve ne de gazvenin hadisde izi eseri yoktur.
(19) Kurban kesmenin vacib olduğuna Rasûlullah (s.a.v.) «Kurban kesmeyi onun etinden komşu ve fukaraya yedirmeyi emretti...» manasındaki hadisle delil getirdiler. Fakat komşu ve fukaraya kurban etinden vermek vacib değildir dediler.
(20) Gâsıb ve hırsızın gasbederek veya çalarak kestiği hayvanın mübah olduğuna «Rasûlullah (s.a.v.) ashabından bir toplulukla beraber yemeğe davet olunmuştu. Yemekten bir lokma alınca şöyle dedi: "Ben bu etin haksız yere alınmış bir koyundan olduğunu sanıyorum" (ev sahibi) kadın; Yâ Resûlellah! Ben bu koyunu falanca kadından kocasının haberi olmadan almıştım" dedi. Rasûlullah (s.a.v.) de "O yemeğin esirlere yedirilmesini emretti"» (1) anlamında nakledilen haberle delil getirdiler.
Sonra bu habere muhalefet ederek gasıbın kestiği helaldir ve müslümanlara -ondan yemek- haram olmaz dediler.
(21) Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Hayvanın cinayet ve zararı hederdir.» (2) hadisi ile (koyun v.s.'den) bir sürünün cinayet ve zararının kefaretinin iskat edilmesine delil getirdiler.
Sonra hadisin delalet ettiği ve kendisiyle kasdolunan hususa muhalefet ederek kim bir hayvana biner veya onu bağlar veya onu sürer de o hayvanda ağzıyla birini ısırırsa o kimse bunu tazmin eder. Ancak hayvanın bu durumlarda ayağı ile telef ettiği şeye tazminat yoktur dediler.
(22) Yaralamada yara iyi olana kadar kısasın tehir edileceğine Rasûlullah (s.a.v.)'den rivayet edilen «Bir adam diğerini diz kapağından boynuzla dürterek yaralamıştı, adam kısas talep edince Rasûlullah (s.a.v.) "adama yarası iyileşinceye kadar mühlet ver" demişti. Adam kabul etmey (ip kısas da ısrar ed)ince iyileşmeden önce ona kısas uygulamıştı» (3) mealindeki meşhur hadisle delil getirdiler.
Sonra bu hadise, dürtmeden dolayı kısas olunma hükmünde muhalefet ederek dürtmeden (dolayı yaralamalarda) kısas olmaz dediler.
Oğlunun cariyesi veya ümmi veledi ile zina eden kimseden had cezasının düşeceğine Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Sen de malın da babanın malındansınız» (4) hadisi ile delil getirdiler.
Sonra bu hadise, delalet ettiği manada muhalefet ettiler ve oğlunun malında babanın hiç bir hakkı yoktur dediler. Ve babaya oğlunun malından bir misvak dalı veya biraz fazla bir şeyi bile mübah görmediler. Aksine oğlunun borcundan dolayı babayı hapsedip, telef ettiği şeylerin tazminatını da babasına yüklediler.
(24) Müezzin kamet getirirken "Kad'kâmetis-salah" dediği vakit imamın tekbir almasına Bilel (r.a.)'ın Rasûlullah (s.a.v.) «... Namazda amîn derken beni geçmeyin...» (1) buyurdu diye rivayet ettiği hadisle delil getirdiler. Sonra bu hadise açıktan muhalefet ettiler ve ne imam ne de mu'tem sesli olarak amin demez dediler.
(25) Başın dörtte birini meshetmenin vacib oluşuna Muğire (r.a.)'ın rivayet ettiği, Rasûlullah (s.a.v.) «... başının ön tarafına ve sarığına meshetti...» (2) manasındaki hadis ile delil getirdiler. Sonra hadisin delalet ettiği hususa muhalefet ederek, sarıklar üzerine meshetmek caiz değildir, sarıklar üzerine meshetmekle ilgili bir eser bile yok dediler. Başa meshetmenin farzı başın ön tarafına meshetmekle yerine gelmiştir. Dolayısıyla sarıklar üzerine meshetmek vacib değildir.
Hatta onlara göre bu müstebah bile değildir.
(26) Namazda imama mutâbeat etmek müstehabdır, demelerine Aleyhisselatu Vesselamın, «İmam ancak kendisine uyulsun diye imam yapıldı...» (3) hadisi ile delil getirdiler. İmama uymak, imam ne yaparsa onun benzerini eşit olarak yapmayı gerektirir dediler. Sonra hadisin delalet ettiği hükme muhalefet ettiler. Çünkü hadisin devamında «... O, tekbir aldığı vakit siz de tekbir alınız. O, ruku' ettiği vakit siz de ruku' ediniz. O, "Semi Allahu limen Hamideh" dediği vakit siz; "Rabbena ve lekel-Hamd" deyin... namazı oturarak kıldığı vakit siz de topluca oturarak kılınız!» (4) ifadesi vardır.
(27) Namazda fatihayı okumanın farz olmadığına namazını kötü kılan kişiye Rasûlullah (s.a.v.) «... Kur'ân'dan bildiğin kolayına geleni oku!..» buyurdu diye delil getirdiler.
Sonra hadisin sarahaten delalet ettiği «Sonra ruku'a varıpta mutmain (beden azaların yerli yerince yatışmış) oluncaya kadar dur. Sonra başını kaldırıp ayakta (büsbütün) doğruluncaya kadar dur. Sonra secdeye var ve mutmain oluncaya kadar kal...» (5) hükmüne ve namazını kötü kılan kişiye Rasûlullah (s.a.v.)'ın «... dön de yeniden kıl. Çünkü sen namaz kılmış olmadın...» hükmüne ve emrine muhalefet ederek namazda ta'dili erkanı terkeden kimse namazını tam olarak kılmıştır, ta'dili erkanı emretmek ta'dili erkanın gerekli bir farz olduğundan değildir dediler. Oysa hadisde tadili erkan ve kıraat hakkındaki emir aynı emirdir.
(28) "Celsetü'l-İstiraha"nın terkine Ebu Hamid es-Sâidî (r.a.)'ın rivayet ettiği hadisde celsetü'l-istirahayı zikretmedi (1) diye delil getirdiler. Sonra bu hadisde -açık ve sarih olarak zikredilen- rukuya giderken ve rukudan doğrulurken elleri kaldırma hükmüne muhalefet ettiler.
(29) Namazda Rasûlullah'a selat'u-selam getirmenin farz olmadığına ibni Mes'ud'un rivayet ettiği «... onu söylediğin vakit namazın tamam olmuştur...» (2) manasındaki hadisle delil getirdiler sonra bu hadisin delalet ettiği hükme muhalefet ederek namazda onu söylerse veya söylemezse namazı tamamdır dediler.
(30) Cuma günü imam hutbe okurken konuşmanın caiz olduğuna Rasûlullah (s.a.v.) hutbe okurken mescide giren kimseye «"Ey falan! Oturmadan önce namaz kıldın mı?" dediğinde o adam, hayır demişti. Rasûlullah, "Kalk iki rekat namaz kıl!" demişti» (3) ifadesindeki hadisi ile delil getirdiler. Sonra bu hadisin delalet ettiği hükme muhalefet ederek imam hutbe okurken mescide giren kimse oturur namaz kılmaz dediler.
(31) Namazda elleri kaldırmanın kerahiyetine Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Ne var ki sizleri güneşte kalmış atların kuyrukları gibi ellerinizi kaldırır indirir vaziyette görüyorum?..» (4) hadisi ile delil getirdiler. Sonra hadisin delalet ettiği hükme muhalefet ettiler. Çünkü hadisin devamında «... Sizden biri namazdan çıkarken sağında ve solunda bulunan kardeşine "Esselamü Aleyküm Verahmetullah" diyerek selam vermesi yeterlidir.» (4) ifadesi vardır. Sonra hadisin bu kısmına da muhalefet ederek, namazdan çıkmak için kişinin buna ihtiyacı yoktur, namaza munafi her şeyi yapması ona kifayet eder dediler.
(32) İmamın hadesinde yerine birini geçirmesinin caiz olduğuna «Rasûlullah (s.a.v.) namaz için mescide çıktığında Ebu Bekir, insanlara namaz kıldırıyordu. Ebu Bekir Rasûlullah'ı farkedince yerinden geriledi. Rasûlullah da öne geçti ve insanlara namaz kıldırdı.» ( ) manasındaki sahih hadisle delil getirdiler. Sonra hadisin delalet ettiği manaya muhalefet ederek, Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Bekir ve orada hazır olanların fiilinin benzerini yapan kimselerin namazı batıldır dediler.
Hadisi delalet etmediği manaya delil yaparlarken onun delalet ettiği mana üzerine olan ameli iptal ettiler.
(33) İmam, hastalık -v.s.- den dolayı oturarak namaz kıldığı vakit cemaat onun arkasında ayakta namaz kılar, şeklindeki görüşlerine Rasûwlullah (s.a.v.) «Mescide çıktığında Ebu Bekir, ayakta insanlara namaz kıldırıyor halde buldu. Ebu Bekir (onu hissedince) göriledi. Rasûlullah öne geçti oturdu ve o şekilde insanlara namaz kıldırdı...» (1) manasındaki sahih hadisle delil getirdiler. Sonra hadisin delalet ettiği hükmün kendisine muhalefet ettiler. İmam "hades"in dışında geri çekilir ve diğeri de onun yerine geçerse ikisinin de namazı cemaatin namazı ile birlikte batıl olur dediler.
(34) Gece zannederek yiyen daha sonra gündüz yediği açığa çıkan kimsenin orucunun batıl olduğuna Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Bilal ezanı erken okuyor, İbni Ümmü Mektum ezanı okuyana kadar siz yiyip içiniz.» (2) hadisi ile delil getirdiler. Sonra bu hadise delalet ettiği hükümde muhalefet ederek, sabah ezanının gece okunması ve Ramazan'da ne de Ramazan'ın dışında caiz değildir dediler. Sonra bu hadise diğer bir yönden de muhalefet ettiler. Çünkü hadisin devamında «İbni Ümmü Mektum gözleri ama bir adamdı, ona "sabaha erdin, sabaha erdin" deninceye kadar ezan okumazdı» (2) ifadesi vardır. Dolayısıyla bu vakitte sahur yiyen kimsenin orucu bunlara göre batıl ve geçersiz olmuştur.
(35) Büyük abdest bozarken kıbleye karşı durma veya ona arka dönmeden menetmek üzere Nebi (s.a.v.)'in «Büyük ve küçük abdest bozarken kıbleye karşı durmayın ve arkanızı da ona dönmeyin...» (3) hadisi ile delil getirdiler. Sonra bu hadise muhalefet ederek küçük abdest bozarken kıbleye karşı durmaya veya ona arka dönmeye cevaz verdiler.
(36) İ'tikafda orucun şart olmadığına Hz. Ömer'den gelen «Hz. Ömer, cahiliye döneminde bir gece mescidi haramda i'tikaf etmeyi nezr etmişti. -Bunu Rasûlullah'a sorduğunda- "Rasûlullah (s.a.v.), ona nezrini yerine getirmesini emretmişti."» (1) manasındaki sahih hadisle delil getirdiler. Buna rağmen, bu hadisin muktezası hükümle amel edilmesine karşıdırlar. Çünkü onlara göre kafirin nezri münakid olmaz, dolayısıyla İslâm'dan sonra da ona vefa gerekmez.
(37) Mirasdaki "Redd" bahsinde Rasûlullah (s.a.v.)'den rivayet edilen «Kadın, üç mirası, azatlısının lakît'inin ve kocası ile lanetleştiği çocuğunun miraslarını tek başına alır.» (2) hadisi ile delil getirdiler. Bununla beraber kadının lakît'inin malına tek başına sahih olması hükmünü (delil getirdikleri) bu hadise rağmen kabul etmediler. Oysa Hz. Ömer ve İshâk b. Râhuveyh bu hadisin mucibince fetva vermişlerdir, doğrusu da budur.
(38) Zevil-Erhamı mirascı kılmak için içerisinde «"Onun mirascısı, veya akrabası var mı bakın!" bulamadıklarında "O malı Huzaa'nın büyüğüne verin...» (3) ifadesi buluna haberle delil getirdiler. Bununla beraber bu haberin mucibi olan varisi olmayan kişinin malı kabilesinin büyüğüne verilir hükmünü kabul etmediler.
(39) Maktulun mirası onu öldüren katilin alamıyacağına Amr b. Şuayb'ın babası ve dedesi tarikiyle rivayet ettiği «Katil öldürdüğü maktule varis olamaz (4) ve kafire karşı bir müslüman öldürülmez... (5) hadisi ile delil getirdiler. Sonra aynı hadisin birinci kısmını alıp amel ettiler, ama onun ikinci kısmını terkettiler.
(40) Su ola ola cenaze namazı için şehirde -onu kaçıracağı korkusundan kişinin- teyemmüm etmesinin caizliğine, Ebu Cuheym b. el-Hâris (r.a.)'ın rivayet ettiği Rasûlullah (s.a.v.) «Bir kişinin selamını "Ve aleykumu's-selâm" diye almak için teyemmüm etti» (6) mealindeki hadisle delil getirdiler. Sonra bu hadise delalet ettiği hususta muhalefet ettiler.
Bunlardan birincisi: Rasûlullah (s.a.v.) sadece elleri ve yüzlerini teyemmüm etmiştir ve kollarını teyemmüm etmemiştir.
İkincisi: Bunlar abdestsiz selam vermesini kerih görmedikleri gibi, selam vermek için teyemmümü de mübah saymazlar.
(41) İstinca ederken iki taşla yetinmenin caiz olduğuna İbni Mes'ud (r.a.)'ın rivayet ettiği «Rasûlullah (s.a.v.) kazayı hacet için gitti ve bana, "Bana bir kaç taş getir!" dedi. Ona iki taş ve bir tezek parçası getirdim. Rasûlullah taşları aldı, tezeği attı ve "bu pistir!" dedi» (1) hadisi ile delil getirdiler. Sonra bu hadisin kendisinde asıl nas olan hükme muhalefet ederek tezekle istinca edilmesine cevaz verdiler.
Hadisde iki taşla istincanın yeterli olduğuna delil olmadığı halde bu hadisle delil getirdiler.
(42) Kadına dokunmanın abdesti bozmayacağına «Rasûlullah (s.a.v.)'ın torunu Umame'yi taşıyarak namaz kıldığında ayağa kalktığı vakit kucağında taşıyor ruku' ve secde ederken onu yere koyuyordu.» (2) ifadesindeki fiili ile delil getirdiler. Sonra da kim böyle bir namaz kılarsa hem onun hem de ona uyanların namazları batıldır dediler. (Bu fetvaya karşı) bazı ilim ehli kişileröyle demişlerdir: "Namaz kılarken kıraatte « » (3) nı hemde farça okunmasını, sonra ruku'da bir nefes alarak kadar durulmasını ve ruku'dan şimşek hızıyla doğrulunmasını veya ruku'dan hiç doğrulmadan olduğu gibi secdeye gidilmesini, secdede ellerin ve ayakların yere konmamasını, şayet mümkün ise dizlerinde yere konmamasını, alının da yere konmamasını, aksine burnun ucunun bir tek nefes miktarı yere konmasının yeterli olacağını, sonra teşehhüd miktarı oturulup ve namaza munafı, sessiz veya sesli yellenmek veya gülmek v.b. gibi bir fiil yaparak namazını kılmasını tashih ederken ve onu sahih kabul ederken, Rasûlullah (s.a.v.)'ın bu namazına batıl demeleri onların en şaşılacak işlerindendir."
(43) İstibradan önce harb esiri kadın ve satın alınan cariye ile münasebetin haram olduğuna Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Hamile olan doğuruncaya (durumu) örtülü olan kadın da bir hayızla istihra oluncaya kadar onunla münasebette bulunulmaz..» (1) hadisi ile delil getirdiler. Sonra hadisin sarih hükmüne muhalefet ederek, dün münasebette bulunduğu cariyesini -sabah- azad ederek evlendirse, yeni kocaya cariye ile münasebet hemen o gece helaldir dediler.
(44) Hadâne hakkının teyze için sabit olduğuna Hz. Hamza (r.a.)'ın kızının rivayet ettiği «Rasûlullah (s.a.v.) "Benim, teyzeme verilmem için hüküm vermişti....» (2) mealindeki haberiyle delil getirdiler. Sonra bu habere muhalefet ederek, şayet teyze yetimin amca çocuğu gibi nikah düşen biriyle evlense teyzenin hadânesi geçersiz olur dediler.
(45) İki köle kardeşin arasını satışla ayırmanın menedilmesine Hz. Ali (r.a.)'ın rivayet ettiği «... ikisinin arasını ayırmayı nehyetti...» (3) hadisi ile delil getirdiler, sonra bu hadise muhalefet ederek böyle bir alış-veriş olursa, satış iptal edilerek geri çevrilmez dediler. Oysa hadisde böyle bir satışın geri çevrilmesine emir açıktır.
(46) Kısasın müslüman ve zimmiler arasında cari olacağına Nebi (s.a.v.)'den rivayet edilen «Rasûlullah, bir müslümana yahudinin tokat atmasından dolayı ona kısas uyguladı...» (4) manasındaki hadisle delil getirdiler. Sonra bu hadise muhalefet ederek, ne tokat ne de dövme de, bu ister iki müslüman arasında isterse bir müslim ile bir kafir arasında olsun kısas yapılmaz dediler.
(47) Köleyle efendisi arasında kısas olmadığına Rasûlullah'ın «Bir kimse kölesine tokat atarsa o köle hürdür...» (5) hadisi ile delil getirdiler. Sonra bu hadise muhalefet ederek, bir tokatla köle azad olunmaz dediler. Sonra bu mevzuya, içerisinde «Kim kölesine müsle yaparsa o köle hürdür...» (6) hükmü bulunan hadisle de delil getirdiler ve (bu hadise de muhalefet ederek) köle sahibine kısas icab etmez ve o köle de hür değildir dediler.
(48) Amr b. Suayb (r.a.)'ın rivayet ettiği «Göz -ün cinayetin- de yarım diyet vardır...» (1) hadisi ile delil getirdiler. Sonra birkaç yerde bu hadise muhalefet ettiler.
Birincisi: «Yerinde mesdud olarak duran göz hakkında diyetin üçte biri vardır.» (2) dediler.
İkincisi: "Kararmış dişler için de üçte bir diyet vardır" dediler.
(49) Kişinin çocuklarının bir kısmını diğerlerine tercih etmesinin caizliğinde Nu'man b. Beşir (r.a.)'ın rivayet ettiği ve içerisinde «Rasûlullah (s.a.v.) "... Buna benden başkasını şahid yap...» (3) ifadesi olan hadis ile delil getirdiler ve hadisin sarih, hükmüne muhalefet ettiler. Çünkü hadisde «... Bu doğru olmaz...» hadisin diğer bir lafzında ise «... Ben haksızlığa asla şahitlik etmem...» ifadesi vardır. Buna rağmen, bilakis bu doğrudur, haksızlık da değildir ve herkes böyle bir şeye şahidlik edebilir dediler.
(50) Sudan başka kacı şeylerle de necasetin giderileceğine Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Biriniz ayakkabısı ile necasete bastığında toprak onun için temizleyicidir...» (4) hadisi ile delil getirdiler.
Sonra bu hadise muhalefet ederek bir kimse mesi ile insan dışkısına basmış olsa toprak o mesleri temizlemez dediler.
(51) Sargılar üzerine meshetmenin caiz oluşuna sahibi "şucce" hadisi (5) ile delil getirdiler. Sonra hadisin sarih hükmüne muhalefet ederek su ile toprağın arası cem edilmez, aksine yara büyük ise, ya sahih olan yıkamayla yetinip teyemmümü terkedecek veya yara çok büyük ise, sadece teyemmüm ile yetinecek yıkanmayı terkedecek dediler.
(52) Emir veya hakimlerin veya mutevellinin peşpeşe iki kez tağyininin caiz olduğuna Rasûlullah (s.a.v.)'in «Emiriniz Zeyd'dir. Eğer o öldürülürse Abdullah b. Ravaha'dır, eğer o da öldürülürse Cafer'dir.» (1) hadisi ile delil getirdiler. Sonra bu hadise muhalefet ederek emirliği şarta bağlamak sahih değildir dediler. (Hadisdeki) bu emirliğin yeryüzündeki emirliklerin en sahihi olduğuna biz Allah'ı şahid tutarız. -Aynı zamanda- bu emirlik onların başından sonuna kadar tayin ettikleri emirliklerin hepsinden daha sahihdir.
(53) Bir kişi telef ettiği şeye malik olursa o telef ettiği şeyi ödeyeceğine Rasûlullah'ın hanımlarından biri bir çanak kırmıştır. Rasûlullah (s.a.v.) kırılan çanağın benzerini onun sahibine vermişti.» (2) mealindeki "el-Kas'ah" hadisi ile delil getirdiler. Sonra bu hadise açıktan muhalefet ederek, telef eden kimse, telef ettiği şeyin bedelini dinar ve dirhemle öder, o çanağın benzerini ödemez dediler.
Bu mevzuya, "Sahibinin izni olmaksızın kesilen koyunu Rasûlullah (s.a.v.) sahibine geri vermedi" mefhumundaki haberle de delil getirdiler. Ve bu habere -delil getirme yönünden de- muhalefet ettiler. Çünkü Rasûlullah, koyunu kesene onu vermedi ki, aksine koyunun esirlere yedirilmesini emretti. (54) Meyve ve çürüyüp bozulması çok çabuk olan şeyler çalındığında el kesmenin iskatına Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Meyvede ve hurma çiçeğinde (çalmadan dolayı) el kesme yoktur...» (4) hadisi ile delil getirdiler, sonra;
Birincisi: Hadisdeki «Meyve ve yemiş çerine girdiğinde el kesme vardır.» (5) Ama onların yanında, yemiş "cerîn"e girse de girmese de el kesilmez.
İkincisi: Rasûlullah (s.a.v.) "Çalınan mal el-Micen kıymetine ulaştığı zaman el kesilir." (6) diyor. Sahih de ise el-Micen'in kıymeti üç dirhem kadardır. Buna rağmen bu hadisle delil getirenlere göre üç dirhem miktarı hırsızlıktan dolayı el kesilmez.
Üçüncüsü: Bunlar, "el-Cerîn" "hırz" * değildir. "Hırz"dan bekçi yokken kuru meyve, yemiş çalsa da yine eli kesilmez dediler.
(55) Kaçmış bir köleyi getiren kimseye kırk dirhem ödül verilmesi meselesinde, içerisinde «Haramın dışında kim kaçmış bir köleyi getirirse o kimseye on dirhem veya on dinar vardır.» (1) ifadesi olan bir haber ile delil getirdiler. Ve açıktan bu habere muhalefet ederek, ödülün kırk dirhem olacağını vacib kıldılar.
(56) Şufa'daki muhayyerliğin fevriyet üzere olacağına İbnü'l-Beylemâni'nin rivayet ettiği «Çocuk ve gaib ortak için şuf'a hakkı yoktur. Kim (ın durumu) buna benzerse o kimse serbesttir.» (2) hadisi ile delil getirdiler.
Sonra «Şuf'a hakkı devenin bağlı olduğu ipi çözmeğe benzer.» (2) ifadesinin dışında bu hadisin tamamına muhalefet ettiler.
(57) Baba ile oğul ve efendi ile kölesi arasındaki -cinayetlerde-kısas olmayacağına Rasûlullah (s.a.v.)'den rivayet olunan «Baba çocuğundan, efendi de kölesinden dolayı kısas olunmazlar.» (3) hadisiyle delil getirdiler. Ve bu hadisin kendisine muhalefet ettiler. Çünkü hadisin tamamında «Kim kölesine müsle yaparsa o köle hürdür» hükmü de vardır.
(58) Çocuk doğduğu yatağın sahibine ilhak edilir zinakara ilhak edilmez diye Zema'nın cariyesinin oğlunun rivayet ettiği «... Çocuk doğduğu yatağa aittir...» (4) ifadesi olan hadis ile delil getirdiler. Sonra bu hadisin sarih hükmüne muhalefet ederek, cariye (hür kadın olmadığı için) yatak olamaz. Ancak o hüküm cariye hakkında olmuştu dediler. Buna rağmen, bir kimse annesine, kızına veya kız kardeşine nikah akdi yapsa (v.s.) bir şüpheden dolayı bu kimse had cezasına çarptırılmaz gibi acaib bir şey söylediler. Onlara göre, bu batıl ve haram akitle onlar yatak olurken çocuğunun annesi gece gündüz münasebette bulunduğu cariyesi o kimseye yatak olmamaktadır.
(59) Gündüzün zevalden önce Ramazan orucuna niyet etmenin caizliğine Hz. Aişe (r.a.)'nın rivayet ettiği «Rasûlullah (s.a.v.) onun yanına girer yiyecek bir şey var mı? derdi o da hayır deyince o halde ben orucum derdi ve oruç tutardı» (1) manasındaki hadisle delil getirdiler.
Sonra da bir kimse böyle bir niyetle nafile oruç tutsa o kimsenin orucu sahih değildir demeleri de onların başka bir) acaib işlerindendir.
(60) *Mudebberin satılmasına engel olmak için "onun hürriyet sebebi akdolunmuştur", satışında bu sebebin iptali vardır, diye delil getirerek Rasûlullah (s.a.v.)'ın mudebberi satmasına "Rasûlullah mudebberin kendisini değil hizmetini satmıştır" (2) diye cevab verdiler. Sonra da mudebberin hizmetinin satışı da caiz değildir dediler.
(61) Arazi ve ona ait ağaçlarda şuf'a hakkının vücubiyetine Rasûlullah (s.a.v.)'den rivayet edilen «Arazi olsun bahçe olsun her ortaklıkta şuf'a hakkına Rasûlullah hüküm verdi» (3) manasındaki hadisle delil getirdiler. Sonra bu hadisin sarih nassına muhalefet ettiler. Zira hadisde «Ortağına haber vermeden kişinin satış yapması helal değildir. Şayet ortağı ona izin vermeden -hissesini- satarsa, ortağı o hisseyi satın almaya en müstehak kimsedir.» (3) ifadesi vardır. Buna rağmen ortağının izni de olmadan hissesini satması o kimseye helaldır ve ortağının şuf'a hakkını iskat etmek için hile yapması da ona helaldir. Fakat ortağının izni olduktan sonra hissesini satarsa o zaman da şuf'aya en çok hak sahibi yine kendisidir dediler. Yanlarında izin isteyip istememenin eseri bile yok.
(62) Zeytinden çıkarılacak yağdan hazır elde edilmiş zeytinyağının daha az olduğu bilinirse bu durum müstesna olarak zeytin yağının zeytin karşılığında satışının yasak oluşuna içerisinde «Rasûlullah (s.a.v.) sağ hayvan karşılığı et satışını yasakladı» (5) mealindeki hadisle delil getirdiler.
Sonra bu hadise muhalefet ederek sağ hayvana bedel et satışını bu ister kendi cinsinden ister başka cinsten olsun elbette caizdir dediler.
"El-Mucenneze" olan hastanın bağışı da vasiyeti gibidir. Malının üçte birinden fazlasını bağışlarsa bağışının yerine getirlimiyeceğine İmran b. Huseyn (r.a.)'ın rivayet ettiği «Sahabeden bir adam ölümüne yakın altı kölesini azad etti ve onlardan başka hiç malı yoktu. Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) o köleleri üç grub olarak taksim etti ve aralarında kur'a çekti. Kur'a neticesi onlardan ikisini azad etti ve diğer dördünü de kölelikte bıraktı.» (1) hadisi ile delil getirdiler. Sonra iki yerde bu hadise muhalefet ederek köleler arasında kur'a asla çekilmez aksine kölelerden herbirinin altıda biri azad olur dediler.
Bu (ve benzeri şeyleri delil olarak aldıkları halde bir başka meseleden dolayı muhalefet ettikleri) hadisler gerçekten çoktur.
Bu misallerle kasdedilen, taklitin siz mukallitlerin aleyhine bir hüküm olduğu ve bu duruma sizi taklit kahren sürüklediğidir.
Şayet delilleri taklit üzerine hakem yapsaydınız bunun benzeri bir duruma düşmezdiniz. Çünkü bu hadisler eğer hak ise onlara bağlanmak ve o hadislerdeki hükümlerle amel etmek farzdır. Yok eğer bu hadisler sahih değilse onlarla amel etmek doğru değildir.
Bununla beraber, bu hadisleri taklit edilen kişinin sözüne uygun olduğu için sahihlemek ve onunla amel etmek veya o hadisleri taklit ettiğiniz kişinin sözüne muhalefet ettiği için zayıf saymak ve onları reddetmek veya onları tevil etmek işte bu tenakuz ve hataların en büyüğüdür.
Eğer, o misallerdeki muhalefet ettiğimiz hadise ondan daha kuvvetli başka bir hadis muarız oldu (ğu için onu terkettik). Fakat o misallerden uygun gördüğümüz hadisleri almamamızı ve onları terk etmemizi gerektiren onlara muarız bir şey olmadı derseniz. Şöyle cevab verilir: Bu hadisler ya mensuhdur, ya da muhkemdir.
Eğer onlar mensuh iseler, mensuh birşeyle asla delil getirilmez. Yok eğer muhkem iseler onlardan hiçbirine muhalefet etmek caiz değildir.
Eğe o hadisler kendisine muhalefet ettiğimiz hususlarda mensuh ve muvafakat ettiğimiz hususlarda muhkemdir derlerse, cevaben şöyle denir.
Bu söz, batıl oluşu açık olmakla beraber onun sahibinin bilmediği bir şeyi iddia etmesini de içerir. Bu sözü söyleyen, söylediği söze hiç bir delili olmayan bir kişi durumundadır. Sonra bu ifadedeki en az tenakuz bu sözün sahibine, itiraz ve muhalefet eden biri yukardaki iddianın bir benzerini onun aleyhine çevirse ve onun aksini iddia etse bunun iddiası ister onun iddiasının aynı cinsinden olsun ister olmasın ikisinin durumu da aynıdır. İkisi arasında hiç bir fark yoktur ve her ikisi de isbatı mümkün olmayan bir şeyi iddia etmektedirler. Dolayısıyle vacib olan Rasûlullah (s.a.v.)'ın sünnetlerinden mensuh olanların neshine kesin delil getirilinceye kadar veya onlardan bir sünnetin hilafına ümmetin ameli icması oluncaya kadar o sünnetlere ittiba etmektir. Ve onları ihtilafi meselelrde hakem yaparak onların hükümleri altında muhakemeleşmektir.
Bu ikincisi (yani sünnetlerden birinin hilafına ümmetin ameli icması) ise kesinlikle muhaldir. -el-Hamdülillah- bu ümmet bir tek sünneti terketmek üzere bile icma etmemiştir. Ancak ümmet içerisinde sünnette nesholunan hüküm zahir olur ve o sünneti nesheden hüküm herkesce bilinirse bu durumda mensuh olan hüküm terkedilir ve nesh eden hükümle amel etmek kesinleşir. Ama insanlardan birinin -bu kim olursa olsun- sözü için sünnetin terkine gelince bu asla mümkün değildir. Tevfik Allah'dandır.
— Mukallitlerin Allah'ın, Rasûlü'nün ve İmamlarının Emirlerine Muhalefet Etmeleri —
(Yirmincisi): Taklit fırkası, Allah ve Rasûlü'nün emirlerine, sahabenin yoluna ve imamlarının hallerine muhalefet ederek büyük bir cürmü irtikab etmişler ve ehli ilmin izlediği yolun zıddına bir yol izlemişlerdir.
Allah'ın emrine gelince, Allah'u Teâlâ müslümanlara içerisinde çekişmeye düştükleri meseleyi kendisine ve Rasûlü'ne çevirmelerini emretmiştir. Mukallitlerse çekişmemizi taklit ettiğimiz kimseye çeviririz dediler.
Rasûlullah'ın emrine gelince, Rasûlullah (s.a.v.) bunlara ihtilaf anında sünnetine ve hidayete ermiş raşid halifelerin sünnetine tutunup ona sımsıkı sarılmalarını emretmiştir. Mukallitlerse ihtilaf anında taklit ettiğimiz kişinin kavline sımsıkı sarılır ve onun sözünü ondan gayrı herkese tercih ederiz dediler.
Sahabenin yoluna gelince: Sahabeden biri çıkıpta bir adamı (kendine imam edip onu) bütün sözlerinde taklit eden onun gayrı sahabelere muhalefet eden ve taklit ettiğinin sözlerinden hiç bir şeyi reddetmezken diğerlerinin hiç bir sözünü kabul etmeyen bir tek şahıs dahi yoktur. Zaten böyle bir şey en büyük bir bid'at ve sonradan ihdas edilen çirkin bir şeydir.
İmamlarına muhalefetlerine gelince: İleriki sayfalarda -kendi sözlerinden bazı misaller zikredildiği gibi- imamlar (r.h.) kendilerinin taklit edilmesini nehyetmişler ve insanları bundan sakındırmışlardır.
Mukallitlerin, ehli ilmin yolunun aksine bir yol takib etmelerine gelince; ehli ilmin yolu, alimlerin sözlerini taleple yazmak, onları tedkik etmek, o sözleri Kur'ân, sahih sünnet ve raşid halifelerin fetvalarına arz etmektir.
Çünkü onlar alimlerinin sözlerinden bunlara muvafık olanları kabul ediyor, onlarla Allah'a kulluk ediyorlardı ve onunla hüküm ve fetva veriyorlardı o sözlerden bunlara muhalefet eden söze iltifat etmiyor ve onu terkediyorlardı. Mahiyeti kendilerine açık olmayan hususlar onların yanında netice olarak ittibası kesin vacib olmayan, aksine mübah olan ictihadi meselelerdi. Dolayısıyle bu meselelrde kimseyi bu fetvalarla ilzam etmiyor ve onlardan için hak budur muhalefet ettiğimiz ise hak değildir demiyorlardı.
İşte bu selef ve halefden ilim ehli kişilerin yoludur.
Fakat bu sonradan gelenler, ehli ilmin takib ettiği yolu tersine çevirdiler, dinin umurunu altüst edip, Allah'ın kitabı, Rasûlü'nün sünneti, halife ve ashabının sözlerini zaafa uğrattılar ve bunları taklit ettikleri kimselerin görüşlerine arz ettiler.
Bu delillerden taklit ettikleri kimselerin görüşlerine uygun olanlara "boyun bükerek siz de buna bağlanın!" derler. Fakat taklit ettikleri kimsenin sözlerine bu delillerden bir delil muhalefet ettiğinde ise, hasım şöyle şöyle delil getirdi derler. O delili reddederek, onunla Allah'a kulluk ta etmezler. Ehli taklitin en faziletlileri bile bu delilleri (kitab ve sünneti...) reddetmek için ne kadar hile yönü varsa onları araştırdı. Ve bu delilleri kendi mezheblerine uydurmak için mümkün olan her hileyi yaptılar.
Tâki; deliller mezheblerine muvafık olup, aynı hile yönleri (ve deliller tevil edilmiş olarak hasımlarının) mezheblerinde kaim olunca hasımlarına en çirkin sözleri söylediler. Hasımlarının bu tevil yön ve yollarıyla hüccetleri reddetmesini nehyettiler ve "bu gibi şeylerle naslar reddolunmaz" dediler.
Kimin Allah'a onun rızasına ulaşmaya ve Rasûlü'nü kendisiyle gönderdiği hak dine arka çıkmaya biraz gayreti varsa nerede ve kiminle olursa olsun kendisi için böyle vahim bir yola ve çirkin ahlaka asla razı olamaz.
— Allah Dinlerini Parça Parça Eden Kimseleri Kınamıştır —
(Yirmibirincisi): Allah'u Teâlâ dinlerini parça parça edip, gurub gurub olanları şu âyette «... Her gurub, kendi yanında bulunan (din veya kitab)la sevinmektedir.» (1) buyurarak kınamıştır.
İşte bu kınananlar tamamen ehli taklittir ve ehli ilim değildir.
İlim ehli ihtilaf etse de dinlerini parça parça edip gurub gurub olmazlar.
Aksine onlar hakkı taleb, hak zuhur edince de onu tercih etme ve onu gayrının önüne geçirme üzere ittifak etmiş yegane taifedir.
Onlar yolda bir ve maksatta da birdir. Mukallitler ise bunun tam aksine, maksatları farklı ve yolları çeşitlidir. Ne maksatta ne de yolda taklit ettikleri imamlarla beraber değillerdir.
— Allah'u Teâlâ işlerinin Aralarında Parçalayıp Çeşitli Kitablara Ayıranları Kınamıştır —
(Yirmiikincisi): Allah'u Teâlâ kitabında «.... işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitablara ayıran ve bütün gurublardan kendi yanında bulunanla sevinen kimseleri yermiştir. Bu âyetteki "ez-Zubur kelimesi, tasnif edilmiş kitablar demektir. Ki; bu kitablar sebebiyle Allah'ın kitabı ve Allah'ın, Rasûlü'nü kendisiyle gönderdiğiniz sünnetinden yüz çevirip vazgeçtiler.
Allah'u Teâlâ bir âyette de «Ey Rasûller! Güzel şeylerden yiyin ve salih amel yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı bilmekteyim. Ve işte bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben sizin Rabbınızım, benden korkun..» (1) «Fakat işleri aralarında parçalayıp çeşitli kitablara ayırdılar. Her gurub kendi yanında bulunanla sevinmektedir.» (2) diye buyurmaktadır. Hak Teâlâ, bu âyette "temiz helal şeyleri yemelerini, salih amel işlemelerini sadece kendisine kulluk etmelerini, sadece kendisinin emrine itaat etmelerini ve dinlerinde tefrikaya düşmemelerini gönderdiği Rasûller'in ümmetlerine emrettiği gibi, aynı hususları Rasûllere de emretmiştir. Rasûller ve onlara tabi olanlar, Allah'ın emrine imtisal edip rahmetine ererek geçip gittiler. Sonra nesiller türedi ve «... işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitablara ayırdılar. Her gurub kendi yanında olanla sevinmektedir.» (mealindeki ilahi kelamın hükmü tahakkuk etti.)
(Yirmiüçüncüsü): Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten men eden bir topluluk olsun. İşte onlar felaha erenlerdir.» (2)
Allah'u Teâlâ bu âyette ümmet içerisinde hayra davet ederek iyiliği emreden kötülükten meneden bir cemaati diğer insanlardan istisna ediyor ve bunları felah ile özelleştiriyor.
Hayra davet edenler kuşkusuz Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetine davet edenlerdir. Falan ve filanın görüşüne davet edenler değildir.
— Allah'ın Kendi Hükmünde Muhakeme Olmaktan Yüz Çevirenleri Yermesi —
(Yirmidördüncüsü): Allah'u Teâlâ kendine ve Rasûlü'ne hakem olarak davet olunduğu vakit bundan yüz çevirip gayrının hakemliğine razı olan kimseleri yermiştir. İşte ehli taklitin durumu budur.
Allah'u Teâlâ şöyle buyuruyor: «Onlara "Allah'ın indirdiğine ve Rasûlü'ne gelin" denilince münafıkların senden büsbütün uzaklaştığını görürsün.» (3)
— Hak (Doğru) Sözlerden Sadece Bir Tanesindedir —
(Yirmibeşincisi) Taklit fırkasına şöyle deriz: Size göre Allah'ın dini sözde bir olmakla beraber, gerçekte o, birbirini nakzeden, birbirine zıd ve tatarsız ve birbirini iptal eden muhtelif sözler midir? Yani; Allah'ın dini size göre bu nevi sözler midir?
Eğer, evet bu birbirini nakzeden, birbirine zıd ve muhtelif sözlerin hepsi Allah'ın dinidir derlerse, imamlarının naslarının dışına çıkmış olurlar. Zira imamların hepsi kıblenin yönlerden sadece bir yönde olduğu gibi hak ve doğrunun da sözlerin sadece birinde olduğunda ittifak etmişlerdir. Ve aynı zamanda Kur'ân ve sünnetin naslarının ve aklı selimin de dışına çıkararak Allah'ın dinini kişilerin görüşlerine tabi kılmış olurlar.
Eğer kendisinden gayrı doğru olmayan yegane doğru tek olan Allah'ın dinidir. O, kendisiyle kitabını indirdiği, Rasûlünü teblicisi olarak gönderdiği ve kulları için razı olduğu yegane dindir. Bu din tek olduğu gibi, onun nebisi ve kıblesi de tekdir. Kim (ictihad eder ve ictihadı) bu dine muvafık olursa, o kimse isabet etmiştir onun için iki ecir vardır. Kim de ictihadında hata ederse ona da ictihadından dolayı bir ecir vardır ve hatası için bir şey yoktur, derlerse onlara şöyle denir:
O halde hakkı taleb ve ona ulaşmada ictihad edib gayret göstermek imkan nisbetinde vacibdir. Çünkü Allah Teâlâ, kullara güçlerince takva sahibi olmalarını vacib kılmıştır. Takva sahibi olmak ise Allah'ın emrettiği yerine getirmek ve nehyettiğini terketmektir. O halde kulun amel etmesi için Allah'ın kendisine neyi emrettiğini, terketmesi için neyi nehyettiğini ve yerine getirmesi için neyi mübah kıldığını iyi bilmesi şarttır.
Bunların bilinmesi ve elde edilmesi taleb, ictihad ve taharri (en efdalını bulabilmek için çabalamak) ile olur.
Bir kişi bunları yerine getirmezse o kimse işin uhdesinde kalmış ve yarın Allah ile emrini yerine getirmemiş olarak karşılaşacaktır.
(Yetmişaltıncısı): Rasûlullah'ın daveti umumidir. Rasûlullah (s.a.v.)'ın daveti kendi zamanındaki ve kendinden sonra kıyamete kadar gelecek tüm insanlara şamiş ve umumi bir davettir. Ahvalin muhtelif olmasından dolayı keyfiyet ve sıfatlar çeşitli olsa da sahabeye vacib olan şeyler sahabeden sonra gelecek bütün müslümanlara aynısıyla vacibdir.
Sahabeler, Rasûlullah (s.a.v.)'den işittikleri şeyleri alimlerinin görüşüne arz etmemişlerdir ve alimlerinin de Rasûlullah'ın sözlerinden ayrı bir sözleri olmadığı kesinlikle bilinmektedir.
Sahabelerden hiç kimse Rasûlullah (s.a.v.)'den işittiği bir şeyi kabul ederken görüş sahibi birinin ondaki görüşünü veya muvafakat ehli birinin ondaki muvafakatını asla beklemezdi. Sahabenin yaptığı bu hareket imamın kendisi ile tamamlandığı bir vacibdir. Bu tutum bize ve bizden sonra kıyamete kadar gelecek sair mükelleflere de aynen vacibdir. Bu vucubiyet Rasûlullah (s.a.v.)'ın vefatından sonra neshedilmediği ve bunun sadece sahabeye has bir şey olmadığı da kesin bilinmektedir. Kim bu vücubiyetin hudutlarını aşar ve kendini bununla mükellef saymazsa o kimse Allah ve Rasûlü'nün vacib kıldığı mükellefiyetin dışına çıkmış olur.
— Sahibleri Masum Olmayan Gayrı Münhasır Sözler —
(Yermiyedincisi): Ulemanın sözlerinin ve görüşlerinin ne kaydı ne de hasrı mümkün değildir. İhtilaf etmeyerek ittifak ettikleri meselelerin dışında onlar masum da değildir. Ancak onlar ittifak ederlerse, ittifakları haktır. Bize sahibinin hatadan masum olduğuna kefil olmadığı iki görüş sahibinden birinin bütün sözlerini almamıza diğerinden daha layık olduğuna, aksine birinin bütün sözlerinin terkolunacağına ve diğerinin de bütün sözlerinin olunacağına hiç bir delil kaim olmadığı halde, Allah ve Rasûlü bizi o zabtı ve hasrı mümkün olmayan görüş ve sözlere havale etmesi muhaldir. İki görüş sahibinden biri Rasûl, diğeri de Allah'a iftira eden yalancı olmasının dışında Allah'ın böyle bir şeyi şeriat yapması veya böyle birşeye razı olması da aynen muhaldir. Yoksa bu mukallitlerin taklit ettikleri kimselerle muhalefet ettikleri kimselerin dayandıkları şeyler (sözler) o zaman birlikte farz olurdu.
— İlmin Azalması —
(Yirmisekizincisi): Rasûlullah (s.a.v.) «Muttaki İslâm garib olarak başlamıştır, başladığı gibi yine garib haline dönecektir. İşte bahtiyarlık o garibler içindir...» (1) buyurarak ilmin azalacağını haber vermiştir. Sadık olan (s.a.v.)'ın haber verdiği bu azalma ve gariblik kaçınılmaz vuku bulacaktır. Buna rağmen, ehli taklitin kitabları yeryüzünün doğusu ve batısını kapladığı ma'lumdur. O kitabların günümüzdeki çokluğu kadar hiç bir zaman bu kadar çok olmamıştır. Ve her geçen sene o kitabların daha da fazlalaştığını görüyoruz.
Mukallitler, o kitablardan ezberi mümkün olan meseleleri harfi harfine ezberliyorlar. O kitabların insanlar arasındaki şöhreti ise onların garibliğinin hilafıdır. Bilakis o kitablar onların yanında gayrını bilmedikleri mağlum olan tek şeydir.
(Yirmidokuzuncusu): Şayet o kitablar Allah'ın Rasûlü'nü kendisi ile gönderdiği ilim olsaydı elbette din her gün daha çok zahir olur ve daha çok artırdı ve ilim de her gün şöhretle halk arasında daha çok zahir olur ve daha yaygın hale gelirdi. Ki; bu Sadık (s.a.v.)'ın hadisinde haber verdiği hükmün (yani, dinin giderek garibleşeceği hükmün)'ün müktezasına muhaliftir.
(Otuzuncusu): Mukallitlerin kitablarında ve sözlerinde ihtilaf gerçekten çoktur. Buna rağmen Allah'ın kitabında ihtilaf hiç yoktur. Aksine Allah'ın kitabı haktır onun âyetlerinin bir kısmı diğerlerini tasdik eder ve o ayetler birbirlerine şehadet ederler. Allah'u Teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor: «Kur'ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer o Allah'dan başkası tarafından olsaydı, elbette onda bir çok ihtilaf bulurlardı.» (1)
(Otuzbirincisi) Her hangi bir kula -delilsiz olarak- falanı bırakarak filanı (her meselede) taklit etmesi vacib değildir. Ama siz, ehli taklitin yanında -delilsiz olarak- onun falanın taklitinden filanın taklitine geçmesi caizdir. Eğer o kulun ilk taklit ettiği kimse hak ve doğru ise ve onun gayrı da öyle değil ise ona hakkı bırakarak onun gayrına geçmesine cevaz verdiniz ve dolayısıyle yapılmaması gereken bir iş yaptınız. Yok eğer ikincisi sadece doğrudur derseniz, (birincisinin taklit edileceğine cevaz vererek) o kimsenin hakkın hilafında kalmasına cevaz verdiniz. Buna rağmen, bu birbirine zıd, birbirini nakzeden iki görüşün ikisi de haktır derseniz, o zaman bu sözünüz sözlerin en söylenmemesi gerekin olur ve bu üç kısımdan birisini seçmekten başka çareniz yoktur.
(Otuzikincisi): Ehli taklite, taklit ettiğin kimsenin doğru isabet ettiğini ve taklit etmediğin kimselerin ise doğru isabet etmediklerine nasıl bildin? denir.
Eğer, onu delille bildim derse, o kişi mukallit değildir.
Şayet onu taklit ettiğim için biliyorum. Çünkü o böyle fetva vermiş ve Allah'a böyle kululk etmiştir. Onun ilmi, dini ve ümmetin onun hakkındaki güzel övgüsü, onun hak olmayan bir şey söylemesine mani olur derse, ona şöyle denir. Taklit ettiğin kişi sona göre hatadan beri ma'sum mu, yoksa o4da hata yapabilir mi? Onun ma'sums olduğunu iddia ederse, (bu iddia ile ma'kul olan) her şeyi iptal eder. Yok eğer onun hata yapabileceğini söylerse, ona şöyle denir. Başkaları ona muhalefet ettiğine göre senin onu taklit ettiğin şeyde de hata yapmış olabilir, dolayısı ile seni emin kılan şey nedir? denir. Hata etse de taklit ettiğim kişi ecir almaktadır derse, ona evet, imanın ictihadından dolayı ecir almaktadır, ancak sen ecir alamazsın. Çünkü sen ecri gerektiren sâyı gayreti yapmadın. Aksine sen vacib olan ittibada bile tefrit yaptın bundan dolayı günah alırsın denilir. Eğer, Allah nasıl taklit edilen zatın verdiği fetvaya ecir vererek onu över de, ondan fetva isteyeni o fetvayı kabul etmesinden dolayı zemmedip yerer, bu ma'kul mudur? derse, ona fetva isteyenin gücü olmakla beraber hakkı öğrenmede tefrit (1) ve taksiratta bulunursa zem ve vaîde müstehak olur. Ancak bütün imkanını harcar, emrolunduğu şeyde taksiratta bulunmaz, gücü ve kuvveti nisbetinde Allah'dan korkarsa, o kimse de ecre müstehak olur, denir.
Fakat, taklit ettiği imam'ının sözünü kitap, sünnet ve sahabe sözlerine mi gönderek onun sözüyle bunları tartıp değerlendiren, bunlardan imamının sözlerine uyanları kabul eden ve muhalefet edenleri de reddeden taassub ehli kimselere gelince onlar yerilme ve cezaya ecir ve sevabdan daha yakın ve daha evladır denir.
Eğer, ben onu taklit edip ona uydum. Onun doğru görüş üzere mi, yoksa hata üzere mi olduğunu bilmiyorum. Vebal ve uhde o sözün sahibinedir, ben sadece onun görüş ve sözlerini naklediyorum derse -ki hali hazırda vuku bulan budur-, ona şöyle denir: Allah'ın kulları arasında neyle hüküm verdin, neyle fetva verdin? diye hesaba çekildiğinde yukardaki o sözünle Allah'dan kurtulabilir misin? Allah'a yemin ederim ki, hakkı bilip ona göre fetva ve hüküm veren kimselerin dışında bu kadı ve müftilerin kolay kolay kurtulamayacakları Allah'ın huzurunda hesab için bir beklemeleri olacak (ki şimdiden ona hazırlanmalılar) dır. Kadı ve müftilerin gayri kimselere gelince, kıyamet hali apaçık tahakkuk edip perdeler kaldırınca ehli taklit, taklitte hiç bir şey üzere olmadığını elbette bilecekler.
— Bir Sözü Diğer Bir Söze Tercihin Sebebi Nedir —
(Otuzikincisi): Ehli taklite şöyle deriz: Falanın sözünü sırf o söylediği için mi alıyorsunuz, yoksa o sözü Rasûlullah (s.a.v.) söylediği için mi alıyorsunuz?
Eğer, o sözü falanca söylediği için alıyoruz derseniz, o halde onun sözünü hüccet yaptınız ki bu batılın ta kendisidir.
Yok eğer -onu Rasûlullah (s.a.v.) söylediği için alıyoruz derseniz, bu sözünüz daha büyük -bir cürüm- ve daha çirkin olur. Zira bu söz Rasûlullah'a yalan ve söylemediği bir şeyi ona iftira etmeyi ihtiva etmekle beraber, taklit ettiğiniz kimseye de bu Rasûlullah'ın sözüdür, demediyse aynen iftirayı ihtiva etmektedir. Bu ifade bir üçüncüsü olmayan iki şey arasında dönüp durmaktadır. O da, ya ma'sum olmayan birinin sözünü hüccet yapmak, veya ma'sum olan (s.a.v.)'e söylemediği bir şeyi söyledi diye iftira etmektir. Bu iki hususdan biri kaçınılmaz bir şeydir.
Eğer, bilakis bu iki hususun dışında bir üçüncü husus daha vardır. O da, Rasûlullah (s.a.v.) bize bizden daha alim olanlara tabi olmamızı, bilmediğimiz şeyleri ilim ehline sormamızı ve onların istinbatını ilim erbabına terketmemizi emretti. Biz bu hususda Nebimiz (s.a.v.)'in bize buyruğuna uymaktayız derseniz, şöyle denir: Biz, Rasûlullah (s.a.v.)'ın emrine ittibanın dışında neyin etrafında konuşuyoruz! Onun gayrı ile iman ve İslâm'ın tamam olmıyacağı bu usul üzere mutabık ve anlaşmaya buyurun gelin.
(Söz buraya gelmişken biz şöyle soruyor ve diyoruz ki Hz. Muhammed) Aleyhisselamı gönderen zat aşkına Rasûlullah (s.a.v.)'ın bir buyruğu gelse ve taklit ettiğiniz kimsenin de bir sözü gelse, (s.a.v.)'in buyruğu için onun sözünü terkeder misiniz? O sözü duvara çalar ve o sözle amel etmeyi haram eder misiniz? Taki iddia edip ileri sürdüğünüz Rasûlullah'a ittiba bu halle tahakkuk etsin.
Yoksa taklit ettiğiniz kimsenin sözünü alarak Rasûlullah (s.a.v.)'in emrini Allah'a havale edip, taklit ettiğimiz imam Rasûlullah (s.a.v.)'i bizden daha iyi bilir, o, bu hadise muhalefet ettiyse muhakkak bu hadis ona göre ya mensuhtur, ya da bundan daha kuvvetli başka bir hadise muarızdır veya ona göre bu hadis sahih değildir mi dersiniz?
Böylelikle taklit ettiğiniz kimsenin sözünü muhkem, Rasûlullah (s.a.v.)'in sözünü ise müteşabih durumuna koyarsanız. Oysa taklit ettiğiniz kimsenin sözünü alışınız şayet Resûlullah'ın emriyle olsaydı nerede olursa olsun Resûlullah'ın sözünü öne geçirir ve onu en önde tutardınız.
(Otuzüçüncüsü): Sonra şöyle deriz: Resûlullah (s.a.v.), size ümmetten bir kişinin bütün sözlerini alın, fakat, onun benzeri veya ondan daha bilgili ve Resûlullah'a daha yakın başka kimselerin bütün sözlerini de terkedin diye nerede emretti? Bu söz, Resûlullah (s.a.v.)'ın asla emretmediği birşeyi, bunu Resûlullah emretti diye ona nisbet etmekten başka nedir?
(Otuzdördüncüsü) — Otuzüçüncü bahsin açıklaması.
Bu delil diye söylediğiniz şey, aynısıyla sizin aleyhinize hüccettir.
Çünkü, Allah'u Teâlâ, Rasûlünün hanımlarına «Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın...» (1) diye emretmiştir. İşte bu âyetteki zikir ifadesi Allah'ın tabi olmamızı emrettiği ilimdir. Bunun yanında ilim yoksa, Allah ona ilim ehline sormasını emretmiştir. Allah'u Teâlâ'nın, Resûlü (s.a.v.)'e indirdiği bu zikri insanlara haber vermeleri için ilim erbabına herkesin sorması vacibdir. İlim erbabı onu haber verince ona tabi olmanın dışına kimse çıkamaz. İlim erbabı büyük imamların ilme tabi olmaları işte böyle idi. Onlardan hiç birinin her söylediklerini alan ve onlarla amel eden belirli muayyen bir taklitçileri yoktu.
Mesela Abdullah b. Ahrar (r.a.) sahabeden Resûlullah (s.a.v.)'in kavlini, filini ve sünnetlerini soruyor, onlara bunun gayrı bir şey sormuyordu.
Diğer sahabeler de aynen böyle yapıyor, müminlerin annelerine özellikle Hz. Aişe (r.a.)'ya Resûlullah (s.a.v.)'ın evindeki halini soruyorlardı.
Tabiinin hali de aynen böyle idi. Sahabelerden nebilerinin halini soruyorlardı. Sonra imamların hali de aynen böyle idi.
Mesela, İmam Şafiî (r.h.) İmam Ahmed'e "Yâ ebâ Abdullah! Sen hadisleri benden daha iyi biliyorsun, sahih hadisleri bana bildirde Şamlı da olsa, Kufeli de olsa, Basralı da olsa ben ona giderim, (ve mucibince amel edeyim)" (2) diyordu. İmamlardan bir kişiye kendi görüşünü ve mezhebini sorarak ve sadece onu alıp diğerlerine muhalefet eden ilim ehlinden bir tek kişi bile yoktur.
(Otuzbeşincisi): Nebi (s.a.v) "şücce" sahibi gibi fetva isteyenlere kendi sünnetini ve hükmünü sormalarını irşad etmiştir. Ve «.. Geberesiceler, onu öldürdüler...» (1) diyerek ilimsiz fetva verdikleri için onların aleyhlerine beddua etmiştir. Bu hadisde taklitle fetva vermenin haram oluşuna telmih vardır. Çünkü taklit insanların ittifakı ile ilim değildir.
Rasûlullah (s.a.v.)'ın failinin aleyhine beddua ettiği fiil haramdır.
Bu da aynı zamanda taklitin tahrimine diğer bir delildir. Mukallitlerin getirdikleri o deliller kendi aleyhlerine en büyük hüccetlerdir.
Muvaffakiyet Allah'dandır.
Kendisini hizmet için kiralayan adamın karısı ile zina eden "el-Asîf"ın babasının ilim ehline -bu meseleyi- sorması da aynen böyledir.
İlim ehli, adama Rasûlullah (s.a.v.)'ın bekar zani hakkındaki sünnetini (2) haber verince onların verdiği haberi Rasûlullah ikrar ederek onaylamış ve onları bundan nehyetmemiştir. Sahabelerin ilim ehlinden fetva sormaları hiç bir zaman onların kendi görüş ve mezheblerinden sormak olmamıştır.
— Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'i Taklit Etmiyordu —
(Otuzaltıncısı) "Hz. Ömer, "Kelale" de ben Ebu Bekir'e muhalefet etmekten Allah'dan haya ederim demiştir. İşte bu onu taklit etmesidir" demelerine beş yönden cevab verilebilir.
1) Bu iddianın sahibi kimseler, delil getirdikleri şeyi hükümsüz kılacak kısmı hadisden gizleyerek hadisi kısalttılar, (mevzu iyice anlaşılması için) biz hadisin tamamını zikrediyoruz.
Şu'be, Asım el-Ahfel'den (o'da) şa'biden rivayet ederek şöyle dedi:
"Ebu Bekir (r.a.), "Relale"de kendi reyimle fetva veriyorum, eğer doğru olursa bu Allah'dandır, eğerata olursa o'da benden ve şeytandandır. Allah ondan beridir. "Kelale çocuğu ve babası olmayan kimse (nin miras hakkı)'dır." dedi. Sonra Ömer bu sadedde "Ebu Bekir'e muhalefet etmekten dolayı Allah'dan haya ederim" demiştir.
Ömer (r.a.), Ebu Bekir'in «... eğer hata olursa o'da benden....» demesi ile kendinden hatanın vaki olabileceğini itiraf etmesine muhalefet etmekten dolayı haya etmiştir. Çünkü Hz. Ebu Bekir'in sözünün istisnasız hepsi doğru değil ki hata etmiyeceğine emin olsun.
Hz. Ömer'in "Kelale" meselesinde hiç bir hüküm vermemesi ve vefatına yakın kendi ikrarı ile "kelale"yi hiç anlayamadığını itiraf etmesi buna delalet eder.
2) Hz. Ömer'in Hz. Ebu Bekir'e muhalefetinin sayısı hatırlanamıyacak kadar çok ve meşhurdur.
Mesela: Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'in mürtedlerin eşlerini esir alma hükmüne muhalefet etmiştir.
Ebu Bekir (r.a.), onları esir almış ve cariyeleştirmiştir. Ömer'se Ebu Bekir'e muhalefetini, (kendi hilafetinde) o kadınlardan efendisinden çocuğu olanların dışında olanları hürriyetlerine kavuşturarak, ailelerine iadeye kadar götürmüş ve Ebu Bekir (r.a.)'ın hükmünü nakzetmiştir. Hz. Ali (r.a.)'ın oğlu Ali (Zeyne'l-Abidi)'nin annesi Havletü'l-Hanefiyye bu kadınların cümlesinden idi.
Hz. Ömer'in, Ebu Bekir'e tabi olması nerede, mukallitlerin taklit ettikleri kimselere karşı yaptıkları taklit nerede?
Sonra, Ömer (r.a.), Ebu Bekir (r.a.)'a harble alınan arazi meselesinde de muhalefet etmiştir. Ebu Bekir, o gibi araziyi taksim ederken Ömer taksim etmemiştir.
Ebu Bekir (r.a.)'a atiyyenin mugâdala usulü ile taksiminde de muhalefet etmiştir. Ebu Bekir, eşitlik ilkesine göre hareket etmiştir.
Hz. Ömer ise, bağışta Resûlullah (s.a.v.)'e akrabalığı olan kişileri tafdil etmiştir. Halife tayininde de Ebu Bekir'e muhalefet etmiş ve bunu "Şayet halifeyi tayin etsem Ebu Bekir böyle yapmıştır, yok eğer halife tayinini terk etsem Rasûlullah (s.a.v.) de halife tayin etmedi diye seraheten ifade etmiştir. Oğlu Abdullah b. Ömer (r.a.), yemin ederek şöyle diyor: "Ömer'in, Resûlullah (s.a.v.)'i -halife tayin etmemesi hususunda- anması, onun Resûlullah (s.a.v.)'e hiç kimseyi tercih etmeyeceğine ve halife tayin etmeyeceğine de bir işaretti ben anladım."
İlim ehli, Resûlullah (s.a.v.)'in sünneti ile gayrının sözü çatıştığında işte böyle Ömer (r.a.)'ın yaptığı gibi yapar ve sünnetle onun gayrı bir şeyi denk tutmazlar.
Yoksa mukallitlerin açıkladıkları gibi değil. Sonra Ömer (r.a.)'ın, Ebu Bekir (r.a.)'a miras da kardeşlerle dede meselesinde de muhalefetli aynen bilmektedir.
3) Hz. Ömer'in Ebu Bekir (r.a.)'ı her söylediği şeyde taklit ettiği takdir olunca da bundan sahabe ve tabiinden sonra sahabelerle ne ilmen ne de fazileten böyle ölçüşemeyecek veya onlara yaklaşamayacak kişilerin taklitçilerini rahatlatacak bir şey yoktur. İddia ettiğiniz gibi Ömer (r.a.)'da sizin için numune imtisal varsa eğer bırakın taklit ettiklerinizi de Ebu Bekir'i taklit edin! Dolayısıyle Allah, Rasûlü ve Allah bütün kulları Ebu Bekir'den gayrının takliti üzere size övgü ve sena etmedikleri kadar size bu taklit üzere övgü ve sena etsinler.
Mukallitler, Hz. Ömer'in haya ettiği şeyden imamlarına karşı haya etmemektedirler. Zira onlar, imamlardan taklit ettikleri kimselerin sözüyle Ebu Bekir ve Ömer'e muhalefet ederler, bununla beraber -bu muhalefetten haya etmezler.-
Aksine mukallitlerden bazı taşkın ve haddini aşanlar; bir kısım usul kitaplarında "Ebu Bekir ve Ömer'i taklit etmek caiz değildir. Ancak Şafiî'yi taklit etmek vacibdir" diye (asabiyetini) sarahaten ifade etmiştir. Size Şafiî'nin taklitini vacib ederek Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in taklitini haram eden kişinin tuhaf (şaşkın)lığına yüce Allah yetişsin. Resûlullah (s.a.v.)'ın, ittiba ve iktida etmemizi emrettiği iki raşid halifeden bir söz sahih olarak bize ulaştığında, o sözün hilafına isterse yeryüzü ahalisi ittifak ederek toplansalar da onlardan hiç birine iltifat etmiyeceğimize kendisiyle karşılaştığımız gün sorulacağımız bir şehadetle Allah'ı kendi üzerimize şahid tutuyoruz.
İmamlardan taklit ettiği kimsenin taklitini vacib kılarken, Ebu Bekir ve Ömer (r.a.)'nın taklitini haram eden kişinin mübtela olduğu şeyden bizi beri kılan Allah'a hamdü senâlar olsun. Meseleyi toparlayacak olursak; Ömer'in Ebu Bekir (r.a.)'ı taklit ettiği sahih olsa bile bundan Allah ve Resûlü'nün taklitini emretmediği, kitabına ve Resûlü'nün sünnetine mi'yâr da etmediği ve onun da kendisini böyle bir şey yapmadığı kimselerin taklitçilerini rahatlatacak bir şey yoktur.
5) Bu olsa olsa, Ömer'in Ebu Bekir'i bir meselede taklit ettiğine delalet eder. Bunda sadece bir adamın bütün sözlerini, şarinin nasları yerine koyup, onun dışında hiç kimsenin sözüne, hatta onun sözlerine uygun olan nasların dışında şarinin naslarına dahi iltifat etmemeyi caiz kılan hiç bir delil yoktur. Vallahi bu Allah'ın dinin de ümmetin haramlığına icma ettiği bir şeydir. Bu, ümmet içerisinde faziletli devirlerin hitamından sonra ortaya çıkmıştır.
(Otuzyedincisi): Ehli taklitin Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'e "görüşümüz görüşüne tabidir" dedi, demelerine gelince, açıkçası bununla delil getiren, insanları akıllı birine yetecek kadar bir kelimeyi söylerken işitmiş ve hadisden kısaltarak sadece bu kelimeyle yetinmiş. Oysa bu hadis o kimsenin sözünü iptal yönünden en büyük hüccettir.
İmam Buharî sahihinde (1), Tarık b. Şıhâb (tarikin)'dan şöyle dedi: "Esed ve Gatafan "Buzaha" heyeti sulh talebiyle Ebu Bekir (r.a.)'a geldiler.
Ebu Bekir (r.a.), heyeti "Harbu'l-Mucliye" ile "Silmu'l-Muhziye" arasında muhayyer bıraktı. Heyet, Ebu Bekir'e "harbu'l-mecliye"yi biliyoruz, ancak "Sılmu't-Muhziye" nedir? dediler.
Ebu Bekir de onlara, "Silahlarınızı ve atlarınızı alacağız, harbde edindiğimiz mallarınızı ganimet edineceğiz, sizin bizden edindiğiniz şeyleri bize geri vereceksiniz, bizden öldürdüklerinizin diyetlerini vereceksiniz, sizden ölenler (zaten) ateşdedir. Taki Allah, Resûlü'nün halifesi ve muhacirler tarafından rüsvaylığa düşürecek bir iş gösterinceye kadar çölde develerin kuyruğuna tabi olup gidecek topluluklar olarak terk olunacaksınız" dedi. Sonra Ebu Bekir (r.a.) heyete söylediği bu hususları sahabeye arz ettiğinde, Hz. Ömer, ayağa kalkarak, bir görüşte bulundun, biz de sana görüşümüzü işaret edeceğiz dedi:
"Harbu'l-Mucliye" ve "Silmu't-Muhziye" hususunda söylediklerine evet, "harbde sizden edindiğimiz mallarınızı ganimet edineceğiz, sizin bizden edindiğiniz şeyleri geri vereceksiniz" dediğine de evet, fakat "bizden öldürdüklerinizin diyetlerini vereceksiniz, sizden ölenlerse ateşdedir" demene gelince, buna hayır. Çünkü bizden ölenler, Allah'ın emri üzere savaştı ve öldürüldüler. Onların ecirleri Allah'u Teâlâ'yadır. Dolayısıyla onlara diyet yoktur dedi. Sahabe de Ömer'in bu sözüne muvafakat ettiler. İşte bu, bazı lafızları "Bir görüşte bulundun, bizim görüşümüz de senin görüşüne tabidir" şeklinde olan kıssanın tamamıdır.
Bu hadisede taklit gurubunun rahatlayacağı ne var??
— İbni Mesud Ömer'i Taklit Etmemiştir —
(Otuzsekizincisi): İbni Mes'ud (r.a.), Ömer (r.a.)'ın sözünü alırdı demelerine gelince, İbni Mesud'un Hz. Ömer'e muhalefeti tek tek irad etme külfetine gerek bırakmayacak kadar meşhurdur. Ancak bir alim diğer bir alime muvafakat ettiği gibi. İbni Mes'ud da Hz. Ömer'e muvafakat ederdi. Hatta o, Ömer (r.a.)'ın sözünü takliten almış olsa bile bunları sadece dört mesele kadar addedebiliriz. İbni Mes'ud (r.a.) Hz. Ömer'in görevlilerinden biriydi. Ömer (r.a.) da Emire'l-Mü'minin'di. Fakat İbni Mes'ud'un Hz. Ömer'e muhalefetine gelince o aşağı yukarı yüz meseledir. Mesela İbni Mes'ud (r.a.)'dan (Ümmü veled, çocuğunun payı ile hürriyetine kavuşur" dediği sahih olarak rivayet edilmiştir. Hz. Ömer (r.a.) ruku'da ellerini diz kapaklarının üzerine koyarken, İbni Mes'(ud rukuda ellerini iki bacağı arasında "tatbik" etmekten ölünceye kadar vazgeçmemiştir. İbni Mes'ud (r.a.), "haram" hakkında o, yemindir talak değil derken, Ömer (r.a.) onun bir talak olduğunu söylüyordu.
Hz. Ömer zina edenlerin tövbesini kabulle birbirleriyle nikahlanabilecekleri görüşüne giderken, İbni Mesud, zina eden kadınla, zina eden erkeğin nikahını ilel-ebed haram saymıştır.
İbni Mes'ud (r.a.), cariyenin satışını onun talakı olarak görürken, Hz. Ömer (r.a.) onun satılmasıyla talak vaki olmaz demiştir.
İbni Mes'ud (r.a.), bu ve benzeri birçok meselede Hz. Ömer'e muhalefet etmiştir.
İşin tuhafı, bununla delil getirenler ne İbni Mes'ud ne de Ömer'i taklit etmezler. Bilakis, Malik, Ebu Hanife ve Şafiî'nin takliti onlara daha sevgili ve daha tercihlidir. Ve İbni Mes'ud, "Resûlullah (s.a.v.)'ın ashabı kesin bilir ki ben onların, Kur'ân'ı en iyi bilenleriyim. Kur'ân'ı benden daha iyi bilen birini bilseydim elbette ona yolculuk ederdim" dediği halde, kişileri taklit ettiği yaftası İbni Mes'ud'a nasıl nisbet edilebilir?!
Şakîk şöyle dedi «Rasûlullah (s.a.v)'ın ashabından bir halakada oturmuştum. İbni Mes'ud, "Kendinden gayrı ilah olmayan (Allah)'a yemin ederim ki, ben Allah'ın kitabında her hangi bir sürenin iniş yerini ve her hangi bir âyetin ve hakkında indirildiğini bilirim. Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen birine devenin ulaşabileceğini bilseydim, elbette ona biner (ve o kişiye ulaşır) dım." dediğinde İbni Mes'ud'un bu sözünü reddeden hiç kimseyi işitmedim.»
Ebu Muse'l-Eşârî (r.a.) da "İbni Mes'ud ve annesini Resûlullah (s.a.v.)'ın evine çok girmelerinden ve Resûlullah (s.a.v.)'den ayrılmamasından onu ehli beytten olarak gördüğümüz vakitler olurdu" (1) demiştir.
Ebu Mes'ûdü'l-Bedrî (r.a.) da -bir meclisde- İbni Mes'ud ayağa kalktığında, şöyle demişti; "Resûlullah (s.a.v.), kendinden sonra Allah'ın kitabını şu ayağa kalkandan daha iyi bilen başka birini bıraktığını biliyorum."
Ebu Musel-Eşarî (r.a.) şöyle dedi: "Resûlullah (s.a.v.)'ın yanında bulunamadığımız anlar İbni Mes'ud Resûlullah ile beraber olur ve hadiselere şahid olurdu. Biz, Aleyhisselam'ın yanına girmekten mahrum olduğumuz anlarda da İbni Mes'ud'a izin verilirdi."
Ömer (r.a.), Kûfe ehline yazdığı mektubda; "Ben size Ammar'ı emir, Abdullah'ı da vezir ve muallim olarak gönderiyorum. Onlar Muhammed (s.a.v.)'in ashabından ve Bedir ehlinden seçkin kişilerdir. (Dininizi) onlardan alın ve onlara uyun. Abdullah -ı size göndererek- sizi kendime tercih ettim."
İbni Ömer (r.a.)'ın «Elbette» meselesinde İbni Mes'ud (r.a.)'dan fetva istediği ve fetvasını aldığı sahih olarak vaki olmuştur.
Bununla beraber İbni Ömer'in, onun sözünü alışı, onu taklit için değildi. Aksine İbni Ömer'in fetva istediği meselede onun sözünü işitince onun doğru olduğu kendisine zahir olmuştur. Sahabenin -Allah onlardan razı olsun- birbirlerinden fetva almaları işte böyle idi.
İbni Mes'ud (r.a.)'ın "Alim ve muteallim ol, fakat immeah (2) olma!" dediği de sahihdir. Bununla İbni Mes'ud "immeah"ı alim ve talebenin zümresinden çıkarmıştır. Çünkü o İbni Mes'ud'un dediği gibi ne ilim için talebelerle birliktedir ve ne de delil için alimlerle birliktedir. Bu hakikat düşünen için açık ve zahir bir şeydir.
— Sahabenin Bir Kısmı Diğerlerini Taklit Etmiyordu —
(otuzdokuzuncusu): Takliti mazur gösterebilmek için -Abdullah İbni Mes'ud kendi görüşünü Ömer'in görüşü için, Ebu Mûsa kendi görüşünü Hz. Ali'nin görüşü için ve Zeyd kendi görüşünü Ubeyy'in görüşü için terkederlerdi demelerinin cevabı:
Onlar, taklit gurubunun yaptığı gibi, sünnetten bildikleri hususlar, bu üç sahabeyi taklit ettikleri için terketmiyorlardı. Aksine sahabelerin siretini iyice tedkik eden kimse onları, kendilerine bir sünnet zahir olduğunda onu -kim olursa olsun- hiç kimsenin sözünden dolayı terketmediklerini elbette bilir.
İbni Ömer (r.a.) -babası- Hz. Ömer'in sözünü kendisine sünnet zahir olduğunda her kederdi. İbni Abbas (r.a.), sünnetten kendisine bir şey ulaştığında Ebu Bekir dediki, Ömer dediki diyerek ondan yüz çeviren kimseyi bundan nehyetmiş ve "üzerinize semadan taş yağabilir. Ben Resûlullah (s.a.v.) şöyle dedi diyorum, siz Ebu Bekir dedi ki, Ömer dedi ki, diyorsunuz" (1) demiştir. Allah, İbni Abbas'a rahmet etsin ve ondan razı olsun. Kendilerine, "Resûlullah (s.a.v.) şöyle dedi" denildiğinde, -sahabeye birazcık bile yaklaşamayacak kimselerden için- falan dedi ki, filan dedi ki diyen şu bizim neslimizi şayet İbni Abbas (r.a.) görmüş olsaydı, vallahi (çok daha ağır şeyler söylerdi).
Sahabeler kendi sözlerini bu sahabelerin sözleri için terketmelerinin sebebi kendileri bir şey söylüyor onlar da bir şey söylüyordu. Delil onlarla beraber olunca bunlar kendi sözlerinden onların sözlerine dönüyor ve kendi sözlerini terkediyorlardı. İlim erbabının yaptığı da aynen bunun gibidir. Onlara delil, delinin dışında her şeyden daha sevgili idi. Bu yol her yönden taklit ehli gurubun yolunun tersi ve zıddıdır. Bu ayrı zamanda Mesrûk'un "İnsanlardan hiç kimsenin sözünden dolayı İbni Mes'ud'un sözünü terkedecek değilim" demesine de cevabdır.
— Resûlullah (s.a.v.)'ın Muaz'a İttiba Emrinin Manası —
(Kırkıncısı): Rasûlullah (s.a.v.), "Muaz size çığır açtı ona tabi olun!" (1) buyurdu, demeleri ve bununla Allah'ın dininde kişilerin taklit edilmesine delil getiren kimselere hayret doğrusu. Muaz'ın açtığı çığır, Resûlullah (s.a.v.)'ın "«Ona tabi olun» emrinden gayrı neyle sünnet oldu acaba? Ezan da Aleyhisselam'ın kavli, ıkrarı ve teşriiyle -aynen yukardaki gibi- sünnete dönüşmedi mi?
Sadece uyku ile mi ezan meşru oldu?
O halde hadisin manası nedir? Denilse,
Şöyle denir: Muaz (r.a.) bir amel yaptı. Allah'da onu size sünnet yaptı.
O, amelin bize sünnet oluşu, onu bize Rasûlullah (s.a.v.)'ın «Ona tabi olun» diye emretmesindendir. Yoksa, sırf Muaz'ın o ameli yapmasından değildir.
Hz. Muaz (r.a.)'ın şöyle dediği sahihdir. Üç şey zuhur ettiğinde nasıl edersiniz? Dünya boynunuzu vurduğunda, alim yanıldığında ve münafık Kur'ân'la cedelleştiğinde âlime gelince, eğer hidayet sahibiyse dininizde onu taklit etmeyin. Eğer bir fitneye düçar olur (bir fitne sebebiyle imtihan olunur)'sa ondan da ümidinizi kesmeyin. Çünkü mümin fitneye düçar olur, sonra tevbe eder.
Kur'ân'a gelince, yol gösteren işaret levhaları gibi hiç kimseye gizli olmayan ve herkesin bildiği onun alamet ve işaretleri vardır. Kur'ân'dan bildiklerinizi kimseye sormayın (ve gereğince amel eden), Kur'ân'dan bilmediklerinizi ise alimine havale edin. Dünyaya gelince, Allah, kimin zenginliğini gönlünde kılmışsa o, felaha ermiştir. Kimin de değilse, dünyası ona fayda verecek değildir.
Allah, Muaz'dan razı olsun, hakkı ilan edip açıklamış ve takliti her şeyi ile nehyetmiştir. Kur'ân'ın zahirine ittiba etmeyi, ona muhalefet edeni önemsememeyi ve onda müşkil olan şeylerde tevakkuf edip ileri atılmamayı emretti.
İşte bu emir ve tavsiyelerin hepsi mukallitlerin takip ettikleri yolun hilafınadır.
Tevfîk Allah'dandır.
— Ulul'l-Emre İtaat —
(Kırkbeşincisi): Allah'u Teâlâ, ulu'l-emre itaat edilmesini emretti. Onlar da ulemadır.
Dolayısıyla onlara itaat etmek, fetva verdikleri hususlarda onları taklittir sözünün cevabı: Ulu'l-emrden için onlar umeradır denildiği gibi, onlar ulemadır da denilmiştir. Bu iki görüşün ikisi de Ahmed b. Hanbel'den mervidir.
Bu meselenin tahkiki; bu ayet iki taifeyi de içine alır. Onlara itaat Resûlullah (s.a.v.)'e itaattandır. Fakat mukallitlere gizli kalan şey, umera Allah'ın taatı altında ALlah ve Rasûlü'nün hükümlerini emrettikleri vakit dinlenir ve itaat olunurlar ancak, ulema, ALlah ve Rasûlü'nün hükümlerini tebliğci, umerâ da onları infaz edicidirler. İşte o zaman onlara itaat etmek, (onların) Allah ve Rasûlüne itaatlarından dolayı vacib olur.
İnsanların görüşlerini Rasûlullah (s.a.v.)'ın sünnetinin önüne geçirmeye ve takliti sünnete tercih etmeye bu ayette delil nerededir?
(Kırkikincisi): Bu âyet takliti iptal için mukallitler çaleyhine en büyük ve en muazzam delildir. Ve bu bir kaç yöndendir.
Bu ayet, emrine imtisal ve nehyinden ictinab olan Allah'ın taatını emretmektedir.
2) Rasûlü'nün emrine itaat etmeyi emretmektedir. Kul Allah ve Rasûlü'nün emirlerini bilinceye kadar, Allah ve Rasûlü'ne itaatkar olamaz.
Kim kendisinin, Allah ve Rasûlü'nün emirlerini anlayacak ilim ehlinden olmadığını söylerse ona Allah ve Rasûlü'nün hakiki itaatı mümkün olmamış (dalıyısıyla) o kimse, Allah ve Resûlü'nün hakiki itaatı mümkün olmamış (dolayısıyla) o kimse, Allah ve Resûlü'nün emirlerinde ilim ehlinin taklitcisidir.
3) Ulu'l-Emr, kendilerinin taklit edilmesini nehyetmiştir. Bu nehiy sahih olarak Muaz b. Cebel, İbni Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve diğer sahabelerden geldiği gibi, müctehid imamlardan ve gayrından da naklettiğimiz sözlerinde kendilerinin taklit edilmelerini menettikleri gelmiştir. O zaman bu hususda onlara itaat etmek eğer vacib ise, taklit batıl olur, yok eğer onlara tiaat vacib değilse, bu âyetle onların taklit olunacağına delil getirmekte batıl olur.
4) Allah, bu âyette «... Sonra bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, eğer siz Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu ALlah'a ve Rasûlü'ne çeviriniz. O hem bir hayırdır ve hem de netice itibariyle daha güzeldir.» (1) diye buyurmuştur.
Görüldüğü gibi âyet, takliti iptalde ve meydana gelen ihtilafın ne görüşe ne mezhebe ne de taklite çevrilmemesinden son derece sarihtir.
Eğer, ulu'l-emr'e has, sadece onlara yapılacak itaat nedir, çünkü ulu'l-emr Allah'a ve Rasûlü'ne tabidir. Bundan dolayı Allah âyetteki ulu'l-emrin itaatini Rasûlullah'ın itaatına bitiştirdi ve "itaat edin" emir fiilini onların itaatına gelince tekrarlamadı. Rasûlullah'ın itaatın da ise "itaat edin" emir fiilini ikinci kez tekrarlayarak, ulu'l-emr'e itaatın bağımlı olduğu gibi, Rasûlüllah'a da itaat bağımlı olabilir şeklinde zannedilmemesi için aleyhisselam'ın itaatını müstakil yaptı. Dolayısıyla Rasûlullah'ın itaatı emrettiği ve nehyettiği Kur'ân'da ister olsun ister olmasın müstakil olarak başlı başına vacibdir.
— Tabiîne övgü ve Tabiîn Olmalarının Manası —
(Kırküçüncüsü): Allah, muhacir ve ensardan ilk öncülere ve onlara ihsan ile tabi olanlara övgüde bulunmuştur. Onlara ihsan ile tabi olmak, onları taklit etmektir, demelerine gelince, bu cümlenin birinci -âyet- kısmı ne kadar doğru ve hak ise ikinci delil kısmı da o kadar yanlış ve hatadır. Bu âyet bilakis taklit fırkasına red olarak en muazzam delildir.
Sahabeye ittiba etmek, onların yollarına ve prensiplerine suluk etmektir.
Onlar, (insanları) taklit etmeyi ve kişinin "immeah" olmasını nehyetmişler ve taklicinin basiret ehli olmadığını da haber vermişlerdir.
Allah'a hamdolsun ki, onların arasında bu taklitçilerin mezhebi üzere olan bir kişi bile olmamıştır. Taklit ettikleri kişiler ve onların görüşleri için nasları reddeden kişilerin mübtela olduğu şeylerden Allah sahabeleri korumuş ve beri kılmıştır. İşte bu, ehli taklitin ittibalarının zıddı ve muhalefetlerinin kendisidir. Sahabelere ihsan ile tabi olanlar, Allah'ın kitabı ve Resûlü'nün sünnetine ne bir görüş, ne bir kıyas, ne bir ma'kul, ne de -dünya alemde- hiç kimsenin sözünü takdim etmeyen gerçek ilim ve basiret sahibi kimselerdir.
Onlar, hiç kimsenin mezhebini ne Kur'ân'a ne de sünnetlere mi'yâr etmezlerdi. Onlar, sahabenin gerçek tabileridir. Allah'u Teâlâ fazlı ve rahmetiyle bizi onlardan kılsın.
— İmamların Tabileri Kimlerdir —
(Kırkdördüncüsü): Kırküçüncü maddenin izahatı:
Mukallitler ve bütün ilim ehli kimselerin -ehli taklitin- aleyhine onlar ilim sahibi değildir, diye ikrar ettikleri o -taklitçi- kimseler, şayet imamların gerçek tabileri olsalardı, o zaman delil dönen ve delille hareket eden değerli alimler imimların tabileri asla olamazlardı ve cahiller de onlara ittibaya alimlerden daha layık olurlardı ki; bu muhalin ta kendisidir.
Oysa imamlardan birinin sözüne delil sebebiyle muhalefet eden bir kişi, imamın sözünü delilsiz alan mukallitin hilafına onun gerçek tabisidir.
Bu söz -Allah onlardan razı olsun- imamların gerçek tabileri hakkında da aynen geçerlidir. Allah, onları imamlarının görüşünü nasların yerine indiren veya o görüşler için nasları terkeden, onların mukallidi olmaktan korumuştur.
Dolayısıyla ehli taklit o imamların tabileri değildir. Onların tabileri, onların yolu üzere olan ve sadece usûllerine uyan kimselerdir.
Bazı mukallitler, şeyhu'l-İslâm (İbni Teymiye)'in İbnu'l-Hambeli medresesinde ders vermesine, bu medrese Hambeliler'e vakfedilmiştir. Müctehid ise onlardan değildir, diye karşı çıkmışlardı.
(Şeyhü'l-İslâm da onlara) Ahmed'in mezhebinden aldığım şeyler onu taklitten değildir. Ancak aldıklarımın dindeki doğruluğunu bildiğimden demişti.
Bu müteahhirin mukallitler, imamların mezhebi üzere olurken, onları taklit etmeyen onların arkadaşlarının onların mezhebinden olmamaları muhal bir şeydir.
İmam Malik'e insanların en çok ittiba edeni ve delil nerede olursa olsun ona bağlanan ve hüccetle hüküm veren kişilerden olan İbni Vehb ve onun tabakası idi. Ebu Yusuf ve Muhammed'de Ebu Hanife'ye çok muhalefet etmeleriyle birlikte onu taklit eden mukallitlere -nisbeten- daha çok Ebu Hanife'ye tabi idiler.
Buhari, Müslim, Ebu Davud, Esrem ve Ahmed'in ashabından bu tabaka Ahmed'in mezhebine müntesib ve sırf onu taklit eden mukallitlere nisbeten ona daha fazla ittiba ediyorlardı.
İşte bundan dolayı, imamların ilim ve hüccet ehli tabilerine vakfetmek -aynı mesele için- mukallitlere vakfetmekten çok daha evladır.
— "Ashabım Yıldızlar Gibidir" Hadisi Üzerine Konuşma —
(kırkbeşincisi): Taklitin sıhhati hakkında «Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.» (1) anlamındaki meşhur hadis yeterlidir, demenizin cevabı bir kaç yöndendir.
1) Bu hadis, Ameş -tarikiyle- Ebu Süfyan'dan (o da) Cabir (r.a.)'dan «.............» ve Said b. Müseyyeb hadisi de İbni Ömer (r.a.)'dan «............» ve Hamza el-Cezrî -tarikiyle- Nefi'den (o da) İbni Ömer (r.a.)'dan «..............» şeklinde birkaç tariki vardır. Ancak bu tariklerin hiç birisi -sahih olarak- sabit değildir. İbni Abdü'l-Berr (bu hususda) şöyle diyor:
Bize Muhammed b. İbrahim b. Said rivayet etti (dedi ki) Ebu Abdullah b. Muferrah rivayet etti (dedi ki) bize Muhammed b. Eyyûb es-Sumût rivayet etti (dedi ki) bize İmamu'l-Bezzâr dedi ki; Nebi (s.a.v.)'den «Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.» (1) manasında Resûlullah (s.a.v.)'den rivayet olunan bu söz -onun sözü olarak- sahih değildir.
2) Bu mukallitlere şöyle denir: Uyulduğunda hidayete erilen yıldızların taklitini terkederek onlardan bir çok mertebe aşağıda olan kişileri taklit etmeyi (kendiniz için) nasıl caiz gördünüz; Malik, Şafiî, Ebu Hanife ve Ahmed'i taklit etmek size göre Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r.a.)'unun taklitlerinden daha mı tercihe şayan idi? Hadisin delalet ettiği şeye açıktan muhalefet ederek, hadisle hiç bir yönden alakası olmayan ve işaret dahi edilmeyen kimselerin taklitine delil getirdiniz.
3) Bu hadis(le istidlal aleyhinize) şunları gerektirmektedir.
(1) Sahabelerden, kardeşlerle birlikte dedeyi mirasçı kılan kişiyle, dede (nin hayatta olması) yla, kardeşleri mirastan çıkartan kişinin beraberce taklitini,
(2) (Sen bana haramsın ifadesindeki) haram, talak değildir, yemindir diyen kişiyle, o söz talaktır, diyen kişiyi beraberce taklitini,
(3) "Mülkü yemin" ile iki kız kardeşi bir arada cem etmeyi haram eden kimseyle, bunu mübah gören kimsenin birlikte taklitini,
(4) Oruçlunun "BERED" yemesini caiz gören kişiyle, onu meneden kişinin birlikte taklitini,
(5) Kocası vefat eden hamile kadının iddet müddeti iki iddet müddetinin en uzunudur diyen kişiyle, o kadının iddet müddeti doğum yapmasına kadardır diyen kişinin birlikte takliti,
(6) (Hacc için) ihrama giren kişiye koku (esan v.s.) sürünmesi haramdır diyen kişiyle, o, mübahdır diyen kişiyi birlikte takliti,
(7) İki dirheme bedel bir dirhemin satışına cevaz veren kişiyle, onu haram eden kişinin birlikte takliti,
(8) İksal de guslü vacib eden kişiyle, ondan guslü düşüren kişinin birlikte takliti,
(9) Zevil-Erham'ı mirascı yapan kişiyle, onları mirasdan çıkaran kişiyi birlikte takliti,
(10) (Süt kardeşliğinde) büyüğün emişmesi sebebiyle mahremliğin olacağını gören kişiyle, bunu böyle görmeyen kişiyi birlikte takliti,
(11) Cünübün teyemmüm etmesini men eden kişiyle, onu vacib gören kişinin birlikte takliti,
(12) Üç talakı bir talak olarak gören kişiyle, onu üç talak olarak gören kişinin birlikte takliti,
(13) Haccı (niyet ettikten sonra ihramdan çıkıp onu) feshederek, ömreye çevirmenin (haccı temettu etmenin) vacib olduğunu söyleyen kişiyle, onu meneden kişinin birlikte takliti,
(14) Evcil eşeklerin etini (n yenmesini) mübah gören kimseyle, onu meneden kimsenin birlikte takliti,
(15) Erkeklik uzvuna dokunmakla abdestin bozulacağını söyleyen kişiyle, bununla abdestin bozulmayacağını söyleyen kişinin birlikte takliti,
(16) Cariyenin satışını onun talakı olarak gören kişiyle, onu öyle görmeyen kişinin birlikte takliti,