HARUN EBU HUSEYIN - YILDIRIM
  Tevessül
 
 Şeyh Albani -Allah ona rahmet etsin-
 
 
Bu konuya ayrıntılı olarak girmeden önce, birçok in­sanın "tevessülü yanlış anlamalarının önemli bir sebebine değinmek yerinde olur. O da bu konuda boyutlu tartış­malara girip, "tevessül" ile ilgisi olmayanı sanki buna da­hilmiş gibi gösterenlerin, tevessülün lügat anlamını ve gerçekte neye delalet ettiğini bilmemeleridir.
Tevessül kavramı Arapça bir kavramdır. Hem Kur'an'da, hem Sünnet'te ve hem de şiir ve nesiri ile Arap edebiyatında geçmektedir. Tevessül ile kastedilen şey; is­tenene yaklaşmak ve ona bir arzuyla ulaşmaktır.
"Vasil, "arzu eden" demektir. Vesile; "yakınlık, vasıta, kendisiyle bir şeye ulaşılan veya yaklaşılan” demektir. Çoğulu "vesaipdîr"        
"Allah'a bir vesile ile tevsilde bulundu. Yani öyle bir amel işledi ki, onunla yaklaştı, de­mektir. Tıpkı tevessül gibi." der.
"Vesile, arzu ve istektir. Bir kimse bir şeyi arzuladığında, "tevessülde bulundu" denilir."
Vâsıl, Allah Azze ve Celle'yi isteyendir.
"Vesile, bir şeye arzuyla ulaşmaktır. O arzuyu içermesinden dolayı, "vasile"den daha özel bir kavramdır."
Allah Azze ve Celle Kitab'ında, "O'na vesile isteyiniz" der. Allah'a vesile edinmenin gereği, O'nun yolunun amel ve ibadetle korunması, Şeriat'ın en seçkin ahlakının aranma­sıdır. Bu anlamda vesile, "kurbet;yakınlık" demektir. Vasil, arzuyla Allah Azze ve Celle'yi dileyendir.
Bununla beraber "vesile"nin bir diğer anlamı daha var­dır ki, o da "sultanın makamında bir itibar, derece ve ya­kınlık sahibi olmak" demektir. Hadis-i şerifte vesile, "Cennet menzillerinin en yücesi" olarak anılır.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle bu­yurdu: "Müezzini duyduğunuzda müezzinin dediği gibi deyin. Sonra bana salâtta bulunun. Çünkü kim bana bir kez salât getirirse, Allah da ona on kez salât getirir. Sonra benim için "vesile"yi dileyiniz. Zira o Cennet menzillerinden öyle bir menzildir ki, Allah'ın kullarından bir kişiden başkasına gerekli değildir. O kişinin de ben olmamı dilerim. Kim benim için vesileyi dilerse, şefaatim ona vacip olur." Müslim
Şu açık bir gerçektir ki, bu son iki anlam tevessülün gerçek anlamıyla sıkı bir ilgi içindedir.
 
 
Açıklanmaya çalışılan anlam, te­vessülün lügat anlamıydı. Bu anlamın tanımına muhalefet eden olmamıştır. Selef-i Salihin ve tefsir imamları, Kur'an-ı Kerim'deki "vesile" kavramını işte bu lügat anla­mıyla yorumlamaya çalışmışlardır. Bu ayetler şunlardır:
1- "Ey İman edenler! Allah'tan korkup sakının ve sizi O'na yaklaştıracak vesile arayın. 'O'nun yolunda cihad edin, umulur ki, kurtuluşa erersiniz'' (Maide Sûresi, Ayet. 35)
2- "Onların taptıkları da, hangisi daha yakındır diye Rab'lerine yaklaştırmak için vesile arıyorlar. O'nun rah­metini umuyorlar ve azabından korkuyorlar. Şüphesiz senin Rabb'inin azabı korkunçtur." (İsra Sûresi, Ayet 57)
Birinci ayetin tefsiri; "Ey Allah ve Rasulu haber verdiğinde, vaad ettiğinde ve korkuttuğunda cezayı doğrulayanlar! Allah'tan korkunuz. Allah'ın size olan emirlerine itaat ediniz; size yasakladığından da kaçı­nınız!" "O'na vesileyi dileyiniz" demekle, "O'nu razı eden amelle O'na yakınlık isteyin" demektir.
İbn-i Kesir'in Ibn-i Abbas'tan yaptığı rivayete göre, "vesilenin anlamı yakınlıktır." Mücahid, Ebu Vail, Hasan el-Basri, Abdullah b. Kesir, Es-Suddi ve daha birçokların­dan benzer anlam rivayet edilmiştir. Katade'den yapılan nakilde, "O'na itaat olan ve O'nu razı eden amelle O'na yaklaşın" denilmektedir. Daha sonra İbn-i Kesir şunları söylüyor: "Bu imamların söylediklerinde müfessirler ara­sında herhangi bir ayrılık sözkonusu değildir. Vesile, ken­disiyle istenilene ulaşılan şeydir."
İkinci ayete gelince: "Bu ayet, Araplardan, cinlerden bir gruba ibadet eden bir taife hakkında inmiştir. Cinniler iman ettiler, on­lara ibadet eden insanlar ise bunun farkında değildirler." Buharı - Müslim
ibn Hacer şöyle der: "Cinlerin iba­detleri üzere cinlere ibadet eden bu insanlar, cinlere iba­det etmeye devam ettiler. Cinler ise, müslüman oldukları için, kendilerine ibadet edilmesine razı olmuyorlardı. "Rabb'lerinin rızasını kazanmak için vesile arayanlar on­lardı." ayetinin güvenilir olan tefsiri de budur."
Bu tefsirden açıkça anlaşılan şudur: "Vesile, kendisiyle Allah'a yaklaşılan şeydir." Bunun için, Allah'a yaklaştiracak salih amelleri arzu ediyorlar. Bu ayet aynı zamanda, her selim doğru düşünceye aykırı olan ve bazı insanların, dualarında Allah'ın kullarından kimilerine yönelmeleri gibi, yanlış bir tezahürü de açıklığa kavuşturmaktadır. Bunu yapanlar onlardan korkarlar ve talepte bulunurlar. Halbuki kendilerine ibadet edilen o kimseler, müslüman olduklarını ilan edip Allah'a kulluklarını ibadetleriyle ikrar etmişler ve O'na yaklaşmak, O'nun rızasını elde etmek için de salih amellerle yanşa girmişlerdir. Bunlar, O'nun rahmetini ar­zularlar ve cezasından da korkarlar.
Ayet-i kerimede beyan buyur­duğu üzere, bu cahillerin ibadet ettikleri cinler de onlar gibi yaradılmişlardır, Rabb'lerine ibadet ederler ve kendilerine ibadet eden insanlar gibi güçsüzdürler. Kendilerine bile bir yararlan veya zararları yoktur. Allah Azze ve Celle, işte bu cinlere ibadet edenleri, ibadetlerinde yalnızca kendisine yönelmemeleri sebebiyle kınamaktadır. Çünkü insanlara yarar veya zarar vermeyi elinde bulunduran sadece O'dur ve her şeyin ölçülendirilmesi O'nun elindedir. O'nun gücü, dilediği her şeye yeter.
 
 
Ne gariptir ki, ilim ehli olduklarını iddia eden bir çok kimse, yukarıda sözü edilen ayet-i kerimelerle kastedilen mananın, Nebiler ve onların "takipçileri" veya "ma­kamı" olduğu şeklindeki yorumlarını dillerine dolamişlardır. Bu yanlış bir istidlaldir. Bu iki ayetin böyle bir istidlale dayandırılması kesin olarak doğru değildir. Zira bu tür "tevessül"ün "meşru" olduğu hakkında asla bir delil sabit olmamıştır. Bunun için Selef-i Salihin'den hiçbir kimse bu istidlal yolunu zikretmemişler ve böyle bir tevessül ile de tevessülde bulunmamışlardır. Aksine onların yukarıda sözü edilen iki ayetten anladıkları, kullarını her türlü meşru istek ve vasıta ile rızasını kazanmaları için çağıranın Allah olduğudur.
Ancak Allah Azze ve Celle, diğer birçok "Nas"da, eğer O'na yaklaşmak istiyorsak, O'nun sevdiği salih amellerle ve razı olduğu ile O'na yaklaşmamız gerektiğini bize öğ­retmiştir. Bu amelleri bizim insiyatifimize bırakmadığı gibi, sözkonusu amellerin neler olduğunun ve hangi nitelikte olduğunun belirlenmesini de akıllarımıza ve zevklerimize terketmiş değildir. Eğer böyle olmuş olsaydı, bu amellerin hepsi birbirleriyle ayrılık arzedecek ve arasında ihtilaf çı­kacak, çelişip çatışacaktı. Bunun aksine Allah Azze ve Celle, bunda kendisine yönelmemizi, bu amellerde O'nun yol göstermesine ve bilgilendirmesine başvurmamızı istiyor.
Çünkü Allah Azze ve Celle'yi razı edecek olanı, elbette O daha iyi bilir. Bu sebeple, vacip olan, Allah Azze ve Celle'ye yaklaştıran vesileleri öğrenmek için, her şeyde Allah'ın Şeriat'ına ve Rasulullah'ın Sünnet'ine başvurulmasıdır. Bunun da anlamı, Allah'ın Kitab'ına ve Rasulullah'ın Sün­net'ine Uymaktır.   Zira Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in bize tavsiye ettiği yol budur. Zaten şöyle buyurmamış mıdır: "Ben size iki emri şeyi bıraktım. O ikisine sarıldıkça dalalate düşmeyeceksiniz. Allah'ın Kitab'ı ve Rasulunün Sünnet'i" Malik
 
 
Hangi amelin salih ve makbul olduğu, Kitab ve Sünnet ile açıklığa kavuşmuştur. Bir amelin salih olabilmesi için iki önemli hususa sahip olması gerekir:
1- Kişinin amelinin amacı sadece Allah rızası olmalıdır (îhlas).
2- Bu amel Allah Tebareke ve Tealo'nm Kitab'ında, Rasulul-lah Sathllahu Aleyhi ve SeUem'm de Sünnet'tnde beyan ettiğine uygun olmalıdır.
Bu şartlardan birisi bile bozulursa, amel salih de olmaz, makbul da olmaz. Allah Azze ve Ceile'nin şu sözü buna delalet eder:
"Kim Rabb'iyle karşılaşmak istiyorsa, salih amel işlesin ve Rabb'ine hiç kimseyi ortak koşmasın."(Kehf Sûresi, Ayet 110)
Allah Azze ve Ceiie, amelin salih olmasını emretmiştir. Yani amelin Sünnet'e uygun olmasını, sonra da bu amel ile sadece Allah'ı dilemeyi ve O'ndan başkasına meylet-memeyi emretmiştir.
İbn-i Kesir Rahimehuiiahu Aleyh de Tefsir'inde şöyle der: "Bu iki şart, kabul edilecek amelin iki büyük rüknüdür. Amelin kesin olarak halis bir biçimde, Allah için olması ve Aliah Rasulü saiiaihhu Aleyhi veSeliem'ın Şeriat'ına da uygun bir biçimde, doğru olması gerekir." Bu sözün benzeri, Kadı İyad'dan da nakledilmiştir.           
 
 
"Vesile"nin "matlub olana, istenene arzu: ile götüren vasıta" olduğunu öğrendikten sonra, bilmeliyiz ki vesile iki kısma ayrılmaktadır.
A) Kevni vesileler,   
B) Şer'i vesileler.  
Kevni vesile; "insanın, arzuladığına ulaşmak için Allah Azze ve Celle'nin yaratmış olduğu şeylerden sarıldığı" vesilelerdir. Bu vesileler, mü'minle kâfir arasında herhangi bir ayrım yapmaya gerek olmadan müşterektir. Buna örnek olarak suyu gösterebiliriz. Su insanın susuzluğunu giderir. Yemek insanın açlığını giderir. Elbise insanın be­denini sıcaktan ve soğuktan korur. Otomobil insanın bir yerden bir başka yere intikaline yardımcı olur. Bütün bunlar, insanların tümü açısından müşterek olan vesile­lerdir, ki bunlara "kevni vesileler" denir.
Şer'i vesile; Allah Azze ve Celle'nin Kitab'ında ve Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnet'inde beyan buyurulan yoldur. Bu sadece, Allah'a ve Rasul'üne itaat eden mü'min insana ait bir özelliktir.
Bunun bir örneği ise, ebedi olarak Cehennem'den kurtulup Cennet'e girmenin vesilesi olarak, ihlasla tasdik edilen şehadettir; yani "La ilahe illallah, Muhammeden Rasulullah"tır. Yine, kötülükleri işledikten sonra o kötü­lüklerin bağışlanması için iyilik işlemek, ezandan sonra Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in şefaatina erişmek için dua etmek, sıla-i rahim yapmak ki bu ömrün ve rızkın bereketine sebeptir, hep birer Şer'i vesilelerdir.
Bu ve benzeri şeylerin sadece Şeriat'ın esaslarına uya­rak insanı adı geçen gayelere ulaştırdığı, bilgi ve deney veya duyular yoluyla olmadığını biliyoruz. Mesela biz sıla-i rahimin ömrü uzattığını ve rızkın genişlemesine vesile olduğunu ancak Allah Rasulü'nün hadislerinden öğreni­yoruz. Nitekim bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: "Kim rızkının genişlemesini, ge­riye bıraktığının uzun olmasını istiyorsa, sıla-i rahim yapsın." Buharı - Müslim
İnsanların çoğu bu iki vesile türünde büyük yanlışlıklara ve korkunç evhamlara kapılmaktadırlar. Onlardan kimi, kevni bir vesilenin belli bir gayeye ulaştırdığını zanneder.
Halbuki durum, onların zanlarının hilafınadır. Bazan da -Şer'i bir sebebin insanı belli Şer'i bir amaca ulaştırdığına inanırlar. Gerçek ise onların itikad ettiklerinin hilafınadır.
Mesela, aynı zamanda hem kevni, hem de Şer'i olan batıl vesileler vardır. Bunun bir örneği, çoğu kez hepimizin gördüğü bir manzaradır. Masaların üzerinde birer kutu ve yanında da tavşan oturtmuşlar. İçinde şans veya kısmet yazılı kartlardan almak isteyen insanlar, kıs­metlerini o tavşana çektirirler. Kimi zaman iki samimi arkadaş oradan geçerlerken, birisi diğerine, "gel de şansı­mızı bir deneyelim" deyip şans kutularının sahibine biraz para verirler. Biletleri veya kartları satan adam da tavşanına bilet veya kartlardan çektirir, okumaları için müşteri­sine verir. O da kısmetini okur. Böylece kendisinin bile­mediği bir şeyi hayvana buldurmaya çalışan bu adamın aklına ne demeli?
Bunu yapan adam, gerçekten o hayvanın, kendisinin bilmediği gaybı bildiğine inanmaktaydı. Şu bilinmesi ge­reken bir gerçek ki, bu adam, böyle bir konuma düştükten sonra, o hayvan ondan daha hayırlıdır. Bunu yapan adam eğer böyle bir inanca sahip değilse bile abesle ve aptallıkla meşgul olmakta, vaktini ve malını akıllı insanların gitme­yeceği yerlerde tüketmiş olmaktadır.
İnsanların gaybı bilmek için bu hayvanı aracı kılmaları, onların zanlarına göre kevni bir vesiledir. Ancak bu, de­neylerin iptal ettiği batıl bir ameldir; selim akıl da bunu kabul etmez. Bu ayrıca Şer'an da batıldır, Kitab'a, Sün­nete aykırıdır. Bunun Kur'an'a aykırı olduğu­nun anlaşılabilmesi için şu ayeti okumak yeter: "O gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz, ona muttali kılmaz. Ancak Peygam­berleri içinde seçtiği kimseler başka. Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar. "(Cin Sûresi, Ayet: 26-27)
Tamamen vehme dayanan kevni sebeplerden bazıları­na değinmek gerekirse, bazılarının çarşamba günü yolcu­luk eder veya evlenirse, bundan dolayı başına belalar ge­leceğine ve başarısızlığa uğrayacağına inanmaları, buna örnek olarak gösterilebilir. Bazıları da önemli bir işlerine başlayacakları zaman kor veya hastalıklı birisini görürler­se, işlerinin görülmeyip sona ermeyeceğine inanırlar. Yine, müslümanlara ve Arapların çoğuna düşman olan Siyonistlere ve emperyalistlere, sadece çoklukları ve kuv­vetleriyle üstün gelineceğine İnanmak da bu hurafe tü­ründen bir kevni sebeptir. Onlar yine zannediyorlar ki, içinde bulundukları bu durumda dahi yahudileri denize dökebilecekİerdir! Deneyler ise bu tür zanların hepsinin yanlış ve batıl olduğunu göstermiştir. Mesele, böyle yü­zeysel yollarla çözüme bağlanmaktan daha derindir.
Şer'i olup da insanların, zanlarına dayanarak, Allah'a yaklaşacaklarını sandıkları sebeplerden bazıları ise; onların zanlarının aksine, gerçekte onları Allah'tan uzaklaştır­makta ve onların üzerine Allah'ın gazabını ve azabını, belki de lanetini gerekli kılmaktadır.
Bazılarının Allah Azze ve Celle'den başka kimsenin gide­remeyeceği ihtiyaçlarının giderilmesi için kabirlerdeki ve­lilere ve salihlere "istiğase" ile yalvarıp dua etmeleri; baş­larına gelen zararın giderilmesi, hastalıkların şifa bulması, kendilerine bol rızık verilmesi, kısırlığın giderilmesi ve düşmanlara karşı üstün gelinmesi gibi taleplerde bulun­maları, bunun en açık örneklerindendir. Bu taleplerinin gerçekleşmesini isterlerken, türbelerin demir parmaklıkla­rını, kabirlerin taşlarını elleri ile meshederler. Kimi zaman bunları elleriyle sallarlar, kimi zaman da kabirlerin bulun­duğu yere dileklerinin yazılı olduğu mektuplar atarlar. Onların zanlarına göre bu, Şer'i olan vesilelerdir. Fakat bunların hepsi gerçekte batıl olup, İslam'ın en büyük temel hakikati olan "yalnızca Allah'a ubudiyet'in her türüne aykırıdır.
Buna bir örnek de, bazılarının bir söz söylerken hap­şırmasının, söylenilen sözün doğruluğuna işaret olduğu zannma dayanan itikaddır. Yine insanların kulakları çınladığı zaman, bunu yakınlarının kendilerini an­dıklarına yormaları da bu tür itikadi bidatlerdendir. Gece­leri, Cumartesi ve Pazar günleri tırnak kesmeyi uğursuz­luğa veya belaların inmesine neden olarak gösterenler de bu batıl inanca sahip olan insanlar grubuna girerler. Ay­rıca burada, evlerini geceleyin süpürünce başlarına bir kötülük geleceğini düşünenleri de zikredebiliriz. Yine, bazı insanların, "bir taş parçası hakkında bile hüsn-ü zan edilse, o taş kendisine yarar sağlar" şeklindeki inançlarını da bu mahiyette örnek verebiliriz.
Bu ve benzerleri batıl inançlardır. Daha gerçeği hura­fedir, saçmalıktır, zandır, evhamdır. Bu konuda Allah hiç­bir delil indirmemiştir. Ben bu tür amellerin hepsinin aslı­nın "mevzu" (uydurma) hadisler olduğunu gördüm. Allah bunları uydurup düzenleyenlere lanet etsin!
 
 
Kevni ve Şer'i vesilelerin meşru olup olmadıklarının bi­linmesinin bir tek yolu vardır: Kitab ve Sünnete başvurup, bu konuda gelen naslardaki delilleri aramaktır. Elbette ki bundan başka başvurulacak bir yol yoktur.
Herhangi bir kevni sebebe başvurmanın caiz olmasının iki yolu vardır: Birincisi, mubah olması; ikincisi ise bunun istenen gaye için sabit olmuş olması veya en azından in­sanın zannına galip gelmiş olmasıdır. Şer'i vesilenin caiz olmasının ise Şeriat'ta sabit olmasından başka bir şartı yoktur.
Daha önce verdiğimiz "şans bileti" örneğindeki hayva­nın gaybı bilmek açısından kullanılması kesinlikle saçmadır ve kevni olarak da batıldır. Bunu akıl ve deneyler ispatla­mıştır. Şer'i bakımdan da bu küfürdür, sapıklıktır. Bunun batıl olduğunu bize haber veren Allah Azze ve Cetie, bizi bundan sakındırmıştır.
İnsanların çoğu bu konuda hak ile batılı birbirine karış­tırıyorlar. Herhangi bir kevni vesileye sarılmalarından ötürü elde ettikleri bir faydayı meşru ve caiz görüyorlar. Mesela onların bazılarının, bir veliye yalvarıp çağırdıklarını veya bir ölüden yardım dilediklerini görürsün. Bunu yapan kişi, evliyanın öldükten sonra bile insanlara yardım edebi­leceklerini ve onlardan istiğase yoluyla yardım istenebile­ceğini itikat edeler. Bunu gören kimse de bunu delil olarak görür. Böyle bir kimsenin, istediğine kavuşmaktan başka delili nedir ki? Ne yazık ki, birçok dini kitapta buna benzer şeyler okumaktayız.
Mesela bu tür kitaplardan bazılarında şöyle yazıldığını veya başkalarından nakledildiğini görürsün: "Falan kişinin başına şiddetli bir iş gelmişti. O esnada falan veliye istiğasede bulunarak yardım diledi. Onu adıyla çağırdı. O veli de o anda geldi veya yardım isteyene uykusunda gelerek, ona yardım etti; dileğine kavuşmasına vesile oldu..,"
Bu zavallının farzedelim ki dediği oldu. Bunun Allah Azze ve Celle'den müşrikler ve ehl-i bidat için icra ettiği bir istidrac olmadığını, O'nun, kullarını bir imtihan ve dene­mesi olmadığını nasıl ve nereden bileceğiz? Belki de bu onlar için, Kuran ve Sünnet'ten sapmanın en uygun cezasıdır.
Allah Azze ve Celle'den gayrısıyla istiğase edilebileceğini iddia eden kimse, kendisine şu veya bu sebeple vuku bulan veya nakledilen bir hikayenin gerçekte hurafe olduğunu; yalan, uydurma ve insanoğlunu saptırmak için ihdas edi­len "en büyük şirk" olduğunu bilmesi gerekir. Bu tür hika­yelerin gerçek ve doğru olması da mümkündür ve onu nakleden kimse de doğru bir kimse olabilir. Ancak onun, kendisine yardım eden ve kurtaran kimse hakkındaki hükmü yanlıştır. O bunu, veliden veya salih insandan zanneder. Bunu ona böyle gösteren de aslında Şeytan'dır. Bu da Şeytan'ın pis işlerindendir. Bu insanların gözünde hak ile batılı birbirine karıştırması ve onları farkında ol­madan küfrün ve dalaletin tuzağına düşürmesidir.
Bir çok mütevatir haberde rivayet edildiğine göre, ca-hiliye dönemlerinde müşrikler putlarına gelerek onlara sesleniyorlardı. Bu putların içinden de bu esnada bazı sesler duyulurdu. Onlar da bunu ilahlarının kendileriyle konuştuğu şeklinde yorumlarlardı. Gerçekte ise bu, onları batıl inançlarda boğarak saptırmak isteyen Şeytan'dan başkası değildi.
Bunları ifade etmekteki amacımız, bu alandaki bazı tecrübe ve haberlerin, amellerin meşruluğunu bilmek için gerçek yol olmadığını anlatmaktır. Bu türden haberlerin meşru kabul edilmesi için yegane yol, Kuran ve Sünnet'teki hükümlere bakarak bilgi sahibi olmaktır.
Bu konuda insanların sapıtmalarının en ciddisi de, ba­zılarının gayb alemiyle ilişki kurabilmek için kahin, sihir­baz, büyücü, yıldız fallarına bakan, göz boyayıcı kimselere gidip, onlardan bilgi istemeleridir. Bu insanların aynı za­manda onların gaybı bildiklerine inandıklarını da görür­sün. Çünkü kahin vb. kişiler, kendilerine gelenlere bazı gaybi bilgiler vermektedirler. Zaman zaman anlattıkları da onların başına gelenlerin aynısı olabilir. Böylece kahinin veya ona benzer faaliyette bulunanın bildiğini zannederek, bu yolun mubah olduğunu ve onların haber verdiklerinin gerçekle çakışmasından ötürü de onların haber vermele­rinin caiz olduğunu zannederler.
Oysa bu korkunç bir yanlış ve açık bir sapıklıktır. Her­hangi bir faydanın soyut olarak belli bir vasıta yoluyla meydana gelmesi, o vasıtanın meşru bir vasıta olduğunun isbatı için yeterli değildir. Mesela içki satmak, satan kişiye belli bir kazanç ve servet sağlayabilir. Hakeza kumar ve piyango da böyledir. Rabb'imiz bunun için Kitab'ında şöyle buyurur: "Sana içkiyi ve kurnan sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için (bazı) yararlar vardır. Ama günahlan yararlarından daha büyüktür."(Baka­ra Sûresi, Ayet: 229) Buna rağmen her ikisi de haramdır. Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellemin buyurduğu üzere, şarapla ilgili on kişi lanetlemiştir.
Yine, kahinlere gaybı bilmeleri için gitmek haramdır. Çünkü haramlığı dinde sabit olmuştur. Nitekim Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
"Kim bir kahine gider de onun söylediğini tasdik ederse, Muhammed'e indirilenden dışarı çıkmıştır" buyurmaktadır. Ebu Davud
Yine Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: "Kim bir Arrafa gelir, ona bırşey sorarsa, kırk gece onun namazı kabul olmaz" der. Müslim
Muaviye İbnu'l-Hakem es-Sülemi, Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Selem;             "bizden öyle kimseler var ki, kahinlere gidip danışıyorlar" deyince, Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem O'na; "sen on­lara gitme" dedi. Müslim
Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kahinlerin ve sihir­bazların uygulamalarından ötürü bazı gizli bilgilere ulaşıl­dığını şu sözüyle haber vermektedir:
"Allah, gökte bir şeyin olmasına hüküm verdiği zaman, Melekler Allah'ın sözüne, kaygan taş üzerinden akan ince zincir sesine benzer bir sesle kanatlarını çırparlar. Kalplerindeki heybet ve dehşet hafifleyince, birbirlerine "Rabb'imiz ne dedi?" diye sorarlar. Bu soruyu sorana, "Rabb'imiz ancak hak olanı söyledi. O yüce ve büyüktür" denir. Bunu izinsiz kulak verip dinleyenler duyar. Kulak kesilenler böyle birbirinin üzerindedirler."
Hadisin ravilerinden olan Süfyan b. Uyeyne'den îbn-i Kesir'in (3/53) naklettiğine göre, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem "kulak kesilenler böyle birbirinin üzerindedir" der­ken, sağ elinin parmaklarının arasını açtı ve birbirinin üzerine gelecek şekilde tuttu. Sonra devam etti:
"Bazen şimşek bu dinleyenlerden bazısına isabet eder. Eğer ona isabet etmezse o, kendinden sonra gelene duy­duğunu iletir. Böylece, bu yere ininceye ve sihir yapanın dilinin ucuna gelinceye kadar sürer. Kahin veya Sahir de bunun yanına yüzlerce yalan ekler ve bu da doğrulanır. Onlar da derler ki, falan falan gün onlar bize şöyle şöyle haber verdiler de verdikleri haberlerin gerçek olduğunu görmedik mi?" Buhari
Bunun benzeri bir haber de Abdullah b. Abbas -Allah ondan razı olsun- dan rivayet olunur. O şöyle demiştir:
"Allah Rasulü Ashabından bir cemaatle oturuyordu. Birden bire bir yıldız parlayıverdi. Allah Rasulü bunun üzerine, "cahiliyyede bunun benzeri olduğunda ne diyor­dunuz?" diye sordu. Dediler ki: "Büyük insan doğacak veya bir büyük ölecek!" Allah Rasulü; "O yıldız ne birinin ölümünden, ne de hayata gelmesinden Ötürü atılmaz. Fakat Rabb'imiz Tebareke ve Teala bir şeye hüküm verdiği zaman, Hamele-i Arş teşbihte bulunur. Ardından onlara en yakın semanın melekleri teşbih ederler. Böylece me­leklerin tesbihi bize en yakın semaya ulaşıncaya kadar devam eder. Sonra Hamele-i Arş'a en yakın semanın melekleri bilgi edinmek için Hamele-i Arş'a sorarlar: "Rabb'imiz ne dedi?" Onlar da haber verirler. Her semanın ehli olan melekler, bu haberi kendilerinden sonra gelen semanın meleklerine. haber verirler. Haber bu semaya ulaşıncaya kadar... Bu arada cinler meleklerin konuşma­larına kulak kesilirler. Bundan dolayı onlara yıldız atılır.
Duyduklarını duydukları gibi aktarırlarsa, bu haktır. Fakat onlar yalan katıp, gelen haberlere kendilerinden birşeyler eklerler" buyurdu." Müslim
Bu iki hadisten de anlıyoruz ki, onlarla insanlar arasın­daki iletişim gerçektir. Cinler kahinlere bazı doğru haberleri bildirebilirler. Kahinler de bu haberlere kendi yalanla­rını katarlar. Böylece insanlara bunu anlatırlar. İnsanlar da söylenen bu sözlerden doğru çıkan bazılarına şahid olabi­lirler. Buna rağmen Allah, kahinlere gitmeyi ve onların dediklerini doğrulamayı yasaklamıştır.
Bu münasebetle şunu söylemek istiyoruz: İnsanlar hâlâ kahinlere gidip onları doğrulamakta, falcılara ve yıldızname okuyanlara inanıp bunun etkisini kabullenmektedirler. Çağımızda bile, birçok insan, bu çağın medeniyet, kültür, düşünce ve bilim çağı olduğunu savunanlar bile, kehane­tin, göz boyamanın ve sihrin artık zamanını doldurduğunu ve bir daha geri dönmemek üzere çekip gittiğini zannedi­yorlar. Ancak, gerçek bir gözle bakan ve olayları derinle­mesine okuyup çevresini İnceleyen kimse ilme'l-yakin bilir ki, bu düşünce hali hazırda birçoklarını etkisi altında tut­maktadır. Yalnız, bu çağa uygun bir kılığa bürünmüştür, o kadar. Bu nedenle de bunun gerçeğine çok az insan vâkıf olabilmektedir.
Ruh çağırmak, bu ruhlarla konuşmak ve ilişkiye gir­mek; kahinliğin yeni bir biçime bürünmüş olmasından başka birşey değildir. Bununla insanlar fitneye kapılmaktalar, evham ve batıllarla irtibata girmekteler; bunun din­den bir ilim ve gerçek olduğunu sanmaktalar. Hakikatte ise, din de, ilim de bundan beridir.
Özetle söylemek gerekirse, "kevni sebepler"in veya "Şer'i" sanılan sebeplerin isbatı caiz değildir. Bu sebepleri kullanmak ancak Şeriat'ta var olduğuna dair isbat edici bir delil olduktan sonra mümkün olur. Hakeza, aynı şekilde kevni sebeplerin de sıhhatinin ve yararının gözlem ve de­neyle isbatından sonra kullanılmasının vacip olduğu gibi.
Dikkat edilmesi gereken bir durum da, bir şeyin kevni bir sebep olduğunun isbatlanması, o şeyin mubah olması­na ve ondan yararlanmaya yeter. Ancak, bunun Şeriat'ta yasaklanmamış olması lazımdır. Bu ve benzeri durumlar için fakihler şöyle diyor: "Eşyada asıl olan, mubah oluşudur."
Şer'i vesilelere gelince, Şari-i Hakîm'in onu yasakla­mamış olması, onunla amel etmeye izin verildiği anlamına gelmez. Oysa birçoğu böyle düşünür. Halbuki mutlaka bu konuda o şeyin meşruluğuna veya müstehab oluşuna dair zorlayıcı Şer'i bir nass bulunması gerekir. Zira müstehab oluş, mubah oluşla beraber fazladan gündeme gelen bir kavramdır. Çünkü, bununla Allah Azze ve Celle'ye yaklaşılır. Allah Azze ve Celle'ye yakınlık sayılan ameller, hakkında mücerred olarak yasak bulunmamasından ötürü isbat edilemez. Bundan dolayı Seleften bazıları, "Rasulullah'ın Ashabının Allah'a yaklaşmak için vesile edinmediği hiçbir şeyi ibadet edinmeyin" demişlerdir. Bu söz, dinde bid'at icad etmeyi yasaklayan hadislerden kaynaklanmış­tır. Bu nedenle, "ibadetlerde asıl olan nass bulunmadıkça, o ibadet yasaktır ibadetlerde de nas bulunmadıkça mubahtır". Bu kaideyi aklında iyi tut; çünkü o sâna insanların ihtilaf ettikleri şey­lerde hakkın ne olduğunu görmeni sağlayacaktır!
 
 
Buraya kadar ifade ettiklerimizden şunu anladık: Önü­müzde başlıbaşına duran iki mesele var. Birincisi, teves­sülün meşru olmasıdır. Bu da Kitab ve Sünnet'ten sahih bir delil ile bilinebilir. İkincisi ise, tevessülün sahih bir kevni sebep ile olup, istenen sonuca ulaştırmasıdır.
Biliyoruz ki, Allah Azze ve Cetle, kendisine dua etmemizi ve O'ndan yardım dilememizi emretmiştir:
"Rabb'iniz dedi ki: Bana dua edin, duanızı kabul ede­yim. Benim ibadetime karşı büyüklenenler, üst üste Ce-hennem'e gireceklerdir."(Ğafir Sûresi, Ayet-. 60)
"Kullarım beni sana soracak olurlarsa, muhakkak ki ben onlara pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse onlar da benim çağrıma cevap versinler ve bana İman etsinler. Umulur ki doğru yol bulmuş Olurlar."(Bakara Sûresi, Ayet: 186)
Allah Azze ve Celle, şartları tamam olarak yapılan dualarda, dua edenin duasını kabul edeceği meşru ve yararlı şeyler ile istenen maksada hizmet edecek Şer'i tevessülün türlerini beyan buyurmuştur. Şimdi Şer'i nass'iarın delalet ettiği tevessülü bağnazlık ve taassuptan uzak olarak açık­lamaya çalışalım.
Kitab ve Sünnet'te varid olan delillerin incelenmesi so­nucu karşımıza, Allah Azze ve Celle'nin meşru kılıp bizim de sarılmamızı istediği, bir kısmının Kur'an'da geçtiği ve Allah Rasulü'nün de tavsiye ettiği üç tür tevessül olduğunu görürüz. Bu tevessül türlerinden hiçbirinde kişi­lerin bizzat kendilerine, makamlara ve haklara tevessülü diye birşey yoktur. Bu da, böyle tevessüllerin meşru ol­madığının delilidir ve daha önce zikrettiğimiz iki ayetin umumuna girmemektedir.
 
 
 
Buna misal olarak, müslümanın duasında söylediği şu gibi sözleri verebiliriz:
"Allah'ım! Senin acıyanların en çok acıyanı olduğunu, lütufla muamele edip her şeyi bilen olduğunu bilerek, senden bana şifa vermeni istiyorum."
"Her şeyi kuşatan geniş rahmetinle bana acımanı ve beni bağışlamanı diliyorum."
"Allah'ım! Muhammed'e olan sevgin için senden istiyorum."
Bu son şekilde tereddüt edilmemelidir; çünkü sevgi, Allah Azze ve Celle'nin sıfatlanndandır.
Bu tür tevessülün meşru olduğunun delili ise, "Allah'ın güzel isimleri vardır. O'nu onlarla çağırınız!" şeklindeki
A'raf Sûresi 180. ayetidir. Bu ayetin anlamı, "Allah'a bu güzel isimleriyle tevessülde bulunarak dua ediniz"dir. Hiç şüphe yok ki, Allah Azze ve Celle'nin yüce sıfatları da bu is­teğe dahildir. Zira Esma-i Hüsrıa Onun sıfatlarıdır. Allah Tebareke ve Teala, bunlan kendisine özgü kılmıştır.
Bunun bir örneği de, Allah Azze ve Celle'nin Kitab'ında zikrettiği şu duadır:
"... Rabbim! Bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulun­mamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat(atarak Cennet'ine koy)!"(Neml Sûresi, Ayet-. 19)
Buna delil olarak, yine Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellemin namazdan selamla çıkmadan önce okuduğu duayı da gösterebiliriz:
"Allah'ım! Seni gaybı bilmen ve yarattıklarının üzerinde olan kudretinle anıyorum. Hayat benim için hayırlı olduk­ça, beni diri tut! Ölüm de ne zaman benim için hayırlı ise, beni o zaman öldür!"[1]
Yine Rasulullah Saihiiahu Aleyhi ve Seiiem, adamın birisi teşehhüdde, "Allah'ım! Ey Vahid, Ehad ve Samed olan! Ey doğurmamış ve doğmamış olan ve kendisine denk bulun­mayan! Senden günahlarımı bağışlamanı diliyorum. Şüp­hesiz ki çok bağışlayan ve çok acıyan yalnız sensin!" diye dua ettiğinde, "Allah onu bağışladı, Allah onu bağışladı" buyurmuştur.[2] Bu da ayrı bir delildir.
Bir başka rivayette de, Allah Rasulü Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiem bir adamın teşehhüdde; "Allah'ım! Ben hamdın ancak sana edileceğini, senden başka ilah olmadığını, yalnız senin iiah olduğunu, senin ortağın bulunmadığını, tüm nimetlerin sahibi olduğunu bilerek gökleri ve yeri ya­ratan, Celal ve İkram sahibi, Hayy ve Kayyum olduğunu bilerek sana dua ediyorum. Allah'ım, senden Cennet'i is­tiyorum ve Cehennem'in azabından sana sığınıyorum" diye dua ettiğini işitince, Ashabına şöyle dedi: "Biliyor musunuz ne ile dua etti?" Dediler ki: "Allah ve Rasulü daha iyi bilir." Dedi ki; "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ede­rim ki, Allah'ın dua edildiğinde ve kendinden istendiğinde verdiği ve duanın kabul edilmesine vesile olan en büyük adıyla duada bulundu."[3]
Tevessülün bir diğer şekli de, Allah Rasulunün şu ha­disinde ifade edilmektedir:
"Kim sıkıntısı artarsa; "Allah'ım, ben senin kulunum ve senin bir erkek kulunla bir kadın kulunun oğluyum. Alnım senin elinde, benim hakkımda senin hükmün geçerlidir. Başıma verdiğin de adalettir. Ben senden kendini adlan­dırdığın veya kullarından herhangi birisine öğrettiğin, yahut Kitab'ında indirdiğin ve kendi katında gayb ilmi da­hilinde tutmayı dilediğin ne kadar ismin varsa, onlarla Kur'an'ı kalbimin baharı, gönlümün nuru, hüznümü gide­rici ve kederimi yok edici kıl" derse, Allah onun kederini ve hüznünü giderir,   o hüznün yerine bir çıkış yolu verir.'[4]
Allah Rasulü SaUatlahu Aleyhi ve SeUem'm "istiğaze"de bu­lunduğunda okuduğu şu dua da bu konuda örnek olarak verilebilir: "Allah'ım! Senden başka ilah yoktur. Senin iz­zetinle, sana sığınarak, beni şaşırtmamanı istiyorum."[5]
EneS   b.   Malik   Radiyaliahu An/ı   de,   RaSÜİUÜah   Sallallahu Aleyhi ve Sellem'âen rivayetle, şöyle diyor: "Bir iş O'nu üzer­se, şöyle derdi: Ey Hayy ve Kayyum! Senin rahmetinle senden yardım diliyorum."[6]
Bunlar ve benzeri dualar, Allah Azze ve CeJ/e'nin isimle­rinden bir isimle, veya sıfatlarından bir sıfatla tevessülde bulunmanın meşru oiduğunu beyan etmektedir. Allah Azze ve CeUe'nin   sevdiği ve razı olduğu da budur. Allah Rasulü Saliallahu Aleyhi ve Sellem de böyle yapmıştır.
Allah Teala Kitab'ında şöyle buyurur: "Rasul size neyi getirmişse, onu am"(HaşrSûresi, Ayet-. Bizim için de gerekli olan, Allah Subhanehu ve Teala'ya, Rasulullah Saltaiiahu Aleyhi ve Seliem'ın dua ettiği gibi dua etmektir. Bu, bizim kendimizden oluşturup söylediğimiz dualardan bin kez daha hayırlıdır.
 
 
Müslümanın, "Allah'ım! Sana olan imanım, sevgim ile ve senin Rasul'üne uymam ile üzerimdeki sıkıntıyı gider­meni istiyorum" veya "Allah'ım! Muhammed'e olan sevgim ve imanımla, üzerimdeki sıkıntıyı gidermeni istiyorum" demesi gibi tevessül, bu türdendir. Bu tevessülden olmak üzere; dua edenin, işlemiş oduğu amel vesilesiyle Allah Azze ve Celle'den korktuğunu, O'nun rızasını ve O'na itaati her şeyden üstün tuttuğunu söylemesi, bundan sonra du­asında Rabb'ine tevessülde bulunması, bu duanın daha etkili ve çabuk kabul etmesi için en uygun yoldur.
Bu, güzel ve meşru olan tevessüldür. Meşru oluşuna, Allah Azze ve Celle'nin şu sözü delildir:
"Onlar; "Rabb'imiz! Şüphesiz biz iman ettik. Artık gü­nahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından koru!" diyenlerdir."(Âli İmran Sûresi, Ayet: 16)
"Rabb'imiz! Biz, indirdiğine inandık ve Rasûl'e uyduk. Böylece bizi şahidlerle beraber yaz."(Âli imran. Ayet-. 53)
"Rabb'imiz! Biz, "Rabb'inize iman edin" diye imana çağrıda bulunan bir çağrıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabb'imiz! Bizim günahlarımızı bağışla, kötülükierimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür! Rabb'imiz! Elçile­rine va'dettiklerini bize ver, Kıyamet gününde de bizi "hor ve aşağılık" kılma. Şüphesiz sen, va'dine mahalefet etme­yensin."(Al-i İmran Sûresi, Ayet 193-194)
"Kullarımdan bazıları diyorlardı ki: Rabb'imiz! İman ettik, bağışla bizi! Bize acı! Sen acıyanların en hayırhsı-
SVr."(Mü'minön Suresi, Ayet: 109)
Bunlar ve benzeri ayetler, bu tür tevessül için örnek olarak zikredilebilir. Şu hadis de delalet etmektedir:
"Allah Rasulü bir kişiyi şöyle dua ederken duydu: "Allah'ım! Senin, kendinden başka ilah olmayan Allah ol­duğuna iman ettiğimi, senin Ehad ve Samet olup, doğ­mamış ve doğurulmamış olduğunu, sana denk hiç kimse­nin de olmadığını sana arzederek, senden istiyorum."[7]
Abdullah b. Ömer RadiyaUahu Anh'm rivayet ettiği, bu te­vessül türünü içeren "mağara ehli kıssası"da burada zik­retmeye değer.
Abdullah b. Ömer -Allah ondan razı olsun- anlatıyor:
Allah Rasulü'nü şöyle söylerken işittim:
"- Sizden öncekilerden üç kişilik bir cemaat bir yolcu­luğa çıkarlar. Gecelemek için bir mağaraya sığınırlar. Ma­ğaraya girer girmez, dağdan bir kaya yuvarlanıp, mağa­ranın kapısını üzerlerine kapatır. Kendi kendilerine şöyle derler:
- Bu kayadan bizi, Allah için işlemiş olduğumuz salih amelle     Allah'a    yalvarmaktan     başka     hiçbir     şey kurtaramaz!
Bunun üzerine onlardan biri şöyle der:
- Ey Allah'ım! Benim yaşlı bir annem ve babam vardı. Onlara akşam yemeklerini yedirmeden ne kendim yerdim, ne   çocuklarıma, ne de başkalarına yedirirdim. Bir gün bana bir şey için ihtiyaç duyuldu. Onları bırakıp da, hay­vanlarımı otlaktan onlar uyuyuncaya kadar getiremedim. Sonra onlara süt sağdım. Dönünce onları uykuda buldum. Onlardan önce ne kendime, ne ehlime ve ne de kimseye akşam yemeği yedirmeyi hoş görmedim. Şafak söküp onlar uyanıncaya kadar, elimde kadeh, onların uyanışını bekledim. Sonra uyandılar ve sütlerini içtiler. Allah'ım! Ben senin vechini arzulamak için yapmışsam, bizi içinde bulunduğumuz bu durumdan kurtar ve bu kayayı önü­müzden kaldır!
O böyle deyince, kaya biraz kenara çekildi. Ancak, henüz çıkabilecekleri kadar değildi. Sonra diğeri şöyle dedi:
- Allah'ım! Amcamın bir kızı vardı, insanlardan en çok onu seviyordum. Onunla bir arada olmak istedim, fakat bana teslim olmaktan kaçındı. Aradan bir zaman geçince kıtlık başgösterdi. Bana geldi. Ben de kendisine, benimle beraber olmak şartıyla kendisine yüzyirmi dinar vereceği­mi söyledim. O da kendisini bana teslim etmek için en­gellemedi. Ben tam onunla münasebete geçecekken, bana şöyle dedi: "Ey Allah'ın kulu! Sana bekaretimi ancak hakkın olmadıkça helal kılmam! O böyle deyince, onunla ilişkiye girmekten utandım. Onu insanlar içinde en çok sevmeme rağmen, üzerinden kalktım ve kendisine verdiğim altınları da almadım. Allah'ım! Bunu senin vechini arzu etmek için yapmışsam, bizi içinde bu­lunduğumuz durumdan kurtar.
O böyle deyince, kaya biraz daha açıldı, ancak yine de çıkacakları kadar değildi. Üçüncüsü de şöyle dedi:
- Allah'ım! Ben bir vakit çalıştırmak için işçi tutmuştum. Birisi hariç, diğerlerinin hepsine ücretlerini vermiştim. Biri, kendisine ait olan hakkı bırakıp gitmişti. Ona ait o ücreti çalıştırdım. Öyle ki, ondan birçok mal oluştu. Ara­dan hayli zaman geçtikten sonra çıkıp geldi ve, "ey Allah'ın kulu, bana ait olan hakkımı verir misin?" dedi. Ben de ona, "bu gördüğün develer, inekler, koyunlar ve köleler, hepsi senindir" deyince "ey Allah'ın kulu, benimle alay mı ediyorsun?" dedi. "Seninle alay etmiyorum, hepsi se­nindir" dedim. O da o malların hepsini aldı, önüne katıp götürdü, hiçbir şey bırakmadı. Allah'ım! Bunu senin vec­hini arzu etmek için yapmışsam, içinde bulunduğumuz durumdan bizi kurtar.
- O böyle deyince, kaya tamamıyla mağaranın ağzın­dan çekildi. Onlar da çıkıp gittiler."[8]
Bu hadisten de anlaşıldığı gibi, bu üç mümin başlarına gelen sıkıntının şiddeti artıp başları dara girince, bu sıkın­tıdan Allah Azze ve Cellenin göstereceği bir yolun dışındaki bir yolla kurtulamayacaklarını anlamışlardır. Bunun üzeri­ne Allah Azze ve Celle'ye yönelen bu üç mü'min, ihlasla O'na dua etmişler ve bu sebeple de Allah rızası için işlemiş ol­dukları salih amellerini dile getirmişlerdir. Onlar rahatlık günlerinde Allah'ı tanıdıkları için, Allah da zor günlerinde onlara yardım etmiştir.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'den rivayet edilen bir hadiste de, şöyle denilmektedir: "Bollukta Allah'ı tanı ki, zorlukta da O seni yardımıyla tanısın."[9]
İşte o müminler de Allah Subhanehu ve Teala'ya bu amelleriyle tevessülde bulundular. Birincisi, anne ve ba­basına karşı yaptığı iyilik ve acımasıyla, onlara karşı duy­duğu güçlü şefkatle bu fevkalade konuma sahip olmuştu. Nebiler hariç hiçbir insanın, anne ve babasına bu şekilde davranacağını düşünemiyorum.
İkincisi, amcasının kızını bir erkeğin bir kadını sevebi­leceği en ileri düzeye kadar sevip istediğini, elde etmeye gücü yetmesine rağmen, amcasının kızının açlık ve yokluk sebebiyle kendisine teslim olmayı kabul etmesine rağmen, zina etmesine hiçbir engel kalmamasına rağmen, kızın son anda O'na Allah'ı hatırlatması üzerine, iffetli davran­masını vesile edip, Allah'a duada bulundu. O kadının kendisine Allah'ı hatırlatması üzerine, kalbi Allah Azze ve Ceüe'yi hatırlayıp korktu ve verdiği malı da ondan olmadı.
Üçüncüsü ise, kendisinden ücretini almadan giden iş­çisinin pirinç ve altın olarak almadığı hakkını, onun adına çalıştırıp artırarak birçok koyun, inek, deve ve köle aldı. Bu işçi, alacağına ihtiyaç duyup alacağı basit ücretini talep edince, yukarıda adı geçen malların hepsinin onun oldu­ğunu söyleyip mallarını almasını söyledi. Ancak, işçi bütün bu söylenenler karşısında dehşete kapıldı ve duyduklarına inanamadı. Fakat söylenenlerin gerçek olduğunu görün­ce, inanmak zorunda kaldı. Böylece bu malların hepsinin onun o basit ücretinden oluştuğuna kanaat getirdi. Sonra malını alıp hayret ve şaşkınlık içinde oradan ayrıldı.
Vallahi, bu iş sahibinin işçisine karşı bu iyi davranışı, fevkalade bir olaydır. Ve bir işçiye sunulabilecek ikram ve
korumanın son sınırıdır. Zannetmiyorum ki, bu kişinin yaptığının onda birine ezilmiş olan işçilerin hakkını sa­vunduğunu söyleyen ve bununla servetlerine servet katan, fakirlerin ve yoksulların sırtından geçinenlerin, ulaşmaları mümkün değildir. Bu üçüncü genç de bu ameliyle Allah Azze ve Cetie'ye dua edip tevessülde bulundu.
Bu üç insan, işte böylece salih amelleriyle Allah Azze ve Celle'ye tevessülde bulundular. Bu, onların çok seçkin bir tavrıydı. Onlar bu amellerini ancak Allah Azze ve Celle'nin rızasını elde etmek için yaptıklarını dualarında açıkça ifade etmişlerdi. Bununla geçici dünyanın nimetlerini ve acil bir çıkar veya mal istemediler. Onun için Allah Teala'dan sı­kıntılarını gidermesini ve onları bu zorluktan kurtarmasını istediler. Allah Subhanehu ve Teala da bu dualarını kabul etti, sıkıntılarını giderdi ve onlara bu apaçık kerameti gösterip, mağaranın ağzına yuvarlanan taşı üç kademede, tedrici olarak açtı. Onlardan her biri dua ettikçe, taş biraz çekili­yordu. Sonunda üçüncüsünün duasıyla taş tamamen ma­ğaranın ağzından çekildi ve onlar da böylece mutlak bir ölümden kurtulmuş oldular.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem,   Allah   Azze   ve Celle'den başka kimse bilmezken, O'nun izniyle gayb ale­minin bilinmezliklerinde olan bu harika kıssayı ümmetine anlattı. Ta ki Rasullerin ve Nebilerin ümmetleri arasında yaşamış olan örnek insanların faziletli amellerini tanıyalım ve onların haberlerinden ders alalım; böylece onlara uyup amellerini kendimize rehber edinelim.
Hiç kimse de kalkıp, "bu ameller bizim Peygamberimi­zin Risaletinden önce olmuştur. Usul ilminde de belirtildiği gibi, bu bizden önceki Şeriat ehline özgüdür. Bizi bağla­maz" diyemez.
Biz diyoruz ki, dikkat edilirse, Peygamber Efendimizin bu kıssayı anlatışı övücü bir üslupla olmuştur. Bu, Rasu-lullah Saihiiahu Aleyhi ve Seiiem'in onlar hakkındaki şehadeti-dir. Hatta, şehadet ve ikrar olmaktan da öte birşeydir. Zira, Onların işlemiş oldukları salih amelleri zikrederek Allah Azze ve Celle'ye bu amelede tevessülde bulunmaları örnektir. Bu anlatım ve ikrar tarzı, daha Önce geçen ayetlerin açıklamasından başka birşey değildir. Buradan da anlıyoruz ki, Şeriatler eğitim-öğretimde, insanları yön­lendirmede, hedef ve gayelerinde birbirleriyle uyumluluk arzetmektedir. Bunda da garipsenecek birşey yoktur. Çünkü bu Şeriatlerin hepsi aynı kaynaktan çıkmakta, ay­dınlığını aynı kandilden almaktadır. Özellikle insanların Rabb'Ierine karşı olan davranışlarıyla ilgili konularda böy­ledir. Böyle olaylar neredeyse birbirinin aynısı olurlar. Çok az ayrıntılarda farklılıklar arzedebilirler ki, bu da Allah Azze ue Celle'nin hikmetinin bir gereği olsa gerek.
 
 
Bunu şöyle örneklendirelim:
Bir müslümanın başına şiddetli bir darlık veya bela gel­diğini ve bu müslümanın da Allah Azze ve CeUe'ye karşı hata ettiğini düşünelim. Bu kimse, durumunu bildiği için, Allah Azze ve Celleye yönelmede güçlü bir sebebe yapışmak iste­mektedir. Bunun üzerine, salih amel sahibi muttaki bir insana veya Kitab ve Sünnet ilmine sahip faziletli bir kim­seye gider. Ondan, kendisi için Rabb'ine dua etmesini ister. Allah Azze ve Celleden, içinde bulunduğu sıkıntıya bir çıkış yolu göstermesi için, o muttaki ve salih kimsenin duasını ister. İşte bu, Şer'i olan tevessülün bir diğer türü­dür. Temiz Şeriat'ımızda bunun delilleri vardır. Şeriat bundan söz ettiği gibi, Sünnet-i Seniyye'de de bu konuda birçok örnek vardır. Hatta Ashab'dan bir çoğundan, bu konuda örnekler rivayet edilmektedir.
Enes b. Malik -Allah ondan razı olsun- rivayet ediyor:
"Bir cuma günü Allah'ın Nebisi hutbe irad ediyordu. Bedevilerden biri tam hutbe sırasında ayağa kalkıp Rasu-luilah'a bakarak; "ey Allah'ın Rasûlü! Çocuklar açlıktan öldü. Koyunlar ve atlar öldü. Allah'a dua et de bize yağmur versin" dedi. Allah Rasulü de bunun üzerine ellerini havaya kaldırdı. Öyle ki, koltuk altlarının beyazlığını gördüm. Şöyle dua etmeye başladı:
- Allah'ım! Bize yağmur ver! Allah'ım, bize yağmur ver! Allah'ım, bize yağmur ver!
Vallahi, biz gökte hiçbir bulut göremezken, aniden bir oulut kümesi belirdi. Göğün ortasına gelince yayılmaya başladı ve sonra da yağmur yağmaya başladı. Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bulutlar dağlar gibi olmadan Rasuiullah ellerini indirmedi. Allah Rasulü hutbesini bitirip inerken, sakallarından yağmur sulan sızıyor­du. Namazdan çıkınca, suları geçerek evlerimize vardık. O gün boyu yağmur durmadı. Ertesi gün, ertesi gün yine durmadı. Öyle ki, bir sonraki cumaya kadar yağmur yağdı. Medine'nin vadileri suyla doldu, taştı.
Aynı Arabi, Öbür cuma günü mescidde yine Rasulullah'ın karşısına dikilip, "ey Allah'ın Rasulü! Binalar yıkıldı. Hayvanlar suda boğulup gittiler. Allah'a dua et de, Allah artık yağmuru yağdırmasın" dedi. Bunun üzerine Rasulullah tebessüm etti ve ellerini kaldırarak şöyle dua etmeye başladı;
- Allah'ım! Dağların zirvelerine, çöllere, vadilerin de­rinliğine ve ağaçların bittiği topraklara yağmur gönder.
Eliyle bulutların bulunduğu yerlere işaret ettikçe, büyük bir çukur halinde bulutlar sağa sola dağılarak açılmaya başladı. Böylece bulutlar Medine'nin çevresinden sıyrıldı. Çevremizde yağmur tamamen kesildi. Namazdan, gün açmış olarak çıktık. Medine'deki vadi, yaklaşık bir ay sel­lerle dolup-taşıp aktı. Uzak bölgelerden ve çevreden ge­lenler arasında, yağmurların bereketli bir şekilde yağdığını anlatmayan kimse yoktu."[10]
Yine Enes b. Malik Radıyaiiahu Anh'ın Ömer İbnu'l-Hattab -Allah ondan razı olsun-'den rivayet ettiği diğer bir haber[11] de bu ne­viden sayılabilir:
Sahabe kuraklık çektiğinde Ömer İbnu'l-Hattab -Allah ondan razı olsun-, Abbas b. Abdulmuttalib'in duasını alarak yağmur talebinde bulunurdu. Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle dua ederdi:
Allah'ım! Biz senin Nebi'n ile sana tevesülde bulunur­duk. Sen de bize yağmur gönderirdin. Şimdi sana Nebinin amcası ile tevessülde bulunuyoruz. Bize yağmur ver.
Enes -Allah ondan razı olsun- diyor ki; ardından Allah bize yağmur gönderdi."
Ömer Radıyaiiahu Anh'ın, "biz sana senin Nebi'n ile tevessülde bulunuyorduk" ve "şimdi de Nebi'nin amcası Abbas ile sana tevesülde bulunuyoruz." demesinin anlamı şudur; "Biz, Nebi sağ iken, O'ndan bizim için dua etmesini istiyorduk. O'nun duasıyla Allah'a yaklaşmak istiyorduk. Şimdi O senin Ahiretine intikal etti. Bize dua etmesinin imkanı kalmadı. Bunun için de biz, Nebi'mizin amcası Abbas ile sana yöneliyor ve O'ndan bizim için dua etme­sini istiyoruz." Bunun anlamı budur. Yoksa, bunun anlamı; "senin Nebi'nin makamını vesile ederek sana dua ediyo­ruz" veya Nebi öldükten sonra da, "Allah'ım, Abbas'm senin katındaki makamı hatırına bize yağmur gönder" demek değildir. Böyle bir dua bid'attır. Selef-i Safihin'den (Allah onlardan razı olsun), hiç kimse böyle bir duada bu­lunmamıştır. İleride bu konuda daha geniş açıklama gele­cek İnşaaliah.
Hafız İbni Asâkir Rahimehuliahu Aleyh, "Tarih"inde {18/ 151) sahih bir senetle [12] Tabiin neslinden büyük insan Selim b. Âmir el-Habairi Rahtmehuifohu Aleyh'ten şöyle riva­yet ediyor:
"Muaviye b. Ebi Süfyan zamanında halk istiska (yağ­mur) için dua istiyorlardı. Muaviye minbere oturunca "Yezid Ibnu'l-Esved el-Cureşi nerede?" dedi. İnsanlar da O'na seslendiler. Bunu duyan Yezid, insanları yara yara minbere doğru ilerledi. Muaviye O'na, minbere çıkmasını söyledi. Yezid minbere çıktı ve Muaviye'nin ayaklarının dibine oturdu. Muaviye o oturduktan sonra şöyle dua et­meye başladı: "-Allah'ım! Biz bugün, sana en hayırlı ve en faziletlimizle şefaatini diliyoruz. Allah'ım! Bugün Yezid İbnü'l-Esved'le senin şefaatini talep ediyor, O'nu şefaatçi kılıyoruz. Ey Yezid, ellerini havaya kaldır" deyince, Yezid ellerini havaya kaldırdı. Camide bulunanlar da ellerini kaldırdılar. Çok geçmeden batıdan bir bulut belirdi ve ar-dsndan bir rüzgar esmeye başladı. O bulut öyle bir yağmur yağdırdı ki, neredeyse insanlar evlerine gidemeyecekti."
Yine İbn-i Asâkir'in sahih bir senetle yaptığı rivayete göre; ed-Dehhak b. Kays, insanlara yağmur duasına (na­mazına) çıkmıştı. Yezid İbnü'l-Esved'e, "ey gözü yaşlı adam, kalk!" dedi. Bir rivayete göre de O üç kez dua et­mişti ki, müthiş bir yağmur yağmaya başladı. Neredeyse hepsi boğulacaktı.
İşte, Muaviye bile Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem İle tevessülde bulunmuyor. O ancak, salih bir insanla Allah Azze ve Celle'ye tevessülde bulundu. O salih insan da, Yezid İbnü'l-Esved idi. Ondan kendilerine yağmur yağdırması için Allah Azze ve Ceiieye dua etmesini istedi. Allah Teba-reke ve Teala da O'nun duasını kabui buyurdu. Aynı olay et-Dahhak b. Kays zamanında da vuku buluyor.
 
 
Daha önce de açıkladığım gibi, Şer'i olan tevessül, hakkında Kitab ve Sünnet'te delil bulunan ve Selef-i Salihin'in amel ettikleri tevessüldür. Bu da üçtür:
1- Allah Azze ve Ce/Ze'nin isimlerinden bir isimle veya sı­fatlarından bir sıfatla tevessülde bulunmak.
2- Dua edenin, işlemiş oduğu bir salih amelle tevessül­de bulunması.
3- Salih bir insanın duasıyla tevessülde bulunmak.
Bunun dışındaki tevessül türlerinde ise alimler arasında ihtilaf çıkmıştır. Biz, Bu üç türün dışındaki tevessülün caiz olmadığına inanıyoruz. Zira bunların dışındakine delil ola­bilecek herhangi bir şey yoktur. Bu üç türün dışındaki te­vessül yollarını İslam'ın ilk çağlarındaki alimlerin hepsi inkar etmişlerdir. Ancak Ahmed b. Hanbel'in, _sadece Allah Rasulü ile tevessüle bir dördüncü yol_olarak cevaz verdiği bilinmektedir, imam eş-Şevkani de, Rasulullah'ı, Peygamberleri ve salih insanları vesile ederek tevessülde bulunmanın caiz olduğunu söylemiştir.
Fakat, bütün ihtilaflı meselelerde olduğu gibi, delil bizi nereye götürürse, oradayız. Ne insanlardan bazısına körü körüne taassupla bağlanır, ne de inanmamız gereken bir gerçek varken bir insanın yanında gereksiz yere tavır alı­rız. Biraz yukarıda da gördüğümüz gibi, doğrudan doğruya bir insana tevessülde bulunmak mahzurludur. Doğru olan görüş budur. Bu doğrudan doğruya bir insana tevessülde bulunmanın cevazı konusunda kendisiyle amel edilecek ciddi bir delil bilmiyoruz. Bunun aksini savunanları, Kitab ve Sünnet'ten açık ve sahih bir delil getirmeye çağırıyoruz. Ancak, görüşlerini destekleyebilecek bir delil bulup getir­meleri mümkün değildir. Biraz sonra onlara cevap ver­meye çalışacağız.
Kur'an'da varid olan çokça dua vardır. Bu dualardan hiçbirinde ne makamı, ne hürmeti için, ne hakkı ve ne de kullardan herhangi birinin yeri için dua yoktur. Buna örnek olarak, Kur'an-ı Kerim'den bazı duaları burada zikredelim:
"... Rabbimiz! Unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımız­dan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabb'imizî Bize, bizden öncekilere yüklendiğin gibi ağır yük yükleme. Rabb'imiz! Kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge. Sen bizim Mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et"(Bakara, Ayet-. 286)
"... Rabb'imizî Bize dünyada da iyilik ver. Ahiret'te de iyilik (ver). Ve bizi ateşin azabından korul. "(Bakara Sûresi,
Ayei: 201)
"Dediler ki: Biz Allah'a tevekkül ettik. Rabb'imiz! Bizi zulmeden bir kavim için bir fitne (konusu) kılma. Ve bizi, kafirler topluluğundan rahmetinle kurtar."(Yunus, Ayet: 85-86)
"Hani İbrahim şöyle demişti: (Rabb'im), bu, beldeyi güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putiara kulluk etmekten uzak tut. Rabb'im! Gerçekten onİar insanlardan bir çoğu­nu şaşırtıp-saptırdı. Bundan böyle kim bana uyarsa, artık o bendendir. Kim de bana isyan ederse, eibette sen ba­ğışlayansın, esirgeyensin. Rabb'imiz! Gerçekten ben, ço­cuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yakınında ekini ol­mayan bir vadiye yerleştirdim. Rabb'imiz! Dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım). Böylelikle sen, insan­ların bir kısmının kalplerini oniara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki, şükrederler. Rabb'imiz! Şüphesiz sen, bizim saklı tuttuklarımızı da, açığa vurduklarımızı da bilirsin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Hamd Allah'a aittir ki, O bana ihti­yarlığıma rağmen İsmail'i ve Ishak'ı armağan etti. Şüphesiz Rabb'im, gerçekten duayı işitendir, Rabb'im! Beni nama­zımda) sürekli kıl. soyumdan olanları da... Rabb'imiz! Duamı kabul buyur. Rabbi'imiz! Hesabın yapılacağı gün, beni anne-babamı ve mü'minleri bağışla! "(ibrahim Sûresi, Ayet-. 3541)
Musa Aleyhisselam Kur'an'da nasıl dua ediyordu?
"Dedi ki: Rabb'im! Benim göğsümü aç. Bana işimi ko-laylaştır. Dilimden düğümü çöz. ki söyleyeceklerimi kav­rasınlar. "(Taha Suresi, Ayet: 25-28)
Çeşitleri ve Hükümleri
"... Rabb'imiz! Cehennem azabını bizden geri çevir. Gerçekten, onun azabı ödenmesi kaçınılmaz bir borç (veya Sürekli bir aCldir).."(Furkan Sûresi, Ayet: 65)
Kur'an-ı Kerim'de, kimisini Allah Azze ve Cellenin bize öğrettiği ve kimisini de bazı Peygamberlerinin ve veli kul­larının dilinden bize haber vererek zikrettiği birçok müba­rek dua vardır. Bizim de öyle dua etmemizi istemiştir. Buradan da açıkça anlıyoruz ki, mutaassıp birçok insanın etrafında gürültü kopardıkları ve kendilerine muhalif olanlara düşmanlık besledikleri bid'at türünden hiçbir te­vessül yoktur.
Sünnet-i Seniyye incelenirse görülür ki; Allah Azze ve Celle'nin, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem için razı olduğu ve O'na öğrettiği, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in de faziletlerini, iyilik ve hayrını bize tavsiye ettiği duaların hepsi de, Kur'an-ı Kerim'deki dualara uygundur ve daha önce işaret ettiğiniz bid'at olan tevessülden uzaktır. Örnek olsun diye burada bazı Nebevi duaları zikretmekte fayda vardır. Bu dualardan en önemlilerinden biri, "istihare" du-asıdır. Rasulullah Saiiaihhu Aleyhi ve Sellem, Ashab'ına, tıpkı Kur'an öğretir gibi başlarına bir iş gelip de kederlendikle­rinde nasıl istiharede bulunacaklarını öğretirdi:
"- Allah'ım! Senin ilminle sana istihare ediyorum, kud­retinle bana yardım etmen için yüce olan ikramından (fazlından) istiyorum. Senin gücün her şeye yeter. Benim ise yetmez. Sen bilirsin, ben bilmiyorum. Sen görünme­yeni çok bilensin. Allah'ım, sen bilirsin! Eğer bu iş benim dinim, yaşayışım ve işimin sonu için, bu işin acil olanı ve geç olanı için hayırlı ise; bana onu takdir buyur. Sonra bana onu kolaylaştır ve onu benim için bereketli kıl. Allah'ım, sen bilirsin! Eğer bu iş benim dinim, yaşayışım, işimin sonu, işimin acil olanı ve geç olanı hakkında şerli ise, onu benden uzaklaştır, beni de ondan. Hayır nede ise onu bana takdir buyur. Sonra da beni ona razı kıl."[13]
"Allah'ım! Benim dinimi ıslah eyle. Ki o dinim benim işimin muhafazasıdır. İçinde hayatım olan dünyamı da ıslah eyle. Dönüş yerim olan Ahiret'imi de ıslah eyle. Benim için hayatı, her hayrın fazlasıyla bulunduğu bir hayat kıl. Benim ölümümü de her şeyden uzak kıl."[14]
"Allah'ım! Senin gayba dair olan ilminle, yarattıklarının üzerindeki kudretinden diliyorum. Hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni hayatta bırak. Ölüm benim için senin ilminde hayırlı ise, benim ruhumu al!"[15]
"Allah'ım! Ben senden hidayet, takva, iffet ve kanaat dilerim."[16]
"Allah'ım! Bize, senin haram kıldığın günah ile bizim aramıza girecek, korkundan ve Cennet'ine ulaştıracak itaatinden bir nasib ayır."[17]
"Ey Cebrail'in, Mikail'in, İsrafil'in ve Muhammed'in Rabb'i olan Allah'ım! Cehennem azabından sana sığınırız."[18]
Bunların benzen hadisler Sünnet'te çoktur. Sünnet'te sabit olan hiçbir duada, bid'at nevinden olan veya bid'at ehlinin kullandığı hiçbir ifade yoktur.
İşin garip tarafı, tevessülde bid'ad sahibi olanlar, Sün­net'te sabit olan meşru tevessülden neredeyse hiçbirini kullanmamaktadırlar. Hakeza, Kitap ve Sünnet'te sabit olan meşru tevessülü de insanlara öğretmezler. Buna karşılık onların, kendi kendilerine uy­durdukları dualara, Allah Azze ve Celle'nin meşru kılmadığı ve Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in yapmadığı teves­süllere başvurduklarını görürsünüz.
Oysa bunların başvurdukları tevessülün hiçbirini Selef-i Salihin'in ve üç övülmüş asır olan Sahabe, Tabiin ve Tebeü't-Tabiin asrındaki ilim ehlinin kullandığını göremezsiniz.
Bu konuda söylenebilecek en az şey, tevessül konusunun ihtilaflı olduğudur. Bu kimseler hakkında Allah Azze ve Cel/e'nin sözü ne kadar da doğrudur: "Aşağı olanı, hayır olanla mi değiştiriyorSUnUZ?''(Bakara Sûresi, Ayet: 61)
Tabii'nden mübarek insan Hassan b. Atiyye el-Muharibi'nin sözlerini doğrulayıcı bir şahid nitelikte bu aktardıklanmız. O şöyle diyor:
"- Hiçbir topluluk dinlerinde bir bid'at ortaya atmış ol­masınlar ki, Allah da onlann Sünnet'inden benzerini çekip almasın. Ondan sonra da Kıyamet gününe kadar bunu onlara geri çevirmez."[19]
Bid'at olan tevessülleri inkar eden yalnız biz değiliz. Aslında, büyük imamlar ve alimler bunu inkar etmişlerdir. İmam Ebu Hanife Rahimehullahu Aleyh'in mezhebinde bu konuda yeterli açıklamalar vardır.
Dürri'I-Muhtar'da, 2. cilt 630. sayfada şu zikredilmek­tedir: "Ebu Hanife'den zikredildiğine göre, hiç kimsenin Allah'tan başka biriyle Allah'a dua etmesi gerekmez. Mü­saade edilen ve emredilmiş olan dua, Allah'ın şu, "Allah için güzel İsimler vardır. O'nu o isimlerle çağırınız" aye­tinden yararlanılarak yapılandır."
İk Fetavay-ı Hindiyye'de de, 5. cilt 280. sayfada bunun benzeri vardır. El-Kuduri, "Şerhu'l-Kerhi" adlı büyük fıkıh kitabının "Kerahet Babı"nda şöyle der:
- Bişr İbnu'l-Velid diyor ki, Ebu Yusuf bize Ebu Hanİ-fe'nin şöyle dediğini söyledi: "Bir kimsenin, Allah'tan başka bir şeyle Allah'a dua etmesi gerekmez. Ben, dua edenin, "arşının izzet makamları veya kullarından falanın hakkı için" diye dua etmesini kerih görürüm." Ebu yusuf ise,"Arş'ın izzet sahibi Allah'tır.   Bunu kerih görmem" diyor. Ancak yine Ebu Yusuf; "falanın hakkı için veya Peygamberlerden birisinin hakkı için veya Harem-i Şerif yahut Meş'ar-i Haram hakkı için dua edilmesini kerih gö­rürüm" demiştir.
El-Kuduri yine devamla şöyle diyor:
- O'nun kullanndan birisinin hakkı için dua etmek caiz olmadığı gibi, herhangi bir mahlukun Allah üzerinde bir
hakkı yoktur.
Şeyhülislam İbn Teymiyye, "el-Kaidetü'1-Celiîe" adlı ki­tabında bunları iktibasla zikretmiştir. Ez-Zebiydi ise "İhya" şerhinde şöyle diyor:
- Ebu Hanife ve iki arkadaşı, kişinin "Ya Rabb'im! Senden falanın veya peygamberlerden bir Peygamberin, Harem-i Şerifin yahut Meş'ar-ı Haram'ın veya benzeri bir şeyin hakkı için" diye dua etmesini kerih görmüşlerdir. Zira hiçkimsenin Allah üzerinde bir hakkı yoktur.
Ebu Hanife ve Muhammed dua edenin, "Allah'ım, ben senden senin Arş'ının izzet makamları (düğümleri) ile dua ediyorum" demesini kerih görmelerine rağmen,   Ebu Yusuf bu konuda kendisine bir "eser" ulaştığı için bunu caiz görmüştür.
 
Biz de diyoruz ki: Bu "eser" batıldır, sahih değildir.; Bunu İbnu'İ-Cevzi, "el-Mevduat" adlı kitabında zikretmiştir.! Diyor ki: "bu hadisin mevzu (uydurma) olduğunda şüphe ı yoktur." Ez-Zeylai, "Nasbu'r-Raye"de bunu ikrar etmiştir.' Dolayısıyla bu hadisle ihticac'da bulunulamaz. Ebu i Yusuf'un "herhangi bir kimsenin, "senden Arş'ının izzet i düğümleriyle istiyorum" demesi, aslında Allah'ın sıfatla- i rından bir sıfata racidir" demesi, meşru olan tevessüle de- j lildir. Biz daha önce bunun meşru olduğuna değinmiştik, j Bu, başka delillerle de sabittir. Nitekim İbnu'1-Esir şöyle diyor: "Arş'ın izzetine layık özelliklerle senden istiyorum." i demesi, aslında Allah'ın Arş'ının sahip olduğu özelliklerle Allah'a dua etmektir. Bunun gerçek anlamı, "Arş'ının iz zetiyle" demektir. Ebu Hanife'nin öğrencileri bu sözden nefret ederler.
Bu açıklamanın ilk bölümüne göre, "meakidu'1-iz"; Arş'ın sahip olduğu özelliklerdir. Bu da Allah Azze ve Celle'nin sıfatlarından bir sıfatla O'na tevessül etmek oldu­ğundan, caizdir.
Açıklamanın ikinci yönüyle ise, "Allah'ın izzetinin Arş'taki yerleri" demek, yaratılmış olan bir şeyle tevessül etmektir ki, işte bu caiz değildir. Her halükarda, bu hadis hakkında daha önce yaptığımız açıklama yeterli olduğun­dan ve hadis de sabit olmadığından, daha fazla araştırma ve tevile gerek kalmamaktadır.
 
 
Bu konuda itirazı olanlar bazı şüpheleri öne sürüyorlar. Yanlış görüşlerini desteklemek, bu görüşlerinin sahih ol­duğunu ispatlamak ve meseleyi halk nezdinde bulandır­mak için birçok evhamlar sergiliyorlar. Biraz sonra bu konuda karşımıza çıkan şüpheleri birer birer ortaya koyup, ilmi bir şekilde, ikna edici olacak biçimde cevap vereceğiz inşaallah. Bu cevaplarımız, daha önce sözünü ettiğimiz görüşlerimizle uygunluk arzedecek; insaf sahibi ihlash bir insanı ikna edecek ve batıl bir yöntemle bize yapılan iftiraları yok edecektir. Tevfik yalnızca Allah Azze ve Cemdendir,
 
Birinci Şüphe                                                
 
Muhaliflerimiz, şahısların mevki, makam ve haklarıyla tevessülde bulunmayı daha önce zikri geçen Enes Hadisi­ne dayanarak delil getirmeye çalışıyor. Bilindiği gibi bu hadiste geçtiği üzere; Ömer İbnü'I-Hattab Radıyaliahu Anh, kıtlık olunca, Abbas b. Abdulmuttalib RadıyaUahu Antiın du-asıyla istiskada bulunurdu: "Allah'ım! Biz senin Nebi'nle sana tevessülde bulunuyorduk, sen de bize yağmur veri­yordun. Şimdi sana Nebi'mizin amcasıyla tevessülde bulu­nuyoruz. Bize yağur ver" dedi. Allah da yağmur verirdi.[20]
Bu hadisten anladıkları, Ömer Radıyaiiahu Anh'm teves­sülünün, Abbas Radıyattahu Anh'm makamından dolayı oldu-ğudu. Zira O'nun Allah katında bir yeri vardır. Ömer Radı-naUahu Anh'm tevessülü, sanki sadece Abbas Rad^aibhu Anti duasında zikretmesi ve O'ndan, Allah'ın O'nun için yağ­mur vermesini dua ile istemesidir. Sahabe de bunu onay­lamıştır. Onların bu zanlarının hülasası şudur:
"Ömer RadyaUahu Anh'm RaSUİUİlah Sallailahu Aleyhi ve Sel/em'i bırakıp Abbas Radıyattahu Anh'a yönelmesinin sebebi, Rasulullah yerine Abbas'a tevesül etmesidir, Bu da en fa­ziletli kimse varken, ondan daha az faziletli olana tevessüle delildir." Onların bu anlayışları ve hadisi bu şekilde yo­rumlamaları, birçok bakımdan hatalıdır.
1- İslam Sedat'ında nasların bazısı, diğer bazısını yorumlar. Herhangi bir nas'dan, aynı konuda varid olan diğer naslardan uzak olarak birşey anlayamayız. Bu ne­denle, Ömer Radıyaüahu Anh'm tevessül hadisini de, ancak bu konuda sabit olan diğer rivayet ve hadislerin ışığında, hepsini bir araya getirip inceleyerek sağlıklı bir biçimde anlamak mümkündür.
Biz ve muhaliflerimiz, Ömer Radıyaihhu Anh'm tevessü­lünde "biz senin Nebi'nle sana tevessülde bulunuyorduk. Şimdi ise Nebi'mizin amcasıyla sana tevessülde bulunuyo­ruz" dediğinde müttefikiz. Ancak, Ömer Radıyaifchu Antim sözünde çıkarılmış bir yer var. Bu zikredilmeyen ibare ya "biz senin Nebi'nin (makamı) ile sana tevessülde bulunu­yorduk. Şimdi de sana Nebi'mizin amcasının (makamıyla) tevessülde bulunuyoruz." İbaresidir, ki bu onların görüşüne göredir; ya da şöyledir: "Biz sana, senin Nebi'nin (duasıyia) tevessülde bulunuyorduk. Şimdi de senin Nebi'nin amca­sının (duasıyia) tevessülde bulunuyoruz."
Şüphesiz Ömer Radıyaiiahu Anh'm sözünün hangi mahi­yette olduğunu anlayabilmemiz için, bu iki durumdan bi­rini tercih etmemiz gerekmektedir. Bunun için de, hangi konumun doğru olduğunun anlaşılması ve Sahabe-i Kiram'm Rasuluilah Saiialhhu Aleyhi ve Seiiem'e nasıl tevessül ettiklerinin öğrenilmesi için, Sünnet-i Seniyye'ye başvuracağız.
Acaba Sahabe kuraklık ve kıtlıkla karşı karşıya kaldıklannda, her biri kendi evinde veya başka yerlere kapanıp kalırlar mıydı? Yoksa, Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Seiiem onlarla beraber olmadığı halde, bir araya gelip, dualarında "Allah'ım, Nebi'n Muhammed ve O'nun hürmeti ve senin katında olan makamı için bize yağmur ver" mi diyorlardı? Yahut da bizzat Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi ue Sellem'e gidi­yorlar ve O'ndan, kendileri için dileklerinin kabul edilmesi için Allah Teala'ya tazarru ile yalvarmasını mı istiyorlardı?
Birinci duruma gelince; ne Sünnet'te ve ne de Allah Teala onlardan razı olsun, Sahabe'nin amellerinde böyle birşey yoktur. Halef alimlerinden veya tarikatçılardan herhangi birisi, Sahabe'nin tevessülünün, dualarında Ra-suluilah'ın adını zikredip Allah'tan, O'nun hakkı ve kadri için dilekte bulundukları şeklinde olduğunun isbatına dair bir tek delil getiremezler.
Aksine, Sahabenin işlediği amelin mahiyeti, Sünnet kitaplarında bu konuda birçok rivayeti olan ikinci durum­dur. Sahabe-i Kiram'ın Rasulullah Saihlhhu Aleyhi ve Seilem'e tevesül etmeleri, başlarına gelen bir belanın savuşturul-ması veya ihtiyaçlarının giderilmesi için, Rasulullah Saliai-hhu Aleyhi ve Seilem'e gidip, doğrudan doğruya O'nun kendi­leri için Allah Azze ve Celle'ye dua etmişini istemek şeklindedir. Bu konuda Allah Teaia'mn şu ayeti bizi aydınlatıyor: .   
"... Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlanma dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı."(Nisa Sûresi, Ayet-. 64)
Yukarıda da değindiğimiz gibi, bunun örneklerini gör­dük. Arabi'nin, Allah Rasulü Salhifahu Aleyhi ue Seiiem Cuma hutbesinde iken, durumlarının zorluğunu ve topraklarının verimsizleşip hayvanlarının helakini şikayet ederek, O'ndan Allah Subhanehu ve Teata'nm içinde bulundukları du­rumdan onları kurtarması için dua ekmesini istemesi, buna örnektir. İşte Allah Azze ve Ce/fe'nin, "andolsun size içiniz­den, sıkıntıya düşmeniz O'nun gücüne giden, size pek düşkün, mü'minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gel-miştir'Vreobe Sûresi, Ayet: 128) ayeti de bunu bize açıklamak­tadır. Allah Rasulü Saiiaiiahu Aleyhi ve Setlem, O Arabi'nin is­teğine karşılık Rabb'ine dua etti. Rabb'i de Nebi'sinin duasını kabul etti ve kullarına acıdı. Rahmetini yayıp, ölü hale gelen ülkeyi yağmurla canlandırdı.
Bunun benzeri bir örnek de, bir diğer Arabi'nin -ki bunun da önceki kişi olması ihtimali vardır-, Rasulullah Saihiiahu Aleyhi ve Seilem'e ikinci cuma gelip, yolların yağ­murdan kesildiğini, binaların yıkıldığını, hayvanların helak olduğunu   Söyleyip,   Rasulullah   Sallallahu Aleyhi ve Sellem'lU yağmuru durdurması için Allah Azze ve Celle'ye dua etmesini istemesidir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Seiiem de yine o Arabinin isteğine icabet ederek Allah Azze ve Celle'ye dua etti; Allah Teala da O'nun duasını kabul etti.
Buna bir diğer örnek de, Aişe Radıyalfahu Anha'mn rivayetidir:
- İnsanlar Rasululîah'a gelip, yağmur yağmamasından şikayet ettiler. Rasulullah da "NamazgahT'a bir minber koymalarını buyurdu. İnsanlann namaz yerine çıkacağı günü söyledi. Sonra Rasuluflah, tam güneşin bir ucu gö­rünürken, gelip minberin üzerine oturdu. Önce tekbir ge­tirdi, sonra Allah'a hamdda bulundu. Ve şöyle dedi: "Siz beldelerinizde yağmur olmadığından, yağmurların her za­manki yağış zamanından geciktiğini söyleyip şikayet etti­niz. Allah size, O'na dua etmenizi emretti. O'na dua edi­niz. O, size karşılık vereceğine söz verdi."[21]
Bu örneklerden, Rasulullah Saihiiahu Aleyhi ve Seiiem ile Ashabının zamanında meydana gelen olaylardan kesin­likle ve tartışma kabul etmeyecek şekilde, Rasululiah'a Selefe ve salihlere tevessül etmenin usulünün şöyle oldu­ğunu anlıyoruz:
Kişi, tevessülde bulunacağı kimseye veya salih insana gelir, ona durumunu arzeder ve kendisine dua etmesini ister. O kimse de, dua isteyen kişi için dua eder. Sonra da Allah Teaia ve Tebareke, dilerse dua edenin duasını kabul eder.
2- Anlamını açıklamaya çalıştığımız tevessül, o gün in­sanların hayatlannda tanıdıkları ve bildikleri tevessüldür. Mesela bir insan, herhangi bir kurumda bir işi olur da o işini yapmak isterse, bu kurumda kendi işiyle ilgili müdür veya şefe gider ve ona durumunu açıklar. O da, sorumlu olan kişiye nakletmek için aracı olarak o kişinin işini hal­leder. İşte böyle bir durum, eskiden beri Araplar arasında bilinen bir tevessüldür.
Mesela birisi, "ben falancaya tevessülde bulundum" derse, bununla kendisine gidip konuştuğu ve -ihtiyacını arzettiği kimsenin, işinin görülmesi için lüzumlu kişiyle konuştuğunu ve onun da İhtiyacını gördüğünü söylemiş olur. Böyle bir durumda hiç kimse, bundan, o yardımı is­teyen kişinin işi görecek esas sorumluya giderek, "yardım istenen" kişiyi kasıtla, "falan aracımın hakkı için veya onun senin nezdindeki hatırı için ihtiyacımı gör" demek istedi­ğini çıkarmaz. Bunu böyle anlaması da gerekmez.
Tıpkı bunun gibi, Allah Azze ve Ceiie'ye tevessülde bulun­mak için bir salih insana başvurulması, onun zatına veya bedenine değil, aksine onun duası, tazarruu ve Allah Azze ve Ceiie ile istiğasesine başvurulması demektir. Bu, dolayı­sıyla Ömer Radıyaiiahu Anh'm, "Allah'ım, biz sana senin Nebi'nle tevessülde bulunur, sen de bize yağmur verirdin" sözünün anlamıdır. Yani, "yağmur kesildiğinde biz Allah'ın Nebi'sine gider ve O'ndan, bizim için Allah'a dua etmesini dilerdik" demek istiyor.
3- Bu söylediğimizi Ömer RadıyaUahu Anh'm, "şimdi ise biz sana Nebinin amcası ile tevessülde bulunuyoruz. Bize yağmur ver" sözü daha iyi açıklamaktadır. Yani "biz Nebi'mizin vefatından sonra O'nun amcası Abbas'a gider, O'nun biz yağmur vermesi için Rabb'imize dua etmesini isterdik" demek istemektedir.
Acaba Ömer Radıyailahu Anh'm RaSUİUİİah Sallallahu Aleyhi ve Seikm'i bırakıp Abbas Radıyaiiahu Anh'a tevessül etmesinin anlamı nedir? Halbuki Abbas Radyatiahu Anh'm makamı, ne olursa olsun Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Seiiem'in makamı­nın yanında sözü bile edilemez.
Bunun bize göre cevabı ise şudur: Çünkü Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Seilem'in Ölümünden sonra, O'na tevesül etmek mümkün değildir. Böyle olunca, Sahabenin O'nun kabrine giderek durumlarını anlatmaları ve O'ndan kendi­leri için dua etmesini istemeleri de düşünülemez elbette. Çünkü o artık Rabb'inin yüce civarına göç etmiştir. O şimdi Allah Azze ve Ceiie den gayn kimsenin bilemeyeceği bir hal içerisindedir. Bu durumda nasıl olur da onlar Allah Rasulü SaUaihhu Aleyhi ue Se//em'den kendilerine dua etmesini ve o haldeyken şefaat etmesini bekleyebilirler? Allah Azze ue Celle'nin buyurduğu gibi, "Onların önlerinde yeniden di-riltilecekleri güne kadar berzah vardır.'YAta'mmün sûresi, Ayet 100)
Bunun için Ömer Radıyatlahu Anh, o asil Arabi, Rasulullah u Aleyhi ve Seiiem ile birçok durumlarda beraber olmuş ve O'nu hakkıyla tanıyan, dinini gerçekten anlayan ve Kur'an-ı Kerim'de birçok ayet ile tasdik edilen insan; Ra-sululiah Sailailahu Aleyhi ue Seiiem'e değil de, O'na yakınlığı, dininde, salah ve takvasıyla bilinen amcası Abbas Radıyaiia-hu Anh'a tevessül etti. Ve O'ndan, Allah Azze ve Celle'nin yağmur vermesi için duasını talep etti. Eğer Rasulullah SaUaihhu Aleyhi ue Sellemin vefatından sonra kendisiyle te­vessülde bulunmak mümkün olsaydı, Ömer Radıyaliahu Anh veya başkalarının O'nu bırakıp diğer birisine tevessül et­meleri düşünülebilir miydi? Ve böyle bir şey olmuş olsaydı, Sahabenin, Ömer Rad,Vaiiahu Anh'm yaptığını ikrarla kabul etmeleri mümkün müydü? Çünkü Allah Rasulü Sailailahu Aleyhi ue Seiiem'e tevessül yapılması gerekirken, Ömer Radı-yaihhu Anh'm bunu bırakıp başkalarına tevessülde bulun­ması, sanki namazda Rasululîah'a uymak gerekirken gidip başkasına uyması gibidir. Zira Sehl b. Said es-Saidi Radı­yaliahu Anh'm hadisinde görüldüğü üzere, Rasulullah Saüaiia-hu Aleyhi ve Seiiem'm değerini ve makamını Sahabeden daha iyi bilip takdir edecek kimse olamazdı: Selh b. Said es-Saidi'nin hadisi şöyledir:
- Birgün Allah Rasulü, Amr b. Avf oğullarına gidip, onların arasını bulmak istemişti. Bu arada namaz vakti gelmişti. Müezzin ezan okuduktan sonra, Allah Rasulü Ebubekir'e "gidip cemaatle namaz kılar mısın?" dedi. O da kabul edip, müezzinin ikametinden sonra imam oldu. Biraz sonra Allah Rasulü gelerek safa katıldı. Bu sırada
Sahabeler, ellerini ellerinin üzerine vurmaya başladılar. Ebubekir namazında sağa sola kesinlikle dönmezdi. Ce­maat ellerine vurmaya devam edince, dönüp baktı. O zaman Allah Rasulü'nü gördü. Allah Rasulü O'na işaret edip, yerinde kalmasını istedi. Bunun üzerine Ebubekir ellerini havaya kaldırıp, Rasulullah'ın kendisine emretti­ğinden dolayı Allah'a hamdetti. Sonra Ebubekir geriye çekilip safa katıldı, Allah Rasulü ileriye geçerek namazı kıldırdı. Namazdan sonra, "ey Ebubekîr, sana emrettiğim­de neden yerinde kalmadın?" dedi. Ebubekir de, "Ebu Kuhafe'nin oğluna, Allah Rasulü'nün önünde namaz kıl­dırmak yakışmazdı da ondan" dedi.[22]
Görüldüğü gibi, Rasulullah SaUaitahu Aleyhi ve Senem gelin­ce, Sahabe Ebubekir Radıyaiiahu Antim kendilerine namaz kıldırmasını kabul edemedi. Hakeza Ebubekir Radıyaliahu Anh'm da gönlü Allah Rasulü Saiiaiiahu Aleyhi ve Seliem O'na yerinde kalmasını emretmesine rağmen, Rasulullah'ın önünde imamlık yapmaya razı olmadı. Peki neden? Çünkü onlar, Rasulullah Saiialiahu Aleyhi ve Seitemm hakkını ve faziletini biliyorlar, O'na sonsuz saygı ve edeb duyuyorlardı.
Mümkün olmasına rağmen ve namaza başladıkları halde Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi ve Se//em'den başkasına uymaya razı olmayan Sahabe, nasıl olur da yine mümkün olduğu halde Rasulullah Saitaiiahu Aleyhi ve Seiiem'm vefatın­dan sonra gidip de başkasına tevessül eder? Dikkat eder­seniz, Ebubekir Radıyaliahu An/ı, RaSUİUİlah Satlaltahu Aleyhi ve Se//em'in gelip namaza durduğunu görünce, Sahabe'nin kendisine   uymasına razı olamadı. Doğal olarak, Abbas Radıyollahu Anh da eğer RaSUİUİlah Saiialiahu Aleyhi ve Seilem'e tevessül edilmesi gerekseydi, Sahabe'nin gelip O'nunla tevessülde bulunmasına razı olmazdı.
Bu diğer bir yönden de, Şu anda Rasulullah Aleyhi ve Sellem'in kabrinde, bizim canlı olduğumuz gibi canlı olduğunu söyleyenlerin düşüncelerinin de değersizliğine delildir. Eğer bu böyle olsaydı, nasıl olur da Rasulullah Saihihhu Aleyhi ve Sellem dururken Sahabe OYıu bırakıp da namazda başkasına uyarlardı? Zira O'ndan başkası, O'nun yerini tutamazdı. Hem, canlı biri niye mezarda olsundu ki?!..
Artık hiç kimse bundan böyle, Rasulullah Saiialiahu Aleyhi ve Se/Jem'in; "Ben kabrimde taptaze diriyim. Kim bana selam verirse, ben de ona selam veririm" hadisini ileri sürüp itirazda bulunamaz. Bu hadisten anlaşılan şudur: "Rasulullah Saiidtahu Aleyhi ue Sellem kabrinde diri ve canlıdır, bizim gibi bir hayat yaşamaktadır. Eğer biz O'na tevessül­de bulunursak, O bizi duyar ve bize cevap verir. Böylece gayemiz ve isteğimiz yerine gelmiş olur. O'nun sağ olup olmaması arasında hiçbir fark yoktur." Ancak bu görüşe sahip olanların, bizim dediklerimize iki nedenle karşı çıkma haklan yoktur:
Birinci neden, adı geçen hadisin durumudur. Bu hadi­sin, mezkur lafızla sabit olan bir aslı yoktur. Hatta, "tap­taze" dîye bir lafız hiçbir Sünnet kitabında kesinlikle yok­tur. Fakat bu hadisin anlamına dair pek çok sahih radis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
"Günleriniz içinde en hayırlı olan gün Cuma günüdür. Adem o gün yaratıldı ve o gün öldü. O gün Sûra üflenir, o gün gökte ve yerde olan herşey yerle bir olur. O gün bana çok salât ve selamda bulununuz. Çünkü sizin sala-vatlarınız bana arzedilir." Burada Sahabe "ey Allah'ın Ra-sulu! Salavatlanmız sen çürüyüp toprak olduğunda nasıl sana arzolunur?" diye sordular. Allah Rasulü de, "Allah, Nebilerin cesetlerini yemeyi toprağa haram kılmıştır" dedi."[23]
"Nebiler, kabirlerinde sağdırlar ve orada namaz kılarlar."[24]
"İsra gecesi Musa'nın yanından geçtiğimde, O'nu kab­rinde namaz kılıyor halde gördüm."[25]
"Allah'ın gezici melekleri vardır. Ümmetimin selamını bana ulaştırırlar."[26]
İkinci neden ise, fikhidir. Bunun da özü, Rasulullah Sdialiahu Aleyhi ve Seliemin Öldükten sonraki hayatının, sağ olduğu zamanki hayatından farklı olduğudur. Çünkü "Berzah" hayatı gayb alemindendir. Gerçeğini Allah Azze ve Celle'den başka kimse bilemez. Ancak, bilinen sabit bir gerçek vardır ki, o da berzah hayatının, bizim dünyalık hayatımızdan tamamen ayrı bir hayat olduğudur. O hayat, dünya hayatının kanunlarına göre değildir. İnsan dünyada yer içer, nefes alır, evlenir, hareket eder, ihtiyacını giderir, hastalanır, konuşur vs. Ancak hiç kimse, ölümünden sonra ne herhangi bir insan için, ne de Peygamberlerden herhangi birisi için -ki başta Rasulullah gelir- berzah ha­yatında böyle dünyadaki gibi bir hayatla karşılaştıklarını isbat edemez.
Bu dediğimizi onaylayan bir diğer şey de, şudur: Rasu­lullah Saiiaihhu Aleyhi ue SeUemin Ashabı, birçok meselede ihtilafa düşüyorlardı. Böyle durumlarda onların hiç birisi­nin aklına, Rasulullah Saiidiahu Aleyhi ve Se//em'in kabrine gidip, O'na soru sormak veya meselelerine çözüm bulmak için gittiklerini bilmiyoruz. Neden? Çünkü konu çok net bir şekilde bellidir de ondan.
Zira Sahabenin hepsi, O'nun öldükten sonra dünya hayatıyla ilgisinin kesildiğini biliyorlardı. Böyle olunca da dünya hayatının özellikleri ve kanunları O'nun için geçerli değildir. Allah Rasulü Soifoiiahu Aleyhi ve Sellem öldükten sonra, Bezrah'ta en yüce bir hayatla yaşamaktadır. Ancak O'nun bu hayatı, dünya hayatına benzemez. Buna da şu hadis delildir:
"Bana selam veren hiçbir kimse olmasın ki, Allah benim ona selam vermem için ruhumu bana geri iade etmesin."[27]
Her şeye rağmen, bu hayatın gerçeğini Allah Subhanehu ve Teala'dan başka kimse bilemez. Bunun için Berzah ha­yatını veya Ahiret hayatını dünya hayatı ile kıyaslamak doğru olmaz. Bu hayat tarzlarından hiçbirisinin hükmü diğerine verilemez. Bu her iki farklı hayatın kendine özgü şekli ve hükmü vardır. Aradaki benzerlik isimden başka birşey değildir. Gerçeğini Allah Azze ve Celle'den başka kimse bilemez.
Bu kısa uyandan sonra yeniden konumuza dönüyor ve Ömer   Radıyallahu Anh'm   AbbaS   Radıyailahu Anh'a   teveSSÜİÜ konusunda muhaliflerimize cevap veriyoruz. Ömer Radıyailahu Anh'm, RaSUİUİlah Sailaliahu Aleyhi ve Sellem Varken, O'na tevessülde bulunmayıp, Abbas Radıuaihhu Anh'a tevessülde bulunmasını; fazilette üstün olan varken, fazilet derecesi olarak daha düşük derecede olana tevessül etmenin caiz olması şeklinde tevil etmek istemektedirler. Ki bu çok gü­lünç ve garip bir delillendirmedir.
Şimdi bir düşünün: Nasıl oluyor da Ömer'in veya baş­kasının aklına bu gerici fıkhi kaypaklıklar gelebiliyor? Üs­telik Ömer Radıyollahu Anh, İnsanların nasıl çetin bir darhk ve sıkıntı, kıtlık ve yoksulluk içinde olduklarını neredeyse, hepsinin açlıktan ve susuzluktan kırılıp yok olup gidecek­lerini, suların çekildiğini, hayvanların helak olduğunu, yeryüzünün yeşilliğini terkedip kupkuru bir hale geldiğini göre göre; hatta bu yıla "kuraklık yılı" adını da vermişken; nasıl olur da Ömer Radıyailahu Anh kalkıp da bu kaypak fıkhi felsefeyi o zor ve çetin şartlarda düşünebilir ve yapılması gereken en yüce tevessülü -ki o da Rasulullah'a duasında tevessülde bulunmaktır-, O'nu bırakarak başkasına yapa­bilir? Velev ki bu caiz de olsa, o büyük vesile ile kıyasla­namayacak olan tevessülü; yani Abbas Radıyailahu Anh'm tevessülünü Allah Rasulü Saltallahu Aleyhi ve Seiiemin teves­sülüne tercih etmeyi nasıl caiz görebilir? Özellikle de böyle bir zamanda, sadece daha faziletli birisi varken, faziletçe ondan aşağı olana tevessülün caiz olduğunun ispatlanması için bunun yapıldığını söylemek nasıl mümkün olur?
İnsanların, başına şiddetli bir olay veya sıkıntı geldiğin­de, onu başından savmak için kuvvetli olan vesileye baş­vurduğu, bilinen bir gerçektir. Diğer kolay vesileleri de, rahat olduğu zamanlara bırakır. Bu, cahiliye Araplarının bile anladıkları bir şeydi. Zira onlar, bolluk ve rahatlıkta, Allah Azze ve Ceile'ye yalvarır ve O'na dua ederlerdi. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyuruyor:
"Onlar gemiye bindikleri zaman, dini yalnızca O'na halis kılan gönülden bağlılar olarak, Allah'a yalvarıp ya-karırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca, hemen şirk koşarlar. "(Ankebut Sûresi, Ayet: 65)
Hepimiz biliyoruz ki, fıtratı gereği insan, şiddet ve yoksulluklarda büyük ve yüce olan vesileye başvurur. Böyle zamanlarda insanın aklına onların zannettikleri gibi bir fıkhi hükmü açıklama gereği nasıl gelebilir? Bu, fazileti üstün olana rağmen, daha az faziletli olana tevessül edil­mesiydi. Böyle insanların ileri sürdükieri şüpheyi gidermek için cevap olarak şöyle deriz:
Bu zannedilen fıkhi hükmü açıklamanın Ömer Radmi-iahu Antim aklına geldiğini farzedelim. Acaba aynı şey, Muaviye ve ed-Dehhak b. Kays'ın Tabiun'dan değerli insan Yezid İbni Esved el-Cuveşi'ye tevessül etmelerinde de mi akıllarına gelmiştir? Doğrusu, bu zorlama ve yap­macık düşüncelerde tevil üstüne gelecek kimse yoktur.
4- BİZ, Ömer Radıyailahu Antivn AbbaS Radıyallahu Anh'a tevessülünde, üzerinde Önemle durulması gereken bir mesele olduğuna işaret etmek istiyoruz. O da, "Ömer İbnü'l-Hattab, kıtlık olduğu zaman, Abbas b. Abdulmutta-lib'e tevessülde bulunurdu" cümlesidir.
Bu cümlede, Ömer Radıyaifchu Antim sıksık Abbas Radı-yaihhu Antia tevessülde bulunduğu anlamı vardır. Böylece bu cümlede Ömer Radıyaiiahu Antim davranışını tevil eden­lere karşı çok açık bir hüccet vardır, Halbu ki onlar demek istiyorlar ki, Ömer Radtyaiiahu Antim Allah Rasulü Saiiaiiahu Aleyhi ueSetlem'e teveSSÜİÜ biraklp AbbaS Radıyallahu Antia tevessül etmesinin amacı, faziletli olan varken faziletçe daha aşağı olana tevessül etmenin caiz olduğunu ispatlamak İçindir.
Biz de bu iddiaya karşı diyoruz ki; evet, durum böyle olsaydı, Ömer Radıyaihhu Anh bunu bir kereye mahsus ola­rak yapardı. Ne diye kıtlık oldukça gidip Abbas Radmliahu Antia tevessülde bulunsun ki? Allah Teala'nın izniyle bu, ilim sahibi olan insanlardan gizli kalan bir şey değildir.
5- Bazı salih hadis rivayetleri, Ömer Radıyalfahu Antim söz konusu sözünü ve amacını bize yorumlamıştır. Bu ri­vayetlerde Abbas Radtyailahu Antim duasını naklederken, bunun, Ömer Radıyaiiahu Antim isteğine bir karşılık olduğu­nu zikreder. Bunlardan biri, Fethu'l-Bâri'de (3/150) İbn Hacer el-Askalani Rahimehullahu Aleyh'in zikrettiği riva­yettir. İbn-i Hacer şöyle diyor:    
Ez-Zübeyr b. Bekkar, "el-Ensab" adlı eserinde Abbas Radıyaliahu Antim dua ediş sıfatını ve vaktini açıklamıştır. Hadisin isnadını zikrederken belirttiği üzere, Ömer lahuAnh Abbas Radıyaiiahu Anh'a tevessül edince, Abbas şöyle dua etti: "Allah'ım! Hiçbir bela olmasın ki, günahtan dolayı gelmesin. Bu belalar da ancak tevbeyle kaldırılır. Bu in­sanlar, senin Nebine yakınlığımdan dolayı buna tevessül­de bulunup sana yöneldiler. Günahkar ellerimizi sana uzatıyor ve alınlarımızı senin için secdeye koyuyoruz. Bize yağmur gönder!" Sonra devamla diyor ki; "göklerden yağmur dağlar gibi indi. Öyle ki, yeryüzü bereketle doldu ve insanlar hayat buldular."
Bu hadiste ilk olarak, ez-Zübeyir b. Bekkar'ın beyanıy­la, tevessülün Abbas Radıyaifahu Antim zatına değil, duasına olduğunu anlıyoruz. Bu açıklama ise, Ömer Radıyaiiahu Antim tevessülünün Abbas RadıyaHahu Antim duasına değil kendisine olduğunu savunanlara güzel bir reddiyedir. Eğer gerçekten mesele böyle olsaydı, Abbas Radıyathhu Antim Ömer Radıyaifchu Anh dururken kalkıp yeni bir dua yapma­sının bir anlamı olmazdı.
İkinci olarak, Ömer Radıyaihhu Antim da açıkça ifade ettiğ üzere, Sahabe, Rasulullah Salhiiahu Aleyhi ve Seüem ha­yatta iken gidip kendisine tevessülde bulunuyordu. Ömer Radıyallahu Anh İse bu Oİayda RaSUİuIlah Sallallahu Aleyhi ue Seltem'in amcası Abbas Radıyallahu Antia tevessülde bulunuyor. Şüphe yok ki, her iki tevessül de aynı türden bir dür. Yani Sahabenin Rasulullah Saihiiahu Aleyhi ve Sellem ile tevessülleri neyse, Abbas Radıyallahu Ank ile olan tevessülleri de aynı şeydi. Okuyucu birazdan Rasulullah Saiiaihhu Aleyhi ve Settem'e tevessülde bulunmanın O'nun duasına tevessül olduğunu anlayınca, doğal olarak aynı şekilde Abbas Radı-u Antia olan tevessülün de O'nun duasına tevessül ol­duğunu anlayacaktır. Zira bu, dua ile tevessüldür. Böylece, her iki tevessül de aynı türden olmaktadır.
Sahabenin, Allah'ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Selleme te­vessülünün O'nun duasına olduğunun delili, el-îsmail'in "Mustahrec"inde sahih olarak rivayet ettiği şu hadistir:
- Allah Rasulü zamanında kıtlık (kuraklık) gördüklerin­de, O'ndan, yağmur yağması için dua isterlerdi. Allah Ra­sulü de istiskada bulunurdu. Ömer'in emirliğinde ise...
(Fethu'l-Bari, 2/399)
Bundan sonra, yukarıda gördüğümüz hadisi aynen nakletmiştir.
"Allah Rasulü de istiskada bulunurdu" sözü, Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem'm Onlara Allah Azze ve CeJ/e'den yağmur istediğinin açık bir delilidir. İbnü'l-Esir'in "en-Nihaye'sinde şöyle denir: "İstiska, yağmur istemedi. Yani insanlara ve onların yaşadığı bölgelere yağmur vermesi için Allah'a yapılan duadır. "Allah kullarına yağmur verdi" denir. Suyka isimdir. Birisine istiskada bulunmak, ondan, su vermesini istemektir."
Bu açıkça ortaya çıktıktan sonra, bu rivayette geçen "O'ndan yağmur için dua etmesini istediler" cümlesinin de "O'nun duası ile" demek olduğunu anlıyoruz. Bu rivayet­lerin hepsinden anlaşılabilecek olan, ancak budur.
Üçüncü olarak, eğer Ömer Radıyaiiahu Anh'm tevessülü Abbas Radıyaiiahu Anh'm zatı ile veya O'nun Allah Subhanehu ve Teala katındaki makamından dolayı olsaydı, niçin Rasu-luilah Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiem'e tevessülü terketsindi ki? Zira bu, meşru olsaydı mümkün olurdu. Ömer Radıyaliahu Anh'm bu yolu bırakıp Abbas Radıyaliahu Anh'm duasına tevessül etmesi, Ömer Radıyaliahu Anh ve Sahabe'nin, Rasulullah Sah iaiiahu Aleyhi ve Seliem'm zatına tevessül etmeyi meşru gör-memesindendi. Onlardan sonra Selefin de ameli bu yol üzeredir. Tıpkı Muaviye b. Ebu Süfyan ve Ed-Dehhak b. Kays'ın, Yezid İbnü'l-Esved el-Ucveyşi'ye tevessül edişleri gibi. Bu iki rivayette de tevessül dua ile yapılmıştır.
Eğer caiz olsaydı, bütün bu sözünü ettiğimiz kimselerin Rasulullah sdlaiiahu Aleyhi ve Setiem'in zatıyia tevesülde bu­lunmayı terketmeleri uygun olur muydu? Özellikle de bu konuda aykırı tavır sergileyenler zannediyorlar ki, zata te­vessül türü, duaya tevessülden daha faziletlidir! Allah Sub~ hanehu ve Teala da biliyor ki, bu caiz olmadığı gibi, makul bir şey de değildir. Sahabenin bu konudaki icmaı, böyle dü­şünenlerin savundukları tevessülün meşru olmadığının en büyük delilidir. Sahabe, adi olanı alıp, yüce ve şerefli olanı terkedecek kimseler değildir.
 
 
"Misbahu'z-Zücace fi Fevaidi Kadai'1-Hace" adlı kitabın yazarının, Ömer Radıyaliahu Anh'm, Allah Rasulü Saiiaiiahu Aleyhi ue Seiiem'm zatına tevessülü terketmesi hakkında söy­lediklerine bir göz atalım (sh. 25): "Kör Sahabi'nin tevessülü haberi Ömer'e ulaşmamıştı. Eğer bu haber O'na ulaşsaydı, onunla amel ederdi." Bu itiraz batıldır. Buna cevap olarak şunlar söylenebilir:
1- Âmâ Sahabi'nin hadisi, Ömer Radıyaliahu Anh'm te­vessülünün dalalet ettiğine delalet etmektedir. Daha önce belirttiğimiz   gibi,   bu da   zatla   değil,   dua ite yapılan tevessüldür.
2- Ömer Radıyaliahu Anh'm tevessülü gizli değildi. Aksine, tüm insanların huzurunda idi. Buna şahit olanların ara­sında,    Sahabe'nin   ileri   gelenlerinden,    Muhacir   ve Ensar'dan kimseler de vardı. Ömer Radıyaliahu Anh'm âmâ hadisini duymadığını ve bilmediğini caiz görsek biie, orada bulunan o kadar insanın da bu hadisi duyup bilmediklerini caiz sayabilir miyiz?
3- Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Medineliler her yağmursuz kalışlarında Ömer HadmUahu Anh bu tevessülünü tekrarlıyordu. Enes hadisinde gördüğümüz üzere, "Ömer, yağmur yağmadığı zamanlar Abbas'a tevessül ederdi." Hakeza İbni Abdi'1-Berr, "el-İstiyab"da İbni Abbas'm Ömer Radiyaifchu Anh'tan rivayetini (3/98) zikreder. Bu durumun bir kez olmak üzere^ Ömer Radıyaifohu Anh tarafından bilinme­mesi farzedüse bile, bu cehaletin Abbas Radıyaiiahu An/ı'a her tevessül edişinde sürekli tekrarlanacağını düşünmek nasıl mümkün olabilir? Özellikle de O'nun yanında Muhacir ve Ensar varken. Onlar âmâ Sahabinin hadisini bildikleri halde, nasıl olur da bu bildiklerinden onu haberdar et­mezler? Doğrusunu Allah bilir, bu itiraz veya bu düşünce, Sahabe'nin hepsini, âmâ Sahabenin hadisini bilmeme ce-haletiyle suçlamaktadır. En azından, bu hadisin "zat"a te­vessüle      delalet      edip      etmediğini      bilmediklerini söylemektir.
Birinci düşüncenin batıl olduğunu herkes bilir. İkincisi ise, doğrudur. Eğer Sahabe, âmâ Sahabinin hadisinin, zata tevessüle de delalet ettiğiği bilselerdi, niçin Rasulullah Saihtiahu Aleyhi veSeilemin zatına tevessül etmeyi bırakıp da Abbas Radıyaliahu Anh'm duasına tevessül etsinlerdi?
4- Zat ile tevessülü bırakıp dua ile tevessülü seçen yal­nız Ömer Radı^ailahu Anh değildir. Bilakis bu uygulamada, Muaviye b. Ebu Süfyan da Yezid İbnu'I-Esved'in duasına tevessül ederek O'na uymuştur. Ömer Radıyallohu Anh'm yanında Sahabenin en ileri gelenleri ve saygınlan ile Ta­biin olduğu halde, O Rasulullah Salhilohu Aleyhi ve Seiiem'm kabrine gidip O'na tevessülde bulunmadı. Acaba bütün bunların, sonraki yıllarda da Muaviye ve beraberindekile­rin böyle bir hadisi bilmediklerini söyleyebilir miyiz? Aynı şeyi ed-Dehhak b. Kays'ın Yezide tevessülü için de düşünebiliriz.
"Misbah" adlı eserin yazarının itirazına, onun gibi ger­çeği göremeyen mutaasıplar da katılmışlardır. Diyorlar ki: "Ömer, Abbas'a olan tevessülü ve O'na olan ikram ve saygısıyla, Rasulullah'a uymayı dilemiştir." Zübeyir b. Bekkar, "el-Ensab"da, Ömer Rod^oiiahu Anh'ten gelen riva­yeti zikrederken bunu açıkça söylemektedir. Hadis, Davud b. Atâ'dan, Zeyd b. Eşlem ve İbn Ömer'den gelmektedir. Diyor ki: "Ömer İbnu'l-Hattab, kuraklık yıllarında yağmur yağması için Abbas b. Abdilmuttalib'e (duasına) başvurdu. Ömer kalktı ve insanlara şöyle dedi: Allah Rasulü Abbas'ta bir oğulun babasında gördüğünü görürdü. Ey insanlar! Allah Rasulüne uyunuz ve O'nu Allah'tan istediklerinizde vesile ediniz!" El-Belazuri bu rivayeti Hişam b. Sa'd'dan ve Said b. Zeyd b. Eslem'den ve babasından nakleder.        
Bu itirazlara verilecek cevapları şöyle sıralayabiliriz:   
1- Bu rivayetin sıhhatli olduğu gerçek değildir. Zira bürivayet, Medineli Davud b. Atâ'dan gelmektedir. "Et-Takrib"de belirtildiği gibi, o zayıftır.
Ez-Zübeyir b. Bekkar'ın O'ndan rivayetini el-Hakim (3/334) nakleder ve hakkında konuşmaz, susar. Zehebi ise buna bir açıklama getirerek, "Davud metruktür" der. Ondan rivayette bulunan Saide b. Ubeydullah el-Muzeni hakkında konuşan bir kimse de bilmiyorum. Ayrıca riva­yetin senedinde çelişki vardır. Bildiğimiz gibi, bunu Hişam b. Sa'd, Zeyd b. Eslem'den rivayet etmiştir. İbn-i Ömer yerine, rivayetinde "babasından" demiştir. Fakat Hişam, Davud'dan daha güvenilirdir. Ancak biz, onun siyakını bilmiyoruz. Onun siyakında Davud'un rivayetine herhangi bir aykırılık olup olmadığına da bir bakalım.    .
"El-Misbah" adlı kitaptaki "onunla" sözüne aldanma-malıdır. Zira siyaktan anlaşılan da aynı şeydir. Bunun, el-Belazurİ'den naklen rivayetinde duyandığı kaynak, "Fethu'l-Bâri"dir. "Onunla" ifadesini zikretmemiştir.f#399j
2- Eğer bu rivayet sahih olsa bile, bu ancak Ömer Ra- Anh'm, Sahabilerden herhangi birine değil de Abbas Radiyallahu Anh'a tevessül etmesindeki amaca de­lalet eder. Ancak bunun Rasulullah'ın zatına tevessül etme isteğine delalet ettiği iddiasına gelince, buna asla "evet" denilemez. Hele, Abbas Radıyaiiahu Anh'm zatına tevessüle hiç mi hiç delalet etmez. Çünkü biz zorunlu olarak biliyo­ruz ki, insanlardan bir topluluk şiddetli bir kıtlıkla karşılaştıklarında, içlerinden herhangi bir kimseye tevessül etmek istedikleri zaman, duası kabul edilmeye ve Allah Teala'nın rahmetine daha yakın olanı bırakıp da, daha aşağıda olana tevessül etmezler.
Mesela, bir insanın başına hoşlanmadığı bir şey gelmiş olsa ve yanında da bîr Nebi ile bir başka İnsan olsa, sıkın­tıya düşen kimse Nebiye mi tevessülde bulunur, yoksa o kimseye mi? Elbette Nebi'ye tevessülde bulunur. Eğer o insan Nebiyi bırakıp da o kimseye tevessülde bulunursa, cahillerden ve günahkârlardan olur. Peki, nasıl olur da Ömer Radıyaliahu Anh ve O'nunîa beraber olan Sahabeler Allah Rasulü Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiemin zatı ile tevessülde bulunmak caiz iken, O'nu bırakıp da başkasının zatına te­vessülde bulunabilirler? Bu teessül bize karşı çıkanların nazarında daha faziletli olmasına rağmen, Ömer Radıyaifohu Anh nasıl olur da gidip Abbas Radıyaihhu Anh'a veya salih-lerden bazısına tevessülde bulunabilir? Özellikle de, daha önce söylediğimiz gibi, Ömer Radıyaihhu Anh'm bu hareketi sık sık tekrarlandığı halde, onların hiçbirisinin Rasulullah Saihtiahu Aleyhi ve Seiiem'e tevessülde bulunmamaları dikkat çekicidir.
Durum Sahabe zamanında böyle devam etti. Onların hiçbirisinden, Ömer Radıyatfohu Anh'm ameline aykırı bir amel nakledilmiş değildir. Aksine, Muaviye ve Onunla beraber olanlardan, Ömer Radıyaiiahu Anh'm ameline uygun rivayetler nakledilmiştir. Muaviye ve beraberinde olanlar, değerli Tabii Yezid Îbnü'l-Esved'in duasına tevessülde bu­lunmuşlardır. Acaba kalkıp, "Yezid'e tevessülde bulunmak Rasulullah Saibiiahu Aleyhi ve Seiiem'e tevessülde bulunmak gibidir" denilebilir mi?
Doğrusunu söylemek gerekirse; başlarına bir sıkıntı geldiğinde, hayattayken Rasulullah SaihUahu Aleyhi ve Set-lem'den başkasını tevessülde bulunmayan Sahabenin, O'nun vefatından sonra kabri giderek veya gitmeyerek O'na tevessülde bulunmamaları, "zata tevessül"ün meşru olmadığının en açık delilidir. Bunun aksi olsaydı, değişik yollardan rivayetler gelirdi.
Bize aykırı tavır sergileyenleri görmüyor musunuz? En basit bir meselede bile Rasulullah Saiiaifohu Aleyhi ue Seiiem'in zatına tevessülü meşru zannederek, O'na tevessülde bulu­nuyorlar. Eğer gerçek onların dediği gibi olsaydı, bunun benzeri bir amelin mutlaka Sahabe'den bize gelmiş olması gerekirdi. Biliyoruz ki Sahabe, Rasulullah SaihUahu Aleyhi ve Seiiem'e karşı böylelerinden daha çok saygı ve sevgi besle­yen insanlardı, Peki, nasıl oluyor da bir kez için olsun on­lardan bize böyle bir şey nakledilmemiş oluyor? Aksine, onlardan şahin olarak rivayet edilen haberlere göre, on­ların hepsi, Ölümünden sonra Rasulullah Saihifahu Aleyhi ve Seiiem'in zatına değil, salih insanların duasına tevessülde bulunmuşlardır.
 
 
Ömer Radıyaltahu Anh'lTi, Abbas Radıyallahu An/ı'm duasına
tevessülüyle ilgili konunun gerçeğini açıklayıp, bu konu­daki hüccetin muhaliflerimizin değil, bizim lehimize oldu­ğunu gördükten sonra, şimdi de Âmâ Sahabi ile ilgili ha­disi ele alalım ve bu hadisin muhaliflerimizin mi, yoksa bizim mi lehimize veya aleyhimize olduğunu inceleyelim.
Ahmed b. Hanbel'in ve diğerlerinin, âmâ bir adamla ilgili olarak sahih bir senetle Osman b. Haniften rivayet ettikleri hadis şöyle:
- Âmâ bir adam Allah Rasulüne gelir ve der ki: "Benim için Allah'a dua et de Allah bana şifa versin." Allah Rasulü de ona, "eğer dilersen senin için dua ederim, dilersen de bu duamı senin için tehir ederim, ki bu senin için daha hayırlıdır" der. Bir başka rivayete göre de "eğer dilersen sabredersin, bu senin için daha hayırlıdır" der. Adam, "Allah'a benim için dua et" der. Allah Rasulü de ona, önce güzelce abdest alıp iki rekat namaz kılmasını, sonra şekilde dua etmesini emretti: "Allah'ım! Ben senden yorum ve senin Nebin ile, rahmet Nebisi ile sana yöneli-yorum. Ey Muhammedi Ben bu derdim için Rabb'ime se­ninle yöneldim. Dileğimi yerine getir. Allah'ım, O'nu bana şefaatçi kıl! (Beni de O'nun için şefaatçi kıl!)" Adam Ra-suiuliah'ın dediğini yerine getirdi ve gözleri iyileşti.[28]
Bize muhalif olanlar, bu hadisin, Rasulullah Saiiaihhu Aleyhi ve Seliem'm veya salih insanların makamlarına veya zatlarına tevessülün caiz olduğuna delil teşkil ettiğini söy­lemektedirler. Çünkü bu hadiste, Rasulullah Saihihhu Aleyhi ue Settem'in, âmâ adama duasında kendisine tevessül etme­sini Öğrettiği görülüyor.
Biz de diyoruz ki; bu hadiste, hakkında ihtilaf olan te­vessül için delil yoktur. Bu ihtilaflı tevessül, insanın zatına tevessüldür. Aksine bu daha önce de değindiğimiz bir te­vessüldür. Çünkü âmânın tevessülü, O'nun duasıyla idi. Bu hadis hakkında verdiğimiz böyle bir hükmün bir çok delili vardır.
 
 
Âmâ olan Sahabi Rasulullah Saiiaihhu Aleyhi ve Seiiem'e, sadece kendisine dua etmesi için geldi. "Allah'a dua et de gözlerimi iyileştirsin" diye dua etmesi bunu gösteriyor.
Yani O, Allah Azze ve Ceile'ye, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Seliem'm duasıyla tevessülde bulunmuştu. Çünkü o kimse biliyordu ki, Rasulullah Sallalhhu Aleyhi m Sellemin duası, di­ğerlerinin duasına nazaran daha çok kabule layıktı. Eğer âmânın amacı Rasulullah Saiiaihhu Aleyhi ve Seiiem'm maka­mına tevessül etmek olsaydı, kalkıp Rasulullah'm yanma gelerek O'ndan dua istemezdi; buna gerek de kalmazdı. Evinde oturup, "Allah'ım, Nebi'nin senin katındaki maka­mı ve yerinin yüceliği ile sana yöneîiyorum. Sana yalvarı­yor, bana şifa verip gözümü açmanı istiyorum" diye dua ederdi. Fakat o bunu yapmadı. Niçin? Çünkü o bir Arap'tı ve Arap dilinde tevessülün ne anlama geldiğini çok iyi anlıyordu. Biliyordu ki, bu duayı ancak çok şiddetli ihtiyacı olan biri söyler ve kendisine tevessül ettiği insanın adını anar. Bu duanın aksine, kesin bir şekilde kendisinde Kitap ve Sünnet ilmi bulunan salih bir kimseye gidilip istenmesi gerekir.
 
 
Rasulullah Sathiiahu Aleyhi ue Seiiem, hem âmâya dua edeceğini vaadetmiş, hem de ona, nasıl dua edeceğini öğretmiştir. "Dilersen sana dua ederim, dilersen sabre­dersin ve bu senin için daha hayırlı olur." Bu ikinci emir, Rasulullah Saihihhu Aleyhi ve Seiiem'm, Rabb'inden rivayet ettiği bir hadistir: "Ben kulumu iki sevgilisiyle (gözüyle) imtihan ettiğimde sabrederse, Cennet'te onun karşılığını ona veririm."[29]
 
Üçüncüsü                                
 
Âmânın ısrarla "bana dua et" demesi, Rasulullah Satfoi-lahu Aleyhi ve Seiiem'm ona dua ettiğini gösterir. Zira O, vaa-dedenlerin en hayirlısıdır. Biraz Önce geçtiği üzere Rasu­lullah SaihUahu Aleyhi ue Seiiem, onun için dua edeceğine söz vermişti. Âmâ ise duada ısrar ediyordu. Rasulullah Saiiaiia­hu Aleyhi ue Seiiem de bu ısrar karşısında ona dua etti. Böy­lece âmânın muradı oldu. Allah Rasulü Saiiaiiahu Aleyhi ue Sellem merhametinden ötürü âmâya yapması gerekeni ıs­rarla gösterdi ki, Allah Azze ue Ceiie onun duasını kabul etsin. Meşru olan ikinci tür tevessüle başvurmasını ona tavsiye etti. Bu ikinci tür tevessül, daha önce açıkladığımız gibi, salih amel ile tevessülde bulunmaktır. Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi ve Sellem, bununla ona daha büyük bir hayrın ulaş­masını diliyordu. Bunun için de ona abdest almasını, iki rekat namaz kılarak kendisi için dua etmesini söyledi. Bu amellerin hepsi Allah Subhanehu ue Teaiaya itaattir. Allah Rasulü Saiiaiiahu Aleyhi ve Seitem dua etmeden o bu ameli iş­liyor. Bu amel de "O'na vesileyi arayınız" hükmüne dahildir.
İşte böylece Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi ue Sellem sadece âmâya dua etmekle yetinmedi, üstelik onu Allah Azze ue Ceiie'ye itaat ve yakınlık ifade eden amellerle meşgul etti. Böylece mesele her yönüyle tamamlanarak, Allah Teala'nın rızasına daha yakın olmasına çılışılmıştır. Böyle olunca da onların zannettiklerinin aksine, olayın tamamı "dua" etrafında dolaşmaktadır.
Şeyh el-Gimari ya gafildir, ya da gafil gibi davranmaya çalışıyor. Çünkü el-Misbah adlı eserinde (sh. 24) şöyle diyor: "Dilersen dua ederim, dilersen senin edebileceğin bir duayı sana öğreteyim. Bu te'vil, hadisin başjrfm sonuyla uyuşması için gereklidir."
Ben de bu te'vilin batıl olduğunu söylüyorum. Çünkü batıl oluşunun birçok yönü vardır. Dikkat edelim:
Âmâ kişi Ondan kendisi için dua etmesini ister. Ken­disine dua etmeyi öğretmesini değil!.. Rasulullah saiiatfahu Aleyhi ve Seiiem ona "dilersen sana dua ederim" dediğine göre, Rasulün ona dua etmesi kesinlik kazanmış oluyor. Bu, hadisin sonuyla uyuşan bir anlamdır. Yine görüyoruz ki, el-Gimari, hadisin sonundaki "Allah'ım! O'nu bana şe­faatçi ki!, beni de O'na şefaatçi kıl!" sözüne hiç değinmi­yor. Zira bu ifade daha önce de söylediğimiz gibi, Rasu­lullah Saihiiahu Aleyhi ve SeUem'm duasına tevessülün ap-açık bir isbatıdır.
Sonra şöyle der: "Allah Rasuiü'nün âmâya dua ettiğini düşünsek bile, bu, hadisin başkasına da genellenmesine engel değildir." Bu ap-açık bir saçmalıktır. Çünkü hadisin, dua halinde âmânın dışındaki kimseler için genellenmesi­ne bir engel olmadığını inkar eden kimse yoktur. Ancak, Rasulullah SaiiaUahu Aleyhi ve SeHem'in, ölümünden sonra kendisine ihtiyaçları için tevessülde bulunanlar hakkında dua bilinmediği için, onlar bu şekilde doğrudan doğruya Rasulullah SaiiaUahu Aleyhi ve Seilem'in duasına tevessül etmiş olmamaktadırlar. Bundan dolayı, hükümde ihtilaf sözko-nusudur. EI-Gimarİ'nin bunu söylemesi, onun aleyhinde bir hüccettir.
 
 
Rasulullah Salfolhhu Aleyhi ve SeUem'm âmâya öğrettiği dua şu idi: "Allah'ım! Onu benim için şefaatçi kıl." Bu ibareyi, Rasulullah SaiiaUahu Aleyhi veSeiiemm zatına, makamına veya haklarına hamletmek mümkün değildir. Zira bu cümledeki anlam; "Allah'ım, benim hakkımda gözlerimin iyileşmesi için O'nun şefaat ve dualarını kabul et" şeklindedir. Şefaat, lugatta dua demektir.
Bu da hem Rasulullah Saihiiahu Aleyhi ve Setiem, hem de diğer Rasuller İçin Kıyamet günü sabit olan şefaattir. Bu da bize göstermektedir ki, şefaatten daha özel birşeydir.
Şefaat ise, ancak İki kimsenin olmasını gerektirir. Bu da, birisinin diğerinden, kendisine şefaatçi olması için dua etmesini istemesidir. Bu, başkasına şefaat etmeyen kim­senin haline benzer. Lisanu'l-Arab'da şöyle denir;
"Şefaat; şefaatçi olacak olanın, bir sultana veya padi­şaha, bir başkasının ihtiyacının görülmesi için aracılık et­mesidir. Başkası için şefaat taleb eden kimse, bununla, istenen şeyin elde edilmesine vasıta olur. Denir ki, falan kimse, falan için falancanın şefaatini diledi, o da ona şe­faatte bulundu ve beni şefaatçi kıldı."
Bununla, Âmânın, Rasulullah Saüaliahu Aleyhi ve Seiiem'm zatına değil, duasına tevessül etmiş olduğu anlaşıl­maktadır.
 
 
Rasulullah Saiiaiiatm Aleyhi ve Senemin âmâya öğrettiği "beni de O'nun için şefaatçi kıl", yani "benim de O'nun hakkındaki şefaatimi kabul et" sözü "O'nun benim gö­zümün iyileşmesi hakkındaki duasını kabul et" demektir. İşte böyle bir bir mana taşıdığından dolayı, bize muhalif olanların bu cümleye uzaktan veya yakından temas etme­diklerini görürsünüz. Çünkü bu cümie, onların düşüncele­rini temelden yıkmakta, kökünden sökmektedir.
Bunu onlara söylediğiniz zaman size bayılacakmış gibi bakarlar. Çünkü Rasulullah Saifciiahu Aleyhi ve $eUem"r âmâ hakkındaki şefaati anlaşılan bir şeydir; ancak âmânın Rasuîullah hakkındaki şefaat; nasıl olur? Bu sorunun onların yanında asla cevabı yoktur.
Onların bu cümleyi anlamadıklarına dair delile ve on­ların batıl tevillerini anlamaya gelince; onların dualarında, "Allah'ım, Nebi'ni benim için şefaatçi kıl, beni de O'nun hakkında şefaatçi kıl" cümlesini söylemediklerini görürsünüz. Bu cümle hadiste sahih olarak varid olmuştur. Ahmed ve el-Hakim bunu rivayet etmişler ve ez-Zehebİ de sahih olduğuna muvafakat etmiştir. Bu, tek başına bile kesin bir hüccettir. Zat ile tevessül hakkında hadisi yorumlamak ba­tıldır. Ancak, bazı yazarlar son zamanlarda zat ile tevessüle cevaz verirler. An­laşılan odur ki, onlar bu gerçeği bilmelerine rağmen, bu kanaati zikretmekte­dirler. Ayrıca onlar, hadiste bundan önceki "Allah'ım, O'nu benim için şefaatçi kıl" cümlesini naklettiler. Bu da onların nakildeki güvenilirliklerinin delilidir. Onlar bu cümleyi zat ile tevessüle delil göstermektedirler. Ancak, okuyuculara bunun nasıl delil olduğunu açıklamaktan kaçınıyorlar.
 
 
Bu hadisi alimler, Rasulullah Salhiiahu Aleyhi ve Seliem'in mucizelerinden olarak görürler. Rasulullah Salhiiahu Aleyhi ue Se//em'in kabul edilen bir duasını beyan eden hadis, Allah Azze ve Cei/e'nin, O'na duasıyla ne harikulade işlerin kolay­laşmasını ikram ettiğini de göstermektedir. İnsanların O'nun duasıyla hastalıklardan iyileşmesi gibi. Allah Teala, O'nun duasıyla âmânın gözlerini de iyileştirmiştir.
Bu nedenle "Delailü'n-Nübüvve" adlı kitabında el-Beyhakİ ve diğer bazı alimler, bunu böyle rivayet etmiş­lerdir. Bu da âmânın şifa bulmasının sırrının, ancak Ra­sulullah Saiiaiiahu Aleyhi ue Se/fem'in duasıyla olduğuna delildir. Körlerden Allah Azze ve Ceiie'ye ihlasla dua ederek şifa iste­yip de herhangi birinin şifa bulup bulmamasına bakılırsa, dediklerimizin doğruluğu anlaşılır. Bugün herhangi bir körün bu yöndeki bir duası kabul olmamaktadır. Bu da, hadiste geçen âmânın gözlerinin iyileşmesinin, Rasulullah Saitaifahu Aleyhi oe Seiiemin duasıyla olduğunu gösterir. Yoksa, âmânın gözlerinin iyileşmesindeki sır, Onun, Ra­sulullah Sallalhhu Aleyhi ve Seilem'İn zatına, Allah -432e ve Celle katındaki makamına veya hakkına tevessül değildir. Eğer zata tevessülden doiayı iyileşmiş olsaydı, ondan başka körlerin de Rasulullah Saifoihhu Aleyhi ve Seiiem'm makamına, haklarına veya zatına tevessül etmelerinden dolayı gözle­rinin iyileşmesi gerekirdi.
Böyle bir görüşü savunanlar kimi zaman da diğer bütün Peygamberlerin, velilerin, şehidlerin, salihlerin ve Allah Teala'nın katında bir makam ve değer sahibi olan herke­sin, ayrıca meleklerin, insan ve cinlerin hepsine tevessülü de buna eklemektedirler. Şimdiye kadar biz böyle birşey bilemediğimiz gibi; herhangi bir kimsenin de Rasulullah SaUaiiahu Aleyhi ve seUem in ölümünün üzerinden bunca asır geçmiş olmasına rağmen, böyle bir şeyin meydana geldi­ğini bildiğini zannetmiyoruz.
Eğer değerli okuyucuya izah etmeye çalıştığımız âmâ hadisinin sadece Rasulullah Saiialfahu Aleyhi ve Seiiemin dua­sına tevessülle ilgisi olduğu, kesinlikle zata tevessülle bir ilgisi olmadığı anlaşılırsa; âmânın, "Allah'ım, ben senden diliyorum ve senin Nebin Muhammed ile sana tevessülde bulunuyorum" sözünün anlamının ve maksadının da "sana Nebin Muhammed'in duasıyla tevessülde bulunuyorum" demek olduğu anlaşılacaktır.
Bu, kendisine izafe edilen cümlenin hafzı demek olup, Arap dilinde bilinen birşeydir. Tıpkı, Kur'an'da geçen "is­tersen bulunduğun köye ve beraber olduğumuz kafileye sor" ayetinde olduğu gibi. Yani, "köyün ahalisine" ve "kervanın sahiplerine" demektir. Biz ve bize muhalif olanlar, cümlede "tamamlayan"ın kaldırılmış olduğunda hemfikiriz. Bu da tıpkı, Ömer Radıyaiiahu Anh'm, Abbas Ra-diyaihhu Antim duasına tevessülü gibidir. Ancak, bu hadis­teki anlamın; "ben sana, Nebi'n Muhammed'in (makamı) ile yöneliyorum" veya "Ey Muhammed, ben senin zatın veya makamın ile Rabb'ime yöneliyorum" şeklinde yo­rumlanması yanlıştır. Hadisteki anlamın, "Rabb'im, ben sana Nebi'n Muhammed'in duası ile yöneliyorum" veya "ey Muhammed, ben senin duan ile Rabb'ime yöneldim" söz­lerinden birisi olduğunu, bu hadis veya bir başka hadisin delil oluşundan ötürü kabul etmemiz gerekir. Zira, bu sözün siyakında Rasulullah Sailaihhu Aleyhi ve Seiiem'ın ma­kamına açıkça işaret eden veya buna delalet eden her­hangi birşey yoktur. Bizim görüşümüz bu yöndedir.
Onların "makam ile tevessül" şeklindeki düşünce ve yorumlarına ne Kurandan, ne Sünnet'ten ve ne de Sa-habe'nin sözlerinden bir tek delil vardır. Böylece, onların tercih edilecek bir yeri olmayan takdir ve yorumlan ken­diliğinden sakıt olmaktadır. Allah Azze ve Ceiie'ye hamdolsun.
Ama, ileride de değineceğimiz gibi, bizim takdir ve yorumumuz ile ilgili bir çok delilimiz vardır.
Burada hatırlatılması gereken bir diğer mesele de; eğer o kör Sahabi hadisi, olduğu gibi zahirine hamledilse bile, ki bu da RasuluIIah Saiiaihhu Aleyhi ve Seliem'm zatına teves­süldür-, bu ifade kendisinden sonra gelen "Allah'ım, O'nu bana şefaatçi kıl, beni de Ona şefaatçi kıl" cümlesini iptal edip anlamsız kılar. Bu da, bilindiği gibi caiz değildir. Öy­leyse geriye, bu cümle ile ondan önceki cümlenin arasını bulmak kalıyor. Bu da olsa olsa, ancak tevessülün dua ile olduğunu ortaya koyar. Böyle bir durum, hadisten anlaşı­lan şeyin ne olduğunu bize İspat etmiş olur. Dolayısıyla, hadisi zat ile tevessüle delil göstermeye çalışanların delil-lendirmeleri geçersiz kalmış olur.
Buna rağmen diyorum ki, körün RasuluIIah Sathiiahu Aleyhi ve Seiiem'in zatına tevessül etmesi sahih olsa bile, bu ancak O'nun zatına özgü bir hüküm olmuş olur. Ne Pey­gamberlerden, ne de salihlerden hiç kimse, Onun bu du­rumuna ortak olamaz. Onları Allah Rasulü Saiiaihhu Aleyhi ueSeiiem'in hükmüne dahil etmeyi, doğru ve sağlıklı olan bir düşüce kabul etmez. Çünkü O, onların seyyidi ve en fazi-ietlilerindendir. Birçok salih haberde bize geldiği gibi, bu Özellik, Aifoh Subhanehu veTeala'nm, RasUİUİIah Sallallahu Aleyhi ve sellemi diğer Peygamberlere karşı faziletli kıldığı birşey olabilir. (Sh. 135) ile ilgili meselelere kıyas müdahale ede­mez. Kim körün RasuluIIah SaiiaUahu Aleyhi ueSeiiem in zatı ile Allah Azze ve Ceiie'ye tevessül ettiğini söylüyorsa, yapması gereken, orada durmaktır. İmam Ahmed ve İz b. Abdus-selam'dan da benzeri sözler nakledilmiştir. İşte bu, bilimsel araştırmanın insafla beraber gerektirdiği şeydir. Doğruya eriştiren Allah Azze ve Cel/e'dir.
 
 
Bu konunun önemli bir yanını da burada mutlaka açıklamak gerekiyor. O da şudur: Bizim RasuluIIah Aleyhi ve Sellem'in makamı ile veya diğer Peygamberler­den birinin makamı ile Allah Teala'ya tevessül etmeyi inkar edişimiz, onların Allah Teala katında bir makam ve değerleri olmadığından veya onlardan nefret ettiğimizden dolayı değildir. Mesele, Dr. El-Bûti'nin Fıkhu's-Sire'de, sh. 354'de dediği gibi değildir. Dr. El-Bûtİ, kitabında aynen şöyle söylüyor: "Bazı insanların kalpleri Allah Rasulü'nün sevgisinden yoksun olduğu için, O öldükten sonra O'nun zatıyla tevessülde bulunmayı inkar ediyorlar."
Haşa! Sonra yine haşa! Biz Allah Azze ueCeiienm izniyle, RasuluIIah Saiiaihhu Aleyhi ve Se/Jem'i en çok seven ve O'nu en çok takdir edenlerdeniz. O'nun faziletini en çok kabul edenlerdeniz. Bu söz olsa olsa, sahibinin "Selefi Davet" taraftarlarına karşı duyduğu derin ve kör bir kinden kay­naklanmıştır. Öyle ki bu kinleri; büyük ve tehlikeli günah­ları irtikab edecek, bu hoş olmayan çirkin iftirayı yapabi­lecek ve müslüman kardeşlerinin etini yiyecek kadar ileri gitmiştir. Allah Subhanehu ve Teaia biliyor, bu zandır ve zan da Rasulullah Saiialfahu Aleyhi ve Sellem'm buyurduğu gibi, sözlerin en yalanıdır.[30]
Bu hükmü ancak, kalplerin gizliliklerini ve gönüllerin derinliklerini bilen, kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmadığı Ailah Teala verebilir. Acaba, bizim hakkımızda bu sözü söyleyen kişi, bunun Allah Azze ve Ceiie katındaki cezasının ne olduğunu bilmiyor mu? Yoksa biliyor da kara kini ve Sünnet davetçilerine karşı olan düşmalığı mı onun gözünü kör etti? Bu durumdan hangisini kastetmiş olursa olsun, her halükarda ona, söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmesi ve gafletinden uyanıp yaptığından tevbe etmesi için, iki hadis-i şerifi zikretmek istiyoruz. Allah Rasulü Sailaüahu Aleyhi ve Sellem ŞÖyle buyuruyor:
"Kim bir müslüman kimseye kafir dediği halde, o kafir değilse, kafir olan kendisidir."[31]
"En şiddetli faiz, kişinin haksız yere müslümanın ırzına dil uzatmasıdır."[32]
Ayrıca, son olarak bu sözlerin sahibine şunları söylüyoruz:
Ey bu sözü söyleyen insan! Sen bu sözü söylediğinde, bununla ümmetin Selef-i Salihin'inin itikadını inkar ettiği­nin ve ne Rasulullah Saihiiahu Aleyhi ve Se/Jem'in, ne de bir başkasının ölümünden sonra kendilerinin zatlarıyla teves­sül edilmeyeceğini söyleyen Ebu Hanife ve Ashabı gibi müctehid imamları da tekfir ettiğinin farkında mısın? Ni­tekim daha önce Ebu Hanife'nin, "ben Allah'tan gayrısıyla Allah'a tevessül edilmesini çirkin görüyorum" dediğini zik­retmiştik. Eğer bilmiyorsan, işte bu musibettir. Yok, eğer biliyorsan, musibet daha büyüktür!
Yine diyoruz ki; eğer insaflı ve ihlaslı ise, bir insan gerçekten bilir ki, Allah Azze ve Ceiie'ye hamdolsun, biz in­sanlar içinde Rasulullah Saiiaifohu Aleyhi ve Seiiem'i en çok seven, O'nun değerini ve faziletini bilen; O'nun Nebilerin en faziletlisi, en hayırlısı, onların efendisi ve sonuncusu; Livau'l-Hamd'ın, Havz'ın, büyük şefaatin, vesile ve fazile­tin, harika mucizelerin sahibi olduğuna inanan; Allah Azze ve CeJ/e'nin O'nun dini olan İslam'la bütün dinleri neshetti-ğine, O'na el-Fatiha'yı ve yüce Kur'an'ı verdiğine; O'nun ümmetini insanlar için çıkarılmış olan en hayırlı ümmet kıldığına inanan kişileriz. Buna, daha aklınıza gelebilecek olan fazilet ve siretini ve Allah Azze ve Cette katındaki değe­rini ekleyebilirsiniz.
Diyorum ki, Allah Subhanehu ue Teah'ya. hamdolsun, biz insanların bunu kabulde ilkleriyiz inşaallah. Umulur ki, Rasulullah Saiiollahu Aleyhi ve Seiiem'ln değerini, kadrini ve sevgisini takdir etmeyi göstermelik olarak izhar edenler, çok daha iyi olurlar. Çünkü bunda ibret için göz önüne alınması gereken, O'nun Sünnet'ine uymak, emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır, Nitekim Allah Teala Kitab'ında şöyle buyuruyor: "De ki; siz Allah'ı seviyorsanız bana uynuz ki, Allah da sizi sevsin ve günah­larınızı bağışlasın.'V^'-î Immn Sûresi, Ayet.- 3i) İnşaallahu Teala; biz Allah Rasulü Satiaiiahu Aleyhi ve Seiiem'e uymada ve O'na itaatte, insanlann en gayretlisiy izdir.
O'nu Allah Teala'nın dediğine aykırı olarak sevmekte aşın gidip ifrat etmek yerine; sevgisinin ve saygısının ger­çek delili olarak ayette belirtilen iki şeyi (Allah sevgisi ve Rasule itaat) kabul ediyoruz.
Allah Teala Kitab'ında şöyle buyuruyor: "Ey Kitab ehli! Dininizde aşırılığa gitmeyin ve Allah hakkında gerçek olandan başka birşey söylemeyin."(Nisa Sûresi, Ayet. ni)
Allah Rasulü Saiiaüahu Aleyhi ve Seiiem de bu iki şeyden Ashabını alıkoymuştur: "Beni Nasranilerin Meryemoğlunu gereksiz yere büyüttükleri gibi büyütmeyiniz. Ben ancak bir kulum. Bana "Allah'ın kulu ve Rasulü" deyiniz."[33]
Dindeki aşırılığa şu örneği verebiliriz:
Allah Rasulü, Mina'da cemreleri taşlamak için küçük çakıl taşlan yerine büyük çakış taşlarını toplamayı emret­miştir. Abdullah b. Mes'ud Radıyaihhu Anh'm rivayet ettiği bir hadiste, diyor ki: Allah Rasulü Akabe sabahı "gel bana taş topla" dedi. Ben de Şeytan taşlamak için taş topladım. O taşlan Allah Rasulunün eline koyunca, üç kez şöyle dedi: "Sakın siz siz olun, dinde aşırılık yapmaktan kaçının. Siz­den Öncekiler ancak dinde aşırılıktan ötürü helak oldular."[34]
Bu, sadece sembolik olarak Şeytan'ı taşlama ve onunla savaşmanın bir örneğidir. Bundan gerçekte Şeytan'ı öl­dürmek kastedilmem ektedir. Müslümana gereken, ondan istenen emri yerine getirmek ve insanın çetin düşmanı olan Şeytan'ı kovalamaktır, o kadar.
Bu şiddetli uyarıya rağmen, ne yazık kî müslümanlar bu sakındırıldıkları durumun içine düşmüşler ve bu yolda Kitab Ehli'nin yoluna uymuşlardır.
"Bırak Nasranilerin Nebileri hakkında söylediklerini!
Dilediği gibi O'nu övmeye hükmet ve O'nun hükmüne başvur!"
Bu sözlerin sahibi olan şairi müslümanların çoğu yü­celtmekte; onun "Bürde" diye meşhur olan kasidesini terennüm edip, bereketinden yararlanmak için onu bazı mevlid ve vaiz meclislerinde ağızlanndan düşürmemekte-ler. Bunu da Allah Tebareke ve Teala'ya yakınlık ve O'nun Nebi'lerini sevmek olarak kabul ediyorlar.
Diyorum ki, bu şair, yukarıdaki hadiste adı geçen ya­saklamanın, Sadece Muhammed Sallallahu Aleyhi ue Sellemİn Allah Tebareke ve Teala'nm oğlu olduğu iddiası için oldu­ğunu zannetmiştir. Bunun için, O bu sözü yasaklamış ve bunun dışına, onun hakkında dilenen sözün söylenebile­ceğini savunmuştur. Bu ap-açık bir safsata ve dalalettir. Zira hadiste adı geçen yüceltmenin İki anlamı vardır: Bi­rincisi mutlak anlamda övgü, diğeri ise haddini aşan öv­güdür. Bunun üzerine hadiste, mutlak anlamda harama yol    açmamak   İÇİn    RaSUİUİlah   Sallallahu  Aleyhi   ue   Sellem'İ övmek istenmiş olabilir.
Bu da Allah Tebareke ve Teala'nm, O'nu Rasul, Nebi ve sevgili dost olarak seçip övmesiyle yetinmek demektir. Allah Teala O'nun İçin, "Şüphesiz ki sen yüce bir ahlak üzeresin'V/fa/em Sûresi, Ayet 4) buyurmuştur. Dolayısıyla, in­sanların O'nun hakkında Allah Teala'nm sözünden başka söyleyecekleri ne olabilir ki? Allah Teala'nm şehadeti kar­şısında onların söylemiş oldukları sözün ne anlamı olabilir ki? Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Seiiem hakkında söyleyece­ğimiz en yüce övgü, ancak Allah Azze ue CeHe'nin söylediği övgü olabilir. "O, Allah Azze ue Ceiie'nın kulu ve Rasulü'dür." Bu, Allah Rasulü Saihilahu Aleyhi ve Seilem hakkındaki en büyük övgü ve referanstır. Bunda ne ifrat, ne tefrit, ne aşırılık, ne de bir hata yoktur.
Rabb'imiz O'nu en yüce makamında ve en saygılı bir biçimde övüyor. O da Miraç ve îsra gecesinde kendisini tanımladığı vasıftır. Allah Teaîa O'na en yüce ayetlerini gösterdi. O zaman bile Rasulullah Saihihhu Aleyhi ue Seiiemi kullukla vasıflandırdı: "Kulunu gece Mescid-i Haram'dan MescicH Aksa'ya götüren (Allah), yüce ve temizdir."(ism Sûresi, Ayeu i) Ve yine hadisten murad edilmiş olan anlam da şu olabilir:
"Beni aşırı bir biçimde övmeyiniz ki, beni olduğumdan ve haketmediğimden fazla bir şekilde yüceltmiş olarak Allah Teala'nm bazı özellikleriyle tanımlamış olmayasanız."
Belki iki sebepten ötürü, hadisin gayesi birinci anlam olabilir. Birincisi; o anlam hadisin tamamıdır. O da, "Allah'ın kulu ve Rasulü deyiniz" ifadesidir. Yani, "Allah'ın beni kul ve Rasul olarak seçmesinden dolayı vasıflandırdı-ğıyla yetininiz" demektir. İkincisi ise; İmam et-Tirmizi gibi bazı hadis imamlarının kitaplarında, "Nebi'nin Tevazuu Babı" diye adlandırdıkları bölümlerde, hadisin anlamını, "mutlak anlamda övgünün nehyedilmiş olması" şeklinde yorumlamışlardır ki, daha çok tevazünün anlamıyla uyu­şup bağdaşmaktadır.
 
 
Âmâ hadisiyle ilgili olarak bazı rivayet yollarında iki zi­yade vardır. Bu ziyadelerin zayıflığını ve garibfiğini açıkla­mak bir zorunluluktur. Ta ki okuyucu bu iki ziyade hak­kında bilgi sahibi olsun ve bununla gerçeğin ve doğrunun aleyhine delil getirmek isteyenlere aldanmasın.
 
 
Hammad b. Seleme'nin ziyadesidir. Hammad b, Sele­me diyor ki; "Ebu Cafer el-Hatmi bunu bize rivayet etti." Tıpkı Şu'be'nin rivayetine benzer bir şekilde isnadından söz etti. Hakeza metin de böyledir. Ancak o kısmen de olsa metni kısaltmıştır. Hadisin sonundaki "Nebini gözü­mün bana geri verilmesinde şefaatçi kıl" lafzından sonra ziyade olarak, "eğer herhangi bir İhtiyaç olursa bunun gibi yap" lafzı vardır. Bunu Ebi Bekir b. Hayseme "Tarih"inde rivayet eder. Bunu kendisine Müslim b. İbrahim'in, ona da Hammad b. Seleme'nin söylediğini yazar.
Şeyhülislam İbn-i Teymiyye, "el-Kaidetü'l-Celiyye"de (sh. 102) bu ziyadenin illetli olduğunu söyler. Sebebi de, Hammad b. Seleme'nin bu hadisi tek başına rivayet etmesi ve Şu'be'nin rivayetine de muhalif olmasıdır. Şu'be ise, bu hadisi rivayet eden ravilerin en güvenilirlerindendir. Ha­disteki bu illetin tesbiti hadis kaidelerine uygun olup, ke­sinlikle aykırı değildir.
El-Gimari'nin "eI-Misbah"da (sh. 30) Hammad b. Seleme için "O Sahih'in ricalindendir. Sikadır. Sikanın hadiste zikrettiği ziyade makbuldür" demesi, ya onun hadis ıstıla­hında belirtilmiş olan şeyden gafil olmasından, veya kasıtlı olarak bilmiyor gibi davranmasmdandır. Zira hadis ıstıla­hında bilinen bir şart vardır, o da ravinin kabulü için, kendinden daha güvenilir raviye muhalefet etmemesi gerekir.
İbn-i Hacer "Nuhbetu'l-Fiker" adlı eserinde, "hadiste fazlalık, ravinin kendisinden daha güvenilir olanın rivaye­tine aykırı olmadığı zaman makbuldür. Daha tercih edile­ne aykırı olursa, tercih edilen, daha iyi korunan rivayettir. Bunun karşıtı da "söz" olur." der. İşte bu şart, burada sözü edilen ziyade için yoktur. Çünkü Hammad b. Seleme, Müslim'in ricalinden olsa bile, onun hadis ezberinde Şu'be'den daha zayıf olduğunda şüphe yoktur. Bunu daha iyi anlamak için, alimlerin bu konuda yazdıkları kitaplara bakmak yeter.
Birincisini ez-Zehebi, "el-Mizan"da zikretti. Ez-Zehebi, ancak kendileri hakkında konuşulmuş olanları ve sika (güvenilir) oldukları halde rivayetlerinde evham bulunan­ları zikreder. Halbuki O, kitabında Su'be'ye kesinlikle yer vermemiştir. Öte yandan, Hammad ile Şu'be'nin hayatlan hakkında İbn-i Hacer'in "eI-Takrib"de yazdıklarını iyice düşünenler, aradaki farkı daha iyi anlarlar. O diyor ki; "Hammad b. Seleme güvenilir ve ibadet sahibi olan bir kişidir. Güvenilir olanların en güveniliridir. Hayatının so­nunda hıfzı değişmiştir." Sonra şöyle devam ediyor: "Şu'be İbnu'l-Haccac güvenilir, hafız ve hadisi çok iyi bilen bir insandır. Es-Sevri, O'na, "hadiste emirü'l-müminin" derdi. Irak'ta ilk kez hadis ricali hakkında araştırmada bulunan ve Sünnet'i savunan O'dur. İbadet ehli bir İnsandı."
Bu bilgilere sahip olduktan sonra anlarız ki, Hammad b. Seleme'nin bu hadiste Şu'be'nin aksine olarak zikrettiği ziyadesi makbul değildir. Çünkü onun bu rivayeti, kendi­sinden daha güvenilir olan ravinin rivayetine aykırıdır. Böylece bu, şaz bir rivayet olmaktadır. Tıpkı İbn-i Hacer'in biraz yukarıda işaret ettiği gibi. Olabilir ki, Hammad bu ziyade lafzı ezberinin zayıfladığı bir dönemde rivayet et­miştir. Dolayısıyla hataya düşmüştür.
Ahmed b. Hanbel de rivayetinde sanki bu fazlalığa de­ğinmiş gibi. O bu hadisi Muemmel {İsmail) yoluyla Ham-mad'dan rivayet etmektedir. Bunu Şu'be'nin rivayetinden sonra zikretmesine rağmen, hadisi lafzıyla ele almamıştır. Aksine, doğrudan doğruya Şu'be'nin rivayet ettiği lafzı esas alıyor. Hadisi zikrettikten sonra şöyle diyor: "Muem-mel'in Hammad'dan rivayetinde fazlalık olması muhte­meldir." Bunun için İmam Ahmed de, diğer hafızların âdeti olduğu gibi, bu rivayeti diğerine havale ettiğinde, havale edilen rivayetteki fazlalığı belirttiği gibi, işaret etmedi.
Sözün Özü şudur: Hadisteki ziyade şâz olduğundan dolayı sahih değildir. Olsa bile, Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi m SeUem'm doğrudan zatına tevessüle delil olamaz. Çünkü, "bunun gibi yap" sözünün anlamının, "hayatında iken yine çıkıp Rasulullah Saiiaiiaku Aleyhi ve Selleme gelmesi, O'ndan dua isteyip tevessül etmesi, sonra da abdest alıp Allah Rasulü SoUaihhu Aleyhi ve SeUem'm kendisine emrettiği gibi namaz kılıp dua etmesi" şeklinde olması da muhtemeldir. Ailah Subhanehu ve Teaia daha iyi bilir.
 
 
Osman b. Afvan Radıyaiiahu Anh'a tevessül edip ihtiyacını gören bir kimsenin durumunu anlatan bu ziyadeyi Tabe-rani "el-Mu'cemu's-Sağir"de (sh. 103-104) ve "el-Mu'cemu'l-Kebir'de rivayet etmiştir. Rivayet zinciri şöyledir: Tabera-ni, Abdullah b. Vehb'den, O Şebib b. Said el-meki'den, O Ruh İbnü'I-Kasım'dan, O Ebu Ca'fer el-Hatmi el-Medeni'den, O Ebu Umame b. Sehl b. Hanifden, o da amcası Osman b. Haniften rivayetle şöyle diyor:
Bir adam vardı. Sık sık Osman'a gelir, fakat Osman onun ihtiyacına bakmazdı. Adam, Osman b. Hanif'Ie kar­şılaşınca durumu O'na şikayet etti. Osman b. Hanif O'na, abdest yerine gidip abdest almasını, sonra mescide gidip iki rekat namaz kılmasını, sonra da; "Allah'ım, ben seni diliyor ve senin Nebi'n, rahmet Nebi'siyle teessülde bulu­nuyorum. Ey Muhammed, ben seninle, Rabb'im faze ve Ceile'ye ihtiyacını görmesi için yöneldim" diye dua ederek ihtiyacını zikretmesini söyledi. Adam da bunu yerine ge­tirdi. Sonra O'na dedi ki; "benimle beraber gel, Osman'a gidelim." O adam da Osman b. Hanif'le beraber Osman b. Afvan'ın kapısına geldi. O'nu gören kapıcı, geldi, elin­den tutup Osman'ın yanına götürdü ve minderin üstüne oturttu. Osman b. Afvan O'na, "ihtiyacın nedir?" diye sordu. Adam da ihtiyacını O'na söyledi. Osman da onun ihtiyacını giderdi. Sonra adama, "bu ana kadar senin ihti­yacını görmeyi haltırlayamadım. Eğer bundan sonra bir ihtiyacın olursa bize gel" dedi. O adam Osman b. Afvan'ın yanından ayrılınca Osman b. Hanif'le karşılaştı. O'na, "Allah senden razı olsun! Sen O'nunla konuşuncaya kadar O bana hiç bakmıyor ve ne demek istediğimi anlamıyor-du" dedi. Osman b. Hanif, "vallahi ben O'nunla konuş­madım" dedi. Sonra şöyle devam etti:
- Ben Allah Rasulü zamanında O'na kör bir adamın gelip şikayetlendiğini, sonra da iyileştiğini gördüm. Allah Rasulü sana dediğimi ona söyledi, o da bunu yaptı ve gözleri iyi oldu. O adam Allah Rasulüne, "ey Allah'ın Ra­sulü! Ben kör bir insanım. Elimden tutup bana yol göste­recek olan kimsem yok. Çok zorlanıyorum" dedi. Allah
Rasulü de ona şöyle söyledi: "Abdest alma yerine git, ab­dest al. Sonra iki rekat namaz kıl. Sonra şu dualarını et." Osman b. Hanif bu olayı anlatırken diyor ki; "vallahi biz daha oradan ayrılmamış ve aradan fazla vakit geçmemişti ki, o adam yanımıza sanki hiç kör değilmiş gibi çıkageldi."
Taberani diyor ki: "Bunu Ruh İbnu'l-Kasım'dan Şebib b. Said, O'ndan da Ebu Said el-Mekki rivayet etmiştir. Güvenilirdir. Ahmed b. Şebib ve babasından, Yunus b. Yezid el-Eyli'den hadis rivayet etlen O'dur. Bu hadisi Ebu Ca'fer et-Hutami'den (adı Umeyr b. Yezid'dir) Şu'be rivayet etmektedir. O güvenilirdir. Şute'den de bunu tek başına Osman b. Ömer b. Faris rivayet etmiştir. Hadis sahihtir."
Bu hadisin sahih olduğunda şek yoktur. Ancak burada söz konusu olan, et-Taberani'nin de dediği gibi, Şebib b. Said'in naklettiği kıssadır. Şebib denen bu adam, hakkında konuşulmuş bir kimsedir. Özellikle İbn Vehb'in ondan ri­vayetinde... Ancak, onu Şebib yoluyla İsmail ve Ahmed (Şebib b. Said'in oğulları) takip etmişlerdir. Yalnız bu İs­mail denen kimseyi tanımıyorum ve ondan söz eden bir kimseyi de görmedim. Hatta öyle ki, babasından hadis ri­vayet edenler arasında bile sayılmadı. Ancak onun kar­deşi Ahmed doğru birisidir. Babası Şebib'e gelince, onun hakkında söylenen sözün özü; "o güvenilirdir, yalnız ez­berinde zayıflık vardır." şeklindedir. Sadece oğlu Ahmed'in ondan ve Yunus'tan rivayeti hüccettir. Ez-Zehebi "el-Mizan"da, "O saduktur, garib hadisler rivayet eder" der. İbn-i Adiyy de el-Kamil'de; "Onun Yunus b. Yezid'den ri­vayet ettiği düzgün bir nüshadır. İbn Veiid bazı münker rivayetlerin yanında ondan da hadis nakleder" der. İbnu'l-Medİyni diyor ki; "Mısır'a ticaret için gidip gelmekteydi. Onun nüshası (kitabı) sahihtir, Onu oğlu Ahmed'den ala­rak yazdım." İbn-i Adiyy de şöyle der: "Şebib hıfzından konuştuğu zaman hem karıştırıyor, hem de hata ediyordu. Dilerim ki bunu kasıtlı olarak yapmamıştır. Oğlu Ahmed, Yunusun hadislerini ondan rivayet ettiğinde, sanki Yu-nusmuş gibi güzelce rivayet eder."
Bu sözlerden anlaşıldığına göre, Şebib'in rivayeti iki şartla kabul edilir:
Birinci Şart: Rivayetin, oğlu Ahmed'in ondan yaptığı rivayet olması gerekir.
İkinci Şart: Şebib'in Yunus'tan yaptığı rivyet olmasıdır. Bunun sebebine de gelince; yanında Yunus b. Yezid'in kitaplarının bulunmasıydı.
İbn Ebi Hatim, "Ec-Cerhu ve't-Ta'dil" adlı kitaında onun babası için şunu söyler: "O, kitaplarından hadis söyledi­ğinde güzel hadis rivayet eder. İbn Adiyy'in dediği gibi, ezberinden konuştuğunda ise, İbn-i Vehb'in değil, oğlu Ahmed'in rivayeti olması şartıyla, rivayetinde herhangi bir sakınca yoktur."
İbn-i Hacer de "et-Takrib" adlı eserinde onun hayatını anlatırken böyle söyler. Zira o tartışmalıdır. Çünkü o, oğlu Ahmed'in babasından hadis rivayetinde "kesinlikle bir sa­kınca olmadığı"nı söylemekle vehimde bulunmuştur. Aslı böyle değildir. Aksine, Ahmed'in böyle bir rivayetinin sahih olabilmesi için, mutlaka kendisinin bizzat Yunus'tan rivayet etmesi şartı vardır. Bu şartı, İbn-i Hacer'in işaretiyle anlıyoruz. Zira İbn-İ Hacer, Şebib'İ Buhari'nin tenkit edilen ravileri arasında saymıştır.(Fethu'l-Bari, Mukaddime, 5:133)
Daha sonra, İbn-i Adiyy'in de onun hakkındaki sözlerini naklederek, onun güvenilir olduğunu söylemiş ve Onu tenkitten kurtarmak istemiştir. Diyor ki; "Buhari, oğlunun ondan ve Yunus'tan yaptığı rivayetleri kabul etmiştir. Ancak, Yunus'tan, başkasından rivayet ettiği hadislerini almadığı gibi, îbn-i Vehb'in de ondan rivayetlerini alma­mıştır." Bu şekilde onun tenkidi, Yunus'tan başkasından rivayet etmesi şartına bağlanmıştır. Velev ki oğlu Ahmed yoluyla gelmiş olsa da. Biraz önce değindiğimiz gibi, doğru olan da budur.
Bu noktada, İbn-İ Hacer'in "et-Takrib"deki her iki sö­zünün arasındaki çelişkinin kaldırılması, bu sözlerin arası­nın bulunması gerekmektedir. Bundan da, hem bu kıssa­nın, hem de onu delil göstermenin zayıflığı ortaya çıkmış oluyor.
Bunun ardından, rivayet hakkında bir diğer illetle kar­şılaştım. O da, rivayet konusunda Ahmed'in de tartışılmasidir. İbnu's-Sunni bu rivayeti, "Amelü'î-Yevmi ve'l-LeyF'de (sh. 202), el-Hakim "el-Müstedrek"te d/562), Şebib'in oğlu Ahmed'den üç yolla rivayet etmektedir. Ayrıca Avn b. Umare el-Basri diyor ki, "İbnu'l-Kasım bunu bize rivayet etti." {El-Hakim rivayeti) Fakat Avn denen bu kişi zayıftır. Ancak rivayeti, Şu'be, Hammad b. Seleme ve Ebu Ca'fer el-Hutami yoluyla gelen riveyete uygun olması nedeniyle daha iyidir.
Sözün özü, bu kıssa gerçekten üç sebepten dolayı zayıf ve çirkindir:
1- Bu   hadisi   tek   başına   rivayet   eden   kimsenin zayıflığı,
2- O'nun hakkında ihtilaf edilmiş olması,
3- Hadisi rivayet edenlerin, güvenilir hadis ravilerinin rivayetlerine   aykırı   hadis   rivayet   edip,   onun   adını zikretmemeleri.
Bu nedenlerden bir tanesi bile, sözkonusu rivayetin kabul edilmemesi için yeter.
Ne garip bir taassup veya hataya uymaktır ki; Şeyh El-Gimari bu rivayetleri "el-Misbah" adlı eserinde (sh. 12,17) Beyhaki'nin "Delailü'n-Nübüwe"sine ve et-Taberani'ye atıfta bulunarak nakletmiştir. Daha sonra da bir kez olsun bu rivayetlerin sahihliği veya zayıflığı üzerinde tek bir söz bile söylememiştir. Nedeni gayet açık. Bu rivayetleri sahih göstermeye gelince, bunun imkanı yoktur. Ancak, rivayetlerin zayıflığını iptal mümkündür. Ancak, "el-İsabe" (sh. 21-22) hakkında konuşanlar da bu rivayet hakkıda doğruyu bulamamışlardır. Buna rağmen, "bu hadis, et-Taberani, el-Mu'cemu's-Sağir ve eî-Kebir'de sahihtir" diyebilmişler­dir. Bu söz önemsiz olmasına rağmen, birkaç yönden ce­haletle doludur:
1- Taberani, bu hadis için "sahih" dememiştir. Aksine, sadece "es-Sağir"de böyle demiştir. Onlar hadis ilmini bil­medikleri için, vasıtalar aracılığıyla hadisi rivayet etmek­tedirler. Biz ise, hadisi doğrudan doğruya kaynağından aldık. "Kim denize ulaşırsa, su çeken dolaplara muhtaç olmaz."
2- Taberani bu kıssaya değil, sadece hadise "sahih" demiştir. Daha önce buna değinmiştik. "Şu'be de bu hadisi rivayet etmiştir. Hadis sahihtir" sözüyle, Şu'be'nin hadisini kastetmiştir. Şu'be ise bu kıssayı rivayet etmemiştir. Öy­leyse et-Taberani kıssayı sahih görmemiştir. Bu nedenle hüccet olamaz.
3- Osman b. Hanifin kıssası sabit olsa bile, Osman b. Hanif o adama kıssadan anlaşıldığı kadarıyla nasıl dua edeceğini tam olarak öğretmemiştir.   Zira o duadan, "Allah'ım, O'nu bana şefaatçi kıl, beni de O'na şefaatçi kıl" sözünü çıkarmıştır. Zira o, Arapça bilgisi gereği biliyordu ki, Rasulullah Saiiaifohu Aleyhi ve Seiiem, o duayı yalnız o kör adam için yapmıştı. Bu adam için aynı dua söz konusu olmadığına göre, bu cümleyi zikretmedi.
Şeyhülislam İbn-i Teymiyye şöyle diyor: "Bilinen bir şeydir ki, bir kimse Allah Rasulünün ölümünden sonra, "Allah'ım, O'nu bana şefaatçi kıl, beni de O'na şefaatçi kıl" dese bile, Rasulullah bu kimse için herhangi bir duada bulunmamıştır. Öyleyse, onların sözleri batıldır. Osman b. Hanif o kimseye Allah Rasulü'nden birşey istemesini söy­lemediği gibi, "O'nu buna şefaatçi kıl" demesini de iste­memiştir. Daha doğrusu, bu rivayet edilen duayı olduğu gibi okumasını ona söylememiştir. Ancak bu duanın sa­dece bir kısmını okumasını söylemiştir. Burada Nebi'den ne bir şefaat söz konusudur ve ne de şefaat zannedilen bir şey vardır. Velev ki o, "O'nu bana şefaatçi kıl" dese bile, bunun bir anlamı yoktur. Bunun için Osman, bunu em­retmedi. Onun o adama söylediği dua, Allah Rasülünden gelen dua değildir. Böyle şeylerle Şer'i olan bir amel ka­nıtlanamaz. Tıpkı bazı Sahabilerden gelen, ancak diğer Sahabilerin muvafakat etmedikleri, ibadetlerin güzelliği, mubah, vacip veya haram olan ameller hakkındaki ha­berler gibi."
Bu da yine, Rasulullah Saihifohu Aleyhi ve Seiiemden riva­yet edilenlere aykırı olan bir haber olması şartına bağlıdır. Böyle olunca da bu şekilde bir davranış, müslümanların hepsinin uyması gereken bir amel değil, aksine gayesi ictihad olan ve ümmetin üzerinde tartıştığı bir şeydir. Bunun
da Allah Azze ue Celle'ye Ve Rasulullah Sailallahu Aleyhi ue Setlem'e götürülmesi gerekir.
Daha sonra Sahabilerden sadece bazılarının fert olarak naklettikleri haberleri zikretti ve bunun benzeri haberleri toplamaya da koyulmadı. İbni Ömer Radtyaliahu Anh'ın, ab-dest alırken gözlerinin içine su vermesi gibi. Bu ve benzeri Örnekler çoktur.
Daha sonra devamla şöyle diyor:
"Eğer bu, bu meselede böyle ise, Osman b. Hanif veya başkasından sabit olan habere göre Rasulullah'ın ölümün­den sonra O dua ve şefaat etmemiş olsa bile, O'na tevessül edilebileceğinin meşru ve müstehab olduğuna da delildir."
Biz de biliyoruz ki, Ömer Radiyaiiahu Anh ve Sahabenin büyükleri, hayattayken kendisine tevessül ettikleri Rasu-lulîah Sallallahu Aleyhi vesseilem'e öldükten sonra teves­sülde bulunmadılar. O ölünce O'na tevessül etmediler. Bilakis kuraklık yılında kıtlık çok şiddetli bir şekilde bastı­rınca Ömer Radıyalhhu Anh, tüm ilim ehlinin de bildiği gibi ve Ensar ve Muhacirin'in de şahit olmasıyla, insanların eline yiyecek birşeyler geçinceye kadar yağlı yemek ye­meyeceğine dair yemin etmiştir. Sonra da "istiska"da bu­lunmak için Abbas Radtpaiiahu Anh'a başvurunca şöyle dua etmiştir:
"Allah'ım! Biz kuraklık gördüğümüzde senin Nebi'n ile sana tevessülde bulunuyorduk, sen de bize yağmur gön­deriyordun. Şimdi ise senin Nebi'nin amcası Abbas ile sana tevessülde bulunuyoruz. Bize yağmur ver!"
Allah Teala da onlara yağmur göndermiştir. Bütün Sahabenin kabul ettiği ve meşhur olması nedeniyle hiçbi­risinin inkar etmediği dua budur. Bu, icma edilen konula­rın en meşhurlanndandır.
Muaviye b. Ebu Süfyan da Hilafeti döneminde böyle dua etmiştir. Eğer onlar, Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi ve Sei-/em'in ölümünden sonra tevessül etmek hayattayken te­vessül etmek gibi olsaydı, "nasıl olur da Abbas ve Yezid İbnü'l Esved'e ve başkalanna tevessülde bulunuyoruz da insanların en faziletlisi olan Rasulullah Saiiaihhu Aleyhi ve Sei-lem'e tevessülü terkediyoruz? Halbuki O'na tevessül, te­vessüllerin en faziletlisi ve en büyüğüdür." diyerek Sahabe bunu icra ederdi. Ancak, bu sözü onlardan hiç kimse de­mediği ve hayattayken Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi ve SeUem'm duasına ve şefaatına tevessül edildiği gibi, O Öldükten sonra O'ndan başkasının duasına ve şefaatına tevessül et­tikleri bilindiğine göre; onlar nezdinde meşru olan teves­sülün kişinin zatıyla değil, duasıyla olan tevessül olduğu da bilinmiş olur.
Bununla beraber bu kıssada, düşünen akıllı bir insanın rahatlıkla görebileceği gibi, Osman Radmllahu Anh gibi bir Halife'nin faziletine gölge düşüren bir cümle vardır. O da, Raşid Halife'nin, ihtiyacı olan bir adama hiç yüz verme­mesidir.   Bu   İfade,   Rasulullah   Sallallahu Aleyhi ve Sellem'İn kendisinden meleklerin bile haya ettiğini söylediği ve özellikle yumuşaklığı, iyiliği ve insanlara karşı hoşgörülü-lüğü ile tanınmış Osman Radıyaihhu Antim ahlakıyla uyuş­mamaktadır. İşte bu durum, kıssanın sıhhatli olması ihti­malini tamamen uzak görmemize neden olmaktadır. Zira bu, Osman Radıyaihhu Anh'm ahlakına ters düşen bir zulümdür.
Bu açıklamalardan sonra, Şeyh Muhammed Nasib er-Rifai'nin "et-Tevessülü ilâ Hakikati't-TevessüJ" edim verdiği ve kendi ismiyle "Selefi Davetin Kurucusu ve Hadimi" di­yerek yayımladığı kitap münasebetiyle şöyle diyoruz: ilmi emanetin, din uğruna nasihatin ve hak sözü söylemenin zorunlu olması nedeniyle, bu konuda Allah Tealanın hük­münü anladığımız kadarıyla O'nun kendisine verdiği bu lakap hakkında birşeyler söylemek gerekir.
"Selefi davet gerçek İslam'dır ve Allah Azze ve Celle'nin Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi ve Sellem'e indirdiği dindir" demek, nafile bir ifadedir. Allah Teala bu davetin kurucusu ve sa­hibidir. Kullardan hiçbirisinin, Selefi Davetin kurucusu ve koruyucusu olduğunu savunma hakkı yoktur. Hatta Rasu-lullah Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiem'in rolü bile, ancak güvenilir bir şekilde vahyi alıp akletmesi ve onu en ince ayrıntılarına kadar kamil bir anlamda tebliğ etmekten başka birşey değildir. Rasulullah Saihitahu Aleyhi ve Sellem'in, kendisine vah-yedilen Şeriatullah üzerinde herhangi bir tasarruf hakkı yoktur. Bunun için, herhangi bir insanın kalkıp da müba­rek Rabbani Davet'İn kurucusu olduğunu söylemesi, ma­kamı ne kadar yüce olursa olsun, gerçekte o insan İçin çok büyük bir hata ve derin bir yaradır. Allah Teaia korusun, bunun büyük şirk olma ihtimali de vardır.
Fakat, kardeşleriyle beraber yıllardır Halep'te ve Şam'da, en önemli özellikleri lafzi olsun itikadı olsun, şir­kin ve putperestliğin her türüyle savaşmak olan Selefi Davetin bir ferdi olarak bulunduğu halde, birden bire böyle bir sözle kardeşlerinden ayrılıp cemaatı terketmesine neden olan tehlikeli sapmanın sebebini bilemiyoruz. Allah. Sübhanehu ve Teala, bize ve O'na hidayet versin ve bizi hatalardan, fitnelerden ve hevanın sapkınlıklarından korusun!
Belki biri kalkıp, yazarın bu sözünün ardındaki kastının Selefi Daveti yenilmek anlamında olduğunu, O'nun bu sözüyle Selefi Davetin kurucusu olduğunu söylemek iste­mediğini, zaten öteden beri bu davetin yenileyicileri oldu­ğunu yazarın da onlardan birisi olduğunu söyleyebilir.
Evet, öyledir. Hak İslam davetini yenileyen bir çok müceddid vardır. Fakat yazarla o müceddidler arasında çok büyük bir fark var. Onun, onlardan birine uyması ona yeterdi. Yazann sözünü uygun bulduğumuzu ve onun o müceddidlerle bareber hoşrolunacağını farsetsek bile, O, zannettiği bu hayali müceddidliğinin alamını veya ülkesini belirtmesi gerekir. Ama O'nun bu tantanalı lakabı kendi­sine layık görmesi, okuyuculara, sanki gerçekten O'nun tüm İslam alemindeki tek müceddid olduğunu ima ediyor gibi. Fakat ne yazık ki O nerede, bu makam nerede?
Çünkü böyle bir kimsenin, herşeyden önce müslüman bir davetçide bulunması gereken temel ahlaki vasıflardan olan tevazu ile donanması, gösteriş, Öğünme ve böbür­lenmeden uzak olması gerekir. Bu istenmeyen ahlak, va-sıflananı veya onu elde etmek için gayret edeni davetçi olma ehliyetinden soyutlar. Onun elinden düşmanlarına karşı çok etkili olan silahını alır, amelini boşa çıkarır.
Biz sözü edilen bu kitaba aceleyle yaptığımız bu işaret­ler sonucu gördük ki, kitap birçok hatayı içermektedir. Bunların bazısına yeri geldikçe değineceğiz. Bir örnek vermek gerekirse sh. 237'de, yukanda sözü edilen Osman b. Hanif kıssası hakkında şunlar ifade ediliyor: "Bu hadisin senedinde Ruh b. Salah denen bir kişi vardır. Cumhur ve İbn Adiyy O'nu zayıf görmüştür. İbn Yunus ise, O'nun münker hadisler rivayet ettiğini söyler." Bu ifadeler kesin­likle yanlıştır. Hiçbir doğru yönünü göremiyoruz. Ruh b. Salah denen adam, biraz sonra göreceğimiz gibi, "üçüncü hadis" illeti olan kişidir.
 
 
Bidat olan tevessülü caiz görenler, bir çok hadisi ken­dileri için delil olarak göstermişlerdir. Bu hadisleri incele­diğimizde, iki tür etrafında kümelendiğine şahid oluruz.
Birincisi: Rasulullah Saihtiahu Aleyhi ve Seiiem'e nisbeti sahih olan, fakat onların istek ve arzularını desteklemeyen hadisler. Bundan önce değindiğimiz "Âmâ Sahabi hadisi" gibi.
ikincisi: Rasulullah Saihiiahu Aleyhi ve Sellem'e nisbeti sabit olmayan hadisler. Bu hadislerin de bazısı onların id­dialarına delalet etmekte, bazısı ise etmemektedir. Böyle sahih olmayan hadisler çoktur. Biz burada meşhur olan birkaçım zikretmekle yetineceğiz.
 
 
Bu hadis, Ebu Said el-Hudri'den merfu olarak rivayet edilmiştir. Hadis-i şerifte Rasulullah Sallaifohu Aleyhi ue
şöyle buyurmaktadır: "Kim namaz için evden çıkarken, "Allah'ım! Senden, isteyenin hakkı için istiyorum. Ben böbürlenerek ve isteksiz çıkmadım" şeklinde dua ederse, Allah onun duasını olduğu gibi kabul eder." Bu hadisi Ahmed b. Hanbel "Müsned"inde (3/21) rivayet eder. İbn Mace de rivayet etmiştir. Bu konuda "el-Ehadis ed-Daife, No: 24"e bakılabilir.
Bu hadis zayıftır. Çünkü hadisi Ebu Said el-Hudri'den rivayet eden, Atiyetu'l-Avfi'dir. Atiye de zayıftır. Nevevi "el-Ezkar"da, îbn Teymiyye "el-Kaidetü'l-Celile"de, Zahebi de "el-Mizan"da bunun benzerini söylemişlerdir. Zehebi, ayrıca "ed-Duafa c. 1, sh. 88"de, ittifakla zayıf kabul edil­diğini söyler. Heysemi, "Mecmau'z-Zevaid"de (5/236) birkaç yerde aynı şeyi söylerken, Ebubekir b. Muhibi'li-Bilebekki de "ed-Duafa ve'l-Metnıkin"de buna katılır. El-Buseyri'nin de aynı şeyi söylediğini ileride açıklayacağız.
İbn-i Hacer, Atiye hakkında, "doğru konuşur, fakat çok hata yapar." demiştir. Atiye Şiidir, tedlis yapar. İbn-i Hacer, Onun zayıf oluşunu iki nedene bağlar:
1- "Çok kere hata yapar" sözü zayıf olduğunu ifade eder. "Tabakatu'l-Müdellisin" de de "unutkan" olduğunu yazar. "Talhisu'I-Habir"de 241. sayfada, başka bir hadisin rivayetinde Atiye'nin zayıf olduğu daha açık bir ifadeyle görülmektedir. 28 tedlisidir. Fakat İbn-i Hacer bu tedlisin hangi çeşit olduğunu açıklamalıydı. Zira hadisçilere göre birkaç çeşit tedlis vardır. Buların en meşhurları şöyledir:
a) Ravi, bizzat karşılaşarak kendisinden hadis duyma­dığı kişilerden hadis rivayet eder. Veya görmediği çağda­şından, "falancadan" veya "falanca söyledi" diyerek, bizzat ondan duyduğu imajını vererek rivayette bulunmasıdır.
b) Ravi, şeyhinin adını veya bilinenin dışında bir laka­bını zikreder. Böylece, meşhur olmayan lakabıyla onun durumunu gizlemeye çalışır. Eğer onun şeyhi güvenilir biri değilse, hadisçiler bu türü haram saymışlardır. Şeyhinin durumu anlaşılmasın diye üstü kapalı rivyet yapar. Veya başka isim ya da künyeye sahip başka birinin olduğunu ima etmeye çalışır. Bu da hadisçiler arasında "şeyhlerin tedlisi" olarak kabul edilmiştir.
Bana kalırsa Atiyye'nin tedlisi (ört-bas etmesi) bu haram kabul edilen cinstendir.
Sonuçta öyle anlaşılıyor ki, adı geçen Atiyye daha önce Ebu Saİd el-Hudri'den rivayetler yapıyordu. Bu kişi Öldük­ten sonra yalancı hadis ravilerinden biriyle bulunmuştur. Ondan rivayet ederken de "Ebu Said" künyesini kullan­mıştır. Bunu duyanlar ise "Ebi Said el-Hudri" zannetmiş­lerdir. Bu davranış, Atiyye'nin adil bir hadisçi olmadığını ortaya koymaktadır. Bir de unutkanlığı buna eklenince, durum ap-açık ortaya çıkar. îbn Hacer onun tedlisinin bu çeşitten olduğunu açıkça söyleseydi, daha iyi olurdu. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, tedlisçilerden söz ederken, çirkin bir tedlisle meşhurdur" dediği gibi, bunun hakkında da ima etmesi bile yeterliydi.
Eğer tedlis birinci çeşitten olsaydı, bu geçerli olabilirdi.
Fakat Atiyye'nin tedlisi çirkin olan tedlis cinsinden olduğu için onu temize çıkartmaz. Zira adı geçen rivayette de "Ebu Said bana söyledi" ifadesini kullanmıştır. Bu da çirkin olan tedlisin ta kendisidir.
Bu açıklamalar sonunda fahiş tedlisi ve unutkanlığı ne­deniyle Atiyye'nin zayıf olduğu anlaşıldığından, rivayet et­tiği bu hadisinde de zayıf olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bu konuya vâkıf olmayanın ayağını kaydırmasına vesile olan İbn-i Hacer'in tezkiyesini, O'nun yanılgısına bağlıyoruz. Ayrıca bunu açıklamıştım. Tekrarında yarar görmüyorum. Daha fazla bilgi almak isteyen, ilgili kitabı­ma başvurabilir.
İbn-i Hacer'in "et-Takrib" adlı eserinde geçen açıkla­malardan Atiyye'nin güvenilir biri olduğu anlamını çıkaran bazı muasırların bu tesbiti, rağbet görmemiştir. Bir ara Şam'da Şeyh Ahmed Îbnu's-Sıddık ile karşılaştım. O'na "bunlar İbn-i Hacer'in ifadesinden böyle bir anlam çıkarı­yorlar, sen ne diyorsun?" diye sordum. Hayret etti. Zira, rivayette çok hata yapan, güvenilirliğini yitirir. Az hata yapmak ise bunu gerektirmez. Birincisinin hadisi "zayıf" , ikincisinin hadisi ise "hasen" kabul edilir. Bu nedenle Hafız, "Şerhu'l-Nuhbe" de, çok hata yapanı hafızası iyi olmayanla eş değer tutarak, her ikisinin de hadislerini "merdud" saymıştır, AIiyyü'l-Kari'nin "Hasiye"siyle birlikte o kitaba bakılabilir.
Bunca açıklamalara rağmen, Atiyye'nin durumu hak­kında İbn-i Hacer'i taklid edenin, duygusal davrandığı or­taya çıkar. Nitekim, tedlis sebebiyle ilgili hadisi zayıf gör­düğüm İçin, bunlardan biri beni yerercesine İbn-i Hacer'in ibaresini nakleder. Bu kişinin bu hareketini kasıtlı yaptığını söyleyebilirim. Zira, yukarıdaki ifadelerimden bunun hangi çeşit tedlis olduğunu anlamıştır. Fakat bilmemezlikten ge­lerek, bu konuda bir kelime bile olsa yorum yapmamıştır. Üstelik, hadisi başka bir yoldan getirerek, tedlisin birinci kısımdan olduğu imajını vermiştir. Ben bunları da Atiyye gibi tedlisçilerden sayarsam, acaba hadis alimleri beni mazur görürler mi?
İbn-i Hacer'in "Tahricu'l-Ezkar"daki "Atiyye'nin zayıf oluşunun sebebi, Şii oluşu ve tedlisi yüzündendir. Yoksa o doğru biridir." sözleri, bunları yanılgıya düşürmüştür. Cahii olduklarını söylemesek bile onlar, bu ilimdeki dira­yetleri zayıf olduğundan ve alimlerin görüşleri üzerine yorum yapmaya cesaret edemediklerinden; özelliklerine ve düşüncelerine uygun düşen tüm sözleri hata ve yanıl­gıdan tamamen uzak kabul ediyorlar. İbn-i Hacer'in bu yorumu "et-Takrib"den alman sözüyle açık bir sekile çeli­şiyor. Zira buradaki sözü, Atiyye'nin zayıflığını şu iki se­bebe bağlamaktadır:
1) Şii olması. Bu, kuvvetli kavle göre, genel anlamda cerh sayılmaz.
2) Tedlis, yani "gerçeği gizleme." Bu giderilir bir cerh­tir, mutlak değildir. Zira, bu sebebe dayanarak onu zayıf görme kanaatına, "denilir ki" kelimesiyle işaret etmekte­dir. "Et-Takrib"de Şia olduğuna dair kesin bir İfade kul­landığı gibi, tedlisci olduğunu da söyler.
Bu nedenle İbn-i Hacer "Tabakatu'l-Müdellisin"in 18. sayfasında onun hakkında, "O Tabiundandır, hadisi zayıf­tır, çirkin bir tedlisle tanınmıştır." der. "Mukaddime"de zikrettiği gibi, hadisleri delil kabul edilmeme konusunda haklarında ittifak edilen kimselerin hadislerinin reddedilişi, çoğu kez bilinmeyenlerden ve zayıflardan yapılan rivayet­ler sebebiyledir. Bakiyye b. Velid, bunlara bir örnektir.
İbn-i Hacer'in bu iki sözünden anlaşıldığına göre, O, Atiyye'yi sözkonusu hadiste tedlisci gördüğü için, onu zayıf ilan etmiştir. Bu ise, "et-Takrib"deki ifadesiyle çelişmekte­dir. Bu hadis sebebiyle onu, O'na göre "cerh" sayılabilecek bir şeyle vasıflandırmamıştır. "Şerh'un-Nah!e"de geçtiği gibi. O da "et-Takrib" de geçe "çoğu kez hata yapar" sözüdür.
Tüm bu açıklamalardan, îbn-i Hacer'in bu hadisi rivayet ederken hafızasının ona yardım etmediği anlaşılmaktadır. Burada hata yaptığına dair başka eserleri buna şahiddir. Bunlar "Tahric" adlı kitabından sağlamdırlar. Zira o kîtaplarda, hadislerle beraber "usul"den de söz edilmektedir. "Tahric"de ise böyle birşey yoktur. Ayrıca Avfi'nin hadisi­nin zayıf olduğunu birçok hadis hafızı bize hatırlatmakta­dır. Örneğin; el-Münziri "et-Terğib"de, İbn Teymiyye "el-Kaidetul-Çelik"te ve ayrıca en-Nevevi bundan bahset­mektedirler. Yine Elbusiri, "Misbahu'z-Zücace", 2. cilt 52. sayfada, şöyle bir yorum getirmektedir: "Bu isnad-ı Atiyye, Fudayl b. Merzuk ve el-Fadl İbnu'î-Muvaffak gibilerle do­ludur. Bunların hepsi zayıf kişilerdir." Sıddık Han "Nezkü'l-Ebrar"da bu hadise ve ileride bahsedeceğimiz Bilal'ın hadisine işaret eder. Sonra şöyle der: "Bunlann isnadı zayıftır." En Nevevi de "ei-Ezkar"da bunu açık bir şekilde ifade etmektedir.
 
 
Sıddık Han'ın kendisinden rivayet ettiği Bilal'ın hadisi­dir. Şöyle demiştir:
Allah'ın Rasulü namaza giderken şöyle bir dua oku­yordu: "Allah'ın adıyla Allah'a iman ettim, O'na dayandım. Güç ve kuvvet Allah'tandır. Allah'ım! Senden dua talepde bulunanların ve bu çıkış sebebinin hakkı için, hiç şüphesiz ben şefaatli çıkmadım."
Hadis böylece devam ediyor. Bu hadisi İbnu's-Seni'; El-Vazi b. Nafi, el-Ukeyli yoluyla Ebu Seleme b. Abdur-rahman'dan, O da Cabir b. Abdullah'tan, O da Ondan rivayetle, "Ameluî-Yevmi ve'1-Leyle" adlı eserin 82. sayfa­sında tahric etmiştir.
Bana göre, kesin olarak bu senet zayıftır. "El-Ehadis ed-Daif"te açıkladığım gibi, el-Vazi yalan söylemiştir. Ya­nında bu yalanını engelleyen olmadığı için de yalanına devam etmiştir. Bu nedenle en-Nevevi, "el-Ezkar"da şöyle der: "Hadis zayıftır. Havilerinden biri, ittifakla zayıf ve münkeru'l-hadis olan "el-Vazi b. Nafi el-Kayli" adında bir kimsedir." Tahricinden sonra Hafız ez-Zehebi de şöyle bir açıklama getirmektedir: "Gerçekten bu hadis çok tuhaftır. Bu şekliyle Darekutni'nin "el-Efrad"da tahriç ederek yap­tığı rivayetinde, Elvazi tek kalmıştır. Onun da ittifakla münkerü'l-Hadis ve zayıf olduğu bilinmektedir. Hakkında söylenenler bundan daha ağırdır. Örneğin, İbn-i Ma'n ve en-Nesaİ, onun güvenilir birisi olmadığını söyler. Ebu Hatem, mekruku'l-hadis olduğunu söyler. El-Hakim ise, "o mevzu hadiseririvayet eder." demiştir."
Şeyh el-kevseri ve el-Gımari'nin "Misbahu'z-Zücac"da ve diğer bid'atçıların yaptıklarının aksine, ben bu hadisin delil gösterilmesine cevaz vermiyorum.
Bu iki hadis zayıf olmakla beraber, "yaratılanla teves­sülün yapılabileceğime de kesinlikle delalet etmez. Yani böyle bir anlam çıkarılamaz. Ancak olsa olsa, önceden sözü edilen "meşru tevessüPün bir çeşidini ifade edebilir ki, o da Allah Azze ve Celle'nin sıfatlarından birisiyle tevessül edilmiş kabul edilir. Zira hadiste geçen iki tevessülün yo­rumu şöyledir.-
AllahTeala'ya dua edenlerin Allah Teala üzerindeki hakkı nedir? Şüphesiz ki duaların kabulüdür. Allah Azze ve Celie'nin, kullarının duasını kabul etmesi, kendi sıfatların-dandir. Müslümanın camiye gitme durumu da aynıdır. Bunun hakkı da Allah teala'nın onun günahın ıaffedip, Cennet'ine koymasıdır. Allah Azze ue Celle'nin rahmet ve mağfireti ile kendisine itaat eden bazı kullarını Cennet'ine koyması, O'nun sıfatlarındandır.
Böylece anlaşılıyor ki, bid'atçılar bu hadisitevessülün caiz olduğuna delil gösteriyorlar. Halbuki bu hadis onların aleyhine bir delildir. Biraz düşünen bir insan, bunun bizim lehimizde bir delil olduğunu görür.
 
 
 Ebu Umame'nin şöyle dediği rivayet edilir:
- Allah Rasulü Sabah ve akşam şöyle dua ederdi:
"Allah'ım! Yalnız sen tapılmaya ve anılmaya müstehaksın.
Gökleri ve yeri aydınlatan yüzünün nuru hakkı için, sana ait bütün haklar için ve isteyenlerin hakkı İçin senden
diliyorum."
El-Heysemi, "Mecmau'z-Zevaid"de (c. 10, sh. m) şöyle diyor: "Bunu et-Taberani rivayet etmiştir. Ravilerin ara­sında Fudayl b. Cübeyr vardır. Bu kişi zayıftır, zayıf olduğu ittifakla sabittir."
Bana göre de, bunun zayıf olduğu kesindir. Zira İbn Hibban onu itham ederek şöyle diyor: "O bunu Ebu Umame'den duyduğunu iddia ederek, ona ait olmayan bir hadisi O'ndan rivayet ediyor. Hiçbir şekilde bu rivayeti delil gösterilemez. Çünkü o, aslı olmayan hadisleri rivayet eder."
İbn Adiy, onun için "el-Kamiî"de "rivayet ettiği hadisle­rin hiçbirisi mahfuz değildir" diyor. Een de diyorum ki, bu hadis şiddetle zayıftır. "Misbah" sahibinin yaptığının aksi­ne, bunu delil olması için şahid göstermek caiz değildir.
 
Dördüncü Hadis                                                   
 
Enes b. Malik'in şöyle dediği rivayet edilir:
- Ali'nin anası, Hişam'ın oğlu olan Esed'in kızı Fatma ölünce, mezar kazmak için Ebu Eyyub EI-Ensarİ, Ömer
İbnu'l-Hattab ve zenci bir genci çağırır. Mezar bittiğinde, Allah Rasulü gelir ve içinde yan yatarak şöyle dua etmeye başlar: "Dirilten ve öldüren yalnız Allah'tır. O, ölümsüz bir hayata sahiptir. Annem Fatma binti Esed'in günahlarını affet, ufkunu aç. Nebi'nin ve benden önceki Enbiyaların hatırı için kabrini genişlet. Çünkü ancak sen Erhamü'r-Rahimsin!"
El-Heysemi, "Mecmau'z-Zevaid"de (c. 9, sh. 257) şöyle diyor: "Taberani bu hadisi "el-Kebir ve'l-Evsat"ta rivayet etmiştir. Ravilerin arasında Ravh b. Salah vardır. İbn Hibban ve el-Hakim onu tevsik eder. Ancak, onda zayıflık vardır. Geri kalan ravileri sağlam kişilerdir."
Ben de diyorum ki, Ebu Nuaym, et-Taberani, yoluyla "Hılyetu'l-Evliya"da (c. 3, sh. 12i) rivayet eder. İkisine göre de onun isnadı zayıftır. Zira isnadındaki Ravh b. Salah, tek başına bunu rivayet eder. Ebu Nuaym bizzat bunu söyle­mektedir. İbn Adiyy de Ravh'ı zayıf görür. Darekutni, ha­diste zayıf olduğunu söyler. İbn Ma'kula da onu zayıf gör­düklerini söylüyor. İbn Adiy onun iki hadisini tahric ettikten sonra, "onun hadisleri çoktur, bir kısmı pek bilin­mez" diyerek, itifakla onu zayıf görüyorlar. Hadisi nakle­den sadece bir kimse olduğu için, münkerdir.
İbn Hibban ve el-Hakim'in Ravh'ı tevsik ettiklerine ba­karak bazıları bu hadisi takviye etmek istemişse de, bu iki kişinin tevsik etmede hafif bir yol seçtikleri ve böyle bilindikleri anlaşılınca, onlara bunun bir yararı olmaz. Cerh müphem olduğu taktirde bile, iki sözü arasında tezat söz-konusu olunca, ölçü olarak kabul edilemez, Buradaki gibi hadis açıktan cerh olmuşsa, hiç kabul edilmez. Bu hadisin zayıf olduğunu "el-Ehadis ed-Daife"de (sh. 23) geniş bir şe­kilde anlatmıştım. Burada tekrar aynı konuya girmek istemiyorum.
Bu zatlar gülünç bir şey yapıyorlar ve şöyle diyorlar: "Şeyh Nasır zayıf olduğuna hüküm vermiştir. Biz ondan, hadisçilerden kimlere dayanarak bu hadisi zayıf ifan etti­ğini açıklamasını istemekteyiz." Ben de diyorum ki, tek ravisi olan Ravh b. Salih'i zayıf ilan edenin kim olduğunu daha önce zikretmiştik. Başka bir yoldan gelmesi yahut mutabeat durumu hariç, ikincisini de Ebu Nuaym reddet­mişti. Bu durum, rivayet ettiği hadisinin de zayıf olduğunu gerektirir. Başka bir yoldan gelmesi ise, çok uzak bir ihtimaldir.
Sonra, şöyle demeye başladılar: "Farzedelim, zayıftır. Lakin bu zayıflık, onunla amel etmenin caiz olmasını engellemez.
Zira muhaddisler ve fakihler, teşvik ve sakındırma ni­yetiyle zayıf hadislerle amel edilmesine cevaz vermişlerdir. Bu da bunun kapsamı içine girer. "Bana göre bu hadiste teşvik sözkonusu olmadığı gibi, Şer'an sabit görülen bir işlevi de açıklanmış değildir. Belki caiz olup olmadığı belli olmayan bir şeyi nakletmektedir. Sahih olduğunu kabul etsek bile, olsa olsa bu bir şer'i hükmü ikrar eder. Oysa ki siz bu hadisi, "ihtilaflı olan bir tevessülün caiz olduğuna delalet eder." diye iieri sürüyorsanız. Eğer bu hadisin zayıf olduğunu kabul ederseniz, delil olarak gösteremezsiniz. Ayrıca bu hadisin tergib ve terhib için kullanılabileceği konusunda da hiçbir akıl sahibinin sizin gibi düşüneceğini tasavvur bile edemiyorum. Olsa olsa bu, hakka boyun eğ­mekten kaçınmak olabilir. Bunu söyleyen hiçbir akıl sahi­binin söylemediği bir şeyi söylemiş olur.
 
 
Ümeyye b. Abdullah b. Halid b. Esid'in şöyle dediği ri­vayet edilir:
- Allah Rasulü fakir muhacirlere tevessül ederek, Allah'tan fetih talebinde bulunuyordu.
Muhaliflere göre, Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiem, Allah Teala'dan yardım ve fetih isterken, zayıf ve miskin muhacirleri vesile yapıyormuş. Onların anlayışına göre, ihtilaf konusu olan tevessül buymuş. Buna iki cihetle cevap verilir:
1- Hadis zayıftır. Taberani, "el-Mu'ce'mu'l-Kebir"de şöyle nakletmektedir: Muhammed b. İshak b. Rahveyh, Ubeyd'den, O İsa b. Yunus'tan, O da babasından; dedesinin Ümeyye'den rivayet ettiğini bize intikal ettirmektedir. Ayrıca Abdullah b. Muhammed b. Abdulaziz el-Begari b. Abdullah b. Ömer el-Variri yoluyla, Yahya b. Said'den, O Süfyandan, O Ebu İshak'tan, O da Ümeyye b. Halid'den rivayet ettiğini öğrenmekteyiz. Sonra, Kays b. Rabi' yo­luyla Ebu İshak Mükelieb b. Ebi Safre'den, O da Ümeyye b. Halid'den, "fakir müslümanlann tevessülü ile fetih ve yardım talebinde bulunuyordu" mealindeki lafızla, merfu olarak rivayet etmiştir.
Gördüğüm kadarıyla dönüp dolaşıp neticede hadis Ümeyyeye dayanmaktadır. Onun da Sahabi olduğu is-patfanamamıştir. Sözkonusu olan hadis ise, zayıf ve mür-seldir. İbn Abduiber, "el-İstiyab-da a/38); "bana göre onun " sohbeti sıhhatli değildir" deyip hadisin mürsel olduğunu söyler. Ibn Hacer de "el-İsabe-de (1/33), "onun sohbet ve . rivayeti yoktur" diyor. Bana kalırsa, onda başka bir prob­lem vardır. O da, Ebu İshak'm bunaklığı ve rastgele kişi­lerden rivayet alışkanlığıdır. Zira o, olumsuz yönlerini giz-   ' leyen biridir. Şu var ki, Süfyan ondan rivayet ederken   . henüz bunamamıştı. Böylece, hadisçiliğinin zayıf oluşu ve hüccet kabul edilemeyeceği ortaya çıkmış oluyor. İşte bu, birinci cevaptır.
2- Bu hadis'sahih olarak kabul edilse bile, çok çok Ömer Radıyalfahu Anh ve Âmâ'nın hadisleri nasıl bir anlam ifade etmişse, bu da öyle bir anlam ifade eder. Yani salih insanların duasıyla tevessül sözkonusudur.
El-Münavi, "Feyzuikadir"de, "istiftah", fetih manasına gelir" diyor. "Ey Kâfirler, eğer.siz fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi" ayet-i kerimesinin ifade ettiği gibi. Zemahşehi şöyle diyor: "Yestensirû" demek, "yardım taleb eder" de­mektir. "Biscalikü'l-müsiİmin", "varlıksız ve fakir müslü-maniarın duasıyla" demektir.
Ben de diyorum ki, Nesai'nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif, mezkûr açıklamayı getirmektedir: "Allah bu ümmete zayıfların dua, namaz ve ihlaslannın hatırı için yardım eder." Bunun senedi sahihtir. Aslı Buhari'de vardır. Hadis, açık bir şekilde, yardım talebinin zatların ve makamların tevessülü ile değil, belki salihlerin duasıyla olabileceğini ifade etmektedir. "İstiftah" da aynı anlamı ifade etmekte­dir. Eğer sahih kabul edilirse, bu şekliyle hadis meşru te­vessül için delil olduğu gibi, bid'at tevessülün reddi için de hüccet olur.                                                              
 
 
Ömer İbnu'l-Hattab Radıyallahu Anh'dan, merfu olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
- Adem hata işlediği zaman dedi ki; "ey Rabbim! Mu-hammed'ın hakkı için senden af diliyorum." Allah dedi ki, "ben O'nu yaratmadan nasıl Muhammed'i tanıdın?" Adem dedi ki; "Ey Rabbim! Sen beni elinle yaratıp ruhundan bana üflediğin zaman, başımı kaldırdığımda Arş'ın sütunlan üzerinde "la ilahe illallah, Muhammeden Rasulullah" yazılı olduğunu gördüm. Böylece anladım ki, mahlukattan ancak en sevdiğini isminle beraber zikretmişsin." Allah da dedi ki; "seni affettim. Eğer Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım."
Bunu el-hakim; Ebu'l-Haris Abdullah b. Müslim el-Fiheri yoluyla İsmail b. Mesleme"den o Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den, O babasından o dedesinden o da Ömer Radiyallahu Anh'tan rivayet etmiş; bu senetle el-müstedrek'te (c. 2, sh. 615) tahric etmiştir. İlaveten de, "bu sahih bir isnaddır. Bu kitapta Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem içi zikrettiğim ilk hadistir" demiştir.
Zehebi şöyle diyor: "Bana göre bu isnad zayıfdır. Ab-durrahmanm bulunması ise hayret vericidir. Abdullah b. Eşlem el-Fiheri ise, bunun kim olduğunu bilmiyorum." Ben de diyorum ki, El-Hakim, "el-Müstedrek"te "kendi kendine çelişkiye düşmüştür." der. Zira, c.3, sh. 332'de, adı geçen Abdurrahman'dan rivayeten başka bir hadisi sahih görmediği halde, bunu rivayet etmiştir. Ayrıca Buhari ve Müslim'in Abdurrahman b. Zeyd'i hüccet olarak kabul et­mediklerini de söyler. Bana göre, ez-Zehebi "eI-Mizan"da bu "el-Fiher"ye yer vererek, ona hadis isnad ettikten sonra, bunun batıl birhaber olduğunu söyler. İbn Hacer de "el-İsabe" de (3/360) aynısını söylüyor ve ilaveten el-Fiheri hakkında şöyle diyor: "Emsali olduğundan, muhte­melen bu ondanönceki kişi olabilir." Bildiğim kadarıyla ondan önceki kişi, "Abdullah b. Müslim b. Rüseyd'dir. îb_ Hacer diyor ki; "İbn Hibban onu zikretti. Hadis uydur­makla itham edilmekte olup, hadisleri Leys, Malik v_ İbnu's-Lehiya'ya yüklemektedir. Onun hadis kitabı yoktur. Sanki varmış gibi İbn Halbe'den bir nüsha rivayet eden d işte odur."
Ben   de   diyorum   ki;   bu   hadisi   eMaberani,   "el-Mu'cemuVSağir"de (sh. 207) şu şekilde rivayet etmiştir: "Muhammed   b.   Davud   b.   Eşlem   es-Sadefi   el-Mesci,1 Ahmed b. Said el-Medeni, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den rivayet eder." Bu sened biraz karanlıktır. Zira, Abdurrahman'm dışında hiçbiri tanınmıyor. İbn Hacer ve el-Heysemi de buna işaret, etmişlerdir. Zira "Mecmau'z-Zevaid'de (c.8, sh. 253), "et-Taberani, el-Evset ve es-Sağir"de bu hadisi rivayet etmiştir. Kavilerin arasında hiç tanıma­dığım kişiler vardır" diyor. Bence bu bir arızadır. Arala­rında tanınan kimse olmadığını söylemekle o kişi hakkında' iyi bir imaj vermektedir. Oysa bu doğru değildir. Zira onun dayanağı,   Abdurrahman   b.   Zeyd   b.   Eslem'dir.   El-Beyhaki'nin dediğine göre; o bu hadisi rivayet ederken, sadece Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'e dayanmaktadır.j O ise, mevzu hadis rivayet etmekle itham edilmektedir. EI-Hakim, bununla kendini eleştirmektedir.
Bu nedenle, hadisini sahih görme konusunda alimler] el-Hakim'e karşı çıkıp, onu hatalı ve çelişki içinde gör­müşlerdir. Sahabe, Tabiun ve Müctehid imamların ilimlerinin varisi Şeyhülislam İbn-i Teymiyye Rahimehullahu Aleyh, "el-Karidetu'l~CeliIe"de (sh. 89) buna şöyle bir açıklık getirmektedir:
"El-Hakim'in bu hadisle ilgili rivayeti, onu red nedenle­rinden biridir. Zira bizzat kendisi "el-Medhulü illa Ma'rifeti's-Sahih-i Mine's-Sakim" adh kitabında, Abdur­rahman b. Zeyd b. Eslem'in babasından mevzu (uydurma) hadisleri rivayet ettiğini söyler. Bu işin erbabından olan ve düşünebilen bir insan, bu yaptığının onun aleyhinde oldu­ğu konusunda zorluk çekmez."
Bana göre, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'in zayıf ol­duğu konusunda ittifak vardır. Bu nedenle O, büyük ölçü­de hata yapmaktadır. Ahmed b. Hanbel, Ebu Zur'a, Ebu Hatemi, En-Nesai, ed-Darekutni ve başkaları onu zayıf görmüşlerdir. İbn Hibban diyor ki, "bilmeden hadisleri öyle bir ters çeviriyordu ki, mevkuf isnad ve mürselleri mevkuf gösterdiğini görüyoruz. Böylece, kendisinden ri­vayet edilen hadisler terkedilmiştir."
Kitabın sonunda şöyle diyor: "Başta bahsettiğim kişile­rin cerhedildiğini biliyorum. Zira cerh, ancak beyyine ile isbat edilir. Bana soranlara, "cerhlerini beyan ettiğim kişi­ler onlar" derim. Çünkü, cerhi taklitle mubah görmüyo­rum. Bu konuda uğraşanlar için tavsiyem, adlarını verdi­ğim bu kişiİerin hiçbirisinden hadis yazmamalarıdır. Allah Rasulü Salfaiiahu Aleyhi ve Seiiem bu konuda şöyle diyor: "Yalan gördüğü bir hadisi rivayet eden kişi, iki yalancıdan biridir." Onların hadislerini rivayet eden kişi de bu hadisin hükmüne girer.[35] Bildiğim şudur ki, el-Hakim'in bu sö­züyle önceki sözünü inceleyen kişi, gayet açık bir şekilde Abdurrahman b. Zeyd'in bu hadisini el-Hakim'in de mevzu (uydurma) gördüğünü anlar. Hal böyleyken bile bile bu hadisi rivayet eden kişi, iki yalancıdan biri durumuna düşer."
Bu hadisin batıl oluşu hususunda İbn Teymiyye, ez-Zehebi, İbn Hacer ve Muhakkiklerden İbn Abdulhadi gibi birçok hafız ittifak etmişlerdir, ileride ayrıntılı olarak anla­tılacaktır. Bunların ittifakıyla bu hadisin mevzu olduğu an­laşıldıktan sonra, sadece el-Hakim'in iki görüşünden birini taklid ederek Allah'a ve hesap gününe inanan bir müminin, bu hadisi sahih ve caiz görmesi caiz değildir.
İkinci görüşünü seçme hakkına sahip olan bir ilim tahipltsinin, Abdurrahman'in rivayet ettiği bu hadisi yamaması gerekir. Aksi taktirde, önceden söylediğimiz gibi iki ya­lancıdan biri olur.
Bir de şuna dikkat etmek gerekir: Bazı hadis şeyhleri­nin Zehebi'nin "O hadis mevzudur" sözünü gerekçe gös­tererek, Şeyh Naşirin bu hadis hakkında yalan ve mevzu olduğuna dair verdiği hükmün batıl olduğuna dair tesbitleri cidden geçersiz ve yanlıştır. Zira, zikrettiğimiz seçkin bazı hafızların, ez-Zehebi'ye destek verdiklerini biliyoruz. Sora ilaveten dediler ki; "ez-Zehebi'nin mesnedi, ei-Hakim'in isnadoında hakkında "muttehemdir" denilen bir adamın bulunmasıdır. Ben ce bu da geçersizdir. Zira sözkonusu adam, Abdullah b. Müslim el Fiheri adında bir zattır. Ez-Zehebi, önceden ondan nakledildiği gibi suçlamadığını, ancak onu tanımadığnı söylüyor.
Bu konuyu bilmediklerini tannetmiyorum. Kendilerine bundan bir nasip çıkarmak için bil inemezi ikten gelmişler­dir. Dediler ki; "Bu hadisle ilgili olarak, et-taberani'den alınan diğer bir isnadda, itham edilen bu kişi yoktur." Ancak, onuç itibariyle bu isnadda tanınmayan üç kişi var­dır. Bunu bilmiyorlarsa, el-Heysemi'nin, "bu hadisin isna­dında tanımadığım kişiler vardır." sözünün taklidinden neden yüz çevirdiler? Fakat, "bu senedde de tanınmayan kişi vardır." demekle, taklide yenik düştüler. Bu karışıklığın sebebi şudur: El-Heysemi'nin "isnadında tanınmayan vardır. sözü, kesin olarak birkaç kişinin var olduğunu ifade etmektedir. Onların sözü ise, bunu teyid etmektedir. Ge­nelde, herhangi bir veya birkaç kişi tanınmadığı zaman, bu söz söylenir.
Sonra dediler ki; "bu isnadın ravilerinden biri Abdur-rahman b. Zeyd'dir. İbn Hacer'in kavline göre, güvenilir­dir." Oysa bu kişi, zayıftır. İbn-i Hacer'in dışında olanların kuvvetli görüşlerine göre ise, daha da zayıftır. Ebu Nuaym, o kişihakkında, 'babasından bir sürü mevzu (uydurma) hadis rivayet etmiştir." diyer. El Hakim de aynı şeyi söy­lüyor. Bu iki kişi, tevsik konusunda yumuşak bilinmekte­dirler. Ama Abdurrahman'ın "mecruh" olduğuna kesin kanaat getirdikleri için, onu cerh ve tenkit etmişlerdir. Onun için, onun zayıf görme konusunda hemfikirdirler. Şeyhülislam İbn Teymiyye de bu konuda kesin ifade kul­lanmaktadır. Hata Ali b. İbnu'l-Medeni, İbn Sa'd ve baş­kaları, "kesin" ifadesini kullanmışlardır. Tahavi diyor ki; "hadis alimlerine göre, Abdurrahman'ın hadisi son derece zayıftır." Görüldüğü gibi Abdurrahman, eskiden beri çok zayıf olmakla tanınmaktadır.
Abdurrahman b. Zeyd'in cidden zayıf oduğu konusun­da yoğun görüşler mevcut olduğu halde, karşıt görüşte olanların bunu gözardı edip, İbn Hacer'in "onda zayıflık vardır" sözüne itibar etmelerini anlamak mümkün değildir. Ancak, bir ihtimal daha var ki, o da İbn Hacer'in "zayıf" derken "cidden" kelimesinin kaleminden kaçmış olabileceği veya bazı nüshalarda bu kelimenin sehven yazılmış olabileceğidir. Şöyle veya böyle, önceden zikrettiğmiz gibi, Hafız kendi lisanıyla "bu hadis batıl bir haberdir" dedikten sonra, sadece "zayıf" kelimesinde Hafız İbn Hacer'i taklid etmeleri, onlara bir yarar sağlamaz.
Öyle anlaşılıyor ki, bunlar sorumsuz kişiler olup, hakkı takip etmeyenlerdir. Yoksa, ez-Zehebi'ye ve diğer mu­hakkiklerin sözüne uygun düşen, ibn Hacer'in görüşünü benimsemekti. Hadisin mahiyetini gizlemek, hafızlardan birinin bir görüşünü benimsemekle hadisin etrafında yeni bir görüş ortaya atmak alimlerin ihtilaf ettiği diğer hadis­lerin mecrasına sokmakla ez-Zehebi'ye karşı tavır almak için sadece Abdurrahman'ı zayıf görmekle yetinmemeleri gerekirdi. Bir de bunun sonunda ne diyorlar? "Hadisçilere göre, durumu böyle olan bir hadis mevzu değildir. O, amel edilen hadis kısmından sayılır" diyorlar, Bana göre bu sözün iki nedenle geçerliliği yoktur:
1- Birinci dayanakları, Abdurrahman'ın hakkında sa­dece "zayıftır" deniîmesidir. Oysa bu, doğru değildir. Zira Abdurrahman'ın hakkında, "cidden zayıftır" da denilmiştir. Bu konuda seçkin hafızlardan birinin açık ifadesini ileride aktaracağız.
2- Bu söz, İbn Hacer ve diğer hafızların bu hadisin batıl olduğu hakkında verdikleri hükme aykırı düşmektedir. Hal böyleyken, onlara muhalefet etmeleri nasıl olur?
Bir de onlardan birinin, "Ettakibu'I-...." adlı eserin 21. sayfasında, kendisinin tashih ve ta'dif vasfına sahip olma­dığı şeklindeki sözleri tevazu niyetiyle söylenmiş olabilir. Bunun aksi düşünülemez. Zira bilinmektedir ki, bütün seçkin hafızlar ters düşmeyi de göze alarak, bu konuda bağımsız davranmayı kendisine yakıştırıyor. Onun hak­kında söylediklerimizi şu sözü teyid ediyor: "Biz bu hadis konusunda el-Hakim ve es-Subki gibi, bunu mevzu gör­meyen kişilerle beraberiz."
Ez-Zehebi hakkında yorum yapmayız. Fakat adı geçen İki hadis hafızının görüşlerini gerçeğe daha yakın gördük. Bildiğim kadarıyla bu ifadede hile ve gerçeği örtmek var­dır. Zira; el-Hakim, "el-Müstedrek"te hadisin sahih oldu­ğunu söyler. Es-Subki ise, bu konuda onu taklit etmiştir. Hafız İbn-i Abdulhadi ise bunu reddederek, şöyle bir açık­lama getirmektedir:
Bazı imamların "mevzu" gördükleri, "sahih" ve "sabit" olmayan, hatta kesin "zayıf" olan bu hadis konusunda es-Subki'nin el-Hakim'i taklid ederek "sahih" görmesi, beni hayrete düşürmüştür. El-Hakim'den Abdurrahman b. Zeyd'e olan isnad, sahih değildir. Abdurrahman onun yo­lunda olduğu için, ondan Abdurrahman'a sahih isnad kabul edilirse, zayıf kabul edilecek ve hüccet sayılmaya­caktır. Hakim hata yapıp büyük bir çekişkiye düşmüştür. Zira "ed-Duafa" adlı kitabında Abdurahman'ı onlardan, yani itimat edilmeyen kişilerden saydıktan ve önceden
ondan naklettiklerimizi zikrettikten sonra, bunu söyer. Burad el-Hakim büyük bir hata ve çelişkiye düşmüştür. Hal böyleyken, bu itiraza, el-Hakim'in bu çelişkili ve hatalı yorumuna itimat ederek bu konuda onu taklit ettikten sonra, "tashihi konusuda biz Hakİm'e itimad ettik" sözünü kullanıyor. Az önce de, sıhhati kendisince bekirlediğinden söz eder. Allah için şu fahiş hataya bakın: Sahih ve sabit olmayan, hatta "mevzu" olan bir hadisi, sahih ve itimada şayah görüp zikreder. El-hakim'in hata ve çilişkili durumu apaçık ortadayken, onu taklid ediyor. Ravinin mecruh ol­duğunu, zayıflığını ve bu konudaki meşhur sözleri bildiği halde bile bile bunu yapmaktadır.
Diyoruz ki, es-Subki'nin bu hadisle ilgili görüşü ve tas­hihi konusunda el-hakim'i taklid etme durumu, bundan ibarettir. Bu tutum haddi zatında hatalı olmakla beraber, "hadis zayıftır, sahih ve mevzu değildir." görüşüne de ters düşmektedir. Böylece mezkur şahıs, yardımcısı ve taklit-çisiyle, hadis için batıl ve mevzu diyen, adı geçen büyük alimlere mahulefet ettikleri gibi, el-Hakim ve es-Subki'ye de muhalefet etmişlerdir. Sadece ez-Zehebi adına değil, onun yanında yer alan ve yer almayanîam tümü adına konuşmaktalar. Aktlh olan kişi, duygusallığa kapılmanın sahibine ne denli zarar verdiğini düşünür. Ez-Zehebi'yi inkar etmekle kendilerini temize çıkarmakla, kötü bir du­ruma düştüler.
İlim ehlinin nazannda tesbit edilmiş mugalatalarından bir tanesi de, daha önce bahsettiğimiz Taberani yoluyla gelen rivayete işaret ettiktensonra, "ez-Zehebi bunun far­kında olmamıştır. Eğer Zehebi bunlardan haberdar olsay­dı, bunu söylemezdi." mahiyetindeki sözleridir. Bana göre bu söz de geçersizdir. Zira ez-Zehebi, el-Hakim yoluyla bu hadisin batıl ve mevzu olduğuna hüküm vermiştir. Kavileri arasında Abdurrahman b. Zeyd'le beraber, tanımadığım bir kişi daha vardır. "Tenbih"in başında bu açıklanmıştır. Tebarani'den gelen rivayetin ravileri arasında, bu Abdur-rahman'la beraber, tanınmayan, üç kişi daha vardır. Bu durumda, "eğer ez-Zehebi bu yolu bilseydi, bunu söyle­mezdi" sözü nasıl doğru olabilir? Bunların yaptıkları ya açık çelişkidir, ya böbürlenmedir, ya da cehl-i mürekkeb-dir. Seleften hadisçilere göre, bu hadisin iki illeti vardır:
1- İsnadında Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'in bulun­ması birinci illettir. Bu kişinin zayıflığı kesindir.
2- İkinci    illet,    Abdurrahman'a   yapılan    isnadın bilinmesidir.
Bana kalırsa, bu hadisin ayrı bir illeti daha vardır. O da, Abdurrahman'ın veya isnadmdaki başkasının kararsızlığı­dır. Bir kez bakıyorsunuz hadisi Nebi Saiiaiiahu Aleyhi ve Sei-lem'e ulaştırır, diğer bir kez ise, Ömer Radıyallahu Anh'a kadar götürür ve orada durur. Ebu Bekir el-Acurri'nin "eş-Şeria" adıl kitabının 427. sayfasında, Abdullah b. İs­mail b. Ebi Meryem yoluyla Abdurrahman b. Zeyd'den yaptığı rivayet gibi, ben Abdullah'ı da tanımıyorum. Ömer Radıyallahu Anh'tan yapılan ne merfu, ne de mevkuf ol­mayan rivayet, sahih değildir. Ayrıca el-Acurri, başa bir yoldan Abdurrahman b. Ebi'z-Zinnad'dan babasının şöyle dediğini rivayet eder:
- Allah'ın, Adem'in tevbesini kabul etmesine vesile olan sözlerden bir tanesi de, şu duasıdır: "Allah'ım! Muham-med'in üzerinde olan hakkı için, senden bağışlanmamı dilerim. "
Bu hadisin, mevkuf ve mürsel olmakla beraber, İbn Ebi'z-Zinnad'a olan isnadı, cidden zayıftır. Ayrıca bu is-nadda, en-Nesai'nin hakkında "güvenilir değildir" dediği Ebu Merven Osman'ın babası Osman b. Halid de vardır. Hal böyleyken, Şeyhülislam İbn Teymİyye'nin bazı kitap­larında açıkladığı gibi, bu hadisin, Kitap ehlinden müslü-man olan veya olmayan bazı kişilerden, tahrif ve değişik­liğe uğramış muteber olmayan kitaplar vasıtasıyla el altından müsîümaniarın eline geçen "İsrail iyyaftan olma­sı, uzak bir ihtimal değildir. Daha sonra da bazı zayıf kişiler tarafından kasten veya yanlışlıkla, isnadı Nebi Sdlaihhu Aleyhi veSellem'e kadar götürülmüştür.
 
 
İki cihedte bu hadisin Kur'an-ı Kerim'e ters düşmesi, hadisin batıl ve uydurma olduğunu söyleyen alimlerin tes-bitini güçlendirmektedir:
1- Bu hadis zımmen Adem Adeyhisselam'ın, Muham-med Saihiiahu Aleyhi ve SeUem'ı vesile kıldığı için Allah Teala tarafından affedildiği fikrini vermektedir. Oysa Allah Teala bu konuda şöyle buyuruyor: "Adem Rabb'inden birtakım şeyler aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah, tevbeleri kabul eden ve acıması çok olandır." Bu kelimelerin açık­laması, Kur'an'ın tercümanı oları İbn Abbas tarafından, sözkonusu olan hadisin hilafına olarak yapılmıştır. El-Hakim, İbn Abbas Radıyailahu Anh'ın şöyle bir açıklama­da bulunduğunu rivayet eder (3/546):                                 
- Adem dedi ki: "Ey Rabb'im! Beni elinle yaratmadın! mı?" (Allah), "evet" buyurdu. (Adem dedi ki), "Ey Rabbim, i beni Cennet'ine koymadın mı?" (Allah), "evet" buyurdu. (Adem dedi ki) "Rahmetin gazabına üstün gelmedi mi?" (Allah), "evet" buyurdu. (Adem dedi ki), "ben tevbe edip salih amel işlersem, beni tekrar Cennete koyacak mısın?" (Allah), "evet" buyurdu. îşte, "Adem Rabb'inden birtakım ilhamlar aldı" mealindeki ayetin manası budur.
El-Hakim, bu senedi "sahih" görmüştür. Ez-Zehebi de ona muvafakat etmiştir. Bana göre, İbn Abbas'ın bu sözü iki yönden "merfu" hükmündedir:
a) Bu gaybi bir iştir. Sadece bir görüşe dayanarak bu konuda birşey söylenemez.
b) Bu hadis ayetin tefsir bölümünde zikredildiği için, "merfu" hükmündedir.   Bilhassa   bu söz   müfessirlerin
imamı, Rasulullah Satiallahu Aleyhi ve SeUem'in kendisine 'Allah'ım, Onu dinde fakih kıl ve O'na te'vil öğret" diye dua ettiği, Abdullah b. Abbas'a aitse; zaten bu kelimelerin tef­siri şu ayette mevcuttur: "Adem'le eşi dediler ki; Ey Rab-bimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden oluruz."(Araf Su­resi, Ayet: 23)
Seyyid Reşid Rıza, tefsirinde (c. ı, $h. 279) bu yoruma kesin gözüyle bakmaktadır. Fakat İbn Kesir, tefsirinde (c. ı, sh. 81) bunun zayıf olduğunu söyler. Benim nazarımda, iki yorum arasında bir fark yoktur. Hatta diyebilirim ki, biri diğerini tamamlamaktadır. İbn Abbas Radıyailanu Antim ha­disi, Adem Aieyhisseiam'ın söyledikleriyle çelişmez, hatta bu söz onu açıklar. Bir aykırılık sözkonusu değildir. Allah'a hamdolsun, yukarıda sözü edilen hadisin Kur'an'a ters düştüğü kesinlik kazandığından, batıl sayılmıştır.
2- Hadisin sonundaki "Eğer Muhammed olmasaydı, ben seni yaratmazdım" ifadesi çok önemlidir. Zira akaidle ilgili bir konudur. Ama bu konuların isbatı, ya üzerinde it­tifak sağlanmış mütevatir hadislerle (naslarla) veya diğer­lerine göre sahih kabul edilen hadislerle mümkün olabilir. Eğer bu hadis sahih olsaydı, Kuranda veya sahih olan hadis kitaplarında zikredilirdi.
"Aslında sahihtir, ama hüccet sayılan bu nas zayi ol­muştur" iddiası ise, şu ayet-i kerimenin hükmüne ters düşmektedir. Allah Azze ve Ceite şöyle buyuruyor: "Kur'an'ı (zikri) biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız."fHfcr Süresi, Ayet: 9) Bu ayetteki "zikr" kelimesi, îbn Hazm'ın "el-İhkam"da da beyan ettiği gibi, hem Kur'an'ı, hem de Sünnet'i ihtiva etmektedir. Ayrıca Allah Teala, Adem Aieyhisseiam ve züiTiyetini ne hikmetle yarattığını şu ayet-i kerime ile bize bildirmektedir: "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. "(Zanyat Sûresi, Ayet-. 56) Fazla veya eksik, bu hikmete muhalif olan hiçbir şey kabul edilemez. Ancak, masum olan Nebi Saifoifohu Aleyhi ve Seiiem'âen varid olan sahih nas bunun dışındadır. Örneğin, söz konusu olan batıl hadis bunlardan biridir. Bu asla kabul edilemez. Bunun bir benzen de, halkın dilinde meşhur olan şu hadistir: "Eğer sen olmasaydın, kesinlikle gökeri yaratmazdım." "Bunun benzeri" dedik, çünkü bu hadis es-San'ani'nin dediği gibi, mevzudur. Eş-Şevkani de O'na katılarak, "el-Fevaidu'1-Mecmua fi'1-Ehadisi'l Mevdua" adlı eserinde (sh. 116) bundan bahsetmektedir.
Ortaya atılan iddialardan biri de şudur: Nebilik iddia­sında bulunan Mirza Gulam Ahmed e!-Kadıyani, bu mevzu hadisi çalarak, Allah Teala'nın kendisine hitaben, "sen ol­masaydın gökleri yaratmazdım" dediğini iddia etmiştir. Bu rivayet, Kadıyani'nin habercilerinin kitabı olan "Hakika-tu'l-Vahy"de (sh. 99) geçtiği için, Şam ve havalisinde bu­lunan ve Mirzayı kabul edip onun peşinden giden Kadı-yaniler, bunu itiraf etmektedirler.
Kaldı ki, adı geçen alim ve hafızların reddine rağmen, muhaliflerin iddia ettiği gibi bu hadis sıradan bir zayıf hadis kabul edilse bile, ihtilaflı olan tevessülün meşruiyeti için delil olamaz. Zira onlara göre, bu meşru bir ibadettir, iba­detin en düşük halin de müstehab olmasıdır. İstihab ise Şer'i bir hüküm olup, isbatı ancak hüccet olabilen sahih nas ile mümkün olan beş ahkamdan biridir. Zayıf olduğu­na göre, elbette hüccet olamaz. Mesele ap-açıktır, gizli hiçbir yanı yoktur.
 
 
"Benim makamımla tevessülde bulunun! Zira benim Allah katındaki makamım büyüktür!" Bu hadisi, onlardan bir kısmı da şu ifadelerle rivayet etmiştir: "Allah'tan birşe^ istediğiniz zaman, benim makamımla isteyin. Çünkü benim makamım, Allah indinde büyüktür."
Fakat hadis kitaplarında böyle bir rivayet yoktur. Bu rivayetler asılsız ve batıldır. Bunun acak hadisten haberdar olmayan bazı cahil kişiler rivayet etmişlerdir. Şeyhülislam İbn Teymiyye, "el Kaidetu'l-Celile"de (sh. 132-150) bu mese­lenin üzerinde durarak şöyle demiştir:
Nebi Sallaiiahu Aleyhi ve Seilem'in kıymeti, Allah Teala in­dinde diğer Nebi ve Rasul olan tüm Peygamberlerin kıy­metinden daha büyüktür. Fakat yaratılanların Allah Teala yanındaki mertebesi, yaratıkların yaratıklar yanındaki laymetine benzemez. Zira, Allah Azze ve Celle'den gayrı ve onun izni olmadan, hiç kimse şefaat edemez. Kul ancak, kul katında O'nun izni olmadan şefaatçi olur. Allah Azze ve Celle'nin ise ortağı yoktur. Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor: "Müşriklere de ki: Allah'tan başka ilah saydık­larınızı çağırın! Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre miktannca bir şeye sahip değildirler. Onların ne göklerde, ne de yerde (Allah'a) hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah hı zurunda kendisinin izin verdiği kimselerden başkasınıl şefaati fayda vermez." (Sebe Sûresi, Ayet 22-23) Bu durumdc
Allah Azze ve Ceile katmda Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellemtt büyüklüğü, O'nu vesile kılmamızı gerektirmez. Zira, bu konuda sabit olan bir nas yoktur. Bunu şöyle izah edebiliriz:
Örneğin, rükû ve sücûd insanlann hepsinin kabul et­tikleri ta'zim alametleridir. Bilindiği gibi, bazı insanlar krallarına ve ileri gelenlerine kıyam, rükû ve sücûd gibi hareketlerde bulunurlar. Tüm müslümanlarca bilinmekte­dir ki, insanlann en büyüğü ve en kıymetlisi Muhammed Saiiaitahu Aleyhi ve Seüem'dir, O yaşarken ve öldükten sonra, O'na kıyam, rükû ve secde etmeleri caiz midir? Bunun cevab şudur: Eğer bir kimse bunu caiz görüyorsa, bunun dinde varolduğunu ispatlaması gerekir. Kanaatimize göre, rükû ve secde ancak Allah Teala'ya yapılır, başka hiç kimse için caiz değildir. Nebi Saitaifahu Aleyhi ve Sellem, kişinin kişiye rüku ve secde etmesini men etmiştir. Rasulullah Aleyhi ue Seliem'in Sünnet'inde de, herhangi bir kimsenin önünde ayağa kalkmaktan hoşnut olmadığını görüyoruz. Bu da, böyle davranışların meşru olmadığını gösterir. Bundan sonra, acaba herhangi bir kimse, Nebi Saiiallahu Aleyhi ve Seiiem'e secde edilemeyeceğini söylediği­mizde, bunun O'nun değerini düşürmek olduğunu söyle­yebilir mi? Rasuiullah Saiiallahu Aleyhi ue Seliem'in makamının yüce olmasının sübutu, O'na secde etmeyi gerektirmez. Bu asla mümkün değildir. Din'de yeri olmadığı sürece Nebi Saiiallahu Aleyhi ue Seifem'in kıymetinin yüksek olması­nın, O'nun kıymetini vesile etmemizi gerektirmediği anlaşılmıştır.
Rasulullah Saihihhu Aleyhi ue Seiiem'e değer vermek zo­runlu olarak, O'nun Sünnet'ine uyup yolunda gitmek ve O'na itaat etmektir. Tıpkı O'nun Rabb'ine itaat etmenin farz olması gibi. Kuvvetli bir rivayete göre, Allah Rasulü Saiiallahu Aleyhi ve Sellem şöyle demiştir: "Sizi Allah'a yaklaş­tıran ne varsa, hepsini size eksiksiz olarak emrettim."[36] Rasulullah Saiiallahu Aleyhi ve Seliem'in emrettikleri arasında, müstehab olarak bile böyle bir tevessül yoktur. O halde bu, bir ibadet değildir. Bizim için gerekli olan, bu konuda O'na uymak, diğer yollan bırakmak ve sevgisini istismar etme­yip, bid'atlann Allah Teala'nın dinine girmesini önlemektir. Gerçek sevgi, bid'atlan ihdas etmek değil, Onun yo­lunda gitmektir. Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor: "De M: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarımızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir."(Âi-i imran Sûresi, A^et: 31) Bakın bir şair şöyle demiş:
"Sen Allah'ı sevdiğini izhar ediyorsun, fakat O'na isyan ediyorsun!
O'nu sevmekte samimi olsaydın, O'na itaat ederdin.
Senin hayatına yemin olsun,   kıyaslamada bu bir bidattir,
Zira seven, sevdiğine itaat eder."
Bu konuda rivayet edilen iki zayıf hadis daha vardır:
1- İstiska (yağmur yağma talebi) konusunda, Rasulullah Saiiaitahu Aleyhi ve Setiem'm ölümünden sonra tevessül etme durumu:
Tevesül konusundaki zayıf hadisleri ortaya koyup söy­lenenleri araştırdıktan sonra, şimdi de sıhhat ve zayıflık durumunu açıklığa kavuşturmak ve bizim konumuzla ilgili olup olmadığını öğrenmek için, bid'at olan tevessüle cevaz verenlerin irad ettikleri hadisleri ele almak uygun düşer. îbn Hacer, "Fethu'l-Bari"de (c. 2, sh. 397), sağlam gördüğü şöyle bir hadis rivayet eder:
- îbn Ebi Şeybe, sahih bir isnadla, Ebu Salih es-Semman'ın kanalıyla, Ömer Radıyaihhu Anh'm mali sorum­lusu olan Maliku'd-Dar'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet eder: "Ömer'in zamanında bir ara kıtlık başladı. Bu gün­lerde, adamın biri Nebi'nin kabrine gelerek şöyle demeye başladı: "Ey Allah'ın Rasulü! Ümmetin için Allah'tan yağ­mur talep et! Zira onlar helak oldular." Adama, rüyasında "Ömer'e git" denilir." Hadis devam ediyor. Seyf, "el-Tutuh" da, bu rüyayı gören kimsenin Bilal İbnü'İ Haris el-Muzeni adında bir Sahabi olduğunu yazar.
Biz buna birkaç şekilde cevap verebiliriz:            
 
 
Öncelikle şunu hemen söyleyelim ki, bu rivayetin sıh­hatini kayıtsız şartsız olarak kabul edemeyiz. Çünkü isna-dındaki "Maliku'd-Dar" adındaki kişi, adalet ve hıfz konu­sunda güçlü olmakla tanınmış biri değildir. Hadis ıstılahında izah edildiği gibi, sahih senetlerde bu ikisi temel şart olarak kabul edilir. îbn Ebi Hatim ise, bunu "ec-Cerhu ve't-Ta'dil"de (c.4, sh. 1-213) kaleme alırken, adı geçen Ebu Salih'in dışında, ondan rivayet eden herhangi bir raviyi zikretmemektedir. Bu durum, onun meçhul olduğunu gösterir. Bizzat îbn Ebi Hatim'in bilgisi ve ufku geniş ol­duğu halde, ondan söz ederken tevsik etmeden, sadece tanınmadığı üzerinde durması, bu tesbiti te'yid etmektedir.
Bu yorum, İbn Hacer'in Ebu Salih'ten yaptığı rivayetinde sahih isnad tabiri kullandığı ifadesiyle çelişmektedir. Biz bunu senedin tümünü değil, sadece Ebu Salih'i tashih ko­nusunda bir hüküm olarak görüyoruz. Eğer böyle düşün­memiş olsaydı, rivayeti Ebu Salih'ten değil, doğrudan Maliku'd-Dar'dan yapıp, "İsnadı sahihtir "derdi. Bu konuya önemle didinmemizin sebebi, burada kayda değer bir noktaya dikkat çekmektedir.
Alimlerin böyle hadisleri rivayet etmelerinin bazı ne­denleri vardır. Onlardan bir tanesini şöyle izah etmek mümkündür: Zaman zaman, bazı ravilerin tercüme-İ hal­leri ellerine geçmiyordu. Fakat böyle durumlarda bile, se­nedin tümünü gözden çıkarmayı uygun görmüyorlardı. Zira, sahih olma İhtimali vardır diye dikkatli davranıyor­lardı. Özellikle delil olarak gösterilmek istendiğinde, Önemli bazı hususlara dikkat çekmek için, böyle hadisleri zikretmektedirler. İbn Hacer'in yaptığı gibi. O, bununla ya Malik'in halinin bilinme zorunluluğunu ima ediyor, veya tanınmadığına işaret ediyor. Allah Azze veCeiie daha iyi bilir; bu çok dikkat isteyen bir ilimdir. Bu işi ancak erbabı anlar.
Hafız el-Münziri, "Terğib"de (C. 2, sh. 41-42) Maliku'd-Dar'm Ömer'den yaptığı rivayete dayalı bir kıssayı anlat­tıktan sona, şöyle diyor: "Bunu et-Taberanî, "el-Kebir"de rivayet etmiştir. Maliku'd-Dar'a kadar bütün ravileri sika (güvenilir) ve meşhurdurlar. Maliku'd-Dar'a gelince, onu tanımıyorum." El-Heysemi de "Mecmau'z-Zevaid"de (c. 3, sh. 125) aynısını söylemiştir.
"Et-Tevessül" adlı kitabın sahibi bu incelemeyi görme­yerek sözünün zahirine aldanmış, hadisin sahih olduğunu söylemiştir. "Senette "bir adam geldi" sözünün dışında bir eksiklik yoktur." diyerek, kurtulmak istemiştir Burada o, Seyf'in de rivayette bulunduğu senetteki adamın adının Bilal İbnu'l-Haris olması, onu aldatmıştır. Bu adamın da durumu açıklandı. Bunun da pek yaran olmaz. Önceden beyan ettiğimiz gibi, bu hadis aslında zayıftır. Zira Mali-ku'd-Dar, tanınmayan bir kişidir.
 
 
Bir çok hadiste geçtiği gibi, dinen, yağmur yağması talebi için istiska namazını kılmak müstehabdır. İşte, söz-konusu hadisin mahiyeti, buna aykırı düşmektedir. İmam­ların hepsi, istihbabı içeren hadislere göre hüküm vermiş­lerdir. Hatta bu hadis, dua ve istiğfarla ilgili şu ayetin manasına da aykırı düşmektedir: "Rabb'inizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin, ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin."(Nuh Sûresi, Ayet-,U-12)
Yağmur yağmasını isterken, Ömer İbnu'l-Hattab aynı­sını yapmıştır. Abbas'm duasına tevessül etmişti. Selef-i Salihin'in kuraklıkla karşı karşıya kalınca, namaz kılmayı ve dua etmeyi Sünnet haline getirmişlerdir. Hiç kimse, onlardan birisinin Nebi Saiiaiiahu Aleyhi veSel/em'in kabri basına gidip yağmur yağması için O'ndan dua talep etmiştir, diyemez. Zira böyle bir rivayet yoktur. Eğer bu meşru ol­saydı, bir kez de olsa bunu yaparlardı. Bunu yapmadıkla­rından dolayı, rivayette sözü edilen olayın meşru olmadığı anlaşılır.
 
 
Farzedelim, kıssa sahihtir. Yine de delil sayılamaz. Çünkü, hadis isimsiz bir adama dayanmaktadır. O da meçhuldür. Seyfin rivayetinde o adamın Bilal olarak ad­landırılması, onu adil kabul etmeyi gerektirmez.
Bu Seyf, îbn Ömer et-Temîmi'dir. Hadisçilerin ittifa­kıyla, bu zayıf kabul edilmiştir. Hatta İbni Hibban onun hakkında, "o mevzu hadisleri acem olanlardan rivayet eder" demiştir. Dediklerine göre, hadis uyduruyormuş. Durumu böyle olan bir kişinin rivayeti kabul görmez. Bil­hassa, muhalefet sözkonusu olduğu zaman.
Lut b. Yahya Ebu Lahnef de böyledir. Ez-Zehebi "Mizan"da da diyor ki; " ahbarcıdır, güvenilmezdir. Ebu Hatim ve diğerleri de onu terketmişlerdir. Ed-Darekutni, onun için "zayıf" der. Yahya b. Main ise, "sika değildir"
diyor. İbn Adiyy "O şiidir, helak olmuş bir adamdır, ah­barcıdır" der. "El-Vakidı" lakabıyla tanınan Muhammed b. Ömer'dir. Bu insan, İbn Sa'd'ın "tabakaf'ında kendisinden çok rivayetler naklettiği hocasıdır." Fıkhu's-Siyre"nin ön­sözünde Dr. El-Bûti Sünnet'ten sahih olanları nakledece­ğini taahhüd ettiği hade, ona aldanarak onun yoluyla bir­çok hadîs rivayet etmiştir. Hadis alimlerine göre, adı geçen el-Vekili de, hadisi alınmayan birisidir.
 
 
Bu hadiste Nebi Salialiahu Aleyhi ve SeUem'o. tevessül yok-tur, Allah Azze ve Celle'nin yağmur yağdırması için O'ndan dua talebi vardır. Bu ayn bir meseledir. Geçen hadisler bunu kapsamına almaz. Selef-i Salih'inden hiçbir alim, Nebi Satioitahu Aleyhi ve SeUem'ın ölümünden sonra O'ndan birşey istemenin caiz olduğunu söylememiştir.
Şeyhülislam İbn Teymiyye, "el-Kaidetul-Celile"de (sh. 19-20) şöyle söylemektedir:
Ne bizim Peygamberimiz, ne de O'ndan önceki Pey­gamberler, Nebilere, salihlere ve Meleklere dua edip, on­ların gıyabında veya öldükten sonra şefaat dilemeyi meşru görmemişlerdir. Hiç kimse, "ey Allah'ın Melekleri! Allah katında bize şefaat edin. Allah'ın bize yardım etmesini veya bizi rızıklandırmasını, yahut bizi hidayete erdirmesini isteyin" diyemeyeceği gibi; ölmüş Enbiya ve Salihler için de "ey Allah'ın Peygamberi! Ey Allah'ın Velisi! Benim için Allah'tan iste, Allah'tan beni affetmesini iste. Benim gü­nahlarımı veya dar rızkımı veya başıma bela olan düşma­nımı, yahut bana zulmeden falanca adamı sana şikayet ediyorum." diyemez. Yahut, "ben senin hemşehrinim, ben senin misafirinim, ben senin komşunum. Sana komşu olmak isteyeni komşu edersin" de diyemez. Kağıda yazı yazıp kabre asamaz. Falana komşu olmak için dilek yazısı yazıp, bu işle amel edene gidemez. Gerek müslüman, ge­rekse Kitap ehli olsun, bid'atçıların yaptıkları diğer şeylerin hükmü de budur. Hıristiyanların kendi kiliselerinde, müs­lüman bid'atçıların da Enbiya, Salih ve Veli kişilerin kabir­lerinde veya gıyaplarında yaptıkları gibi.
İslam dininden, mütevatir nakilden anlaşıldığı kadarıyla, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Ümmeti için bunu meşru görmediği gibi, O'ndan önceki Nebiler de meşru görmemişlerdir. Hiçbir Sahabi ve Tabiin de bunu yapmamıştır. Dört imam dahil, müslü­manların hiçbir imamı bunu hoş görmemiş, müstehab kabul etmemiştir. İmamlardan hiçbirisi, "hac farizasının edası sırasında ve başka zamanlarda Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem 'in kabri başında O'ndan şefaat dilemek, veya üm­meti için dua etmesini istemek, yahut ümmetin başına gelen dünyevi ve uhrevi musibetleri O'na şikayet etmek müstehaptır" dememiştir.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in vefatından sonra Ashabı korku, fakirlik, düşmanın güçlenmesi veya kıtlık gibi türlü musibetlere maruz kalmışlardır. Fakat hiçbirisi, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in, İbrahim Aleyhisselam'ın veya başka bir Peygamberin kabrine giderek; "Biz sana zamanın kıtlığını, günahların çokluğunu veya düşmanın gücünü şikayet ediyoruz. Allah'tan bizim veya ümmetin için bol rızık, yardım veya günahların affını dile" diye dua etmemiştir. Hiçbiri bu veya benzeri bid'atları müstehap görmemiştir. İmamların, bunun va'cip veya müstehap ol­madığı konusunda ittifakı vardır. Bid'atlerin hepsi ne va­ciptir, ne de müstehap. Aksİne, dalalettir ve kötülüktür. Bu konuda müslümanlar hem fikirdir.
Bazı bid'atlara "hasene" diyebilmenin şartı, müstehab olduklarına dair Şer'i bir delilin oimasıyladır. Vacip veya müstehap olmayan herhangi bir şeye "bu Allah'a yaklaştı­ran vesilelerdendir" denemez. Vacip veya müstehab gibi güzel emirlerin dışında başka şeylerle Allah Teala'ya yak­laşmaya çalışan bir insan sapıktır ve Şeytan'ın yolundadır. Abdullah b. Mesud bu konuyla ilgili olarak şöyle demiştir:
- Allah Rasulü bize eliyle bir çizgi çizdi. Sağına soluna bazı çizgiler daha^çizdi. Sonra şöyle dedi: "Bu Allah'ın yo­ludur. Bunlar da öyle yollardır ki, her birinin üzerinde Şeytan vardır. Gelip-geçenleri kendi yoluna davet eder." Ardından şu ayet-i kerimeyi okudu: "Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun, başka yollara yumaym.
Zira o yol, sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte kötülükten sakınmanız için Allah size bunları emretti."fEn'am Süresi, Ayet: 153)
Bana kalırsa, son yüzyıllardaki bazı alimler Nebilerin berzah alemindeki hayatlarını dünya hayatına benzetip, kıyasladıkları için, bu açık olan hataya düşmüşlerdir. Bu kıyaslama gerçeğe, Kitab ve Sünnete aykırıdır ve batıldır. Hiçbir müslüman, Nebilerin kabirlerine yönelik namaz kılmaya cevaz veremez. Niç kimse onlarla konuşamaz. Akıl sahibi olanlar için, daha benzeri birçok şey Örnek olarak verilebilir.
 
 
Bu fasid kıyas ve kıymetsiz görüş yüzünden, müslüman olan avamın ve bazı havastan olanların, içine düştükleri büyük sapıklık ve masiyet doğmuş oldu. İşte bu bela ve musibetler, Allah Azze ve Celle'yi bırakıp Enbiya ve salih kullarla istiğasede bulunmanın bizzat kendisidir. Hatta, bazı mezarların başına gidip sahiplerinden istigasede bu­lunulduğunu da elbette duyuyorsunuz. Sanki o mezardakiler, aynı anda ve muhtelif dillerde söylese bile değişik talepleri birbirinden ayırdedip anlıyorlarmış gibi. Bir çok insanın bilmediği, Allah Azze m Cei/e'nin sıfatlan hakkındaki şirk işte budur. Bu yüzden böyle bir sapıklığa düşmüştür bu istiğase de bulunanlar.
Böyle bir durum birçok ayette reddedilip geçersiz sa­yılmaktadır. Allah Teala şöyle buyuruyor:
"De ki: O'nun dışında {ilah olarak) öne sürdüklerinizi çağırın, onlar sizden ne zaran uzaklaştırabilirler, ne de (onu yararınıza) dönüştürebilirler."(isra Sûresi, Ayet-. 56)
Aynı anlamda birçok ayet vardır. Ayrıca bu konuda birçok kitap ve risale yazılmşıtır. Bu konuda tereddüti olan varsa, bu eserlere başvursun; inşaallah gerçeği bulur Fakat yine de, bilinen mezhep sahiplerinin hiçbirisinir dediklerimizi teyid etmediğine dair şüpheyi gidermek için, görüşlerini bildiğim bazı Hanefi alimlerinin konu hakkın­daki fikirlerini burada zikretmeyi gerekli görüyorum.
Şeyh Ebu Tayyip Şemsülhak et-Tümâbâdi, "et-Talil, el-Atâ Sünen ed-Darekutni" adlı kitabının 520 ve 521. sayfalarında şöyle demektedir.
Münkerlerin en kötüsü, büyük bid'at ve dayanıksız şey­lerden bir tanesi de, bid'at ehlinin âdet haline getirdikleri, Şeyh Abdulkadir Geylani'nin zikri ile ilgili olarak "ya Şeyh Abdulkadir Geylani, Allah için birşey" demek Bağdat'ı! kıblegâh edinmek ve bunun benzeri daha nice şeylerdir. Bu tür insanlar Allah Azze ve Celle'nin kudretini hakkıyla takdir etmeyen ve Allah Teala'dan gayrısına kulluk ve ibadet edenlerdir. Bu sefih (aklı noksan) insanlar, merhum şeyhin zerre kadar zarar verme veya yarar sağlama gücü­ne sahip olmadığını idrak edemiyorlar. Allah Teala kulu için yeterli değil mi? Neden o şeyhe istiğasede bulunup O'ndan birşeyler istemektedirler? Allah'ım, şirke düşmekten ve yaratıkları seni tazim eder gibi tazim etmekten sana sığınırız!
"El-Bezzazİye" ve diğer fetva kitaplarında, "kim şeyhle­rin ruhları hazırdır, ihtiyaçlardan haberdardır" derse, o kafir olur" ifadesi geçmektedir. Şeyh Fahruddin Ebu Said Osman el-Ciyyani bin Süleyman el-Hanefİ, risalesinde şöyle diyor: "Kim Allah'ı gözardı edip, yapılan işlerde ölü­nün tasarruf hakkına sahip olduğuna inanırsa, kafir olur," Kadı Hamiduddin Nakari el-Hİcabİ, "Et-Tevsih"de şöyle diyor: "Bir kısım insanlar, ölen salihlerin ruhları hazır ve nazırdır, yapılan feryatları duyar ve ihtiyaçlardan haber­dardırlar" kanaatıyla, musibet esnasında ve ihtiyaç duyul­duğunda bunlardan dua ile yardım dilemektedirler. Bu çok çirkin bir şirk ve açık bir cehalettir." Allah Teala Kur'an'da şöyİe buyurur: "Allah'ı bırakıp da Kıyamet gününe kadar kendisine cevap vermeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar, bunların tapmalarından haber­sizdirler. "(Ahkaf Sûresi, Ayet: 3) "Bir insan Tevhid kelimesini getirmekle beraber, eğer Nebi'nin gaybı bildiğine inanırsa, kıyılan nikahı geçersizdir ve bundan ötürü kafir olur, de­nilmektedir. (el-Ba hur)
Benzeri ifadeler Kadıhan, A-Aeni, Dürrui-Muhtar ve daha nice Hanefi alimlerinin kitaplarında geçmektedir. Şirkin temelinin iptali ve failinin azarlanması hakkında sayılamayacak derecede hadis mevcuttur. O münker bid'atın reddi hakkında şeyhimiz Allame es-Seyyid Muhammed Nezir Hüseyin ed-Dehlevi'nin de yararlı bir risa­lesi mevcuttur.
 
 
Darimi, "Sünen"inde (1/44), Ebu Nu'man, Said b. Zeyd, Amr b. Malik el-Neri kanalıyla, Ebulcevzi Evs b. Abdillah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Medin'e halkı şiddetli bir kıtlığa duçar olmuştu. Bu durumu Aişe'ye ilet­tiler. "Nebi'nİn kabrini koruyun ve üstünde göğe bakar bir pencere açın" dedi. Onlar da dediğini yaptılar. Ardından öyle bir yağmur yağdı ki, otlar yeşerdi ve develer çatlar-casma semizleşti. Bu nedenle o yıla "çatlak (fıtık) yılı" adıl verildi.
Bana göre şu üç sebepten ötürü bu haberin senedi za­yıftır ve hüccet sayılmaz:
1- Said b. zeyd, Hammad b. Zeyd'in kardeşidir. Pek sağlam değildir. İbn-i Hacer, "et-Takrib"de bu zatın, dürüst olmakla beraber, biraz evhamlı olduğunu söyler. Zehebi de "el~Mizan"da, Yahya b. Said'den naklen, hadisin zayıf olduğunu ifade eder. Es-Suddi'ye göre, hadisçiler onun hadisini zayıf görmüşlerdir, hüccet saymazlar. En-Nesai ve başkaları da kuvvetli olmadığını söylemişlerdir. Ahmed b. Hanbel zararsız görür. Yahya b. Said ise güvenilir görmez.
2- Bu hadis "merfu" olmayıp, Aişe Radıyallahu Anha ile "mevkuftur. Sahih olsa bile, doğru ve yanlış yönü olan bazı Sahabilerin ictihadi meseleleri kabilinden olabilir. Biz onunla amel etmek zorunda değiliz.
3- Hadisin zayıf sayılmasının bir sebebi de, ravileri arasında Ebu'n-Numan Muhammed îbnu'I-Fadl'ın bulun­masıdır. Bu zat 'Arım" diye tanınmaktadır. Güvenilir ol­makla beraber, yaşlılık döneminde bunamıştı. Adını "el-MukaddimeMe "bunaklar" arasında zikreden Hafız Bur-hanuddin el-Halebi, Mukaddime'nin 391. sayfasında şöyle demektedir: "Bunamadan önce bunlardan rivayet edilen hadisler makbuldür. Sonra bu konuda tereddüt edilirse, yapılan rivayetler geçersizdir. Bana kalırsa, Darimi tara­fından bu hadis duyulduğunda adı geçen zatın bunama dönemine girip girmediği bilinmediğinden, hadis hüccet sayılamaz."
Şeyhülislam İbn-i Teymiyye, "er-Reddü Ale'l-Bekri" adlı eserinde (sh. 68-74) şöyle diyor:
Nebi Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiem'in kabrinde yağmur yağsın diye gökyüzüne doğru bir pencere açılması hakkında Aişe Radıyallahu Anha'dan rivayet edilen hadis sahih değildir. İsnadı isbat edilemez. Aişe Radıyallahu Anha'nın yaşadığı dönemde evlerin tepesinde pencere yoktu. Nebi Sallaifahu Aleyhi ve Sellem'm dönemindeki gibi yarı açık, yarı kapalıydı; dolayısıyla güneş alıyordu. Bu durum da rivayeti tekzib eden şeylerden birisidir.
Sahiheyn'de (Buhari ve Müslim) Aişe Radıyallahu Anha'dan yapılan rivayete göre, Nebi Sallalhhu Aleyhi ve Sei-lem odasında ikindi namazını kılarken, sürekli olarak oda­sına güneş Vuruyordu. RaSUİUİlah Saliallahu Aleyhi ve Sellem'İn mescidinde de bu durum muhafaza edildi. O zaman odası mescidin içinde kalmıştı. Sonraları içinde kabir bulunan Aişe Radıyallahu Anha'nın odasının etrafına yüksek bir duvar örüldü. Silip süpürürken havalandırmak için de odada bir pencere açıldı. Buradan da anlıyoruz ki, Aişe Radıyallahu Anha'nın sağlığında pencerenin varolduğu iddiası açık bir yalandır. Şayet sahih kabul edilse bile, Ölüye dualarda tevessül etmek için değil de üzerine rahmet yağsın diye üstünde pencere açmışlardır. Yoksa O'nu aracı yaparak Allah Teala'dan birşeyler istemek için değil.
Bu birbirinden tamamen farklı iki durumdur. O nerede bu nerede? Kullar diğer kullara ancak dua ve amelleriyle yardım sağlayabilirler. Allah Teala bizden kendisine te­vessül, amel, iman, Peygamberine selam, O'nu sevmek, Ona itaat etmek ve O'nun peşinden gitmek şeklinde tavır istiyor. Allah Azze ve CeiieS bu tür şeylere tevessül etmemizi sever. Allah Teala'nm tasvip ettiği şeylerin dışında kişisel bir sevgiye dayalı tevessül, Şer'an ve aklen batıldır.
"Neden aklen batıldır?" derseniz, batıldır; zira benden veya ondan ihtiyacı gidermek için, bir sebep bulunmadan mücerred olarak kişisel sevginin vesile olmasına imkan yoktur. Onun bana dua etmesi ve benim ona iman ve itaat etmem elbette bir vesiledir. Ancak, ona gelen ve emin bulduğum sebepler bende de gerçekleşmeden, yalnız sev­gili zâtı nasıl vesile olur?
Batıl olmasının Şer'i yönüne gelince, şu bir gerçektir ki, ibadetlerin tümü "ibtida" üzerine değil, "ittiba" (ona uymak) üzerine inşa edilmiştir. Dini meselelerde Allah Azze ve Celle'nin izin vermediği bir şeyi hiç kimse meşru göremez. Hiç kimsenin O'nun kabrine yönelerek "bu Kabe'ye yö-nelip namaz kılmaktan daha iyidir" demeye hakkı yoktur. Zira sahih hadislerde, "kabirlerin üzerinde oturmayın ve onlara yönelik namaz kılmayın" dendiği sabittir.
Durum böyleyken bakıyoruz ki, haddini aşan bazı kim­seler kıbleye sırt çevirip şeyhlerinin kabrine doğru yöne­lerek, "Kabe umumi kıbledir, bu ise hususi kıble" diyerek namaz kılmaktadırlar. Diğer bir taife ise, şeyhlerinin ka­birlerinin yanında namaz kılmanın Mescid-i Nebevi, Mes-cid-i Haram ve diğer mescidlerde namaz kılmaktan daha sevap olarak görmektedir. Zaten insanların çoğuna göre, Peygamberlerin ve salihlerin kabirleri yanında yapılan dua, mescidlerde yapılan duadan daha faziletlidir.
İslam alimlerinin tümüne göre bu gibi şeyler İslam Şe-riat'ına aykırıdır. Bu gibi şeylerde Kitap ve Sünnet'e sarıl­mayan herkes, hem sapıktır, hem de saptırıcıdır. İnsan olgun, berrak ve açık olan Muhammedi Şeriat'a kayıtsız şartsız teslim olmalı, o Şeriat'ın, maslahatların tahsil ve tekmili ile sapıklıkların iptal ve azaltılması için geldiğine inanmalıdır. Sari', maslahatları ihmal etmeyen hakim ol­duğu için, güzel ve yararlı zannedilen ibadet ve değişiklik­ler Şeriat'a uymadığı taktirde bilinmelidir ki, zararı fayda­sından, fasadı maslahatından çoktur.
Diğer meşru ibadetler gibi dua da ibadet sayıldığından, duada da meşru olanını yapmak gerekir. Doğrusu da esa­sen budur. Allah Teala bize ve diğer mümin kardeşleri­mize doğru yolda gitmeyi nasip etsin!
Dikkat edilecek bir husus da şudur: Darimi'nin kitabı, diğer dört Sünen kitabından farklı değildir. Şeyh Deh-man'in yaptığı gibi, Darimi'ye isnad etmeden mutlak an­lamda "Sünen" demek daha doğru olur. Bu kitap Önceleri "Darimi Müsned'i" adıyla meşhur olmuştu. Elbette bu bir yanılgıdır. Bunun ilim ehlince tutarlı bir yönü yoktur. "Sahih" olarak nitelendirildi ise de, bunun doğruluk payı çok azdır. Zira bu kitapta geçen hadislerin bir kısmı "mürsel" ve mü'dal"dır. Zayıf olan birçok "merfu" hadisleri de almıştır. "Mevkuf" olanlarının çoğu da zayıftır. Peki, bir bütün olarak bunun sıhhat derecesi nerede kalıyor? Şartsız olarak diğer dört "Sünen" kitabı içinde "Sahih" tabiri kul­lanmak yanlıştır. Bazı .uzmanların yaptığı gibi "sahih" ta­birini kullanmak ne ismen, ne de içeriği bakımından uygun düşmemektedir. Zira bu eserlerde birçok zayıf hadis mev­cut olmakla beraber, "sahih" olmaları müelleflerinin yapı­sına ters düşmektedir. Zira kendileri de zaman zaman kitaplanna giren bazı zayıf hadislere işaret etmektedirler. Hatta bazı alimlerin değerlendirmelerine göre, Ibni Mace'nin "Sünen'inde zayıfın ötesinde, mevzu hadisler de vardır. Kötü niyetli ve cahil olan kişilerin dışında bu Sünen için hiç kimse "sahih' tabirini kullanmamıştır.
 
 
Muarızlarımıza göre salih kulların zat ve mertebelerini vesile yapmak, caiz olmaktan da Öte, arzu edilen birşey ve makbul bir davranıştır. Örneğin; birinin işi resmi bir ma­kama veya yetki sahibi bir şahsa düştüğünde, iltifat gör­mez diye bizzat görüşmekten kaçınır. Tabiatıyla, böyle bir durumda işini gördürmek için, orada sözü geçerli olan bi­rini aracı kılar. Yakını olmasından dolayı da kolay kolay aracının isteği reddedilmez. Bu arada, ihtiyacı olanın işi de kolaylaşır.
İşte, muarızlarınız, Allah Azze ve Ceiie ile olan ilişkileri­mizin de tıpkı bunun gibi olduğunu söylerler. Derler ki: "Allah Teala büyüklerin büyüğüdür. Biz ise asi ve günah­karız. Bu nedenle biz Allah Teala'dan uzağız; direk OYıdan dilemek uygun düşmez. Aksi taktirde, iltifat etmeyeceğin­den veya reddedip geri çevireceğinden korkulur. Arada Nebiler, Rasuller ve şehidler gibi salihler var olunca, onlar Allah Teala'ya daha yakın olduğundan, isteklerini geri çevirmez. Şeîaatçı olmak istedikleri zaman, şefaatlannı kabul eder. En uygunu, onların adını kullanarak ve ma­kamlarına dayanarak O'na tevessül edelim ki, bir bakarsın onların hürmeti ve hatırı için bizi nazar-ı itibara alır ve dualarımıza icabet eder. Bu tür bir vesileyi (aracılığı) neden yasaklıyorsunuz? İnsanlar kendi aralarında bu metodu kullanıyorlar da, neden Rabb'lerine karşı kullanmasınlar?"
Bu şüpheye cevaben biz de şöyle deriz-.
O zaman siz "Halık"ı "mahluk" a kıyas ediyorsunuz. Göklerin ve yerin tek ve mutlak koruyucusu, hakimler hakimi, adildir Adili, merhametliler Merhametlisi olan Allah Azze ve CeUey'ı o zalim, işgalci, zorba olan iradecilere benzetiyorsunuz. Bunlar ki, emrindekilerin haklarına ria­yet etmiyorlar. Aralarına Öyle bir mesafe koyuyorlar ki, aracı olmadan onlara ulaşmak mümkün olmaz. Sen bu aracıları rüşvet ve hediyelerle razı ediyorsun, ona boyun eğiyorsun, oun rızasını kazanmaya çalışıyorsun! Hiç dü­şünmüyor musun ey miskin? Bunu yapmakla Rabb'ine suizan ediyor; O'nu tenkid ediyor ve nefret edip kızdığı şeylerle vasıflandırıyorsunuz. Siz Allah Teala'yı zalim ve günahkar hükümdarlarla kıyasladığınız zaman, O'nu en çirkin sıfatlarla vasıflandırmış oluyorsunuz. Sizin dininiz bunu size nasıl mubah görür? Nasıl oluyor da böyle bir düşünceyle Rabb'inizi ta'zimi ve yaratıcınızı yüceltmeyi bağdaştırabiliyorsunuz?
Düşünün! Bir kişi aracı olmadan bir iradeciyle görüşebiliyorsa, bu onun için bir şeref ve saygınlıktır. Yoksa, başarısı bile meçhul olan bir aracıyla, muhtemelen irtibat sağlayabilme imkanı mı daha iyidir?
Evet, sizler konuşmalannızda insanlara yakın, en zayıf insanların bile istedikleri zaman ulaşabildiği ve onunla ko­nuşma fırsatı bulduğu, konuşmasını bile beceremeyen bir çöl Bedevisi'nin aracı olmadan onunla konuşabildiği, işini gördürdüğü, Ömer İbnü'l Hattab Radıyalahu Anh'ı o in­sanlara anlatıp, kadrini ve kıymetini yüceltiyorsunuz. Dik­kat edin, böyleleri mi daha iyi ve hayırlıdır, yoksa Rabb'iniz için örnek gösterdiğiniz çeşitler mi? Siz nasıl böyle bir hükmü verebilirsiniz? Aklınız başınızda değil midir? Dü­şünce şuurunuz nereye gitti? Nasıl oluyor da Allah Teala'yı zalim hükümdarlara benzetebiliyorsunuz? Şeytan gözünü­ze nasıl bir perde çekmiş ki, Allah Azze ve Celle'yi zalim bir yöneticiyle tatsız bir biçimde kıyasladığınızı görmüyorsu­nuz? Siz Allah Sübhanehu ve Teala'yı en adil, en takva ve sahih bir insana benzettiğinizde kafir oluyorsunuz da, zalim, facir ve habis birisine benzetmekle ne olacağınızı düşünmüyor musunuz?
Eğer siz, yüce Rabb'inizi muttaki ve adil olan Ömer İbnü'l Hattab Radıyallahu Anh'a kıyaslasanız bile şirke gi­rersiniz, Şeytan helakınıza vesile olur. Ama siz buna da razı olmadınız, Ta ki, Şeytan sizi daha kötü bir duruma soktu. Öyle ki Rabb'inizi, günahkar, bozguncu sultan ve krallara kıyas edip benzetiyorsunuz. Bilinsin ki, Allah Azze ue Celie'yi kullara benzetmek küfürdür. Bunu tümüyle ya­saklayan Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Onlar, Allah'ın bırakıp da kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiçbir şey veremeyen ve bana asla güçleri yetmeyen şeylere tapıyorlar. İşte böylece siz de Allah'a birtakım benzerler icad etmeyin. Çünkü Allah, her şeyi bilir. Halbuki siz pek çok şeyi bilemezsiniz. "(Nah! Sûresi, Ayet: 73-74)                                                       
Allah Azze ve Ceüe hiçbir mahlukla hiçbir benzerliği ol­madığını mealen şu ayet ile reddetmektedir: "O'nun ben­zeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir."(Şûra Sûresi, Ayet: U)
En kötü benzetme, kişinin O'nu şerli, facir, fasık idare­cilere benzetmesidir. Bunu yapan da iyi yaptığını zannet­mektedir. İşte bu nedenle bazı alimler, Peygamberlerin zatlarıyla tevessülü şiddetle inkar edip bunu şirk saymış­lardır. Gerçi biz°. göre bu doğrudan şirk değildir. Ancak şirke neden olabilme korkusu vardır. Eğer böyleleri far-kındaysalar, o insanların daha önceden bahsettiğimiz ve küfür sayılan benzetmeyi yaparak tevessülü meşru gör­meleri, şirki beraberinde getirmiştir.
Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki, günümüzde İslam davetçilerinin, "kullardan herhangi birisini Allah'a ulaşmak için vesile kılmak, duanın keyfiyeti konusunda fer'i bir ihtilaftır" tarzındaki sözleri, doğru değildir. Zira bilirsiniz ki, bu aslında gerçek bir ihtilaftır. Bahsettiğimiz gibi, onda şirk vardır. Bu yorumlar yüzünden değilmidir ki, birçok insan bu konuda sükut edip, gereği gibi bu meseleye el atmamaktadır. Dolayısıyla bu tutum ve davranış bid'atçılarm bid'atlarına devam etmelerine vesile oluyor. Bunun için, tmam İz b. Abdisselam, "el-Vesta" adlı risale­sinde (sh.5) şöyle bir yorum getiriyor:
İdareciyle halkı arasındaki aracılar gibi; Allah Teala ile kulları arasıda Nebileri ve büyük din adamlarını, halkın ihtiyaç ve isteklerini Allah Teala'ya ulaştırsınlar, Allah Teala da onların vasıta ve yardımlarıyla kullarına nzık versin ve onları hidayete ulaştırmsın diye aracı kılanlar; yani idarecilerle halk arasındaki aracılar gibi, ona yakın­lıklarını düşünerek, "insanlar onlardan isterler, onlar da Allah'tan isterler" düşüncesini taşıyarak Allah Teala ile kul arasında birisini aracı yapanlar, kafir ve müşriktir. Tevbe-ye davet edilir. Eğer tevbe ederse, mesele yoktur. Aksi taktirde öldürülür. Bu gibi insanlar, Allah AZze ve ceiie'yı başkalarına benzetmektedirler. Yaratanı kullarına benzet­mekle beraber, Allah Teala için yanlış örnekler verirler.
 
 
Birisi şöyle diyebilir: "Nebiler ve salihlerin bizzat aracılık yapmalarının müstehab olduğuna dair Sünnet'te sabit bir delil yoktur. Fakat yasaklayan birşey olmadığına göre, bunu mubah diye yapmamızda engel olan nedir? Çünkü bu konuda nehy gelmemiştir."
Bu her iki kesimi de râmetmek için bazılarının ara bir yol tutmak maksadıyla söyledikleri, sıkça duyduğum bir şeydir. Burada vesilenin ne anlama geldiğini unatmamalı-yız. Zira vesile, "arzu edilen şeyi elde etmek için kullanılan araç" demektir.
Şu çok iyi bilinmektedir ki, elde edilmek istenen şey ya dini, veya dünyevidir. Dini bir şeyde kullanılan vesilenin Şer'i olması gerekir. Birisinin, Allah'a "gece ve gündüz gibi kevnî ayetleri vesile ettiği" iddiası karşısında delil getirmesi gerekir. Bu taktirde, böyle bir tevessülün mubah olduğu söylenemez. Çünkü onun bu sözleri birbirleriyle çeliş­mektedir. Siz ona tevessül deseniz bile, Şeriat'ta bunun delili yoktur. Bunun isbatının başka bir yolu da yoktur. İkinci olan dünyevi işlerinde ise, durum farklıdır. Zira bu­rada gösterilen sebepleri, akıl, ilim, tecrübe ve benzeri şeylerle tanımak mümkündür.
Örneğin, bir kişi içki ticaretiyle uğraşır. Gayesi para kazanmaktır. Gayesine ulaşmak için bu uğraşı bilinen bir sebeptir. Bu onun mal elde etmesi için yegane vesiledir. Ama Allah Teala'nın yasakladığı bir vesiledir. Bu işi yap­mak caiz değildir. Ticaret yapmak meşru vasıtalarla helal­dir. Dini meselelerde "vesile" ve "sebep"in tanımı sadece Şer'i yoldan yapılabilir. Şerİat'm bahsetmediği şeye "vesi­le" demek caiz değildir, ki ona "mubah bir tevessüldür" diyelim. Bu konu detaylı olarak bu risalenin ikinci bölü­münde ele alınmıştı.
İkinci birşey daha var. Şeriat'ta bu tür vesileye gerek hissettirmeyecek durumlar vardır. Örneğin; konunun ba­şında zikredilen üç tevessül türüdür. Peki, müslümanı delili olana değil de, delili olmayan tevessüle götüren nedir? Alimler, Sünnet ile çatışan bir bidatin velev ki, istihbab yoluyla değil de ibaha yoluyla da olsa, sapıklık olduğunda ittifak etmişlerdir.
Bu husustaki üçüncü mesele de şu: Zatları aracı yap­mak, hükümdar ve idarecilere yakın olanları aracı yap­maya benzer. Bu tür tevessülü savunanlar bile hiçbir şeyin Allah Tebareke ve Teala'ya benzemeyeceğini kabul et­mektedirler. O halde, şahıslar vasıtasıyla Allah Azze ve Ceiie'ye tevessül eden, Allah Teala'yı amelen hükümdar ve idericilere benzetmiş olur ki, bu da caiz değildir.
 
 
Bu da ayrı bir şüphedir. Bazı bid'at ehli buna yönel­mişlerdir. Çünkü Şeytan sürekli bunu onlara cazip ve güzel gösterip telkin etmektedir.
Onlar şöyle diyorlar: "Daha önce söylediğiniz gibi, salih amellerle Allah Teala'ya tevessül etmek ittifakla caiz oldu­ğuna göre, bu amelleri işleyen zatlarla tevessülde bulun­mak daha meşru ve caiz olması gerekir. Bu durumda, zatlarla tevessül inkar edilmemelidir." Bu şüpheye iki şe­kilde cevap verebiliriz:
1- Bu bir kıyaslamadır. Daha önce de izah ettiğimiz gibi, ibadetlerde kıyas batıldır. Bu söz şuna benzer: "Veli ve Nebi'den daha aşağı olanla tevessül caiz olduğuna göre, Nebi ve Velilerle de caiz olur." Oysa bilinmelidir ki, batılı beraberinde getiren şey de batıldır.
2- Bu bir aldatmaca ve safsatadan ibarettir. Seleften hiçkimse bunu söylememiştir. Biz de kişinin başkasının ameli ile Allah Azze ve Ceiie'ye tevessül etmesini caiz gör­müyoruz. Caiz olan, kişinin bizzat kendi salih ameliyle te­vessülde bulunmasıdır. Bunu daha önce de ifade etmiştik. Bu böyle anlaşıldıktan sonra, onların sözlerini kendilerine iade ediyoruz. Dua edenin, kendi ameliyle değil de baş­kasının salih ameliyle tevessülde bulunması caiz olmadığı­na göre, o başkasının zatıyla tevessü! nasıl caiz olur? Allah Teala'ya hamdoisun, bu da açık bir delildir, anlaşılamaz bir yönü yoktur.
 
 
Bu, daha önceki çağlarda hiç bilinmeyen, yeni bir şüphedir. Bunu ortaya atan ve meşhur eden, Dr. Ei-Bûti'dir. Zira "Fıkrıu's-Sire"^. 344-455) kitabında, Hudeybi-ye Musalahası'yla ilgili faydah bilgileri aktarırken, Nebi Sai-laiiahu Aleyhi ve Seiiem'm eserinden teberrüken faydalanma­nın meşruiyetini ifade ettikten sonra, ölümünden sonra da zatıyla tevessülü buna kıyaslamaktadır. Garip ve acayip bir görüşle öyle bir sonuç çıkarmaktadır ki, ilimle uğraşanlar­dan hiç birisi bu konuda bir hüküm vermediği gibi, dinde tal-did, taassup ve bid'at ehli olanlar bile bunu söylememişlerdir.
Kimsenin O'na haksızlıkla zulmettiğimizi söylememesi için, O'nun bu konudaki sözlerini olduğu gibi aktarıyoruz. Bu alıntının uzunluğundan ötürü okuyucudan özür dileriz.
"- Bir şeyle teberrük, onun vasıta ve vesilesiyle hayrı talep etmek olduğuna göre, Rasulullah'ın bir eseriyle te­vessül de, O'na yaklaşma (Ondan hayrı isteme)dir ve meşru ve mendub bir işlemdir. Yine, bunun O'nun haya­tında olmasıyla, vefatından sora olması arasında hiçbir fark da yoktur. Yani O'nun eseri ve emanetleri, hayatına münhasır değildir. Hayatında ve mematında, onlarla te­vessül ve teberrük etmek aynı şeydir. Nitekim Sahabe O'nun saçlarını saklamış, ölümünden sonra da tevessülde bulunmuşlardır. Bu husus, Sahih-i Buhari'nin "Bab-ı Şeyb-i Rasulullah" bahsinde vardır.
Bununla beraber, Rasulullah Saihtiahu Aleyhi ve Sellem'e sevginin ne olduğunu akıllarıyla kavrayamayan bazı züm­reler, O Öldükten sonra artık O'na tevessülü uygun gör-memekteler. Böylece onlar doğru yoldan sapmışlardır. Delil olarak da, Nebi'nin, vefatıyla beraber tesirinin kesil­diğini, binaenaleyh O'na tevessülün boş ve faydasız bir şeye tevessül olacağını ileri sürerler.
Halbuki durum, onların garip bir cehalet içinde olduk­larını isbat eder. Mesela soralım, Rasulullah SaibUahu Aleyhi m SeUem'm sağ iken herhangi bir şeye zatı İle tesiri var mıydı? Eğer var idiyse, o zaman vefatından sonra da et­kisinin olup olmadığından bahsedebiliriz. Aziz ve Celü olan Allah'tan başkası için, herhangi bir müslümanın, eş­yada zati bir tesiri olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Bunun aksini savunan kişi. icma ile kafir olur.
O halde, Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi ve Setiem'ln zatına te­vessül veya eserlerine teberrükün dayanağı şudur: O'nun zatına veya eserlerine tevessül ve teberrük, herhangi bir tesiri O'na isnad etmek değildir. O'nun üstünlüğü, Allah Azze ve Ceiie indinde ve mutlak manada mahlukatm en efdali olmasıdır. Aynı zamanda kullar için rahmet olarak gön­derilmiş olması, O'nun Allah Teala'ya yakınlığı, Allah Teala'nın en büyük rahmetine müstehak olması dolayısıy­la, O'na tevessül edilir. İşte bundan dolayıdır ki, âmâ ada­mın O'na tevessül etmesiyle, Cenab-ı Hakk ona görme kudreti vermiştir. İşte bu manada Sahabi, O'nun eserlerine ve yiyip içtiklerinden arta kalanlara tevessül ediyor ve O da bunu menetmiyordu. Nitekim bu kitapta, salah ve takva ehlinden ve Ehl-i Beyt'ten yağmur duası ve benzeri hususlarda Şefaat bekleme hususu açıklanmıştı. Bu konu­da, aralarında Şevkani, îbn-i Kudame, San'ani gibi alim­lerin bulunduğu imam ve fakihlerin icmaı vardır. Hal böy­leyken, O'nun hayatı ve ölümü arasında bir fark gözetmek, garip bir saçmalıktan başka birşey değildir."
Said Ramazan el-Bûti'nin bu söyledikleri hakkında önemli bazılarına cevap verelim şimdi:
1- Rasulullah Saiiatiahu Aleyhi veSeiiem'in ölümünden sonra Seleflerin O'na tevessül etmemelerini gerekçe göstererek, onları Rasulullah SaUaiiahu Aleyhi ue Seiiem'i sevmemekle, kalplerinin O'nun sevgisinden mahrum olduğunu söyle­mektedir. Bu, batıl bir iftiradır. Eğer O halis ve samimi bir biçimde tevbe etmezse, delilsiz ve mesnetsiz olarak, ger­çekle ilgisi olmayan bir zanna dayanarak binlerce müslü-manı tekfir ettiği için, Allah Azze ve Ceile O'nu şiddetli bir hesaba çekecektir.
2- Önceki sözünde, garip bir şekilde hakla batılı birbi­rine karıştırmıştır. Batıl olan sözünü kanıtlamak için hak olanı delil göstermiştir. İşte bu saldırganlık yüzünden, hiç kimsenin düşünmediği bir görüşü benimsemiştir.
Bu noktada, doğru ve yanlış olan sözlerini tasnif et­memiz yerinde olur. Doğru olan sözleri şunlardır:
a) Nebi SaUaiiahu Aleyhi ve Sellem Allah Teala'ya yakındır ve alemler için bir rahmettir.
b) Nebi Saiiaiiahu Aleyhi ve Sellem de dahil, Âhad Allah Subhanehu ve Teala'dan başka, eşya üzerinde hiç kimse­nin "bizzat" tasarruf ve tesiri yoktur.
c) Nebi SaUaiiahu Aleyhi veSeliem'm eserleriyle teberrük ve teyemmüm meşrudur. Sahabe, O'nun hayatında bunu yapmıştır.
Bu üç hususta ihtilaf yoktur, doğrudur. Keşke bununla iktifa etseydi, uğraşmaya gerek kalmazdı. Ancak, önemli bazı tartışmalı ve batıl sözler de sarfetmiştir ki, onlar da şöyledir:
a) Nebi'nin yaptıklarıyla tevessül etmek caizdir. Sahabe O'nun eserlerine tevessül ederlerdi.
b) Teberrük ile tevessül aynı anlamdadır.
c) O'nun zatıyla tevessül, eserleriyle teberrük gibi caizdir.
d) O'na yapılan tevessülün aslı, O'nun Allah Teala ka­tında    mutlak    anlamda    mahlukatın    en    faziletlisi olmasındandır.
e) Sözlük aniamını bilmediği için, bidat oian tevessülü "İstişfa" ya delil gösterme cehaletinde bulunmuştur.
f) Seleflere iftira ederek, onların, "Rasulullah SaifoUahu Aleyhi ve Seiiemin hayatında bizzat eşyaya etki ettiğini, bunun ölümüyle sona erdiğini" söylediklerini yazmışır.
g) Âmânın, Rasulullah Saiiaifohu Aleyhi ve Seiiem'm Allah Azze ve Ceiie'ye olan yakınlığına tevessül   ettiğini   iddia etmiştir.
h) Muhammed Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiem'in, mutlak olarak bütün yaratılmışlardan hayırlı olduğunu savunmuştur.
Bu kısa değerlendirmeden sonra, şimdi kısaca ayrıntı­lara inelim:
 
 
Dr. El-Bûti, "Nebi Saihlhhu Aleyhi ve Seiiem'm eserleriyle tevessül meşru ve mendub olduğuna göre, zatı ile de te­vessül daha uygundur." diyor. Öyle anlaşılıyor ki, zatı ile olan tevessülü eserleriyle olan teberrüke kıyas edip, bu teberrüke de "tevessül" adını veriyor. Adı gçen kitabının 196. sayfasındaki ifadeleri bu dediklerimizi kanıtlamakta­dır. Burada, bazı Sahabilerin eserleri ile teberrük ettiğine dair kimi rivayetleri zikrettikten sonra, şöyle diyor:
"Maddi eserleri ile olan tevessül bu olduğuna göre, Allah teala katındaki makamı ve alemlere rahmet olma­sından dolayı kendisine nasıl tevessül edilmez?" Fakat bu sözleri söyledikten sonra, süratle ağız değiştirerek, birini diğerine kıyas ettiğini inkar edip, tevessül ile teberrükün aynı anlama geldiğini ifade ettikten sonra, şöyle diyor:
"Zannetme ki, biz tevessülü teberrüke kıyas ediyoruz. Bu meselede kıyasla istidlal sözkonusu değildir. Zira te­vessül İle teberrük aynı anlamı ifade etmektedir. Bu ortak anlam, "tevessül yolu ile hayır ve bereket talep etmek"tir. Allah Teala katındaki makamı, maddi eserleri, yiyip içti­ğinden arta kalan veya elbisesi gibi şeylerle oian tevessül­ler, sahih hadislerle, hükmü sabit olan genel anlamdaki tevessülün birer parçasıdır. Usul alimlerine göre umumun hükmü ne ise, ayrıntıların hükmü de odur."
Doğrusu, önceki açıklaması sonrakinden daha hafiftir. Zira teberrük, açık bir şekilde tevessülden ayrılmaktadır. Teberrük ile tevessül aynı anlamda ele alınırsa, çok hata yapılmış olur. Çünkü, Şeriat'ın gerçeklerini bilmeme gibi korkunç bir cehaletin içine düşme sözkonusudur. Ki bu da, ilim talep edip kendisine saygısı olan kimseye yakışmaz.
Teberrük niyetiyle Rasulullah Salhiiahu Aleyhi ve Seiiem'e ait olan maddi şeylerden yararlanma olağandır. Tevessül ise, Allah Azze ve Celle'nin kullarına meşru gördüğü vesile­lerle, O'na dua ederek yardımını istemektir. Mesela, şöyle bir duada bulunuruz: "Rasulü'nü sevdiğim için senden gü­nahlarımın affını dilerim."
Teberrük ile tevessül arasındaki fark, iki şeyle ortaya çıkar:
1- Teberrük ile, sadece dünyevi olan herhangi bir ha­yırlı şey istenir. Tevessül ile ise, hem dünya ile, hem de Ahiret'le ilgili olan birşey istenir.
2- Teberrük, "acil olan hayrın talebi" demektir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir müslümanın, yaptığı bir duada örneğin Esmaü'l-Hüsna ile tevessül edip, dünyevi bir ihti­yaç olan geniş rızık veya Uhrevi olan Cehennem ateşin­den korunma talebinde bulunması meşrudur. Örneğin, şöyle bir dua yapabilir: "Allah'ım! Sen tek ve büyük olan Allah olduğun için, sana tevessül eder, bana şifa vermeni ve Cennet nasip etmeni dilerim." Hiç kimse, böyle bir te­vessülün meşruluğunu inkar edemez. Halbuki müslüman, Rasulullah Saiiaifohu Aleyhi ue Se//em'in herhangi bir eserine sarılmada aynı duayı yapamaz. Örneğin, şöyle bir duada bulunması caiz değildir: "Allah'ım! Senin Rasulünün elbi­sesine, tükrüğüne veya bevl'ine tevessül ederek, senden kendime bağışlama ve merhamet dilerim." Bunu yapan kişi kendisini bilerek öyle bir duruma sokar ki, onun dini bir yana insanlar onun aklından ve zekasından şüphe eder. Dr. el-Bûti'nin sözlerinden açıkça böyle garip bir te­vessülü caiz aördüöü anlaşılmaktadır.
Dr. el-Bûtİ, "tevessül" ile "teberrük"ü bir tek şey say­maktadır. Böylece, çirkin bir şekilde ortalığı kargaşaya boğuyor. Hal böyleyken, Selefileri ortalığı karıştırmakla itham etmekten de utanmıyor. Okuyucu kimin meseleyi karıştırdığını ve gece körlüğüne maruz kaldığını bilir. Bu bize bir Arap atasözünü hatırlatıyor: "Beni hastalığıyla bı­rakıp, kendisi çekti gitti." Nebi Saihihhu Aleyhi ve Seiiem, bu sözü doğru söylemiştir:
- Nübüvvetten insanlara ilk ulaşan söz, "utanmayacaksan dilediğini yap"tır.[37]
El-Butİ'nin ilk sözünde, önemli bir düşünce ve hatırlat­ma vardır. Sahih hadislerde "mutlak tevessül"ün var oldu­ğunu iddia etmektedir. Bu batıldır, hükümsüz ve mesnet­sizdir. Zira bu, temelsiz, farazi ve hayali bir iddiadan başka birşey değildir. Bu sadece O'nun zihninde var. Çünkü Nebi Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiem'e tevessülle ilgili duadan başka birşey sabit değildir. Nebi Sallaiiahu Aleyhi ve Seiiemin makamı veya eserleriyle tevessülün caiz olması hakkında Kitab ve Sün-net'te birşey yoktur. Biz, El-Bûti'den, iddiasını kanıtlayacak sabit bir hadis getirmesini istiyoruz. Onun böyle bir hadis getiremeyeceğine kesin olarak inanıyoruz. Biz O'nun hiç­bir temele dayanmayan, delilsiz, kaba sözlerine alıştık. . O'nun tek istediği, okuyucunun, Ona delil sormadan inanması ve teslim olmasıdır. Bunun tek nedeni, dindeki incelikten, Selefin yolu ve edebinden yoksun olmasıdır.
 
 
Tevessül ile teberrük arasındaki fark anlaşıldıktan sonra bildik ki, Allah Teaia'ya tevessül Nebi SaihHahu Aleyhi ve Sei-lem'm eserleriyle mümkün değildir. Sahabenin bu eserlerle tevessül ettikleri iddiası kuru bir iftiradır. Ancak, teberrük mümkündür. Bu da, dünyevi olan bazı hayırlı şeyleri etmek için yapılır. Nebi Saihiiahu Aleyhi ve Seiiem'in eserleriyle tevessül caiz değildir. Sahabenin, Rasulullah SaUaihhu Aleyhi veSeiiemin eserleriyle tevessülde bulunduklarını iddia eden deli! getirsin. Yani Sahabenin; 'Allah'ım! Nebinin tükrüöü hatırına hastalarımızı iyileştir. O'nun bevl'i ve gaitası hatı­rına bizi Cehennem ateşinden koru" veya benzeri duaları yaptıklarını iddia eden, isbatını da yapmalıdır.
Aklı olan hiç kimse bunu rivayet edemez. El-Bûti madem ki bu konuya cevaz veriyor, o halde bunu pratikte kanıtlasın. Örneğin, minbere çıksın ve adı geçen türde duaları yapsın. Eğer bunu yapmazsa -ki akiı ve imanı olduğu müddetçe yapmayacaktır-, bu durumda O'nun, kal­biyle inanmadığı bir şeyi söylediğinin delili olur.
Nebi SaUaihhu Aleyhi ve Seiiem'ln maddi eşyasıyla teberrü-kün caiz olduğuna İnanıyoruz. Hasımlarımızın zannettiği gibi bunu inkar etmiyoruz. Bu teberrük için de şartlar vardır. Ayrıca, kişinin Allah Teala katında makbul ve Şer'i olan bir İmana da sahip olması gerekir. Doğru bir biçimde müslüman olmayan bir kişinin teberrükünden Allah Teala ona hiçbir hayır sağlamaz. Ayrıca, hu teberrükte bulun­mak için, Rasulullah SaUaihhu Aleyhi ve Seiiem'den kalan bir eşyayı da bulmak gerekir. Bildiğimiz kadarıyla, O'ndan arta kalan elbise, saç ve benzeri hiçbir eseri ortada yoktur. Kesin bir şekilde kimse var olduğunu kanıtlayamaz.
Durum böyleyken, zamanımızda bu eserlerden teber-rükle yararlanmanın bir yeri yoktur. Nazari bir şeyden öteye gitmediği için, bu konuyu uzatmanın bir anlamı ve yararı yoktur.
Fakat burada açaklanması gereken birşey var. O da şudur: Hudeybiye Gazvesinde Sahabe Rasulullah Salhliahu Aleyhi ve SeUem'in eserleriyle teberrükte bulunup O'nu met­hetmiş olsalar bile, bu önemli ve özel bir amaç için yapıl­mıştır. Bu amaç, Kureyşli kafirlerin gözünü korkutmak, müslümanların Nebilerine karşı besledikleri sevgi ve bağ­lılığı izhar ederek, O'na hizmet etmek ve O'nun şanını yüceltmek konusundaki fedakarlıklarını kanıtlamaktır. Ancak, şunu da gözardi edip saklamamak gerekir ki, bu gazveden sonra Rasulullah Saihiiahu Aleyhi ve Sellem müslü-manları güzel ve hikmetli bir üslupla bu işten alıkoymuş ve onları Allah Azze ve Ceiie katında daha hayırlı olan salih amellere yöneltmiştir. Aşağıdaki hadis bunun açık bir delilidir:
- Abdurrahman b. Kunad'dan yapılan bir rivayete göre, Rasulullah Sailaiiahu Aleyhi ve Sellem günün birinde abdest alırken, Sahabe aldığı abdest suyunu yüzlerine sürerler. Rasulullah Saiiaiiahu Aleyhi ve Sellem onlara, "bunu yapmant-zın sebebi nedir?" diye sorar. Onlar da, "Allah ve Rasulüne olan sevgidir" diye cevap verirler. Bunun üzerine, Rasu­lullah Satiaiiahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: "Kim Allah ve Rasulünü seviyorsa, veya Allah ve Rasulünün sevgisine mazhar olmak istiyorsa, konuştuğu zaman doğru konuşsun, kendisine birşey emanet edilince emanetine sahip çıksın ve komşusuna iyi muamele etsin."
Öyle anlaşılıyor ki, el-Bûti bazan açık, bazan da kapalı olarak Selef alimlerine yalan ve iftira atmadan rahat ede­miyor. Ayrıca şöyle bir iftirada daha bulunuyor: Biz, Ra­sulullah SaUaifohu Aleyhi ve Sellemiu ölümünden sonra hadi-seler üzerinde etkisinin kesilmiş olmasını delil getirerek, ölümünden sonar O'na tevessülü inkar ediyormuşuz. Bu nedenle, ölümünden sonra O'na tevessül etmek caiz değilmiş?
Fakat bundan sonra, O'nun hayatta olduğu gibi, öl­dükten sonra da eşyada tesir sahibi olmadığını söylemeye yelteniyor. Bundan açıkça anlaşılıyor ki, Selenleri, Rasu­lullah Saiiaiiahu Aleyhi ve Sellem 'in hayattayken eşya üzerinde tesiri olduğuna inanmakla itham ediyor. Bu açık bir İftira ve yalandır. Hiçbir Selefi bunu söyleyemeyeceği gibi, ak­lından bile geçirmez. Onlar halis bir Tevhid ve salih bir dinin davetçileridir. Bunu nasıl söyleyebilirler? Onların gayeleri sadece ve sadece, insanları yalnız Allah Teala'ya kulluk yapmaya, akidelerini şirkin kirlerinden uzak tutma­ya, sözde hata bile olsa, Tevhide zarar verecek her şeyi inkar etmektir. Bu yolda maruz kaldıkları büyük iftiralara, çirkin ithamlara ve eziyetlere, aralarında el-Bûti'nin de bulunduğu bazı insanların intikam duygularına tahammül göstermişlerdir. Tek suçları, hakka davet etmektir.
Tercihimizi bilmesine rağmen, ne yazık ki, yine her­kesten önce iftira ve batıl olduğunu bildiği şeylerle onları taşa tutmaktan utanmıyor. İddia ettiği gibi Selefilerin bu görüşünün hangi kitap ve yayınlarında geçtiğini gücü ye­tiyorsa açıklaması gerekir. Eğer bunu yapmazsa, -ki bunu yapmaktan uzaktır-, yalan ve iftirası herkesçe bilinecektir.
Burada başka bir konuya daha değinmek istiyorum: El-Bûti'nin daha önce söylediği "bundan herhangi bir şeyi iddia eden, müslümanların icmaı ile kafir olur" sözü, tüm Selenleri tekfir eden bir sözdür. Bu da ayrı bir yalan ve haksız bir suçlamadır. Hiç şüphesiz Allah Azze ue Ceiie O'nu hesaba çekecektir. Zira Selenler müslüman olup, bu hakkı taşımayı en fazla hakedenlerdendir. Kişinin bizzat eşya üzerindeki etkisini Nebi Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiem'e veya baş­kasına nisbet etmesinin kişiyi İslam'dan çıkaran şirk oldu­ğunu Selefiler yakinen bilmektedirler. Onlar bu konuda insanları en iyi uyaran kişilerdir. El-Bûti ve emsalleri ise, bu hataya düşenler için değişik mazeretler aramanın peşindedirler.
Daha önce de bu risalede zikrettiğimiz gibi, salihlerin zatlarına, makam ve mertebelerine yapılan tevessülü reddetmemizin sebebi, Şeriat'ta yeri olmamasindandır. Rasulullah SaUallahu Aleyhi ue SeUem ve Ashabı bunu yapmadık­ları için bidat kabul edilir. Gerçi, muhaliflerimizin delil olarak gösterdikleri nasslann bir kısmı sabittir, ancak iddia ettikleri şeyi ifade etmemektedir. Diğer bir kısmı ise sabit değildir.
İşte bundan dolayı, biz bu tür bir tevessülü inkar edi­yoruz. Ve biz gayet açık bir İfadeyle diyoruz ki, eğer dinde yeri olsaydı, onunla amel eder ve bununla hükmetmek için hiçbir engel tanımazdık. Zira, biz, Şeriat'ın esiriyiz. Caiz gördüğünü caiz görür, reddettiğini de reddederiz. Ne ga­riptir ki, el-Bûti bu esaslı sebepten gafil kalarak canının istediği gibi düşünmüş, bunu nefsi bir sebep telakki et­miştir. Bunun yegane sebebi de bizi incitmek, bununla üstünlük sağlamak ve meşhur olmaktır. Şu din ve İlme aykırı olan garip üsluba bakınız! Hak ehlinin bu zamanda ne kadar garip kaldığını beraber görelim ve durumumuzu Allah Teala'ya arzedelim.
"Nebi SaUallahu Aleyhi ve Seiiem'e tevessülün yapılabilmesi-nin sebebi, O'nun varlıkların en faziletlisi olmasıdır" diyor. Bu da O'nun dikkatsiz olduğu ve ne yazdığını anlamadığı için düştüğü bir başka hatadır. Zira vesileye gerekçe ola­rak, RaSUİuIlah Sallollahu Aleyhi ue Sellem'm Allah Azze ve Celle
katında kainatın en faziletlisi ve kullar için rahmet olarak gönderilmesini göstermektedir. Biz de O'na diyoruz ki; bu, şu demek oluyor: "Allah katında yaratıkların en faziletlisi olmayanla tevessül caiz değildir. Zira sebep gerçekleşme­mektedir. Çünkü illetin varlığıyla hüküm var olur, yoklu-ğuyla yok olur."
Eğer bu söylediğini kendisi anlıyorsa, ifadesinden Ra-sulullah Satiaüahu Aleyhi ve Seiiem'm dışında kimseyle tevessü­lün caiz olmadığı çıkmaktadır. Biz kesin olarak biliyoruz ki, O bunun aksini düşünmektedir. Gerçekte O, Rasulullah SaiiaUahu Aleyhi ue Sellem ile olduğu gibi, veli ve salihlerle de tevessülün caiz olduğuna inanmaktadır. Böylece kendisiy­le çelişkiye düşüp, inanmadığı şeyi söylemiş oluyor.
Bunun iki nedeni var: Ya alimlerin ıstılahındaki illetin ne olduğunu bilememiştir, veya ifadesinin nasıl bir sonuç vereceğini düşünememiştir.
Burada önemli bir diğer nokta daha var. O da; usul alimlerine göre, hüküm vermek için, Kitab ve Sünnet gibi kesin delillerin gerektiğidir. Zanna dayalı ve zorlamayla üretilen deliller muteber değildir. Oysa el-Bûti'nin dedikle­rine baktığımızda, Kitab ve Sünnet'ten bir delil göremiyo­ruz. O'nun bu konuda gösterdiği delil ap-açık bir zan ve evhamdan ibarettir, güvenüemez. El-Bûti'ye göre İlmin ve dini gerçeklerin isbatı böyle mi olur? Bir de O'nun bazı kitaplarına "ilmi araştırmanın zirvesi" diye iltifatlarda bu­lunuluyor. Ayrıca el-Bûti'nin iddiasına göre, Nebi Saifoifohu Aeyh ve Sellem "genel anlamda" bütün varlıkların en fazilet-Iisidir. Bu düşünce ancak, kesin nass ile ispatlanacak bir akidedir. Yani ayete ve kesin bir delile dayanması gerekir Peki, O'nun yaratılanların en faziletlisi olduğuna dair nas nerede? Bilindiği gibi bu konu, alimlerin üzerinde ihtilali ettikleri bir konudur. İmam Ebu Hanife bu konuda koi nuşmamayı yeğlemiştir. Daha ayrıntılı bilgi isteyen, İmam Ebu Cafer et-Tahavi'nin "Akide"sinin (sh. 337-348) şerhine bakabilir.
Herhalde el-Bûti'nin elindeki delil ve dayanak, büyük Sahabe Abdullah b. Abbas'a kasıtlı ve yalan olarak isnad edilen "Miraç Kıssası"dır. Oysa ki el-Bûti de bu kitap için,; "bu kitap, asli ve esası olmayan batıl ve yalan hadislerden1 ibarettir" diyor, aslında O'nun bu kitap hakkındaki genel, suçlaması da doğru değildir. Zira bu kitapta birçok hadis mevcuttur ki, bir kısmını Buhari ve Müslim rivayet etmiş­lerdir. Fakat yazar, bu sahih hadisleri, asılsız, mevzu ve zayıf hadislerle karıştırmıştır. Bu konuda evvela "el-Temeddüne'l-îsiamiyye" dergisinde el-Bûti'ye reddiye ola­rak yazdığım makalede açıklama yaptım. Sonra bu konu­da müstakil bir kitap yazdım.
"İstişfa" kelimesinin anlamı hakkında lügat bilgisinin olmayışı, el-Bûti'nin içine düştüğü bir yanlıştır. Allah Teala O'nu ıslah edip kendine getirsin! Zira bid'at sayılan teves­sülü kanıtlamak için "istiska" ile ilgili hadislerde varid olanj "istişfa"yı delii göstererek şöyle demektedir: "Salih veı takva ehli ile "istişfa"nm müstehab olduğuna dair daha önce açıklama yapıldı. Ayrıca Ehl-i Beyt ile ilgili konuda da buna değinildi. Eş-Şevkani, îbnu Kudame, San'ani ve başkalannm da aralarında bulunduğu İmam ve fakihler bu konuda ittifak etmişlerdir." Eğer el-Bûti "istişfa"nm lügat anlamını bilmiş olsaydı, bu hataya düşmezdi. Okuyucuları aydınlatmak için "şefaat" ve "istişfa" kelimelerinin anlam­larını açıklayan lügat kitaplarındaki ilgili yerlere bir göz atalım:
"Kamusu'l-Muhit" şöyle bir açıklama getirmektedir:
Şefi' vitr'in karşıtıdır, "çift" demekir. "Şifa" sende var olana birşey eklemektir, yani onu artırmaktır. "Safi olan koyun" denilince, karnında kuzusu olup doğuran koyun anlaşılır. "Safi" adını almasının nedeni, yavrusu onunla bir çift olmuştur. "İstişfa" ise, birisinden yardım dilemektir. Mısır Dil Kurumunun yayımladığı "el-Muiceni'1-Vasif'te şefaatin ne anlama geldiği şöyle ifade edilir: "Şefaatçi şe­faat etti" demek, "onun bir mislini yanına koyup çift hale getirdi" demektir. "Göz karaltıyı şef etti" demek, "onu iki şey olarak gördü", "isteşfea" yardımcı ve şefaatçi istedi" demektir. Şüfea "yardımlar" demektir. Şefaat ise, "Şafi"nin verdiği sözdür. Şefi, başkasına şefaat edip ona yardım edendir."
İbn Esirin "en-Nihaye"sinde ise, şefaatin sözlük anlamı şöyle ifade edilmektedir: "Şüf'ar", anlam itibarıyla "artış"tan alınmıştır. Zira "şefi"', satılanı önceki mülkün yanına koyar, onunla çiftleştirir. Sanki önceden tek idi de, şimdi çift oldu. "Safi" ise, teki çif yapandır.
Bu ve benzeri nakillerden, "istişfa"nın ne anlama gel­diği gayet açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yani kişinin başkasından yapılan talep konusunda, onunla beraber ol­masını istemektir. Burada bir artış olur, iki "şefe"', yani çif olur. İstişfa'nm Şer'i anlamı da sözlük anlamından alın­mıştır. Zira dînde "istişfa" demek, "mübarek, sahh ve ilim ehlinden şefaatçi olabilenlerden, bir musibet esnasında yapılan duada, müslümanlarla beraber olmalarını iste­mektir. Bununla, onlara yardım edip dua edenlerin sayı­sını arttırmış olur. Böylece, duanın kabul imkanı artar. Bu suretle de, Kıyamet günü Rasulullah Saiiaiiahu AeVh ve Sel lem'in şefaatinin ne demek olduğunu anlama imkanına sahip olabiliriz. Alimlerin ittifakıyla Onun şefaati, insan­ların O'na başvurarak hesaplarının çabuklaştırılması için Allah Teala'ya dua etmesini talep etmeleridir.
İlim ehlinden hiç kimse, bundan insanların şöyle de­meleri gerektiğini anlamamıştır: "Allah'ım! Muhammed'in makam     ve     mertebesinin     hatırı     için     hesabımızı kolaylaştır."
Sözlük ve Şer'i ıstılahta kullanılan kelimelere anlam vermek konusunda eksik bilgisine dayanarak çıkardığı garip anlam üzerinde, eş-Şevkani ve İbn-i Kudame'nin de içinde bulunduğu icma-ı ümmet'in ve fakihlerin ittifakının var olduğunu iddia etmesi, gerçekten çok ilginç! O'nun adını verdiği imamlardan sadece birinin O'nun iddiasını çürüten sözünü nakletmekle yetineceğiz. Bu imam, Hanbeli Fıkhının en büyük kitabını yazan îbn-i Kudame el-Makdisi'dir. O, kitabında (16,2, sh. 295) şöyle demektedir:
- Yağmur duasını salih bilinen birisine yaptırmak veya ismini kullanmak müstehabdır. Çünkü onun duası kabule daha yakındır. Yağmur yağması için, Ömer Radıyallahu Anh'm Nebi Sdiaihhu Aleyhi ve Seiiem'm amcası Abbas Radı-yallahu Anh'a tevessül ettiği bilinmektedir. İbn Ömer Ra­dıyallahu Anh'ın dediğine göre, Halife Ömer Radıyallahu Anh, "Famade" adıyla anılan kıtlık ve kuraklık yılında Abbas Radıyallahu Anh'm adını kullanarak şöyle dua et­miştir: "Allah'ım! Bu senin Rasulünün amcasıdır. O'nunla sana yöneliyoruz. Bize su ver!" Bu duadan sonra, yağmur yağıncaya kadar beklemişlerdir. Bir rivayete göre, Muavi-ye yağmur duası için minbere çıkarken, "el-Esved el-Cureşi'nin oğlu Yezid nerede?" diye sordu. Yezid ayağa kalktı. Muaviye O'nu yanına çağırıp minbere oturttu. Sonra şöyle dedi: "Allah'ım! Biz sesimizi sana duyurmak için, bizden en faziletli ve hayırlı olan Yezid İbnü'i-Esved'in duastyla sana yöneliyoruz. Ey Yezid, ellerini kaldır!" Bunun üzerine Yezid ellerini kaldırıp dua eder etmez, ba­tıdan bir bulut kütlesi zuhur eder. Arkasından rüzgarlı bir fırtına çıkar. Öyle bir yağmur yağar ki, güçlükle evlerine ulaşabilirler. Ed-Dahhak da bir kez Yezid'in duasına te­vessül etmiştir,
İbn-i Kudame'nin bu sözlerinden gayet açıkça anlaşılı­yor ki; "istiska" konusunda varid olan "istişfa"dan amaç, alim ve salih insanların aralarına katılıp, onlarla beraber Allah Teala'ya yönlerek, müminlerin sıkıntılarının gideril­mesi için dua etmelerini talep etmektir. Biz kesin olarak diyebiliriz ki, ibn-i Kudame, el-Bûti ve bid'atçı emsallerinin ortaya attığı anlamı kasdetmemiştir. Hatta diyebiliri? ki. böyle bir şeyi kalbinden biie geçirmemiştir.
İşte görüyorsunuz; el-Bûti iddia ettiği uvduiii^ ,^ma için nasıl da İbn Kudame ve diğerlerini şahit qüst"nneue kalkıyor. Halbuki İbn Kudame'nin sözleri, O'nun anlamını kökünden inkar etmektir. Yoksa el-Bûti alimlerin kitapla­rını anlayamıyor mu? Yahut onların kitaplarına bakmadan baktığını mı iddia ediyor? Acaba, o alimlerin kitaplarını okuduğu halde okuyucusunu da "körü körüne taklitçilik ederek söylenenleri anlamaktan mahrum kişiler" mi zan­nediyor? Allah Azze ve Ceiie'ye yemin olsun ki, bu çok üzü­cüdür ve müslümanların başına gelen büyük bir beladır. Şüphesiz bu, müslümanların gerilemesine, güçsüz kalma­sına büyük çapta sebep teşkil etmektedir. Bu insanlar miskinliği, tasavvufu, mezhep taassubunu ve kelam ilmini bırakmadan; yani bu konularda kendilerini değiştirip Kitap ve Sünnet'e yönelmeden ve Selefin yolunu takib etmeden, içinde bulunduğumuz durum düzelmez.
 
 
El-Bûti'nin iddiasna göre, âmâ, Peygamberimiz hu Aleyhi ue Sef/em'in makamına ve Allah Teala katındaki ya­ratılanların en faziletlisi olma durumuna tevessül etmiştir. Biz de bunun yanlış ve hata olduğuna işaret ederek, red­diyemizi sonuçlandıracağız. Zira bu, mesnedsiz ve kesin delillere dayanmayan kuru bir iddiadan ibarettir. El-Bûti, delile benzer birşey bile getirememektedir. Âmânın Nebi Saiiaiiahu Aleyhi ve Seiiem'in duasına tevessül ettiği İse, bu ri­salenin ilk bölümünde delilleriyle ispatlanmıştır.
İmkanlar nisbetinde muhaliflerimizin ortaya attıkları şüpheleri izale ettik ve hatalı görüşlerinin isbatı için ileri sürdükleri delilleri çürüttük. Ama onlar buna rağmen bu yanlış görüşlerini delil olarak göstermeye çalışıyorlar. Be­lirttiğimiz gibi, zayıf olduğu yerlerde el-Bûti'nin susması da bundandır.
Bu açıklamalardan sonra, insaf sahibi ve haktan yana olan kişi, el-Bûti'nin zanni olan iddialarının batıl olduğunu anlamış olur. Allah Teala ne doğru söylüyor:
"Bilakis biz, hakkı batılın tepesine atarız da, o batılın işini bitiririz."
"Bir de bakarsınız ki, batıl yok olup gitmiştir. (Allah'a) yakıştırdığınızdan dolayı yazıklar olsun size!"
"Onların sana karşı getirdikleri hiçbir örnek olmasın ki, (onun karşılığında) sana doğrusunu ve açıklama olarak daha güzelini getirmiş olmayalım."
İşlerimizin başında ve sonunda hamd, bizi başarıya ulaştırıp, hidayete erdirmesinden ötürü Allah Teala'yadır. Yalnız O'ndan yardım dilenir. Ne O'ndan başka bir ilah var ve ne de O'ndan başka bir Rab!..
Seni tenzih ederek sana hamdederiz ey Rabb'imiz! Senden başka ilahın olmadığına, ilahın ancak sen oldu­ğuna şehadet eder ve senden bağışlanma diler, tevbemin kabulünü dilerim!
 


[1] Nesai
[2] EbuDavud, Nesai,
[3] Ebu Davud, Nesai,
[4] Ahmed b. Hanbel,
[5] Buhari, Müslim.
[6] Tirmizi,
[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/349-350, Ebu Davud, es-Sünen, 1493
[8] Buharı, Müslim. Nesai
[9] Ahmed b. Hanbel,
[10] Buhari
[11] Buhari,
[12] İbn-i Hacer el-Askalani, el-İsabe'de (3/634)
[13] Buhari
[14] Müslim,
[15] Nesai,
[16] Muslim,
[17] Tirmizi
[18] Taberani,
[19] Darimi,
[20] Buharı.
[21] Ebu Davud,
[22] Buhari,
[23] Ebu Davud,
[24] Ebu Yela, el-Bezzar
[25] Ahmed, Müslim ve Nesai,
[26] Nesai, Darimi, İbn-i Hibban, el-Hakim (2/21);
[27] Ebu Davud,
[28] Ahmed b. Hanbel, 4/138; Tirmizi, 4/281-282; İbn-i Mace, 1/313.
[29] Buhari,
[30] Buhari, Müslim;
[31] Buhari ve Müslim,
[32] Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud,
[33] BuhariTirmizi, eş-Şemail; Ahmed b. Hanbel ve ed-Darimi
[34] Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/215, 347. Nesai,
[35] Müslim,
[36] Eş-Şafii, et-Taberani,
[37] Buharı, Ahmed b. Hanbel
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol