Şüphesiz Allah (c.c.) birrin hasletlerini şu ayeti kerimede toplamıştır.
"Birr yüzlerimizi doğu ve batı tarafına çevirmemiz değildir. Fakat birr, o kimsenin birridir ki Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman etmiş olur ve malını seve seve karabet sahiplerine, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenenlere verir. Ve esirleri azat etme hususunda sarf eder ve namazını kılar, zekatını verir. Bir de sözleşme yaptıkları zaman sözlerini yerine getirirler. Ve ihtiyaç, hastalık ve şiddetli savaş hallerinde de sabırlı bulunurlar. İşte sabırlı olanlar onlardır. Muttaki olanlar da onlardan ibarettir.[1]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala (c.c.) Birr'in Allah'a iman, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman olduğuna haber vermiştir. Bunlar da imanın ancak kendisiyle kaim olacağı beş temel esastır. Ve bunlar da şeriatın zahiri olan, namaz kılmak, zekat vermek ve diğer nafakalardır. Ve yine bunlar kalbi amellerdir. Ki bunun hakikati ise sabretmek, verilen sözü yerine getirmek gibi hasletlerdir. İşte yukarıda saydığımız hasletler dinin bütün kısımlarını içine almıştır. Gerek hakikatleri ve şeriatın zahiri maddeleri ve kalp ve diğer azalar ile alakalı olan amelleri ve imanın beş temelleri.
Sonra noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-ü Teala yukarıda saydığımız hasletlerin takvanın hasletlerinin aynısı olduğunu haber vererek şöyle buyurdu:
"İşte sadık olanlar onlardır, muttaki olanlar onlardan ibarettir."[2]
Takva ise Allah'a karşı inanarak ve (ihtisab) sevabını umarak emirlerde ve nehiy (yasak)lerde itaatini göstermesidir. Allah neyi emrettiyse yapıp o emre inanarak ve vadini doğrulayarak ve Allah neyi nehyedip ondan vazgeçer, neh-yini doğrulayarak ve tehdidinden korkarak, yerine göre kulluk vazifesini yapmaktır. Talk bin Habib'in dediği gibi;
"Fitne çıksa takva ile söndürürler," dediler ki
"Takva nedir?" Dedi ki;
"Allah'tan bir nur üzere Allah'a itaatle çalışmandir. Sevabını umduğun halde ve Allah'tan bir nur üzere Allah'a karşı masiyetinden vazgeçmen azabından korktuğun halde."
Bu da takvanm tarifi hakkında en güzel söylenen sözdür. Muhakkak ki her amelin başlangıcı ve gayesi vardır. Amel, itaat ve yakınlık olmaz imandan hasıl olmadıkça. O halde amelin gerçek sebebi yalnız imandır. Adet veya nefis arzusu veya insanlardan övülmeyi beklemek, şan şöhrete nail olmak ve bunlara benzer arzular değildir. Bilakis o amelin başlama noktasının imanın olması gerekir. Ve bundan gaye Allah'ın sevabına hail olup rızasını istemektir. Buna da ih-tisap denir.
İşte bundan dolayı çoğu zaman bu iki temel, iman ile ihtisap, yan yana yazılır. Misali peygamber efendimizin kavli şer illerindeki gibi:
"Kim ramazan ayım oruç tutarsa iman ederek ve ih-tisap ederek," Yani mükafatını Allah'tan bekleyerek, ve yine başka bir hadisi şerifte;
"Kim kadir gecesini ibadetle geçirirse iman ederek ve ihtisap ederek" gibi ve bu iki hadise benzer hadisler. Musannif Talk bin Habib'ten naklen (Allah'tan bir nur üzere) sözünde birinci temele işaret vardır. O da imandır ki bu iman amelin çıkış yeridir (mastarı) ve amelin en büyük sebebidir. Ve Allah'ın sevabını (ihtisap) umarak sözünde ikinci temele işaret vardır. O da ihtisaptır. Yani sevabı amelinden dolayı beklemek. Bu da kendisi için amel gaye edilir. Ve bunun için amel kastedilir. Şüphesiz bu imanın bütün temellerini ve fer yani diğer imanla alakalı kollarını içine alan bir isimdir. Bir de bu müsemmaya dahildir. Fakat birr ve takva ikisi yan yana yazıldığı zaman şu ayet-i kerimede olduğu gibi; "Birr ve takva üzere yardımlasın." Buradaki iki lafzın arasındaki fark şudur:
1. Başkası için kastedilen sebep.
2. Kendisi için kastedilen gayedir.
Muhakkak ki birr kendisi bizzat kast edilmiştir. Çünkü Önceden söylediğimiz gibi iman kulun kemalatı ve kurtuluşudur. Ki imansız kurtuluş imkansızdır. Takva ise birre ulaştıran yol ve vesiledir. Lafzıda buna delalet eder. Çünkü takva "Fe'la" vezninde olup "Veka, teka" dan türemiştir. "Takva" nın aslı "Vekava" idi vavı te'ye çevirdiler, "tekva" oldu. "Veraset" kelimesi de böyledir. Aslı "Teraset" idi ta'yı vava çevirdiler. "Veraset" oldu. "Tucah-tuhmet" kelimeleri de aynıdır. Asılları "Vecahe" ve "Vehmet" idi. "Vecahe" deki vav taya, "Vahmet" deki vav da taya çevrildi. "Tucah ve "Tuhmet" oldular. Vesaire benzeri kelimelerde olduğu gibi.
Takvanın lafzı vikayeden olduğuna delalet etmektedir. Çünkü muttaki olan kendisi ile cehennem arasına (vikaye) koruma yapmıştır. Vikaye de zararı def etmek demektir. O taktirde takva ve birr, sıhhat ve afiyet gibidir. İşte bu tanıtım çok değerli tanıtımdır. Bununla Kur'an'm lafızlarını ve delalet ettiği manaları anlamakla ve peygamber efendimize indirilmiş olan hadleri bilmeye çok faydalıdır. Zira hadleri bilmek çok önemlidir. Çünkü Allah'ın peygamberine indirmiş olduğu hadleri bilmeyeni zem (kınama) etmiştir. Çünkü hadleri bilmemek iki büyük yanlışlığa götürür.
Lafzın müsemmasına kendisinden olmayanı sokmuş olur. Bu taktirde kendisinden olmayana lafza hükmedilen şeye hükm edilmiş olur.
Lafzın müsemmasından içinde bulunan lafzın fertlerinin bir bölümünü çıkarmış olur. O zaman da o fertlerden hükümde kaldırılmış olur. Bu taktirde Allah'ın aralarında eşitlik gösterdiği fertlere eşitsizlik yapmış olur. Zeki olan kimse bu kaidenin fertlerini bildiği zaman görecek ki ihtilafların çoğu veya çoğu İhtilaflar. Bunun gibi kaideleri bilmemekten kaynaklanmaktadır. Ve bunun geniş açıklamasını yapacak olursak büyük bir kitaba sığdıranlayız. Ve bu kaidenin ışığında şarap (hamr) kelimesinde anlaşılan mana aynıdır. Çünkü harm kelimesi sarhoş edici olan bütün içecekleri içine almıştır. O taktirde bazı sarhoş edici içecekleri hamrın hükmünün dışında tutmak caiz değildir. Ve yine meysir (kumar) kelimesi aynıdır. Bazı kumar oyunlarını meysirin hükmünden çıkarmak caiz değil. Nikah kelimesi de böyledir. Nikah olmayanı nikahın müsemmasma dahil kılmak caiz değildir. Riba sözü de aynıdır. Riba (faiz) olan bazı maddeleri çıkarıp riba olmayan şeyleri de ribadan saymak caiz değildir. Ve yine bunlar gibidir. Adi ve zulüm, maruf ve münker ve bunlara benzer sayısız kelimeler.
İnsanların bir araya gelip toplum halinde yaşamalarından maksat birr ve takva üzere yaşamaya birbirlerine yardımcı olmalarıdır. Ve fertlerin kimi ilmiyle, kimi de ameliyle insanlara yardımcı olmasıdır. Çünkü kul tek başına bir foji bilemez ve ona güç yetiremez. Bundan dolayı hikmeti ilahi insanların geçinebilmeleri için birbirlerine muhtaç kılmıştır.
Ve sonra Mevla Teala şöyle buyurdular: "İsm ve udvan üzerine yardımlaşmayın." İsm ve udvanın nehiy açısı, emir açısında olan birr ve takvanın hükmü gibidir. Udvan ile ism arasındaki fark, cinsi haram olan şey ile miktarı haram olan şeyin arasındaki fark gibidir, îsm, cinsi haram olan şeyde söylenir. Cinsi haram olan şeye ism denir.
Allah'ın (c.c.) mubah kıldığı şeyin miktarında ziyadelik yapıp haddi aşmaya udvan denir. Mesela; zina, içki içmek ve hırsızlık ismdir. Beşinci bir evlilik yapmak suçlunun cezasından fazlasını ödetmek udvandir. O halde udvan, Allah'ın yasak sınırlarını aşmaktır. Bu yasak sınırları hakkında Mevla Teala Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır: "Bunlar Allah'ın hududu(smırı)dur. Bunlara tecavüz etmeyiniz ve her kim Allah'ın hududuna tecavüz ederse işte zalim olan onlardır."[3]
Ve başka bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Bu Allah'ın hudududur, sakın onlara yaklaşmayınız[4]
Bir ayette hudutlara tecavüz etmeyi nehy etti, diğer ayette yaklaşmayı nehy etti. Zira Allah'ın hududu helal ile haram arasını ayıran en son çizgidir. Ve bir şeyin sonu o şeye dahildir. O zaman ondan sayılır. Bazen de o şeye dahil olmaz, O zaman o şeye karşılık hükmü sabit olur. O halde birinci itibara göre hudutların tecavüz edilip aşılmasına nehy edildi. İkinci itibara göre hudutlara yaklaşılması nehy edildi.
İşte bu durum kulun insanlar arasındaki durumunun hükmüdür. Bu da İnsanlara karışıp onlara birr ve takvaya, bilgisi veya ameliyle yardımcı olmasıdır. Kulun kendisi ile Allah arasındaki haline gelince Allah'a karşı olan kulluk vazifesini tercih edip masiyetinden sakmmasıdır. Bu da Allah'ın şu kavliyle anlaşılmaktadır:
"Ve Allah'tan korkun." İşte bu ayeti kerime kulun halk arasındaki vazifesine ve hak arasındaki vazifesine yol göstermiştir.
Kul birinci vacibi tam olarak eda etmesi mümkün değildir, kendini ortamdan uzaklaştırmadıkça. Bunu da sadece itaat, ihlas ve nasihat için yapmalıdır. İkinci vacibi de tam olarak icra etmesi mümkün değil ta ki kendini halktan uzaklaştırmadıkça ve Allah'a karşı vazifesini ihlas, muhabbet ve kulluğunu yerine getirmekle olur.
Buradaki inceliği çok dikkatli düşünmek gerek. Çünkü kula bu iki vacibi eda ederken araya giren gevşeklik kulun bu iki vacibin şartlarına riayet etmeyişindendir. îşte Şeyh Abdülkadir'in sözünün manası budur. Şöyle ki; halk olmaksızın hak ile beraber ol ve nefis olmadan halk ile ol, kimde bu hal bulunmazsa o kimse ömrünü boşuna israf etmiş olur, hali de yıkık olur. Bu mukaddimeden gayemiz sonraki konulara işaret etmektir.
Kervan ayrılıp yolcu da gurbet diyarına yerleşince ve vatanında alışmış olduğu sevdiklerinden, örf ve adetinden uzaklaştırılınca o yolcuya bu uzaklaştırılma zihninde bir şeyi tasarlamayı sevk etti ve tasarısını Allah'a yolculukta ulaştıracak en Önemli şeyleri düşünmeye yöneltti. Ve ömrünün geri kalanını bu yolda harcamaya başladı. Doğru yolu bulma, elinde olan Mevla Teala hazretleri kendisine kast edeceği en önemli şeyin Allah ve Rasulüne hicret olduğuna ir-şad etti. Zira Allah ve Rasulüne hicret her ferde her zaman farzı ayındır. Hiç kimseden bu farziyet düşmez. Bunu da Allah Teala murad edip istemiştir. Çünkü hicret iki çeşittir:
Birinci hicret; bedeniyle kişinin bir şehirden başka bir şehre hicreti. Bu çeşit hicret bilinen hicrettir ki konumuza asıl gaye edilen hicret türü değildir.
İkinci hicret; Allah ve Rasulüne kalp ile hicrettir. Konumuzun asıl mevzuu da budur. Bu hicret hakiki hicrettir. Ve asıl olan hicrettir. Cesed ile olan hicret buna tabi kılınmıştır. Bu hicret "Min" ve "ila" yi içine almıştır. Başlama noktası ve bitiş noktası olan bir hicrettir. Kul kalbiyle Allah'tan başkasına olan sevgisinden vazgeçip Allah'ı sevmeye hicret eder. Başkasına olan kulluktan Allah'a kulluk etmeye, başkasından korkmak ve ondan ümit etmek ve ona tevekkülünden vazgeçip, Allah'tan korkmaya, ümitlenip, ona tevekkül etmeye, başkasına dua edip istemekten, boyun eğmekten ve ona sığınmaktan ve alçaklık göstermekten vazgeçip Allah'a dua etmeye ve ondan isteyip sığınmaya, alçaklık gösterip ona boyun eğmeye hicret etmektir. İşte bu durum Allah'a firar etmenin kendisidir. Allah-ü Teala buyuruyor ki;
"Allah'a firar edin." Zariyat: 51/50
Kuldan istenilen tevhid Allah'tan kaçıp Allah'a sığınmasıdır. "Min" ve "ila" harflerinin altında tevhide ait çok büyük sırlar gizlidir. Çünkü Allah'a firar Allah'tan istemeyi, O'-na kulluk etmeyi ve bunlara benzer, sevgi, korku, inabe ve tevekkül gibi kulluk manasını ifade eden her şeyi yalnız ve yalnız Allah için yapmak ve birlemektir. Bu birlemede bütün peygamberlerin çağrısına tam muvafakati içermiştir. Allah'ın salatı ve selamı onların üzerinde olsun. Allah'tan kaçıp Allah'a sığınmak ise rububiyeti birlemek ve kaderi ispat edişi içine almıştır. Muhakkak ki kulun kendisinden korkup kaçtığı her tehlikeli ve mahzur olan şeyler ancak Allah'ın dilemesiyle olur. Çünkü ne dilediyse oldu ve dilemesi halinde olması vaciptir. Ve dilemediği şey olmaz, olması da mümkün değildir. Allah'ın dilemesi olmadığı için. Kul Allah'a firar ettiği zaman, onun bir şeyden firarı ancak Allah'ın kaderi ve dilemesiyle olur. Bu taktirde kul hakikatte Allah'tan kaçıp Allah'a sığınmıştır. Kim bu durumu tasavvur eder ve iyi düşünürse peygamber efendimizin şu kavli şerifini anlamış olur:
"Allah'ım senden sana sığınırım." Müslim, Ebu Davut
Başka kavli şerifi de:
"Senden kurtuluş, başkasına sığınma yoktur, ancak sanadır." İbni Mace c.2. dua babı. s. 10. hadis no.2876.s.l275.
Muhakkak ki vücutta (varlıkta) kendisinden kaçılıp ve kendisinden yardım istenilen ve kendisine sığınılan yoktur.
Ancak olsa Allah'ın icadı ve yaratmasıyla olur. Kaçan ve yardım dileyen kimse Allah'ın takdiri ve dilemesiyle kaçmıştır. Ve Allah'ın yaratması da o kul için Allah'ın ihsanı, lütfü, iyiliği ve rahmeti gereğiyle olmuştur. Hakikatte o kul Allah'tan kaçmış, Allah'a sığınmıştır. Bu iki durumu kul tasavvur edip, iyi düşünürse, Allah'tan başka olan şeylerden tamamen kalbinin alakayı kesmesini gerektirir. Çünkü kendisinden kaçtığı şeyin ancak Allah'ın dilemesi, takdiri ve yaratmasıyla olduğunu bildiği zaman kalbinde yaratandan başka hiçbir şeye karşı korkusu kalmaz. Bu durumu, korku, umut ve sevgi ile Allah'ı birlemeyi içermiş olur.
Allah'ın dilemesi ve kudreti haricînde olan bir şeyden kaçması olsa o şeyden korkmasını gerektirir. Bir kimsenin, bir mahluktan başkasına kaçışı onun diğerinden daha güçlü olmasını gerektirdiği içindir. Çünkü birinci mahluktan diğerine kaçmasında halen onda beni kaçtığım kimseden geri teslim etme korkusu ve telaşı vardır. Ama kendisi biz-. zat kulun kaçtığı şeyi takdir edip ve hükmü ve dilemesiyle olmuşsa bu durum farklı olur. Çünkü bu durumda kalpte ondan başkasına yönelme duygusu kalmaz. İşte bu acayip sırrı peygamberimizin "senden sana sığınırım ve senden kaçış ve başkasına sığınma yoktur, ancak sanadır" sözlerini iyi anlayıp, kavramaya çalış. Çünkü insanlar bu konuda çok şey söylediler, fakat bu inceliğe işaret eden pek nadirdir. Ki bu incelik sözün özü ve kendisinden gaye edilendir. Muvaffakiyet Allah'tandır.
Şimdi iyi düşün. Nasıl Allah'tan kaçışın tamamı Allah'a sığınmaya nasıl dönüştüğünü. Allah'a hicretin manası da budur. Bundan dolayı peygamber efendimiz "Muhacir Allah'ın nehy ettiği şeyleri terk edendir." Ve yine bunun için Allah (c.c.) hicret ile imanı birbirlerini gerektirmedikleri halde birbirine yaklaştırmaktadır. Bundan gaye Allah'a hicret iki şeyi içermiş olduğu içindir:
Allah'ın sevmediğini bırakmak.
Sevdiği ve razı olduğu şeyi yapmak.
Hicretin aslı buğz etmek ve sevmektir. Çünkü bir şeyi terk edip başka bir şeye gidenin, gittiği şeyi bıraktığından daha fazla sevmesi gerekir. İki şeyden hangisini daha çok seviyorsa onu diğerine tercih eder. Eğer kulun nefsi, hevası ve şeytanı onu Allah'ın sevdiği ve razı olduğu şeyin zıttına çağırıyorsa ve halbuki bu üç şeyle imtihan edilmektedir. Bunlar da Allah'ın razı olmadığı şeylere devamlı davet etmektedirler. Her zamanda rabbinin rızasına davet eden iman davetçisi Allah'a ölene kadar hicret etmesini çağırmaktadır. Bu hicrette kulun kalbindeki mahabbet sebebine göre kuvvetlenir ve zayıflar. Eğer mahabbetin sebebi daha. kuvvetli ise bu hicret daha tam ve mükemmel olur. Eğer muhabbetin sebebi zayıf ise hicret duygusu zayıflar. Hatta hicreti ilmi olarak hissetmez, iradesiyle de ona yönelmez. Şaşılacak durumlardan biri de fetihle biten darul küfürden darül İslama olan hicret hakkında, işi öyle geniş konuşur ve meseleleri dallandırır ki halbuki bu hicret arızidir. Hatta ömür boyu o kimseyle o hicretin alakası yoktur. Ama bu hicret ise ömür boyu kendisine vaciptir. O da bu hicret hakkında ne iradesini ne de bilgisini tahsil etmez, o şeyle de meşgul olmak ancak kendisi için yaratana yüz çevirmektir. Başkasını kurtarmak bir yana kendini kurtarmaktan aciz şeylerle meşgul olmaktan ibarettir. Bu durum ise basireti sönmüş ilim ve amel mertebeleri zayıflamış kimsenin halidir. Ve ancak Allah'tan yardım istenir. Muvaffakiyet Allah'tandır. O'ndan başka ilah yoktur ve kendisinden başka rab yoktur.
Rasulullah'a olan hicrete gelince yalnız ismi kalan bir ilimdir. Ve öyle bir metot ki yoldaki binalarda resminden başkasını bırakmadı. Ve öyle bir delil ki savurganlar onu savurup resminin şeklini de değiştirdiler. Düşmanlar da üzerine saldırıp kaynaklarını ve gözelerini kuruttular. Rasulul-lah'a hicret eden halk arasında garib kalmıştır. Her yerde yalnızdır. Mekanın yakın olmasına rağmen uzaktır. Komşuların çokluğuna rağmen tek basmadır. Onların alıştıklarına yabancı kalmıştır ve onların yabancı kaldıkları şeye de alışmıştır. Onlar seferde iseler kendisi mukimdir. Kendisi seferdey-se onlar mukimdirler. Gittiği yolda tek başına yalnızdır. Hedefine ulaşmadıkça durmaz. Kendisi onlarla cesediyle beraberdir. Gayesiyle ayrıdır. Onların gözleri mevlayı istemekten geri kalıp uyumuştur. O geceleri de uzanıp uyumamış-tır. Onlar nebevi hicretten geri kalıp oturdular. Kendisi ise kollarını sıvamış, dimdik ayakta, onlar görüşleri farklı olduğundan onu ayıplamaktadırlar. Onu cahilliklerinden ve nefis arzularından dolayı kötülemektedirler. Onu töhmete tutup iftira ettiler. İzlerine gözlerini dikip kuşattılar. Onu zamana bırakıp yok olmasını beklediler.
"Artık bekleyiniz biz sizinle beraber bekleyicileriz."[5]
"Dedi ki rabbim hak ile hükmet. Bizim rabbimiz esirgeyendir. Sizin anlattıklarınıza karşı yardımı umulandır.[6]
Şiir:
Biz ve sizler öleceğiz kurtulamamıştır.
Hesap anında pişman olun.
Yukarıda kastedilen şudur: Bu hicreti nebevi çok zor bir hicrettir. Yolu da aşılmamış uzun bir yoldur.
Şimdi sen dinle bu hicretin olayını ve delalet ettiği şeyi. Kendin ile mevlan arasındaki durumunu muhasebe et, acaba sen hicret edenlerden misin veya onun için hicret eden misin?
Bu hicretin tarifi; imanın meseleleriyle ilgili bütün meselelerde nefsin seferber olmasıdır. Bu hicret kalpteki konaklama yerlerinden bir yerdir. Hidayet madenine giden hükümlerin olaylarından bir olaydır. Ve o nur kaynağıdır. Öyle nur ki doğru olan ve sözünde doğrulanan zatın ağzındandır.
"O ki nefsinden konuşmaz. Onun konuşması vahy edilenden başkası değildir."[7]
Her meseleye risalet güneşi doğmuştur. Eğer o mesele öyle değilse onu karanlıklar denizine at ve her şahidi bu peygamber müzekki tezkiye etti. Eğer şahit öyle değilse onu şüpheli kişilerden say. İşte bu saydıklarımız hicretin tarifidir. Ne oluyor ki o kimseye kendi adeti ve huyu şehrinde yerleşmiş o ki doğup yetiştiği yerde sabittir. Ve şöyle demektedir. Biz atalarımızın yoluna tabi olanlarız ve onların ipine tutu-nucuyuz ve onların izlerinde gitmekteyiz. Ve oluyor ki bu hicret onlara gelmiştir. Ve başarı ve kurtuluşu uğrunda atalarına uymakla yetindi. Onların görüşünü peygamberin görüşüne tercih edip onların zannı ve görüşü onun görüşünden daha iyi olduğunu kabul ederek onları tercih etmiştir. Fakat bu kelimenin çıkış gayesini araştırsan elbette onu batıllık bölgesine yerleşmeye yönelik çıktığını göreceksin. Çünkü o söz tembellik ve usanma duygusundan doğmuştur,.
Bu hicretten maksat: Her mükellef olan müslümana farzdır. Bu hicret Muhammedun Rasulullah şehadeti gereğidir. Nasıl ki birinci hicret ki Allah'a hicrettir, o da la ilaha ü-lallahm gereğidir. İşte bu iki hicretten kul, berzahta (mezarda) ve ahiret gününde sorulacaktır. Ve dünyada, berzah ve hesap gününde ondan mesul olacaktır.
Katade dedi ki: İki kelime vardır. Öncekiler ve sonrakiler ondan sorulacaktır:
1. Neye ve kime tapıyordunuz.
2. Peygamberlere nasıl karşılık verdiniz.
İşte bu iki kelime iki şe-hadetin kapsamındadır. Ve bundan sonra Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
"Hayır Rabbine and olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."[8]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala hazretleri yeminlerin en büyüğü ile yemin etti. O da kendi adına olan yeminidir. Bu yemini de şunun içindi; imanları sabit olmaz ve iman ehlinden sayılmazlar ta ki Rasulullah'a dinin bütün hükümlerinde, kendi aralarındaki çekişmelerinde hakem tutmadıkça. Çünkü "La" lafzı umumiyet ifade eden kelimelerdendir. Burada "La" kelimesi İmanın olumsuzluğunu ifade eden olumsuzluk ekidir. Veya kendi aralarında olan çekişmeyi, onu hakem tayinleri bulunmaktadır. Bununla da yetinmedi, canları sıkılmadan hükmünü kabul etmelerini ekledi. Şöyle ki canlarında hiçbir sıkıntıyı duymayacakları şekilde ve onun hükmüne tam bir teslimiyetle karşılık verecekler. Çünkü onlar gözleri kapalı bir şekilde onu alıyorlar. Ve ona çer çöp karıştığı halde onu içiyorlar. Bu durum da aykırı bir durumdur. Bilakis onun hükmünü kesinlikle canları,.sıkılmadan ve göğüsleri daralmadan ona razı olup kabul etmeleri gerekir. İşte bu durumu kul bilmek istiyorsa kendi haline baksın ve kendi gayesine aykırı hoşuna gitmeyen hükümlerle karşılaştığı zaman kalbine bir baksın. Veya tabi olduğu atalarının adetinin ve başa şeylerin zıt-tına bu hükümlerle karşılaşırsa
"Artık insan (kıyamet gününde) kendi nefsinin şahididir. İsterse özürlerini sayıp döksün."[9]
Noksan sıfatlardan Allah'ı tenzih ederim, şaşılacak bir durum ki, çoğu insanların kalbinde, pek çok Kuran'm haslarına karşı kalplerinde sıkıntı vardır. Hatta o nasların olmamasını temenni ederler. O naslara karşı ciğerleri kızgın ateş gibidir. Boğazlarında da ne büyük gam vardır. O nasların gelişine ama içlerine sakladıkları o gizli şeyleri sırların açığa çıkarıldığı vakit alçaltıcı ve rezil edici şeylerle onlara gösterilecektir. Ve ondan sonra sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala onunla yetinmeyip " Onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar (Nisa: 4/65) bu kavlini ekledi. Bu ayeti kerimedeki "Ve yusellimune tesli-men" fiilini iki kez tekrarlamasının yerine fiili mastarıyla te-kidleyip, zikretti. O da tam manasıyla kabullenme, ona karşı tevazu gösterip, hükmüne boyun eğip, razı olmaktır. Bunu yaparken de kendini zorlayıp sıkarak değil gönül huzuruyla kabullenmek lazım. Başkasına zorla boyun eğip, sıkarak kendini kabullendiren kimsenin durumu gibi değil. Bilakis efendisini seven ve kendisi için ondan daha sevgili olmayan ve kendini ona tam kabullendiren köle gibi. Çünkü o köle mutluluğunu ve kurtuluşunu efendisine, kendini ka-bullendirmekle biliyor. Ve kendi canından onu evla ve kendi canını o kendisinden daha acımakta ve onu koruyup kurtarmaya kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ediyor. Kul ne zaman bu durumu Rasulullah'tan böyle bilir ve kendini ona kabullendirirse ve onun emirlerine itaat ederse o zaman kalbinde bulunan bütün illetler ona boyun eğer. Ve bu kabullenme ve emre itaat ile kurtuluşun olacağını ve saadeti ebedİyyeye kavuşacağını görür. Bu hallerde manası ibareyle anlatılacak ve anlaşılacak şeylerden değildir. Bu haller öyle bir durum ki kalp yarılıp o kalbin derinliklerinde yerleşmiştir. Bu durumu anlatmak yetersizdir. İddia ve temenniyle elde edilemez bir durumdur bu.
Sevmek ile sevgiyi bilmek arasında fark vardır. Çoğu zaman kul bir şeyin halini ve varlığını bilmekte zorlanır. Sağlam, hasta olmayan ile hasta fakat sağlamlık ve sıhhatli hali bilen arasında fark vardır. O sağlam sıhhatin halini açık-layamasa da. Ve bunun gibidir korkuyu anlatmak ve onu bilmek ile korkuyu bizzat yaşamak arasında fark vardır. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala'nm bu manayı tekid çeşitlerinden birkaç çeşitle tekid yapmasını iyi düşün. Birinci çeşidi: Olumsuzluk manasını üzerine yemin edileni içine almıştır. O da Allah-u Teala'nın şu sözüdür: "İman etmezler" bu metod arapların kelamında bilinen bir metoddur. Araplar olumsuz bir şeye yemin ettikleri zaman yemin cümlesinin başına olumsuzluk ekini koyarlar, bu ayette olduğu gibi. Ve Ebu bekr Sıddık'in sözünde olduğu gibi. Hayır, sana, savaşıp ganimetini veren Allah'ın aslanlarından bir aslana karşı koyulmaz.
Bu da Arapların kelamında çok söylenir. Kur'an-ı Ke-rim'de olumsuz eki ile başlanılan yeni cümlelerinin ve üzerine yemin edilenin olumsuzluğunu ve olumsuz manasını nasıl içine aldığını iyi düşün. Şüphesiz bu yeminden maksat kafirlerin Kur'an hakkında, o şiirdir, o kehanettir veya öncekilerin masallarmdandır, sözünü olumsuzlaştırmak olunca olumsuzluk ekini koyarak söze başladı. Ve sonra Kur'an hakkındaki iddialarının gerçek dışı olduğuna ve Kur'an'm dediklerinin hilafına olduğunu ispatladı. O taktirde ayet-i kerime şu manayı taşımaktadır.
"Onların iddia ettikleri gibi değil fakat o çok değerli bir Kur'an'dır."
Bundan dolayı bu iki hal ile (nefi ve ispat) açıklamayı yaptı. Mevla Tealanın şu sözünde olduğu gibi
"Hayır yörüngesinde akıp giderken bazen kaybolup bazen etrafı aydınlatan yıldızlara, kararmaya yüz tuttuğu zaman geceye, aydınlığını etrafa yaymaya başladığı anda sabaha yemin ederim ki Kur'an değerli bir elçinin sözüdür, apaçık ufukta görmüştür. Ve o gaybi anlatmak üzere cimri değildir. O söz, lanetlenmiş şeytanın sözü değildir."[10]
Bunun gibi şu ayet-i kerime
"Kıyamet gününe yemin ederim ki ve kendini kınayan nefse yemin ederim. İnsan kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı sanıyor, öyle mi? Bilakis biz onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter."[11]
Bundaki gaye bu yemini olumsuz etkiyle başlamak üzerine yemin edileni kuvvetlendirmeyi ve olumsuzluğun şid-detliliğini gerektirmiş olması gerektiriyor. İkincisi; yemin ile tekid yapılması. Üçüncüsü; üzerine yemin edilen şeyle tekid yapması. O da Allah (c.c.)'ın kendi adına yeminidir.
Mahlukatından herhangi birine değil. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala hazretleri bazen kendi zatının üzerine, bazen de yarattıklarının üzerine yemin eder. Dördüncüsü; tam kabullenmenin oluşuyla sıkıntıyı olumsuz kılarak tekid yapmasıdır. Beşincisi; fiili mastar ile tekid yapması. Bu çeşit tekid yapmak önemi büyük olan hallerde ancak yapılır. İşte bu tekid çeşidiyle insanların kabul ettirilmesinde itina gösterilmesini gerektiren en önemli kabul ettirme çeşididir. Mevla Teala şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber, müminlere kendi canlarından üstündür."[12]
Bu ayette kim Rasulullah'ı canından üstün tutmazsa mümin olmadığına delildir. Bu üstünlük birkaç hali içine almaktadır. Birincisi; Rasulullah kula canından daha sevgili olacak. Çünkü üstünlüğün olmasının aslı sevgidir. Ve kulun kendi canı kendisi için başkasının canından daha sevgilidir. Buna rağmen, onun için Rasulullah'ı canından daha çok sevmeli ve üstün tutmalıdır. İşte bu durumda kendisinde imanın ismi hasıl olur. Ve bu sevgi ve üstün tutma halinden ona itaat, hükmüne razı olma, tam manasıyla kabullenme ve sevginin gerektirdiği diğer hallerin en mükemmel bir şekilde olmasını gerektirir. Üstünlüğün ikinci hali; kul kendi aleyhinde hiç bir şekilde hüküm etmeye sahip olmayacak. Bilakis onun aleyhinde hükmü ancak Rasulullahm yapması gerekir. Efendinin kölesine ve babanın evladına hükmetmesinden ve üzerine karar vermesinden daha fazla ve geniş hüküm etmeye sahip olması gerekir. Kulun kendi nefsinde hiçbir davranışa sahip olmaması lazım. Kendi canından daha üstün olan Rasulullah ne yapıp ve nasıl davrandıysa onu yapabilir ancak. Ve şaşılacak durumlardandır. Kul Rasu-lullah'ın getirmiş olduğu Kur'an hükümlerini bırakır, başkalarının hükmüne razı "olur ve ona Rasulullahm hükmünden daha fazla itimat eder ve aydınlığın Rasulullahm meşaleşinden alınmayacağını, aydınlığın ancak akıl yoluyla bulunacağını iddia eder. Ve Rasulullahm getirmiş olduğu hükümlerin kesinlik ifade etmediğini iddia eder. Ve bunlara benzer ona yüz çevirmeyi ifade eden hallerden bahsetmesi ve faydalı ilimlerin Rasulullahtan gelmediğini başka insanlardan geldiğini iddia etmesi gibi. İşte bu hal büyük delalettir.
Bu üstünlüğün sabit olması için ancak onun hükmünden, başkalarının olan hükümlerini atıp, Rasulullahm hükmünü kabul etmek ve ona bırakmakla mümkün olur. Ve başkasının söylediğini Rasulullahm getirdiği kitaba arz edip eğer bu ona uygunsa alınır. Ve eğer uygun değilse, batilsa bırakılır. Veya eğer ne onun getirdiği kitaba aykırılığı var ne de doğruluğu var ise o zaman ehli kitabın sözleri mertebesinde o sözleri tutar. Ve o sözleri araştırıp hangi tarafa daha ya-km ise ona göre muamele eder. Kim bu yolu takip ederse ona hicret yolculuğu düzelir. İlmi ve ameli de düzelir. Ve ona her taraftan hakikat yönleri yönelmiş olur. Ve şaşılacak du-_ rumlardan biri de; kişi bu üstünlük mertebesi ve tarn sevginin kendisinde bulunduğunu iddia eder. Ve halbuki onun çabası, uğraşı ve yorgunluğunu başkalarının sözüyle meşgul eder. Ve başkalarının sözünü kabul etmek ve onun sevdiğini sevip, sevmediğini sevmemek, ona razı olup onun hükümleriyle muhakemeyi kabul etmek. Ve Rasulullahm sözlerini onun sözleriyle karşılaştırıp Rasulullahm sözleri Onun sözlerine uyarsa kabul eder. Mevla Teala buyuruyor ki:
"Şahitliği eğer bükerseniz veya yüz çevirirseniz şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."[13]
Bu ayet-i kerime çok büyük sırlara şamil olmuştur. Bu sırlara şiddetle ihtiyaç vardır, bazısına işaret etmek gerekir. Al-lah-ü Teala şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutan kendiniz, ana babanız ve sevdiğiniz akrabalarınızın aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimselerden olun. Haklarında şahitlik ettikleriniz fakir olsun zengin olsunlar. Allah onlara sizden daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, şahitliği eğer büker, şahitlik etmekten kaçınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."[14]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan AUah-u Teala hazretleri adaletle hükm edilmesini emretti. Bu emirde dost olsun düşman olsun herkese tatbik edilmesini gerektirmektedir. Kulun en iyi şahitliği, mezheplere, görüşlere ve farklı sözlere karşı tarafsız şahitliğidir. Çünkü şahitlik, Allah'ın emrine ve haberine başlanmıştır. O halde Allah'a karşı gelip nef-sani arzulara uyarak yapmak, Allah ve Rasulünün emrine, ona göndermiş olduğu kitaba karşı koyulmuş olur. Adaletin yerine getirilmesinde Allah Rasulünün halifesi konumundaki zatlarda ümmeti üzerinde tatbik etmekle sorumludurlar. Emanetçi ismini, gerçek adaletle hükmedilmedikçe hiç kimse o ismi haketmiş olmaz. Ancak bunu yaparken Allah'a, Ra-sulüne ve Allah'ın kullarına karşı samimiyet ve ihlasla yapacak, îşte gerçek varisler onlardır.
Hayır! Kendi dostlarını, inancını ve mezhebini hakka tartı yapanlar hakedemezler. Çünkü onlar kendilerine muhalif farklı mezhep veya görüşe sahip olanlara karşı düşman kesilirler. Ve kendilerine (sırf ummasıyla) uyanlara dost olurlar. Nerededir Allah'ın herkese farz kıldığı adaletle hükmetmek. Bu da bu hususta daha büyük farziyet teşkil etmektedir. Sonra devamla Mevla Teala şöyle buyurdu "Allah için şahitlik ediniz." Şahit demek haber veren demektir. Eğer doğruyu haber verirse o zaman o adil ve kabul edilen bir şahittir. Eğer batılı ve yalanı haber verirse o zaman o yalancı şahittir.
Ve Allah-u Teala adaletle hüküm etmekle beraber kendisi için şahitlik yapılmasını emretti. Bu manada şahitliğin
doğru oluşu ve Allah için yapılmasının anlamını içine almaktadır. Mevla Teala başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır
"Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adaletle şahitlik eden kimseler olun."[15]
Bu iki ayet-i kerime dört maddeyi içine almaktadır:
Adaletle hükmetmek
Allah için olması.
Adaletle şahitlik yapmak.
Allah için olması.
Nisa süresindeki ayet-i kerime adaletle ve Allah için şahitlikle has kılındı. Maide süresindeki âyet ise Allah için adaleti yerine getirmek ve adaletle şahitlik yapmakla has kılındı. Bunda çok değerli sırlar vardır. Şu anda zikr etmemiz buna münasip değildir.
Sonra AHah-ü Teala şöyle buyuruyor
"Kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhinde olsa."
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-ü Teala adaletle hükmedilmesini ve herkesin aleyhinde şahitlik olmasını en çok sevdiği insanlar olsalar bile emretmektedir. O, adaletle hükmeder. Gerek kendi aleyhinde, ana babasının aleyhinde veya en çok sevdiği yakınları aleyhinde olsun. Eğer o, kendine, ana babasına ve yakınlarına olan sevgisi hakkı yerine getirmeyi engelliyorsa ve özellikle sevmediği ve kalbinden buğz ettiği İnsanlardan yana hak olsa, işte bu zor durumda hakkı hiç kimse yerine getiremez. Ancak Allah ve Rasulü kendisi için her şeyden daha sevgili olanlar müstesnadır. îşte bu durumda kul imanını imtihan eder. O zaman imanını kalbindeki yerini ve mertebesini bilmiş olur. Bunun aksinde kul kendisine karşı gelen ve düşmanlarına adil olmasıdır. Çünkü onun kızgınlığı onlara zulmetmesine götürmemesi gerekir. Nasıl ki onun kendi nefsini, ana babasını ve akrabalarına olan sevgisi onlara adaletle hükmünü bıraktırmaması gerekir. O kızgınlığı onu batıla sokmasın ve onun sevgisi de hakkı yerine getirmekten alıkoymasın. Bazı selefi salihin dediği gibi.
"Adil olan kızdığı zaman kızgınlığı onu batıla sokmaz. Razı olduğu zaman da rızası onu haktan saptırmaz." Bu iki ayet-i kerime bu iki hükmü içine almaktadır. Sevdiklerinin aleyhinde de olsa adaletle hükmetmek ve adaletle şahitlik yapmak. Sonra Mevla Teala devamla şöyle buyuruyor
"Haklarında şahitlik yaptıklarınız fakir olsun, zengin olsun, Allah onlara sizden daha yakındır."
O Allah onların rabbi ve efendileridir. Onlar da onun kullarıdır. Siz de onun kulları olduğunuz gibi o zaman zengini zengin olduğu için fakiri de fakir olduğu için onlardan yana olup taraf çekmeyiniz. Şüphesiz Allah onlara sizden daha yakındır. Bu ayetin bu tefsirinden daha güzel tefsir yapılmıştır. Şöyle ki "Onlar, fakirin ve zenginin üzerine adaletle hükmedip şahitlik yapmaktan çekinmişler. Zengine gelince malı yok olur korkusuyla fakir ise zaten onda birşey yoktur diyerek yok olmasından korktukları için. Bu durum göze alınarak hak ile adaleti üzerlerinde icra etmekte gevşeme oldu. O zaman onlara şöyle denildi "Allah fakire ve zengine sizden daha yakındır." Zenginin halini daha iyi bilir. Fakire sizden daha rahmetlidir. O halde zengin ve fakirin üzerinde hak ile hükmetmeyi bırakmayınız. Sonra devamla Mevla Teala şöyle buyurdu "Hislerinize kapılıp adaletten sapmayınız." Allah kullarına adaleti terketmeye sebep olan hislere kapılmaya nehy etti. Ayetteki "İn ta'dilu" cümlesi mahallen mensubtur. Mefulun leh olduğu için. Bas-ralı alimlere göre ayetin takdiri şöyledir "Adalet etmenizden korktuğunuz için veya sakındığınız için o taktirdeki hislerinize kapılmanız adil davranmanızdan korktuğunuz için veya ondan kaçındığınız içindir."
Küfe alimlerinin taktirine göre ise "Adalet etmemeniz" demektir. Fakat Basra alimlerinin taktiri daha açık ve daha güzeldir. Sonra devamla Allah-ü Teala şöyle buyuruyor "Şahitliği eğer büker veya şahitlik etmekten kaçınırsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala hakkı gizlemenin iki sebebini zikretti. Sakındırarak ve cezasını bildirerek. İki sebepten biri bükmektir. Diğeri de yüz çevirmektir. Mevla Tealanın delili zahir olur ve onu bir yol ile savunmak için kimseyi bulmazsa ve sırtını çevirip onu söylemekten dilini tutarsa o zaman o kimse şüphesiz dilsiz şeytan olur. Ve bazen onu (delili) büker ve tahrif eder. Bükme iki çeşittir. 1. Lafızda bükme. 2. Manada bükme. Lafızda bükme ise o lafzı hakkı doğruyu gerektirmeyecek şekilde söylemektir. Bu da ya bir lafız eklemekle veya eksik söylemekle veya başka bir lafızla değiştirmekle olur. Bir de o lafzı kullanırken muhatabına o lafzı söyler gibi davranıp başka lafzı kastetmesi gibi. Bu şekil davranış yahudilerin peygamberimize ve başkasına selam verirken dillerini bükmeleri gibidir. Bu, bükme çeşitlerinden biridir. Manada bükme; bu da konuşanın kastettiği şeyin hilafına lafzı tevil edip değiştirmesidir. Ve istemediği muhatabı bilmediğinden veya bazı şeyleri ondan istediği için o lafızdan eksiltmesi. Buna benzer manayı bükme çeşitleri. Allah şöyle buyurmaktadır
"Eğer büker yahut şahitlik yapmaktan kaçınırsanız biliniz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır."[16]
Şahit kendisinden şahitliği gizlemeden ve değiştirmeden olduğu gibi yerine getirmekle istenmiş olunca kaçınmak ta gizlenmek gibi kabul edildi. Bükmek te şahitliği değiştirmenin aynısı kabul edildi. Bu ayetteki gizli ilim hazinelerini iyi düşün.
Bundan gayemiz, şu ki vacip olan kendisi olmadan, imanın ismi veya iman tam olmaz. Ancak naslara kabulle ve onlan almakla sevgisini gösterip halkı onlarla amel etmelerine davet etmek, karşılık vermesiyle olur. Bazen itirazla bazen de bükme ile karşılık yapma olmaz. Allah şöyle buyurmaktadır
"Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdikleri zaman inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur."[17]
Bu nas şuna delalet etmekfedir( Ne zaman herhangi bir meselede Allah ve Rasulüne ait bir hüküm sabit olursa, şüphesiz hiç kimse o hükmün yerine başka bir hükmü kendi nefsine seçemez ve onu hiçbir mümin kadın ve erkek yapmasına hakkı yoktur. Bunu yapmak imana aykırı olduğuna delalet etmiştir. İmam-ı Şafii'den, sahabe, tabiin, onlardan sonra gelenlerin buna icma ettikleri rivayet olunur. Şöyle ki; "kim Rasulullahın sünnetini açıkça görse başkasının sözüne gidip onu bırakamaz." Bu sözün doğru oluşu hakkında is-lamm büyüklerinden hiçbiri itiraz etmemiştir. Çünkü bütün insanlığın kendisine tabi olmasının farzlılığım İmam-ı Safinin aktarmış olduğu insanlardan değil bilakis o Rasulullahın ki o masum ve nefsinden konuşmayanın sözüdür. Fakat başkasının sözünden aktarma yapmanın gayesi nasların önüne alınması ve onlara muarız olması bir yana onlara uymanın cevazı olduğu içindir. Doğrudan sapıp rezil olmaktan Allah'a sığınırım. Allah buyuruyor ki
"Allah'a itaat edin, Rasulüne de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, Rasulümüzün görevine düşen, apaçık bildirmek ve duyurmaktır."[18]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala, hidayetin RasuluÜaha itaat etmekle olacağını, başkasına tabi olmakla olamayacağını haber vermektedir. Çünkü hidayet şarta bağlanmıştır. Şartın kaybolmasıyla, o da yok olur. Bu çoğu insanların bunda hata yaptığı gibi ayetin mefhumunun delaletinden değildir. Ve onda delalet etmesi için, onu açıklamaya muhtaç olduğunu zannediyorlar. Mefhumun delil oluşunun açıklanması değil bilakis şartlara bağlanıp tertip edildi. Eğer şarta bağlı kılınmaz ise o (hidayetin) şartı olmadığı için, o da (hidayet te) yol olur. Böyle olmasaydı ö zaman onun şartı olmazdı.
Bundan bu hüküm sabit olunca o halde bu ayet-i kerime, itaat olmayınca hidayetin olmayacağına delildir. Allah'ın sözündeki fiilin tekrar edilmesinde o da "Etiullahe ve etiu'r-rasule" dir. Çok hoş ve değerli sır vardır. Bunu yakında zikredeceğim, inşaAUah.
Allah-u Tealanm "Eğer yüz çevirirseniz biliniz ki, kendisine (peygambere) yüklenilen vazifeden mesuldür." Ayetinin (arapça yazılışı) "Fe in tevellev feinnema aleyhi ma hummile" sözündeki "Tevellev" kelimesi mu-hattap fiili olup aslı "Tetevellev" idi. Dilde hafiflik olması için iki ta'dan biri hazf edildi(silindi). "Tevellev" oldu. O taktirde ayetin manası şudur "Muhammed, risaleti eda etmek ve onu bildirmekle, sorumlu kılındı. Siz ise ona itaat edip, teslimiyet göstermek ve onun emrine boyun eğmekle, sorumlu kılındınız." Nitekim peygamber efendimiz; "Allah'tan açıklamak, RasuluIIah'tan bildirmek, size de teslimiyet"[19] (itiraz etmeden kabul etmek) buyurmuştur. Eğer siz sorumlu kılındığınız şeyi (iman ve itaat) terk ederseniz bu durum aleyhinize olur, onun aleyhine değil. Çünkü o imanınızdan sorumlu kılınmamıştır. O ancak size risaleti bildirmek ve onu yerine getirmekle sorumlu kılınmıştır.
"Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygambere düşen sadece açık seçik duyurmaktır."[20]
Onları doğru yolda tutması ona vacip değildir. Allah-ü Teala başka bir ayette
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de itaat edin. E-ğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahi-ret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu (anlaşmazlığınızı) Allah'a (kitabına) ve rasulüne götürünüz. Onların talimatına göre halledin. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir."[21]
buyurmaktadır. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala kendisine ve Rasulüne itaat edilmesini emretmektedir. Ayet-i erimeyi nida harfi "Ya" ile iman ismini birlikte söyleyerek başlattı. Çünkü iman isminin gereği onların kendisi ile çağrılıp ve muhatap olmalarıdır. Araplarda şöyle denildiği gibi; "ey Allah'ın fazlı, keremiyle zengin olan ve ona bol nimetler veren kimse iyilik yap, Allah'ın sana iyilikte bulunduğu gibi. Ey bilgili, ilminle insanlara öğret ve ey hakim hak ile hükmet" vesaire benzeri sözler. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerimde çoğu kez ayete başlarken hitapla başlanır. Örneğin;
"Ey iman edenler! oruç size farz kılındı."[22]
"Ey iman edenler, namaza çağrıldığınız vakit"[23]
"Ey iman edenler akitlerin gereğini yerine getirin[24]
Bu ayet-i kerimenin bu şekilde söylenmesinde şuna işaret vardır. Eğer siz gerçekten mümin iseniz o zaman iman sizden şunu ve şunu gerektiriyor. Çünkü bu imanın tamamı ve gerektin cilerindendir.
Sonra Mevla Teala;
"Ey iman edenler Allah'a itaat edin ve rasulüne, sizden emir sahiplerine de itaat edin."[25] buyurmaktadır. Bu ayet-i kerimede Allah'a itaati, Rasulüne ve emir sahiplerine itaati birleştirdi. Bu itaatler üzerine tek bir amili tayin etti. Sanki bu ayetteki emir, akla bunun aksini ifade ettiğini gösteriyor gibi. Çünkü kim Rasulullah'a itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Ancak bu ayetteki durum böyle münasip görülmüştür. Bu ayetteki emirde çok ince ve hoş bir sır vardır. O da Rasulullah neyi emrediyorsa ona itaat etmek vacip olur. Bu emir Kur'an-ı Kerim'de, Ra-sulullahın emri gerek tek veya Allah'ın emriyle yazılışta bitişik olmasın. Kur'an-ı Kerimde o emir hiç zikredilmese de ona itaat vacip olur. Bundan dolayı bazıları onun emri Kur'an'da yoksa ona itaat etmek vacip değildir zannetmesinler. Nitekim bunların hakkında peygamber efendimiz şöyle haber veriyor
"Yakın bir zamanda karnı tok koltuğuna yaslanmış olduğu halde kişiye benim emrimden bir emir gelir. Ve ondan itaat etmesi istenir. O da o emrime karşı öyle cevap verir. Benimle sizin aranızda Allah'ın kitabı vardır. Onda hangi emri bulursak ona tabi oluruz. Dikkat edin. Bana verildi ve onunla beraber, ona benzeri de (o da sünnetidir) verildi."[26]
Emir sahipleri ise emirleri Rasulullahm emrine uygun olmadıkça onlara itaat etmek vacip değildir. Onların emirlerine müstakil olarak itaat etmek yani kendi arzularına göre emrettikleri zaman o emre itaat vacip değildir. Peygamber efendimiz sahih bir rivayetle şöyle buyuruyor
"Kişiye sevilen şeyde ve sevilmeyen şeyde o emri dinleyip itaat etmesi gerekir. Masiyetle emredilmediği müddetçe eğer masiyet yapılmasını emredilirse o emre ne kulak verilir ne de itaat edilir."[27]
Bu mananın tekrar edilişinin gerekliliğini iyi düşün. Allah (c.c.)'m şu sözü "Allah'a ve rasulüne götürün." "Rud-
duhu ilallahi ve rasulihi" "Rudduhu" fiilini tekrarlamadan yani "Rudduhullahe ve rudduhu ila rasulihi" demeden tek bir fiille ikisini "Allah ve Rasul" kelimesine bağlayarak zikretti. Çünkü bir emri (işi) Kur'an'a götürmek o emri (işi) Allah'a götürmek ve Rasulüne götürmek demektir. Hangi şeye Allah hükmederse o hüküm Rasulullahm hükmünün aynısıdır. Ve bunun aksi de aynıdır. Eğer siz birşeyde çekişir ve o çekişmenizi çözüme kavuşturmak için Allah'a (yani kitabına) götürürseniz muhakkak ki onu Rasulüne götürmüşsünüz demektir. Yine aynı durumu Rasulullah'a götürürseniz şüphesiz onu Allah'a götürmüşsünüz demektir. Bu da Kur'an'ın sırlarından biridir. Ahmet İbn-i Hanbel'in emir sahipleri hakkındaki rivayeti farklı olmuştur. Ondan emir sahipleri hakkında iki rivayet vardır; biri Onlar alimlerdir; ikincisi Devlet reisleridir. Bu iki sözü de bu ayetin tefsirinde saha-be-i kiramın söylediği sabittir. Doğrusu bu ayet-i kerime bu iki sınıfı kapsamıştır. Şüphesiz emir sahibi olan alimler ve devlet reisleri, Allah'ın rasulüne göndermiş olduğu kitabı korumakla yükümlüdürler. İlim adamlarının yükümlülüğü o kitabın hıfzı açıklanması tahrif edenlere karşı reddiye yapmak ve korumaktır. Kur'an-ı Kerim'de alimlerin vekaletine yükümlülüğünü zikretmiştir. Mevla Teala şöyle buyuruyor
"Eğer bunlar inkar etselerdi, derhal biz onları in- . kar etmeyecek bir toplumu onlara vekil bırakırdık."[28]
Bu ne büyük ve zor bir vekalet. Öyle ki bunlara(alimle-re) itaat edilip emirlerine uymayı gerektiren bir vekalettir. Devlet reisleri ise Kur'an'la amel etmeye, onu korumaya, cihat yapmaya, insanlara bununla (kitapla) amel ettirmeye ve kim ondan yüz çevirirse yakalayıp gereken cezalandırmayı yapmakla yükümlüdürler.
Bütün insanlar ve müminler bu iki sınıfa tabidirler. Sonra Mevla Teala şöyle buyurdu
"Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a (kitabına) ve Rasulüne götürün. Eğer Allah'a ve ahi-ret gününe gerçekten inanıyorsanız."[29]
Bu kesin delildir. İnsanların hangi konuda anlaşmazlığa düşerse düşsün. Onu ancak Allah'a ve Rasulüne götürmesi gerekir, başkasına götüremezler. Kim başkalarına götürürse şüphesiz cahiliyye hükümlerini çağırmış olur. Bu halde o kul iman dairesine girmiş olmaz, ta ki anlaşmazlığını Allah'a ve Rasulüne götürmedikçe. Bundan dolayı Allah-u Teala "Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız" buyurdu. Bu da (az önce zikrettiğimiz) şart cümlesidir. Bu şartın bulunmaması halinde, o şartın koşulu da olmaz. Bu da kim ki Allah ve rasulünden başkasının hükmüne giderse o kimse inanma gerekçesinin dışında olur. Şifa ve açıklama açısından muhaliflerin iddiasının belini kıran, müminlerin inancını koruyan bu ayet-i kerime kafidir. Muhaliflerin iddiasını çürüterek belini kıran müminler bu ayetin emrine yapışan ve doğrultusunda amel eden müminleri korumaktadır. Mevla Teala şöyle buyuruyor
"Helak olanın açık bir delille helak olması yaşayan da açık bir delile yaşaması için. Şüphesiz Allah ziyade işiten ve bilendir."[30]
Selefi salihin ile onlardan sonra gelenler (halefler) Allah'a götürmenin, kitabına olduğu, rasulüne ise hayattayken ona vefatından sonra sünnetine götürmek olduğuna ittifak etmişlerdir. Sonra Mevla Teala şöyle buyuruyor
"Bu hem daha hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir."
Yani size bu emrettiğim şeyi o da bana ve Rasulüme ve sizden olan emir sahiplerine etmeniz anlaşmazlığınızı da bana ve Rasulüme getirmeniz, dünya ve ahiretiniz için daha hayırlıdır. Bu da iki cihandaki mutluluğunuzdur. Yine bu sizin için daha hayırlıdır. Netice bakımından daha güzeldir.
İşte bu ayet Allah'a ve Rasulüne itaati ve Allah'ın ve Rasu-lünün hükmünü kabul etmenin dünya ve ahiret mutluluğunun sebebi olduğuna delildir. Kim bu alemin içinde bulunan kötülükleri düşünürse, bu kötülüğün sebebi Rasulullaha karşı gelmek ve ona itaat etmemekten kaynaklandığını ve alemde bulunan bütün iyiliklerin sebebi de ona itaat etmekle olduğunu görür. Aynı şekilde, ahirette görülecek elem verici (acılı) hallerin, zorlukların ve kötü durumların sebebinin ancak Rasulullaha dünyada iken karşı gelmenin neticesinde olduğunu görecektir. O halde dünya ve ahiret kötülüğü Rasulullaha karşı gelmeye dönüşüp bağlanmıştır. Şayet insanlar Rasulullaha gerçek anlamıyla itaat etseler, yeryüzünde asla kötülük kalmazdı. Bu kötülüklerden maksadın, genel anlamdaki kötülükler olduğu malumdur. Bunun gibidir kişinin kendi nefsinde bulunan kötülük, acı ve duyduğu gam da bunların tek sebebi Rasulullaha karşı gelmektir. Çünkü ona itaat etmek bir kale gibidir. Kim ona girerse emin olur, o (itaat) sığınaktır. Ona kim sığınırsa kurtulur. Bundan biliniyor ki dünya ve ahirette olan kötülüğün ve azabın oluşu Rasulullahm getirmiş çlduğu kitabı (Kur'an'ı) bilmemekten onun emir ve yasaklarının dairesinin dışına çıkılmasından kaynaklanmaktadır. Kurtuluşun ve saadetin olmayacağına ancak Rasulullahm getirdiği kitabı bilip ve onunla amel etmeden kurtuluşa ve ebedi saadete kavuşula-mayacağına kesin bir delildir bu (ayet-i kerime). Bu saadetin (mutluluğun) kemali iki başka şeye bağlıdır. Biri halka buna (Kurana) çağrıda bulunması. İkincisi O çağrıya karşı sabırlı olup çalışmasıdır. O taktirde insanlığın kema-latı (tam ve mükemmel oluşu) bu dört mertebede kuşatılmış oldu.
Rasulullah'ın getirdiği şeyi (Kur'an-ı Kerim ve sünneti) bilmek.
Onunla amel etmek.
İnsanlar arasında yaymak ve ona çağrıda bulunmak.
Bunu eda ederken sabırlı olup cihadına devam etmesidir.
Kim himmetin, sahabe-i kiramın yaşama tarzını (metodunu) bilmek isterse ve onlara tabi olmayı murat ederse onların gerçek yaşama şekli bu dört mertebededir.
Mevla Teala Rasulüne şöyle buyurdu
"De ki Eğer (haktan) saparsam kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulursam bu da rabbimin bana vahyettiği (Kur'an) sayesindedir. Şüphesiz o yakındır, işitendir."[31]
Bu ayet-i kerime Rasulullahın doğru yolda oluşunun vahiyle olduğuna açık bir delildir. Farklı görüşe sahip, fikirlerinde ve sözlerinde ayrılık bulunan kişiler kendi başlarına doğruyu nasıl bulabilirler, şaşarım? Fakat
"Allah kimi hidayet ederse işte o hakka ulaşmıştır. Kimi de saptırıp hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın."[32]
Doğruluğun vahiy ile hasıl olmayacağını ve onun falan kimsenin aklına ve filan kimsenin görüşüne başvurarak Zeyd'in ve Amr'ın sözüne bakarak, doğruluğun bulunacağını iddia eden kimseden doğru yoldan daha fazla sapan kim olabilir ki? Şüphesiz bu büyük bela ve mu'sibetten korunan kimsenin üzerindeki Allah'ın nimeti çok büyüktür. Allah'a hamdü senalar olsun.
Allah-ü Teala şöyle buyuruyor
"Kendisiyle insanları uyarman, inananlara öğüt vermen için sana indirilen bir kitaptır. Onun için bunu tebliğ ederken kafirlerin inkarından ötürü kalbinde bir sıkıntı olmasın. Rabbinizden size indirilene uyun, ondan başkasını dostlar edinip peşlerine düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz."[33]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala Rasu-lullaha indirmiş olduğu kitaba tabi olunmasını ve başkasına uyulmamasını emrediyor. Bu emir ancak indirilene uyulması içindir. Ancak ondan başkasını dost edinenlere uyanlar ise, bunların arasına vasıta koymamıştır. Her kim vahye uymazsa batıla tabi (uymuş) olur. Allah'tan başkasını dost edinenlere uymuş olur. Bu durumda apaçık bellidir, kendisinde gizlilik olmayan durumdur. AUah-ü Teala şöyle buyuruyor
"O gün zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der keşke o peygamberlerle birlikte yol tutsaydım, ne yazık bana! Keşke falanca kimseyi dost edinmeseydim çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken, o, hakikatten beni saptırdı. Şeytan, insanı uçuruma sürükleyip sonra yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta."[34]
Her kim Rasulullah'tan başkasını dost edinir ve Rasulul-lahm getirdiği kitabı bırakır ve kendi görüşüne göre yaşamaya kalkışırsa şu sözleri söyleyecektir. Bundan dolayı dost kelimesi filan kelimesi ile kinaye yapılmıştır. Çünkü her kim Allah'tan başkasını dost edinip kendisine uyulanlar falan ve filandır. İşte bu Rasulullaha karşı yapılması için yapılan şahısların dostluk kurma halidir. Neticede bu dostluk adalet, kin ve lanete dönüşecek bir dostluktur. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır
"Allah'a saygı duyup kötülükten sakınanlar müstesna olmak üzere dünyada iken kötülükte dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler."[35]
Bunlar ve bunlara uyanların hali Kur'an'da başka bir yerde de zikredilmiştir. Şöyle ki
"Yüzleri ateşte evirilip çevirildiği gün eyvah, biz de keşke Allah'a itaat etseydik derler. Ey rabbimiz! Biz re-
islerimize ve büyülerimize uyduk ta onlar bizi yoldan saptırdılar, derler. Rabbîmiz onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov."[36]
Onlara fayda vermediği günde Allah ve Rasulüne itaat edip uymayı temenni edecekler. Dünyada iken uymamalarının sebebi olan, reislerine ve büyüklerine uymalarını mazeret olarak gösterecekler. Fakat özürlerinin makbul olmayacağını da itiraf ettiler. Onlar reislerine ve büyüklerine uyup, peygambere karşı gelmeleri, onların bu fiili şunu söylemeye dönüştü.
"Rabbimiz onlara iki kat azap ver ve onlara büyük bir lanetle lanet et" (rahmetinden kov).
Bazılarına göre bu ayet akıllılar için ibret ve şifa dolu bir vaazdır. Başarı Allah'tandır.
Allah-u Teala buyuruyor ki
"Kim Allah'a iftira eden ya da onun ayetlerini yalanlayandan daha zalimdir? Onların kitaptan nasipleri ne ise kendilerine verilecektir. Sonunda elçilerimiz (melekler) gelip canlarını alırken derler ki Allah'ı bırakıp-ta tapmakta olduğunuz tanrılar nerede? onlar da bizden kaybolup gittiler derler. Kafir olduklarına dair kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. Kıyamet gününde Allah onlara diyecek ki sizden önce geçmiş cin ve insanlar toplulukları arasında siz de ateşe girin, her ümmet girdikçe (uydukları) yoldaşlarına lanet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca sonrakiler, öncekiler için ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar, onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver Allah'tan onlara her biri için bir kat daha fazla azap vardır fakat siz bilmezsiniz diyecektir. Öncekiler de sonrakilere derler ki sizin bize bir üstünlüğünüz yok, o halde siz de kazandıklarınıza karşılık azabı tadın."[37]
Akıllı olan bu ayetlerin şamil olduğu ibret verici halleri iyi düşünsün. Ayet-i kerimedeki "Kim Allahr«.iftira eden yada onun ayetlerini yalanlayandan daha zalimdir?"
sözlerinde iki batıl sınıfını zikretmektedir. Biri; iftirayı çıkaran ve insanları buna çağırandır. İkincisi; hakkı yalanlayanlar. Birincisinin küfrü iftira ile yapması batıl olan şeyi meydana çıkarmasıyla, ikincisi hakkı inkar etmesiyle kafir olmuştur. Bu iki sınıf insanlar her batıl olan şeye yönelirler. Buna batıla davetleri ve insanları hak yoldan saptırmaları da eklenirse azaplarının iki kat olmasını hakketmiş olurlar. Bundan dolayı Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır
"Kafir olup ta -insanları- Allah yolundan alıkoyanlar var ya işte onlara yapmakta oldukları bozgunculuklar sebebiyle azaplarını kat kat arttıracağız."[38]
Bunlara Allah'a küfredip insanları Allah yolundan alıkoydukları için iki azap vardır. 1. Kafir oldukları için. 2. İnsanları Allah yolundan alıkoydukları için. Ne zaman küfür yalnız olarak söylenirse o zaman o ayetteki azap kelimesine sayı eklenmez. Nitekim şu ayet-i kerime bunun gibidir "Kafirlere elem verici azap vardır." Allah(c.c.)'ın şu sözü
"Onların kitaptan nasipleri ne ise kendilerine erişecektir. Ezelde onlar için neyi rızk olarak taktir etmişse onu alacak ve onlar için taktir edilen müddete kadar yaşayacaklar dünyada demektir. Sonunda elçilerimiz (melekler) gelip canlarını alırken derler ki Allah'ı bırakıp ta tapmakta olduğunuz tanrılar nerede? onlar da bizden kaybolup gittiler, derler."
Yani yok olup ayrıldılar ve onların küfre daveti de yok oldu gitti. Ve kafir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler. Kıyamet gününde Allah onlara diyecek ki sizden önce geçmiş cin ve insanlar toplulukları arasında siz de ateşe girin , bu topluluğun cümlesi dahilinde olun. Hepsi birbiri ardından orada toplanınca, sonrakiler öncekiler için her sonradan gelen topluluk önce gelen için
"Ey Rabbimiz, bizi bunlar saptırdılar, onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver" bizleri peygambere uymaya engel olup saptırdıkları için onlara bir kat daha fazla azap ver
"Allah ta her biri için bir kat daha fazla azap vardır diyecektir." Kendilerine uyulanlara ve uyanlara küfürleri ve sapıklıklarına göre
"Fakat siz bilmezsiniz" yani her topluluk diğer topluluğa katlanan azabı bilemez.
"Öncekiler de sonrakilere derler ki: sizin bize bir üstünlüğünüz yok." Çünkü bizden sonra geldiniz ve size de peygamber gelip size hakkı anlattılar. Bizim sapıttığımız gibi bizi taklit edip sapıtmanızı da uyardılar. Siz de onların uyarısını reddettiniz, bize uyup taklit edip, peygamberlerinizin getirdiği hakikati terk ettiniz. Bizim sizden nasıl bir üstünlüğümüz olsun bizim sapıttığımız gibi sapıttınız ve hakkı terk ettiğimiz gibi siz de terk ediniz. Bizim yaptıklarınızı taklit etmenizle siz sapıttınız. Biz de başka toplulukların sapıklığına uyarak sapıttık. O halde hangi üstünlüğümüz var? O halde siz de kazandıklarınıza karşı azabı tadın. Allah için ne mükemmel nasihattir ve ne çok şifası olan vaaz (ö-ğüttür) dır bu ayetler . Kalplere tesadüf ederse hayat dolarlar. Şüphesiz bu ayetler ve benzerleri Allah yolcusunun kalbinin zikrini artıran ayetlerdir. Fakat başıboş gezenler ise bundan haberdar olamazlar. Allah'tan başkasını sevmek ve onunla dost olanların haline gelince bu hal sapıklıkta ortak olan kendisine uyulan ve onlara uyanların hükmüdür. Ancak peşlerinden gelip uydukları topluluğa muhalif olanlar uyduklarının yolundan ayrılıp bizim yolumuz var, sizin yolunuza uğramayacağız diyenler, bunların hakkında Kur'an'da şöyle bahsedilmektedir
"O zaman görecekler ki kendilerine uyulup arkalarından gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve onda her iki tarafta azabı görmüştür. Nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır. Onlara uyanlar şöyle derler ah keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık. Böylece Allah onlara işledikleri bütün işlerini kendilerine hasret, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkmazlar."[39]
Bu uyulanlar doğruluk üzere idiler. Onlara uyanlar ise bunların metoduna ve yollarına uyduklarını iddia ediyorlardı. Halbuki onlara muhalif oluyor ve başka yollara gidiyorlardı. Onları sevdiklerini iddia ediyorlar, muhalif (aykırı) oldukları halde bu iddiaların onlara fayda vereceğine inanıyorlardı. Kıyamet gününde ise onlardan uzak kalmayı temenni edecekler. Çünkü onlar dünyada iken Allah'tan başka dost edindiler. Ve bu edinmeleri kendilerine fayda verecek sandılar. Bu durumda Allah ve Rasulünden başkasını kendine dost edinenlerin halidir. Onlar için dostluk kurar. Onlar için düşmanlık taslar, onların sevdiğini sever, sevmediğini sevmezler. Yapmış oldukları bu âmellerin hepsi boş ve batıldır. Bu amellerinin zahmetinden ve çokluğundan dolayı hasret ve pişmanlık duyacaklar. Çünkü Allah ve Rasulüne sevgisini, buğzunu, savunmasını ve tercihini başkasından so-yutlamadı. Allah-u Teala da onun bu amelini iptal etti. Ve onlarla bağlılık sebeplerini kesti. Bu taktirde kıyamette de aralarındaki bağlar, vesileler Allah'tan başkasına olan dostluklar da kesilir. Ve kul ile rabbi arasındaki bağlayıcı sebepten başkası kalmayacaktır. O da Allah ve Rasulüne olan hicreti, kulluğunu yalnız Allah'a yapması, onun gereği olan, sevmek, sevmemek, vermek, vermemek, dostluk, düşmanlık, yaklaştırma, uzaklaştırma, Rasulüne uymasını başkasına uymaktan soyutlamak, getirmiş olduğu kitaba aykırı olan şeyleri bırakmak, yüz çevirip önemsememek, kitabına olan uyumluluğunu.başkasına yönelmesinin kiri ve paslarından tamamen kendini soyutlayıp, arındırmak. Ona başkasını ortak etmekten öte başkasının sözünü önüne geçirmek bile ondan soyutlaması gerekir. İşte bu hal kıyamette kul ile rabbi arasında kesilmeyen bir sebebidir. Kul ile rabbinin arasındaki nispette budur. Sırf ona olan kulluk nispetidir. Bu da öyle bir kazığa bağlı bir ip ki onu çevirdikçe dönüşü en son o kazığadır.
Bu nispet kula faydalı olan nispettir. Bu üç diyarda (dünyada, mezarda, ahirette) başka nispetin ona faydası yoktur. Bu üç diyardan gaye dünyadaki hayatı, alem-i berzahta ve ahiretteki hayattır. Bu nispet olmadan düzgün olması nimetler içinde yaşaması, kurtuluşu ve bahtiyar olamaz. Bu nispette kul ile rabbi arasındaki bağlayıcı sebeptir.
Bundan gayem şudur. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala kıyamet gününde dünyadaki kulların bağlılık sebeplerini ve alakalarını keser. Ancak kul ile rabbi arasın-dakini kesmez. O sebeple kulluk nispetidir. O da peygamberlerin (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) olan bağlılıklarını ve uyumluluklarını başkalarına bağımlı olmaktan kendini soyutlamakla ancak olur. Bu kulluk vazifesi onların (peygamberlerin) dilleri üzerinden aktarıla gelmiştir. Onlar olmadan kulluk nedir bilinmiyordu. Onlara uymadan kulluk vazifesini yapmaya hiçbir yol yoktur. Mevla Teala şöyle buyürüyor
"Onların yaptıkları her bir iyi işi dikkate alırız fakat onu saçılmış zerreler haline getiririz."[40]
Kul dünyada iken peygamber yoluna uymayıp sünnetine yüz çevirerek yaptığı iyiliklerdir. Allah onları saçılmış zerreler haline çevirecektir. Onlarlan hiçbiriyle faydalanma-yacaktır. Bu durumda kul için Kıyamet günü en büyük hasret çektirici durumdur. Kul o anda yaptığı iyiliklere her zamandan daha çok muhtaç olur. Ama amelinin boşa gittiğini görecektir. Ancak faydalı amellerde çalışması sebebiyle saadet ehli mutluluğuna kavuşmuştur. Saadet ehline uyanların iki hükmü vardır Birincisi; onlara belirli hükümlerde uyanlar, Allah'ın haklarında dediği kimseler de onlardır. Şöyle ki;
"İslam dinine girme hususunda öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur, Onlar da Allah'tan razı olmuştur."[41]
îşte kendilerine Allah'ın rızası sabit olan saadet ehli bunlardır. Rasulullah'ın ashabı bunlara iyilikle uyanlar. Bu iyilikle uyanlar topluluğu yalnız sahabeyi görenlere has bir kavram değildir. Bu ayetteki iyilikte uyanlar (tabiinler) olarak sahabeyi görenlere has tutulması örfi bir tahsistir. Onlardan sonra gelenlere (tabiin) uyanlar denmesi ise sonradan gelenlerden farklılıklarını o çağda yaşamış olduklarını ayırt edebilmek için de söylenmiştir. Yoksa sahabenin yoluna kim iyilikle uyarsa o da onlara iyilikle uyanlar(tabiinler)dandır. Onlar Allah'ın kendilerinde razı olduğu onların da Allah'tan razı olanlarıdır. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala bu uymayı iyilikle kayıtlı kıldı. Uyma kavramını kayıtsız olarak mutlak bir şekilde zikretmemiştir. Bir taraftan uyan ve başka taraftan karşı hareket yapıp muhalif olan uyma değildir. Fakat o iyilikle yapılan kesintisiz uymadır.
kelimesindeki harfi musahabe (birliktelik) manasını ifade etmek içindir. Uymadaki iyilik onların Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmalarına şart kılınmıştır. Allah (c.c.) bunların hakkında şöyle buyurmaktadır
"Çünkü ümmiler arasında kendilerine ayetlerini okuyan onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen odur. Halbuki onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. Bu peygamber müminlerden henüz kendilerine yetişmeyen diğer insanlara da onu öğretir. O azizdir, hakimdir."[42]
İlk önce bulunanlar Rasulullah'a yetişip ona iman edip sohbetine katılanlardır (Bunlara sahabe denir.) henüz Rasulullaha yetişemeyip fakat önceden bulunan sahabelere kıyamete kadar gelecek müminlerdir. O halde buradaki üstünlük mertebesi onlardan sonra gelmiş olmalarıdır. O halde mertebelerinin düşük oluşu onlardan (sahabeden) sonra gelip onlara kavuşamadıkları içindir. Bu iki kelime birbirinden ayrılmayan iki şey gibidir. İşte bu iki sınıf saadet ehli olanlardır. Fakat kim Allah'ın peygamberine gönderdiği kitabı kabul etmez, başını onunla dik tutmazsa o da üçüncü sınıf olanlardan olur. Onlar da ayet-i kerimede buyuruldu-ğu gibi şunlardır.
"Kendilerine tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların durumu koca koca kitaplar taşıyan merkeplerin durumu gibidir."[43]
Allah'ın Rasulü kendisiyle gönderilmiş olduğu kitaba ve davetine nispetle insanları şöyle taksim etmiştir
"Allah-u Teala'mn benimle gönderdiği ilim ve hidayet bol bir yağmur gibidir. Döküldüğü toprağın bir kısmı suyu içine alır, bol miktarda ot ve mahsul yetiştirir. Bir kısmı da sert ve çorak olur, suyu içine almaz, fakat yüzünde tutar. İnsanlar içmek, sulamak ve ekin ekerek bundan faydalanırlar. Bir kısım da yalçın ve kaypaktır.
Suyu içine almadığı gibi yüzünde de tutmaz. Yağan yağmur yüzünden sıyrılıp gider. Ne birşey bitirir ne de kimseye faydası olur. İşte bu bana gönderilen kitabı öğrenen ve gereğiyle amel edenin ve o kitabı kabul etmeyip getirdiğim hidayeti kabul etmeyenin misalidir."[44]
Peygamber efendimiz getirmiş olduğu ilmi bol yağan yağmura benzetti. Çünkü her ikisi hayata sebeptirler. Yağmur bedenlerin hayat bulmasına ilim de kalplerin hayat bulmasına sebeptir. Kalpleri de vadilere benzetti. Nitekim ayet-i kerimede şöyle beyan ediliyor
"Allah gökten su indirdi ve vadiler kendi miktarların-ca sel olup aktı."[45]
Yeryüzünün yağmuru kabul etme açısı üç çeşittir
Temiz, suyu almaya ve ot bitirmeyi kabul eden. Eğer o yere yağmur yağarsa suya kanar ve ondan her çeşit bitkiden bitki yetişir. Bu da zeki, saf ve pak bir kalbe misaldir. O kalp saflığı ve zekasıyla ilmi kabul eder, bu kabulü sayesinde pak olur. Ve hak dini ve hikmetlerinin her çeşidim kabul eder. O kalp ilmi kabul ediyor, ilmin gereğini, fıkhını ve diğer madenlerin sırlarından meyvasını veriyor.
Sert ve çorak olan yer. Suyu içine almaz, yüzeyinde biriktirir. Bundan insanlar faydalanır. Çünkü onlar yüzeyinde tuttuğu sudan hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu da ilmi duyduğu gibi öğrenip kalbinde tutana misaldir. Bunun gibi kimseler hakkında peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır
"Kendisinden daha zeki ve anlayışlı kimselere nice ilim taşıyanlar vardır. Nice ilim taşıyanlar var ki zeki ve anlayışlı değildir."[46] Birincisi, ticaret ve kazanç yollarindan haberdar olan zengin ticaret adamı gibidir. İkincisi, ticaret ve kazanç yollarını biliyor, fakat tasarruf etmeye gücü yetmediği için bilgisini koruyor.
Yalçın ve kaypak olan yer bu da suyu tutmayan ve ot bitirmeyen düzlük yerdir. Bu yere yağmur yağsa ondan hiçbir fayda görülmez. Bu da dirayeti, fıkhı ve ilmi kabul etmeyen kalbe misaldir. Bu ancak böyle yalçın ve kaypak yer gibidir. Ne su tutar ne de ot bitirir. Bu da aynı zamanda malı olmayan ve elinde malı tutamayan beceriksiz fakire misaldir.
Birincisi, alim ve ilmini öğretendir. Bu da basiret üzere Allah'a davet eden peygamber vafislerindendir. İkincisi, duyduğunu ezberleyendir. Bu da bildiğini, bilgisine muhtaç olan ticarette kar etmek isteyen şahısa taşıyor. Üçüncüsü, ne birinciden ne de ikincidendir. Bu kimse Allah'ın hidayetini kabul etmeyen ve başını dik tutmayandır. Bu hadisi şerif peygamberlik davetindeki halkın yerlerini (makamlarını) ve kısımlarını kapsamaktadır. Onlardan iki kısım vardır. Biri; said (kurtulmuş ve cennete girecek olan), diğeri; şakiy. Bu da kafir olan, cehennemlik olan kimsedir.
Uyanlardan ikinci çeşidi. Bunlar müminlerin zürriyeti olup mükellefiyet hükmü üzerlerine sabit olmayanlardır. Ancak onlar babalarıyla birlikte onlara (babalarına) uyarlar. AHah(c.c) haklarında şöyle buyurmaktadır
"İman eden ve zürriyetleri de iman ile onlara uyanlar var ya işte biz onların nesillerini de kendilerine kattık. Onların amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kazandıklarına karşı bir rehindir."[47]
Nefsine nasihat eden akıllı kimse kendini hangi kısımlar-jan olduğuna bakması lazımdır. Adetlerle aldanmasın, boş ^e batıl şeylerle uğraşmasın. Eğer imanlıların kısmından İse ^endisinden üstün olan tarafa yönelsin. O doğrultuda gevremeden azimle çalışsın. Allah muvaffakiyet (baş arı) in sahibidir. Eğer kafirlerin kısmından ise o kısımdan, imanlıların kısmına geçsin. Zaman varken sonra pişman olup keşke Rasulullah'la birlikte yol edinseydİm, deyip feryat etmeden jjnce. Bunu anlatmamdan gayem çünkü bu birr ve takvaya /Ulah'a ve Rasulüne eliyle, diliyle, kalbiyle yardımcısıyla ve insanlara sevgiyle irşad, talim ve nasihat yapmakla hicret etmeye kastedenlere yardımcı olmaktır. Bu da en güzel şeklidir. Kim Allah'ın kullarıyla beraber bu şekilde olursa her hayırlı olan şey ona daha hızlı gelir. Allah ta ona kullarının kalpleriyle yönelir. Kalbine de ilim kapılarını açar. Cennete girmesini kolaylaştırır. Kimin hali bunun zıttma ise o zaman, tersine muamele görür. Eğer sorarsa "Çok büyük ve zor bîr yolculuğa işaret ettin, peki bunun azığı, bineği ve yolu nedir?" sorarsan Derim ki" bu yolculuğun azığı peygamberlerin sonuncusundan miras kalan ilimdir. Bundan başka azığı yoktur. Kim bu azığı tahsil etmezse evinden çıkmasın ve geride oturanlarla beraber otursun. Geride kalanların boş kalanların arkadaşları sayılmayacak kadar çoktur. Onları örnek edinsin. Bu almış olduğu örnek insanlar hasret ve pişmanlık gününde ona fayda vermeyecektir." Mevla Teala şöyle buyurmaktadır
"İkiniz de zalim olduğunuz için bugün pişmanlık size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz azapta müştereksiniz.[48]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala birbirlerini dünyada örnek almalarından dolayı olan istifadelerini azapla kesti. Çünkü dünyadaki musibetler geneli kapsar ve teselli verir, musibete uğrayanlara. Birbirini örnek alarak. Hünsa'nm şiirde söylediği gibi.
Etrafımda ağlayanlar çok olmasaydı kardeşlerine;
Kendimi Öldürürdüm kardeşim gibi ağlamıyorlar fakat
Kendimi onları örnek alarak teselli ediyorum.
Bu örnek alıştan hasıl olan rahatlama kıyamet gününde, azapta müşterek olanlar arasında olmayacaktır.
Bu yolculuğun yolu(metodu)na gelince: Bütün gücünü harcamakla olur. Temennî ile elde edilmez ve arzularla idrak olunmaz bu yol ancak şairin dediği gibidir.
Ö'iürücü sıkıntılara dal ve yukarı doğru yüksel
Daima olan izzet ve üstünlüğe sahip olman için
Alçaklıktan korkan bir nefiste hayır yoktur.
Ne de kınayanın kınamasına meyleden himmette.
Bu yola çıkıp atı sırtına binmeye imkan yoktur. Ancak bu iki şeyle olur. Biri: Hak uğrunda kınayanın kınamasına meyletmeyecek. Çünkü kınama atlıyı atından düşürür ve yere çakar, onu yerde çakılı bırakır. İkincisi: Allah'a hicretini nefsine kolay gelmesi lazım. Bu halde olursa öne atılır. Tehlikelerden korkmaz. Ne zaman nefis korkarsa o zaman geri çekilir ve dünyaya meyleder. Bu iki durumda sabırlı olmadan bu yolculuk tamamlanamaz. Kim bu yolculukta az da olsa sabırlı olursa o tehlikeler, yumuşak esen rüzgara dönüşür ve seni istediğin tarafa alıp götürür. Burada nefsinden korkman gerekir. Çünkü sana en büyük yardımcılarından ve hizmetçilerinden biri olmuştur. Bu hali yaşamayan anlamaz.
Yolcunun bineğine gelince: Allah'a itaat ve ilticada tamamen kendini onun için kesilmek ve her yönüyle ona muhtaç oluşunun şuurunda olmak, ona boyun eğmek, tevekkül etmek ve ondan yardım dilemek, bunları yaparken samimi ve doğru olmaktır. Nasıl ki hiçbir şeyi olmayan boynu bükük esir düşenin, efendisinin önüne atılıp, ondan önemsenmesini ve dağınıklığını gidermesini ondan fazlı ve keremiyle yardım etmesini ve ayıplarını örtmesini isterken o kölenin hali gibi olmasıdır. Bunu yapandan, hidayetine, Allah'ın üstleneceği kimse olması, bu hicret yolundaki konaklama yerlerinde sıkıntılardan kurtulması umulur. Bu işin başı ve direği, kalbini meşgul edip, düşünmeye, kendini bağlayacak şekilde Kur'an'daki ayetleri iyi düşünüp devamlı tefekkür etmektir. Kur'an-ı kerimin manaları kalbinin düşünce yerlerine yerleşirse o zaman o koltuğuna oturur. Ve tasarruf sahibi olur. Emri uyulan emir olur. Bu taktirde ona yolculu-. ğu düzelir. Yolu da belli olur. Rüzgarla yarışırken onun sakin olduğunu görürsün.
Sen dağları görürsünde onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki o yaptıklarınızdan tamamiyle haberdardır."[49]
"Eğer büyük bir makama işaret ettin bana kapısını aç perdesini çek Kur'an'ın hazinelerine ve harikalarına ulaşmak için ona nasıl çalışıp düşüneceğiz ve halbuki büyük alimlerin tefsirleri önümüzde mevcuttur. Onların açıklamadıkları şeyler var mıdır?" Sorarsan cevaben derim ki örnek alacağın ve kendine önder tutacağın örnekleri vereceğim. Allah- teala şöyle buyuruyor:
"İbrahim değerli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Zira onun yanına girmişler, selam vermişlerdi. İbrahim de selamı almıştı. Bunlar tanınmamış bir topluluk demiştir. Hemen ailesinin yanma giderek semiz bir dana kebabı getirmiş, onların önüne sürüp, yemez misiniz, demişti. Derken onlardan endişeye düştü korkma dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Karısı hayretle seslenerek geldi. Yüzünü kapayarak ben bir kısır kocakarıyım dedi. Onlar; bu böyledir, rabbin böyle istemiştir, o hikmet sahibidir, bilendir, dediler."[50]
Sözüm sanadır. Bu ayetlere göz atıp manalarını düşünürsen ancak şunu görebilirsin: Şöyle ki; melekler, İbrahim'e (a.s.) insan kılığında misafir olarak geldiler, yediler, içtiler ve bilgili bir çocuğu müjdelediler. Hanımı da bu habere hayret etti. Melekler de ona Allah'ın bunu söylediğini dediler; anlarsın ama düşünmen bundan öteye geçemez. Bu ayetlerdeki bazı sırları sana anlatacağım, iyi dinle. Ve İbrahim (a.s.)'e ne övgüleri içine almıştır. Misafirlerin haklan ve ikramları nasıl yapıldı. Batıl ehli felsefecilere nasıl reddiye yapmıştır. Peygamberlik ilimlerinden o büyük ilmi nasıl kapsamıştır. Oluşu ilim ve hikmetle dolu kemal sıfatlan nasıl kapsamıştır. Ve vaki oluşunu açıklayıp sonra izah eden en ince delillerle öldükten sonra yine dönüşün olacip-ğı imkanına nasıl işaret etmiştir. Allah'ı yalanlayan kavimlerden nasıl rableri onlardan yüz çevirip intikam aldığını kapsamış ve iman ile islamın arasındaki farkı nasıl kapsadığını zikretmiş. Yine bu ayetler Allah'ın tevhidini (birliğini) açıklayan, peygamberlerin sıdkını, kıyamet gününe nasıl işaret ettiğini. Bunlara inananlar ancak ahiret azabından kalbinde korku bulunanların ancak bu ayetlerden faydalanabileceği, ahiret azabından korkmayanların ise bu ayetlerden asla faydalanamayacağını nasıl bu ayetler kapsamıştır. Şimdi bu ayetlerin açıklamasını iyi. dinle.
"İbrahim'in değerli misafirlerinin haberi sana geldi mi." Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala ayetin konusunu soruyla tertipleyerek konuyu açtı. Fakat bundan gerçekten olan soru şekli kastedilmemiştir. Bundan dolayı bazı alimler buradaki"Hel" kelimesi hakikat manasını ifade eden "Kad" manasındadır, dediler. Fakat bunun gibi yerlerde soru manasım taşıyarak zikredilmesinde eşsiz mana, ince ve hoş bir sır vardır.
Kişi muhatabına hayret verici bir haberi söylemek isterse o haberi soru ekiyle bildirip ona doğru çevirir. O haberi önemseyerek bildirmesi gerekir. Haber verilen şeye muhatabını uyarmak için bazen "Ela" kelimesini bazen de "Hel" kelimesini kullanır ve muhatabına "Hel amüte ma kane min kiyte ve kiyte" falan şeyin başına geleni biliyor musun. Bu şekilde sorması ya ona uyarı ya da ona nasihatidir veya haberin önemini bildirmek içindir. Allah-u Tealanın şu kavli gibi. "Hel etake hadisu Musa", "Hel etake hadisu'1-hasm" , "Hel etake hadisu dayfi İbrahim'e'l-mukramiyne" "Sana Musa'nın haberi geldi mi, davacıların haberi geldi mi?"
"İbrahim'in değerli misafirlerinin haberi geldi mi?"
Bu şekilde soru ekiyle söylemesi bu kıssaların değerinin yüksek olduğunu ve içine kapsadığı manaları ve hikmetleri düşünüp taşınmaya uyarmak içindir. Bunda başka bir durum daha var. O da bu ayetlere de bu şekilde bildirilmesinde peygamberlik alametlerinden bir alamettir. Bu da gayba ait haberlerdendir. Bu haberi ne sen ne de kavmin bilebilir. Bizim sana gönderip bilmeden ve tarif etmeden sana bu haberler geldi mi, yoksa bizim tarafımız hariç başkasından gelmedi mi? Bak işte bu kelamın soru şeklindeki çıkışına. Her taraftan bunun büyük mevkisini düşün. Bu kelamın fe-sahatmdaki en yüksek zirvede olduğuna şahit olacaksın. Allah'ın İbrahim'in değerli misafirleri sözü dostu İbrahim'e Övgüsünü kapsıyor. Değerli sözünde iki kavil (söz) vardır. Biri; İbrahim'in misafirlerine ziyafet çekip ikramda bulunmasıdır. O taktirde İbrahim aîeyhisselam misafirlere ikram ettiği için ona övgü yapılmıştır. İkincisi; onlar Allah katında değerlidirler
"Bilakis onlar değerli kullardı." Bu mana da dostu İbrahim'e övgüsünü kapsamaktadır. Çünkü meleklerini İbrahim'e misafir kılmıştı. Bu her iki taktire göre İbrahim'e (a.s.) övgü yapılmıştır. Allah'ın bu sözü selam vermişlerdi, İbrahim de selamlarını almıştı. Yine İbrahim (a.s.)'ın övgüsünü kapsamıştır. Çünkü onlara verdikleri selamdan daha güzel bir şekilde selam almıştı. Çünkü onların selamları "Sellemna aleyke selamen" sana selamla selamladık tak-tiriyle fiil cümlesindeki mansub bir isimle yapılmıştır. İbrahim'in selamı ise "Selamun daimun ve sabitun mustekar-run aleykum: üzerinize daim, sabit yerleştik selam olsun" taktiriyle kapsamıştır. İsim cümlesindeki merfu isimle yapmıştır. Şüphesiz isim cümlesi, gereklilik ve devamlılığı gerektirir. Fiil cümlesi ise sınırlı oluşu ve yeniliği gerektirir. O taktirde İbrahim (a.s)in selamı daha güzel ve daha mükemmeldir. Sonra Mevla Teala şöyle buyurdu: "Kavmun Munkirun"
"Onlar tanınmamış topluluktur." Bu ayette misafirle güzel konuşma ve ondan hoşlanmama hususundaki İbrahim'in tavrından dolayı ona övgü yapılmıştır. Bu övgü de iki yönlüdür. Biri; mübteda hazf edilmiştir. Taktiri şöyledir. "Entum kavmun munkirun" siz tanınmayan topluluksunuz. Bunları söylerken onları zemmedip yüzlerine karşı söylememiştir. Çünkü bu sözde az da olsa ürkütme manası vardır. Peygamber efendimiz de hoşlanmadığı şeyi yüze vurmazdı. Bilakis ne oluyor ki bazı topluluklara şunu ve bunu yapıyorlar derdi. İkincisi "Kavmun munkirun"sözü inkarın faili hazf edildi. O da misafirleri tanımayandır. Başka bir yerde "Nek-erahum" demiştir. Şüphe yok ki "Munkirun" sözü "Enkera, nekera" sözünden daha hoştur. Ve hemen ailesinin yanma giderek semiz bir dana kebabını getirdi, onların önüne sürüp yemez misiniz dedi, bu ayet-i kerime misafire ikramı, ikram adabını ve övgü yönlerini kapsamaktadır. O yönlerden biri Allah'ın şu sözü "Ferağa ila ehlihi: hemen ailesinin yanma gitti" demek gizlice, hızla gitmek demektir. Bu da misafire ikram erken davranmayı kapsar. Gizlenmek ise misafiri utandırıp mahcup etmeyi kapsar. Bu durum misafirine hizmette ağır davranıp hizmet eden tabaklarını misafirin önünden alarak ve nafaka kesesini önünde açıp parasını sayarak veya aldığını tartarak buna benzer misafiri utandırmayı ve mahcup etmeyi kapsayan hallerde davranmak ise "Rağa" kelimesinin kapsamı dışındadır. "İla ehlihi" sö-zü(aüesine)nde başka bir övgü daha var, çünkü bunda misafirler için hazırlanan ikramın ailesi tarafından hazırlandığını bildirmekte ve komşularından ödünç almaya muhtaç olmadığını ve başkalarının yanına gitmeye gerek olmadığını. Çünkü misafirlerini evinde yerleştirmiştir. "Fecae bi idi semin: semiz bir dana kebabı getirdi" sözünde de övgü çeşitlerinden üç çeşidi kapsamaktadır. Biri; misafirine kendi eliyle hizmet etmesidir. Çünkü kendisi kimseyi görevlendirmedi, ancak bizzat kendisi hizmet etti. İkincisi; onlara hayvanı pişirip bütün olarak getirdi. Parça parça halinde getirmedi, onun en lezzetli yerlerinden diledikleri gibi seçip yemeleri için. Üçüncüsü; dana semizdir, zayıf değildir. Sığırların semiz dana yavrusu en değerli mallardan idi. Ona çok önem verilirdi. Kime bu şekilde misafiri gelip ona ikram etmek istese böyle bir danayı kesip pişirmesi ve misafirine ziyafet çekmesi çok zor gelir. Ve "Ileyhim: onlara" sözü övgü ve başka adapları da kapsamaktadır. O da misafirin önüne yemeği koymaktır. Yemeği hazırlayıp sofra kurulduktan sonra misafirini yemeğe çağıranın hilafmadır (tersinedir). "Ela te'kulun: yemez misiniz" sözünde başka çeşit övgü ve adap vardır. Çünkü yemeği onlara sunmuştu. Yemez misiniz söylemesiyle, bu şekilde konuşması tatlı dille davet etme ifadesidir. Elinizle yemeye başlayınız, geliniz, oturun yemeğe vesaire kaba lafızlar söyleyen bunun zıttına olmuş olur. "Ve onlardan endişeye düştü" sözü de onların yemeğinden yemediklerini görünce onlardan kötülük gelir diye korkusunu gizledi. Çünkü misafir ev sahibinin yemeğinden yerse ev sahibi ona karşı yakınlık gösterir ve ona karşı gönlü rahat olur. Ondan bu endişe ve korkuyu o melekler hissedince korkma dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Bu oğlan çocuğu İshak (a.s.)'dır. İsmail (a.s.) değildir. Çünkü İbrahim (a.s.)in hanımı bu habere hayret etmiş, benim gibi kısır koca karılar çocuk doğurur mu, nasıl benim oğlum olsun ki? demişti. İsmail (a.s.) onun cariyesi olan Ha-cer'den doğmuştur. O da genç idi ve onun ilk çocuğunu doğurmuştu. Buradaki ayetin açıklamasını Kur'an'da Hud suresinde yapılmıştır: Şöyle ki:
"Ona da İshak'ı onun ardından da Yakub'u müjdeledik."[51]
Bu buradaki kıssanın aynısıdır.
Karısı hayretle seslenerek geldi yüzünü kapayarak. Bu ayette kadının aklı zayıf ve yerinde sabit olmadığının ifadesidir. Çünkü burada haberi duyunca ayıbı(kusuru)nı açıklamaya acele davranıp yüzünü kapattı ve "koca karı" sözünde erkeklerle konuşurken kadın konuşmasını kesip ihtiyaç miktarmca konuşmasında güzel, edepli bir davranış vardır. Çünkü "Acuzun agiymun" cümlesinde mübtedayı hazf etmiştir. O da "Ene" dir. Yani "Ene acuzun akiymun: ben koca karıyım" demedi ve doğurmanın olmayış sebebini zikretmekle yetinip başka şeyleri zikretmedi. Fakat Hud suresinde ise kendisi ve İbrahim(a.s.)deki doğum yapmaya mani olan sebebi zikredip şaşkınlığını açıkça dile getirmiştir. Allah-u Teala'nın bu sözü "dediler ki böyledir, rabbin böyle istedi" sözünün kendisine (rabbine) ait olduğunu kapsamaktadır. Ve bu sözü ise o hikmet sahibidir, bilendir emri ve emir yaratmanın merkezi olan ilim ve hikmet sıfatlarının ispatını kapsamaktadır. Allah'ın yarattığı bütün her-şey onun ilmi ve hikmetinden meydana gelmektedir. Yine de emri ve şeriatı(yaşamasi) ilminden ve hikmetinden meydana gelmektedir. İlim ve hikmet, kemal ve üstünlük sıfatlarının tamamını kapsamaktadır. İlim, hayatı ve onun gereği olan dayanıklılık, kudret, kalıcılık, duymak (işitmek), görmek, kamil olmak vesaire ilmin gerektirdiği sıfatlar.
Hikmet: İradenin kemalini, adaleti, rahmeti, güzelliği, cömertliği, iyiliği ve eşyaları en güzel şekilde yerli yerine konulmasının manasını kapsar. Yine hikmet peygamberlerin gönderilişini, sevabı ve cezayı ispatı kapsar. Bu İlmin hepsi Hakim isminden kaynaklanmaktadır. Hikmet sıfatıyla Kur'an'ın bu değerli istenilen şeylere delil getirmesi metodu olduğu gibi. Yine bu hikmet batıl boş yaratıklar boşuna yaratılmış diyenlere reddiyeyi kapsamıştır. O halde hikmetin sıfatı yaşamayı, kaderi, sevabı ve cezayı kapsamaktadır. Bundan dolayı iki sözden en doğru olanı öldükten sonra tekrar dirilmek akıl ile bilinir. Fakat işitmek ise akim ispatına delalet eden şeye tafsilat ve açıklama yapmak için gelmiştir. Ve kim Kur'an metodunu iyi düşünürse ve araş-tırırsa ona delalet ettiğini görecektir. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-ü Teala insanlara öldükten sonra tekrar dirilme imkanını ve vaki olma durumunu makul delillerle örnek gösteriyor. Tekrar dirilmenin mümkün olduğuna delalet eden kudretinin delillerini tekrar dirilmenin vaki olma hikmetinin delillerini zikrediyor. Kur'an'ın tekrar dirilme delillerini iyi düşünürse başkasını aratmayacak kadar çok görecektir. Ve istediğine hızla ulaştıracaktır. Çok şükür Allah'a. Çoğu insanların başına gelen şüpheleri cevaplamayı kapsamıştır. Eğer bu risaleyi bitirmeye muvaffak olursam. Bunun hakkında uzun bir yolculuğu yazacağım. Çünkü Kur'an'ın gösterdiği şifa dolu hidayet ve süratli insafla dolu delilleri güzel açıklamaları gördüğüm için.
Şüphe edilen yerlere rahatlatıcı kalbini sakin kılacak cevaplarla yakinini arttıracak, Kur'an'ın haricindeki deliller bunun hilafınadır. Bu manaları ifade etmesinin aksinedir. Burada bunun tafsilatını ve açıklamasını yapmaya müsait değiliz. Bu ayetteki maksat, Allah'ın hikmetinden ve ilminden aratma ve emretmeran-ineydana gelişi ve bu kıssada, normalde adet gereği çocuk yapması mümkün olmayan bu anne ve babadan bu doğum olafeşcmıri olması bu iki isim (hikmet ve ilim) hayret ve şaşkiöfrga sebep olup bu kıssada bunları söylemekle hususileşince ve bu doğum olayı sebebiyle de ilim gizlenmiş olunca ve bu normal dışı doğum cereyanını bu hikmette gerektirici olunca o zaman ilim ve hikmet ismini bu ayette zikretti. Ve bu iki isimde noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın ilmi kapsamındadır. Çünkü bu yaratmasının sebebi ve gayesi ile ve hikmeti gereği bozukluğu gerektirmeden bu mahrukatın yerli yerine koymasıdır.
Sonra noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Lut kavmini helak etmeleri için o meleklerin gönderilişini ve o kavme pişirilmiş çamurdan taş yağdırmasının kıssasını zikretti. Bunun gibi ayetler. Peygamberlerini tasdik etmeyi ve bu peygamberleri yalanlayan kavimleri helak etme işini ve bu alemde apaçık meydana geldiği için bu olayların ahirete, ahirette sevap ve cezaya delalet ettiğini kapsamaktadır. Rableri tarafından haber verdikleri doğruluğundan peygamberlerin sıdkına (doğruluk) işaret eden en büyük delildir bunlar. Sonra Mevla Teala şöyle buyurdu.
"Bunun üzerine orada bulunan müminleri çıkardık. Zaten orada bir ev halkından başka müslümanlardan bulamadık."[52]
Bu ayette kelamın gerektirdiği sıradan dolayı iman ve is-lamın arasında ayırım yaptı. Çünkü buradaki çıkarma kurtuluştan ibarettir. Bu kurtarma azaptan çıkarma kurtuluşudur. Şüphe yok ki bu kurtarma zahiren ve batinen peygamberlere uyan müminlere hastır. Allah-u Teala'mn bu sözü zaten orada bir ev halkından başka müslüman kimse bulmadık orada bulunanlar çıkarılanlardan olunca islam ismini onların üzerine söyledi. Çünkü Lut aleyhisselamm hanımı bu ev sahip-lerindendi. Kendisi zahirde müslüman gözüküyordu. O da evde kalanlardan oldu. Oradan çıkarılıp kurtulanlardan olmadı. Ve halbuki Allah-u Teala Lut'un hanımının hıyanetini anlatmıştı. Onun hıyaneti ise Lut'un kavmine Lut aleyhis-selamın misafirlerinin bulunduğunu haber vermesi ve gönlü de o kavim ile beraber olmasıdır. Bu hıyanetliği o kadar tehlikeli ve çirkin bir hıyanet değildi. Bu taktirde zahiren müslüman ev halkındandır. Fakat kurtulan ev halkından değildir. Ve kim Kur'an'm ayetlerinin konuş şekillerine, lafızlarına ve onların yerleri olan işaret edişine bakarsa o bakan kimsenin aklı hayrete düşecektir. Kur'an'ın sırları ve hikmetleri ona zahir olurdu. Hikmet sahibi olan Mevla Teala tarafından indirildiğini bilecektir. Bu açıklamamızla o meşhur sorunun cevabı çıkmıştır. (İslam imandan daha genel mana taşımaktadır. Peki nasıl genel olan şeyi hususi olan şeyden istisna yapılıyor. Oysa istisna kaidesi bunun aksini gerektiriyor) ve üzerlerine vaki olan bulunma fiili müstesna kılınan müslümanlar ve bulunma fiilinden müstesna kılınmayan müminler (onlar oradan çıkarılıp kurtulanlar). Bu aralarındaki farkta belli oldu. Allah-u Teala'mn şu sözünde
"Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık[53]
Bu ayette Allah'ın ayetleri ve bu alemde yaptığı hayret verici şeyleri ve bu şeylerle peygamberlerinin doğruluğuna ve Allah'ın azabından korkanlar ve ahirete inananların bundan faydalanabileceğine İşaret etmektedir.
Nitekim Allah-ü Teala başka bir yerde şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz bunda ahiret azabından korkanlarjçin işaret vardır."
Başka bir ayette
"Saygı duyan kimse öğütten yararlanacaktır."[54]
Zira ahirete inanmayanlar geçmiş ümmetlerin başına gelen azap've musibetler hakkmda şöyle der: Bunlara başkalarına zamanın afetleri isabet ettiği gibi zamanın içinde meydana gelen felaketlerden yok olmuşlardır. Ve halen zamanın içinden felaketler ve musibetler mevcuttur. Fakat ahirete inananlar ve onun azabından korkanlar ise bu ayetlerden, vaazlarından ve nasihatlerinden faydalanırlar. Bu açıklamamızdan gayemiz ancak Kur'an'ı anlamakta, ondan delil çıkarmakta ve onun gizli hazinelerini meydana çıkarmak ve bununla başkalarının ibret alıp amel etmesindeki fikir ve anlayış farkına örnek yapıp uyarmaktır. Fazıl ve kerem Allah'ın elindedir, dilediğine verir. Ve yine gayemiz şu ki; kalbin bu yolculuğa yönelmeye başlamak İsteyince bu yolculukta kendisiyle teselli olacağı bir yol arkadaşı ister. Ancak bu yolculuğa karşı gelen, tenkit eden, kınama ve azarlamasını açıkça yapan veya bu hareketlilikten boş kalmış ve buna yüz çevirmişim ve keşke her gördüğün, karşılaştığın kimseler böyle olsa, şüphesiz sana iyilik yapmış olur, seni yolunda yalnız bırakıp bu kötülüğü üzerine atmayanlar. Şairin dediği gibi;
Biz öyle bir zamandayız ki ;
Kötüyü kendi halinde bırakmak
Çoğu insanlara iyilik ve güzelliktir.
Bu hal insanlarda bilinen bir hal olunca bu zamanda itirazı ve kınamayı bırakmak, yola çıkan yolcuları rahat bırakmakla onlara yardımcı olmak gerekir. Ancak bazen kınaması nadiren gereken bir durum olabilir. Bu da bizim için soğuk, kıymeti olmayan bir ganimettir. O zaman kınama yapılabilir. Bu yolun yolcusuna böyle bir durumda kınanırsa bundan dolayı duraklamaması gerekir. Bilakis yalnız, tek başına garip olarak yoluna devam etmesi lazım. Kulun amacı doğrultusunda yalnız gidişi onun samimi ve yolculuğunu sevdiğine delildir. Kim bu yaprakların kapsadığı bu ke-' limelere göz atarsa Allah'a ve rasulüne hicret yolculuğunu, birr ve takvaya yardımın en iyi şekilde neyle gerçekleşeceğini bilecektir. îlim talebinde uğraşan arkadaşlarına^ve dostlarına acil bir şekilde bu satırları yazıp hediye etmeyi kastettim. Allah ta şahit olarak yeter. Eğer onlardan biri bu risaleyi hakkıyla incelerse kabule şayan bulacaktır. Ve onu anlamaya hemen çalışır. Ve onu, dostun dostuna hediye ettiği şeylerden en güzel hediye olduğunu sayar. Çünkü hayır işlerinden bundan başka hayır bineklerinin çalıştırılmasında her ne kadar insanlar onları gözetlese faidesi azdır. Ve getirenleri çok olduğu için de çok ucuz şeylerdir. Ancak en faydalı olan hediye o ki, kişinin müslüman kardeşine verdiği en güzel közlerdir.
Kim bu hicret yolculuğunu mutad (kendini ahştırırsa) o zaman bu alemde Ölü olan dirilere refakat yapmaya çalışsın. Çünkü onlarla refakatçi olmakla gayesine ulaşacaktır. İnsanlar arasında ölü fakat diri olan insanlarla refakat yapmaktan sakınsın. Çünkü onlar yolunu keserler, bu yolun yolcusuna bu refakatçılık faydalı değildir. Onlardan ayrı kalması daha uygundur.
Bazı selefi salihin şöyle dediler: Onları anlamakla kalplerin dirildiği, ölü insanlar ile onlara karışarak kalplerin öldüğü diri insanlar arasında büyük fark vardır. Kul için aşireti ve kendi cinsindeki kişilerden daha zararlısı yoktur. Onlara kendini benzetirken himmeti, görüşü dar ve durgun olur, onlarla övünür, nereye gitseler oraya gider hatta kelerin deliğine girseler oraya peşlerinden girer. Ne zaman himmetini onlarla olan sohbetinden çevirip karartısı olmayan bu alemde güzel eseri ve iyilikleri olan zatlara yöneltirse, bu yönelişi ile yeni bir himmet ve yeni bir iş çıkarmış olur. İnsanlar arasında gariptir. Meşhur ve soylu olsa bile o gariptir, sevilendir, o insanlarda olanı görüyor, onlar ise kendisinde olanı göremiyor. Onlara gücü yettiğince mazeret beyan ediyor ve onlara var gücüyle teşvik ediyor. Aralarındaki iki gözle yürüyor. Biri iyiliği emrediyor ve kötülüğü ne-hy ediyor, dost oluyor, düşman oluyor. Haklarını veriyor, onlardan da hakkını alıyor. Diğer gözü de, kaza ve kadere bakıyor. O gözüyle onlara acıyor, dua ediyor ve onlar için af diliyor. Şeriata aykırı olmayan şeylerde ve emir ve yasaklarını ihlal etmeyen yerlerde yaptıklarını mazeret yoluna bırakıyor. Halbuki onlara fazileti, rahmeti, yumuşaklığı ve mazeretleri kabulü pek geniş olmuştur. Şu ayeti hatırlayarak:
"Sen affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir."[55] 'Bu ayetin halkla güzel ve iyi ilişkileri Allah'ın onlar üzerindeki hakkını eda etmeyi (yerine getirmeyi) ve şerlerinden korunma manalarını kapsamış olduğu bu manaları iyice düşünerek onlara karşı davranıyor.
Bütün insanlar bu ayeti anlasalar hepsine yeterli ve şifa olacaktır. Çünkü afv ahlaklarının affettiği tabiatlarının buna müsamaha ettiği ve bunu mallarından ve ahlaklarından vermeleri mümkün oldu. Bu onlardan kendisine olan aftır. Fakat kendisinden onlara karşı olan afvı onlara iyiliği em-retmesidir. Bu da aklın kabul edip güzel gördüğü şeydir. Bu da Allah'ın emrettiği şeydir. Cahillerinden gördüğü eziyetlere karşı davranışı onlardan yüz çevirip intikamını nefsine bırakması nefsine hak uğrunda yardım etmesidir. Bu halden ölen kul için daha üstün bir hal var mıdır? Ve hangi siyaset ve muaşeretten daha güzel bir muaşeret ve siyaset bu alim için? Şayet adam her kötülüğün başına geldiğini düşünse bu alemden yani Allah'a yaklaştırıcı olmayan ve derece yükseltmesi de olmayan gerçek kötülüktür. Kastım; görecek ki bu kötülük (eziyet ve cefa) sebebi şu üç maddeyi veya bazısını ihlal etmiş olmasından geliyor. Şayet böyle bir ihlal etme durumu yoksa o zaman insanlardan gelen her türlü kötülük ve eziyet onun için hayırlıdır. Zahirde kötü olsa bile. Bu cefası iyiliği emretmesi sebebiyle doğuyor. Bundan da hayırdan başkası doğmaz. Her ne kadar cefalı ve eziyetli gelse bile. Nitekim Mevla Teala "(Muhammed'in eşi Aişe'ye) bu ağır iftirayı uyduranlar sizin içinizden bir guruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o sizin için bir iyiliktir" buyurdu. Başka bir ayette peygamber efendimize hitaben "şu halde onları affet, bağışlanmaları için dua et, (umuma ait) işlerde ona danış. Artık kararını verdiğin zaman Allah'a tevekkül et (Allah'a dayanıp, güven).[56] buyurmuştur. Bu kelimeler Allah'ın hakkına ve mahlukatın hakkına riayeti kapsamıştır. Çünkü onlar (müminler) ya Allah'ın hakkında ve rasulünün hakkında kötü bir davranışta bulunmuşlardır. E-ğer senin hakkında kötü davranmişlarsa onlara affınla karşılık ver. Eğer benim hakkımda kötü davranırlarsa benden Onların günahını affetmem için dua et ve onların görüşlerini müşavere yoluyla al, çünkü bu onların itaat etmesini ve nasihatini dinlemelerini daha kolaylaştırır. Ondan sonra bir işi yapmaya kastedersen istişareyi tekrar yapma, Allah'a tevekkül et ve işine başla. Çünkü Allah tevekkül edenleri sever. Allah'ın rasulüne terbiye verdiği bu ve benzeri güzel ahlak hasletleridir. Ve Mevla Teala rasulullah hakkında şöyle buyurdu:
"Ve elbette sen yüce bir ahlaka sahipsin."[57]
Hazreti Aişe, Allah ondan razı olsun (ahlakı Kur'an'dı) peygamberimiz hakkında demiştir. Bu da kulda üç şey bulunmadıkça ahlak mükemmel olmaz. Birincisi; dalın yaş olması gerekir. Eğer tabiat sert, kaba ve kuru olursa o kötü huyunu gidermesi hem ilim açısından hem de irade ve amel açısından zorlaşır. Fakat sürülmesi kolay yumuşak olan huy bunun gibi değildir. O huy'sürülüp tohumu ekilmesine hazırdır. İkincisi; boş şeyleri istemekten azgınlığını, nefsin kötü arzularım, batıl şeylere sebep olan şeyleri, nefis, kahredici ve galip olması gerekir. Çünkü bu şeyler kemale aykırıdır. Nefis bunlara galibiyetinde güçlü olmazsa o zaman ancak kahredilmiş ve mağlup kalır. Üçüncüsü;
Cami ile cevher arasını ayırıp,
Et ile kabarık yerin arasını ayırıp, eşyaları yerli yerine koyarak,
Eşyaların hakikatini bildiren şifalı ilim.
Eğer kulda bu üç haslet bulunursa muvaffakiyette mümkün olursa bu taktirde rableri tarafından kendilerine dünyada iken cennetle müjdelenenlerden olur. Ve onlar için Allah'ın inayeti ve yardımı tam olur.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teala en iyi bilendir. Peygamber efendimize, ehli beytine, sahabüerine ebediyyen, kıyamete kadar, Allah'ın salatı ve selamı üzerlerinde olsun.
[19] Buhari'nin iki sahihinde, Zühri'den rivayet etmiştir.
[26] Süneni tirmizi.c.5. hadis no.2663. Rivayette farklılık olduğu halde İbn-i Mace. Hadis no. 12.
[27] Emre itaat bahsi- Buhari.
[44] Riyazüssalihin s.523. ilim bahsi, hadis no.1378. Buhari, c.l. s.160-162. İlim bahsi, Müslim 2282. Ahmed ibni Hanbel 14/399.
[46] Taberani, Evsat'ta Enes'ten, Terğİp ve terhib, c.l. tbni Mace hadis no: 231, Zübeyr ibni Mutim'den 236no'lu hadis Enes bin Malik'-ten rivayet etmişlerdir.