HARUN EBU HUSEYIN - YILDIRIM
  Birr Ve Takva
 
 
Şüphesiz Allah (c.c.) birrin hasletlerini şu ayeti keri­mede toplamıştır.
"Birr yüzlerimizi doğu ve batı tarafına çevirmemiz de­ğildir. Fakat birr, o kimsenin birridir ki Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman etmiş olur ve malını seve seve karabet sahiplerine, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenenlere verir. Ve esirleri azat etme hususunda sarf eder ve namazını kılar, zekatını ve­rir. Bir de sözleşme yaptıkları zaman sözlerini yerine ge­tirirler. Ve ihtiyaç, hastalık ve şiddetli savaş hallerinde de sabırlı bulunurlar. İşte sabırlı olanlar onlardır. Mut­taki olanlar da onlardan ibarettir.[1]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala (c.c.) Birr'in Allah'a iman, meleklerine, kitaplarına, peygamber­lerine ve ahiret gününe iman olduğuna haber vermiştir. Bunlar da imanın ancak kendisiyle kaim olacağı beş temel esastır. Ve bunlar da şeriatın zahiri olan, namaz kılmak, ze­kat vermek ve diğer nafakalardır. Ve yine bunlar kalbi amellerdir. Ki bunun hakikati ise sabretmek, verilen sözü yerine getirmek gibi hasletlerdir. İşte yukarıda saydığımız hasletler dinin bütün kısımlarını içine almıştır. Gerek haki­katleri ve şeriatın zahiri maddeleri ve kalp ve diğer azalar ile alakalı olan amelleri ve imanın beş temelleri.
Sonra noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-ü Teala yukarıda saydığımız hasletlerin takvanın hasletlerinin aynı­sı olduğunu haber vererek şöyle buyurdu:
"İşte sadık olanlar onlardır, muttaki olanlar onlardan ibarettir."[2]
Takva ise Allah'a karşı inanarak ve (ihtisab) sevabını umarak emirlerde ve nehiy (yasak)lerde itaatini gösterme­sidir. Allah neyi emrettiyse yapıp o emre inanarak ve vadi­ni doğrulayarak ve Allah neyi nehyedip ondan vazgeçer, neh-yini doğrulayarak ve tehdidinden korkarak, yerine göre kulluk vazifesini yapmaktır. Talk bin Habib'in dediği gi­bi;
"Fitne çıksa takva ile söndürürler," dediler ki
"Takva nedir?" Dedi ki;
"Allah'tan bir nur üzere Allah'a itaatle çalışmandir. Se­vabını umduğun halde ve Allah'tan bir nur üzere Allah'a kar­şı masiyetinden vazgeçmen azabından korktuğun halde."
Bu da takvanm tarifi hakkında en güzel söylenen sözdür. Muhakkak ki her amelin başlangıcı ve gayesi vardır. Amel, itaat ve yakınlık olmaz imandan hasıl olmadıkça. O halde amelin gerçek sebebi yalnız imandır. Adet veya nefis arzu­su veya insanlardan övülmeyi beklemek, şan şöhrete nail ol­mak ve bunlara benzer arzular değildir. Bilakis o amelin başlama noktasının imanın olması gerekir. Ve bundan gaye Allah'ın sevabına hail olup rızasını istemektir. Buna da ih-tisap denir.
İşte bundan dolayı çoğu zaman bu iki temel, iman ile ihtisap, yan yana yazılır. Misali peygamber efendimizin kav­li şer illerindeki gibi:
"Kim ramazan ayım oruç tutarsa iman ederek ve ih-tisap ederek," Yani mükafatını Allah'tan bekleyerek, ve yi­ne başka bir hadisi şerifte;
"Kim kadir gecesini ibadetle geçirirse iman ederek ve ihtisap ederek" gibi ve bu iki hadise benzer hadisler. Mu­sannif Talk bin Habib'ten naklen (Allah'tan bir nur üzere) sö­zünde birinci temele işaret vardır. O da imandır ki bu iman amelin çıkış yeridir (mastarı) ve amelin en büyük sebebidir. Ve Allah'ın sevabını (ihtisap) umarak sözünde ikinci te­mele işaret vardır. O da ihtisaptır. Yani sevabı amelinden do­layı beklemek. Bu da kendisi için amel gaye edilir. Ve bu­nun için amel kastedilir. Şüphesiz bu imanın bütün temel­lerini ve fer yani diğer imanla alakalı kollarını içine alan bir isimdir. Bir de bu müsemmaya dahildir. Fakat birr ve tak­va ikisi yan yana yazıldığı zaman şu ayet-i kerimede oldu­ğu gibi; "Birr ve takva üzere yardımlasın." Buradaki iki lafzın arasındaki fark şudur:
1. Başkası için kastedilen se­bep.
2. Kendisi için kastedilen gayedir.
Muhakkak ki birr kendisi bizzat kast edilmiştir. Çünkü Önceden söylediği­miz gibi iman kulun kemalatı ve kurtuluşudur. Ki imansız kurtuluş imkansızdır. Takva ise birre ulaştıran yol ve vesi­ledir. Lafzıda buna delalet eder. Çünkü takva "Fe'la" vez­ninde olup "Veka, teka" dan türemiştir. "Takva" nın aslı "Vekava" idi vavı te'ye çevirdiler, "tekva" oldu. "Veraset" kelimesi de böyledir. Aslı "Teraset" idi ta'yı vava çevirdi­ler. "Veraset" oldu. "Tucah-tuhmet" kelimeleri de aynıdır. Asılları "Vecahe" ve "Vehmet" idi. "Vecahe" deki vav ta­ya, "Vahmet" deki vav da taya çevrildi. "Tucah ve "Tuhmet" oldular. Vesaire benzeri kelimelerde olduğu gibi.
Takvanın lafzı vikayeden olduğuna delalet etmektedir. Çünkü muttaki olan kendisi ile cehennem arasına (vikaye) koruma yapmıştır. Vikaye de zararı def etmek demektir. O taktirde takva ve birr, sıhhat ve afiyet gibidir. İşte bu tanı­tım çok değerli tanıtımdır. Bununla Kur'an'm lafızlarını ve delalet ettiği manaları anlamakla ve peygamber efendimize indirilmiş olan hadleri bilmeye çok faydalıdır. Zira hadle­ri bilmek çok önemlidir. Çünkü Allah'ın peygamberine in­dirmiş olduğu hadleri bilmeyeni zem (kınama) etmiştir. Çünkü hadleri bilmemek iki büyük yanlışlığa götürür.
Lafzın müsemmasına kendisinden olmayanı sokmuş olur. Bu taktirde kendisinden olmayana lafza hükmedilen şe­ye hükm edilmiş olur.
Lafzın müsemmasından içinde bulunan lafzın fertlerinin bir bölümünü çıkarmış olur. O zaman da o fertlerden hüküm­de kaldırılmış olur. Bu taktirde Allah'ın aralarında eşitlik gösterdiği fertlere eşitsizlik yapmış olur. Zeki olan kimse bu kaidenin fertlerini bildiği zaman görecek ki ihtilafların ço­ğu veya çoğu İhtilaflar. Bunun gibi kaideleri bilmemekten kaynaklanmaktadır. Ve bunun geniş açıklamasını yapacak olursak büyük bir kitaba sığdıranlayız. Ve bu kaidenin ışı­ğında şarap (hamr) kelimesinde anlaşılan mana aynıdır. Çünkü harm kelimesi sarhoş edici olan bütün içecekleri içine almıştır. O taktirde bazı sarhoş edici içecekleri hamrın hükmünün dışında tutmak caiz değildir. Ve yine meysir (kumar) kelimesi aynıdır. Bazı kumar oyunlarını meysirin hükmünden çıkarmak caiz değil. Nikah kelimesi de böyle­dir. Nikah olmayanı nikahın müsemmasma dahil kılmak caiz değildir. Riba sözü de aynıdır. Riba (faiz) olan bazı mad­deleri çıkarıp riba olmayan şeyleri de ribadan saymak caiz değildir. Ve yine bunlar gibidir. Adi ve zulüm, maruf ve münker ve bunlara benzer sayısız kelimeler.
İnsanların bir araya gelip toplum halinde yaşamalarından maksat birr ve takva üzere yaşamaya birbirlerine yardım­cı olmalarıdır. Ve fertlerin kimi ilmiyle, kimi de ameliyle in­sanlara yardımcı olmasıdır. Çünkü kul tek başına bir foji bilemez ve ona güç yetiremez. Bundan dolayı hikmeti ila­hi insanların geçinebilmeleri için birbirlerine muhtaç kılmış­tır.
 
 
Ve sonra Mevla Teala şöyle buyurdular: "İsm ve udvan üzerine yardımlaşmayın." İsm ve udvanın nehiy açısı, emir açısında olan birr ve tak­vanın hükmü gibidir. Udvan ile ism arasındaki fark, cinsi ha­ram olan şey ile miktarı haram olan şeyin arasındaki fark gi­bidir, îsm, cinsi haram olan şeyde söylenir. Cinsi haram olan şeye ism denir.
Allah'ın (c.c.) mubah kıldığı şeyin miktarında ziyadelik yapıp haddi aşmaya udvan denir. Mesela; zina, içki içmek ve hırsızlık ismdir. Beşinci bir evlilik yapmak suçlunun cezasından fazlasını ödetmek udvandir. O halde udvan, Al­lah'ın yasak sınırlarını aşmaktır. Bu yasak sınırları hakkın­da Mevla Teala Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır: "Bunlar Allah'ın hududu(smırı)dur. Bunlara teca­vüz etmeyiniz ve her kim Allah'ın hududuna tecavüz ederse işte zalim olan onlardır."[3]
Ve başka bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Bu Allah'ın hudududur, sakın onlara yaklaşmayınız[4]
Bir ayette hudutlara tecavüz etmeyi nehy etti, diğer ayet­te yaklaşmayı nehy etti. Zira Allah'ın hududu helal ile ha­ram arasını ayıran en son çizgidir. Ve bir şeyin sonu o şe­ye dahildir. O zaman ondan sayılır. Bazen de o şeye dahil ol­maz, O zaman o şeye karşılık hükmü sabit olur. O halde bi­rinci itibara göre hudutların tecavüz edilip aşılmasına nehy edildi. İkinci itibara göre hudutlara yaklaşılması nehy edil­di.
İşte bu durum kulun insanlar arasındaki durumunun hük­müdür. Bu da İnsanlara karışıp onlara birr ve takvaya, bil­gisi veya ameliyle yardımcı olmasıdır. Kulun kendisi ile Al­lah arasındaki haline gelince Allah'a karşı olan kulluk vazi­fesini tercih edip masiyetinden sakmmasıdır. Bu da Al­lah'ın şu kavliyle anlaşılmaktadır:
"Ve Allah'tan korkun." İşte bu ayeti kerime kulun halk arasındaki vazifesine ve hak arasındaki vazifesine yol gös­termiştir.
Kul birinci vacibi tam olarak eda etmesi mümkün değil­dir, kendini ortamdan uzaklaştırmadıkça. Bunu da sadece ita­at, ihlas ve nasihat için yapmalıdır. İkinci vacibi de tam ola­rak icra etmesi mümkün değil ta ki kendini halktan uzaklaş­tırmadıkça ve Allah'a karşı vazifesini ihlas, muhabbet ve kul­luğunu yerine getirmekle olur.
Buradaki inceliği çok dikkatli düşünmek gerek. Çünkü kula bu iki vacibi eda ederken araya giren gevşeklik kulun bu iki vacibin şartlarına riayet etmeyişindendir. îşte Şeyh Abdülkadir'in sözünün manası budur. Şöyle ki; halk ol­maksızın hak ile beraber ol ve nefis olmadan halk ile ol, kim­de bu hal bulunmazsa o kimse ömrünü boşuna israf etmiş olur, hali de yıkık olur. Bu mukaddimeden gayemiz sonra­ki konulara işaret etmektir.
 
 
Kervan ayrılıp yolcu da gurbet diyarına yerleşince ve va­tanında alışmış olduğu sevdiklerinden, örf ve adetinden uzaklaştırılınca o yolcuya bu uzaklaştırılma zihninde bir şe­yi tasarlamayı sevk etti ve tasarısını Allah'a yolculukta ulaştıracak en Önemli şeyleri düşünmeye yöneltti. Ve ömrü­nün geri kalanını bu yolda harcamaya başladı. Doğru yolu bulma, elinde olan Mevla Teala hazretleri kendisine kast ede­ceği en önemli şeyin Allah ve Rasulüne hicret olduğuna ir-şad etti. Zira Allah ve Rasulüne hicret her ferde her zaman farzı ayındır. Hiç kimseden bu farziyet düşmez. Bunu da Al­lah Teala murad edip istemiştir. Çünkü hicret iki çeşittir:
Birinci hicret; bedeniyle kişinin bir şehirden başka bir şehre hicreti. Bu çeşit hicret bilinen hicrettir ki konumuza asıl gaye edilen hicret türü değildir.
İkinci hicret; Allah ve Rasulüne kalp ile hicrettir. Konu­muzun asıl mevzuu da budur. Bu hicret hakiki hicrettir. Ve asıl olan hicrettir. Cesed ile olan hicret buna tabi kılınmış­tır. Bu hicret "Min" ve "ila" yi içine almıştır. Başlama nok­tası ve bitiş noktası olan bir hicrettir. Kul kalbiyle Allah'tan başkasına olan sevgisinden vazgeçip Allah'ı sevmeye hic­ret eder. Başkasına olan kulluktan Allah'a kulluk etmeye, başkasından korkmak ve ondan ümit etmek ve ona tevekkü­lünden vazgeçip, Allah'tan korkmaya, ümitlenip, ona te­vekkül etmeye, başkasına dua edip istemekten, boyun eğmekten ve ona sığınmaktan ve alçaklık göstermekten vazgeçip Allah'a dua etmeye ve ondan isteyip sığınmaya, al­çaklık gösterip ona boyun eğmeye hicret etmektir. İşte bu du­rum Allah'a firar etmenin kendisidir. Allah-ü Teala buyuruyor ki;
"Allah'a firar edin." Zariyat: 51/50
Kuldan istenilen tevhid Allah'tan kaçıp Allah'a sığın­masıdır. "Min" ve "ila" harflerinin altında tevhide ait çok bü­yük sırlar gizlidir. Çünkü Allah'a firar Allah'tan istemeyi, O'-na kulluk etmeyi ve bunlara benzer, sevgi, korku, inabe ve tevekkül gibi kulluk manasını ifade eden her şeyi yalnız ve yalnız Allah için yapmak ve birlemektir. Bu birlemede bü­tün peygamberlerin çağrısına tam muvafakati içermiştir. Allah'ın salatı ve selamı onların üzerinde olsun. Allah'tan ka­çıp Allah'a sığınmak ise rububiyeti birlemek ve kaderi ispat edişi içine almıştır. Muhakkak ki kulun kendisinden korkup kaçtığı her tehlikeli ve mahzur olan şeyler ancak Allah'ın di­lemesiyle olur. Çünkü ne dilediyse oldu ve dilemesi halin­de olması vaciptir. Ve dilemediği şey olmaz, olması da mümkün değildir. Allah'ın dilemesi olmadığı için. Kul Al­lah'a firar ettiği zaman, onun bir şeyden firarı ancak Allah'ın kaderi ve dilemesiyle olur. Bu taktirde kul hakikatte Allah'tan kaçıp Allah'a sığınmıştır. Kim bu durumu tasavvur eder ve iyi düşünürse peygamber efendimizin şu kavli şerifini anla­mış olur:
"Allah'ım senden sana sığınırım." Müslim, Ebu Davut
Başka kavli şerifi de:
"Senden kurtuluş, başkasına sığınma yoktur, ancak sanadır." İbni Mace c.2. dua babı. s. 10. hadis no.2876.s.l275.
Muhakkak ki vücutta (varlıkta) kendisinden kaçılıp ve kendisinden yardım istenilen ve kendisine sığınılan yoktur.
Ancak olsa Allah'ın icadı ve yaratmasıyla olur. Kaçan ve yar­dım dileyen kimse Allah'ın takdiri ve dilemesiyle kaçmış­tır. Ve Allah'ın yaratması da o kul için Allah'ın ihsanı, lüt­fü, iyiliği ve rahmeti gereğiyle olmuştur. Hakikatte o kul Al­lah'tan kaçmış, Allah'a sığınmıştır. Bu iki durumu kul tasav­vur edip, iyi düşünürse, Allah'tan başka olan şeylerden ta­mamen kalbinin alakayı kesmesini gerektirir. Çünkü kendi­sinden kaçtığı şeyin ancak Allah'ın dilemesi, takdiri ve ya­ratmasıyla olduğunu bildiği zaman kalbinde yaratandan başka hiçbir şeye karşı korkusu kalmaz. Bu durumu, korku, umut ve sevgi ile Allah'ı birlemeyi içermiş olur.
Allah'ın dilemesi ve kudreti haricînde olan bir şeyden kaçması olsa o şeyden korkmasını gerektirir. Bir kimse­nin, bir mahluktan başkasına kaçışı onun diğerinden daha güçlü olmasını gerektirdiği içindir. Çünkü birinci mahluk­tan diğerine kaçmasında halen onda beni kaçtığım kimseden geri teslim etme korkusu ve telaşı vardır. Ama kendisi biz-. zat kulun kaçtığı şeyi takdir edip ve hükmü ve dilemesiyle olmuşsa bu durum farklı olur. Çünkü bu durumda kalpte on­dan başkasına yönelme duygusu kalmaz. İşte bu acayip sır­rı peygamberimizin "senden sana sığınırım ve senden ka­çış ve başkasına sığınma yoktur, ancak sanadır" sözle­rini iyi anlayıp, kavramaya çalış. Çünkü insanlar bu konu­da çok şey söylediler, fakat bu inceliğe işaret eden pek na­dirdir. Ki bu incelik sözün özü ve kendisinden gaye edilen­dir. Muvaffakiyet Allah'tandır.
Şimdi iyi düşün. Nasıl Allah'tan kaçışın tamamı Allah'a sığınmaya nasıl dönüştüğünü. Allah'a hicretin manası da bu­dur. Bundan dolayı peygamber efendimiz "Muhacir Al­lah'ın nehy ettiği şeyleri terk edendir." Ve yine bunun için Allah (c.c.) hicret ile imanı birbirlerini gerektirmedikleri hal­de birbirine yaklaştırmaktadır. Bundan gaye Allah'a hicret iki şeyi içermiş olduğu içindir:
Allah'ın sevmediğini bırakmak.
Sevdiği ve razı olduğu şeyi yapmak.
Hicretin aslı buğz etmek ve sevmektir. Çünkü bir şeyi terk edip başka bir şeye gidenin, gittiği şeyi bıraktığından daha fazla sevmesi gerekir. İki şeyden hangisini daha çok sevi­yorsa onu diğerine tercih eder. Eğer kulun nefsi, hevası ve şeytanı onu Allah'ın sevdiği ve razı olduğu şeyin zıttına çağırıyorsa ve halbuki bu üç şeyle imtihan edilmektedir. Bunlar da Allah'ın razı olmadığı şeylere devamlı davet et­mektedirler. Her zamanda rabbinin rızasına davet eden iman davetçisi Allah'a ölene kadar hicret etmesini çağırmak­tadır. Bu hicrette kulun kalbindeki mahabbet sebebine gö­re kuvvetlenir ve zayıflar. Eğer mahabbetin sebebi daha. kuvvetli ise bu hicret daha tam ve mükemmel olur. Eğer mu­habbetin sebebi zayıf ise hicret duygusu zayıflar. Hatta hic­reti ilmi olarak hissetmez, iradesiyle de ona yönelmez. Şa­şılacak durumlardan biri de fetihle biten darul küfürden darül İslama olan hicret hakkında, işi öyle geniş konuşur ve meseleleri dallandırır ki halbuki bu hicret arızidir. Hatta ömür boyu o kimseyle o hicretin alakası yoktur. Ama bu hic­ret ise ömür boyu kendisine vaciptir. O da bu hicret hakkın­da ne iradesini ne de bilgisini tahsil etmez, o şeyle de meş­gul olmak ancak kendisi için yaratana yüz çevirmektir. Başkasını kurtarmak bir yana kendini kurtarmaktan aciz şeylerle meşgul olmaktan ibarettir. Bu durum ise basireti sönmüş ilim ve amel mertebeleri zayıflamış kimsenin hali­dir. Ve ancak Allah'tan yardım istenir. Muvaffakiyet Allah'tandır. O'ndan başka ilah yoktur ve kendisinden baş­ka rab yoktur.
Rasulullah'a olan hicrete gelince yalnız ismi kalan bir ilimdir. Ve öyle bir metot ki yoldaki binalarda resminden başkasını bırakmadı. Ve öyle bir delil ki savurganlar onu sa­vurup resminin şeklini de değiştirdiler. Düşmanlar da üze­rine saldırıp kaynaklarını ve gözelerini kuruttular. Rasulul-lah'a hicret eden halk arasında garib kalmıştır. Her yerde yal­nızdır. Mekanın yakın olmasına rağmen uzaktır. Komşula­rın çokluğuna rağmen tek basmadır. Onların alıştıklarına ya­bancı kalmıştır ve onların yabancı kaldıkları şeye de alışmış­tır. Onlar seferde iseler kendisi mukimdir. Kendisi seferdey-se onlar mukimdirler. Gittiği yolda tek başına yalnızdır. Hedefine ulaşmadıkça durmaz. Kendisi onlarla cesediyle be­raberdir. Gayesiyle ayrıdır. Onların gözleri mevlayı istemek­ten geri kalıp uyumuştur. O geceleri de uzanıp uyumamış-tır. Onlar nebevi hicretten geri kalıp oturdular. Kendisi ise kollarını sıvamış, dimdik ayakta, onlar görüşleri farklı ol­duğundan onu ayıplamaktadırlar. Onu cahilliklerinden ve ne­fis arzularından dolayı kötülemektedirler. Onu töhmete tu­tup iftira ettiler. İzlerine gözlerini dikip kuşattılar. Onu za­mana bırakıp yok olmasını beklediler.
"Artık bekleyiniz biz sizinle beraber bekleyicileriz."[5]
"Dedi ki rabbim hak ile hükmet. Bizim rabbimiz esir­geyendir. Sizin anlattıklarınıza karşı yardımı umulandır.[6]
Şiir:
Biz ve sizler öleceğiz kurtulamamıştır.
Hesap anında pişman olun.
Yukarıda kastedilen şudur: Bu hicreti nebevi çok zor bir hicrettir. Yolu da aşılmamış uzun bir yoldur.
Şimdi sen dinle bu hicretin olayını ve delalet ettiği şeyi. Kendin ile mevlan arasındaki durumunu muhasebe et, aca­ba sen hicret edenlerden misin veya onun için hicret eden mi­sin?
Bu hicretin tarifi; imanın meseleleriyle ilgili bütün me­selelerde nefsin seferber olmasıdır. Bu hicret kalpteki konak­lama yerlerinden bir yerdir. Hidayet madenine giden hüküm­lerin olaylarından bir olaydır. Ve o nur kaynağıdır. Öyle nur ki doğru olan ve sözünde doğrulanan zatın ağzındandır.
"O ki nefsinden konuşmaz. Onun konuşması vahy edilenden başkası değildir."[7]
Her meseleye risalet güneşi doğmuştur. Eğer o mesele öy­le değilse onu karanlıklar denizine at ve her şahidi bu pey­gamber müzekki tezkiye etti. Eğer şahit öyle değilse onu şüp­heli kişilerden say. İşte bu saydıklarımız hicretin tarifidir. Ne oluyor ki o kimseye kendi adeti ve huyu şehrinde yerleş­miş o ki doğup yetiştiği yerde sabittir. Ve şöyle demektedir. Biz atalarımızın yoluna tabi olanlarız ve onların ipine tutu-nucuyuz ve onların izlerinde gitmekteyiz. Ve oluyor ki bu hicret onlara gelmiştir. Ve başarı ve kurtuluşu uğrunda ata­larına uymakla yetindi. Onların görüşünü peygamberin gö­rüşüne tercih edip onların zannı ve görüşü onun görüşünden daha iyi olduğunu kabul ederek onları tercih etmiştir. Fakat bu kelimenin çıkış gayesini araştırsan elbette onu batıllık böl­gesine yerleşmeye yönelik çıktığını göreceksin. Çünkü o söz tembellik ve usanma duygusundan doğmuştur,.
Bu hicretten maksat: Her mükellef olan müslümana farz­dır. Bu hicret Muhammedun Rasulullah şehadeti gereğidir. Nasıl ki birinci hicret ki Allah'a hicrettir, o da la ilaha ü-lallahm gereğidir. İşte bu iki hicretten kul, berzahta (mezar­da) ve ahiret gününde sorulacaktır. Ve dünyada, berzah ve hesap gününde ondan mesul olacaktır.
Katade dedi ki: İki kelime vardır. Öncekiler ve sonraki­ler ondan sorulacaktır:
1. Neye ve kime tapıyordunuz.
2. Pey­gamberlere nasıl karşılık verdiniz.
İşte bu iki kelime iki şe-hadetin kapsamındadır. Ve bundan sonra Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
"Hayır Rabbine and olsun ki aralarında çıkan anlaş­mazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hü­kümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam ma­nasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."[8]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala hazret­leri yeminlerin en büyüğü ile yemin etti. O da kendi adına olan yeminidir. Bu yemini de şunun içindi; imanları sabit ol­maz ve iman ehlinden sayılmazlar ta ki Rasulullah'a dinin bütün hükümlerinde, kendi aralarındaki çekişmelerinde ha­kem tutmadıkça. Çünkü "La" lafzı umumiyet ifade eden kelimelerdendir. Burada "La" kelimesi İmanın olumsuzlu­ğunu ifade eden olumsuzluk ekidir. Veya kendi aralarında olan çekişmeyi, onu hakem tayinleri bulunmaktadır. Bunun­la da yetinmedi, canları sıkılmadan hükmünü kabul etmele­rini ekledi. Şöyle ki canlarında hiçbir sıkıntıyı duymayacak­ları şekilde ve onun hükmüne tam bir teslimiyetle karşılık verecekler. Çünkü onlar gözleri kapalı bir şekilde onu alı­yorlar. Ve ona çer çöp karıştığı halde onu içiyorlar. Bu du­rum da aykırı bir durumdur. Bilakis onun hükmünü kesin­likle canları,.sıkılmadan ve göğüsleri daralmadan ona razı olup kabul etmeleri gerekir. İşte bu durumu kul bilmek istiyorsa kendi haline baksın ve kendi gayesine aykırı hoşu­na gitmeyen hükümlerle karşılaştığı zaman kalbine bir bak­sın. Veya tabi olduğu atalarının adetinin ve başa şeylerin zıt-tına bu hükümlerle karşılaşırsa
"Artık insan (kıyamet gününde) kendi nefsinin şahidi­dir. İsterse özürlerini sayıp döksün."[9]
Noksan sıfatlardan Allah'ı tenzih ederim, şaşılacak bir du­rum ki, çoğu insanların kalbinde, pek çok Kuran'm hasları­na karşı kalplerinde sıkıntı vardır. Hatta o nasların olmama­sını temenni ederler. O naslara karşı ciğerleri kızgın ateş gi­bidir. Boğazlarında da ne büyük gam vardır. O nasların ge­lişine ama içlerine sakladıkları o gizli şeyleri sırların açığa çıkarıldığı vakit alçaltıcı ve rezil edici şeylerle onlara gös­terilecektir. Ve ondan sonra sıfatlardan münezzeh olan Al­lah-u Teala onunla yetinmeyip " Onu tam manasıyla ka­bullenmedikçe iman etmiş olamazlar (Nisa: 4/65) bu kavlini ekledi. Bu ayeti kerimedeki "Ve yusellimune tesli-men" fiilini iki kez tekrarlamasının yerine fiili mastarıyla te-kidleyip, zikretti. O da tam manasıyla kabullenme, ona kar­şı tevazu gösterip, hükmüne boyun eğip, razı olmaktır. Bu­nu yaparken de kendini zorlayıp sıkarak değil gönül huzu­ruyla kabullenmek lazım. Başkasına zorla boyun eğip, sıka­rak kendini kabullendiren kimsenin durumu gibi değil. Bi­lakis efendisini seven ve kendisi için ondan daha sevgili ol­mayan ve kendini ona tam kabullendiren köle gibi. Çünkü o köle mutluluğunu ve kurtuluşunu efendisine, kendini ka-bullendirmekle biliyor. Ve kendi canından onu evla ve ken­di canını o kendisinden daha acımakta ve onu koruyup kur­tarmaya kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ediyor. Kul ne zaman bu durumu Rasulullah'tan böyle bilir ve ken­dini ona kabullendirirse ve onun emirlerine itaat ederse o za­man kalbinde bulunan bütün illetler ona boyun eğer. Ve bu kabullenme ve emre itaat ile kurtuluşun olacağını ve saadeti ebedİyyeye kavuşacağını görür. Bu hallerde mana­sı ibareyle anlatılacak ve anlaşılacak şeylerden değildir. Bu haller öyle bir durum ki kalp yarılıp o kalbin derinlikle­rinde yerleşmiştir. Bu durumu anlatmak yetersizdir. İddia ve temenniyle elde edilemez bir durumdur bu.
Sevmek ile sevgiyi bilmek arasında fark vardır. Çoğu za­man kul bir şeyin halini ve varlığını bilmekte zorlanır. Sa­ğlam, hasta olmayan ile hasta fakat sağlamlık ve sıhhatli ha­li bilen arasında fark vardır. O sağlam sıhhatin halini açık-layamasa da. Ve bunun gibidir korkuyu anlatmak ve onu bil­mek ile korkuyu bizzat yaşamak arasında fark vardır. Nok­san sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala'nm bu mana­yı tekid çeşitlerinden birkaç çeşitle tekid yapmasını iyi dü­şün. Birinci çeşidi: Olumsuzluk manasını üzerine yemin edileni içine almıştır. O da Allah-u Teala'nın şu sözüdür: "İman etmezler" bu metod arapların kelamında bilinen bir metoddur. Araplar olumsuz bir şeye yemin ettikleri za­man yemin cümlesinin başına olumsuzluk ekini koyarlar, bu ayette olduğu gibi. Ve Ebu bekr Sıddık'in sözünde olduğu gibi. Hayır, sana, savaşıp ganimetini veren Allah'ın aslan­larından bir aslana karşı koyulmaz.
Bu da Arapların kelamında çok söylenir. Kur'an-ı Ke-rim'de olumsuz eki ile başlanılan yeni cümlelerinin ve üze­rine yemin edilenin olumsuzluğunu ve olumsuz manasını na­sıl içine aldığını iyi düşün. Şüphesiz bu yeminden maksat ka­firlerin Kur'an hakkında, o şiirdir, o kehanettir veya önce­kilerin masallarmdandır, sözünü olumsuzlaştırmak olunca olumsuzluk ekini koyarak söze başladı. Ve sonra Kur'an hak­kındaki iddialarının gerçek dışı olduğuna ve Kur'an'm dedik­lerinin hilafına olduğunu ispatladı. O taktirde ayet-i kerime şu manayı taşımaktadır.
"Onların iddia ettikleri gibi değil fakat o çok değer­li bir Kur'an'dır."
Bundan dolayı bu iki hal ile (nefi ve ispat) açıklamayı yaptı. Mevla Tealanın şu sözünde olduğu gibi
"Hayır yörüngesinde akıp giderken bazen kaybolup bazen etrafı aydınlatan yıldızlara, kararmaya yüz tuttu­ğu zaman geceye, aydınlığını etrafa yaymaya başladığı anda sabaha yemin ederim ki Kur'an değerli bir elçinin sözüdür, apaçık ufukta görmüştür. Ve o gaybi anlat­mak üzere cimri değildir. O söz, lanetlenmiş şeytanın sö­zü değildir."[10]
Bunun gibi şu ayet-i kerime
"Kıyamet gününe yemin ederim ki ve kendini kınayan nefse yemin ederim. İnsan kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı sanıyor, öyle mi? Bilakis biz onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirme­ye gücümüz yeter."[11]
Bundaki gaye bu yemini olumsuz etkiyle başlamak üze­rine yemin edileni kuvvetlendirmeyi ve olumsuzluğun şid-detliliğini gerektirmiş olması gerektiriyor. İkincisi; yemin ile tekid yapılması. Üçüncüsü; üzerine yemin edilen şeyle tekid yapması. O da Allah (c.c.)'ın kendi adına yeminidir.
Mahlukatından herhangi birine değil. Noksan sıfatlardan mü­nezzeh olan Allah-u Teala hazretleri bazen kendi zatının üze­rine, bazen de yarattıklarının üzerine yemin eder. Dördün­cüsü; tam kabullenmenin oluşuyla sıkıntıyı olumsuz kılarak tekid yapmasıdır. Beşincisi; fiili mastar ile tekid yapması. Bu çeşit tekid yapmak önemi büyük olan hallerde ancak ya­pılır. İşte bu tekid çeşidiyle insanların kabul ettirilmesinde itina gösterilmesini gerektiren en önemli kabul ettirme çe­şididir. Mevla Teala şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber, müminlere kendi canlarından üstün­dür."[12]                                                          
Bu ayette kim Rasulullah'ı canından üstün tutmazsa mü­min olmadığına delildir. Bu üstünlük birkaç hali içine almak­tadır. Birincisi; Rasulullah kula canından daha sevgili ola­cak. Çünkü üstünlüğün olmasının aslı sevgidir. Ve kulun kendi canı kendisi için başkasının canından daha sevgilidir. Buna rağmen, onun için Rasulullah'ı canından daha çok sevmeli ve üstün tutmalıdır. İşte bu durumda kendisinde ima­nın ismi hasıl olur. Ve bu sevgi ve üstün tutma halinden ona itaat, hükmüne razı olma, tam manasıyla kabullenme ve sevginin gerektirdiği diğer hallerin en mükemmel bir şekil­de olmasını gerektirir. Üstünlüğün ikinci hali; kul kendi aleyhinde hiç bir şekilde hüküm etmeye sahip olmayacak. Bilakis onun aleyhinde hükmü ancak Rasulullahm yapma­sı gerekir. Efendinin kölesine ve babanın evladına hükmet­mesinden ve üzerine karar vermesinden daha fazla ve geniş hüküm etmeye sahip olması gerekir. Kulun kendi nefsinde hiçbir davranışa sahip olmaması lazım. Kendi canından da­ha üstün olan Rasulullah ne yapıp ve nasıl davrandıysa onu yapabilir ancak. Ve şaşılacak durumlardandır. Kul Rasu-lullah'ın getirmiş olduğu Kur'an hükümlerini bırakır, baş­kalarının hükmüne razı "olur ve ona Rasulullahm hükmün­den daha fazla itimat eder ve aydınlığın Rasulullahm meşaleşinden alınmayacağını, aydınlığın ancak akıl yoluyla bu­lunacağını iddia eder. Ve Rasulullahm getirmiş olduğu hü­kümlerin kesinlik ifade etmediğini iddia eder. Ve bunlara benzer ona yüz çevirmeyi ifade eden hallerden bahsetmesi ve faydalı ilimlerin Rasulullahtan gelmediğini başka in­sanlardan geldiğini iddia etmesi gibi. İşte bu hal büyük de­lalettir.
Bu üstünlüğün sabit olması için ancak onun hükmünden, başkalarının olan hükümlerini atıp, Rasulullahm hükmünü kabul etmek ve ona bırakmakla mümkün olur. Ve başkası­nın söylediğini Rasulullahm getirdiği kitaba arz edip eğer bu ona uygunsa alınır. Ve eğer uygun değilse, batilsa bırakılır. Veya eğer ne onun getirdiği kitaba aykırılığı var ne de doğruluğu var ise o zaman ehli kitabın sözleri mertebesin­de o sözleri tutar. Ve o sözleri araştırıp hangi tarafa daha ya-km ise ona göre muamele eder. Kim bu yolu takip ederse ona hicret yolculuğu düzelir. İlmi ve ameli de düzelir. Ve ona her taraftan hakikat yönleri yönelmiş olur. Ve şaşılacak du-_ rumlardan biri de; kişi bu üstünlük mertebesi ve tarn sevgi­nin kendisinde bulunduğunu iddia eder. Ve halbuki onun ça­bası, uğraşı ve yorgunluğunu başkalarının sözüyle meşgul eder. Ve başkalarının sözünü kabul etmek ve onun sevdiği­ni sevip, sevmediğini sevmemek, ona razı olup onun hüküm­leriyle muhakemeyi kabul etmek. Ve Rasulullahm sözleri­ni onun sözleriyle karşılaştırıp Rasulullahm sözleri Onun söz­lerine uyarsa kabul eder. Mevla Teala buyuruyor ki:
"Şahitliği eğer bükerseniz veya yüz çevirirseniz şüp­hesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."[13]
Bu ayet-i kerime çok büyük sırlara şamil olmuştur. Bu sır­lara şiddetle ihtiyaç vardır, bazısına işaret etmek gerekir. Al-lah-ü Teala şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutan ken­diniz, ana babanız ve sevdiğiniz akrabalarınızın aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimselerden olun. Haklarında şahitlik ettikleriniz fakir olsun zengin ol­sunlar. Allah onlara sizden daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, şahitliği eğer büker, şahitlik et­mekten kaçınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."[14]                                             
Noksan sıfatlardan münezzeh olan AUah-u Teala hazret­leri adaletle hükm edilmesini emretti. Bu emirde dost olsun düşman olsun herkese tatbik edilmesini gerektirmektedir. Kulun en iyi şahitliği, mezheplere, görüşlere ve farklı söz­lere karşı tarafsız şahitliğidir. Çünkü şahitlik, Allah'ın em­rine ve haberine başlanmıştır. O halde Allah'a karşı gelip nef-sani arzulara uyarak yapmak, Allah ve Rasulünün emrine, ona göndermiş olduğu kitaba karşı koyulmuş olur. Adaletin yerine getirilmesinde Allah Rasulünün halifesi konumunda­ki zatlarda ümmeti üzerinde tatbik etmekle sorumludurlar. Emanetçi ismini, gerçek adaletle hükmedilmedikçe hiç kim­se o ismi haketmiş olmaz. Ancak bunu yaparken Allah'a, Ra-sulüne ve Allah'ın kullarına karşı samimiyet ve ihlasla ya­pacak, îşte gerçek varisler onlardır.
Hayır! Kendi dostlarını, inancını ve mezhebini hakka tartı yapanlar hakedemezler. Çünkü onlar kendilerine mu­halif farklı mezhep veya görüşe sahip olanlara karşı düşman kesilirler. Ve kendilerine (sırf ummasıyla) uyanlara dost olurlar. Nerededir Allah'ın herkese farz kıldığı adaletle hük­metmek. Bu da bu hususta daha büyük farziyet teşkil etmek­tedir. Sonra devamla Mevla Teala şöyle buyurdu "Allah için şahitlik ediniz." Şahit demek haber veren demektir. Eğer doğruyu haber verirse o zaman o adil ve kabul edilen bir şa­hittir. Eğer batılı ve yalanı haber verirse o zaman o yalancı şahittir.
Ve Allah-u Teala adaletle hüküm etmekle beraber ken­disi için şahitlik yapılmasını emretti. Bu manada şahitliğin
doğru oluşu ve Allah için yapılmasının anlamını içine almak­tadır. Mevla Teala başka bir ayet-i kerimede şöyle buyur­maktadır
"Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ada­letle şahitlik eden kimseler olun."[15]
Bu iki ayet-i kerime dört maddeyi içine almaktadır:
Adaletle hükmetmek
Allah için olması.
Adaletle şahitlik yapmak.
Allah için olması.
Nisa süresindeki ayet-i kerime adaletle ve Allah için şa­hitlikle has kılındı. Maide süresindeki âyet ise Allah için ada­leti yerine getirmek ve adaletle şahitlik yapmakla has kılın­dı. Bunda çok değerli sırlar vardır. Şu anda zikr etmemiz bu­na münasip değildir.
Sonra AHah-ü Teala şöyle buyuruyor
"Kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhinde olsa."
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-ü Teala adalet­le hükmedilmesini ve herkesin aleyhinde şahitlik olmasını en çok sevdiği insanlar olsalar bile emretmektedir. O, ada­letle hükmeder. Gerek kendi aleyhinde, ana babasının aley­hinde veya en çok sevdiği yakınları aleyhinde olsun. Eğer o, kendine, ana babasına ve yakınlarına olan sevgisi hakkı yerine getirmeyi engelliyorsa ve özellikle sevmediği ve kalbinden buğz ettiği İnsanlardan yana hak olsa, işte bu zor durumda hakkı hiç kimse yerine getiremez. Ancak Al­lah ve Rasulü kendisi için her şeyden daha sevgili olanlar müstesnadır. îşte bu durumda kul imanını imtihan eder. O zaman imanını kalbindeki yerini ve mertebesini bilmiş olur. Bunun aksinde kul kendisine karşı gelen ve düşmanlarına adil olmasıdır. Çünkü onun kızgınlığı onlara zulmetmesine götürmemesi gerekir. Nasıl ki onun kendi nefsini, ana baba­sını ve akrabalarına olan sevgisi onlara adaletle hükmünü bıraktırmaması gerekir. O kızgınlığı onu batıla sokmasın ve onun sevgisi de hakkı yerine getirmekten alıkoymasın. Ba­zı selefi salihin dediği gibi.
"Adil olan kızdığı zaman kızgınlığı onu batıla sokmaz. Razı olduğu zaman da rızası onu haktan saptırmaz." Bu iki ayet-i kerime bu iki hükmü içine almaktadır. Sevdiklerinin aleyhinde de olsa adaletle hükmetmek ve adaletle şahitlik yapmak. Sonra Mevla Teala devamla şöyle buyuruyor
"Haklarında şahitlik yaptıklarınız fakir olsun, zengin olsun, Allah onlara sizden daha yakındır."
O Allah onların rabbi ve efendileridir. Onlar da onun kul­larıdır. Siz de onun kulları olduğunuz gibi o zaman zengi­ni zengin olduğu için fakiri de fakir olduğu için onlardan ya­na olup taraf çekmeyiniz. Şüphesiz Allah onlara sizden da­ha yakındır. Bu ayetin bu tefsirinden daha güzel tefsir ya­pılmıştır. Şöyle ki "Onlar, fakirin ve zenginin üzerine ada­letle hükmedip şahitlik yapmaktan çekinmişler. Zengine gelince malı yok olur korkusuyla fakir ise zaten onda birşey yoktur diyerek yok olmasından korktukları için. Bu durum göze alınarak hak ile adaleti üzerlerinde icra etmekte gev­şeme oldu. O zaman onlara şöyle denildi "Allah fakire ve zengine sizden daha yakındır." Zenginin halini daha iyi bi­lir. Fakire sizden daha rahmetlidir. O halde zengin ve faki­rin üzerinde hak ile hükmetmeyi bırakmayınız. Sonra devam­la Mevla Teala şöyle buyurdu "Hislerinize kapılıp adalet­ten sapmayınız." Allah kullarına adaleti terketmeye se­bep olan hislere kapılmaya nehy etti. Ayetteki "İn ta'dilu" cümlesi mahallen mensubtur. Mefulun leh olduğu için. Bas-ralı alimlere göre ayetin takdiri şöyledir "Adalet etmenizden korktuğunuz için veya sakındığınız için o taktirdeki hisle­rinize kapılmanız adil davranmanızdan korktuğunuz için veya ondan kaçındığınız içindir."
Küfe alimlerinin taktirine göre ise "Adalet etmemeniz" demektir. Fakat Basra alimlerinin taktiri daha açık ve daha güzeldir. Sonra devamla Allah-ü Teala şöyle buyuruyor "Şahitliği eğer büker veya şahitlik etmekten kaçınırsa­nız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Nok­san sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala hakkı gizleme­nin iki sebebini zikretti. Sakındırarak ve cezasını bildirerek. İki sebepten biri bükmektir. Diğeri de yüz çevirmektir. Mevla Tealanın delili zahir olur ve onu bir yol ile savunmak için kimseyi bulmazsa ve sırtını çevirip onu söylemekten di­lini tutarsa o zaman o kimse şüphesiz dilsiz şeytan olur. Ve bazen onu (delili) büker ve tahrif eder. Bükme iki çeşittir. 1. Lafızda bükme. 2. Manada bükme. Lafızda bükme ise o lafzı hakkı doğruyu gerektirmeyecek şekilde söylemektir. Bu da ya bir lafız eklemekle veya eksik söylemekle veya baş­ka bir lafızla değiştirmekle olur. Bir de o lafzı kullanırken muhatabına o lafzı söyler gibi davranıp başka lafzı kastet­mesi gibi. Bu şekil davranış yahudilerin peygamberimize ve başkasına selam verirken dillerini bükmeleri gibidir. Bu, bükme çeşitlerinden biridir. Manada bükme; bu da konuşa­nın kastettiği şeyin hilafına lafzı tevil edip değiştirmesidir. Ve istemediği muhatabı bilmediğinden veya bazı şeyleri ondan istediği için o lafızdan eksiltmesi. Buna benzer ma­nayı bükme çeşitleri. Allah şöyle buyurmaktadır
"Eğer büker yahut şahitlik yapmaktan kaçınırsanız biliniz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır."[16]
Şahit kendisinden şahitliği gizlemeden ve değiştirmeden olduğu gibi yerine getirmekle istenmiş olunca kaçınmak ta gizlenmek gibi kabul edildi. Bükmek te şahitliği değiştirme­nin aynısı kabul edildi. Bu ayetteki gizli ilim hazinelerini iyi düşün.
Bundan gayemiz, şu ki vacip olan kendisi olmadan, ima­nın ismi veya iman tam olmaz. Ancak naslara kabulle ve onlan almakla sevgisini gösterip halkı onlarla amel etmeleri­ne davet etmek, karşılık vermesiyle olur. Bazen itirazla ba­zen de bükme ile karşılık yapma olmaz. Allah şöyle buyur­maktadır
"Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdikleri zaman inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur."[17]
Bu nas şuna delalet etmekfedir( Ne zaman herhangi bir meselede Allah ve Rasulüne ait bir hüküm sabit olursa, şüphesiz hiç kimse o hükmün yerine başka bir hükmü ken­di nefsine seçemez ve onu hiçbir mümin kadın ve erkek yap­masına hakkı yoktur. Bunu yapmak imana aykırı olduğuna delalet etmiştir. İmam-ı Şafii'den, sahabe, tabiin, onlardan sonra gelenlerin buna icma ettikleri rivayet olunur. Şöyle ki; "kim Rasulullahın sünnetini açıkça görse başkasının sözü­ne gidip onu bırakamaz." Bu sözün doğru oluşu hakkında is-lamm büyüklerinden hiçbiri itiraz etmemiştir. Çünkü bütün insanlığın kendisine tabi olmasının farzlılığım İmam-ı Sa­finin aktarmış olduğu insanlardan değil bilakis o Rasululla­hın ki o masum ve nefsinden konuşmayanın sözüdür. Fakat başkasının sözünden aktarma yapmanın gayesi nasların önüne alınması ve onlara muarız olması bir yana onlara uymanın cevazı olduğu içindir. Doğrudan sapıp rezil olmak­tan Allah'a sığınırım. Allah buyuruyor ki
"Allah'a itaat edin, Rasulüne de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, Rasulümüzün görevine dü­şen, apaçık bildirmek ve duyurmaktır."[18]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala, hida­yetin RasuluÜaha itaat etmekle olacağını, başkasına tabi olmakla olamayacağını haber vermektedir. Çünkü hidayet şarta bağlanmıştır. Şartın kaybolmasıyla, o da yok olur. Bu çoğu insanların bunda hata yaptığı gibi ayetin mefhumunun delaletinden değildir. Ve onda delalet etmesi için, onu açıklamaya muhtaç olduğunu zannediyorlar. Mefhumun delil oluşunun açıklanması değil bilakis şartlara bağlanıp tertip edildi. Eğer şarta bağlı kılınmaz ise o (hidayetin) şartı olma­dığı için, o da (hidayet te) yol olur. Böyle olmasaydı ö za­man onun şartı olmazdı.
Bundan bu hüküm sabit olunca o halde bu ayet-i kerime, itaat olmayınca hidayetin olmayacağına delildir. Allah'ın sö­zündeki fiilin tekrar edilmesinde o da "Etiullahe ve etiu'r-rasule" dir. Çok hoş ve değerli sır vardır. Bunu yakında zikredeceğim, inşaAUah.
Allah-u Tealanm "Eğer yüz çevirirseniz biliniz ki, kendisine (peygambere) yüklenilen vazifeden mesul­dür." Ayetinin (arapça yazılışı) "Fe in tevellev feinnema aleyhi ma hummile" sözündeki "Tevellev" kelimesi mu-hattap fiili olup aslı "Tetevellev" idi. Dilde hafiflik olması için iki ta'dan biri hazf edildi(silindi). "Tevellev" oldu. O taktirde ayetin manası şudur "Muhammed, risaleti eda etmek ve onu bildirmekle, sorumlu kılındı. Siz ise ona itaat edip, teslimiyet göstermek ve onun emrine boyun eğmekle, sorum­lu kılındınız." Nitekim peygamber efendimiz; "Allah'tan açıklamak, RasuluIIah'tan bildirmek, size de teslimi­yet"[19] (itiraz etmeden kabul etmek) buyurmuştur. Eğer siz sorumlu kılındığınız şeyi (iman ve itaat) terk ederseniz bu durum aleyhinize olur, onun aleyhine değil. Çünkü o ima­nınızdan sorumlu kılınmamıştır. O ancak size risaleti bildir­mek ve onu yerine getirmekle sorumlu kılınmıştır.
"Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursu­nuz. Peygambere düşen sadece açık seçik duyurmak­tır."[20]
Onları doğru yolda tutması ona vacip değildir. Allah-ü Teala başka bir ayette
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de itaat edin. E-ğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahi-ret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu (anlaşmazlığı­nızı) Allah'a (kitabına) ve rasulüne götürünüz. Onların ta­limatına göre halledin. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir."[21]
buyurmaktadır. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala kendisine ve Rasulüne itaat edilmesini emretmekte­dir. Ayet-i erimeyi nida harfi "Ya" ile iman ismini birlikte söyleyerek başlattı. Çünkü iman isminin gereği onların ken­disi ile çağrılıp ve muhatap olmalarıdır. Araplarda şöyle de­nildiği gibi; "ey Allah'ın fazlı, keremiyle zengin olan ve ona bol nimetler veren kimse iyilik yap, Allah'ın sana iyilikte bu­lunduğu gibi. Ey bilgili, ilminle insanlara öğret ve ey hakim hak ile hükmet" vesaire benzeri sözler. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerimde çoğu kez ayete başlarken hitapla başlanır. Örneğin;
"Ey iman edenler! oruç size farz kılındı."[22]
"Ey iman edenler, namaza çağrıldığınız vakit"[23]
"Ey iman edenler akitlerin gereğini yerine getirin[24]
Bu ayet-i kerimenin bu şekilde söylenmesinde şuna işa­ret vardır. Eğer siz gerçekten mümin iseniz o zaman iman sizden şunu ve şunu gerektiriyor. Çünkü bu imanın tamamı ve gerektin cilerindendir.
Sonra Mevla Teala;
"Ey iman edenler Allah'a itaat edin ve rasulüne, siz­den emir sahiplerine de itaat edin."[25] buyurmaktadır. Bu ayet-i kerimede Allah'a itaati, Rasulüne ve emir sahiplerine itaati birleştirdi. Bu itaatler üzerine tek bir amili tayin etti. Sanki bu ayetteki emir, akla bunun ak­sini ifade ettiğini gösteriyor gibi. Çünkü kim Rasulullah'a itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Ancak bu ayetteki du­rum böyle münasip görülmüştür. Bu ayetteki emirde çok in­ce ve hoş bir sır vardır. O da Rasulullah neyi emrediyorsa ona itaat etmek vacip olur. Bu emir Kur'an-ı Kerim'de, Ra-sulullahın emri gerek tek veya Allah'ın emriyle yazılışta bi­tişik olmasın. Kur'an-ı Kerimde o emir hiç zikredilmese de ona itaat vacip olur. Bundan dolayı bazıları onun emri Kur'an'da yoksa ona itaat etmek vacip değildir zannetmesin­ler. Nitekim bunların hakkında peygamber efendimiz şöy­le haber veriyor
"Yakın bir zamanda karnı tok koltuğuna yaslanmış olduğu halde kişiye benim emrimden bir emir gelir. Ve ondan itaat etmesi istenir. O da o emrime karşı öyle ce­vap verir. Benimle sizin aranızda Allah'ın kitabı vardır. Onda hangi emri bulursak ona tabi oluruz. Dikkat edin. Bana verildi ve onunla beraber, ona benzeri de (o da sünnetidir) verildi."[26]
Emir sahipleri ise emirleri Rasulullahm emrine uygun ol­madıkça onlara itaat etmek vacip değildir. Onların emirle­rine müstakil olarak itaat etmek yani kendi arzularına göre emrettikleri zaman o emre itaat vacip değildir. Peygamber efendimiz sahih bir rivayetle şöyle buyuruyor
"Kişiye sevilen şeyde ve sevilmeyen şeyde o emri din­leyip itaat etmesi gerekir. Masiyetle emredilmediği müd­detçe eğer masiyet yapılmasını emredilirse o emre ne ku­lak verilir ne de itaat edilir."[27]
Bu mananın tekrar edilişinin gerekliliğini iyi düşün. Al­lah (c.c.)'m şu sözü "Allah'a ve rasulüne götürün." "Rud-
duhu ilallahi ve rasulihi" "Rudduhu" fiilini tekrarlamadan yani "Rudduhullahe ve rudduhu ila rasulihi" demeden tek bir fiille ikisini "Allah ve Rasul" kelimesine bağlayarak zikret­ti. Çünkü bir emri (işi) Kur'an'a götürmek o emri (işi) Allah'a götürmek ve Rasulüne götürmek demektir. Hangi şeye Al­lah hükmederse o hüküm Rasulullahm hükmünün aynısıdır. Ve bunun aksi de aynıdır. Eğer siz birşeyde çekişir ve o çe­kişmenizi çözüme kavuşturmak için Allah'a (yani kitabına) götürürseniz muhakkak ki onu Rasulüne götürmüşsünüz demektir. Yine aynı durumu Rasulullah'a götürürseniz şüp­hesiz onu Allah'a götürmüşsünüz demektir. Bu da Kur'an'ın sırlarından biridir. Ahmet İbn-i Hanbel'in emir sahipleri hakkındaki rivayeti farklı olmuştur. Ondan emir sahipleri hakkında iki rivayet vardır; biri Onlar alimlerdir; ikincisi Devlet reisleridir. Bu iki sözü de bu ayetin tefsirinde saha-be-i kiramın söylediği sabittir. Doğrusu bu ayet-i kerime bu iki sınıfı kapsamıştır. Şüphesiz emir sahibi olan alimler ve devlet reisleri, Allah'ın rasulüne göndermiş olduğu kitabı ko­rumakla yükümlüdürler. İlim adamlarının yükümlülüğü o ki­tabın hıfzı açıklanması tahrif edenlere karşı reddiye yapmak ve korumaktır. Kur'an-ı Kerim'de alimlerin vekaletine yü­kümlülüğünü zikretmiştir. Mevla Teala şöyle buyuruyor
"Eğer bunlar inkar etselerdi, derhal biz onları in- . kar etmeyecek bir toplumu onlara vekil bırakırdık."[28]
Bu ne büyük ve zor bir vekalet. Öyle ki bunlara(alimle-re) itaat edilip emirlerine uymayı gerektiren bir vekalettir. Devlet reisleri ise Kur'an'la amel etmeye, onu korumaya, ci­hat yapmaya, insanlara bununla (kitapla) amel ettirmeye ve kim ondan yüz çevirirse yakalayıp gereken cezalandırma­yı yapmakla yükümlüdürler.
Bütün insanlar ve müminler bu iki sınıfa tabidirler. Son­ra Mevla Teala şöyle buyurdu
"Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Al­lah'a (kitabına) ve Rasulüne götürün. Eğer Allah'a ve ahi-ret gününe gerçekten inanıyorsanız."[29]
Bu kesin delildir. İnsanların hangi konuda anlaşmazlığa düşerse düşsün. Onu ancak Allah'a ve Rasulüne götürmesi gerekir, başkasına götüremezler. Kim başkalarına götürür­se şüphesiz cahiliyye hükümlerini çağırmış olur. Bu halde o kul iman dairesine girmiş olmaz, ta ki anlaşmazlığını Al­lah'a ve Rasulüne götürmedikçe. Bundan dolayı Allah-u Teala "Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyor­sanız" buyurdu. Bu da (az önce zikrettiğimiz) şart cümle­sidir. Bu şartın bulunmaması halinde, o şartın koşulu da ol­maz. Bu da kim ki Allah ve rasulünden başkasının hükmü­ne giderse o kimse inanma gerekçesinin dışında olur. Şifa ve açıklama açısından muhaliflerin iddiasının belini kıran, müminlerin inancını koruyan bu ayet-i kerime kafidir. Mu­haliflerin iddiasını çürüterek belini kıran müminler bu aye­tin emrine yapışan ve doğrultusunda amel eden müminleri korumaktadır. Mevla Teala şöyle buyuruyor
"Helak olanın açık bir delille helak olması yaşayan da açık bir delile yaşaması için. Şüphesiz Allah ziyade işi­ten ve bilendir."[30]
Selefi salihin ile onlardan sonra gelenler (halefler) Allah'a götürmenin, kitabına olduğu, rasulüne ise hayattayken ona vefatından sonra sünnetine götürmek olduğuna ittifak etmiş­lerdir. Sonra Mevla Teala şöyle buyuruyor
"Bu hem daha hayırlı hem de netice bakımından da­ha iyidir."
Yani size bu emrettiğim şeyi o da bana ve Rasulüme ve sizden olan emir sahiplerine etmeniz anlaşmazlığınızı da ba­na ve Rasulüme getirmeniz, dünya ve ahiretiniz için daha ha­yırlıdır. Bu da iki cihandaki mutluluğunuzdur. Yine bu si­zin için daha hayırlıdır. Netice bakımından daha güzeldir.
İşte bu ayet Allah'a ve Rasulüne itaati ve Allah'ın ve Rasu-lünün hükmünü kabul etmenin dünya ve ahiret mutluluğu­nun sebebi olduğuna delildir. Kim bu alemin içinde bulunan kötülükleri düşünürse, bu kötülüğün sebebi Rasulullaha karşı gelmek ve ona itaat etmemekten kaynaklandığını ve alemde bulunan bütün iyiliklerin sebebi de ona itaat et­mekle olduğunu görür. Aynı şekilde, ahirette görülecek el­em verici (acılı) hallerin, zorlukların ve kötü durumların se­bebinin ancak Rasulullaha dünyada iken karşı gelmenin neticesinde olduğunu görecektir. O halde dünya ve ahiret kö­tülüğü Rasulullaha karşı gelmeye dönüşüp bağlanmıştır. Şayet insanlar Rasulullaha gerçek anlamıyla itaat etseler, yer­yüzünde asla kötülük kalmazdı. Bu kötülüklerden maksadın, genel anlamdaki kötülükler olduğu malumdur. Bunun gibi­dir kişinin kendi nefsinde bulunan kötülük, acı ve duyduğu gam da bunların tek sebebi Rasulullaha karşı gelmektir. Çünkü ona itaat etmek bir kale gibidir. Kim ona girerse emin olur, o (itaat) sığınaktır. Ona kim sığınırsa kurtulur. Bundan biliniyor ki dünya ve ahirette olan kötülüğün ve aza­bın oluşu Rasulullahm getirmiş çlduğu kitabı (Kur'an'ı) bilmemekten onun emir ve yasaklarının dairesinin dışına çı­kılmasından kaynaklanmaktadır. Kurtuluşun ve saadetin olmayacağına ancak Rasulullahm getirdiği kitabı bilip ve onunla amel etmeden kurtuluşa ve ebedi saadete kavuşula-mayacağına kesin bir delildir bu (ayet-i kerime). Bu sa­adetin (mutluluğun) kemali iki başka şeye bağlıdır. Biri halka buna (Kurana) çağrıda bulunması. İkincisi O çağrıya karşı sabırlı olup çalışmasıdır. O taktirde insanlığın kema-latı (tam ve mükemmel oluşu) bu dört mertebede kuşatılmış oldu.
Rasulullah'ın getirdiği şeyi (Kur'an-ı Kerim ve sünneti) bilmek.
Onunla amel etmek.
İnsanlar arasında yaymak ve ona çağrıda bulunmak.
Bunu eda ederken sabırlı olup cihadına devam etmesidir.
Kim himmetin, sahabe-i kiramın yaşama tarzını (meto­dunu) bilmek isterse ve onlara tabi olmayı murat ederse onların gerçek yaşama şekli bu dört mertebededir.
Mevla Teala Rasulüne şöyle buyurdu
"De ki Eğer (haktan) saparsam kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulursam bu da rabbimin ba­na vahyettiği (Kur'an) sayesindedir. Şüphesiz o yakındır, işitendir."[31]
Bu ayet-i kerime Rasulullahın doğru yolda oluşunun va­hiyle olduğuna açık bir delildir. Farklı görüşe sahip, fikir­lerinde ve sözlerinde ayrılık bulunan kişiler kendi başları­na doğruyu nasıl bulabilirler, şaşarım? Fakat
"Allah kimi hidayet ederse işte o hakka ulaşmıştır. Ki­mi de saptırıp hidayetten mahrum ederse artık onu do­ğruya yöneltecek bir dost bulamazsın."[32]
Doğruluğun vahiy ile hasıl olmayacağını ve onun falan kimsenin aklına ve filan kimsenin görüşüne başvurarak Zeyd'in ve Amr'ın sözüne bakarak, doğruluğun bulunacağı­nı iddia eden kimseden doğru yoldan daha fazla sapan kim olabilir ki? Şüphesiz bu büyük bela ve mu'sibetten korunan kimsenin üzerindeki Allah'ın nimeti çok büyüktür. Allah'a hamdü senalar olsun.
Allah-ü Teala şöyle buyuruyor
"Kendisiyle insanları uyarman, inananlara öğüt ver­men için sana indirilen bir kitaptır. Onun için bunu tebliğ ederken kafirlerin inkarından ötürü kalbinde bir sıkıntı olmasın. Rabbinizden size indirilene uyun, ondan başkasını dostlar edinip peşlerine düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz."[33]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala Rasu-lullaha indirmiş olduğu kitaba tabi olunmasını ve başkası­na uyulmamasını emrediyor. Bu emir ancak indirilene uyul­ması içindir. Ancak ondan başkasını dost edinenlere uyan­lar ise, bunların arasına vasıta koymamıştır. Her kim vahye uymazsa batıla tabi (uymuş) olur. Allah'tan başkasını dost edinenlere uymuş olur. Bu durumda apaçık bellidir, kendi­sinde gizlilik olmayan durumdur. AUah-ü Teala şöyle buyu­ruyor
"O gün zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der keşke o peygamberlerle birlikte yol tutsaydım, ne yazık bana! Keşke falanca kimseyi dost edinmeseydim çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken, o, hakikatten beni saptırdı. Şeytan, insanı uçuruma sürükleyip sonra yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta."[34]
Her kim Rasulullah'tan başkasını dost edinir ve Rasulul-lahm getirdiği kitabı bırakır ve kendi görüşüne göre yaşa­maya kalkışırsa şu sözleri söyleyecektir. Bundan dolayı dost kelimesi filan kelimesi ile kinaye yapılmıştır. Çünkü her kim Allah'tan başkasını dost edinip kendisine uyulanlar fa­lan ve filandır. İşte bu Rasulullaha karşı yapılması için ya­pılan şahısların dostluk kurma halidir. Neticede bu dostluk adalet, kin ve lanete dönüşecek bir dostluktur. Nitekim Al­lah (c.c.) şöyle buyurmaktadır
"Allah'a saygı duyup kötülükten sakınanlar müstes­na olmak üzere dünyada iken kötülükte dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler."[35]
Bunlar ve bunlara uyanların hali Kur'an'da başka bir yerde de zikredilmiştir. Şöyle ki
"Yüzleri ateşte evirilip çevirildiği gün eyvah, biz de keşke Allah'a itaat etseydik derler. Ey rabbimiz! Biz re-
islerimize ve büyülerimize uyduk ta onlar bizi yoldan saptırdılar, derler. Rabbîmiz onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov."[36]
Onlara fayda vermediği günde Allah ve Rasulüne itaat edip uymayı temenni edecekler. Dünyada iken uymamala­rının sebebi olan, reislerine ve büyüklerine uymalarını ma­zeret olarak gösterecekler. Fakat özürlerinin makbul olma­yacağını da itiraf ettiler. Onlar reislerine ve büyüklerine uyup, peygambere karşı gelmeleri, onların bu fiili şunu söylemeye dönüştü.
"Rabbimiz onlara iki kat azap ver ve onlara büyük bir lanetle lanet et" (rahmetinden kov).
Bazılarına göre bu ayet akıllılar için ibret ve şifa dolu bir vaazdır. Başarı Allah'tandır.
Allah-u Teala buyuruyor ki
"Kim Allah'a iftira eden ya da onun ayetlerini yalan­layandan daha zalimdir? Onların kitaptan nasipleri ne ise kendilerine verilecektir. Sonunda elçilerimiz (me­lekler) gelip canlarını alırken derler ki Allah'ı bırakıp-ta tapmakta olduğunuz tanrılar nerede? onlar da biz­den kaybolup gittiler derler. Kafir olduklarına dair ken­di aleyhlerinde şahitlik ederler. Kıyamet gününde Allah onlara diyecek ki sizden önce geçmiş cin ve insanlar toplulukları arasında siz de ateşe girin, her ümmet gir­dikçe (uydukları) yoldaşlarına lanet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca sonra­kiler, öncekiler için ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar sap­tırdılar, onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver Allah'tan onlara her biri için bir kat daha fazla azap vardır fakat siz bilmezsiniz diyecektir. Öncekiler de sonrakilere derler ki sizin bize bir üstünlüğünüz yok, o halde siz de kazandıklarınıza karşılık azabı tadın."[37]
Akıllı olan bu ayetlerin şamil olduğu ibret verici halleri iyi düşünsün. Ayet-i kerimedeki "Kim Allahr«.iftira eden yada onun ayetlerini yalanlayandan daha zalimdir?"
sözlerinde iki batıl sınıfını zikretmektedir. Biri; iftirayı çı­karan ve insanları buna çağırandır. İkincisi; hakkı yalanla­yanlar. Birincisinin küfrü iftira ile yapması batıl olan şeyi meydana çıkarmasıyla, ikincisi hakkı inkar etmesiyle kafir olmuştur. Bu iki sınıf insanlar her batıl olan şeye yönelirler. Buna batıla davetleri ve insanları hak yoldan saptırmaları da eklenirse azaplarının iki kat olmasını hakketmiş olurlar. Bundan dolayı Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır
"Kafir olup ta -insanları- Allah yolundan alıkoyanlar var ya işte onlara yapmakta oldukları bozgunculuklar se­bebiyle azaplarını kat kat arttıracağız."[38]
Bunlara Allah'a küfredip insanları Allah yolundan alıkoy­dukları için iki azap vardır. 1. Kafir oldukları için. 2. İnsan­ları Allah yolundan alıkoydukları için. Ne zaman küfür yal­nız olarak söylenirse o zaman o ayetteki azap kelimesine sa­yı eklenmez. Nitekim şu ayet-i kerime bunun gibidir "Ka­firlere elem verici azap vardır." Allah(c.c.)'ın şu sözü
"Onların kitaptan nasipleri ne ise kendilerine erişe­cektir. Ezelde onlar için neyi rızk olarak taktir etmişse onu alacak ve onlar için taktir edilen müddete kadar ya­şayacaklar dünyada demektir. Sonunda elçilerimiz (me­lekler) gelip canlarını alırken derler ki Allah'ı bırakıp ta tapmakta olduğunuz tanrılar nerede? onlar da bizden kaybolup gittiler, derler."
Yani yok olup ayrıldılar ve onların küfre daveti de yok oldu gitti. Ve kafir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahit­lik ederler. Kıyamet gününde Allah onlara diyecek ki sizden önce geçmiş cin ve insanlar toplulukları arasında siz de ateşe girin , bu topluluğun cümlesi dahilinde olun. Hepsi bir­biri ardından orada toplanınca, sonrakiler öncekiler için her sonradan gelen topluluk önce gelen için
"Ey Rabbimiz, bizi bunlar saptırdılar, onun için on­lara ateşten bir kat daha fazla azap ver" bizleri peygam­bere uymaya engel olup saptırdıkları için onlara bir kat da­ha fazla azap ver
"Allah ta her biri için bir kat daha fazla azap vardır diyecektir." Kendilerine uyulanlara ve uyanlara küfürleri ve sapıklıklarına göre
"Fakat siz bilmezsiniz" yani her topluluk diğer toplu­luğa katlanan azabı bilemez.
"Öncekiler de sonrakilere derler ki: sizin bize bir üstünlüğünüz yok." Çünkü bizden sonra geldiniz ve size de peygamber gelip size hakkı anlattılar. Bizim sapıttığımız gi­bi bizi taklit edip sapıtmanızı da uyardılar. Siz de onların uyarısını reddettiniz, bize uyup taklit edip, peygamberleri­nizin getirdiği hakikati terk ettiniz. Bizim sizden nasıl bir üs­tünlüğümüz olsun bizim sapıttığımız gibi sapıttınız ve hak­kı terk ettiğimiz gibi siz de terk ediniz. Bizim yaptıklarını­zı taklit etmenizle siz sapıttınız. Biz de başka toplulukların sapıklığına uyarak sapıttık. O halde hangi üstünlüğümüz var? O halde siz de kazandıklarınıza karşı azabı tadın. Allah için ne mükemmel nasihattir ve ne çok şifası olan vaaz (ö-ğüttür) dır bu ayetler . Kalplere tesadüf ederse hayat dolar­lar. Şüphesiz bu ayetler ve benzerleri Allah yolcusunun kalbinin zikrini artıran ayetlerdir. Fakat başıboş gezenler ise bundan haberdar olamazlar. Allah'tan başkasını sevmek ve onunla dost olanların haline gelince bu hal sapıklıkta ortak olan kendisine uyulan ve onlara uyanların hükmüdür. An­cak peşlerinden gelip uydukları topluluğa muhalif olanlar uy­duklarının yolundan ayrılıp bizim yolumuz var, sizin yolu­nuza uğramayacağız diyenler, bunların hakkında Kur'an'da şöyle bahsedilmektedir
"O zaman görecekler ki kendilerine uyulup arkaların­dan gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve onda her iki tarafta azabı görmüştür. Nihayet arala­rındaki bağlar kopup parçalanmıştır. Onlara uyanlar şöyle derler ah keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların bizden uzaklaştıkla­rı gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık. Böylece Allah on­lara işledikleri bütün işlerini kendilerine hasret, piş­manlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkmazlar."[39]
Bu uyulanlar doğruluk üzere idiler. Onlara uyanlar ise bunların metoduna ve yollarına uyduklarını iddia ediyorlar­dı. Halbuki onlara muhalif oluyor ve başka yollara gidiyor­lardı. Onları sevdiklerini iddia ediyorlar, muhalif (aykırı) ol­dukları halde bu iddiaların onlara fayda vereceğine inanıyor­lardı. Kıyamet gününde ise onlardan uzak kalmayı temen­ni edecekler. Çünkü onlar dünyada iken Allah'tan başka dost edindiler. Ve bu edinmeleri kendilerine fayda verecek san­dılar. Bu durumda Allah ve Rasulünden başkasını kendine dost edinenlerin halidir. Onlar için dostluk kurar. Onlar için düşmanlık taslar, onların sevdiğini sever, sevmediğini sevmezler. Yapmış oldukları bu âmellerin hepsi boş ve ba­tıldır. Bu amellerinin zahmetinden ve çokluğundan dolayı hasret ve pişmanlık duyacaklar. Çünkü Allah ve Rasulüne sevgisini, buğzunu, savunmasını ve tercihini başkasından so-yutlamadı. Allah-u Teala da onun bu amelini iptal etti. Ve onlarla bağlılık sebeplerini kesti. Bu taktirde kıyamette de aralarındaki bağlar, vesileler Allah'tan başkasına olan dost­luklar da kesilir. Ve kul ile rabbi arasındaki bağlayıcı sebep­ten başkası kalmayacaktır. O da Allah ve Rasulüne olan hicreti, kulluğunu yalnız Allah'a yapması, onun gereği olan, sevmek, sevmemek, vermek, vermemek, dostluk, düşman­lık, yaklaştırma, uzaklaştırma, Rasulüne uymasını başkası­na uymaktan soyutlamak, getirmiş olduğu kitaba aykırı olan şeyleri bırakmak, yüz çevirip önemsememek, kitabına olan uyumluluğunu.başkasına yönelmesinin kiri ve pasların­dan tamamen kendini soyutlayıp, arındırmak. Ona başkası­nı ortak etmekten öte başkasının sözünü önüne geçirmek bi­le ondan soyutlaması gerekir. İşte bu hal kıyamette kul ile rabbi arasında kesilmeyen bir sebebidir. Kul ile rabbinin ara­sındaki nispette budur. Sırf ona olan kulluk nispetidir. Bu da öyle bir kazığa bağlı bir ip ki onu çevirdikçe dönüşü en son o kazığadır.
Bu nispet kula faydalı olan nispettir. Bu üç diyarda (dün­yada, mezarda, ahirette) başka nispetin ona faydası yoktur. Bu üç diyardan gaye dünyadaki hayatı, alem-i berzahta ve ahiretteki hayattır. Bu nispet olmadan düzgün olması nimet­ler içinde yaşaması, kurtuluşu ve bahtiyar olamaz. Bu nis­pette kul ile rabbi arasındaki bağlayıcı sebeptir.
Bundan gayem şudur. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala kıyamet gününde dünyadaki kulların bağlılık sebeplerini ve alakalarını keser. Ancak kul ile rabbi arasın-dakini kesmez. O sebeple kulluk nispetidir. O da peygam­berlerin (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) olan bağlılıkla­rını ve uyumluluklarını başkalarına bağımlı olmaktan ken­dini soyutlamakla ancak olur. Bu kulluk vazifesi onların (peygamberlerin) dilleri üzerinden aktarıla gelmiştir. Onlar olmadan kulluk nedir bilinmiyordu. Onlara uymadan kulluk vazifesini yapmaya hiçbir yol yoktur. Mevla Teala şöyle buyürüyor
"Onların yaptıkları her bir iyi işi dikkate alırız fakat onu saçılmış zerreler haline getiririz."[40]
Kul dünyada iken peygamber yoluna uymayıp sünneti­ne yüz çevirerek yaptığı iyiliklerdir. Allah onları saçılmış zerreler haline çevirecektir. Onlarlan hiçbiriyle faydalanma-yacaktır. Bu durumda kul için Kıyamet günü en büyük has­ret çektirici durumdur. Kul o anda yaptığı iyiliklere her za­mandan daha çok muhtaç olur. Ama amelinin boşa gittiği­ni görecektir. Ancak faydalı amellerde çalışması sebebiyle saadet ehli mutluluğuna kavuşmuştur. Saadet ehline uyan­ların iki hükmü vardır Birincisi; onlara belirli hükümlerde uyanlar, Allah'ın haklarında dediği kimseler de onlardır. Şöyle ki;
"İslam dinine girme hususunda öne geçen ilk muha­cirler ve ensar ile onlara güzellikle uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur, Onlar da Allah'tan razı olmuş­tur."[41]
îşte kendilerine Allah'ın rızası sabit olan saadet ehli bunlardır. Rasulullah'ın ashabı bunlara iyilikle uyanlar. Bu iyilikle uyanlar topluluğu yalnız sahabeyi görenlere has bir kavram değildir. Bu ayetteki iyilikte uyanlar (tabiinler) olarak sahabeyi görenlere has tutulması örfi bir tahsistir. On­lardan sonra gelenlere (tabiin) uyanlar denmesi ise sonradan gelenlerden farklılıklarını o çağda yaşamış olduklarını ayırt edebilmek için de söylenmiştir. Yoksa sahabenin yoluna kim iyilikle uyarsa o da onlara iyilikle uyanlar(tabiinler)dandır. Onlar Allah'ın kendilerinde razı olduğu onların da Allah'tan razı olanlarıdır. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala bu uymayı iyilikle kayıtlı kıldı. Uyma kavramını ka­yıtsız olarak mutlak bir şekilde zikretmemiştir. Bir taraftan uyan ve başka taraftan karşı hareket yapıp muhalif olan uyma değildir. Fakat o iyilikle yapılan kesintisiz uymadır.
kelimesindeki harfi musahabe (birliktelik) manasını ifa­de etmek içindir. Uymadaki iyilik onların Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmalarına şart kılınmıştır. Allah (c.c.) bunların hakkında şöyle buyurmaktadır
"Çünkü ümmiler arasında kendilerine ayetlerini oku­yan onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen odur. Halbuki onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. Bu peygamber mümin­lerden henüz kendilerine yetişmeyen diğer insanlara da onu öğretir. O azizdir, hakimdir."[42]
İlk önce bulunanlar Rasulullah'a yetişip ona iman edip sohbetine katılanlardır (Bunlara sahabe denir.) henüz Rasulullaha yetişemeyip fakat önceden bulunan sahabelere kıyamete kadar gelecek müminlerdir. O halde buradaki üs­tünlük mertebesi onlardan sonra gelmiş olmalarıdır. O hal­de mertebelerinin düşük oluşu onlardan (sahabeden) sonra gelip onlara kavuşamadıkları içindir. Bu iki kelime birbirin­den ayrılmayan iki şey gibidir. İşte bu iki sınıf saadet ehli olanlardır. Fakat kim Allah'ın peygamberine gönderdiği kitabı kabul etmez, başını onunla dik tutmazsa o da üçüncü sınıf olanlardan olur. Onlar da ayet-i kerimede buyuruldu-ğu gibi şunlardır.
"Kendilerine tevrat yükletilen sonra onu taşımayan­ların durumu koca koca kitaplar taşıyan merkeplerin du­rumu gibidir."[43]
Allah'ın Rasulü kendisiyle gönderilmiş olduğu kitaba ve davetine nispetle insanları şöyle taksim etmiştir
"Allah-u Teala'mn benimle gönderdiği ilim ve hida­yet bol bir yağmur gibidir. Döküldüğü toprağın bir kıs­mı suyu içine alır, bol miktarda ot ve mahsul yetiştirir. Bir kısmı da sert ve çorak olur, suyu içine almaz, fakat yüzünde tutar. İnsanlar içmek, sulamak ve ekin ekerek bundan faydalanırlar. Bir kısım da yalçın ve kaypaktır.
Suyu içine almadığı gibi yüzünde de tutmaz. Yağan ya­ğmur yüzünden sıyrılıp gider. Ne birşey bitirir ne de kimseye faydası olur. İşte bu bana gönderilen kitabı öğrenen ve gereğiyle amel edenin ve o kitabı kabul etme­yip getirdiğim hidayeti kabul etmeyenin misalidir."[44]
Peygamber efendimiz getirmiş olduğu ilmi bol yağan yağmura benzetti. Çünkü her ikisi hayata sebeptirler. Ya­ğmur bedenlerin hayat bulmasına ilim de kalplerin hayat bul­masına sebeptir. Kalpleri de vadilere benzetti. Nitekim ayet-i kerimede şöyle beyan ediliyor
"Allah gökten su indirdi ve vadiler kendi miktarların-ca sel olup aktı."[45]
Yeryüzünün yağmuru kabul etme açısı üç çeşittir
Temiz, suyu almaya ve ot bitirmeyi kabul eden. Eğer o yere yağmur yağarsa suya kanar ve ondan her çeşit bitkiden bitki yetişir. Bu da zeki, saf ve pak bir kalbe misaldir. O kalp saflığı ve zekasıyla ilmi kabul eder, bu kabulü sayesinde pak olur. Ve hak dini ve hikmetlerinin her çeşidim kabul eder. O kalp ilmi kabul ediyor, ilmin gereğini, fıkhını ve diğer ma­denlerin sırlarından meyvasını veriyor.
Sert ve çorak olan yer. Suyu içine almaz, yüzeyinde bi­riktirir. Bundan insanlar faydalanır. Çünkü onlar yüzeyin­de tuttuğu sudan hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu da ilmi duyduğu gibi öğrenip kalbinde tutana misaldir. Bu­nun gibi kimseler hakkında peygamber efendimiz şöyle bu­yurmaktadır
"Kendisinden daha zeki ve anlayışlı kimselere nice il­im taşıyanlar vardır. Nice ilim taşıyanlar var ki zeki ve anlayışlı değildir."[46] Birincisi, ticaret ve kazanç yollarindan haberdar olan zengin ticaret adamı gibidir. İkincisi, ti­caret ve kazanç yollarını biliyor, fakat tasarruf etmeye gü­cü yetmediği için bilgisini koruyor.
Yalçın ve kaypak olan yer bu da suyu tutmayan ve ot bi­tirmeyen düzlük yerdir. Bu yere yağmur yağsa ondan hiçbir fayda görülmez. Bu da dirayeti, fıkhı ve ilmi kabul etmeyen kalbe misaldir. Bu ancak böyle yalçın ve kaypak yer gibi­dir. Ne su tutar ne de ot bitirir. Bu da aynı zamanda malı ol­mayan ve elinde malı tutamayan beceriksiz fakire misaldir.
Birincisi, alim ve ilmini öğretendir. Bu da basiret üzere Allah'a davet eden peygamber vafislerindendir. İkincisi, duyduğunu ezberleyendir. Bu da bildiğini, bilgisine muhtaç olan ticarette kar etmek isteyen şahısa taşıyor. Üçüncüsü, ne birinciden ne de ikincidendir. Bu kimse Allah'ın hidayeti­ni kabul etmeyen ve başını dik tutmayandır. Bu hadisi şerif peygamberlik davetindeki halkın yerlerini (makamlarını) ve kısımlarını kapsamaktadır. Onlardan iki kısım vardır. Biri; said (kurtulmuş ve cennete girecek olan), diğeri; şakiy. Bu da kafir olan, cehennemlik olan kimsedir.
 
 
Uyanlardan ikinci çeşidi. Bunlar müminlerin zürriyeti olup mükellefiyet hükmü üzerlerine sabit olmayanlardır. Ancak onlar babalarıyla birlikte onlara (babalarına) uyarlar. AHah(c.c) haklarında şöyle buyurmaktadır
"İman eden ve zürriyetleri de iman ile onlara uyan­lar var ya işte biz onların nesillerini de kendilerine kat­tık. Onların amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes ka­zandıklarına karşı bir rehindir."[47]
Nefsine nasihat eden akıllı kimse kendini hangi kısımlar-jan olduğuna bakması lazımdır. Adetlerle aldanmasın, boş ^e batıl şeylerle uğraşmasın. Eğer imanlıların kısmından İse ^endisinden üstün olan tarafa yönelsin. O doğrultuda gev­remeden azimle çalışsın. Allah muvaffakiyet (baş arı) in sa­hibidir. Eğer kafirlerin kısmından ise o kısımdan, imanlıla­rın kısmına geçsin. Zaman varken sonra pişman olup keşke Rasulullah'la birlikte yol edinseydİm, deyip feryat etmeden jjnce. Bunu anlatmamdan gayem çünkü bu birr ve takvaya /Ulah'a ve Rasulüne eliyle, diliyle, kalbiyle yardımcısıyla ve insanlara sevgiyle irşad, talim ve nasihat yapmakla hicret etmeye kastedenlere yardımcı olmaktır. Bu da en güzel şek­lidir. Kim Allah'ın kullarıyla beraber bu şekilde olursa her hayırlı olan şey ona daha hızlı gelir. Allah ta ona kullarının kalpleriyle yönelir. Kalbine de ilim kapılarını açar. Cenne­te girmesini kolaylaştırır. Kimin hali bunun zıttma ise o zaman, tersine muamele görür. Eğer sorarsa "Çok büyük ve zor bîr yolculuğa işaret ettin, peki bunun azığı, bineği ve yo­lu nedir?" sorarsan Derim ki" bu yolculuğun azığı peygam­berlerin sonuncusundan miras kalan ilimdir. Bundan başka azığı yoktur. Kim bu azığı tahsil etmezse evinden çıkmasın ve geride oturanlarla beraber otursun. Geride kalanların boş kalanların arkadaşları sayılmayacak kadar çoktur. On­ları örnek edinsin. Bu almış olduğu örnek insanlar hasret ve pişmanlık gününde ona fayda vermeyecektir." Mevla Teala şöyle buyurmaktadır
"İkiniz de zalim olduğunuz için bugün pişmanlık si­ze hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz azapta müşte­reksiniz.[48]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala bir­birlerini dünyada örnek almalarından dolayı olan istifade­lerini azapla kesti. Çünkü dünyadaki musibetler geneli kap­sar ve teselli verir, musibete uğrayanlara. Birbirini örnek ala­rak. Hünsa'nm şiirde söylediği gibi.
Etrafımda ağlayanlar çok olmasaydı kardeşlerine;
Kendimi Öldürürdüm kardeşim gibi ağlamıyorlar fakat
Kendimi onları örnek alarak teselli ediyorum.
Bu örnek alıştan hasıl olan rahatlama kıyamet gününde, azapta müşterek olanlar arasında olmayacaktır.
Bu yolculuğun yolu(metodu)na gelince: Bütün gücünü harcamakla olur. Temennî ile elde edilmez ve arzularla id­rak olunmaz bu yol ancak şairin dediği gibidir.
Ö'iürücü sıkıntılara dal ve yukarı doğru yüksel
Daima olan izzet ve üstünlüğe sahip olman için
Alçaklıktan korkan bir nefiste hayır yoktur.
Ne de kınayanın kınamasına meyleden himmette.
Bu yola çıkıp atı sırtına binmeye imkan yoktur. Ancak bu iki şeyle olur. Biri: Hak uğrunda kınayanın kınamasına meyletmeyecek. Çünkü kınama atlıyı atından düşürür ve ye­re çakar, onu yerde çakılı bırakır. İkincisi: Allah'a hicreti­ni nefsine kolay gelmesi lazım. Bu halde olursa öne atılır. Tehlikelerden korkmaz. Ne zaman nefis korkarsa o zaman geri çekilir ve dünyaya meyleder. Bu iki durumda sabırlı ol­madan bu yolculuk tamamlanamaz. Kim bu yolculukta az da olsa sabırlı olursa o tehlikeler, yumuşak esen rüzgara dönü­şür ve seni istediğin tarafa alıp götürür. Burada nefsinden korkman gerekir. Çünkü sana en büyük yardımcılarından ve hizmetçilerinden biri olmuştur. Bu hali yaşamayan anla­maz.
Yolcunun bineğine gelince: Allah'a itaat ve ilticada tama­men kendini onun için kesilmek ve her yönüyle ona muhtaç oluşunun şuurunda olmak, ona boyun eğmek, tevekkül et­mek ve ondan yardım dilemek, bunları yaparken samimi ve doğru olmaktır. Nasıl ki hiçbir şeyi olmayan boynu bükük esir düşenin, efendisinin önüne atılıp, ondan önemsenmesi­ni ve dağınıklığını gidermesini ondan fazlı ve keremiyle yar­dım etmesini ve ayıplarını örtmesini isterken o kölenin ha­li gibi olmasıdır. Bunu yapandan, hidayetine, Allah'ın üst­leneceği kimse olması, bu hicret yolundaki konaklama yer­lerinde sıkıntılardan kurtulması umulur. Bu işin başı ve di­reği, kalbini meşgul edip, düşünmeye, kendini bağlayacak şekilde Kur'an'daki ayetleri iyi düşünüp devamlı tefekkür etmektir. Kur'an-ı kerimin manaları kalbinin düşünce yer­lerine yerleşirse o zaman o koltuğuna oturur. Ve tasarruf sa­hibi olur. Emri uyulan emir olur. Bu taktirde ona yolculu-. ğu düzelir. Yolu da belli olur. Rüzgarla yarışırken onun sakin olduğunu görürsün.
Sen dağları görürsünde onları yerinde durur sanır­sın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphe­siz ki o yaptıklarınızdan tamamiyle haberdardır."[49]
"Eğer büyük bir makama işaret ettin bana kapısını aç per­desini çek Kur'an'ın hazinelerine ve harikalarına ulaşmak için ona nasıl çalışıp düşüneceğiz ve halbuki büyük alimlerin tef­sirleri önümüzde mevcuttur. Onların açıklamadıkları şeyler var mıdır?" Sorarsan cevaben derim ki örnek alacağın ve kendine önder tutacağın örnekleri vereceğim. Allah- teala şöyle buyuruyor:
"İbrahim değerli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Zira onun yanına girmişler, selam vermişlerdi. İbra­him de selamı almıştı. Bunlar tanınmamış bir topluluk demiştir. Hemen ailesinin yanma giderek semiz bir da­na kebabı getirmiş, onların önüne sürüp, yemez misiniz, demişti. Derken onlardan endişeye düştü korkma dedi­ler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Karısı hayretle seslenerek geldi. Yüzünü kapayarak ben bir kısır kocakarıyım dedi. Onlar; bu böyledir, rabbin böy­le istemiştir, o hikmet sahibidir, bilendir, dediler."[50]
Sözüm sanadır. Bu ayetlere göz atıp manalarını düşünür­sen ancak şunu görebilirsin: Şöyle ki; melekler, İbrahim'e (a.s.) insan kılığında misafir olarak geldiler, yediler, içtiler ve bilgili bir çocuğu müjdelediler. Hanımı da bu habere hayret etti. Melekler de ona Allah'ın bunu söylediğini dedi­ler; anlarsın ama düşünmen bundan öteye geçemez. Bu ayetlerdeki bazı sırları sana anlatacağım, iyi dinle. Ve İbra­him (a.s.)'e ne övgüleri içine almıştır. Misafirlerin haklan ve ikramları nasıl yapıldı. Batıl ehli felsefecilere nasıl red­diye yapmıştır. Peygamberlik ilimlerinden o büyük ilmi nasıl kapsamıştır. Oluşu ilim ve hikmetle dolu kemal sıfat­lan nasıl kapsamıştır. Ve vaki oluşunu açıklayıp sonra izah eden en ince delillerle öldükten sonra yine dönüşün olacip-ğı imkanına nasıl işaret etmiştir. Allah'ı yalanlayan kavim­lerden nasıl rableri onlardan yüz çevirip intikam aldığını kap­samış ve iman ile islamın arasındaki farkı nasıl kapsadığı­nı zikretmiş. Yine bu ayetler Allah'ın tevhidini (birliğini) açıklayan, peygamberlerin sıdkını, kıyamet gününe nasıl işa­ret ettiğini. Bunlara inananlar ancak ahiret azabından kalbin­de korku bulunanların ancak bu ayetlerden faydalanabilece­ği, ahiret azabından korkmayanların ise bu ayetlerden asla faydalanamayacağını nasıl bu ayetler kapsamıştır. Şimdi bu ayetlerin açıklamasını iyi. dinle.
"İbrahim'in değerli misafirlerinin haberi sana geldi mi." Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala aye­tin konusunu soruyla tertipleyerek konuyu açtı. Fakat bun­dan gerçekten olan soru şekli kastedilmemiştir. Bundan do­layı bazı alimler buradaki"Hel" kelimesi hakikat manasını ifade eden "Kad" manasındadır, dediler. Fakat bunun gibi yerlerde soru manasım taşıyarak zikredilmesinde eşsiz ma­na, ince ve hoş bir sır vardır.
Kişi muhatabına hayret verici bir haberi söylemek ister­se o haberi soru ekiyle bildirip ona doğru çevirir. O haberi önemseyerek bildirmesi gerekir. Haber verilen şeye mu­hatabını uyarmak için bazen "Ela" kelimesini bazen de "Hel" kelimesini kullanır ve muhatabına "Hel amüte ma kane min kiyte ve kiyte" falan şeyin başına geleni biliyor mu­sun. Bu şekilde sorması ya ona uyarı ya da ona nasihatidir veya haberin önemini bildirmek içindir. Allah-u Tealanın şu kavli gibi. "Hel etake hadisu Musa", "Hel etake hadisu'1-hasm" , "Hel etake hadisu dayfi İbrahim'e'l-mukramiyne" "Sana Musa'nın haberi geldi mi, davacıların haberi geldi mi?"
"İbrahim'in değerli misafirlerinin haberi geldi mi?"
Bu şekilde soru ekiyle söylemesi bu kıssaların değerinin yüksek olduğunu ve içine kapsadığı manaları ve hikmetle­ri düşünüp taşınmaya uyarmak içindir. Bunda başka bir du­rum daha var. O da bu ayetlere de bu şekilde bildirilmesin­de peygamberlik alametlerinden bir alamettir. Bu da gayba ait haberlerdendir. Bu haberi ne sen ne de kavmin bilebilir. Bizim sana gönderip bilmeden ve tarif etmeden sana bu haberler geldi mi, yoksa bizim tarafımız hariç başkasından gelmedi mi? Bak işte bu kelamın soru şeklindeki çıkışına. Her taraftan bunun büyük mevkisini düşün. Bu kelamın fe-sahatmdaki en yüksek zirvede olduğuna şahit olacaksın. Allah'ın İbrahim'in değerli misafirleri sözü dostu İbrahim'e Övgüsünü kapsıyor. Değerli sözünde iki kavil (söz) vardır. Biri; İbrahim'in misafirlerine ziyafet çekip ikramda bulun­masıdır. O taktirde İbrahim aîeyhisselam misafirlere ikram ettiği için ona övgü yapılmıştır. İkincisi; onlar Allah katın­da değerlidirler
"Bilakis onlar değerli kullardı." Bu mana da dostu İb­rahim'e övgüsünü kapsamaktadır. Çünkü meleklerini İbra­him'e misafir kılmıştı. Bu her iki taktire göre İbrahim'e (a.s.) övgü yapılmıştır. Allah'ın bu sözü selam vermişler­di, İbrahim de selamlarını almıştı. Yine İbrahim (a.s.)'ın öv­güsünü kapsamıştır. Çünkü onlara verdikleri selamdan da­ha güzel bir şekilde selam almıştı. Çünkü onların selamla­rı "Sellemna aleyke selamen" sana selamla selamladık tak-tiriyle fiil cümlesindeki mansub bir isimle yapılmıştır. İb­rahim'in selamı ise "Selamun daimun ve sabitun mustekar-run aleykum: üzerinize daim, sabit yerleştik selam olsun" taktiriyle kapsamıştır. İsim cümlesindeki merfu isimle yap­mıştır. Şüphesiz isim cümlesi, gereklilik ve devamlılığı ge­rektirir. Fiil cümlesi ise sınırlı oluşu ve yeniliği gerektirir. O taktirde İbrahim (a.s)in selamı daha güzel ve daha mükemmeldir. Sonra Mevla Teala şöyle buyurdu: "Kavmun Munkirun"
"Onlar tanınmamış topluluktur." Bu ayette misafirle güzel konuşma ve ondan hoşlanmama hususundaki İbra­him'in tavrından dolayı ona övgü yapılmıştır. Bu övgü de iki yönlüdür. Biri; mübteda hazf edilmiştir. Taktiri şöyledir. "Entum kavmun munkirun" siz tanınmayan topluluksunuz. Bunları söylerken onları zemmedip yüzlerine karşı söyleme­miştir. Çünkü bu sözde az da olsa ürkütme manası vardır. Peygamber efendimiz de hoşlanmadığı şeyi yüze vurmazdı. Bilakis ne oluyor ki bazı topluluklara şunu ve bunu yapıyor­lar derdi. İkincisi "Kavmun munkirun"sözü inkarın faili hazf edildi. O da misafirleri tanımayandır. Başka bir yerde "Nek-erahum" demiştir. Şüphe yok ki "Munkirun" sözü "Enkera, nekera" sözünden daha hoştur. Ve hemen ailesinin yanma giderek semiz bir dana kebabını getirdi, onların önüne sü­rüp yemez misiniz dedi, bu ayet-i kerime misafire ikramı, ik­ram adabını ve övgü yönlerini kapsamaktadır. O yönlerden biri Allah'ın şu sözü "Ferağa ila ehlihi: hemen ailesinin ya­nma gitti" demek gizlice, hızla gitmek demektir. Bu da mi­safire ikram erken davranmayı kapsar. Gizlenmek ise misa­firi utandırıp mahcup etmeyi kapsar. Bu durum misafirine hizmette ağır davranıp hizmet eden tabaklarını misafirin önünden alarak ve nafaka kesesini önünde açıp parasını sa­yarak veya aldığını tartarak buna benzer misafiri utandırma­yı ve mahcup etmeyi kapsayan hallerde davranmak ise "Rağa" kelimesinin kapsamı dışındadır. "İla ehlihi" sö-zü(aüesine)nde başka bir övgü daha var, çünkü bunda mi­safirler için hazırlanan ikramın ailesi tarafından hazırlandı­ğını bildirmekte ve komşularından ödünç almaya muhtaç ol­madığını ve başkalarının yanına gitmeye gerek olmadığını. Çünkü misafirlerini evinde yerleştirmiştir. "Fecae bi idi semin: semiz bir dana kebabı getirdi" sözünde de övgü çeşitlerinden üç çeşidi kapsamaktadır. Biri; misafirine ken­di eliyle hizmet etmesidir. Çünkü kendisi kimseyi görevlen­dirmedi, ancak bizzat kendisi hizmet etti. İkincisi; onlara hayvanı pişirip bütün olarak getirdi. Parça parça halinde ge­tirmedi, onun en lezzetli yerlerinden diledikleri gibi seçip ye­meleri için. Üçüncüsü; dana semizdir, zayıf değildir. Sığır­ların semiz dana yavrusu en değerli mallardan idi. Ona çok önem verilirdi. Kime bu şekilde misafiri gelip ona ikram et­mek istese böyle bir danayı kesip pişirmesi ve misafirine zi­yafet çekmesi çok zor gelir. Ve "Ileyhim: onlara" sözü öv­gü ve başka adapları da kapsamaktadır. O da misafirin önü­ne yemeği koymaktır. Yemeği hazırlayıp sofra kurulduktan sonra misafirini yemeğe çağıranın hilafmadır (tersinedir). "Ela te'kulun: yemez misiniz" sözünde başka çeşit övgü ve adap vardır. Çünkü yemeği onlara sunmuştu. Yemez misiniz söylemesiyle, bu şekilde konuşması tatlı dille davet etme ifadesidir. Elinizle yemeye başlayınız, geliniz, oturun yemeğe vesaire kaba lafızlar söyleyen bunun zıttına olmuş olur. "Ve onlardan endişeye düştü" sözü de onların yeme­ğinden yemediklerini görünce onlardan kötülük gelir diye korkusunu gizledi. Çünkü misafir ev sahibinin yemeğinden yerse ev sahibi ona karşı yakınlık gösterir ve ona karşı gön­lü rahat olur. Ondan bu endişe ve korkuyu o melekler his­sedince korkma dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müj­delediler. Bu oğlan çocuğu İshak (a.s.)'dır. İsmail (a.s.) de­ğildir. Çünkü İbrahim (a.s.)in hanımı bu habere hayret etmiş, benim gibi kısır koca karılar çocuk doğurur mu, nasıl benim oğlum olsun ki? demişti. İsmail (a.s.) onun cariyesi olan Ha-cer'den doğmuştur. O da genç idi ve onun ilk çocuğunu do­ğurmuştu. Buradaki ayetin açıklamasını Kur'an'da Hud su­resinde yapılmıştır: Şöyle ki:
"Ona da İshak'ı onun ardından da Yakub'u müjdele­dik."[51]
Bu buradaki kıssanın aynısıdır.
Karısı hayretle seslenerek geldi yüzünü kapayarak. Bu ayette kadının aklı zayıf ve yerinde sabit olmadığının ifade­sidir. Çünkü burada haberi duyunca ayıbı(kusuru)nı açıkla­maya acele davranıp yüzünü kapattı ve "koca karı" sö­zünde erkeklerle konuşurken kadın konuşmasını kesip ihti­yaç miktarmca konuşmasında güzel, edepli bir davranış vardır. Çünkü "Acuzun agiymun" cümlesinde mübtedayı hazf etmiştir. O da "Ene" dir. Yani "Ene acuzun akiymun: ben koca karıyım" demedi ve doğurmanın olmayış sebebi­ni zikretmekle yetinip başka şeyleri zikretmedi. Fakat Hud suresinde ise kendisi ve İbrahim(a.s.)deki doğum yapmaya mani olan sebebi zikredip şaşkınlığını açıkça dile getirmiş­tir. Allah-u Teala'nın bu sözü "dediler ki böyledir, rabbin böyle istedi" sözünün kendisine (rabbine) ait olduğunu kapsamaktadır. Ve bu sözü ise o hikmet sahibidir, bilendir emri ve emir yaratmanın merkezi olan ilim ve hikmet sıfat­larının ispatını kapsamaktadır. Allah'ın yarattığı bütün her-şey onun ilmi ve hikmetinden meydana gelmektedir. Yine de emri ve şeriatı(yaşamasi) ilminden ve hikmetinden mey­dana gelmektedir. İlim ve hikmet, kemal ve üstünlük sıfat­larının tamamını kapsamaktadır. İlim, hayatı ve onun gere­ği olan dayanıklılık, kudret, kalıcılık, duymak (işitmek), görmek, kamil olmak vesaire ilmin gerektirdiği sıfatlar.
Hikmet: İradenin kemalini, adaleti, rahmeti, güzelliği, cömertliği, iyiliği ve eşyaları en güzel şekilde yerli yerine konulmasının manasını kapsar. Yine hikmet peygamber­lerin gönderilişini, sevabı ve cezayı ispatı kapsar. Bu İlmin hepsi Hakim isminden kaynaklanmaktadır. Hikmet sıfatıy­la Kur'an'ın bu değerli istenilen şeylere delil getirmesi meto­du olduğu gibi. Yine bu hikmet batıl boş yaratıklar boşuna yaratılmış diyenlere reddiyeyi kapsamıştır. O halde hik­metin sıfatı yaşamayı, kaderi, sevabı ve cezayı kapsamaktadır. Bundan dolayı iki sözden en doğru olanı öldükten sonra tekrar dirilmek akıl ile bilinir. Fakat işitmek ise akim ispatına delalet eden şeye tafsilat ve açıklama yapmak için gelmiştir. Ve kim Kur'an metodunu iyi düşünürse ve araş-tırırsa ona delalet ettiğini görecektir. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-ü Teala insanlara öldükten sonra tek­rar dirilme imkanını ve vaki olma durumunu makul deliller­le örnek gösteriyor. Tekrar dirilmenin mümkün olduğuna de­lalet eden kudretinin delillerini tekrar dirilmenin vaki olma hikmetinin delillerini zikrediyor. Kur'an'ın tekrar dirilme delillerini iyi düşünürse başkasını aratmayacak kadar çok görecektir. Ve istediğine hızla ulaştıracaktır. Çok şükür Allah'a. Çoğu insanların başına gelen şüpheleri cevaplamayı kapsamıştır. Eğer bu risaleyi bitirmeye muvaffak olursam. Bunun hakkında uzun bir yolculuğu yazacağım. Çünkü Kur'an'ın gösterdiği şifa dolu hidayet ve süratli insafla dolu delilleri güzel açıklamaları gördüğüm için.
Şüphe edilen yerlere rahatlatıcı kalbini sakin kılacak cevaplarla yakinini arttıracak, Kur'an'ın haricindeki deliller bunun hilafınadır. Bu manaları ifade etmesinin aksinedir. Bu­rada bunun tafsilatını ve açıklamasını yapmaya müsait de­ğiliz. Bu ayetteki maksat, Allah'ın hikmetinden ve ilminden aratma ve emretmeran-ineydana gelişi ve bu kıssada, normal­de adet gereği çocuk yapması mümkün olmayan bu anne ve babadan bu doğum olafeşcmıri olması bu iki isim (hikmet ve ilim) hayret ve şaşkiöfrga sebep olup bu kıssada bunları söylemekle hususileşince ve bu doğum olayı sebebiyle de il­im gizlenmiş olunca ve bu normal dışı doğum cereyanını bu hikmette gerektirici olunca o zaman ilim ve hikmet ismini bu ayette zikretti. Ve bu iki isimde noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın ilmi kapsamındadır. Çünkü bu yaratmasının sebebi ve gayesi ile ve hikmeti gereği bozuk­luğu gerektirmeden bu mahrukatın yerli yerine koymasıdır.
Sonra noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Lut kav­mini helak etmeleri için o meleklerin gönderilişini ve o kavme pişirilmiş çamurdan taş yağdırmasının kıssasını zik­retti. Bunun gibi ayetler. Peygamberlerini tasdik etmeyi ve bu peygamberleri yalanlayan kavimleri helak etme işini ve bu alemde apaçık meydana geldiği için bu olayların ahirete, ahirette sevap ve cezaya delalet ettiğini kapsamaktadır. Rableri tarafından haber verdikleri doğruluğundan pey­gamberlerin sıdkına (doğruluk) işaret eden en büyük delil­dir bunlar. Sonra Mevla Teala şöyle buyurdu.
"Bunun üzerine orada bulunan müminleri çıkardık. Zaten orada bir ev halkından başka müslümanlardan bu­lamadık."[52]
Bu ayette kelamın gerektirdiği sıradan dolayı iman ve is-lamın arasında ayırım yaptı. Çünkü buradaki çıkarma kur­tuluştan ibarettir. Bu kurtarma azaptan çıkarma kurtuluşudur. Şüphe yok ki bu kurtarma zahiren ve batinen peygamberlere uyan müminlere hastır. Allah-u Teala'mn bu sözü zaten ora­da bir ev halkından başka müslüman kimse bulmadık ora­da bulunanlar çıkarılanlardan olunca islam ismini onların üz­erine söyledi. Çünkü Lut aleyhisselamm hanımı bu ev sahip-lerindendi. Kendisi zahirde müslüman gözüküyordu. O da evde kalanlardan oldu. Oradan çıkarılıp kurtulanlardan ol­madı. Ve halbuki Allah-u Teala Lut'un hanımının hıyanetini anlatmıştı. Onun hıyaneti ise Lut'un kavmine Lut aleyhis-selamın misafirlerinin bulunduğunu haber vermesi ve gön­lü de o kavim ile beraber olmasıdır. Bu hıyanetliği o kadar tehlikeli ve çirkin bir hıyanet değildi. Bu taktirde zahiren müslüman ev halkındandır. Fakat kurtulan ev halkından değildir. Ve kim Kur'an'm ayetlerinin konuş şekillerine, lafızlarına ve onların yerleri olan işaret edişine bakarsa o bakan kimsenin aklı hayrete düşecektir. Kur'an'ın sırları ve hikmetleri ona zahir olurdu. Hikmet sahibi olan Mevla Teala tarafından indirildiğini bilecektir. Bu açıklamamızla o meşhur sorunun cevabı çıkmıştır. (İslam imandan daha genel mana taşımaktadır. Peki nasıl genel olan şeyi hususi olan şeyden istisna yapılıyor. Oysa istisna kaidesi bunun ak­sini gerektiriyor) ve üzerlerine vaki olan bulunma fiili müs­tesna kılınan müslümanlar ve bulunma fiilinden müstesna kılınmayan müminler (onlar oradan çıkarılıp kurtulanlar). Bu aralarındaki farkta belli oldu. Allah-u Teala'mn şu sözünde
"Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık[53]
Bu ayette Allah'ın ayetleri ve bu alemde yaptığı hayret verici şeyleri ve bu şeylerle peygamberlerinin doğruluğuna ve Allah'ın azabından korkanlar ve ahirete inananların bun­dan faydalanabileceğine İşaret etmektedir.
Nitekim Allah-ü Teala başka bir yerde şöyle buyurmak­tadır:
"Şüphesiz bunda ahiret azabından korkanlarjçin işaret vardır."
Başka bir ayette
"Saygı duyan kimse öğütten yararlanacaktır."[54]
Zira ahirete inanmayanlar geçmiş ümmetlerin başına gelen azap've musibetler hakkmda şöyle der: Bunlara baş­kalarına zamanın afetleri isabet ettiği gibi zamanın içinde meydana gelen felaketlerden yok olmuşlardır. Ve halen za­manın içinden felaketler ve musibetler mevcuttur. Fakat ahirete inananlar ve onun azabından korkanlar ise bu ayet­lerden, vaazlarından ve nasihatlerinden faydalanırlar. Bu açıklamamızdan gayemiz ancak Kur'an'ı anlamakta, ondan delil çıkarmakta ve onun gizli hazinelerini meydana çıkar­mak ve bununla başkalarının ibret alıp amel etmesindeki fikir ve anlayış farkına örnek yapıp uyarmaktır. Fazıl ve kerem Allah'ın elindedir, dilediğine verir. Ve yine gayemiz şu ki; kalbin bu yolculuğa yönelmeye başlamak İsteyince bu yol­culukta kendisiyle teselli olacağı bir yol arkadaşı ister. An­cak bu yolculuğa karşı gelen, tenkit eden, kınama ve azar­lamasını açıkça yapan veya bu hareketlilikten boş kalmış ve buna yüz çevirmişim ve keşke her gördüğün, karşılaştığın kimseler böyle olsa, şüphesiz sana iyilik yapmış olur, seni yolunda yalnız bırakıp bu kötülüğü üzerine atmayanlar. Şairin dediği gibi;
Biz öyle bir zamandayız ki        ;
Kötüyü kendi halinde bırakmak
Çoğu insanlara iyilik ve güzelliktir.
Bu hal insanlarda bilinen bir hal olunca bu zamanda iti­razı ve kınamayı bırakmak, yola çıkan yolcuları rahat bırak­makla onlara yardımcı olmak gerekir. Ancak bazen kınaması nadiren gereken bir durum olabilir. Bu da bizim için soğuk, kıymeti olmayan bir ganimettir. O zaman kınama yapılabilir. Bu yolun yolcusuna böyle bir durumda kınanırsa bundan dolayı duraklamaması gerekir. Bilakis yalnız, tek başına garip olarak yoluna devam etmesi lazım. Kulun amacı doğrultusunda yalnız gidişi onun samimi ve yolculuğunu sevdiğine delildir. Kim bu yaprakların kapsadığı bu ke-' limelere göz atarsa Allah'a ve rasulüne hicret yolculuğunu, birr ve takvaya yardımın en iyi şekilde neyle gerçekleşece­ğini bilecektir. îlim talebinde uğraşan arkadaşlarına^ve dost­larına acil bir şekilde bu satırları yazıp hediye etmeyi kas­tettim. Allah ta şahit olarak yeter. Eğer onlardan biri bu risa­leyi hakkıyla incelerse kabule şayan bulacaktır. Ve onu an­lamaya hemen çalışır. Ve onu, dostun dostuna hediye etti­ği şeylerden en güzel hediye olduğunu sayar. Çünkü hayır işlerinden bundan başka hayır bineklerinin çalıştırılmasın­da her ne kadar insanlar onları gözetlese faidesi azdır. Ve getirenleri çok olduğu için de çok ucuz şeylerdir. Ancak en faydalı olan hediye o ki, kişinin müslüman kardeşine verdiği en güzel közlerdir.
Kim bu hicret yolculuğunu mutad (kendini ahştırırsa) o zaman bu alemde Ölü olan dirilere refakat yapmaya çalışsın. Çünkü onlarla refakatçi olmakla gayesine ulaşacaktır. İnsan­lar arasında ölü fakat diri olan insanlarla refakat yapmaktan sakınsın. Çünkü onlar yolunu keserler, bu yolun yolcusuna bu refakatçılık faydalı değildir. Onlardan ayrı kalması da­ha uygundur.
Bazı selefi salihin şöyle dediler: Onları anlamakla kalp­lerin dirildiği, ölü insanlar ile onlara karışarak kalplerin öldüğü diri insanlar arasında büyük fark vardır. Kul için aşireti ve kendi cinsindeki kişilerden daha zararlısı yok­tur. Onlara kendini benzetirken himmeti, görüşü dar ve durgun olur, onlarla övünür, nereye gitseler oraya gider hatta kelerin deliğine girseler oraya peşlerinden girer. Ne za­man himmetini onlarla olan sohbetinden çevirip karartısı ol­mayan bu alemde güzel eseri ve iyilikleri olan zatlara yönel­tirse, bu yönelişi ile yeni bir himmet ve yeni bir iş çıkarmış olur. İnsanlar arasında gariptir. Meşhur ve soylu olsa bile o gariptir, sevilendir, o insanlarda olanı görüyor, onlar ise kendisinde olanı göremiyor. Onlara gücü yettiğince mazeret beyan ediyor ve onlara var gücüyle teşvik ediyor. Araların­daki iki gözle yürüyor. Biri iyiliği emrediyor ve kötülüğü ne-hy ediyor, dost oluyor, düşman oluyor. Haklarını veriyor, on­lardan da hakkını alıyor. Diğer gözü de, kaza ve kadere bakıyor. O gözüyle onlara acıyor, dua ediyor ve onlar için af diliyor. Şeriata aykırı olmayan şeylerde ve emir ve yasak­larını ihlal etmeyen yerlerde yaptıklarını mazeret yoluna bırakıyor. Halbuki onlara fazileti, rahmeti, yumuşaklığı ve mazeretleri kabulü pek geniş olmuştur. Şu ayeti hatırlayarak:
"Sen affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret ve cahil­lerden yüz çevir."[55] 'Bu ayetin halkla güzel ve iyi ilişkileri Allah'ın onlar üzerindeki hakkını eda etmeyi (yerine getirmeyi) ve şerlerin­den korunma manalarını kapsamış olduğu bu manaları iyice düşünerek onlara karşı davranıyor.
Bütün insanlar bu ayeti anlasalar hepsine yeterli ve şifa olacaktır. Çünkü afv ahlaklarının affettiği tabiatlarının buna müsamaha ettiği ve bunu mallarından ve ahlaklarından ver­meleri mümkün oldu. Bu onlardan kendisine olan aftır. Fakat kendisinden onlara karşı olan afvı onlara iyiliği em-retmesidir. Bu da aklın kabul edip güzel gördüğü şeydir. Bu da Allah'ın emrettiği şeydir. Cahillerinden gördüğü eziyet­lere karşı davranışı onlardan yüz çevirip intikamını nef­sine bırakması nefsine hak uğrunda yardım etmesidir. Bu halden ölen kul için daha üstün bir hal var mıdır? Ve han­gi siyaset ve muaşeretten daha güzel bir muaşeret ve siyaset bu alim için? Şayet adam her kötülüğün başına geldiğini düşünse bu alemden yani Allah'a yaklaştırıcı olmayan ve derece yükseltmesi de olmayan gerçek kötülüktür. Kastım; görecek ki bu kötülük (eziyet ve cefa) sebebi şu üç maddeyi veya bazısını ihlal etmiş olmasından geliyor. Şayet böyle bir ihlal etme durumu yoksa o zaman insanlardan gelen her tür­lü kötülük ve eziyet onun için hayırlıdır. Zahirde kötü olsa bile. Bu cefası iyiliği emretmesi sebebiyle doğuyor. Bundan da hayırdan başkası doğmaz. Her ne kadar cefalı ve eziyet­li gelse bile. Nitekim Mevla Teala "(Muhammed'in eşi Aişe'ye) bu ağır iftirayı uyduranlar sizin içinizden bir guruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, ak­sine o sizin için bir iyiliktir" buyurdu. Başka bir ayette pey­gamber efendimize hitaben "şu halde onları affet, bağış­lanmaları için dua et, (umuma ait) işlerde ona danış. Ar­tık kararını verdiğin zaman Allah'a tevekkül et (Allah'a dayanıp, güven).[56] buyurmuştur. Bu ke­limeler Allah'ın hakkına ve mahlukatın hakkına riayeti kap­samıştır. Çünkü onlar (müminler) ya Allah'ın hakkında ve rasulünün hakkında kötü bir davranışta bulunmuşlardır. E-ğer senin hakkında kötü davranmişlarsa onlara affınla kar­şılık ver. Eğer benim hakkımda kötü davranırlarsa benden Onların günahını affetmem için dua et ve onların görüş­lerini müşavere yoluyla al, çünkü bu onların itaat etmesini ve nasihatini dinlemelerini daha kolaylaştırır. Ondan sonra bir işi yapmaya kastedersen istişareyi tekrar yapma, Al­lah'a tevekkül et ve işine başla. Çünkü Allah tevekkül eden­leri sever. Allah'ın rasulüne terbiye verdiği bu ve benzeri güzel ahlak hasletleridir. Ve Mevla Teala rasulullah hakkın­da şöyle buyurdu:
"Ve elbette sen yüce bir ahlaka sahipsin."[57]
Hazreti Aişe, Allah ondan razı olsun (ahlakı Kur'an'dı) peygamberimiz hakkında demiştir. Bu da kulda üç şey bulunmadıkça ahlak mükemmel olmaz. Birincisi; dalın yaş olması gerekir. Eğer tabiat sert, kaba ve kuru olursa o kötü huyunu gidermesi hem ilim açısından hem de irade ve amel açısından zorlaşır. Fakat sürülmesi kolay yumuşak olan huy bunun gibi değildir. O huy'sürülüp tohumu ekilmesine hazırdır. İkincisi; boş şeyleri istemekten azgınlığını, nefsin kötü arzularım, batıl şeylere sebep olan şeyleri, nefis, kah­redici ve galip olması gerekir. Çünkü bu şeyler kemale ay­kırıdır. Nefis bunlara galibiyetinde güçlü olmazsa o zaman ancak kahredilmiş ve mağlup kalır. Üçüncüsü;
Cami ile cevher arasını ayırıp,
Et ile kabarık yerin arasını ayırıp, eşyaları yerli yerine ko­yarak,
Eşyaların hakikatini bildiren şifalı ilim.
Eğer kulda bu üç haslet bulunursa muvaffakiyette müm­kün olursa bu taktirde rableri tarafından kendilerine dünyada iken cennetle müjdelenenlerden olur. Ve onlar için Allah'ın inayeti ve yardımı tam olur.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala en iyi bilendir. Peygamber efendimize, ehli beytine, sahabüerine ebediyyen, kıyamete kadar, Allah'ın salatı ve selamı üzer­lerinde olsun.
 
 


[1] Bakara: 2/177
[2] Bakara: 2/177
[3] Bakara: 2/229
[4] Bakara: 2/187
[5] Tevbe: 9/52
[6] Enbiya: 21/112
[7] Necm: 53/3
[8] Nisa: 4/65
[9] Kıyamet: 75/14-15
[10] Tekvir: 81/15-25
[11] Kiyame: 75/1-4
[12] Ahzab: 33/6
[13] Nisa: 4/35
[14] Nisa: 4/35
[15] Maide: 5/8
[16] Nisa: 4/35
[17] Ahzab: 33/6
[18] Maide: 5/92
[19] Buhari'nin iki sahihinde, Zühri'den rivayet etmiştir.
[20] Nur: 24/54
[21] Nisa: 4/59
[22] Bakara: 2/183
[23] Cuma: 62/9
[24] Maide: 5/1
[25] Nisa: 4/59
[26] Süneni tirmizi.c.5. hadis no.2663. Rivayette farklılık olduğu hal­de İbn-i Mace. Hadis no. 12.
[27] Emre itaat bahsi- Buhari.
[28] En'am: 6/89
[29] Nisa: 4/59
[30] Enfal: 8/42
[31] Sebe: 34/50
[32] Kehf 18/17
[33] Araf: 7/1-3
[34] Furkan: 25/27-29
[35] Zuhruf: 43/67
[36] Ahzab: 33/66-68
[37] Araf: 7/37-39
[38] NahI: 16/88
[39] Bakara: 2/166-167
[40] Furkan: 25/23
[41] Tevbe: 9/100
[42] Cuma: 62/2-3
[43] Cuma: 62/5
[44] Riyazüssalihin s.523. ilim bahsi, hadis no.1378. Buhari, c.l. s.160-162. İlim bahsi, Müslim 2282. Ahmed ibni Hanbel 14/399.
[45] Rad: 13/17
[46] Taberani, Evsat'ta Enes'ten, Terğİp ve terhib, c.l. tbni Mace hadis no: 231, Zübeyr ibni Mutim'den 236no'lu hadis Enes bin Malik'-ten rivayet etmişlerdir.
[47] Tur: 52/21
[48] Zuhruf: 43/39
[49] Nemi: 27/88
[50] Zariyat: 51/24-30
[51] Hud: 11/71
[52] Zariyat: 51/35-36
[53] Zariyat: 51/37
[54] A'la: 87/10
[55] Araf: 7/199
[56] Ali İmran: 3/159
[57] Kalem: 68/4
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol