KELİME-İ ŞEHÂDETİN MANASI KABUL VE İKRARI İLE ZORUNLU KILDIĞI YÜKÜMLÜLÜKLER
Hamd, kemalde tek, celâl sıfatlarda bir olan Allah’a âiddir.
Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir. Şeriki yoktur. Allah, eş ve benzer edinmekten yücedir, münezzehtir.
Yine, şehadet ederim ki, muhakkak Muhammed, Allah’ın kulu ve Rasûlü’dür. Allah, kulu ve Rasûlü olan Muhammed (s.a.v.)’i şerefli özelliklerle yüceltmiş ve onu faziletli kılmıştır.
Allah’ın selât ve selâmı; Muhammed’e, âline, sahabelerine ve bunlara tabi olanların üzerine olsun.
Kelime-i şehadeti kabul, ikrar ve muktezasıyla [zorunlu kıldığı yükümlülüklerle] amel etmek, İslâm dininin temel esasıdır. Günümüzde İslâm toplumunun çoğunluğu, kelime-i şehadetin manasını anlayamamakta ve yüklediği sorumlulukların bilincinde olamamaktadır. Bilgi ve amel olmaksızın sadece kelime-i şehâdeti söylemenin yeterli olacağını zannetmektedir. Ayrıca kelime-i şehâdeti, asıl manasına ters olarak açıklayanlar bulunmakta ve müslümanların yanlış olarak bilgilendirilmesine sebeb olmaktadırlar.
İşte bu sebeblerden dolayı, Allah’ın kendi haklarında hayır murad ettiği, iyi niyetli kimselerin istifade etmesi amacıyla bu konuda, birçok bahislerden oluşan özlü bir araştırmayı kaleme aldım.
BİRİNCİ BAHİS:
KELİME-İ ŞEHÂDETİN FAZİLETİ:
Allah Rasûlü (s.a.v.)’in hadis-i şeriflerini okuyan kişi, kelime-i şehâdetin faziletine ve bu kelime-i şehadeti kabul ve ikrar edende muktezasıyla amel eden kişiye Allah’ın rızası cenneti, ebedi saadet ve Allah’ın gazabından kurtuluş (1) müjdesine dair birçok hadis bulacaktır.
Bu hadis-i şeriflerden bazıları:
Ubade b. Sâbit (r.a.)’ın rivayet ettiği hadiste Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “Her kim eşsiz ortaksız bir tek Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve rasûlü olduğuna, İsa’nın Allah’ın kulu, rasûlü, Meryem’e ilka ettiği kelimesi ve kendisinden bir ruh olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna şehâdet ederse, Allah onu üzerinde bulunduğu ameli ne olursa olsun cennete koyacaktır” ve diğer bir rivayette de; “Cennetin sekiz kapısının hangisinden dilerse oradan Allah onu, cennete koyacaktır.” (2)
Sahih-i Müslim ve diğer hadis kitâblarında geçen, Osman (r.a.)’dan rivayet edilen merfu bir hadiste, Allah Rasûlü şöyle buyurmakta; “Kim Allah’tan başka ilah olmadığını bilerek ölürse cennete girer.” (3)
Ebu Hureyre (r.a.) diyor ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu; “Ben şehâdet ediyorum ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve şüphesiz ki ben Allah’ın rasûlüyüm. Bu iki şeyde şüpheye kapılmadan Allah’a kavuşan (her) kul cennete girer.” (4)
Ubade bin Samit (r.a.) Allah Rasûlü (s.a.v.)’in “Her kim Allah’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehadet ederse Allah ateşi ona haram kılar buyurduğunu işittim dedi.” (5)
Enes b. Mâlik (r.a.) Rasûlullah (s.a.v.)’in, Muaz b. Cebel’e (r.a.) şöyle dediğini haber veriyor: “Her kul ki, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet ederse Allah ona ateşi haram kılar.” (6)
Utban b. Mâlik (r.a.) uzunca rivayet ettiği bir hadisinde, Rasûlullah (s.a.v.)’in şöyle dediğini haber veriyor: “Allah, kendi rızasını arayarak “Lâ ilâhe illallah” -Allah’tan başka ilah yoktur- diyen kimseye cehennemi haram kılmıştır.” (7)
Evet, cennete girmeye, sekiz kapısının açılmasına, cehennemin bu şehâdeti kabul ve ikram edipde muktezasıyla amel eden kimseye haram kılınmasına sebeb olma yönüyle, kelime-i şehâdetin faziletine açıkca delâlet eden tüm bu nasslar, Buhâri ve Müslim’in ya biri ya da ikisi tarafından birden nakledilmiş sahih naslardır.
Kelime-i Şehadetin getirilmesi (kabul ve ikrar ederek muktezasıyla amel eden) ateşten azad olmaya (cehennemden çıkarılmaya) neden kılınmıştır. Allah Rasûlü (s.a.v.) bu müjdeyi şöyle açıklamakta; “Her kim sabah uyandığında veya akşama ulaştığında; ‘Ey Allah’ım (!) sabahladım ve seni Hamale-i arşını, peygamberlerini, meleklerini ve tüm mahlukatını şehid kılarak söylüyorum ki; ‘Şüphesiz, Allah sensin ve senden başka ilah yoktur. Şüphesiz Muhammed senin kulundur, senin rasûlündür.” (derse) Allah o kimsenin dörtte birini ateşten (cehennemden) azad eder. Kim de bunu iki defa söylerse, Allah o kimsenin yarısını azad eder ve kim de bunu üç defa söylerse, Allah o kimsenin dörtte üçünü ateşten azad eder ve kim de dört defa söylerse Allah o kimseyi (tamamen) azad eder.” (8)
Yine kelime-i şehadetin faziletini gösteren diğer bir hakikatte, bu kelimenin tek başına tüm günahlardan ve hatta tüm mahlukattan -Allah’ın dilediği müstesna- terazinin kefesinde daha ağır gelmesidir.
İbn-i Hıbbân ve Hâkim’in, Ebi Saîd el-Hudrî’den sahih olarak derecelendirip rivayet ettiği hadis-i şerifte Allah’ın rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; “Ey Rabbim! Tüm kulların bunu söylüyor.” ve başka bir rivayette de, “Senden başka ilah yoktur. Ve senden sadece bana özgün kılınan birşey istiyorum. (deyince yüce Allah şöyle) buyurdu: “Ey Mûsa, şayet yedi kat gök ve benim dışımdaki muhafızları ve yedi kat yer bir kefeye konulsa ve Lâ ilâhe illallah’da diğer bir kefeye konulsa, Lâ ilâhe illallâh’ın konulduğu kefe ağır gelirdi.” (9)
İmam Ahmed Abdullah bin Amr (r.a.)’nun Allah Rasûlü (s.a.v.)’den şöyle rivayet ettiğini nakletmekte. Nuh (a.s.) ölümüne sebeb olan hastalığında iki oğluna şöyle dedi: “Size iki vasiyetim olacak;
a) Sizi iki şeyden nehyederim, onlar şirk ve küfür.
b) Size şunu emrederim, o da “La ilahe illallah”. Zira yeri göğü ve içindekileri bir kefeye konsa, lâ ilahe illallah’da öbür kefeye konsa, lâ ilahe illallah’ın konduğu kefe ağır basardı.” (10)
Tirmizî ve diğer hadis kitaplarında, Abdullah İbn-u Amr (r.a.)’ten rivayet olunan, sâhib-ul bitaka (kart sahibi) hadisinde şöyle buyurulmakta; kart sahibine doksan dokuz sicil (defteri) serilir. Sonra içerisinde ‘Eşhedü en Lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasûluhu’ -şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve Rasûlü’dür.- yazılı olan bir kart çıkarılır. Daha sonra da bir kefeye sicil (defter)leri, diğer bir kefeye de o kart konulur. Sicil (defter)leri hafif, o tek kart ise ağır gelir.” (11)
Kelime-i şehâdeti kabul ve ikrar ederek muktezasıyla amel edenler için, kurtuluş ve başarıya ulaşma müjdelerinin ifade edildiği tüm bu sahih nasları yukarıda naklettik. Fakat bu müjdelere nail olma, kelime-i şehadetin tahkikine ve gerektirdiğiyle amel etmeye bağlıdır. Zira tüm bu mutlak (şartsız) olarak vârid olan nasslar; ihlas, sıdk v.s. gibi amel ve yaşantıda etkileyici unsurları (kayıt ve şartları) getiren başka nasslar üzerine hamlolunmaktadır.
İKİNCİ BAHİS
KELİME-İ ŞEHADETİ KABUL İKRAR VE MUKTEZASI İLE AMEL ETME ZARURETİ VE O’NUN İÇİN SAVAŞILMASI
Buhari ve Müslim’de, Ebû Hureyre (r.a.)’ten rivayet edilen hadis-i şerifte Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “Lâ ilâhe illallah -Allah’tan başka ilah yoktur.- deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Her kim Lâ ilâhe illallah derse, benden malını ve canını korumuştur. Ancak İslâm’daki can ve mal hakkının mukabili (olan kısas) müstesna. Ve artık o kimsenin (gizli) hesabı aziz ve celil olan Allah’a aittir.” Müslim’de geçen başka bir rivayette de “Ta ki, Lâ ilâhe illallah’a -Allah’tan başka ilah olmadığına- şehadetle, bana ve getirdiğim şeye iman edinceye kadar (insanlarla savaşmakla emrolundum.) (12)
Yine Buhari ve Müslim’de geçen, Abdullah İbn-u Umer (r.a.)’ın rivayet ettiği hadiste peygamberimiz buyuruyor ki; “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasûlü olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıncaya, zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Onlar, bunları yapınca kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. İslâm’ın hakkı hariç. İnsanların (gizli işlediklerinin) hesabı Allah’a aittir.” (13)
Buhari’nin Enes (r.a.)’ten yaptığı rivayette, Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “İnsanlarla -yani müşriklerle- Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın rasûlü olduğuna şehâdet edinceye, namazımızı kılıncaya, kıblemize yönelinceye, boğazladıklarımızı yiyinceye kadar savaşmakla emrolundum. (Ancak bunları yaptıkları takdirde) kanları ve malları bize haram olur. Can ve mal hakkı (mukabili olan kısas) hariç.” (14)
Bu manada hadis-i şerifler çoktur. İşte Allah Rasûlü (s.a.v.) kelime-i şehadet getirerek müslüman olan her ferdi bu şekilde karşılıyordu.
Tarihciler, Ebû Zerr el-Gıffâri’nin İslâm’a girişini şöyle nakletmekteler: “Ebu Zer el-Gıffâri, Allah Rasûlü’nün yanına geldim ve ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Selam senin üzerine olsun. Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın rasûlüdür.’ dedim. ‘Ve Allah Rasûlü’nün mutluluğunu, sevincini yüzünde gördüm.’ dedi. (15)
Halid b. Velid (r.a.)’ın, İslâm’a girmek için Medine’ye gelişinde de, tarihciler şunları nakletmekte; Halid b. Velid, Rasûlullah (s.a.v.)’in huzuruna gelişini şöyle anlatıyor; “Peygambere geldim, ona selam verdim. Ve ‘Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve sen Allah’ın rasûlüsün.’ dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: “Hamd (şükür, senâ ve övgü) sana hidayet eden Allah’a aittir.” (16)
Halid b. Saîd b. Âs (r.a.)’ın da İslâm’a girişi böyledir. Halid b. Said b. Âs (r.a.) Allah’ın rasûlüyle karşılaşınca; ‘Neye davet ediyorsun?’ diye sorar. Peygamber (s.a.v.) de “İşitmeyen, ne zarar ne de fayda veremeyen, kimin kulluk edip kimin etmediğini dahi idrak edemeyen taş(lar)a kulluktan; hiç bir surette şeriki bulunmayan tek Allah’a kulluğa ve Muhammed’in O’nun kulu ve rasûlü olduğuna ‘ŞEHADETE’ davet ediyorum.’ der. Halid de; ‘Ben de şehadet ediyorum ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ve şüphesiz sen Allah’ın rasûlüsün.” der. (17)
Sahihi Müslim ve başka hadis kitaplarında geçen rivayette, Usame b. Zeyd (r.a.) şöyle diyor: ‘Peygamber efendimiz beni bir seriyye içinde (cihada) göndermişti. Ve ben (savaş esnasında) bir adama eriştim. O, ‘Lâ ilâhe illallah’ dedi. Bense kargımı ona sapladım. Ve Rasûlullah (s.a.v.): “Lâ ilâhe ilallah” dediği halde onu öldürdün ha!!” dedi. Ben, ‘Yâ Rasûlallah (!) O, bunu ancak silahtan korktuğu için söylemiştir, dedim. Rasûlullah (s.a.v.) de; (kalbinden söyleyip söylemediğini bilmek için) onun kalbini mi yardın?” buyurdu. (18)
Yine sahih müslim de geçen, Cündeb el-Beceli hadisinde Usame b. Zeyd (r.a.) peygambere, cevaben şöyle der: “Ey Allah’ın Rasûlü (!) Müslümanlarda çok can yaktı, fulan ve fulan kimseleri öldürdü. Ve ben ona hücum ettim, kılıcı görünce; ‘Lâ ilâhe illallah’ dedi. Rasûlullah (s.a.v.): “Kıyamet günü (şahid olarak) Lâ ilâhe illallah kelimesi geldiği zaman nasıl yaparsın? buyurdu.” (19)
İbni Abbas hadisinde; Peygamber Efendimiz Muaz’ı Yemen’e gönderirken ona şöyle dediği rivayet olunmakta; “Onları ilk davet ettiğin şey; ‘Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın rasûlü olduğuma’ şehadet olsun.” (20)
Allah Rasûlü (s.a.v.) zamanında müslüman olduğu, anlaşılması için sadece bu kelime-i şehadeti söylemek, o zaman halkına yeterli oluyordu. Kelime-i şehadette bulunan kimse bunun getirdiği yükümlülüğü biliyordu. Evet, şehadetinin kabulü için; “Lâ ilâhe illallah’ın muktezası ile amel etmesi gerektiğini. Biliyordu, Allah’a ve Rasûlü’ne itaatle kulluğun her türlüsünü ifa etmesi gerektiğini. Evet, anlıyordu, yüce Allah’ın tevhidini ve yüz çevirip uzaklaşıyordu şirk hal ve adetlerinden. İşte böylelikle ‘Lâ ilâhe illallah’ın gerçek manasına erişiyordu. Sadece ‘Muhammedü’r-Resûlullah’ dediğinde, Allah’ın Rasûlü’ne kayıtsız-şartsız itaat ittiba etmek zorunda kalacağını anladığı gibi.
Evet, onların sadece ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasûlullah’ demekle tüm bunları anlamaları o kimselerin fasih arabçayı bilmelerinden ve kelime-i şehadetin manasını anlamalarından kaynaklanıyordu.
‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i tevhidindeki, “ilah”ın manasını, nefyin (reddin) “lâ”nın manasını, isbâtın (kabulün) “illallah’ın” manasını biliyor ve anlıyorlardı. İşte bundan dolayı şartları zikredilmeksizin “Lâ ilâhe illallah -Allah’tan başka ilah yoktur-” deyin ve kurtuluşa erin ifadesiyle yetiniliyordu. Çünkü, kelime-i şehadetin telafuzuyla kurtuluşa ermenin şartı; manasının bilinmesi, zahiren ve batinen ifade ettiği hükümlerin ve sorumlulukların yerine getirilmesi idi. Ve yüce Allah’ın şu buyruğunda bu anlaşılıyordu; “Bil ki; Allah’tan başka ilah yoktur.” (21) “Bilerek, hakka şahidlik edenler dışında” (22) Ve manasının bilinmesinin şart olduğunu ifade eden daha birçok âyet-i kerimeler.
İşte bundan dolayıdır ki; müşriklerden kim kelime-i şehadeti açıkca dili ile ikrar ederse o kimseden el-etek çekmek, can ve mal güvenliğini sağlamak vacib olur. Böylelikle sınanıncaya ve gerçek hali ortaya çıkıncaya kadar kanı korunur. Eğer dinde müstakim olur, inancını tevhid inancı oluşturursa ve İslâm’ın emrettikleriyle amel ederse o kişi müslümandır. Müslümanların lehine olan herşey onun da lehine ve yine müslümanların aleyhine olan herşey onun da aleyhinedir. Fakat, şehâdet getirdiği tevhid inancının muktezasına muhalefet ederse veyahutta yapmakla yükümlü olduğu ibadet (kulluk)lardan inkar ederek, terk ederse veya dinde haram olarak bilinmesi zaruri olan muharrematı helal görürse, kelime-i şehadet artık ona fayda vermez ve bu kelime onu müşrik ya da kâfir olmaktan kurtarmaz.
İşte, âlimiyle-câhiliyle, taklidcisiyle birçok kimselerin içine düştüğü günümüz vakıası budur. Öyleki halktan birçok kimsenin akaidi bozulmuş, kelime-i şehadette ve dinde cehalet başgöstermiştir. Hatta halkın ileri gelenleri dahi telaffuz ettikleri kelime-i şehadeti anlayamaz halde onunla açık tenakuzlara düşer olmuşlardır. Dolayısıyla da, ecir ve hasenât (iyilikler) malı ve canı korur inancıyla, manasını anlamaksızın ve içeriğiyle amel etme gereği duymaksızın, kelime-i şehâdeti telaffuz etmekle yetinir hale gelmişlerdir.
Bu sebebledir ki; kelime-i şehâdetin ne demek olduğunun anlaşılması ve telaffuz ettiği kelime-i şehâdetle tenakuz içerisinde olupta kendisini ehli tevhid ve müslüman zanneden kimselere hüccet ve delillerin serdedilmesi gerekmektedir.
ÜÇÜNCÜ BAHİS
“LÂ İLÂHE İLLALLAH”IN MANASI
Süleyman bin Abdullah, Kitabu’t-Tevhîd’in şerhi olan Teysiru’l-Azîzu’l-Hamîd isimli kitabın 53’ncü sayfasında şunları söylüyor: “Lâ ilâhe illallah” [-Allah’tan başka ilah yoktur]’ın- manası; ‘Lâ ma’bude bi hakkın illâ ilâhun vâhidun’dur. Yani; ‘Tek ilahtan başka hakkıyla kulluk edinilecek bir ma’bud yoktur.” O tek olan ilah da; şerîki olmayan bir tek yüce Allah’dır.
Allah’u Teâlâ bu hakikati şöyle açıklamakta; “Senden önce gönderdiğimiz tüm peygamberlere; “Benden başka ilah yoktur, bu itibarla bana kulluk edin’ diye vahyetmiştik.” (23)
“Biz her ümmete, yalnız Allah’a kulluk etmeleri ve tâğuttan da sakınmaları için peygamber gönderdik.” (24)
Bu âyet-i kerîmelerden de anlaşılmaktadır ki; ‘İlah’; ‘Ma’bud’ -kulluk edilen- demektir.
İşte bu sebebledir ki; Allah Rasûlü (s.a.v.) Kureyş kâfirlerine; ‘Lâ ilâhe illallah’ deyiniz, dediğinde müşriklerin cevabı; “‘İlahları tek bir ilah mı kıldı? Gerçekten bu çok acâib bir şey.” (25) demek olmuştu. Hûd (a.s.)’ın kavmi ise şöyle demişti: “Sen bize, tek bir Allah’a kulluk yapmamız ve babalarımızın kulluk saygı duyduklarıma) etmiş olduklarını terk etmemiz için mi geldin? (26) Şüphesiz ki, Hud (a.s.)’ın çağrısı ‘Lâ ilâhe illallah’a olmuştu. Ve bunun manasını âyeti kerimede bizzat Allah’u Teâlâ kendisi açıklamıştı. O da; ‘Allah’a kulluk etmek, O’nun dışındaki herşeye kulluğu reddetmek ve ‘Lâ ilâhe illallah’ın gerçek manasına; ‘tâğut’u inkar ile Allah’a imana erişmek idi.
İşte, bu şânı büyük kelimenin içeriği Allah’ın dışında hiçbir ilahın olamayacağıdır. Zira Allah’ın dışındakine ‘ilahlık’ isnâdı en büyük bâtıl ve en büyük zulümdür. Evet, O’nun dışında kulluğa (ibadete - yakarışa - emir ve yasak koymaya - nizam tesbit etmeye) hak sahibi olan kimse yoktur. Evet ilahlık ancak O’na yaraşır. O’nun dışında ilahlığa yaraşan kimse yoktur. Uluhiyyetin başkalarından nefyedilmesi (reddedilmesi), ilahlığı sadece şeriki olmayan tek ilah, ‘Allaha’ ait kılar. Bu hakikatte tek ilah edinilmesini ve O’nun yanında başka ikinci bir ilah edinilmemesini gerektirir. Muhatab kimsenin nefiy ve isbat (red ve kabul)’den anladığı bu olmalıdır. Ehil olanı bırakarak, ehil olmayan kişiden fetva soran veya şâhitlik isteyen kimseyi görüpte; “Yahu bu müfti değil, bu da şahit değildir,” zira müfti şu, şâhitte şu kimsedir’ diyen kimsenin bu sözüyle bir red ve kabul bulunmuş olması gibi.
Muhabbet ve huşu dolu bir kalple yapılan tüm ibadetler ‘Uluhiyyet’ hakikatine dahildir. Bu şeriki bulunmayan, tek olan yüce Allah’a, gönülden bağlanma ve O’na boyun bükmedir. Dolayısıyladır ki; istek, yakarış, korku, muhabbet, tevekkül, yardım, tevbe, kurban, adak, secde ve her türlü ibadetler, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan sadece yüce Allah’a yönelik kılınmak zorundadır. Her kim ki, Allah’a yönelik yapılması gereken ibadetlerden, istek ve dualardan birşeyi Allah’ın dışındaki kimseden talep ederse, o kimse, talep ettiği o şey ile yüce Allah’a şirk koşmuş ve müşriklerden olmuş olur. Artık o kimse için “Lâ ilâhe illallah”ı -Allah’tan başka ilah olmadığını- söylemenin, telaffuz etmenin bir faydası ve anlamı yoktur. Çünkü o kimse telaffuz ettiği kelime-i şehadetin içerdiği tevhid ve ihlâsı gerçekleştirmemiş onunla amel etmemiştir.
ALİMLERİN NASSLARINDA ‘İLAH’IN MANASI
İbn-i Cerîr ve İbn-i Ebi Hâtim’in rivayetinde, İbn-i Abbas (r.a.)’ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: “Allah tüm mahlukatı üzerinde, mutlak uluhiyyet ve ubudiyyet sahibidir.” (27) İfsah’da, el-Vezîr Ebu’l-Muzaffer şöyle demektedir: “Şâhedet getiren kimse için, ‘Allah’tan başka ilah olmadığına şehâdet etmek’, onu biliyor ve anlıyor olmasını gerekli kılar. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bil ki; Allah’tan başka ilah yoktur.” (28) Dolayısıyla kelime-i şehadeti söyleyen kimse, söylediği şehadete -onu bilmek ve anlamak suretiyle- şâhid olmak zorundadır. Bilmediği halde hakka şâhidlik eden kimse şâhidliğiyle -Allah katında şâhidlik ettiği o şey hak olmasına rağmen- doğru sözlülerden olamaz, sıdka eremez. Bu hakikat yüce Rabbimizin şu âyet-i kerimesinde ifade edilmektedir: “... Ancak, bilerek hakka şâhidlik edenler...” (29) Ebu Muzaffer bu âyet-i kerimenin tefsirinde şöyle demekte; “Yüce Allah’ın ism-i şerifinin, ayet-i kerimedeki “illâ” kelimesinden sonra zikredilmemiş olması, yüce Allah’ın uluhiyyette tekliğinin kaçınılmazlığına ve Allah’ın dışında hiçbir varlığın buna müstehak olamıyacağına delalet etmek içindir.
Uluhiyyetin ikrârı: Sonradan yaratılmışların ilah olamıyacağını bilmeyi iktiza eder. Dolayısıyla “Lâ ilâhe illallah” diyen bir kimse bu sözüyle Allah’ın dışında hiçbir emir ve yasak koyucu, mutlak itaat emredici bir ilahın olmadığını ifâde etmiş olur ve kişi bu ifâdesiyle kendini itaatte emir ve yasa tesbitinde Allah’ı tek olarak kabule zorunlu kılar.
Kelime-i şehâdetin ifâde ettiği genel mana; “Tağutu red ve Allah’a iman”dır. Tağutu reddetmek; Allah’ın emir ve yasağına ters düşen emirlerde bulunan kişi ve kurumları, hevayı ve şeytanı reddetmektir. Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamamak suretiyle şeytanlaşanları reddetmektir. İslâm kanunlarına ters kanunları ve kanun koyucu sahte ilahlık taslayanları red etmektir. Allah’a isyan adına yapılan fuhuşu, hayasızlığı, yeryüzünde fitne ve fesad çıkarmayı reddetmektir. Allah’a iman etmek ise; mutlak itaat edilecek, karşısında el bağlanıp boyun bükülecek olarak sadece Allah’ı bilmektir. Emir ve yasa tesbit edici olarak sadece Allah’ı kabul etmektir. Gönülden bağlanılacak sonsuz sevgiye, sadece Allah’ı layık görmektir. Ümit ve korku rızık verici olarak sadece Allah’ı bilmektir. Evet, Allah’ın dışındakilerden ilahlığı (nefyetmek) reddetmek her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allah’a, ilahlığı tesbit etmektir.
İmam Kurtubi tefsirinde şöyle demektedir: ‘Lâ ilâhe illa huve’ ‘İlah olarak ancak o vardır’ demek, ‘Lâ ma’buda illa huve’ ‘kulluk yapılacak, emir ve yasaklarına itaat edilecek olarak ancak O vardır’ demektir.
İmam Zemahşerî ise şöyle demektedir:
“El-İlâh” kelimesi cins isimlerdendir. Er-Rical ve el-Feras gibi el-İlâh kelimesi ister hak ister batıl olsun tüm tapınılan, itaat edilen, kendisinden istek ve yakarışta bulunulan her şeyi kapsamı içerisine alır. Yani tüm bunlar ilah olarak isimlenir. Daha sonraları ise el-İlâh kelimesi, gerçek ma’bud olan, ibadet ve itaat edilen, kendisinden istek ve yakarışta bulunulan tek ilah, yüce Allah manasına kullanılır olmuştur.
Şeyhu’l-İslâm ilah kelimesini şöyle açıklamaktadır: İlâh; kulluk yapılan, kayıtsız şartsız itaat edilen ma’bud demektir. Lâ ilâhe illallah kelimesiyle yüce Allah’ın ilahlıkta tek olduğu isbat edilir. İlahlık ise, yüce Allah’ın ilminin, güç ve kudretinin, rahmet ve hikmetinin kemalini içerir. Bunda yüce Allah’ın kullarına ihsanının isbatı vardır. Çünkü ilah, me’lüh demektir. Me’lüh ise ibadete müstehak olan demektir. İbadete müstehak olma ise, tüm sıfatlarıyla sadece kendine kulluk ve ibadet edilen olmayı gerekli kılar. İşte bu sıfatlar ki, en son derecede sevilenin, en son derecede boyun bükülüp karşısında el pençe divan durulanın, sadece tek ilah, yüce Allah olduğu hakikatini gözler önüne serer.
İbn’ul-Kayyim el-Cevzî (rahimehullah) ilah hususunda şunları söylemiştir: İlah odur ki O’nun muhabbeti, şân ve şerif-i iclâliyle büyüklük ve tazimiyle, boyun bükme ve rızasıyla tezellül içerisinde korku ve ümitle, tek güvenilecek, tevekkül edilecek olarak kalplerin kulluk ettiğidir.
İbn-i Receb (rahimehullah) şöyle demiştir. İlah odur ki; onun heybet ve iclâliyle aşk ve muhabbetiyle, korku ve ümidiyle kendisine güvenilen tevekkül edilip dayanılarak kendisinden istenilen, dua ve yakarışta bulunulan itaat edilip isyan edilemeyendir. Tüm bunlar ancak Aziz ve Celil olan yüce Allah’a yaraşır. Kim bu hususlarda herhangi birşeyi yaratılmışlara af eder ona has kılarsa o şeyi Allah’a ortak (şirk) koşmuş olur. Bu o kişinin ‘Lâ ilâhe illallah’ şehâdetindeki ihlasını yaralar, tevhid inancını bozar ve bu konuda ubudiyyeti (kulluğu) mahluka ait kılmış olur. İşte tüm bunlarda şirkin kısımları içerisinde yer alır.
El-Buâkâî ise şunları demektedir:
‘Lâ ilâhe illallah demek “el-Melik’ul-A’zam” (En büyük yönetici, hüküm koyucu) olan Allah’ın dışında hakkıyla kulluk ve iaat edilmeye yaraşır gerçek ma’bud kesinlikle yoktur” demektir. İşte ancak bu hakikati bilmek kişiyi kıyamet gününün dehşetli ürperti ve korkusundan kurtarabilir. Bu hakikatı bilmek ise bu hakikaten faydalanmak ise, bu hakikati kabullenmekle, ona boyun eğmekle ve gerektirdiğiyle amel etmekle tahakkuk eder. Aksi halde diş gıcırdatma, boş söz ve cehaletten başka birşey değildir.
Ulemadan et-Tıbbî şöyle demekte: El-İlâh, fiâlun vezninde mef’ul manasınadır. El-Kitab’ın el-Mektub manasına geldiği gibi. İlah kelimesinin kökü, E-le-he ilaheten’dir. A-be-de, ibâ-den’de olduğu gibi. Buna ulemanın lisanında çokça rastlanır. İlâh kelimesinin ma’bud manasına olduğu hususunda alimler icma etmişlerdir. Yatırlar ve benzeri batıl şeyleri ma’bud edinenler haricinde. Zira bunlar ölülere yakarışlarda bulunmak, sıkıntılarda ölülerden yardım taleb etmek, ihtiyaçlarının giderilmesini istemek, acılardan kurtulmak için onlara adaklar yapmak, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah var olduğu halde kurtuluşu ve şefaati ölülerden beklemek gibi ve daha birçok ibâdet çeşitleriyle her haltı karıştırıp yapacakları herşeyi yaptıktan sonra; ‘ilah yaratandır, yoktan var etmeye güç yetirendir, herşeye kâdir olandır’ demekle tevhid inancında zirveye ulaştıklarını zannetmektedirler. Halbuki bu ikrarları ile; Mekke’li müşrik Arab kâfirleriyle kardeş olduklarının, aynı yolda buluştuklarının ve onlarla aynı davayı paylaştıklarının şuurunda olamamışlardır. Evet Mekke’nin müşrik kâfirleri de çok iyi biliyorlardı ki, yoku var etmeye güç yetirebilen, tek yaratıcı, herşeye kadir olan yüce Allah’tır. Çünkü bu kimseler dinlerini hâlis İslâm kılmışlardı. Eğer ‘Lâ ilâhe illallah’ın, manası bu câhillerin zannettiği gibi olsaydı, Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) ile Arab müşrikler arasında niza-çelişme olmazdı. Bilakis Rasûl (s.a.v.)’e icabetle yakışır, onun davetini çok tatlı ve çekici bulurlardı. Çünkü Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) onlara; “Lâ ilâhe illallah deyiniz” diye söylüyordu. Bunda sadece Allah’tan başka yaratmaya kâdir olan yoktur manası kasdedildiğinde müşrikler bu çağrıya, işittik ve itaat ettik diyorlardı. Yüce Allah bu hali Kur’ân’ında şöyle bildirmekte; “Onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsın, muhakkak ki; “ALLAH” derler.” (30)
“Onlara, “gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “Onlar, daima galib olan ve herşeyi hakkıyla bilen; (Allah) yarattı derler.” (31)
De ki; “Gökten ve yerden sizi rızıklandıran kimdir? Yahut kulak ve gözlerinize asıl sahip olan kimdir? Ölüden diriyi, diriden de ölüyü kim çıkarıyor? Bütün işleri bir düzen içinde kim idare ediyor? Onlar “ALLAH” diyeceklerdir.” (32) Ve bu hususu pekiştiren daha birçok ayet-i kerimeler vardır. Evet, bu ayet-i kerimelerin hitab ettiği insanlar Arab lisanını iyi bilen kimselerdi. Bu nedenle tüm bu hakikatleri itiraf etmelerine rağmen ‘Lâ ilâhe illallah’ı dememekte ısrar ediyorlardı. Çünkü bu kelimeyi söyledikleri an çok iyi biliyorlardı ki; yatırlara yakarışta bulunamayacaklardı, efendilerine dert yanamayacak, onlardan medet umamayacaklardı, Allah’tan başka kimseden kurtarıcılık beklemeyecek, şefaatin ancak Allah’ın katında ve onun izninde olduğuna inanacak, O’nun dışındaki şeylerden şefaat ve kurtarıcılık beklemek inancını ters yüz edeceklerdi. Emir ve yasaklar tesbit etme, hayatın akışını yönlendirme ve mutlak hakimiyetin, kanun yapma yetkisinin dolayısıyla hayat nizamı tespit edicisinin yani ULUHİYYET’in sadece Allah’ta olduğuna inanacak, başkalarına ait kılamayacaklardı. “Bilesiniz ki, hâlis dîn Allah’ındır. O’ndan başkasını “biz onlara, ancak bizi Allah’a daha çok yaklaştırmaları için ibadet ediyoruz” diyerek dost edinenler ise, Allah, onların ihtilaf ettikleri hususlarda, aralarında elbette hüküm verecektir. Elbette Allah, kâfir yalancı olan kimseye hidayet etmez.” (33) “(O müşrikler), Allah’ı bırakarak, kendilerine zararı da faydası da dokunmayan şeylere ibadet ederler ve “bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. (Ey Muhammed! Onlara) de ki: “Siz, göklerde ve yerde olup da Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz? Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir ve çok yücedir.” (34)
“İlâhları tek bir ilâh mı yapıyor? Gerçekten bu çok acaib bir şey.” (35)
Lâ ilâhe illallah’ın manasını çok iyi bilen Kureyş kâfirlerinden Ebu Cehil’i, küfrün elebaşılarını ve bunların takipcilerini Allah kahretsin.
Yüce Allah bunların halini kitabında bizlere şöyle haber vermekte; “Zira onlar, kendilerine “Allah’tan başka ilah yoktur” denildiği zaman büyüklük taslarlardı.
Ve derlerdi ki; “Biz, mecnun bir şair için ilahlarımızı arzu ve isteklerimize göre yaşamayı, dilediğimiz şekilde yönetmeyi ve yönetilmeyi mi terkedeceğiz?” (36) Evet anlamışlardı; ‘Lâ ilâhe illallah’ın, Allah’ın dışındakilere ibadeti terke, ibadeti tek Allah için yapmak gerektiğine, zorunlu kıldığına, ve hakeza yatırlara dileklerde bulunanlara dolayısıyla kulluğu onlara yapanlara; ‘isteklerinizde, dilek ve ihtiyaçlarınızda, dualarınızda ve her türlü ibadetlerinizde sadece Allah’a yönelin O’na ihlasla açılın’ dediğiniz zaman, size cevabları şu olmakta; ‘Efendilerimizi, “efendi hazret(!)lerini” ve şefaatcılarımızı terk mi edelim?’ İşte onlara verilecek cevab; “Evet, terk edin. Rabbinize ihlas ve samimiyetle yönelin. Zira hak budur.” “Hayır, (O) hakkı getirmiş ve peygamberleri doğrulamıştır.” (37)
‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i şehadeti nefiy (red) ve isbat (kabul)’tan oluşur. ‘La’ nefiy ile; Allah’ın dışındakilerden, ister melek ister peygamber kaldı ki bunlardan gayrısı evliya, ağabey, hoca efendi ne olursa olsun her türlü mahlukattan uluhiyyet -mutlak hüküm koyma ve kayıtsız şartsız itaat emri- reddedilmiş, isbat ile de; uluhiyyet -mutlak hüküm koyma ve kayıtsız şartsız itaat emri verme- sadece Allah’a has kılınmış olur. Böylelikle kul hiçbir surette Allah’ın dışındakine ibadette-kullukta bulunamaz. Allah’ın dışındakine kulluktan kasıt; kalbin herhangi bir suretle ibâdet kapsamına giren bir konuda Allah’tan başkasına meylederek onun için yapmasıdır. Dua, yakarı, kurban (tekkelerde veya herhangi bir lideri karşılarken kesilen kurbanlar gibi; ki bu olay Allah’a şirk koşmadır) adaklar (tekkelere adanan) vb. şeyler. Öyleyse ‘Lâ ilâhe illallah’ ‘Allah’tan başka ilah yoktur demek, ‘Allah’tan başka kimse ilahlaştırılamaz’ demektir. ‘Allah’tan başka kimseye kulluk edilemez’ demektir.
Evet, her kim manasını bilip içeriğiyle amel ederek kelime-i şehadeti söyler, şirki ve küfrü reddedip vahdaniyeti ve ilahlığı sadece Allah’a has kılar ise, hakkıyla müslüman olan kimselerden olur. “İşte hakkıyla mü’min olanlar bunlardır.” (38) Fakat, kelime-i şehadeti getirip içeriğiyle zahiren amel etse dahi kalben tasdiklemeyen -inanmayan- kimse mü’min olamaz. Zira o kimse bu haliyle münafık olmuştur. Yine, kelime-i şehadeti söyleyen ancak muktezasıyla amel etmeyen kimsede mü’min olamaz. Günde binlerce defa söylese dahi tersine amel ettiği müddetce o kimse kâfirin ta kendisidir. Zira kelime-i şehâdeti getiren münafıklar bunun içeriğiyle zâhiren amel etmelerine rağmen yine de cehennemin en alt tabakasında olmaktan kurtulamamışlardır. “Şüphe yoktur ki; ‘Münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar.” (39) Evet, bunun gibi Yahudiler de ‘Lâ ilâhe illallah’ demekteler, ancak oldukları eski hal üzerine kalıp şirk ve küfürlerine devam etmektedirler. Bu kelimeyi söylemeleri onlara herhangi bir fayda sağlamamıştır. İslâm’dan irtidat edenlerin hükmü de böyledir.
İslâm dininin esaslarından olan herhangi birşeyi reddetmek suretiyle veya İslâm hukukunu geçersiz kılmak İslâm kanunlarını beğenmemek onu çirkin sıfatlarla isimlendirmek gibi hal ve hareketlerin içerisinde bulunan kimselere ‘Lâ ilâhe illallah’ı’ söylemek hiç bir fayda sağlamaz. Çünkü o kimse bu haliyle İslâm’dan irtidat (iyâzu billah) etmiş kâfirlerden olmuştur. Evet. Allah’ın dışındaki şeylere kulluk edenlerin durumu da böyledir. Yatırlardan ölülerden dilek ve isteklerde bulunmak suretiyle yatırlara, ziyaretgahlara kulluk edenler gibi, saygı duruşu adı altında putların karşısında kıyam edenler gibi. Bu kimseler Peygamberimizin (s.a.v.) hadisinde zikredilen ‘Vahdehu lâ şerike leh’ ‘O birdir. Ve hiçbir şeriki yoktur’ hakikatinin sırrına erememiş, o fazileti tadamamış kimselerdir. Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) ‘Lâ ilâhe illallah, vahdehu lâ şerike leh’ ‘Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir. Şeriki yoktur’ derken, ‘Lâ ilâhe illallah’tan sonra ‘Lâ şerike leh’ demesi, müslümanların dikkatini çekmek için özellikle tenbihen söylenmiştir. Burada dikkat çekilen husus ise insanın ‘Lâ ilâhe illallah’ı söylediği halde yine de müşrik olabileceğini belirtmektir. Yahudilerin, putcu zihniyetlerin ve kabirlere tapanların hali gibi.
Zira, Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) kavmini ‘Lâ ilâhe illallah’ demeye davet ettiği zaman önce kavmi sadece bunu söylemeye çağrıldıklarını zannettiler. Bu ise onlardaki büyük cehaletin açığa çıkmasıydı. Halbuki, Allah Rasûlü (s.a.v.) onları, bunu manasıyla amel ederek, Allah’tan başkasına itaati ve ibâdeti reddederek söylemeye davet etmişti. İşte bu hakikati anladıkları zaman sözleri şu oldu; “... Ve derler ki; “Biz, deli bir şair için ilahlarımızı (büyüklerimizi) terk mi edeceğiz?” (40) “İlahları tek bir ilah mı kılıyor?” (41) İşte böylece kelime-i şehâdeti söylemekten yüz çevirdiler. Zira onlar çok iyi biliyorlardı ki; kelime-i şehâdeti söyleseler bile, putcu zihniyette kaldıkları, Lât, Menat ve Uzza gibi büyüklere tapındıkları sürece müslüman olamayacaklardı. Hakla batılı uzlaştıramayacak, ikisini birarada idare edemiyeceklerdi. Nihayet Allah’ın Rasûlü (s.a.v.); onlara harb ilan etmişti. Tâ ki, şirklerine son versinler, Allah’ın dışındakilerine ibâdetten yüz çevirsinler ve tek olan yüce Allah’a kulluk yapsınlar. O’na hiçbir surette şirk koşmasınlar diye. Çünkü bu esas, kitâb, sünnet ve icma ile sâbit olan dinin zaruretlerindendir. Ancak putcu zihniyetler ve mezarlara tapınanlar, kelime-i şehâdetin bu manasını anlayamamışlardır. Bilakis anlayabildikleri tek mana, mü’miniyle, kâfiriyle tüm insanların üzerinde ittifak ettiği mana olan, herşey O’na muhtactır, yaratmaya kadir olan O’dur, manası olmuştur. Evet şüphesiz herşey O’na muhtactır, tek yaratıcı O’dur ve bunlar şehâdetin manaları dahilindedir. Ancak kelime-i şehadetten murâd sadece bu değildir. Zira bunları kâfirler de ikrar etmişlerdir. Çünkü, müşrikler kendi ilahlarının da Allah’a muhtaç olduğuna inanıyor* ve onların sadece Allah ile kendileri arasında birer aracı, şefaatci olduklarını söylüyorlardı. Sorulduklarında, sıkıntılardan kurtulmak, isteklerimize erişmek için bu ilahları -evliyaları- kendimizle Allah arasında şefaatci kılıyoruz, şu velinin bu velinin hakkı için diye isteklerimizi yine Allah’tan aracı ve şefaatci kılarak istiyoruz diyorlardı. Ve böylelikle küfür ve şirklerinde israr etmiş oluyorlardı.
Yüce Allah onların bu halini kitâb-ı mübininde şöyle haber vermektedir: “Onların çoğu, Allah’a ancak müşrik oldukları halde iman ederler.” (42)
Mezarlara kulluk edenler, kelime-i şehâdeti getirdikleri halde manasından câhil kalmaları nedeniyle gerçek manada bu kelimeyi yaşamaktan yüz çevirmişlerdir. Lâ ilâhe illallah’ı söyleyen fakat manasını anlamayıp amel etmeyen Yahudiler gibi olmuşlardır. Zira, Lâ ilahe illallah deyipte, Allah’tan başkasını Allah’ı sever gibi sevmek, iclâl ve tazimde bulunmak, sıkıntı anında Allah’tan başkasından yardım istemek, ona tevekkül etmek, korku ve ümit beslemek, Allah’tan başkasını ilahlaştırırcasına sâdır olan bu tür fiiller ile kalbin Allah’ı kastettiğini zannetmesi, önceki müşriklerin yaptıklarından daha büyük bir şirktir. Bundan dolayıdır ki, bu zihniyetteki bir kimseye; söylediğin üzere Allah adına yemin eder misin?! dediğinde ister yalan olsun ister doğru hemen sana istediğin kadar yemin sıralar. Fakat falan şeyhin veya falan efendi hazret(!)lerinin hakkı için yemin et; dersen durakladığını yalan ise yeminden çekindiğini görürsün. İşte bu inanç, toprağın altındaki ölünün o kimsenin kalbinde alemlerin Rabbi olan Allah’tan daha (neuzu billâh) büyük ve azametli olduğunu ifade eder. Önceki müşrikler dahi böyle inanmıyor, yeminlerini katılaştırmak ve ısrar etmek istediklerinde veliler adına değil de değil yüce Allah’ın adına yemin ediyorlardı. Sahihi Buhâri’de rivayet edilen, câhiliyye döneminde meydana gelen kasâme kıssasında olduğu gibi. (43) Fakat bu tür kimselerin çoğu ibâdet ettiği kabrin yanında kendi ilahından yardım dilemeyi mescidde, Allah’tan dilemekten daha faziletli görmekte ve yardımın daha çabuk gerçekleşeceğine inanmaktadırlar. Malesef bu kimseler bâtıl olan bu inançlarını açıkca söylemekte ve birçok hikayeler anlatmaktadırlar. İşte bu durum önceki sapıtan kavimlerin şirke düştükleri husustur. Yine bu kimseler kendilerine şiddetli bir musibet isabet ettiği zaman toprakta medfun bulunan ölülere iltica etmekte,* onların isimlerini çağırarak bu musibetten kurtulmak için onlardan yardımlarda ve yakarışlarda bulunmaktalar. Bu hal ise önceki müşrik kafirlerde dahi bulunmayan bir haldir. Zira Mekke müşrikleri böyle hallere düştükleri zaman kurtuluşu ve yardımı yüce olan Allah’tan istiyor, bu şiddetli musibet hali geçtikten sonra ise yine eski hallerine dönüyorlardı. O müşriklerin bu halini yüce Rabbimiz Kur’ân’ında bizlere şöyle bildirmekte; “Gemiye bindikleri zaman, dini Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar; fakat onları karaya çıkarıp kurtarınca, kendilerine verdiklerimize nankörlük etmek ve dünya zevklerinden faydalanmak için, hemen Allah’a şirk koşarlar.” (44)
“... Sonra bir sıkıntıya uğradığınız zaman, yine O’na yalvarırsınız.
Sonra o sıkıntıyı sizin üzerinizden kaldırınca da, içinizden bir güruh Rablerine şirk koşarlar.” (45) İşte bu tür kimseler Allah’ın mescidlerini ihmal etmiş gerçek faaliyetlerinden uzaklaştırmışlardır. Kabirler ve anıtlar inşâ eder olmuşlardır. Bu kimselerden herhangi biri o kabrin huzuruna (!) gireceği vakit müthiş bir tazim ve saygı sergiler, bünyesini büyük bir huşu kaplar, gözlerini yaşlar bürür. Fakat bu hal o kimsede, ne Allah’ın huzuruna çıkacağı, ne mescidine gireceği vakit, ne cumâ’da, ne cemââtta, ne gece namazında, ne de diğer namazlarında görülemez. Çünkü o kimse günahlarının mağfiret olunmasını, sıkıntılarının giderilmesini, cehennemden azad olunmasını ve yükünün hafifletilmesini hep mezardakilerden ya da çeşitli efendi hazret(!)lerinden ister. Peki hangi selim akıl sahibi kişi, bu tür batıl inanışlarla birlikte o kimseye ‘Lâ ilâhe illallah’ demenin fayda verebileceğini zannedebilir?! Zira o kimseler şehâdeti lisanlarıyla söylemişler, ancak inanışlarıyla ve amelleriyle tersine hareket etmişlerdir.
Müşriklerden bir kişi ‘Lâ ilâhe illallah’ dese ve hatta ‘Muhammedür-Rasûlullah’ dahi dese fakat, ilah ve rasul kelimelerinin manasının ne olduğunu bilmese, namaz kılsa, oruç tutsa ve haccetse ancak; bunları sadece insanları yapıyor olarak gördügü için taklid ederek yapsa ve yaptığı bu şeylerin ne olduğunu bilmese ve bu süre zarfında şirke düşen herhangi bir hali olmasa dahi şüphesiz ki o kimse yine müşriklerden bir ferd olmaya devam eder. Onun İslâm olmadığı hususunda müslümanlardan hiçkimse şüphe etmez. Bu konuda Mağrib fakihlerinin fetvası da böyledir. Ed-Durrus-Semîn fî Şerhi’l-Mürşidi’l-Maîn isimli Mâlikî mezhebinin fıkıh kitabında; hicrî 11. asrın başlarında yıllarda müşrik bir şahsın böyle olduğu rivayet edilmekte ve aynı kitabın şerhinde şu açıklamalar yer almakta; “Bu husustaki fetva -yani yukarıda zikredilen müşrik bir kimsenin hali ve müslüman sayılamayacağı, müşrik olarak kalacağı konusundaki fetva- son derece net ve açıktır. Ve bu konuda iki kişinin ihtilafı dahi mümkün değildir.” Şüphesiz ki, putcu zihniyetlerin ve kabirlere tapınanların hali bunların halinden daha vahimdir.
Şayet denilse ki; ilâh ve uluhiyyet kelimelerinin manası açıklandı. Peki; “İlah kelimesinin manası sadece (yoktan var etmeye) güç yetiren demektir” iddiasına verilecek cevab nedir?
Bu iddiaya iki şekilde cevâb verilir; Birincisi: İlâh kelimesine getirilen bu tanım sonradan uydurulmuş olup mesnedsizdir. Ve bidat ehlinin iddiasıdır. Çünkü lugat âlimlerinden hiçbir alim ilâh kelimesine bu açıklamayı getirmemiştir. Zira lugat âlimlerinin getirmiş oldukları tanım yukarıda zikrettiğimiz tanımların aynıdır. Dolayısıyla bu iddia bâtıl bir iddiadır.
İkincisi: İlâh kelimesine getirilen bu tanımlamanın doğru olduğu varsayımıyla hak olan ilâhın tefsirinde bu açıklamanın lazım olduğunu kabul edelim. Fakat, ilah kelimesi için lazımi olan, yaratıcılık ve icada güç yetirici olma özelliği bulunmadığı taktirde tanımlama yapılamaz. Bu da o şeyin ilâh olarak isimlendirilse dahi hak ilâh olmadığını gösterir. Ancak ilah kelimesini icad etmeye güç yetiren olarak bilen kimsenin, ilâh derken kastettiği mana bu değildir. Aksi halde istenileni gerçekleştirmiş, İslâm’a girmiş ve kurtuluş yurdunun anahtarını elde etmiş olurdu. Fakat bu açıklamayı hiçbir kimse yapmamıştır. Çünkü, ilâh kelimesi için böyle bir açıklamada bulunmak, arab müşriklerinin müslüman kabul edilmesini gerektirir. Günümüzde bazı kimseler böyle açıklamalarda bulunmak istemişlerse de bu kimselere nakli ve akli kesin delillerle reddiyeler verilmiştir.
DÖRDÜNCÜ BAHİS
“ŞÜPHESİZ, MUHAMMED ALLAH’IN RASÛLÜDÜR” ŞEHÂDETİNİN MANASI
Kelime-i Şehâdetin gerçekleşmesi her iki şehâdetin bir arada söylenmesini zorunlu kılar. Yani Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek, Muhammed (s.a.v.)’in O’nun rasûlü olduğuna şehâdet etmeyi zorunlu kılar. Zirâ yalnızca Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek kişiyi kurtarmaz, tâ ki ikinci şehâdeti de -şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın rasûlüdür’ü- söyleyinceye kadar. Çünkü bu iki şehâdet birbirlerinin ayrılamaz esaslarıdır. Bu sebebledir ki, şehâdet getiren kişi herbir şehâdetin manasını, delâlet ettiği şeyleri ve yüklediği sorumlulukları bilerek, manalarına inanarak hayatında ve muamelelerinde uygulamak zorundadır.
Önceki bahislerde ‘Lâ ilâhe illallah’ demenin mücerred telaffuzdan ibâret olmadığı söylenmiş, şartları ve yüklediği sorumluluklar anlatılmıştı. Bu bahiste de ‘Muhammedur-rasûlullah’ demenin yine mücerred telaffuzdan ibâret olmadığı, şartları ve yüklediği sorumluluklar anlatılacak. içerdiği mana, Aziz ve Celil olan âlemlerin Rabbi tarafından kesin olarak risaletle (peygamberlikle) gönderilmiş olduğuna iman, yüce Allah’ın onu ümmete tebliğ ile mükellef kılması, Allah-u Teâlâ’nın ona risâletle birlikte bir şeriat yüklemiş olması ve bu şeriatı ümmete iletme zorunluluğu işlenecek. Bu manaları ifâde -şehâdetin anlaşılması ve istenilen faydanın hasıl olması bakımından- birtakım esasları sıralamayı zorunlu kılıyor.
BİRİNCİ ESAS: PEYGAMBER (S.A.V.) RİSALET EHLİYETİ
Yüce Allah şöyle buyurmakta; “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.” (46)
“Allah, risâletini nereye kılacağını (ve kime vereceğini) çok daha iyi bilir.” (47)
“Onlar, bizim katımızda şüphesiz hayırlı, seçkin kimselerdir.” (48)
Bu âyeti kerimeler; Peygamberlerin diğer insanlardan faziletli ve üstün kılındığını, günahlardan korunduğunu ve Allah’u Teâlâ tarafından kalpleri temizlenmek suretiyle risâleti -peygamberliği- taşımaya, şeriatı ve dini üzerine güvenilir olmaya, Allah’u Teâlâ ile kulları arasında elçilik yapmaya ehil hale getirildiklerini ifâde etmektedir. Yüce Allah, peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetlerin kendilerine gönderilen elçilere şöyle dediklerini haber vermekte: “Sizde bizim gibi birer beşersiniz.” (49) Onların bu inkarcı tutumlarına, Peygamberlerin cevabı şu olmuştu: “Biz de şüphesiz, sizin gibi beşerden başka bir şey değiliz. Fakat Allah, kullarından dilediğine ihsanda bulunur.” (50)
Rasullerin sonuncusu, insanların en faziletlisi olan Muhammed (s.a.v.), kendinden önce hiçbir peygambere nasib olmayan özelliklere sâhibtir. Şüphesiz ki bu özelliklerin en önemlisi, insanlardan ve cinlerden tüm mahlukata “Rasûl” olarak gönderilmesi ve seçkin kılınmış olmasıdır. Yüce Allah, Rasûlü hakkında şöyle buyurmakta; “Muhakkak ki sen büyük bir ahlak üzeresin.” (51) Sahih-i Müslim’de, mü’minlerin annesi Âişe (r.a.)’nın şöyle dediği rivayet olunmakta; “O’nun ahlakı Kur’ân idi.” (52) Şerefli annemiz bu ifadesiyle; ‘Her selim fıtrat sahibi kişinin şâhid olduğu, Allah Rasûlü’nün yüce ahlakı, asil davranışları ve güzel amelleriyle hayatına Kur’ân-ı tatbik ettiğini belirtmektedir.’ Zira, Allah’ın Rasûlü (s.a.v.), kendisine peygamberlik verilmezden önce Mekke ahalisi arasında ‘güvenilir, sadakatli, vefâkar ve iffetli olarak bilinir ve ‘sâdık’ul-Emin’ diye tanınırdı. İşte bu yüce ahlak ‘nübüvvet’ sonrası daha da fazlalaşmış ve peygamberin şahsında temekkun etmiştir. Allah’ın rasûlü, Muhammed Mustafa (s.a.v.) üstün kerem sıfatlarla, ‘cömertlik, yumuşaklık, sabırlılık, şahsiyetlilik, adâlet, nezâhet, tevazu ve şecaat gibi ve daha birçok şerefli hasletlerle’ donatılmıştır. Allah Rasûlü (s.a.v.)’i anlatan tarih ve siyer kitabları bu gibi menkıbelerle doludur. Dolayısıyla Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) nübüvvetini -peygamberliğini- zedeleyecek, haşmetini giderecek, her türlü, ‘cimrilik, zulüm haksızlık, kibir yalan, korkaklık, acizlik, tembellik, hırsızlık, hıyânet v.b. gibi kötü ahlak ve noksan sıfatlardan uzaktır.
İKİNCİ ESAS: ALLAH’IN RASÛLÜ (S.A.V.)’İN HATALARDAN KORUNMASI
İslâm ümmeti, peygamberlerin büyük günahlardan korundukları hususunda, ‘seçkin ve korunmuş olma’ (istifa ve içtiba) özellikleri nedeniyle ittifak etmişlerdir. Çünkü, yüce Allah, insanlara gönderdiği ‘Risalet’ini peygamberlerine bildirmiştir. Dolayısıyle peygamberlerin, gönderildikleri ümmetler için örnek şahsiyetler olmaları şarttır. Zira Allah’u Teâlâ, tüm insanlığın küfür, fısk, günah ve ma’siyet çirkefinden kurtarılması sorumluluğunu peygamberlerine yüklemiştir. Şayet yüce Allah’ın peygamberlerinden böyle çirkin bir hâdise sâdır olsaydı peygamber düşmanları tarafından bu olay bayraklaştırılırdı. Yüce Allah’ın göndermiş olduğu dini ve şeriati karalamak için fırsat oluşurdu ki, bu da hikmet-i ilâhiye’ye terstir. Yüce Allah’ın rahmetiyle bu tür çirkin hal ve hareketlerden peygamberler korunmuşlardır. Korundukları bu şeylerden de, insanlara sakınmalarını emretmekle, sakınmadıkları takdirde ise, akibetlerinin mutlak zarar ve hüsran olacağını bildirmekle zorunlu tutulmuşlardır. Küçük günahlar ise, peygamberlerden içtihat hataları olarak sadır olabilir. Ancak, ictihadî bu hata ve günah üzerinde karar kılamazlar. Dolayısıyla da bu husus peygamberlerin adâletine gölge düşürmediği gibi nübüvvete de ters düşmez. Bu peygamberlerin de bir beşer olmaları ve gayb ilmine erişememeleri nedeniyledir. Zira hiçbir beşere ‘Rab’lik’ sıfatlarından birşey atfedilemez. Müfessirler ve ilim ehli, peygamberlerde vâki olan içtihadî hataları -ki peygamberler bu hatalarda karar kılmamışlardır- şu âyet-i kerimelerle örneklendirmişlerdir: “Rablerinin rızasını taleb ederek sabah akşam dua edenleri (yanından) kovma.” (53)
“(Ey Muhammed!) Müşrikler, bize bir başkasını iftira edebilmek için, neredeyse seni, sana vahyettiğimiz (Kur’ân)’dan uzaklaştırarak fitneye düşürecekler ve işte o zaman yeni dost edineceklerdi.
Eğer seni sağlam tutmamış olsaydık, neredeyse onlara azıcık meyledecektin.” (54)
İçtihadî olarak yapılan bu tür vakıalar zahiren maslahat olduğu kanısıyla gerçekleşmiştir. Allah’u Teâlâ ise; bununla maslahatın tahakkuk etmeyeceğini dolayısıyla yapılmaması gerektiğini peygamberine bildirerek onu bu tür hatalardan berî kılmıştır. Peygamberlik ve seçkinlik sıfatlarına ters olması nedeniyle ma’siyet ve günahlara düşmekten veya masiyet ve günahlar karşısında susmaktan ya da ma’siyet ve günahları tasvib veya musamaha ile karşılamaktan yüce Allah peygamberlerini korumuştur. Aynı şekilde yüce Allah, peygamberlerine tebliğini emrettiği ‘şeriatın’ insanlara iletilmesi hususunda da onları ve şeriatını koruma içerisine almıştır. Tüm ümmet peygamberlerin ‘ismet’ sıfatı hususunda ittifak etmiştir. Yine Allah’u Teâlâ, rasûlü Muhammed (s.a.v.)’i nübüvvet (peygamberlik) öncesinde dahi şirkten, fahiş söz ve davranışlardan v.b. çirkin şeylerden koruduğunu bildirmiştir. Allah’ın Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivayet olunmaktadır: “Cahiliyyet ehlinin yaptığı şeylerden herhangi birşeye hiçbir zaman meyletmedim. Ve hiçbir fenalıkta bulunmadım, tâki (yüce) Allah beni risaletiyle şereflendirdi.” (55) Bu rivayeti Kadı İyaz ‘Şifa’ adlı eserinde zikretmektedir. İbn-i İshâk, siyretinde şöyle demekte; “Peygamber (s.a.v.), cahiliyyenin pisliklerinden ve ayıblarından korunmuş ve yüce Allah’ın muhafazası altında gençliğini yaşamıştır. Yaşının olgunluk döneminde ise, kavminin en faziletlisi ve en şahsiyetlisi olarak tanınmıştır. Kavmi içerisinde, en ahlaklı, en güvenilir, komşuluğu en iyi geçinilir, kötülüklerden ve fuhşiyattan en uzak olan kişi olarak bilinmiş ve kavmi tarafından “Muhammed’ul-Emîn” diye isimlendirilmiştir. (56)
ÜÇÜNCÜ ESAS: RİSÂLETİNİN UMUMİLİĞİ
Diğer peygamberlere verilmeyen bazı hususiyetler, sadece bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e bahşedilmiştir. Bu hususiyetlerden bazıları, muttefekun aleyh olan Cabir (r.a.)’ın hadisinde zikredilmektedir; “Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle demekte; ‘Bana, benden önce hiç kimseye verilmeyen beş şey bahşedildi. Bir aylık mesafeden (düşmanlarımın kalbine) korku salınmakla yardım olundum ve yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı. Benden önce hiçbir kimseye helal kılınmayan ganimetler bana helal kılındı. Bana şefaatte bulunma bahşedildi. Ve tüm peygamberler sadece kavmine gönderilirken, ben tüm insanlara gönderildim.’ (57) Allah Rasûlü (s.a.v.) bir başka rivâyette de şöyle buyurmakta; “Siyah (kimseye) de, kızıl (kimseye) de ben gönderildim.” (58) İşte bu sebebledir ki, tüm beşer ona tabi olmakla ve ona itaat etmekle emrolunmuştur. Dolayısıyla insanların tamamı, peygamberin davetine muhatab olması açısından onun ümmetidir. Yüce Allah, bu hakikati şöyle açıklamaktadır: “(Ey Muhammed!) Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (59)
“(Ey Muhammed! Bütün insanlara) de ki: ‘Ey insanlar! Ben, sizin hepinize birden, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın peygamberiyim. O’ndan başka ilah yoktur. Diriltir ve öldürür. Allah’a ve O’nun ümmi peygamberi olan elçisine iman edin; o Peygamber de Allah’a ve O’nun kelimelerine iman etmektedir. O’na uyun ki hidayete eresiniz.” (60)
Yüce Allah’ın kitâbında tüm insanlığa hitâb eden birçok âyet-i kerimeler vârid olmuştur.
“Ey insanlar! Rabbinize kulluk edin.” (61)
“Ey insanlar! Rasul size Rabbiniz katında Hakk (Kur’ân)’ı getirmiştir. O halde kendi iyiliğiniz için (ona) iman edin.” (62)
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir bürhan (açık ve kesin bir delil) gelmiş ve apaçık bir nur indirmişizdir.” (63)
Bu âyet-i kerîmeler, Allah’ın Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’e ve onun Rabbinden getirdiği hükümlere delâlet etmekte ve tüm insanların Muhammed (s.a.v.)’in risâletine ittibaya mecbur olduğunu bildirmektedir. Ayrıca yüce Allah, peygamberini tüm insanlara ‘rasul’ olarak gönderdiği gibi cinlere de göndermiştir. Yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmakta; “(Ey Muhammed!) Hani birara cinlerden bir grubu Kur’ân dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onun yanına gelince, birbirlerine “susun” demişler, okuma bitince de uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi.
“Onlara demişlerdi ki; “Ey kavmimiz! Biz Mûsa’dan sonra, Muhammed’e indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, hakka ve dosdoğru yola hidayet eden bir kitab dinledik.
“Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine icâbet edin ve ona inanın ki Allah, sizin için günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi o acı azabtan korusun.” (64)
“(Ey Muhammed!) de ki: “Cinlerden bir grub benden Kur’ân dinlemiş ve şöyle demişlerdi: Biz doğru yola ileten hayret verici bir Kur’ân dinledik ve ona iman ettik. Artık Rabbimize hiçbir kimseyi şirk koşmayacağız.” (65)
Allah’u Teâlâ’nın lânetlediği Yahudi ve Hristiyanlar, Muhammed (s.a.v.)’in risaletinin, tüm insanlara olduğuna dair birçok mucizeler görerek kalpleri kani olduğu halde Muhammed’in peygamberliği arablara hastır’ diyerek onu yalanlamışlardır. Bu nedenle peygambere (s.a.v.) tabi olmadılar. Onun, Rabbi tarafından gönderilmiş olduğunu doğrulamaktan yüç çevirdiler. Yahudi ve Hristiyanları bu hale getiren şey onların kibirleri, makam sevgileri ve o yüce rasûle ittibayı terk ederek elde edecekleri kazanç ve servetleri olmuştur. Zira, Yahudi ve Hristiyanlar Allah’ın rasûlü Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin doğruluğunu ve yüce Allah’tan vahiy aldığını itiraf etmişlerdir. Fakat bu kabullenme neticesi kendilerine yöneltilen emir ve yasakları kabullenmemişlerdir. Yüce Rabbimiz bu hakikati kitabında şöyle belirtmektedir; “Elinizdekini (Tevrat’ı) doğrulamak üzere indirdiğime (Kur’ân’a) iman edin ve onu inkâr edenlerin ilki olmayın; az bir değer karşılığı âyetlerimi satmayın. Ve yalnız benden sakının.”
“Hakkı batıla bulaştırmayın ve hakkı bile bile gizlemeyin.”(66) Ve bu konuyu izah eden daha birçok âyet-i kerimeler vardır.
DÖRDÜNCÜ ESAS: RİSÂLETİNİ TEBLİĞ ETMESİ
Yüce Allah buyuruyor ki:
“Rabbinden sana indirilen (âyetler)’i tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, Rabbinin risaletini tebliğ etmemiş olursun.”(67) Bu emir peygamber (s.a.v.)’e Rabbi tarafından yüklenmiş bir mükellefiyettir. Bu nedenle Allah’ın Rasûlü Muhammed (s.a.v.) kendisine verilen risaleti tebliğ etmek zorundadır. Bu zorunluluk tüm peygamberlerin Aleyhim’us-Selâtu ve’s-Selâm vazifesidir. Yüce Rabbimiz bu görevi Kur’ân’ında şöyle beyan buyurmaktadır: “(Ey Muhammed!) Sana düşen ancak tebliğ etmektir.” (68) “Peygambere düşen apaçık beyan etmekten başka birşey değildir.” (69)
Allah Rasûlü Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in sahabileri, bu apaçık tebliğin ve beyân şâhidleridir. Ebû Zer (r.a.)’dan, şöyle dedi:
Allah Rasûlü (s.a.v.) bizi, semada kanat çırpankuştan dahi ilim (malumat) vermiş olduğu halde vefat etti (bıraktı). (70) İmam Ahmed ve İbn-i Mâce’nin naklettikleri rivayette, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmakta: “Benden sonra, helak olacakların dışında kimsenin sapıtmayacağı, gecesi gündüz gibi olan bir beyazlık misali üzerine sizleri bıraktım.” (71) Sahih-i Müslim ve diğer hadis kitaplarında, Abdullah bin Amr’u-bnil Âs (r.a.)’tan yapılan rivayette Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmakta: “Benden evvel (de) gelen her Peygamberin, ümmetine bildiği her hayra delâlet etmesi ve bildiği her şerden sakındırması üzerine hakdı (olan bir vazifeydi).” (72)
Peygamberimiz (s.a.v.) davetine önce kendi kavmini çağırarak başladı. Sonra Arab yarıdamadasındaki, muhtelif bölgelerde bulunan diğer arabları davete yöneldi. Çeşitli yerleşim bölgeleri olan o zamanki köylere, kentlere ve sahralara elçiler göndererek onları yalnız Allah’a kulluğa ve peygamberliğini kabule davet etti. Daha sonra artık sıra daha uzak ülkeleri davete gelmişti ve Peygamber (s.a.v.) elçileri olan İslâm dâvetcilerini Yemen’e, Bahreyn’e ve diğer civar ülkelere göndermeye başladı. Fars ve Rum kurallarına, İslâm şeriatını anlatan mektublar saldı. Rasûlullah (s.a.v.), Rabbinden aldığı emir gereğince vefâtına kadar İslâm’ı tebliğde devam etti. Böylelikle uzak ve yakın hemen hemen tüm bölgelerde tebliği bilinir oldu. “Biz her ümmete, yalnız Allah’a kulluk etmeleri ve tâğuttan sakınmaları için bir peygamber gönderdik. Bu ümmetlerden bir kısmına Allah hidâyet etmiş; bir kısmına da sapıklık hak olmuştur.” (73)
Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’in vefatından sonra onun güzîde sahabileri de bu yüce dini tebliğden ve onu reddedenlerle veya kabullenmeyen zâlimlerle cihaddan geri durmamışlardır. Tâki yeryüzünde din tek Allah’ın oluncaya, zâlimler zulmüne son verinceye, kafirler zelil ve hakir duruma düşünceye kadar, Allah yolunda cihâd ve İslâm’ın tebliği ana gayeleri olmuştur. Nitekim kısa bir müddet içerisinde İslâm sancağı birçok bölgede dalgalanır hale gelmiştir. Tarih kitabları bu hakikatleri gözler önüne seren en güzel delildir. Uzak bölgelerde olması nedeniyle İslâm davetini işitmemiş kimselerin hükmü ise fetret ehli olarak isimlendirilmiş olmakla birlikte yine bu kimseler araştırmak, etrafındaki halkın neleri din edindiğini bilmek zorundadır.
BEŞİNCİ ESAS: NÜBÜVVETİN SONUNCUSU OLMASI
İslâm şeriatının tüm halklara gönderilmiş olması ve yeryüzünün tüm bölgelerindeki insanların bu dinden sorumlu tutulması, İslâm şeriatının son şeriat ve Allah’ın gönderdiği son risâlet (Peygamberlik) olması nedeniyledir. Allah’ın rasûlü Muhammed (s.a.v.)’in son peygamber ve son rasul olduğuna iman İslâm akidesinin esaslarındandır. Çünkü, yüce Rabbimiz, kitabında bizlere böyle bildirmiştir; “Muhammed (s.a.v.), adamlarınızdan (içinizden) herhangi birinin babası değil, fakat Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi hakkıyla bilendir?” (74) Sahih-i Müslim ve diğer hadis kitaplarında Ebû Hureyre (r.a.)’ın şöyle dediği rivayet edilmekte: “Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Benle diğer peygamberlerin misali; ‘binasını güzelce inşa edip onu süsleyen ancak köşelerinin birisinde bir tuğlalık boş yer bırakan adamın misali gibidir. İnsanlar bu binanın etrafında tavaf edip hayretlenerek bu tuğla yerine konmayacak mı? derler. İşte ben bu tuğlayım. Ve ben peygamberlerin sonuncusuyum.” (75)
Sahih-i Müslim’de, Câbir bin Mut’im (r.a.)’in rivayet ettiği hadisi şerifte, Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “Benim isimlerim vardır. Ben, Muhammed’im. Ben Ahmed’im. Ben el-Mahi’yim, ki Allah benimle küfrü yok eder. Ben el-Hâşir’im ki insanlar benim ayaklarım üzerinde haşrolur. Ben el-Âkib’im ki ondan sonra nebi yoktur.” (76)
Sünen-i Ebî Dâvud ve diğer hadis kitaplarında uzunca nakledilen Sevbân hadisinde Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmakta: “Muhakkak ki, ümmetimde otuz tane yalancı olacak. Hepsi kendinin peygamber olduğunu iddia edecek. Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber yoktur.” (77) Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’in peygamberlerin sonuncusu olduğuna iman etmek farzdır. Peygamberimizden sonra peygamberlik iddia edenler ise yalancıdır. Şüphesiz âhir zamanda indirilecek olan Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm) Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)’in şeriatıyla hükmedecek ve bu ümmetin fertlerinden bir fert gibi olacaktır. Kendine [İsa (a.s.)’a] vahiy indirilse dahi islâm şeriatının dışına çıkamayacaktır. İsa Peygamber (a.s.) dahi böyle olunca peki yalan yere peygamberlik veya risalet iddia edenlerin hali apaçık yalan ve iftiradan başka ne olabilir?! Bu tür kimseler; sapıtan ve saptıran kimselerdir. Bunların ellerinde birtakım olağanüstü şeyler zuhur eder, sihir ve büyüleriyle cahil halkı aldatsalar da o kimseler için kaçınılmaz sonuç hüsran olacaktır. Çünkü onlar yalan ve sahtekârlıktan başka birşey de bulunamazlar. El-Esved’ül Unsi’de ve Müseylemet’ül-Kezzâb’da olduğu gibi. Bu kimselerde zuhur eden şeyler şeytanî hallerden ve her selim akıl sahibinin kolayca anlayabileceği asılsız, batıl söz ve saçmalıklardan başka birşey değildir. Müseyleme ve el-Esved’inin dışında da sahte peygamberlik iddiasında bulunanlar olmuştur. Bu sahtekâr kimseler kendilerine birçok taraftar ve güç toplayabilmişlerdir. Bunların en sonuncusu Gulam Ahmed el-Kâdıyâni’dir. Bu kişinin şerri bayağı yayılmış, birçok kimseleri şüphelendirerek fitneye düşürmüş, Hindistan’da, Sint’de ve birçok bölgelerde insanları delâlete sürüklemiştir. Evet, bu tür sahtekârlar ve yalancılar kıyamete kadar süre gelecektir. Ve bunların sonuncusu da “Deccâl’ olacaktır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmakta; “Size, şeytanların kimlere indiğini haber vereyim mi?
“Onlar, çok günah işleyen yalancılara inerler.”
“Bunlar, şeytanlara kulak verirler; çoğu yalancıdırlar.” (78)
Bu âyet-i kerimeler ifade etmektedir ki; şeytanların musallat olduğu kimseler işte bu yalancı sahtekarlardır. Şeytanlar bu kimselere ‘kendilerine vahiy veya ilham geldiğine’ dair vesveselerde bulunur onlara hayaller gösterir. Ancak sünnetullah gereği mahlukatta yüce Allah, hakkın belirginleşmesi için bir nur halketmiştir. İşte, bu nur ile hurafeler ve yalanlar haktan ayrılır ve basiretli insanlar hakkı kolaylıkla görür.
ALTINCI ESAS: İSLÂM ÜMMETİNİN GÖREVİ
Allah Rasûlü (s.a.v.)’in ve getirdiği hükümlerin doğruluğunu, risâletinin sıhhatini ve onu doğrulamanın zaruretini öğrendik. Tüm bu vecibeler ‘Muhammedu’r-Rasûlullah’ şehadetinin delalet ettiği hususlardır. İman eden her mü’min için onu doğrulama ve ittiba ile kulluk görevini ifa zorunluluğu vardır. Bu hususlara iman etmeye sevab, yüz çevirmeye ve terke ise ikâb -elem verici azab- vardır. Bizlerin görevi ise hayatımıza bu akaid esaslarını tatbik etmek ve inancımızın gereğini yaşamaktır. Bu da ancak Kur’ân ve Sünnet’te vârid olan birtakım emirlerin hayatımızda şekillendirilmesiyle mümkündür. Bunlar;
1- Allah’ın rasûlüne iman.
Yüce Rabbimiz kendisine, meleklere ve kitablarına imanı emrettiği gibi peygamberlerine de imanı emretmiştir. İman edenlere büyük sevablar, inkar edenlere de dehşetli azablar hazırlamıştır. Yüce Allah şöyle emretmekte; “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine ve peygamberine indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkar ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur.” (79)
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat versin; sizin için aydınlığında yürüyeceğiniz bir nûr yaratsın ve günahlarınızı bağışlasın.” (80)
“Allah’a, rasûlüne ve indirdiğimiz nura iman edin.” (81)
“Allah’a ve O’nun ümmi peygamberi olan elçisine iman edin; o peygamber de Allah’a ve O’nun kelimelerine iman etmektedir.” (82)
“Kim, Allah’a ve Rasûlüne iman etmezse, gerçek şu ki, biz, kâfirler için alevli bir ateş hazırladık.” (83)
Bu manada daha birçok âyet-i kerimeler vardır.
Sahih-i Müslim ve diğer hadis kitablarında, Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivâyet olunan hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “İnsanlarla, Allah’tan başka ilah olmadığına, bana ve benim getirdiğim şeylere şehadet edinceye kadar savaşmakla emrolundum.” (84) Peygamberimiz (s.a.v.) meşhur Cibril hadisinde ‘iman’ı’ şu mübarek sözleriyle açıklamaktadır: “(İman); Allah’a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmandır.” (85) Şüphesiz ki iman, Peygamber (s.a.v.)’in getirdiği hükümleri tasdiki ve risaletinin sıhhatine inancı gerektirir. Zira ‘imanın aslı; ‘birşeyin doğruluğuna kalbin tatmin olması ve yakınlık duymasıdır.’ Sonra iman ve mârifetten konuşmak daha sonra da bunun içeriğiyle amel etmek suretiyle hayata tatbiktir. İşte tüm bunlarla iman tamamlanır, kurtuluş vesilesi olur. Çünkü imana kalbin yakınlık duymaması onu tastiklememesi şehâdeti ibtal eder onu faydasız bir söz haline getirir. İşte bu sebeble yüce Allah, münafıkları Kur’ân’ında yalanlamıştır; “Münafıklar sana gelince, ‘şahidlik ederiz ki sen, Allah’ın Rasûlüsün’ derler. Allah’da senin kendi rasûlü olduğunu elbette bilmektedir. Ve şuna da şâhidlik etmektedir ki, münafıklar muhakkak yalancıdırlar.” (86)
2- Allah’ın Rasûlü’ne kayıtsız şartsız itaat.
Peygamber (s.a.v.)’in emrine itaat etmek, ona muhâlefet ve isyandan sakınmak, şüphesiz Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’e imanın alâmetlerindendir. Onu kesin olarak tasdik etmek, Allah’u Teâlâ’dan aldığı emirlere kayıtsız-şartsız itaati gerektirir. Kim, Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’e, inad veya küçümseme ile muhalefet ederse peygamberliğine şehâdette sadık ve doğru sözlülerden olamaz. Çünkü, yüce Rabbimiz Kur’ân’ı Kerîm’in birçok yerinde peygamberine itaati emretmiştir. Yüce Allah bu emrini şöyle bildirmektedir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer her hangi birşeyde anlaşmazlığa düşerseniz, eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, onu, Allah’a ve peygamberine arzedin.” (87)
“Allah’a itaat edin; peygambere de itaat edin. (Emir ve yasaklarına muhalefetten) sakının. Yüz çevirdiğiniz takdirde, bilin ki, peygamberinize düşen, sâdece apaçık tebliğdir.” (88)
“De ki: ‘Allah’a itaat edin; Peygambere de itaat edin.’ Eğer yüz çevirirseniz (siz zararlı çıkarsınız); çünkü peygamber, yüklendiği (tebliğ görevinden) sorumludur; siz ise, yüklendiğiniz itaatten sorumlusunuz. Eğer ona itaat ederseniz, hidâyete erersiniz.” (89)
“Rasûl size neyi verirse onu alın; neyden sizi nehyederse ondanda sakının.” (90)
Yüce Allah peygamberine yapılan itaate çok büyük sevablar vereceğini bildiriyor;
“(Ey müslümanlar!) Peygambere itaat edin ki rahmet olunasınız.” (91)
“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (92)
Yüce Allah; rasûlüne yapılan itaate büyük sevablar verdiği gibi ona muhalefet ve isyana da şiddetli azablar hazırlamıştır. Yüce Rabbimiz bu hükmünü şöyle beyân buyurmakta;
“Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse, O (Allah) onu, içinde daimi kalacağı altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte bu en büyük kurtuluştur.
Kim de Allah’a ve peygamberine isyan eder ve O’nun kanunlarını aşarsa, O da onu içinde dâimi kalacağı ateşe sokar. Onun için zelil edici bir azab vardır.” (93)
“Ateşte yüzlerinin çevrildiği o gün, “keşke Allah’a itaat etseydik ve keşke Rasûle itaat etseydik” derler.” (94)
Sahih-i Buhari’de, Ebû Hureyre (r.a.)’ten rivayet edilen hadis-i şerifte Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmakta: “Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Ve kim de bana karşı gelir isyan ederse, Allah’a isyan etmiş olur.” (95) Bu hadis-i şerifin ifâde ettiği mana şüphesiz ki Peygamberimiz (s.a.v.)’in ancak kendisine vahyolunan şeyleri emrettiğidir. Yüce Allah, bu hususta şöyle buyurmakta; “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüç çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.” (96)
Yine Sahih-i Buhari’de, Ebû Hureyre (r.a.)’ten yapılan rivayette, Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Tüm insanlar cennete girecektir. Ancak yüz çevirenler hariç. Sahabiler sordular: Ey Allah’ın Rasûlü! Yüz çevirmek nasıldır? Rasûlullah (s.a.v.): “Kim bana itaat ederse cennete girer. Ve kim bana isyan eder asi olursa muhakkak ki o yüz çevirmiş olur.” (97) Şüphesiz peygamberin emrettiği şeyi yapmak, nehyettiği şeyden sakınmak, getirdiği ‘Kur’ân ve Sünnet’e’ teslim olmak, hükümlerine rıza göstermek, şeriatına boyun eğmek, itiraz ve eleştirileri terk etmek ona itaattir.
3- Allah’ın Rasûlü’ne itaat edenlere Rabbimizin müjdesi; “Hidayet ve mağfiret.”
Yüce Allah, peygamberine tabi olup onun sünnetini yaşayanlara hidâyet ve mağfiret müjdesi vermiştir. Rasûlüne tabi oluşu; Allah sevgisinin delili kılmıştır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmakta;
“Ona tabi olun ki hidayete eresiniz.” (98)
“Ona iman edenler, onu yücelterek himaye edenler, ona yardım edenler ve onun vasıtasıyla indirilen nura tâbi olanlar, işte kurtuluşa erenler bunlardır.” (98/a)
Yahudiler ve Hıristiyanlar Allah’ın oğulları (Hâşa lillahi sübhanehu) ve sevgilileri olduklarını iddia edince, yüce Allah sevgi ayetini indirdi;
“(Ey Muhammed! Onlara) De ki; ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafur’dur, Rahim’dir.
(Ve yine) de ki: “Allah’a ve Rasûle itaat edin; eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.” (99)
“Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu eden ve Allah’ı çok zikreden kimseler için, Allah’ın rasûlünde güzel bir örnek vardır.” (100)
Şüphesiz, kula yaraşan, kendisini yoktan var eden nimetler bahşeden Rabbini sevmesidir. Yüce Rabbimiz bu sevginin kabulünü yani “Muhabbetullah’ı”, peygamberine tabi olmaya ve onun sünnetini yaşamaya bağlamıştır. İşte böylece yüce Allah, peygamberine tabi olup onun sünnetini yaşayanları mağfiret ve muhabbetullah ile mükafatlandırmıştır.
Allah Rasûlü’ne tabi olmanın, onun sünnetini yaşamanın ölçüsü ise; onu adıım adım izleyerek yolunu takip ve taklitte bulunmak, siyretinde, işlerinde, muamelelerinde, halk ve hareketlerinde ona uymak, nehyettiği-yasakladığı şeylerden ve ona muhalefetten sakınmaktır. Allah Rasûlü Muhammed Mustafa (s.a.v.) kendisine tabı olmanın zaruretini şu hadis-i şerifiyle ifade buyurmuştur; “Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (101)
4- Peygamber (s.a.v.)’e kalpten bağlamak, onu gönülden sevmek ve onu herşeyden ziyade kabullenmek. Yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmakta:
“(Ey Muhammed!) De ki; “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesad gitmesinden korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız evler, eğer size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolundaki cihaddan daha sevimli geliyorsa, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah-ı fâsık kimselere hidayet etmez.” (102) Nefsin fıtrî olarak meylettiği âyet-i kerimede zikrolunan sekiz şeyden birinin Allah ve Rasûlü sevgisinin, O’nun yolunda cihad aşkının önüne çıkarılmasını, yüce Rabbimiz tehditler savuraraktan men etmiş ve “...Eğer (bu sekiz şeylerden herhangi biri) size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolundaki cihaddan daha sevimli geliyorsa, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin” buyurmuştur. Burada zikredilen ‘Allah’ın emrini bekleyiş’, Allah’ın gazabını ve cezasının gelmesini bekleyiştir. Yüce Rabbimiz bizleri bu gazaba düşmekten korusun. Enes b. Malik (r.a.)’ın rivayet ettiği hadis-i şerifte peygamber (s.a.v.) bu ayet-i kerimeyi tefsir eder mahiyette şöyle buyurmakta; “Üç şey vardır ki kimde bulunursa imanın lezzetini tadar; ‘Allah ve Rasûlü sevgisinin, bu ikisi dışında ki herşeyden daha fazla olması, kişinin sevdiğini ancak Allah için sevmesi, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi sanki ateşe atılırcasına çirkin görmesi’dir.” (Müttefekun aleyh) (103)
Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’de, Enes bin Malik (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu haber veriyor; “Sizden hiçbiriniz, beni; çocuğundan, anne-babasından ve tüm insanlardan daha fazla sevmediği müddetce iman edemez.” (104) Emir’ul-Mü’minin Ömer bin el-Hattab (r.a.) Rasûlullah (s.a.v.)’e şöyle demişti: ‘Allah’a yemin ederim ki ben, seni kendi nefsim hariç herşeyden daha çok seviyorum.’ Rasûlullah (s.a.v.)’de; ‘Hayır. Yâ Ömer! Tâ ki ben sana kendi nefsinden de daha sevgili oluncaya kadar.’ Ömer (r.a.) de; ‘Allah’a yemin ederim ki sen bana herşeyden daha sevgilisin kendi nefsimden bile.” (105)
Hadis-i şerifte vârid olmuştur ki; peygamberi seven kişinin mükafatı, ahiret yurdunda peygamber ile peygamber ile birlikte olmasıdır. Allah’ın Rasûlü (s.a.v.), kendisine kıyamet saatini soran kişiye şöyle demişti; “O gün için ne hazırladın?” O kişi de: “Allah ve Rasûlü’nün sevgisi dışında hiçbir şey.” Peygamber (s.a.v.)’de; “Sen sevdiğin ile berabersin” buyurdu. (106)
Yine Sahih-i Buhari ile Müslim’de İbn-i Mesud (r.a.)’ten rivayet olunan hadis-i şerifte Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (107) Allah ve Rasûlü’ne muhabbetin karşılığı bu müjde; ecir ve sevab olarak yeter. Evet, ne mutlu bu müjdeye nail olanlara.... Ey yüce Rabbimiz! Bizleri de nail kıl bu müjdeye, ahirette rasûlünle birlikte olmaya. (Amin). Evet, bu müjdeye nail olmak, Allah ve Rasûlü’ne sadık muhabbet ile mümkündür. Sadık muhabbet ise, Rasûlullah’a herhalükarda tabi olmayı, onun (s.a.v.) adabıyla adablanmayı, onun (s.a.v.) sünnetini her kesin rızasının önünde tutmayı, onu sevenleri sevmeyi, onu lider edinenleri lider edinmeyi, onu sevmeyenleri sevmemeyi, onu lider edinmeyenleri lider edinmemeyi ve bu kimseleri; bizlere ne kadar yakın olurlarsa olsunlar düşman kabul etmeyi gerektirir. İşte, Allah ve Rasûlü’ne duyulan gerçek sevgi ve gerektirdikleri. Evet Allah ve Rasûlü’nü seven kişi bunları hayatında uygulamaya çalışan kimsedir. Bu sayılanlara muhalefet eden ya da bir kısmını uygulayıp diğer bir kısmını uygulamayan kimsenin Allah ve Rasûlü sevgisi ya kuru bir iddiadan ibarettir ya da hayatında uyguladığı orandadır.
5- Peygamberimiz (s.a.v.)’e saygı ve ihtiramda bulunmak ve ona yardım etmek.
Yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmaktadır;
“Ey insanlar! (Muhammed’i size gönderişimiz) sizin, Allah’a ve Rasûlü’ne inanmanız, O’nun dinine yardım etmeniz ve O’nu yüceltmeniz içindir.” (108)
“Ey iman edenler! Allah’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, herşeyi hakkıyle işitendir, hakkıyla bilendir.
Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesi üzerine yükseltmeyin. Farkına varmadan amellerinizin boşa gitmemesi için, birbirinize karşı bağırarak konuştuğunuz gibi, peygambere karşı da bağırarak konuşmayın.
Allah’ın Rasûlü yanında, seslerini kısarak konuşanların kalplerini Allah takva ile denemiştir. Onlar için mağfiret ve büyük mükafat vardır.” (109)
Yüce Rabbimiz, bu âyet-i kerimelerde; bizleri, Peygamberimiz (s.a.v.)’in getirdiği hükümlere ters düşen herhangi bir görüş veya düşünce ileri sürmekten ve ona muhalefetten sakındırmıştır. Hatta, Peygamberimizin (s.a.v.), huzurunda yüksek sesle konuşmaktan dahi yüce Allah nehyetmiştir. Bunlara muhalefet edenleri ise, amellerinin boşa gitmesiyle tehdit etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmakta; “(Ey müslümanlar!) Peygamberi kendi aranızda çağırmayı, birbirinizi çağırmakla bir tutmayın.” (110) Yani, kendi aranızda birbirinizi isimlerini söyleyerek çağırdığınız gibi peygamberi de sadece ismini söyleyerek çağırmayın. Ona; ‘Ey Allah’ın nebisi veya ey Allah’ın Rasûlü’ diye seslenin. Bu şekilde davrananlar, hiç şüphesiz Allah’u Teâlâ’nın yüce mertebe ve fazilet bahşettiği kimselerdir. Çünkü Peygambere (s.a.v.) saygıyla hitab etmek, onun şânını yüceltmek, emir ve yasaklarına uymak, onun şerefli sünnetine tabi olmaktan ileri gelir.
6- Dava ve yargıda, peygamberin getirdiği hükümlere (Kur’ân ve Sünnet’e) başvurmak, neticelere rıza göstermek ve itiraz etmemek.
Yüce Allah şöyle buyurmakta; “(Ey iman edenler!) Eğer birşeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhiret gününe inandığınız takdirde, onu, Allah’a ve peygambere arz edin.” (111)
“Allah’ın emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden, yahut acı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (112) “Yoo hayır! Rabbine yemin olsun ki; onlar, aralarında çekiştikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiği hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet göstermedikce iman etmiş olamazlar.”
Peygamberimiz (s.a.v.)’in vefatı sonrası, muhakemeleşmede peygambere gidilmesinin; onun sünnetine başvurulması demek olduğu hususunda tüm İslâm alimleri ittifak etmişlerdir. Yukarıda zikredilen ayeti kerimeler, peygambere muhalefetin ve onun sünnetini değiştirmenin haram olduğuna dair en büyük delildir. Evet, yüce Rabbimiz, şirk ve sapıklık ile yeryüzünde fitne çıkaranları, emir ve yasaklarına muhalefet edenleri çok dehşetli bir azab ile cezalandıracaktır. Yasama ve yargı, İslâm’da Allah’a ve Rasûlü’ne aittir. Dolayısıyle muhakemeleşme ancak Allah ve Rasûlü’nün belirlediği kanunlar ile yapılabilir. Bunun aksi bir davranış kişiyi imandan çıkarır. (İyâzu bilallah) Evet, anlaşmazlıklar, Allah’a ve Rasûlü’ne -Kur’ân ve Sünnet’e- arz edilerek muhakeme olunacak, hüküm ve kararlara sonsuz bir teslimiyetle rıza gösterilecek, nefislerde herhangi bir hoşnutsuzluk duyulmadan itaat esas olacaktır. İman edenler için Allah’ın belirlediği hüküm budur. Örf ve adetlerle, görüş veya düşüncelerle ya da birtakım insanların heva ve heveslerinden uydurdukları beşerî kanunlarla hükmetmeye veya yargılanmayı ve muhakemeleşmeyi kabul etmeye, verilebilecek en büyük ceza ve tehdit olarak kişinin imandan çıkması (Allah korusun) yeterlidir.
YEDİNCİ ESAS: PEYGAMBER (S.A.V.) HAKKINDA İTİYATLI OLMAK VE AŞIRILIKTAN SAKINMAK
Sünnetullah gereği tüm halklar zaman zaman ifrat ve tefrite düşmüşlerdir. Ve her ümmette aşırılığa gidenler ve ihmalkar davrananlar olmuştur. Bu nedenle Allah’ın Rasûlü (s.a.v.), kendisine tabi olan İslâm ümmetini aşırılığa (guluvve) düşmekten ve yüce Allah’a ait olan isim ve sıfatları peygambere atfetmekten sakındırmıştır. Peygamberimiz (s.a.v.) bizlere, kendisi hakkında ihtiyatlı olmamızı emretmiştir. Bu emrin gerekcelerini şöylece sıralayabiliriz:
1- Allah’ın Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’in beşer oluşu. Yüce Rabbimiz bu hakikati kitabında şöyle bildirmektedir; “(Ey Muhammed!) De ki: Bende sizin gibi bir insanım. (Fakat) bana vahyolunuyor.” (114) Bu âyet-i kerimede, yüce Allah, vahyin sadece Peygamberimiz’e has olduğunu ifade etmektedir. “(Ey Muhammed!) De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben Rasûl olan bir insandan başka neyim?” (115) Bu ayet-i kerime müşriklerin Peygamberimiz (s.a.v.)’den yeri harekete geçirmesini veya gökyüzünü aşağılara düşürmesini istemeleri üzerine nazil olmuştur. Ve bu ayeti kerime tüm bunların, Allah’ın dilemesiyle olabileceğini ve herşeyin ancak O’nun mülkünde ve O’nun hükmü altında bulunduğunu tek Rabb’in O olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah, geçmiş ümmetlerin kıssalarında o ümmetlerin peygamberlerini beşer -insan- oldukları için kınadıklarını haber veriyor. Hud ve Salih peygamberlerin (aleyhim’us-selâm) kavimleri, peygamberleri hakkında şöyle demişlerdir: “... Bu da sizin gibi bir insandan başkası değil; sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor. Kendiniz gibi bir insana itaat ettiğiniz takdirde, siz, muhakkak hüsrana uğrarsınız.” (116) Allah’ın Rasûlü, Muhammed (s.a.v.)’i yalanlayan müşriklerin şöyle dediklerini haber veriyor: “Bu da ne biçim peygamber? Yemek yiyor, pazar yeryerinde yürüyor.” (117) Yani; rızkını kazanmak için uğraşıyor. Yüce Allah da, bunu söyleyen müşriklere şöyle cevab vermiştir: “Senden önce gönderdiğimiz tüm peygamberler yemek yemişler ve sokaklarda yürümüşlerdir.” (118) Ayet-i kerimede, tüm peygamberlerin beşer oldukları dolayısıyla da melek olamayacakları ifade edilmiştir. Şayet yüce Allah, Rasûl olarak melek gönderseydi, yine insan suretinde olacağı nedeniyle benzeşme olurdu. Allah’u Teâlâ bunu şu âyetiyle ifade buyurmaktadır; “Eğer peygamberi, biz bir melek yapsaydık, yine onu bir adam suretinde getirirdik ve onları, düştükleri şüpheye yine düşürürdük.” (119)
Peygamberimiz (s.a.v.) namazda yanıldığında, sahabeler namazın kısaltıldığını zannettiklerinden hatırlatmada bulunmadılar. Peygamberimiz (s.a.v.) de; “Bende sizler gibi ancak bir beşerim. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Unuttuğum zaman bana hatırlatın.” (Müttefekun aley) (120) Bu nedenle Allah’a ait olan sıfatlardan veya ancak Allah’ın güç yetirebileceği işlerden herhangi birşeyi peygambere atfetmek münasib olmaz.
2- Peygamber (s.a.v.) gaybı bilemez. Fakat yüce Allah, dilerse ona bildirir ve vahiyde bulunur.
Yüce Allah bu hakikati, Kur’ân’ında şöyle ifade etmiştir; “(Ey Muhammed! Onlara) de ki: “Size, yanımda Allah’ın hazineleri olduğunu söylemiyorum; gaybı bilmem; size bir melek olduğumu da söylemiyorum; ben, ancak bana vahyolunana tabi oluyorum.” (121)
“Yine de ki; “Ben, peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size neler yapılır bilemem.” (122)
“(Ey Muhammed!) De ki; “Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı.” (123)
Gaybı, yüce Allah’ın dışında kimse bilemez. Ancak yüce Allah, bazı kullarına, onları davalarında doğrulamak için bir mucize ve burhan olarak bildirebilir. Yüce Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmakta; “Gaybın âlimi olan Allah, gaybını dilediği peygamberden başka hiç kimseye bildirmemiştir. Rablerinin peygamberlik görevlerini tebliğ ettiklerinin bilinmesi için, her peygamberin önünden ve ardından gözcüler kor.” (124) Yüce Allah bu âyetinde, peygamberlerinden dilediğine gaybî olan veya olacak olan şeylerden bazılarını haber verdiğini bildirmiştir. Bu hükümde, “De ki; ‘Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez. Ne zaman diriltileceklerinin de farkına varmazlar.” (125)
Yüce Allah’ın, peygamberlerle kendi arasında elçi kıldığı melekler vasıtasıyla peygamberlerine bildirdiği, vahiyler veya ilhamlar olduğunu haber vermiştir. Bu nedenle peygamberlerin vasfı vahiy ve ilhamla bilgilendirilmeleridir. Sadece yüce Allah’a ait olan vasıflarla, peygamberler vasfedilemez. Herürlü kulluğa hak sahibi olan Allah’u Teâlâ’dır. Bu hak hiçbir suretle peygamberlere verilemez. Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.), Rebi binti Mes’ud (r.a.)’un yanında bulunan iki cariyenin; “aramızdaki peygamber, yarın ne olacağını bilir” diye söylemelerini reddetmiştir. (126) Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha) şöyle buyurmakta; “Kim, Muhammed (s.a.v.) yarında olanı bilir diye konuşursa, onu doğrulama” (yalanla). (127) Cibril hadisinde, Peygamberimiz, Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.) kıyamet saatinden sorulduğunda şöyle buyurmuştur; “Sorulan, sorandan daha bilgili değildir. Sana onun (kıyamet saatinin) alâmetlerinden söyliyeyim. Cariyenin efendisini doğurması, çıplak, yalın ayaklı koyun çobanlarının yüksek binalar inşa etmeleridir. Ve beş şey vardır ki bunları Allah’tan başka kimse bilemez; “Kıyametin ne zaman kopacağının ilmi, yağmurun yağması ve rahimlerde olanın bilinmesi ilmi Allah katındadır. Hiçbir nefis yarın ne kazanacağını bilemez. Ve hiç bir nefis nerede öleceğini bilemez.” (Müttefekun aleyh) Bu beş şey ile “Gaybın anahtarları O’ndadır ve onları O’ndan başkası bilmez.” âyet-i kerimesindeki ‘Gaybın anahtarları’ kastedilmiştir. Kim bu sayılanlardan birşeyi bildiğini iddia ederse veya bir beşere isnad ederse şüpesiz o yalancıdır.
3- Şüphesiz Peygamberimiz (s.a.v.), kendi nefsine dahi ne bir fayda ne de bir zarar veremez. Yüce Allah bu hakikati şöyle haber vermekte; “(Ey Muhammed) De ki; ‘Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ve ne de bir zarar vermeye sahibim.” (130) “Ve de ki; ‘Ben size ne zarar verebilirim ne de iyilik edebilirim.” (131)
Şüphesiz ki mülk yüce ve tek olan Allah’a aittir. Zarar da fayda da, fayda da, ihsan da, engel de O’nun elindedir. O mülklerin sahibi “Mâlik’ul-Mülk”dir. O’nun emrini engelleyecek, hükmünü geri çevirecek kimse yoktur. Peygamberlerde dahil tüm mahlukat mülk edinen değil, mülk olunandır. Yüce Rabbimiz şu âyet-i bu gerçeği çok iyi gözler önüne sermektedir; “Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar bir şeyi mülk edinemezler. Bunlardan hiçbir (şeye) ortaklıkları olamaz ve onlardan hiçbiri Allah’ın yardımcısı da değildir.” (132)
Şeyh’ul-İslâm İbn-i Teymiye bu âyetten sonra şunları demekte; yüce Allah, kendi dışında, müşriklerin dayandığı herşeyi nefyetmiştir (boşa çıkarmıştır). Ve yine yüce Allah, kendi dışında bir kimsenin mülk sahibi olmasının veya mülküne ortak olmasının ya da Allah’a yardımcı olmasının mümkün olamayacağını bildirmiştir. Allah’u Teâlâ, Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’e şöyle emir buyurmuştur; “(Onların) iş(ler)inden sana hiçbir şey ait değildir.” (133)
Bu âyet, Uhud’da Peygamberimiz (s.a.v.) yaralanıp, mübarek dişi kırıldığında; “Peygamberini yaralayan bir topluluk nasıl iflah olur?” diye söylediğinde nazil olmuştur. ikinci bir rivayete göre ise; Peygamberimiz (s.a.v.), Mekke’de bazı müşriklere beddua da bulununca bu ayet-i kerime nâzil olmuştur ki, yüce Allah peygamberinin bu davranışını önlemiş ve her emrin tek olan yüce Allah’ın elinde olduğunu, kendisinin (peygamberin) bu hususta herhangi bir yetkisinin bulunmadığını bildirmiştir. Sahih-i Buhari de vârid olan hadisde, Peygamberimizin (s.a.v.) aşiretini ve akrabalarını uyarıp onlara şöyle dediği rivayet olunmakta; “Kendi nefislerinizi ateşten kurtarın. Allah katında ben sizlere hiçbir fayda sağlayamam.” Bu sözü, Peygamberimiz (s.a.v.) kendi amcasına, halasına ve kızına dahi söylemiştir. Diğer bir rivayette de Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; “Kendi nefislerinizi satın.” Yâni; Allah’ın tevhidine, O’na ihlasla kulluğa kendinizi hasredin. Emrettiği şeyleri yerine getirin, yasaklarına son verin ve O’na itaat edin. Şüphesiz ateşten kurtaracak şey budur. Nesebi yakınlık veya akrabalık bağlarına güven değil. Peygamberimiz (s.a.v.)’i bu açıklamaya iten sebeb, akrabalarımdan bazılarının peygambere olan yakınlıklarına güvenmeleri ve bu yakınlıklarının kendilerini kurtaracağını zannetmeleri olmuştur. Bu zanna birçok kimse kapılmıştı. Kendilerinin, peygambere olan yakınlıkları dolayısıyla amele ihtiyaçlarının olmadığına, peygamberin sünnetine muhalefet etmelerine rağmen peygamberin şefaatiyle kurtulacaklarına inanıyor ve bu yakınlıklarından dolayı kendilerini şerefli ve yüce olarak görüyorlardı. Diğer bir sınıf daha vardı ki bunlar da, Peygamber (s.a.v.)’e itaat etmeksizin, onun sünnetine tabi olmaksızın sadece peygamberi seviyor, ona muhabbet besliyor olmakla yetiniyorlardı. Bu sevgi ve muhabbetlerinin kendilerine şefaatci olup sevginin gereği sevgiliye tabi olmaksızın, onun yoluna girmeksizin kurtulacaklarına inanıyorlardı. İşte, Peygamber (s.a.v.) kendi nefsi için dahi ne bir faydaya ne de bir zarara sahip olmadığı ifade edilmekte ve yüce Allah şöyle buyurmakta; “De ki; “Eğer ben Allah’a karşı gelirsem O’nun azâbından beni hiç kimse kurtaramaz ve ben O’ndan başka sığınacak birini de aslâ bulamam.” (137)
Evet, hüküm Peygamber (s.a.v.) için böyle olursa uzağında veya yakınında bulunan kimseler için ne olur?! Allah’ın salat ve selamı üzerine olsun. Peygamberimiz tüm yakınlarına, kendilerini Allah’ın azabından kurtaramayacağını, cennete girdiremeyeceğini ve Allah’a yaklaştıramayacağını açıklamıştır. Tüm bunları gerçekleştirecek, ateşten kurtaracak şeyin ancak salih ameller olduğunu bildirmiştir. Sahih-i Buhari’de, Peygamberimizin (s.a.v.), amcası Ebû Talib’in hidayete gelmesi için çok uğraştığı ve amcası Ebû Talib ölüm döşeğinde iken onun yanına gelerek şöyle dediği rivayet edilmekte; “Ey amcam! ‘Lâ ilâhe illallah’ de. Bu kelime ile Allah katında senin için mücadele edeyim, af dileyeyim.” Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu telkinine, Ebû Talib’in müşrik sohbet arkadaşlarının şeytanî fikir ve söylemleri engel oldu. Ve Peygamberimizin amcası hakkındaki son sözü: ‘O, Abdülmuttalib milletinin (şirk) dini üzeredir.’ oldu. Bu hadise üzerine yüce Allah; “(Ey Muhammed!) Sen, sevdiğin kimseye hidayet edemezsin; fakat Allah dilediğine hidayet eder.” (138) âyet-i kerimesini indirdi. Peygamber (s.a.v.) hakkında aşırılığa giden, ondan sıkıntıları gidertmesini, günahları affettirmesini isteyen, zor anlarda ‘Yâ Rasûlallah’ diye bağıran müşriklerin şüphesini boşa çıkaran en büyük hadise budur. Evet, Allah’ın Rasûlü Muhammed (s.a.v.), mahlukatın en faziletlisi, Allah’a en yakın, O’nun katında en büyük dereceye sahip kişi olduğu halde, amcası Ebû Talib’in hidayete gelmesini çok istemesine, bunun için çok uğraşmasına rağmen ne hayatı ne de vefatı esnasında (Peygamberin (s.a.v.) bu) isteği gerçekleşmiyordu. Zira yüce Allah, Ebû Talib hakkında şaki (cehennemlik) diye hükmetmişti. Nitekim Peygamber (s.a.v.), amcasının affedilmesi için istiğfarda bulunmaktan bile nehyolunuyor ve yüce Allah bu hükmünü Kur’ân’ında şöyle bildiriyordu: “Kendilerinin cehennem ehlinden oldukları iyice belli olduktan sonra, yakın akraba da olsalar, müşrikler için (Allah’tan) af ve mağfiret dilemek ne peygamber için, ne de mü’minler için yapılacak iş değildir.” (139)
Yapılan tüm bu izahatlar açıkca gösteriyor ki, peygamber bir başkası için ne bir yarar sağlayabilir ne de bir kimseden zararı giderebilir. Nitekim, Peygamber (s.a.v.)’in, kalpleri hidayete erdirme, sıkıntıları gidertme gibi bir gücü veya yetkisi olsaydı, Peygamberimiz (s.a.v.) kendisini, müşriklerin eziyetlerinden koruyan, sıkıntılı anlarında destek olan amcası Ebû Talib için yapardı. Eğer amcası için güç yetirememiş, onu hidayete erdirememişse bir başkasını hidayete getirmesi, onu kurtarması hiç düşünülemez.
4- Peygamberimiz (s.a.v.)’in, Allah için kulluğu -ubudiyyeti- şereftir ve fazilettir. Sahih-i Buhari ve Müslim’de Ömer bin Hattâb (r.a.)’ten rivayet edilen hadis-i şerifte, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “Hıristiyanların, Meryemoğlu İsa’yı uçurdukları (kutsadıkları) gibi sizlerde beni uçurmayın (kutsamayın). Şüpesiz ki ben, bir kulum. (Benim için) Allah’ın kulu ve rasûlü deyiniz.” (140)
Şeyh Süleyman bin Abdullah (rahimehullah), Şerh’ut-Tevhid isimli eserinin 272’nci sayfasında, bu hadisi şöyle açıklamakta; ‘Şüphesiz ki ben, bir kulum. (Benim için) Allah’ın kulu ve Rasûlü deyiniz.” Yani; Hıristiyanlar, İsa’yı övgüde aşırı giderek, İsa (a.s.) için ‘Rububiyyet’ iddiasında bulundular. Şüphesiz ben, Allah’ın kuluyum. Rabbimin beni vasıflandırdığı gibi sizlerde beni kullukla vasıflandırın. Benim için Allah’ın kulu ve rasûlü deyiniz. Fakat yatırlara kulluk edenler, bu emirden yüç çevirmişler, peygamberin yasakladığını işlemekten çekinmemişler ve bu hakikati yalanlamışlardı. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’i, ‘Allah’ın kulu ve rasûlü’ diye vasfettiklerinde anlıyorlardı; Peygamberden istek ve yardımlarda bulunamayacaklarını, peygambere adak adayamayacaklarını, hücresinin etrafını tavaf edemeyeceklerini. Evet, öğrenmiş oluyorlardı; işlerin peygamberin elinde olmadığını, Allah’ın bildirdiğinin dışında gaybı bilmediğini. Evet, peygamberin şânına yaraşan, vasıf, işte bu vasıftı. Ancak onlar bu vasıfla peygamberi vasfetmemiş, onun mertebesini yüceltmek adına sapıtmışlar ve Hıristiyanlar’ın İsa (a.s.) için iddia ettikleri şeyleri veya benzerlerini iddia eder olmuşlardır. Peygamberden (s.a.v.) günahların affedilmesini, sıkıntıların giderilmesini istemişlerdir.
Şeyhu’l-İslâm İbn-i Teymiye, kendi zamanındaki bazı kimselerin; “Allah’tan istenebilecek, her türlü yardım ve dileklerin Peygamber (s.a.v.)’den de istenebileceğini caiz gördüklerini ve Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği ‘Mefatihu’l-Gayb’ı ‘Gaybın anahtarları’ (sırları)nı, peygamberin de bildiğine inandıklarını nakletmektedir.” Yine kendi zamanında başka bir fırkanın da; “Allah’ın bildiği herşeyi peygamber de bilir, Allah’ın güç yetirdiği herşeye peygamber de güç yetirir ve bu ilahi sır; Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra Hasan’ın zürriyetine geçmiştir. Daha sonra da Ebu’l-Hasan eş-Şâzili’ye intikal etmiştir. İşte bu makam da; ‘Kutbu’l-Gavs’ makamıdır. Bunları iddia edenler, yüce Allah’ın; “O’nu yüceltiniz ve sabah akşam O’nu tesbih ediniz.” (141) âyet-i kerimesini; yüceltilecek ve sabah akşam zikredilecek olan ‘Peygamber’dir, demişlerdir. Bazıları da; ‘Biz Allah’a kulluk ettiğimiz gibi Allah’ın Rasûlü’ne de kulluk ederiz” diyerek, peygamberi ‘Ma’bud-İlah’ kılmışlardır. Bu kimselerin sapıklıklarının derecesini daha iyi gözler önüne serme açısından, o zamanın şairlerinden ‘Busayri’nin şu şiiri dikkat çekicidir;
“Dünya ve ahiret senin keremindendir.
Kalem ve levh ilmi senin ilimlerindendir.”
Şair, dünya ve âhiretin peygamberin kereminden olduğunu ve peygamberin Levh-i Mahfuz’daki şeyleri bildiğini ifade etti. Şüphesiz bu ifadeler apaçık küfürdür. Bu kimseleri şeytan, peygamber sevgisi, ona tabi (!) olma aşkı ve peygamberin şânını yüceltme adı altında aldatmış ve saptırmıştır. Hakkı batıla bulayarak, ilmin nuruyla aydınlanmamış her çığırtkana tabi olan kimseleri aldatma ve saptırmada mel’un şeytanın tuzağı budur. Çünkü, Peygamber (s.a.v.)’e söylenen bu ifadeler, peygamber için tazim ve şânını yüceltme değildir. Evet, tazimde bulunmak, kalbledir, lisanladır ve azalar iledir. Fakat bu kimselerin iddia ettikleri sapıklıklarla değil. Çünkü, kalble tazim; peygamberin, Allah’ın kulu ve rasûlü olduğuna imanla, peygamberi kendi canından, çocuğundan ana-babasından ve tüm insanlardan daha fazla sevmeyledir. Bu sevgide olma iki şartladır;
Birincisi: Herşeyde ‘tevhid’i esas edinmek. Peygamberimiz (s.a.v.) tevhid esasına bağlılıkta insanların en hırslı olanıydı. İşte böylece şirkin temeli kökünden sarsılmış ve her yönden dayanakları kesilmişti. Hatta birisi, Peygamberimiz (s.a.v.)’e; ‘Allah ve sen ne güzel dilediniz.’ dediğinde, Peygamberimiz (s.a.v.): ‘Beni, Allah’a ortak mı kıldın?! Hayır. Tek olan yüce Allah ne güzel dilemiştir” buyurdu.” (142) Peygamberimiz (s.a.v.), Allah’ın dışındakine yemin edilmesini yasaklamış ve bunun şirk olduğunu haber vermiştir. Mezara karşı namaz kılmaktan, mezarlığı mescid ve bayram yeri edinmekten ve mezarlara mum yakmaktan müslümanları nehyetmiştir. Kurtuluşun sırrı olan bu asıl dinin temelidir. Evet Peygamber (s.a.v.)’in, tâzimi onun tüm emir ve yasaklarına itaat etmektedir.
İkincisi: Hayatın her safhasında, dinin aslî ve fer’î tüm hükümlerinde peygambere tabi olmaktır. Hakem olarak, hüküm ve kanun koyucu olarak. Peygamberi kabullenmektir. Vereceği hüküm ve kanunlara rıza göstermek, boyun bükmek ve teslim olmaktır. Peygambere muhalefetten ve muhalefet edenlerden yüz çevirmektir. Ta ki, emri kabullenilen, tabi olunan tek hakim, tek lider, tek yönetici yalnızca Peygamber (s.a.v.) olacaktır. Peygamber (s.a.v.)’e, muhalefet eden hakimler, liderler, yöneticiler reddedilecektir. Tek ma’bud, tek yardım dilenilen, tek sığınılıp dayanılan, kendisine ümit ve korku ile bağlanılan, zorlukları kaldırıp günahları bağışlayan, dünya, âhiret ve tüm mahlukatı kerimiyle yoktan var edip rızıklandıran, dilediğini bağışlayan, merhamet edip doğruluğa ulaştıran ve dilediğini de saptıran, cennetlik ve cehennemlikleri tespit edip ayıran, peygamberin yüce Rabbi, ‘ALLAH’ olduğu inancının yerleşmesiyledir. Tüm bunları ne peygamber, ne cibril ne de bir başkası gerçekleştiremez. Çünkü emir ve işlerin her türlüsü yüce Allah’ın güç ve kudretiyle tahakkuk eder. İşte bu yüce mertebeye uygun tazim ancak bu inanç ve amelle gerçekleşir. Zira imanın gerektirdiği netice budur. Evet, peygambere tazimde bulunmak, ‘kalbledir, lisanladır, azalarladır’ demiştik. Lisan ile Peygamber (s.a.v.)’in tazimi ise; kusur etmeksizin, aşırılığa kaçmaksızın, yüce Rabbimizin kendi peygamberine yaptığı övgüler ile Peygamberimiz (s.a.v.)’in kendi nefsi için söylemiş olduğu söz ve özellikler ile sena ve övgülerde bulunmaktır. Azalar ile peygamberin tazimi ise; Peygamber (s.a.v.)’e itaat ile yapılan salih amellerle, onun dininin yücelmesi ve getirdiği hükümlerin icra olunması için yapılan mücadele ve uğraşılarla, Allah yolunda, İslâm’ın muhaliflerine karşı verilen cihadladır.
Genel olarak Peygamber (s.a.v.)’in tazimi hususunda şunları özelyebelirizi;
Peygamber (s.a.v.)’in tazimi; haber verdiği şeyleri doğrulamak ve tastik etmektir. Emirlerine itaat etmek, yasaklarına son vermektir. Dostluğu da, düşmanlığı da, sevgiyi de kin ve nefreti de sadece Allah için yapmaktır. Kanun koyucu ve yönetici olarak sadece Allah ve Rasûlü’nü kabullenmektir. Hükümlerine razı olmaktır. Allah ve Rasûlü’nün dışında tağutları kanun koyucu ve yönetici olarak kabullenmemektir. Onların hevalarında uydurdukları sözler ile muhakeme edilmeyi reddetmektir. Şüphesiz Allah, herşeye şahittir. Şüphesiz, Allah’ın, meleklerin, peygamberlerin ve Allah dostlarının şahitliği iman edenler için yeterlidir.
Kabirlere, putcu zihniyetlere ve çağdaş (!) düzenlere kul olanlar bu hakikati göremez, bu şahidliğe eremezler.
Şeyhu’l-İslâm İbn-i Teymiye kendi zamanındaki tevhid inancını kavrayamayan bazı cahillerin hallerini ve peygambere muhabbet için düştükleri sapıklıkları şöyle nakletmekte; ‘Bu kimseler, peygambere muhabbetleri iddia ederek, Peygamber (s.a.v.)’i övgüde o kadar mübalağa etmişlerdir ki, yüce Allah’ın sıfatlarıyla, peygamberi sıfatlandırır olmuşlardır. Allah’a dayanıp güvenmek yerine, peygambere dayanıp güvenir olmuşlardır. İsteklerini Allah’tan dilemek, yardımı Allah’tan beklemek yerine peygamberden bekler olmuşlardır. Şeyhu’l-İslâm bunları zikrettikten sonra onların içerisine düştükleri hallerin daha iyi anlaşılması açısından Busayri’nin şu beyitlerini sıralamakta;
“Eymahlukatın en şereflisi,
Zorluk anının en sığınağı,
Sığınak değildir bana, senden başkası.”
Şeyhu’l-İslâm bu mısralarda geçen şirk lafızları belirttikten sonra yine o zamanın aşırılarından ‘Ber’i’nin şiirlerinden örnek veriyor. Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’e nasıl tapındıklarının, alemlerin Rabbi olan yüce Allah’a kulluğu nasıl terkettiklerinin, kurtuluş ve şefaati ölülerden nasıl beklediklerinin anlaşılması için açık şirk lafızları içeren şu beyitleri naklediyor;
Ey efendim!
Ey dinimin özü!
Ey dayanağım!
Ey güvencem!
Sensin sığınağım. Neden korkayım zorluklardan?
Ey övünç kaynağım!
Ey ihtiyaçlarımın karşılayıcısı!
Koruyucum sensin benim, zamanın şerrinden.
Daha uzayıp gitmekte şirk sözler ifade eden bu beyitler. Şeyhu’l-İslâm -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu beyitlerden sonra şu yorumu yapmakta; “Bilmiyoruz, bu konumdan sonra yaratıcıya özgün ne kalmıştır? Ve bu müşrik, Allah’ın yetkisinde olan emirlerden ne bırakmıştır? Bu ifadeler, putperest müşriklerin Allah’tan başka tapındıkları şeyleri kutsallaştırmalarından daha az değildir.
Peygamberimiz (s.a.v.), ümmetinin aşırılığa düşmesinden korkuyor ve ümmetini bu aşırılığa karşı uyarıyordu. Ceyyid bir derece ile, Ebû Dâvud’un, Abdullah bin Şuheyr’den rivayet ettiği hadisde; Abdullah bin Şuheyr şöyle diyor; ‘Beni Âmir heyetiyle birlikte, Allah Rasûlü’ne (s.a.v.) geldik ve dedik ki; ‘Sen bizim efendimizsin.” Allah Rasûlü de; ‘Efendi, şânı yüce olan ‘Allah’tır’ buyurdu. Biz de; ‘Sen bizim şeref olarak en faziletlimiz, üstünlükte ise en büyüğümüzsün’ dedik. Allah Rasûlü de; ‘Kendi sözünüzü veya bazı sözünüzü söyleyin’ buyurdu.” (143) Enes bin Mâlik’in rivayet ettiği hadiste bazı kimseler şöyle diyor; “Ey Allah’ın Rasûlü! Ey hayırlımız! Ey hayırlımızın oğlu! Ey efendimiz! Ey efendimizin oğlu!” Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor; “Ey insanlar! Kendi sözünüzü söyleyin. Şeytan sizleri aldatmasın. Ben Muhammedim, Allah’ın kulu ve Rasûlü’yüm. Aziz ve Celil olan Allah’ın benim için kılmış olduğu konumumun üzerine çıkarmanızı sevmiyorum.” (Nesai ceyyid bir derece ile rivayet etmiştir.) (144) Bu tür ifadeler, hadislerde çoktur. Peygamberimiz (s.a.v.)’in şu buyruğu gibi: “Şüphesiz ki, yardım benden istenmez, imdat diye ben çağrılmam. Yardım ancak Allah’tan istenilir. İmdat diye ancak Allah’a seslenilir.” (145) Hatırlanacağı üzere yukarıda zikri geçen hadisde, adamın birisi, Peygamberimiz (s.a.v.)’e ‘Allah ve sen ne güzel dilediniz’ dediğinde, Peygamberimiz (s.a.v.); ‘Beni, Allah’a ortak mı kıldın?!’ diye buyurmuştu. (146) Evet, Peygamberimiz (s.a.v.) mahlukatın efendisi, en faziletlisi ve en hayırlısıdır. Ancak, her türlü övgüye layık ‘el-Memdûh’ olan yüce Allah’ın karşısında kendisinin övülmesini çirkin görüyordu. Nitekim, insanları yüzlerine karşı övenler hakkında şöyle buyuruyordu Peygamber (s.a.v.); “Övücülerle (insanları yüzlerine karşı övenlerle) karşılaştığınız zaman yüzlerine toprak serpiniz.” (147) Peygamberimiz (s.a.v.)’in, bu derece ağır bir ifade kullanmasının nedeni, övülen kişinin şahsında hoşnutluk uyandırıp, amelleri yok eder, tevhid inancına ters düşen kibirlenmeye sebeb olmasıdır. Peygamberimiz (s.a.v.), Rabbine, kul olmasıyla iftihâr ediyordu. Şüphesiz alemlerin Rabbi olan Allah için, zelil ve tevazu üzre olmak büyük bir şeref ve fazilettir. Bu nedenle, yüce Allah kitabında peygamberinin ismini ‘kul’ diye zikretmiştir; “Eğer kulumuz (Muhammed)’a indirdiğimiz (Kur’ân)’den şüphe içindeyseniz...,” (148) “Kulu Muhammed’i, geceleyin, Mescid-i Haram’dan, kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtirler.” (149) “Hamd, kulu Muhammed’e kitabı indiren Allah’a mahsustur.” (150) “Allah’ın kulu (Muhammed), O’na ibadet için kalkınca...” (151)
Allah için ‘kulluk -ubudiyyet-’; son derece boyun bükme ve itaati, tezellülü ve muhabbeti içerir. Allah için boyun bükmek; Allah’ın emirlerine itaati, O’na huşuyu ve Allah’a kayıtsız-şartsız bağlılığı gerektirir. Evet, Allah için tezellül; kişinin, kendi nefsini, yüce Allah’ın karşısında hakir ve kınanmış görmesi, görev ve sorumluluklarında kusurlu bulmasıdır. Bu nedenle kendi nefsini ayıplamalı, Rabbinin fazlını ve nimetlerini itiraf etmelidir. Aynı şekilde Allah’a muhabbet, Allah’ın sevdiği şeyleri sevmeyi, çirkin gördüğü şeyleri de çirkin görmeyi gerektirir. İşte böylelikle, kâmil bir ‘ubudiyyet-kulluk’ sıfatı, alemlerin Rabbi olan Allah için gerçekleşmiş olur.
5- Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’in, diğer peygamber ve rasuller gibi öleceğinin hak olduğuna inanmak.
Yüce Allah, bu hakikati kitabında, bizlere şöyle haber vermekte; “(Ey Muhammed!) Elbet sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (152) “Senden önce hiçbir insanı ölümsüz kılmadık. Sen ölüp de onlar ebedi mi kalacaklar? Her nefis ölümü tadacaktır.” (153)
Tüm müslümanlar, önceki tüm peygamberlerin öldüğüne(154) ve dünyadaki Allah’ın taktir buyurmuş olduğu ömürlerini tamamladıklarına ve şu anda âlem-i berzahta(*) olduklarına iman etmektedirler. Şehidlerin diri olduklarını ifade eden nasslar bu hakikati daha iyi açıklamaktadır; “Allah yolunda öldürülenleri ölüler zannetme. Bilakis onlar diridirler. Allah’ın katında rızıklandırılırlar.” (155) Şüphesiz peygamberler bu hayata en layık olanlardır. Malumdur ki, şehidler bu dünyadan ayrılmışlardır. Malları, mirascılar arasında pay edilmiştir. Kadınları, başkalarına helal olmuştur. Bu ise onların öldüklerine dair en büyük delildir. Fakat, yüce Allah onlara ölü demekten bizleri nehyetmiştir. Aziz ve Celil olan Allah şöyle emretmekte; “Allah yolunda öldürülen kimseler hakkında ölüler demeyiniz, aksine onlar diridirler. Fakat siz anlamazsınız.”(156) Bizler, bu hayatın keyfiyetini bilemeyiz. Ancak, ruhlarının bedenlerinden ayrıldığını, ömürlerinin tükendiğini, amellerinin son bulduğunu biliriz. Sahih bir hadiste şehidlerin hayatları izah edilmiştir; şehidlerin ruhları, cennetin ağaç(lar)ında asılı yeşil kuşların karınlarındadır.(157) Hadiste getirilen bu izâh, şehidlerin ruhlarının bedenlerinden ayrıldığını ve tamamen dünyadakinden farklı, özgün bir hayata başladıklarını bildirmekte. Şüphesiz, peygamber ve rasuller bu hayata en evlâ olanlardır.
Her halukarda, peygamberler ve şehidler dua ve isteklere icabet edemezler. Kendilerinden dilenen istekleri yerine getiremezler. Bizler, Allah’ın peygamberlerinin berzah aleminde hayatta olduklarına ve bu hayatın şehidlerin hayatlarından daha mükemmel olduğuna inanırız. Peygamberleri şehidlerden ayıran en belirgin husus peygamberlerin cesetlerinin korunması -toprak olmaması-dır. Sünen-i Ebî Dâvud’da, Evs bin Evs’ten rivayet olunan hadiste, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Sizin en hayırlı gününüz, cuma günüdür. ‘O günde (cuma gününde) bana selat ve selam getirmeyi çoğaltınız. Şüphesiz sizin selat (ve selam)ınız bana arz olunmaktadır.’ Sahabiler; ‘Ey Allah’ın Rasûlü, sen toprak olduğun halde nasıl sana arz olunur?’ Peygamberimiz (s.a.v.) de: ‘Muhakkak ki Allah, peygamberlerin cisimlerini yemeyi toprağa haram kılmıştır” buyurdu. Bu hadis-i şerif, Peygamberimiz (s.a.v.)’in ruhunun cesedinden çıktığının, ‘er-Refik’ul-A’la’ya -en yüce dosta- kavuştuğuna en büyük delildir.
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edilen hadiste, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “Hangi müslüman bana selat ve selam getirirse, Allah bana ruhumu iade eder ve ben de o kimseye selam ederim.” (159) Ruhun iadesinin nasıl olacağı konusunda ise alimler ihtilaf etmişlerdir. Şüphesiz Allah en iyi bilendir. Hasen bir isnad ile Ebu Dâvud’un Ebû Hureyre (r.a.)’ten rivayet ettiği hadis-i şerifte Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “Evlerinizi mezarlığa çevirmeyiniz. Mezarımı bayram yeri edinmeyiniz. Bana selavat getiriniz. Şüphesiz ki siz nerede olursanız olun selavatınız bana ulaşır.” (160) Ali bin Hüseyn bin Ali (r.a.)’den yapılan rivayette, Ali bin Huseyn bin Ali (r.a.); Peygamberimiz (s.a.v.)’in kabri yanında bulunan bir yarığa girerek, dua eden bir adam görür ve ona der ki; ben sana babamdan, babamın da dedemden, dedemin de Rasûlullah’tan işittiği bir hadisi nakledeyim mi? Allah’ın Rasûlü (s.a.v.); “Kabrimi bayram yeri edinmeyin. Evlerinizi mezarlığa çevirmeyin. Şüphesiz sizin (selat-ü) selâmınız siz nerede olursanız olun bana ulaşır.” (161)
Said bin Mansûr şöyle demekte; Abdülaziz bin Muhammed, bize Suheyl bin Ebi Suheyl’in şöyle dediğini haber verdi; ‘Beni bir kabrin yanındayken Hasen bin Hasen bin Ali (Radiyallahu anhüm) gördü ve bana seslenerek dedi ki; ‘Noluyor bana, seni bir kabrin yanında görüyorum?!’ Dedim ki; ‘Peygamber (s.a.v.)’e selâm verdim.’ dedi ki; “Mescide girdiğin zaman selam ver. Şüphesiz Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu; “Kabrimi bayram yeri edinmeyin. Evlerinizi mezarlık edinmeyin. Bana selavat getiriniz. Muhakkak ki selavatlarınız, sizler nerede olursanız olun bana ulaşır. Allah Yahudiler’e lanet etsin, peygamberlerinin mezarlarını mescidler edindiler.” Bu eser gösteriyor ki; Selef-i Salih bu konularda hassas idiler. Bu sünneti muhafaza da ve tebliğinde hırslı idiler. Hadiste geçen “Evlerinizi mezarlık edinmeyin” ifadesi, ‘Evlerinizde namaz, dua ve Kur’ân okumayı terk etmek suretiyle mezarlıklar gibi ölü bir hale getirmeyiniz’ manasınadır. Burada bahsedilen namazldan kasıt ise nafile namazdır. Yine hadiste zikri geçen “Kabrimi bayram yeri edinmeyiniz” ifadesi ile Peygamberimizin (s.a.v.) kabrini ziyaret için belirli birgün tahsis edilmesi, tören düzenlenmesi, topluca ziyaret olunması ve her yıl bayram günü gibi yıl dönümü gibi tekrarlanması nehyedilmiş (yasaklanmış)’tır. Daha sonra Peygamberimiz (s.a.v.) için getirdiğimiz selavatların bizler nerede olursak olalım kendisine ulaşacağını haber vermiştir. Yani ister yakında olalım, isterse uzakta getirdiğimiz selavatlar kendisine ulaşacak. Öyleyse kabrinin yanında getirmenin herhangi bir meziyeti yoktur.
Hasen bin Hasen (r.a.)’in de “Sizler de, Endülüs’te olanlar da eşitsiniz” sözünde, kastedilen mana budur. Yâni peygambere uzakta veya yakında bulunmuşsunuz fark etmez. Kim selamda mescidi kasdetmeyip sadece kabri kasdederse, kabri bayram yeri edinmiş olur. Hasen bin Hasen (r.a.)’ında anladığı bu idi. İmam Mâlik, Medine halkı için, mescide giren her insanın Peygamber (s.a.v.)’in kabrine gelmesini mekruh görmüştür. Çünkü Selef-i Salih bunu yapmıyorlardı. İmam Mâlik; “Bu ümmetin sonunda gelenlerde ancak ilkinde olanların kurtuluşa erdikleri, (salah buldukları) şey ile kurtulabilirler” (163) demiştir.
Sahabiler (radiyallahu anhum) ve tabiinlerin ileri gelenleri, Raşid halifelerin arkasında Mescid-i Nebevi’de çoğu vakitler namazlarını kılıyor, selamdan sonra ise ya dağılıyorlar ya da Kur’ân ile veya ibadet ile meşgul oluyorlardı. Teşehhüdde ki, Rasûlullah’a selat ve selam ile yetiniyorlardı. Bu kabirin önünde durmaktan daha faziletlidir. Aişe (radiyallahu anhe)’nin hayatı süresinde iken de daha sonra da peygamberin kabrine ulaşmaları mümkün olduğu halde bunu yapmıyorlardı. Yani her halukarda sahabiler Peygambere (s.a.v.), kabrinin yanında selat ve selam getirmeyi adet haline getirmemişlerdi. Ancak, bazıları dışarı memleketlerden (seferden) geldikleri zaman kabrinin yanına gelip selam verip gidiyorlardı. İbn-i Ömer (r.a.)ten naklolunduğu gibi, sahabiler bu hareketi devamlı yapmıyorlardı. Bu hareketi her vakit tekrarlamak bid’attir ve Allah ile birlikte tazimde veya duada bulunmadır. Tüm imamlar, peygambere duada veya selatu selâmda bulunacak kişinin kıbleye dönerek yapması, kabre yönelmemesi hususunda ittifak etmişlerdir. Zira kıble, yönlerin en faziletlisi, dua kabulünde en bereketli yöndür. İmam Mâlik’in, Mansur’a, ‘Neden yüzünü ona (peygamberin kabrine) çevirmedin? Hayır, yüzünü ona çevir ve ondan kurtuluş dile.’ diye söylediği gerçek değildir. İmam Mâlik adına uydurulmuş ve ona iftiradır. (164)
6- Peygamber (s.a.v.)’in kabrini ziyaret için sefere çıkmak yasaklanmıştır.
Sahih-i Buhari’de rivayet olunan hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; “Yükler (yolculuğa çıkma hazırlığı) ancak üç mescid için olur, Mescid-i Haram, bu mescidim (Mescid-i Nebevî) ve Mescid-i Aksâ’dır.” İbadet kasdıyla herhangi bir yere (bu üç yerin dışında) sefere (yolculuğa) çıkmak ve o yerde yapılan ibadet daha hayırlıdır veya o yerin ayrı bir özelliği ve meziyeti vardır inancıyla hareket etmek, bu hadis-i şerif ile nehyolunmuştur. Kabirleri ziyaret için -peygamberlerin kabri dahi olsa- yolculuğa -sefere- çıkmak da bu nehyin içerisindedir. Çünkü bu hareket, oraları bayram yeri edinmek ve kabirdekilerin, Allah’a ibadette vesile olduklarına inanmaktır. Geçmişteki ve günümüzdeki şirk ehlinin halleri; evliyaların kabirlerine uzun süreli yolculuklar düzenlemek, bu uğurda şiddetli meşakkatlere katlanmak, nihayet o yerlere ulaştıklarında yüklerini indirir indirmez, orada bulunan ölülere yalvarma ve yakarışlara başlamak ve ancak Allah için yapılabilen ibadetleri oradaki ölüler için yapmak olmuştur. O mezarları tavaf etmek, topraklarını el-yüz sürerek mesh etmek oradakilere, dularda, isteklerde ve adaklarda bulunmak, kurban boğazlamak v.b. gibi birçok şirke düşüren hal ve hareketler. İşte Peygamberimiz (s.a.v.)’in korktuğu ve ‘üç mescidin dışında yükler bağlanmaz (yani ziyaret ve ibadet amacıyla yolculuğa çıkılmaz)’ buyuruğunun sırrı bu idi. Şeyhu’l-İslâm İbni Teymiye, ‘Enbiya ve salihlerin kabirlerini ziyaret amacıyla yolculuk yapmanı hükmü hususunda’, âlimlerin ihtilaflarını zikreden bir risale yazmış ve men edilmesi -yasaklanmış olduğu- görüşünü tercih etmiştir. Ve bu görüşü tercih edenlerin; İbni Batta, Ebu’l-Vefa, İbni Ukayl, el-Cüveyni, Kadı İyâz, İmam Mâlik, İmam Şafi, İmam Ahmed ve İmam Ebû Hanife olduğunu söylemiştir. Fakat, buradaki kabir ziyaretinin yasaklanmış olduğundan kasıt, şehir mezarlıklarının ziyareti değildir. Çünkü -yolculuğa çıkılmaksızın yapılan-, şehir, köy ve kasaba umumi mezarlıklarının ziyaret edilmesi, ahireti ve ölümü hatırlatması açısından yasaklanmamış aksine teşvik edilmiştir. Zira, buraları ziyaret, orada bulunan ölüler için Allah’tan rahmet dilemesine ve dua etmesine sebeb olur. Fakat, sırf bu mezarları ziyaret için uzun seferlere çıkmak, hazırlıklar yapmak, oraları kutsallaştırmak demek olacağından nehyolunmuştur. Nitekim, üç mescidin dışında yük hazırlığı yapmak, sefere çıkmak yasaklanmıştır. İmam Ahmed ve diğer imamların, İbni Ömer ve Ebi Said el-Hudri’den yaptıkları rivayette, İbni Ömer ve Ebi Said el-Hudri, Turi Sinâ’ya, orada namaz kılmak kasdıyla sefere çıkmayı men etmişlerdir. Buna ‘(Yolculuğa çıkma hazırlığı) yükler ancak üç mescidin ziyareti için bağlanır’ hadisini delil göstermişlerdir. Yüce Allah’ın ‘mukaddes vadi’ diye isimlendirdiği, kulu Musa (a.s.) ile konuştuğu bereketli bölge olarak bilinen yer olmasına rağmen sırf namaz ve duada bulunma amacıyla ziyaretine izin verilmemiştir. Mescid-i Nebevi için Medine’ye yolculuğa çıkmak, orada namaza niyet etmek, orada kılınan bir rekat namazın bin rekat namaza denk olması açısından, Allah’a yakınlaşma ve O’na itaatte bulunmadır. Bu niyetle Mescid-i Nebevi’ye gelen kişinin namazdan sonra Peygamber (s.a.v.)’in kabri şerifine gelip ona, sahabelere ve şehidlere selam vermesi, onlar için Allah’a dua etmesi müstehabdır. Ancak, kim sırf kabir için yolculuğa çıkarsa bu kabir kimin kabri olursa olsun, İster Peygamberimiz (s.a.v.)’in, ister sahabe ve şehidlerin kabri olsun caiz değildir, bid’attir. Çünkü bu davranışla, Peygamberimiz (s.a.v.)’in ‘Kabrimi bayram yeri edinmeyiniz. Bana selavat getiriniz. Selavatlarınız, sizler nerede olursanız olun bana ulaşır.” hadisine muhalefet etmiş olur. Peygamberimiz (s.a.v.)’in, kabri şerifini ziyaret etmenin fazileti ifade eden hadislerin, zayıf veya mevzu (uyduruk) olduğu hususunda, muhaddisler görüş bildirmişlerdir.
Bu konuda, bu kadarla yetinelim. Başarıya ulaştıran Allah’tır.
BEŞİNCİ BAHİS
‘KELİME-İ ŞEHADETİN ŞARTLARI’
Alimler, ihlas kelimesi -Kelime-i Şehadet- için, yedi şart zikretmişlerdir. Bu yedi şart, şu mısralarda dile getirilmiştir:
“ihlastır, ilim ve yakîn ile,
Muhabbettir, doğrulama ve sıdk ile,
Kabullenmedir, boyun bükme ve rıza ile.”
Burada zikrolunan yedi şart, Kur’ân ve Sünnet’in genel ifadelerinden çıkarılmıştır. Bazı alimler bu yedi şarta bir sekizinciyi ekleyerek şöyle nazmetmişlerdir:
“Yedinci şartın sekizincisinde,
[Söylendi tevhidin temeli;]
‘REDDETMEKTİR’ [Bilinsin]
İlahlaştırılan sahte ilahları,
[Tağutlaşan âdi müstekbirleri].
Bu son şart, Peygamberimiz (s.a.v.)’in; “Kim Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet eder, Allah’ın dışında itaat edilen, kulluk yapılan, tapınılan şeyleri reddederse, malı ve kanı haram olur, (malı ve canı korunur). (167) hadisinden çıkarılan hükümdür. Kitabu’t-Tevhîd isimli eserde, bu hadis-i şerif zikrolunduktan sonra; “Bu nass ‘Lâ ilâhe illallah’ın manasını beyan eden en büyük delillerdendir.’ Çünkü bu hadis mal ve can güvenliği için, sadece kelime-i şehadet’in telaffuz edilmesinin, manası bilinerek söylense dahi yeterli olamayacağını bildirmiştir. Hatta kelime-i şehadetin ikrarı ve hiçbir şeriki olmayan, tek yüce Allah’a kullukta ve yakarışta bulunuyor olması dahi yeterli olamamıştır. Buna Allah’ın dışında kulluk yapılan tağutları ve küfrü reddediyor olması şartı getirilmiştir. Ancak bu suretteki iman ve getirilen şehadetin malı ve canı koruma altına alacağı beyan edilmiştir. Eğer, bu hususların herhangi birinde tereddüte veya şüpheye kapılırsa, onun şehadeti kabul edilmez, malı ve canı koruma altına alınmaz” denilmektedir.
“Allah’ın dışında, ilahlaştırılan sahte ilahları reddetme” şartının manası; Allah’ın dışında, emir ve yasaklar koyan, kendisine itaat edilmesini isteyen her kişi, kurum ve otorite ile bunlara itaat edip tabii olarak, kendini ‘emir kulu’ diye isimlendiren her kimsenin batıl üzere olduğuna inanmaktır. Allah’ın hakkı olan şeylerden herhangi bir şeyi Allah’tan başkasına ait kılanların delalet ehlinden ve müşriklerden olacağını bilmektir. Yüce Allah’ın dışında, kulluk edilen, tapınılan kabirler, kubbeler, Allah’ın kanunlarıyla hükmetmeyen meclis ve sistemler ile daha birçok bid’atler müşriklerin cehaletinden ve hurafelerinden türemiştir. Kim bunları doğrularsa veya doğru olabilecekleri hususunda tereddüte kapılırsa ya da batıl oldukları hususunda şüphelenirse, o kimse ‘Muvahhid’lerden (Allah’ın bir olduğuna iman edenlerden) olamaz. Bu kimse Allah’tan başkasına kulluk etmese ve ‘Lâ ilahe illallah’ dese dahi hüküm değişmez. Tüm bu açıklamalardan sonra, İslâm davetcisi, imamlarımızın kitablarında zikrolunan bu hükümlerin daha iyi anlaşılması açısından bu yedi şartın delillerini zikredelim;
BİRİNCİ ŞART: ‘İLİM’
Delili; yüce Rabbimiz buyuruyor ki;
“Bil ki; Allah’tan başka ilah yoktur.” (168)
Sahih-i Müslim’de, Osman (r.a.)’den rivayet edilen hadis-i şerifte, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor; “Kim, ‘Lâ ilâhe illallah’ı” bilerek ölürse, cennete girer.” (169) Hadis-i şerifte geçen ‘bilerek’ şartı, kelime-i şehadetin delalet ettiği mana ve zorunlu kıldığı ameller hususunda ‘hakiki ilmi’ ifade eder. İlmin karşıtı cehalettir. İslâm ümmetinden şirke düşen kimselerde, kelime-i şehadetin manasına muhalif hal ve hareketlere sebeb olan şey cehalettir. ‘İlah’ kelimesinin ne manaya geldiğini bilmemektir. Kelime-i şehadetteki, nefiy (red)) ve isbatın (kabulün) ne olduğunu anlamamaktır. İşte bu husus; Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan; “İlahları tek bir ilah mı yaptı?” (171) “Yürüyün ilahlarınıza, bağlılıkta direnin” (172) diyen müşriklerin üzerinde ısrar ettikleri husustur.
İKİNCİ ŞART: ‘YAKÎN’
Yakîn, zıddı; şüphe, duraksama, zan ve tereddüttür. Yakînin manası ise; kelime-i şehadet getiren kimsenin söylediği şehadetin doğruluğuna ve sıhhatine tam olarak kalben inanmasıdır. İlahlığın sadece Allah’ın hakkı ve Muhammed (s.a.v.)’in O’nun kulu ve rasûlü olduğunu bilmektir. Allah’ın dışında ilahlık veya Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)’den sonra peygamberlik iddia edenlerin batıl olduklarına ve sapıttıklarına inanmaktır.
Bu şartın delili; Sahih-i Müslim’de, Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edilen hadis-i şerifte, Peygamberimiz (s.a.v.) kelime-i şehadet hususunda şöyle buyurmuştur; “Kelime-i şehadette şüpheye kapılmaksızın Allah’ın huzuruna çıkan kimse cennete girer.” (172)
Yine, Sahih-i Müslim’de, Ebû Hureyre (r.a.)’ten rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “Bu duvarın arkasında karşılaştığın kalbiyle yakinen iman ederek, Allah’tan başka ilah olmadığına’ şehadet eden her kimseye cenneti müjdele.” (173) Yüce Allah, “Asıl mü’minler, Allah’a ve Rasûlü’ne inanıp hiç şüphe etmeyenlerdir.” (174) buyurarak mü’minleri medhetmiş, ‘Kalbleri şüpheye düşmüştür. Ve onlar şüpheleri içerisinde bocalayıp dururlar.” (173) diye buyurarak da münafıkları zemmetmiş (kınamış)tır.
İbni Mes’ud (r.a.)’ın şöyle dediği rivayet olunmuştur; “Sabır imanın yarısıdır. Yakîn ise imanın tamamıdır.” (176) Şüphesiz, kelime-i şehadete yakinen iman eden kişinin azaları onu âlemlerin Rabbi olan yüce Allah’a ibadete ve O’nun Rasûlü’ne itaata zorlar.
ÜÇÜNCÜ ŞART: ‘KABUL’
Reddin karşıtı kabul. Bazı kimseler vardır ki, kelime-i şehadete yakinen iman etmişlerdir. Ancak, kibir ve hasede kapılarak, kelime-i şehadeti reddeder hale gelmişlerdir. Bu hal, Yahudi ve Hıristiyan âlimlerinin, Allah’ın tek ilah olduğuna şehadet ettikleri ve Muhammed (s.a.v.)’i kendi oğullarını tanıyıp bildikleri gibi tanıyıp bildikleri halde peygamberliğini kibir ve hasedden kabul etmemelerine sebeb olmuştur. “Kitap ehlinden olanların çoğu, hak kendilerine apaçık belirdikten sonra, içlerindeki hasedlik yüzünden, imanınızdan sonra sizi tekrar küfre çevirebilmeyi arzulamaktadırlar.” (177) Evet, müşrikler ‘Lâ ilâhe illallah’ın’ manasını biliyor, Muhammed (s.a.v.)’i doğruluyor, ancak kibirlendiklerinden dolayı kabul etmiyorlardı. Yüce Rabbimiz, onların bu halini bizlere şöyle haber vermekte; “Onlar, kendilerine; ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ denildiği zaman kibirlenip büyüklük taslarlardı.” (178) “Onlar seni yalanlamıyorlar; o zalimler asıl Allah’ın âyetlerini inkar ediyorlar.” (179)
DÖRDÜNCÜ ŞART: “İNKİYÂD” ‘TAM BİR TESLİMİYET İLE KABULLENİP BOYUN BÜKME’
İnkiyâd ile kabul arasındaki fark; inkiyad; bildirilenler ile amel ederek tabi olmaktır. Kabul ise; bildirilenlerin doğruluğunu söz ile ifade etmektir. İnkiyad ve kabul, ikisi de itaati zorunlu kılar. Ancak inkiyâd; Allah’ın hükümlerinde yorumlara, neden ve niçinlere kapılmaksızın, kayıtsız-şartsız bir teslimiyet ile kabullenme ve boyun bükmedir. Yüce Rabbimiz şöyle emretmekte;
“Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun.” (180)
“İyi bir kimse olarak, kendini Allah’a teslim eden kimseden din yönünden daha güzel kim olabilir.” (181)
“Kim itaatkâr davranarak, kendini, Allah’a teslim ederse, en sağlam kulpa yapışmış olur.” (182)
İşte Allah’a inkiyâd budur. Yalnız O’na kulluk etmedir. Peygambere inkiyâd ise; Peygamber (s.a.v.)’in sünnetini kabul ederek tabi olma ve hükmüne tam teslimiyetle rıza göstermektir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;
“Hayır, Rabbine yemin olsun ki; onlar, aralarında çekiştikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet göstermedikce iman etmiş olmazlar.” (183)
Evet, yüce Rabbimiz, hükümlerine boyun büküp tam bir teslimiyetle kabullenmeyi imanın sıhhat şartlarından kılmıştır.
BEŞİNCİ ŞART: “SIDK” ‘DOĞRULAMAK’
Sıdk, karşıtı kizib (yalanlama)’dır. Bu şart sahih hadis-i şerif ile sabittir. Bu hadiste, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmakta; “Kim kalbiyle doğrulayarak, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ derse cennete girer.” (184) Dolayısıyle, kim dili ile kelime-i şehadeti söyler, fakat kalbiyle tasdiklemez (doğrulamaz) ise bu şehadet onu kurtarmaz. Zira yüce Allah, münafıkların, Peygamberimiz (s.a.v.)’e; “Şehadet ederiz ki, muhakkak sen Allah’ın Rasûlüsün” (185) dediklerini haber vermekte ve “Allah, senin kendi rasûlü olduğunu elbette bilmekte ve münafıkların yalancılar olduğuna Allah muhakkak ki şahidlik etmektedir.” (185/a) “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, iman etmedikleri halde, Allah’a ve ahiret gününe inandık derler.” (186)
ALTINCI ŞART: ‘İHLAS’
İhlas karşıtı şirktir. Yüce Allah; “(Ey Muhammed!) Dini Allah’a halis kılarak O’na ibadet et.’ “Bilesiniz ki; halis din Allah’ındır.” (187) “De ki; ben dini Allah’a halis kılarak O’na ibadet etmekle emrolundum.” (188) “De ki; dinimi Allah’a halis kılarak, O’na ibadet ederim.” (189)
Sahih-i Buhari’de, Ebû Hureyre (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu haber veriyor; “İnsanların en mutlusu, şefaatimle ihlas ile kalbinden ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen kimsedir.” (190) Utban hadisinde zikrolunan “Şüphesiz ki, Allah kendi rızasını umarak ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen insanlara (ateşi) haram kılmıştır.” (191) hadisin sözünün manasınadır. İhlas, kulluğun yalnızca Allah için yapılmasıdır. Ne melek-i mukarreb için ne de nebiyyi mürsel için ve ne de başka kişi veya kurumlar için kul olunmamasıdır. Ayrıca ihlas Peygamber (s.a.v.)’e tabi olmaktır. Anlaşmazlıklarda onu hakem kılmadır. Bid’atleri ve Peygamber (s.a.v.)’e muhalefeti terk etmektir. Aynı şekilde insanların kendi kafalarından uydurdukları, beşerî kanun ve adetlerle muhakeme olunmayı reddetmektir.
YEDİNCİ ŞART: ‘MUHABBET’
Karşıtını yani, çirkin görmeyi, buğzu, kin ve nefreti yok eden muhabbet. Allah’a ve Rasûlü’ne muhabbet Allah’ın ve Rasûlü’nün sevdiği amellere ve sözlere muhabbet, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edenlere muhabbet, Allah’a kul, Rasûlü’ne ümmet olan kimseye farzdır. İşte bu muhabbet, gerçek bir muhabbet olduğu an kişinin bütün hal ve hareketlerinde etkisi zuhur eder.
Allah’a kullukta samimi olan kişi, Rabbine itaat eder ve O’nun Rasûlü’ne tâbi olur. Hakkıyla Rabbe kulluğun ifâsını amaç edinir. Allah’a itaatin lezzetine, tadına varır. Allah’ın razı olacağı söz ve amellere koşar. Allah’a isyandan sakınır. Allah’a asi olanlara meyletmez. Aksine onlara karşı kin ve nefretle doludur. İşlenen bu masiyetler -günah ve kötülükler- örfen güzel görülen veya nefsinin hoşuna giden şeyler dahi olsa, Allah’a kul olan kişi bilir ki, cehenneme nefsin hoşuna giden şeylerle ve şehvetle varılır. Cennete ise zorluklarla ve nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle ulaşılır. Evet, muhabbet ne zaman bu şartlar tahakkuk ederse muhabbet olur. Aksi halde asılsız bir iddiadan başka bir şey olamaz.
Yüce Allah, kendisine duyulan muhabbeti, Rasûlü’ne tabi olmaya, onun sünnetiyle amel etmeye bağlı kılmıştır.
“(Ey Muhammed!) De ki; “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (193)
Peygamber (s.a.v.)’e beslenen gerçek muhabbetin neleri zorunlu kıldığı delilleriyle birlikte zikredilmişti. Yüce Allah’a beslenen muhabbette işte böyledir.
ALTINCI BAHİS
KELİME-İ ŞEHADETİ BOZAN ŞEYLER
İslâm’ı bozan şeyler hususunda, İslâm alimleri birçok izahatlarda bulunmuşlar ve bu konuları irtidat ve mürtedin hükmü bahsinde beyan etmişlerdir. Müslümanı dinden çıkaran küfür söz ve davranışları zikrederek, örnekler vermişlerdir. Bizde bu bahiste, kelime-i şehadete ters düşen, onu bozan ve kişiyi dinden çıkaran bazı söz ve davranışları açıklamaya çalışalım.
1- Mevcudatı veya mevcudattan herhangi birşeyi Allah’u Teâlâ’nın yarattığı hususunda inkarda bulunmak. Kainattaki düzen ve intizamın, tabiatın eseridir demek veya tesadüf eseri olduğunu ifade etmek. Şüphesiz bu tür ifade ve davranışlar âlemlerin Rabbi olan yüce Allah’a eksiklik isnad etmektir. Müslümanın akidesine taban tabana zıdtır. Zira, her türlü tasarrufat, düzen ve intizam tek olan yüce Allah’a aittir. Kulluğa ve ibadete layık olan ancak O’dur.
2- Yüce Allah’ın, kemal sıfatlarından herhangi bir şeyi inkar etmek. İlim, hayat, kıyam binefsihi, ceberut, semi, basar gibi. Bu tür inkar, -ilahlıkta tek olan- yüce Rabbimizin ‘Uluhiyyetine’ noksanlık isnad etmektir ki, O her türlü noksanlıktan münezzehtir. Kullara ait olan sıfatlardan, yaşlılık, uyku, unutma, zulüm, çocuk edinme, ortağının bulunması v.b. gibi şeylerden herhangi birşeyi yüce Allah’a isnad etmedir ki, Rabbimiz bu tür beşerî sıfatlardan münezzehtir.
3- Yüce Allah’a ait olan özelliklerden herhangi bir şeyi mahlukattan birine atfetmektir. Gaybı bilen mülkün sahibi olan, kainatta tam tasarruf yetkisine sahip bulunan, Allah’ın iradesinin dışında icada ve yaratmaya kudreti olan gibi şeylerde Allah’tan başkasına atıfta bulunmak. Şüphesiz bu hareket, sonradan yaratılmışları Allah’a şirk koşmaktır. Yaratılmışları, yaratıcı derecesine yükseltmektir. Tüm bu hareketler yüce Allah’a noksanlık isnadıdır.
4- Aziz ve Celil olan yüce Rabbimiz’in, ibadetlerin tamamına veya bir kısmına müstehak olmadığını söylemek veya inanmak. Örneğin, Allah’tan korkulmasına veya O’na dua ve yakarışlarda bulunulmasına ya da yardım dilenilmesine gerek olmadığına inanmak veya bunların hiçbir ehemmiyetinin bulunmadığını, faydasız olduğunu söylemek. Bazı ibadetleri hafife almak veya küçümsemek. Namaz kılanlarla ve İslâm’ın emir ve yasaklarına göre yaşayan insanları alaya almak. Çünkü bu hareket İslâm şeriatını ayıblamaktır. Tüm bu hal ve hareketler kişiyi dinden çıkarır, kelime-i şehadeti bozar.
5- İnsanlardan herhangi bir kimse veya grubun, İslâm şeriatını değiştiren kanunlar koymaya, nizam ve sistem tesbit etmeye yetkin olduğuna inanmak küfürdür. Örneğin, zinayı ve faizi helal kılan, şer’î cezaları yürürlükten kaldıran kanunların tespiti, zekatın iptali, feraizin (miras dağıtım oranlarının) ve ibadetlerin değiştirilmesi gibi ki tüm bunlar küfür amellerdir, kişiyi dinden çıkarır.
Aynı şekilde, İslâm kanunlarının dışında beşeri kanunlarla muhakeme etmek küfürdür. Kim bu tür beşeri kanunlara veya ideolojilere inanırsa alemlerin Rabbi olan yüce Allah’ın şeriatına karşı çıkmış ve O’na noksanlık atfetmiş olur. Allah’ın, her zaman ve mekanda uygulamak için göndermiş olduğu şeriatın uygulanamayacak olduğunu söylemek veya beşerî kanunları, Allah’ın kanunlarından daha güzel görmek küfürdür. Bu şekildeki bir inanış kesinlikle tevhid inancıyla bir arada bulunamaz.
6- Allah için yapılması gereken ibadetlerden herhangi birini, Allah’tan başkası için yapmak, küfürdür. Günümüzde kabirlere tapanların hali budur. Herhangi bir ölüyü çağıran, onlardan kurtuluş uman, Allah’ı sever gibi onları seven ve kalbini canlı veya cansız efendi(!)lere bağlayan, onlar için huşu duyup, onlar için boyun büken, mezarlarını tavaf eden, onlara adaklarda ve kurbanlarda bulunan v.b. ibadet türlerini bunlar için yapan kimse ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedür-Rasûlullah’ şehadetini iptal etmiş ve müşriklerden olmuştur.
7- Allah’ın düşmanlarını -kâfirleri- sevmek, onlarla yakınlaşmak, makamlarını yüceltmek, onların doğruluk üzere olduklarını zannetmek, onların en iyi toplum olduklarına veya müslümaünlardan daha saygın olduklarını inanmak küfürdür. Bu kafirler, ister kitab ehlinden, ister putperestlerden, isterse de ataistlerden olsun fark etmez. Bunları sevmek, bunlarla yakınlaşmak, makamlarını yüceltmek küfürdür. Çünkü bu tür hal ve hareketler onların hak üzere olduğu izlemini verir. Müslümanlardan bu hallere düşen kimseler, onlara olan bu tür davranışlarının sebebini, bu kafirlerin dünyadaki konumlarından veya ilim ve teknolojideki üstünlüklerinden olduğunu söyleseler dahi hata ve dalalet üzeredirler. Çünkü bu tür hal ve hareketler, kelime-i şehadet hakikatine terstir.
8- Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.)’in, risaletine veya getirdiği şeriate dil uzatmak, kınamak, yalanlamak veya Peygamber (s.a.v.)’i hainlikle ya da Allah’tan aldığı vahyin bir kısmını gizlemekle itham etmek, Peygamber (s.a.v.)’e, hakarette ve ayıplamada bulunmak, Peygamber (s.a.v.)’in yaşantısında, tasarrufatında, hal ve hareketlerinde kibirlendiğini söylemek. Gerçekte, risaletini inkar sayılabilecek hususlara düşmek küfürdür. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’e yapılan hakaret v.b. şeyler, onu risaletle görevlendiren ve Rasûl olarak gönderen alemlerin Rabbi, yüce Allah’a yapılmış demektir. İşte tüm bu sayılanlar kelime-i şehadeti bozar, kişiyi dinden çıkarır.
9- Allah’ın kelamı, Kur’ân’a dil uzatmak, Mekkeli müşriklerin ‘Bu sihirdir, şiirdir, geçmiş nesillerin masallarıdır veya yalan ve iftiralar kitabıdır’ iddiaları gibi. Ve günümüz müşriklerinin de, ‘Kur’ân insan kelamıdır’ demeleri, Kur’an’ muhalif kitablar oluşturma girişimleri ve Kur’ân’ın mislini getirmek -yazmak- mümkündür propagandaları gibi. Kur’ân-ı Kerîm’in bazı hükümlerini yalanlama veya kabul etmeme, tevatüren naklolunmuş sûre veya ayetlerden bazılarını inkar etmek v.b. şeyler küfürdür. Bu hallere düşen kimse kafir olur, Allah’ı ve Rasûlü’nü yalanlamış sayılır. Kelime-i şehadeti bozulur.
10- Yüce Allah’ın iman etmemizi emrettiği, Kur’ân’ında ve Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinde, hak olduğunu haber verdiği gaybî şeylerden herhangi birşeyi inkar etmek. Melekler, kitaplar, peygamberler, ölümden sonra dirilme, cesetlerin hasredilmesi, cennet ve cehennemin, kabir azabı ve nimetlerinin v.b. şeylerin hak olduğunda şüphe etme veya herhangi birini inkarda bulunma gibi. Evet, bunlardan herhangi birini inkar eden kimse Allah’ı ve Rasûlü’nü yalanlamış olur. Kelime-i şehadetin ihtivasına muhalefet etmiş ve küfre girmiş olur.
Kelime-i şehadete taalluk eden meseleleri özetle izahata çalıştık. Daha tafsilatlı bilgi edinmek isteyenler, geçmiş İslâm alimlerinin kitablarında detaylıca malumat bulabilirler.
Allah en iyi bilen ve en iyi hüküm koyandır.
Ve Sallallahu alâ Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ve sellim.