HARUN EBU HUSEYIN - YILDIRIM
  HASENE
 
 
 
‘Husn’ ve bu kökten türeyen; hasene, hasen, husnâ, ihsân, ahsen, muhsin gibi kelimeler Kur’an’da sıkça geçmektedir. ‘Husn’; güzel, değerli, seçkin ve kendisine rağbet edilen, ilgi gösterilen her şeye denmektedir. Aynı kökten gelen ‘hasene’; kişinin ulaştığı her türlü sevindirici nimettir. İyi ve güzel olan şeylere de ‘hasene’ denilmektedir.
 
 
‘Hasene; güzellik ve iyilik’ anlayışı toplumlara veya kişilere göre değişse bile Kur’an-ı Kerim buna özel bir anlam verir ve neyin ‘hasene/husn-güzel’, neyin ‘seyyie-kötü’ olduğunu belirtir. Buna göre, kişinin başına gelen mutluluk, âfiyet, gâlibiyet, başarı, nimete erme, görevini yapma gibi şeyler ‘hasene’ olduğu gibi; helâlden yemek, nikâhlı yaşamak, doğru olmak, adâletli iş yapmak, başkasına iyilik etmek, güzel ve tatlı söz söylemek ve benzerleri hep ‘hasene’dir. ‘Hasene’ şu anlamlarda da kullanılmaktadır: Varılacak güzel yer Allah katındadır (3/Âl-i İmrân, 14). Uyulması gereken, şüpheden uzak olan güzel söz (2/Bakara, 83), insanı yücelten, Allah’a yaklaştıran güzel imtihan (8/Enfâl, 17), Allah’ın işleyenlere güzel bir geçimlik verdiği sâlih amel (hasene) (11/Hûd, 3).
Allah yolunda öldürülenler Allah katında güzel bir rızık (hasene) bulurlar (22/Hacc, 58). Allah, sâlih amel işleyenlere dünyada da âhirette de güzel şeyler (hasene) vaat ediyor (20/ Tâhâ, 86). Allah’ın mü’min kulları dünyada da âhirette de hep ‘hasene’ isterler, böyle duâ ederler. “Onlardan kimi de; ‘Rabbimiz, bize dünyada hasene/güzellik ver, âhirette de hasene ver, bizi ateş azabından koru’ der.” (2/Bakara, 201)
Kötülükleri (seyyiât’ı) ‘hasenât’ (iyilikler) ile gidermek gerekir. Zaten kötülükleri (seyyiât’ı) silecek olan şey de ‘hasenât’tır (iyiliklerdir) (11/Hûd, 114). Kur’an’ın, ‘husn veya hasene’ dediği şeyler hep güzel ve iyi olan şeylerdir. Müslüman insan iyinin ve güzelin ölçüsünü böylece Kur’an’dan öğrenmeli, sonra da devamlı ‘hasene’ olan işleri yapmalıdır. Çünkü bütün hasene olan işler ona sevap kazandırır.
 
 
Hüsün (hüsn), "güzel olmak" anlamında masdar ve "güzellik, rağbet edilen ve sevilen şey" anlamında isim olarak kullanılır. Karşıtı olan kubuh (kubh) ise, "çirkin olmak" ve "çirkinlik, nefret edilen şey" mânâsında masdar isimdir. Râgıb el-İsfahanî, hüsün kelimesini "güzel olan, rağbet edilen şey" diye tanımladıktan sonra, bir şeye akıl, duygu (hevâ) veya duyu (his) yönünden olmak üzere üç şekilde güzellik değeri yüklenebileceğini, ancak halk dilinde hüsün kelimesinin genellikle göze hitap eden güzellik için kullanıldığını, buna karşılık Kur'ân-ı Kerim'de aynı kelimenin çoğunlukla kalp gözünün (basîret) güzel kabul ettiği şeyi ifade ettiğini belirtir. Buna göre hüsün, günlük dilde estetik bir kavram, Kur'an dilinde bir ahlâk terimi olarak kullanılmaktadır. Aynı âlime göre "hasen" (güzel)in zıddı olan "kabîh" (çirkin) ise, "gözün beğenmediği maddî şeylerle, duygusal olarak insanı rahatsız eden davranış ve haller" anlamına gelir. "Kabîh" ile benzer bir anlam ifade eden "seyyie" ise nesneleri nitelemekten çok, insanlar arasındaki ilişkilerin ahlâkî değerini belirtmek için kullanılır. İbnü'l-Cevzî Kur'an'da, güzelliğinde eksiklik bulunmayan şeylerin yanı sıra, iyiliği kötülüğünden daha çok olan şeylere "hasene", bunların karşıtına da "seyyie" denildiğini ve bu iki tâbirin "tevhid-şirk, zafer-hezîmet, bolluk-kıtlık, âfiyet-belâ, iyi söz-kötü söz, iyi iş-kötü iş" mânânalarında kullanıldığını kaydeder. Hüsün ve kubuh, İslâmî literatürde estetik anlamdan çok, eylemlerin ahlâkî ve dinî değerlerini belirtir. Bu sebeple Türkçe'de "güzel" ve "çirkin" kelimeleri daha ziyade, estetik değerleri ifade ettiğinden kelâm, ahlâk ve usûl-i fıkıh terimi olarak hüsün ve kubhu, yerine göre "iyilik-kötülük, dünya ve âhiret hayatı açısından fayda-zarar" diye ifade etmek, daha isâbetli görünmektedir.
Cürcânî, bir eylemin veya olgunun insanın tabiatı ve karakteriyle uyuşması, onun için mükemmellik değeri taşıması ve övgüyle anılması, dolayısıyla ödüllendirilmesine yardımcı olması bakımından hüsün değeri taşıyabileceğini belirtir; kubuh kelimesini de bunlara aykırı özelliklerle tanımlar. Hüsün ve kubuh, "fazilet-rezilet, güzel-çirkin, hak-bâtıl, doğru-yanlış" şeklindeki anlamlarıyla ahlâk, felsefe ve mantık disiplinlerini ilgilendirir; genellikle fâilini övülmeye veya yerilmeye lâyık kılan inanç, düşünce ve davranışlar için kullanıldığı konumlarda ise kelâm ve usûl-i fıkhı alâkadar eder. Bu bağlamdaki hüsün ve kubhun aklî olduğu noktasında âlimler ittifak etmekle birlikte, Gazzâlî yapılan tariflerde kişilere göre değişebilen maslahat-mefsedet, fayda-zarar, yetkinlik-eksiklik gibi sübjektif ölçülerden hareket edildiğini öne sürerek hüsün ve kubha yüklenen bu tür anlamların izâfî olduğuna dikkat çeker. Kelâm literatüründe tartışmalara konu olan hüsün ve kubuh, ilâhî övgü veya yergiye, yahut sevap veya ikaba götüren fiillerin niteliğini belirten kavramlardır.    
İslâm literatüründe hüsün ve kubuh meselesi, hem mâhiyeti hem de aklın iyilik ve kötülüğü idrâk etmedeki yetkisi ve kapasitesi, dolayısıyla iyilik ve kötülük hakkındaki bilgilerin kaynağı açısından inceleme konusu olmuştur. Âlimlerin bu husustaki görüşlerini üç noktada toplamak mümkündür. Eş'ariyye ve Selefiyye ile Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî usulcüleri çoğunluğunun yanı sıra bazı Hanefî usulcülerine göre hüsün ve kubuh, şer'îdir; yani bir şeyin iyi veya kötü olduğu ancak tesbit ve tâyininden sonra bilinebilir. Çünkü iyilik veya kötülük, bir fiilin mâhiyetine ve zâtına ait bir vasıf değildir; fiil, din tarafından insanlara emredilmesi veya yasaklanmasıyla iyilik veya kötülük vasfını kazanır. Şu halde, bir fiil Allah tarafından emredildiği için iyi, yasaklandığı için kötüdür; başka bir ifadeyle bir fiil iyi olduğu için emredilmiş, kötü olduğu için de yasaklanmış değildir. Başta Cehmiyye ve Mu'tezile olmak üzere Şia, Kerrâmiye, bazı Mâturîdiyye-Hanefiyye âlimleriyle müslüman filozoflara göre hüsün ve kubuh aklîdir; bu değerler, akıl yürütmekle bilinebilir ve böylece iyilikle kötülüğün bir şeyin mâhiyetine dâhil olup zâtî bir vasfını teşkil ettiği anlaşılır. Kategorik olarak yararlı olanın iyi, zararlı olanın kötü olduğu bilgisi, kesin biçimde aklî bilgi olmakla birlikte, muayyen bir fiilin iyilik veya kötülüğüne hükmedebilmek için o fiilin bağlamını ve sonuçlarını dikkate almak gerekir. Belirli bir fiille alâkalı bütün yönleri ve sonuçları bilebilmek için vahye ve dolayısıyla peygambere ihtiyaç vardır. Bu sebeple akıl yürütülerek bazı fiillerin iyilik ve kötülüğü genel çerçevede bilinebilse de bütün fiiller hüsün ve kubuh açısından isâbetle tahlil edilemez.
Değerlerin akılla ilişkisi konusunda farklı bir anlayışa sahip bulunan Mâturîdîlerin çoğunluğu ile Selefiyye'ye mensup bazı âlimlere göre hüsün ve kubuh kısmen aklî, kısmen de şer'îdir. Esas itibarıyla hüsün ve kubuh fiillerin zâtî bir vasfı olup aklen idrâk edilmekle birlikte bu husus, hem insanlar hem de fiiller açısından bazı özel şartlarla sınırlıdır. Buna göre akıl, bütün fiillerin iyiliğini veya kötülüğünü kavrayamaz, ayrıca iyilik ve kötülüğün bazı şartlarda kişilere göre değiştiği de bilinmektedir.
Mâturîdililer, hüsün ve kubhun hem aklî hem de şer'î olduğunu ileri sürerken, her şeyden önce, tecrübî olarak değişik zaman, mekân ve sosyal çevrede yaşayan insanların ortak bir kanaatle belli fiillerin iyilik ve kötülüğüne hükmettiklerini, şu halde değerlerin fiillere ait zâtî nitelikler olduğunu ve bunun aklen bilinebildiğini belirtmişlerdir. Değerlerin kişilere ve şartlara göre değişiklik arzetmesi (meselâ, yalanın iyi; doğru söylemenin kötü olduğu görüşü) kanıttan yoksun, itibarî/göreceli ve istisnâî bir durumdur. Bununla birlikte, akıl fiillerin ayrıntılarını, ferdî ve sosyal ilişkilerin karmaşık yönlerini her zaman isâbetle bilemeyeceğinden bu konularda ihtiyaç duyulan kesin bilgilere ancak vahiyle ulaşılabileceği de bir gerçektir. Ayrıca bir fiilde bir yönden iyilik bulunması, başka yönlerden kötülük bulunmasına engel teşkil etmez. "Zarûretler yasakları mubah kılar"; "İki şerden, ehveni tercih edilir"; "Daha büyük zarar, daha hafifi ile giderilir" tarzında herkesçe benimsenen genel ilkeler de bu anlayışın bir sonucu olarak doğmuştur.
Meseleye yöneltilen temel bakışları iki noktada toplayarak hüsün ve kubhun sadece şer'î olduğunu söyleyenlerle; hem şer'î hem aklî olduğunu kabul edenlerin görüşlerinden söz etmek mümkündür. Eş'ariyye ile Selefiyye-Hanbeliyye'nin çoğunluğu ve bazı Hanefî âlimleri, hüsün ve kubhun sadece dinin haber vermesiyle bilineceğini söylerken, kâinattaki her şeyin ilâhî irâdeye bağlı olmakla birlikte ilâhî fiillerin mutlaka bir hikmeti ve gâyesi bulunduğunu kabul eden Mu'tezile ve Mâtürîdiyye'nin çoğunluğu ile bazı Selef âlimleri hüsün ve kubhun hem aklî, hem şer'î olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Bu son telâkkî, naslara da akla da uygun görünmektedir.
Müslüman filozoflar, iyilik ve kötülük problemini genellikle iyimser bir bir yaklaşımla ele almışlardır. Meselâ Fârâbî ve İbn Sînâ kötülüğün izâfî/göreceli olduğunu, varlıkların özünde bir kötülük bulunmadığını, sadece bir başka varlığa nisbetle daha az iyiden söz edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. İhvân-ı Safâ risâlelerinde belirtildiğine göre, evrende esas olan iyiliktir, kötülükler ise evrenin bütünlüğü içinde belli bir gâye ve hikmeti gerçekleştirmeye mâtuftur.
 
        
Kur'ân-ı Kerim'de hüsün kavramı, yani "h-s-n" kelimesi, türevleriyle birlikte toplam 194 yerde geçer. "Güzel olmak, güzel karşılık görmek, güzel davranmak, iyilik yapmak, Allah'a kulluk etmek, bolluk, genişlik, nimet, infak" gibi anlamlarda kullanılır. Kubuh ise sadece bir âyette yer almış, burada Firavun ile taraftarlarının kıyâmette kötülenmiş kimseler olacakları belirtilmiştir (28/Kasas, 42). Kur'an'da kubuh karşılığında daha çok "sû'" ve "seyyie" kelimelerinin kullanıldığı görülür. Kur'an'da hüsün kökünden türeyen "ihsân" ve "hasene" ile anlam yakınlığı içinde bulunan adl, ma'rûf, tayyibât vb. kavramların insanda objektif bir hüsün telakkisinin mevcûdiyetine işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kur'an'da adâletli davranmanın, iyilik yapmanın ve yardımlaşmanın emredilmesi; buna karşılık kötülüğün, hayâsızlık ve ahlâksızlığın yasaklanması, dinin koyduğu bu hükümlere konu teşkil eden fiillere ait vasıfların, hükmün verilmesinden önce o fiillerde mevcut olduğuna ve bunların insanlarca aklen bilinebildiğine işaret etmektedir. Zira akıl bunları genel çerçevede bilmekten âciz olsaydı, insanların bu tür buyruklara muhâtap kılınmaları anlamsız kalır ve onların bu emirlere uymaları imkânsız hale gelirdi.
Bununla birlikte Kur'an'da insanların kötü zannettiği (hoşlanmadığı, kerih gördüğü) bazı şeylerin iyi olabileceğinin açıklanması (2/Bakara, 216), kişinin yaptığı kötü işlerin -kendisine güzel gösterilmesi sebebiyle- güzel bulunacağının belirtilmesi (35/Fâtır, ve peygamber gönderilmedikçe azap edilmeyeceğinin bildirilmesi (17/İsrâ, 15), insanın iyilik ve kötülüğe ilişkin bilgisinin mutlak bir kesinlik değeri taşımadığına işaret etmektedir. Kur'an'da hüsün vasfı ilâhî fiillere de nisbet edilmiştir. Buna göre Allah fiilleri en güzel yapmış, insanı en güzel şekilde yaratmış, kullarına ihsanda bulunmuş, iyilik yapanların sevabını (hüsn) arttırmıştır (12/Yusuf, 100; 23/Mü'minûn, 14; 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 42/Şûrâ, 23). Bazı insanların İlâhî irâde ve kudreti hiçe sayarcasına iyiliği kendilerinden bildikleri de Kur'an'da tenkidî bir üslûpla açıklanmıştır. Nitekim Firavun ve ashâbı iyiliği kendilerine isnat etmişler, başlarına gelen kötülükleri ise Hz. Mûsâ ve ashâbının uğursuzluğuna bağlamışlardır (7/A'râf, 131); aynı şekilde münâfıklar da iyilikleri Allah'a, kötülükleri Hz. Peygamber'e atfetmişlerdir (4/Nisâ, 78). Allah ise bir yandan iyilik ve kötülükleri kendisinin yarattığını bildirirken öte yandan insanın yaptığı iyiliklerin kendi lehine, kötülüklerin de kendi aleyhlerine olduğunu beyan etmiştir (4/Nisâ, 79; 17/İsrâ, 7).
Kadın güzelliği (33/Ahzâb, 52), içeceğin lezzeti (16/Nahl, 67), kişinin mükemmel bir tarzda yetişmesi (3/Âl-i İmrân, 37), sonunda kâr sağlayacak bir borç veriş (2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11), ideal bir örneklik (33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehine, 4, 6), sosyal ilişkilerdeki nezâket (16/Nahl, 125, 17/İsrâ, 53; 2/Bakara, 83) vb. somut ya da soyut birtakım güzellikler "hüsn" ve türevleri ile anlatıldığı gibi, dinin öngördüğü güzel ameller de bu kavramla anlatılır. Güzel ve güzellik konusunda Kur'an'ın esas aldığı ilke şudur: Güzel ve güzelliği tasdikleyip hayatına sokana hayat kolaylaştırılır. Bunun aksine, güzele sırt dönen, onu tasdikleyip hayatına sokmayanlara hayat zorlaştırılır (92/Leyl, 6-9).
Allah ile sürekli beraberlik bilincine erme halinin adı, "ihsân" (güzelleştirme, güzelleşme, güzelle kucaklaşma) olarak belirlenmiştir. Meşhur Cibrîl hadisinde ihsân, "Allah'ı her an görüyormuşsun gibi davranmak" şeklinde tanımlanmıştır. Bu da gösterir ki, Kur'an'ın dünyasında ahlâk gerçeği de güzelle iç içe bir gerçektir. Güzellikten nasipsiz ruhlarda ahlâk barınamaz. Hz. Peygamberimiz, ahlâkla ilgili tüm sözlerinde ahlâkı, "güzel" kelimesiyle nitelemiştir.
 
 
Allah'ın isim-sıfatlarından biri "muhsin" (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır (bkz. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4). İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.                            
Allah'tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125). Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır (2/Bakara, 138). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir (65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75). Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O'dur, O'nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözüdür (39/Zümer, 55). Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu'l-hüsnâ) da O'nundur (7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).        
Kur'an'ın ideal insanı "muhsin" diye anılmaktadır. Kur'an'da 39 kez tekrarlanan "muhsin", güzel düşünüp güzel eylemler yapan kişi demektir. Muhsin, tamamına yakın yerde çoğul şekliyle kullanılmıştır. Bu da gösterir ki, güzellik üretimi toplumsal bir idrâk ve uğraş olmadan fazla gelişemez. Kur'an'ın kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel şeyler üretenler) içindir; Kur'an onlara hayır ve bereket getirir (31/Lokman, 3). Güzelle ilgisi kopuk, güzelliği hayatından silmiş kişiler ve toplumlar Kur'an'ın hidâyetini anlayamazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler. Güzele düşmanlık sergileyenler ise Kur'an'ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar, onun lânetine de uğrarlar. Leyl sûresi 6-9. âyetler, bu lânetlenmenin kanıtı olarak hayatın zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.
Kur'an, kendi bağlılarını "sözleri dinleyip onların en güzeline uyan insanlar" olarak tanıtmaktadır (39/Zümer, 18). Bu demektir ki, güzellikten uzak bir çağrı, adına ne denirse densin, hangi iddia ile ortaya sürülürse sürülsün, Allah'ın değer vereceği bir dâvet değildir.
Kur'an, tüm iddiaları, inatları, ikiyüzlülükleri, sloganları aşan ölümsüz bir ilke getirmekte ve insanın dikkatini bu ilkeye çekmektedir: "Güzel düşünmenin, güzellik üretmenin karşılığı güzellikten başkası olmayacaktır" (55/Rahmân, 60). Güzellik üretenlerin karşılıkları, diğer üretimlerden farklı olarak iltimaslı, fazla olarak verilecektir (10/Yûnus, 26). Güzelliğin hayatı kolaylaştırması, belki de o "fazlalar" yüzündendir.   
Çirkinliği güzelle değiştirme veya çirkinin ardından güzel sergileme, çirkinin sonuçlarını silip süpürür ki, bu da Allah'ın af ve bağışının bir uzantısıdır. Bu yüzden Kur'an, insanı sürekli olarak çirkini güzelle değiştirmeye çağırır (13/Ra'd, 22; 28/Kasas, 54; 11/Hûd, 113; 25/Furkan, 70; 27/Neml, 11). Çirkine güzelle karşılık verme yeteneği, en azılı düşmanı en samimi dost haline getirebilir (41/Fussılet, 34).
Kehf sûresi, 104. âyeti, sınaat yönüyle üretilen güzelliğin gerçek bir güzellik olmadğını, sadece bunu üretenlere bir güzellik sanısı verdiğini belirtiyor. Âyeti iyi değerlendirmek için, kendinden önceki âyetle bağlantısını dikkate almak gerekiyor. Şöyle deniyor:
"De ki; size, yaptıkları işler bakımından en çok hüsrâna uğrayanları bildireyim mi? Bunlar o kimselerdir ki, dünya hayatındaki gayretleri boşa gitmiştir de buna rağmen onlar sınaat yoluyla güzellikler sergilediklerini sanırlar." (18/Kehf, 104).
Bu âyetten yola çıkarak diyebiliriz ki, teknolojinin elinden beklenen bir güzellik, güzellik adına aldanıştan ibârettir. Esasen Kur'an insanın süslenip püslenen bazı çirkinlikleri güzellik gibi görebilen bir yapıya sahip olduğuna dikkat çeker. Ve bu, insanın sapma noktalarından biridir (35/Fâtır, 8; ayrıca bkz. 3/Âl-i İmrân, 120; 9/Tevbe, 50). 
Allah güzeldir, muhsindir. En büyük ihsan sahibi Allah olduğu için Kur’an’da “Allah her şeyi güzel bir şekilde yarattı" (32/Secde, 7; ayrıca bkz. 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24) denilmektedir. Eğer insanlar hep güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsân’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak ‘ihsân’ görürler, güzellikle muâmele edilirler (55/Rahmân, 60).
Allah, ihsân sahibi olan, güzel davranışlarda bulunanları övmektedir:
“Kim, din yönünden iyilik edici (ihsân sahibi) olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tâbi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti.” (4/Nisâ, 125). Allah, güzel işler sergileyen ihsân sahipleriyle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir (2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd.).
“...Biz, muhsinlere (güzellik sergileyen ve iyilik yapanlara) ziyâde vereceğiz (mükâfatı arttıracağız)' dedik." (2/Bakara, 58)
“...İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195)
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler (harcarlar); öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da ihsân sahiplerini (güzel davranışta bulunanları) sever.” (3/Âl-i İmrân, 134)
“Allah'a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara ihsân edin/iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” (4/Nisâ, 36)
"Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara ihsânla/güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur." (9/Tevbe, 100)                                 
“İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (10/Yûnus, 26)
“Sabırlı ol, çünkü Allah, ihsân sahibi muhsinlerin (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” (11/Hûd, 115)
“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı (güzel iş yapmayı, iyiliği), akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(16/Nahl, 90)
“Eğer ihsân ederseniz (güzel davranışlarda bulunursanız), kendinize ihsân etmiş olur; kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz...” (17/İsrâ, 7)
“İman edip sâlih amel işleyenler (bilmelidirler ki) Biz, güzel işler yapanların (ahsene amelâ) ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara, içinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır...” (18/Kehf, 30-31)
"...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (güzellikler) sergile..." (28/Kasas, 77)
“(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih/iyi ve güzel iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? Hasene/güzellik, iyilik ile; seyyie/çirkinlik, kötülük bir olmaz. (Sen, çirkinliği/kötülüğü) en güzel olan şeyle uzaklaştır; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” (41/Fussılet, 33-34)               
“Biz insana, ana babasına ihsânı/güzel davranıp iyilik etmesini tavsiye ettik...” (46/Ahkaf, 15)  
 
 
Hadislerde hüsün/güzellik kavramı, oldukça çok geçer. Hüsün, bazı hadislerde "güzel yaratılış sahibi olmak" şeklinde maddî güzellik anlamında zikredilmiş (Ahmed bin Hanbel, 1/403; 5/9; 6/68), bazılarında varlıkların güzellik ve çirkinliklerini Allah'ın takdir ettiği açıklanmış (Buhârî, Rikak 31; Müslim, İman 207), çoğunda ise insana ait amellerin güzelliğini ifade etmiştir. Hadislerde hüsnün karşıtı olarak çoğunlukla seyyie kelimesinin kullanıldığı görülür. Bazı kaynaklarda müslümanların güzel gördüğü şeylerin Allah katında da güzel olduğunu ifade eden rivâyetler, Hz. Peygamber'e atfedilmişse de (Ahmed bin Hanbel, 1/379), bunun İbn Mes'ud'a ait bir söz olduğu kabul edilir.
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.” (Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10)
“İhsân; Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.” (Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63, 64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88)
"Şüphesiz Allah herşeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır). O halde siz öldürdüğünüz vakit bile, öldürmeyi güzel yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin." (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ, 22)
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk
“İnsana lutfedilen en değerli nimet, güzel ahlâktır.” (Ahmed bin Hanbel, 4/278)
“Kendinize göre makbul bir iş yapınız. Sırf başkalarına rekabet olsun diye yapmayınız. (Şöyle demeyin:) ‘İnsanlar ihsân ederse biz de ederiz; zulmederlerse biz de zulmederiz.’ Fakat kendinizi şuna iknâ ediniz: İnsanlar ihsân ederse ihsân edersiniz; (fakat) fenâlık ederlerse, siz yine de zulmetmeyiniz.” (Tirmizî, Birr 63)
“Sizden biriniz ölümü temennî etmesin. Muhsin ise belki ihsânı (güzel amelleri) artar. Günahkâr ise, belki tevbe eder.” (Nesâî, Cenâiz Bâbu Temennâ’l-Mevt)
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.” (Buhârî, Edeb 39; Ebû Dâvud, Sünnet 14)
“Kur’an’ı seslerinizle güzelleştirin.” (Dârimî, Fedâilu’l-Kur’an 34)
“Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap)." (Ebû Dâvud, Libas)
 
        
 
İhsân kelimesi, ‘hasene’ kelimesinden türemiştir. Bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsân; güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İhsân ahlâkının iki yönü vardır: 1- Başkasına iyilik etmek, nimet kazandırmak, yardımcı olmak ve bütün bunları güzellikle yapmak, 2- Amelde ihsân, yani bir şeyi güzel bir bilgi ile bilmek (meselâ Allah’ı) veya bir şeyi güzel bir amelle yapmak. Hz. Ali (r.a.) diyor ki: “İnsanlar güzel yaptıkları şey üzerine değerlendirilir.” Yani, insanlar, hakkında bildikleri şeye tâbi olurlar, insanlarla ilgili bildikleri şeyler de onların yaptıkları güzel işlerdir.
Kur’an’da “Allah her şeyi güzel bir şekilde yarattı’ deniliyor ve ‘ihsân’ kelimesi kullanılıyor. Eğer insanlar hep ihsân üzere olurlarsa, yani hep güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsân’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak ‘ihsân’ görürler, güzellikle muâmele edilirler. İhsân ahlâkı, adâletten daha kapsamlı bir güzel huydur. Çünkü adâlet anlayışında, karşıdakinin hakkını vermek varken, ihsânda ise daha fazlasını vermek, daha güzeli ile karşılık verme anlayışı vardır.
Adâletli olmayı, dinimiz bir farz olarak, bir gereklilik olarak müslümanlara emrediyor. Ancak ihsân, bundan daha kapsamlı ve üstün olduğu için onu hem emrediyor, hem de fazlasını tavsiye ediyor. İhsân sahibi olanlara Allah ‘muhsin’ demekte ve onları övmektedir:
“Kim, din yönünden güzellik ve iyilik yaparak (ihsân sahibi) olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrâhim dinine tâbi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrâhim’i dost edinmişti.” (4/Nisâ, 125).
Allah, ihsân sahibi olan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir (2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd.).
İhsân, aynı zamanda Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir. Meşhur Cibrîl hadisinde Peygamberimiz ‘ihsân’ı şöyle tanımlamıştır: “Allah’a O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8; Tirmizî, İman 14, hadis no: 2738; Ebû Dâvud, Sünne 16, hadis no: 4695; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63, 64; Nesâî, İman 6). Burada bizzat Allah’ı görmek değil; Allah’ın sıfatlarını, Rabliğini ve azametini göz önünde bulundurmak kast ediliyor. Mü’min, ibâdetini ihsân üzere yapar, yani en güzel şekilde, ibâdetin amacına ve hikmetlerine uygun bir şekilde yapar. Bu da Allah’ı görüyor gibi bir duygu içerisinde olmakla mümkündür.
 
 
Kâmil insan denen, kaliteli insanı ifâde eden Kur'anî kavramlardan biri "hüsn" kelimesinden türeyen ihsân kavramıdır. Muhsin de, ihsânın gereklerini, güzellikleri yerine getiren insandır. İhsân, her şeyi güzel, eksiksiz ve mükemmel yapmaktır. Bütün davranışlarında Allah'ı görür gibi davranan ve daima Allah'ı yanında hisseden insan, muhsin olma seviyesinin eşiğinden içeri girmiş demektir. Kalitenin uygulama kavramları arasında yer alan "ölçülmüş davranış/performans", Allah'ın huzurunda ve insanlarla ilişkilerinde "ölçülü" olmayı ifâde etmektedir. İş ve davranışlarında ölçüyü aşmamak, yani ölçüyü elden kaçırmamak, bir kalite meselesidir. Kur'an'da bu kaliteye ihsân, onu gerçekleştirene de muhsin denmektedir. İfrâta, yani aşırılığa ve saldırganlığa kaçmadan davranışlarında ölçülü olmak, büyük bir fazîlettir. Zulme karşı zulümden sakınmak, insanların kötü sözlerine karşı üzülmemek, düşmanın entrikalarından dolayı endişelenmemekteki sabır, ihsân kavramının içindeki mânâlardandır (16/Nahl, 126-128).
Fakirlerin elinden tutmak, kinini yutmak ve insanları affetmek gibi erdemli davranışlar, kaliteli davranışlardır. Bunlar da ihsân kavramının kapsamına girmektedir (3/Âl-i İmrân, 133-134). "İşi vaktinde yapmak" da ihsânın mânâlarından biridir. Muhsin adam, işini vaktinde yapandır. Kur'an, kaliteli davranış, ya da kaliteli iş üretmenin koşulu olarak, işin vaktinde yapılmasını öngörmektedir. Zümer sûresinin 54-58. âyetleri ele alındığında, "işi vaktinde yapma"nın önemi görülmüş olacaktır. Gelişme, ilerleme ve değişimin zamanında gerçekleşebilmesi, sürecin vaktinde tamamlanıp pişmanlık duyulmaması için bu şarttır. Zamanı ertelemenin, süreci sekteye uğratmanın ve işi vaktinde yapmamanın, bir zaman sonra azâba dönüşeceği gerçeğine işaret eden Kur'an, bilginin en güzeline vaktinde uymayı şart koşmaktadır. Âyet şöyledir: "Siz farkında olmadan ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi olun." (39/Zümer, 55). "En güzel"i tespit etmek ve hemen ona uymak, "en güzel'in hakkını vermektir. En güzel olana vaktinde uymamak, azâbın gelmesine sebep olacaktır. Vaktinde uyulmayan, tatbîkata konmayan bir "değer", toplumdan göç eder. Bu göç ediş de, toplumun gelişimini, ilerlemesini, kaliteli iş üretimini geriletir ve durdurur. Kaliteli iş üretimini durdurmak, azap olarak toplumun başına yağmasına neden olur.
Kaliteli iş, çok çalışma neticesinde elde edilecek bir değerdir. Bu değer, bir taraftan ilerlemeyi, gelişmeyi ve kendini yenilemeyi temin edeceği gibi, diğer taraftan da bunlar, o değere ulaşmayı sağlayacaklardır. Zâriyât sûresinin 16. âyetini 17. âyetiyle bir araya getirince, muhsin insanın az uyku uyuyarak çok çalıştığını gündeme getirdiği görülecektir. Âyetler şöyledir: "Rablerinin kendilerine verdiğini alanlar, kuşkusuz bundan önce dünyada güzel davranırlardı, geceleri pek az uyurlardı." (51/Zâriyât, 16-17). "Geceleri az uyumak" güzel, yani kaliteli iş üretmenin önemli bir dinamiği olmaktadır. Bu tâbir, çok çalışıp geceyi de değerlendirmeyi ifâde etmektedir. İlerleme, gelişme ve değişimin olmazsa olmazı, çok çalışmaktır.[1] 
 
 
 
‘Hayr’ taşıdığı özellik dolayısıyla istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı, yara   yışlı olan her şeydir.
Hayır, ister bir davranış, ister bir ibâdet, ister mal, yani dünyalık yönünden olsun; dinî, yani dünyaya ve âhirete âit meselelerde faydalı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder. O; istenilen, kötü karşılanmayan, kendisine rağbet edilen bir değerdir. ‘Hayr’ın karşıtı ‘şerr’dir. Hayır kelimesinin hem dünya işlerini, hem de uhrevî değerleri anlatan birkaç boyutu bulunmaktadır.
Hayır, iyi ve faydalı, rağbet edilen tercihleri ifade ettiği için; ibâdet, iyilik etmek, Allah yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap veya şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen ‘hayrât’, beğenilen özellikler, davranışlar, sevap amacıyla yapılan iyilikler ve sadaka-i câriye (devam eden sadaka) olan şeyler demektir.
Hayır, kavram olarak bazen hem mal, hem de o malı Allah yoluna sarf etme iyiliğini veya infak anlayışını ifade etmektedir. Allah’ın insana verdiği mal, -her ne kadar bazıları için şer olsa da- bizzat hayrın kendisidir. Meselâ, Kur’an, Hz. Süleyman (a.s.)’a verilen atlara ‘hayır’ demektedir (38/Sâd, 32). Mü’minler, Allah yolunda ‘hayır’dan ne infak ederlerse; bu, kendileri içindir. Onlar ‘hayr’ olarak infak ettiklerinin karşılığını tastamam alacaklardır (2/Bakara, 272-273). Görüldüğü gibi burada ‘hayır’ hem sahip olunan mal, hem de bu maldan Allah yolunda infak edilen pay, sadaka anlamına gelmektedir.
Bir başka âyette ise ‘hayır’ yine ikili bir anlam ifade ederek hem sahip olunan şey, hem takvâya bağlı olarak yapılan amel (iş) yerinde kullanılmaktadır: “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.” (2/Bakara, 215)
Hayır kavramı Kur’an’da birkaç anlamda daha kullanılmaktadır: Allah’ın sayısız nimeti anlamında (3/Âl-i İmrân, 26); bütün hayırların kaynağı olan vahy ve peygamberlik anlamında da kullanılır. Vahye uyan mü’minler birçok nimetlere, güzelliklere, sağlam bir inanca ve aralarında kardeşlik duygularına sahip olurlar. Bütün bunlar hayr’ın ta kendisidir (2/Bakara, 105; ayrıca bkz. 16/Nahl, 30). Gerçek iman, ya da iman etme eğilimi, samimiyet ve iyi niyet anlamında (8/Enfâl, 70); iman etmenin güzel sonucu, imanın olumlu etkisi anlamında (6/En’âm, 158); sâlih amel, hayırlı iş, kulluk ve sonucu güzel olan işler anlamında (2/Bakara, 110; 5/Mâide, 48; 21/Enbiyâ, 90) kullanılır.
Hayrın bu mânâlarına bakarsak onun iki yönü bulunduğunu görürüz: Birincisi, kaynağı Allah olan hayır; ikincisi, kaynağı insan olan hayır. Bu iki durumda da hayrın anlamı, İslâm’ın bakış açısıyla faydalı, değerli olduğuna hükmedilecek bir şeydir.
Hayır ve şer; ya mutlak (kesin)tır, ya da izâfî (göreceli)dir. Sözgelimi; adâlet, iyilik duygusu, akıl, erdem sahibi olmak gibi şeyler her durumda herkes için hayr’dır. Zulmetmek, haklara tecavüz, yalan, hırsızlık gibi şeyler de herkes için her zaman şerdirler. İzâfî (göreceli) hayır ve şer nitelemesi, kişilere ve onların durumlarına göre değişiklik gösterebilir. İzâfî hayrın başında mal sahibi olmak gerekir. Mal, servet, dünyalıklar kimileri için hayır; kimileri için de şer olabilir. Helâlden kazanılıp helâle harcanmayan bir mal, sahibi için hayır değildir. Kendisinden İslâm’ın çizdiği sınırlar içerisinde faydalanılmayan mala ‘hayırlı’ mal denilemez. Meselâ, cimrilik yüzünden Allah yolunda harcanmayan bir malda, onun sahibi bir hayır olduğunu sanmamalıdır (3/Âl-i İmrân, 180). Demek ki az da olsa helâlden kazanılan ve Allah rızâsı uğruna harcanabilen bir mal veya kazanç sahibi için hayırdır.
Allah (c.c.) mü’minlere gerektiği zaman kendi yolunda, kendi dini uğruna cihâd etmeyi, savaşmayı emretti. Mü’minlerden bazıları böyle bir şeyi kendileri için şer (zorluk, meşakkat, ağır bir imtihan, zararlı) sayabilirler. Ancak Rabbimiz buyuruyor ki:
“….Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (2/Bakara, 216)
 
 
‘Birr’in aslı ‘berr’dir. ‘Berr’, sözlükte kıta, denizin karşıtı olarak kara demektir. Buradan hareketle ‘birr’, hayır işinde genişlik anlamında kullanılmaktadır. Geniş anlamıyla ‘birr’, her türlü hayır ve iyilik işinde genişlik, ihsan, itaat, doğruluk, bol bol iyilik demektir. ‘Birr’, her türlü iyiliği, ihsânı ve hayırlı işleri kapsar. ‘Berr’ sıfatı, hem Allah (c.c.) için hem de itaatkâr kullar için kullanılır. Allah (c.c.) için kullanıldığı zaman anlamı: Kullarına karşı şefkatli, onlara ihsân eden, iyilikleri bütün yaratıklara yaygın olan demektir. ‘el-Berr’, Allah’ın güzel isimlerinden biridir.
‘Berr’ sıfatı insanlar için kullanıldığı zaman, çok itaatkâr anlamına gelir. ‘Berr’, aynı zamanda, sâdık, yani sözünde duran anlamı da taşımaktadır. Allah, el-Berr’dir. O, kullarına merhametli olduğu için, onların hakkında kolaylık diler, zorluk dilemez. Onların günahlarına (eğer tevbe etmezlerse) bir karşılık verir. Buna karşın onların iyiliklerine, hayırlı amellerine kat kat karşılık verir. “Hiç şüphesiz, Biz bundan önce O’na duâ (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği ve ihsânı bol, rahmeti bol (el-Berr) olandır.” (52/Tûr, 28)
Kur’an, ‘berr-itaatkâr’ sıfatını iki âyette, Hz. İsa ve Hz. Yahyâ peygamberleri nitelemek için kullanmaktadır (19/Meryem, 14-15, 32).
Hadis ve fıkıh kitaplarında ‘birru’l vâlideyn’ başlığı bulunmaktadır. Bu başlık altında, ana-babaya itaat etme, onlara bol bol iyilikte bulunma görevleri anlatılır. Aynı kökten gelen ‘teberrû’; fiil olarak iyi olma, iyilik yapma anlamındadır. Türkçe’de, herhangi bir dernek, cemiyet, yardım kurumu ve kişiye yapılan yardımlara verilen addır. ‘Berara’, ‘bârr’ın çoğuludur ve Kur’an’da bir âyette meleklerin sıfatı olarak geçmektedir: “(Ki onlar) oldukça üstün, değerli, iyilik ve dürüstlük sembolü (berara)dürler.” (80/Abese, 16)
‘Birr’, bol bol iyilik etmek, hayır işlerinde geniş olmak anlamına geldiği gibi, aynı zamanda fâil (özne) ismidir ve iyilikte bulunan demektir. Mü’minler, çok iyilikte bulunarak, takvâda çok geniş olarak ‘birr’in bizzat kendisi haline gelirler. Tıpkı sâlih amel işleyerek imanıyla özdeşleşen müslümana ‘iman’ denilmesi gibi. İyilik ve takvâda ileri geçen bol bol ihsânda bulunan, akrabalarına ve diğer insanlara bol bol iyilik eden, iyi davranan kimseler artık ‘birr’in bizzat kendisi olurlar. Böyle kimselere Kur’an ‘ebrâr’ demektedir.
Kur’an ‘birr’i şöyle tanıtıyor: “Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevirmeniz, ‘birr/iyilik’ değildir. Ama birr, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden, ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere, söz verdiklerinde (ahidleştiklerinde) sözlerinde duranlar ile, zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenler (in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve takvâ sahibi olanlar da bunlardır.” (2/Bakara, 177). Görüldüğü gibi Kur’an, ‘birr’in inanç ve amel boyutlarını, en önemli ilkeleri sıralayarak açıklıyor. ‘Birr’ öncelikli olarak İslâm'ın inanç esaslarını kabul etmek, sonra da malı ihtiyaç sahiplerine infak etmektir. Bu âyette en önemli erdemler sıralanmış olup, birr’in sınırının daraltılmadığı açıktır. Bu bağlamda birr, bütün iman, ibâdet ve ahlâka ait iyi huyları kapsayacak genişlikte bir kavramdır.
Birr, tâat sayılan, yani Allah’a saygı ifade eden bütün davranışlar ve insanı Allah’a yaklaştıran hayırlı tüm işleri içerisine alan bir kelimedir. Birr, takvâ sahibi mü’minlerin bir özelliğidir. Bizzat takvâ değil, takvâlı olmanın görüntüsüdür diyebiliriz. Hatta yukarıdaki âyette ‘işte sâdık (doğru) olanlar bunlardır’ cümlesinden hareketle birri ‘doğruluk’ diye anlayanlar da olmuştur. Halbuki ‘sıdk-doğruluk’ birr değil, birr sahibi olmanın bir sonucudur.
Kur’an, müşriklerin bir yanlış davranışına da dikkat çekerek, bunun birr olmadığını vurguluyor: Câhiliye döneminde müşrikler hac için ihrama girdikleri zaman agaç gölgeliğinde oturmazlar, evlerine girmezlerdi. Bir ihtiyaçtan dolayı evlerine veya çadırlarına girmek isterlerse, çadıra arkalarından açtıkları deliklerden, evlere de ya arka pencereden ya bacalarından girerlerdi. Kur’an böyle bir davranışın faydasız bir şey olduğunu asla birr olamayacağını vurguluyor:  
“…Birr (iyilik) evlere arkalarından gelmeniz değildir. Ancak birr (iyilik) takvâ sahiplerinin tutumudur. Evlere kapılarından girin. Allah’tan korkup korunun, umulur ki kurtuluşa erersiz.” (2/Bakara, 189).
Evlere veya çadırlara arkadan girmenin nesi birr (iyilik) olabilir ki? Takvâ sahibi kimseler hayır üzerinde olurlar, infak ederler (muhtaçlara el atarlar), sürekli iyilikte bulunurlar. Hem Allah’a (c.c.) itaat ederler, hem de insanlara bir fayda sağlarlar. Dolayısıyla onların tutumu birr’in ta kendisidir. Bu âyette ayrıca bir kinâye (dolaylı anlatım) de bulunmaktadır. Yani söze ve işe tersinden, fayda vermeyecek tarafından başlamayın. Bir meseleyi karıştırmak, bulandırmak, anlamsız duruma sokmak için, kafa karıştırmak için iş yapmayın. Evlere kapılarından girildiği gibi; işe ve söze, amaca uygun faydalı olacak şekilde başlayın. Bu bir anlamda yıkıcı değil yapıcı olun, işi ehline bırakın demektir.
Birr, sosyal hayatın kurulması ve işlemesi konusunda son derece önemli bir ahlâk kuralıdır. İnsanlar arasındaki kaynaşmanın (ülfetin) yollarından biridir. Kişiler başkalarına yardım ettikçe, onlara güzel davrandıkça; aralarında kavga, anlaşmazlık ve düşmanlık yerine; dostluk, barış ve ülfet olur.
Birr sosyal hayata iki şekilde yansır: Birincisi sıla’dır ki bu, insanlara karşılıksız mal yardımında bulunmaktır. İkincisi ise, ma’ruf’tur ki bu da, söz ve davranışlarla insanların iyilikleri ve mutlulukları, dirlik ve düzenliği için çalışmak demektir. Mü’minler, sevdikleri şeylerden Allah yolunda harcadıkça bu birr erdemini kazanırlar. “Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla birr’e (iyiliğe ) erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (3/Âl-i İmrân, 92). Görüldüğü gibi birr ahlâkı, toplumda ekonomik ve sosyal düzeni zorlama olmaksızın sağlayıcı, insanlar arasındaki dostluğu ve barışı koruyacak, insanı en erdemli yapacak çok önemli bir ahlâktır. “…Birr (iyilik) ve takvâ (Allah’tan korkup korunma) hususunda yardımlaşın; günâh ve sınırı aşma konusunda yardımlaşmayın. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (5/Mâide, 2)
Kur’an mü’minlere, birr’i başkalarına tavsiye edip de kendilerini unutan, birr’i yerine getirmeyen İsrâiloğulları gibi olmayın demektedir (2/Bakara, 44). Kur’an ebrâr olanlar için altlarından ırmaklar akar cennetlerin olduğunu, Allah’ın katında bulunan mükâfatların onlar için daha hayırlı olacağını müjdeliyor (3/Âl-i İmrân, 198). Ebrâr olanlar, yani sürekli iyilik yapanlar veya imanlarında ve davranışlarında doğru olanlar, sürekli güzel davranış gösterenler cennette nimet içerisindedirler (82/İnfitâr, 13; 83/Mutaffifîn, 22-28). Birr sahibi olanların kitabı (amel defteri ) ılliyyîn denilen bir kitaptır (83/Mutaffifîn, 18-20). Onların amelleri değerli olduğu için, Allah (c.c.) onların kitaplarını da yükseltmiş, onları değerli kılmıştır.
Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Sıdk (doğruluk) insanı birre (Allah’ı râzı edecek iyiliğe) götürür; birr de mü’mini cennete götürür. Kişi, doğruyu söyler ve doğruyu arar da Allah (c.c.) katında doğru sözlü diye kaydedilir. Yalan da kişiyi sınırı aşmaya götürür. Haddi aşmak da (kişiyi) ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah katında yalancı diye kaydedilir.” (Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 29, hadis no: 2607; Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 1989; Tirmizî, Birr 46, hadis no: 1971; Muvattâ, Kelâm 16)
Kur’an bize şöyle duâ etmemizi tavsiye ediyor: “Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana dâvet eden bir dâvetçiyi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerinizi ört ve bizi de ebrâr ( Allah’ı râzı edecek iyilik sahipleriyle) ile birlikte öldür.” (3/Âl-i İmrân, 193)
 
 
Cemâl, Yaratılıştan güzel olmak, kişinin huyunun güzel olması demektir. Kadınların güzelliğini dile getirmek için de bu kelime kullanılır. Nitekim Hz. Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Kadın dört şey için nikâh edilir; malı için, soyu için, güzelliği (cemâli) için ve dini için. Ey mü’min, sen bunlardan dindar olanla evlenmeye çalış. (Şâyet bu tavsiyeye uymazsan) yoksulluğa düşersin.” (Buhârî, Nikâh 15; Ebû Dâvud, Nikâh 2, 12; Nesâî Nikâh, 10, 13; Muvattâ, Nikâh 4)
Cemâl kelimesi, insanın hoşuna giden, görünce içinde bir ferahlık ve mutluluk duyduğu şeylerin sıfatı için de kullanılır. Şu âyet-i kerimedeki cemâl kelimesi bu mânâyı ifade etmektedir:
“(Allah) Hayvanları da yarattı. Onlarda sizin için ısınmanızı sağlayan ve daha birçok yararlar vardır. Ve onlardan bazılarını da yersiniz. Akşamleyin merâdan getirdiğiniz, sabahleyin merâya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için güzellik (cemâl) vardır.” (16/Nahl, 3-6).                        
Yüce Allah, bu âyette, hayvanların sabah ve akşam insanlara nasıl güzel göründüğünü anlatarak, karınları tok, memeleri sütle dolu olarak merâlardan dönüşleri ve yavruları ile karşılaşıp sevinç nâraları atmaları; ertesi sabah yeniden yayılmaya giderken koşuşup oynaşmalarının ne kadar zevkli bir manzara olduğunu canlı bir tablo halinde gözlerde canlandırmaktadır. Yemyeşil ovalardan, canlı, rengârenk, kır çiçeklerinin arasından süzüle süzüle gelen hayvanlarını gören bir çiftçinin sevinç ve mutluluğunu en vecîz ve canlı bir şekilde tasvir ederken, bu güzel tabloyu cemâl kelimesi ile anlatmaktadır. 
Ârifler, âlemi fevkalâde güzel bulur. Çirkin denilen şeyler de, kendilerinde İlâhî güzelliğin tecellî etmesi bakımından güzeldir. Bu tür şeyler, yemekteki tuz değerinde olup âlemin güzelliğine güzellik katar. Aslında âlemdeki hiçbir şey, özü itibarıyla çirkin değildir. Güzellik aslî, çirkinlik ârızîdir. Bir varlığın varlıklar âlemindeki yerini alması ve güzelliğini belli etmesi için itibarî/göreceli bir çirkinliğin var olması gerekli olmuştur. Bununla birlikte zâhidlerin çirkin saydıkları şey, Allah’ın eseri olan âlemin kendisi olmayıp hırs ve kötü emelleriyle dünya hayatını çirkinleştirip onun doğal güzelliğini kirleten kötü insanların davranışlarıdır. Nitekim birçok âyette de bu niteliğe bürünen dünya hayatı yerilmektedir.
Maddî âlemde görülen güzeller, mutlak güzelliğin çeşitli derecedeki tecellîleri olduğundan bunları temâşâ ede ede İlâhî güzelliğe ve Hakk’a ermek mümkündür. En yüksek ve en derin rûhî hazlar, İlâhî güzelliğin temâşa edilmesinden hâsıl olduğu için cennette Allah’ın mutlak güzelliğini (cemâl-i bâ-kemâl) seyretmek, en büyük gâye olmuştur.
Mutlak ve yegâne güzelliğin Allah ve tecellîlerinden ibâret olduğunu vurgulayan İslâm âlimleri, İlâhî ve beşerî sevgiyi de bununla açıklamışlardır. Gazzâlî şekil ve sûret güzelliğini “bir şeyin, kendisine yaraşan ve mümkün olan kemâle sahip olmasıdır” şeklinde târif ettikten sonra, mânevî ve rûhî güzelliklerden de bahseder ve her iki güzelliğin sevgi sebebi olduğunu anlatır. Ona göre güzel, sırf güzel olduğu için insan tarafından tabiî olarak sevilir. İnsan maddî ve rûhî güzelleri ise kalp gözüyle idrâk eder. Kâmil insan için önemli olan mânevî güzelliktir. Özellikle gönül ehli buna önem verir. Fiziği güzel olan insanlardan çok, karakteri güzel olanlar sevilir. Fakat en çok sevilen de mutlak anlamda güzel olan Allah’tır. “Allah cemîldir/güzeldir; cemâli/güzeli sever.” (Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10)  
 
 
Güzel olan anlamında Allah’ın isimlerinden biridir. Hüsn ile aynı mânâya gelir. Allah, bütün güzellikleri yaratmıştır, O, güzeller güzelidir. Güzelleştiren Allah güzeldir ve güzellikler O’nun cemâlinin vasfıdır. O, kusurdan münezzehtir ve O’nun güzelliği yaratıklara benzemez. Esmâ-i Hüsnâ’nın her birisinin hayret verici güzelliği, en küçük olgularda bile kendini göstermektedir. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin gücü, hârika ve fevkalâde olayları yaratan Cemîl-i Zülcelâl’dir. O, hayatı ve insanı en güzel bir şekilde yaratmıştır. “Ki, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayan O’dur.” (32/Secde, 7). Ancak, Rabbine âsi olan ve kıyâmete kadar insanları saptıracak olan şeytan, bütün çirkinlikleri işte o çıkarır. Kâinattaki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Şeyler ya bizzat güzeldirler, yahut neticeleri yönüyle güzeldirler. Eşyanın bir güzel, bir de kötü tarafı vardır. Allah, yeryüzünde şeytanın adımlarının izlenmemesini, tayyip (güzel ve hoş) şeylerden faydalanılmasını (yenilmesi, içilmesi vb.) emreder (2/Bakara, 168-172). Şeytan ve dostları, Allah’ın yarattığı güzellikleri değiştirip bozarlar; helâli haram kılarlar. Dolayısıyla kötüler kötü için, güzellikler de güzel olan için olur. İyiler, ecir; kötüler ve çirkinler günah kazanacaklardır. Allah’ın fazlı ve keremi, rahmeti olmasaydı, ebedî olarak insanlar temize çıkamayacaklardı (24/Nûr, 21). Allah geceye ve gündüze yemin ettikten sonra; “...kim o en güzeli tasdik ederse” onu en kolaya hazırlayacağını müjdeler (92/Leyl, 1-7).   
                  
 
Tayyib lafzı, son derece haz verici,hoş ve tatlı olduğu için, gönlün çektiği şeyler için kullanılır. Yelkenli bir geminin istediği şekilde esen rüzgâr (10/Yûnus, 22), iman anlamına gelen kelime-i tevhîd (14/İbrâhim, 24; 22/Hacc, 24; 35/Fâtır, 10), münbit toprak (4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 6), görkemli bir ağaç (14/İbrâhim, 24-25), göz nûru ve gönül sürûru bir nesil (3/Âl-i İmrân, 38), verimli, güzel hayat (16/Nahl, 96), içinde yaşamaktan haz alınan konforlu meskenler (9/Tevbe, 72; 61/Saff, 12), güzel beldeler (7/A'râf, 58; 34/Sebe', 15) için kullanılmakla birlikte, genellikle insanın biyolojik ve ruhsal yapısının hoşlanacağı, temiz ve helâl yiyecekler (2/Bakara, 57, 128, 172, 267; 4/Nisâ, 160; 5/Mâide, 4, 87 vd.) için kullanılmaktadır.
Tayyib kelimesi, duyuların ve nefsin kendinden hoşlandığı şey, güzel, tatlı, hoş demektir. Kur’an’da hem sıfat, hem de isim olarak geçer. “Kadınlardan sizin için tayyib olanı nikâhlayın.” (4/Nisâ, 3). Tayyib kelimesinin zıddı “habîs” kelimesidir. Habüse fiilinin fâil ismi olan habîs kelimesi, duyularla veya aklen kendisinden hoşlanılmayan şey anlamına gelir. Tayyib ve habîs kelimeleri Kur’an’da öncelikle yiyecek ve içecekler için kullanılır. Tayyib olan rızıklar, helâl olan; habîs rızıklar ise haram olan rızıklardır. Bu konuda (aynen husün ve kubüh meselesinde olduğu gibi), âlimler arasında ihtilâflar çıkmış ve bazıları rızıklar Allah helâl kıldığı için “tayyib” ve haram kıldığı için “habîs”tir görüşünü savunurken; bazıları da (özellikle Mu’tezile ve Şîîler), “tayyib” olanları Allah helâl kılmış, “habîs” olanları da haram kılmıştır görüşünü kabul etmişlerdir. Bu ihtilâfın neticesi olarak, fıkıhta hüküm istinbâtı açısından önceki âlimler kıyâsa yönelirken, diğerleri ise akla yönelmişlerdir. Bunu zamanımızdan bir örnekle açıklayalım:
Sözgelimi, sigara konusunda bir hüküm verilecek olursa, “tayyib rızıklar Allah helâl kıldığı için tayyibdir” görüşünü savunanlar, kıyasa gitme mecbûriyeti duyacaklardır. Çünkü sigara konusunda Kur’an’da ve Sünnette açık bir nass yoktur. Bu durumda, kıyasa yönelenler, nelerin niçin haram kılındığını düşünüp illet arayacaklar ve bunun neticesinde sigara için “haramdır” veya “helâldir”, ya da “mekruhtur” hükmünü vereceklerdir. Yiyecek veya içeceklerin öz vasıfları gereği helâl veya haram olduğunu savunanlarsa, sigaranın özellikleri, fayda ve zararları üzerinde duracaklar ve bunun neticesinde bir hükme varacaklardır. Bazı insanlar, abdest veya namazlarında vesveseye düşerler. Namaz veya abdest amellerinin zâtında ve belli bir ölçü dahilinde güzelliği düşünülür, yani meseleye Mu’tezile veya Şia’nın yaklaştığı gibi yaklaşılırsa, bu takdirde, hakikaten ibâdetlerde istenen seviyeyi yakalamak âdetâ mümkün olmayacak ve herkes ibâdetinin sahih olup olmadığından şüpheye düşecektir. Fakat, Allah’ın tâyin buyurduğu şart ve rükünler yerine geldiğinde, o ibâdette güzellik yakalanmış veya o ibâdet, güzel olmuş olur. Burada “tayyib” olmanın ölçüsü, Allah’ın belirlediği ahkâmı uygulamaktır.
Tayyib ve habîs kavramlarına, bir de ilgili Kur’an âyetleri çerçevesinde bakabiliriz: “Ey insanlar; yeryüzünde bulunanlardan helâl ve tayyib olarak (veya, helâl ve temizinden) yiyin, şeytanın adımlarını izlemeyin.” (2/Bakara, 168)
“Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiklerimizin tayyiblerinden yiyin.” (2/Bakara, 172)
“Kendilerine neyin helâl edildiğini sorarlar. ‘Size tayyib olanlar helâl kılındı’ de.” (5/Mâide, 4)
“De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı zîneti ve rızıktan tayyib olanları kim haram etti?” (7/A’râf, 32)
“Onlara (Rasûl) tayyib olanları helâl, habîs olanları haram eder.” (7/A’râf, 157)
Verdiğimiz âyetlerin zâhirinden anlaşılan, Allah’ın ve Rasûlü’nün öz vasıfları gereği tayyib olanları helâl, habîs olanları haram kıldığıdır. Fakat, Allah ve Rasûlü neyin helâl, neyin haram olduğunu bildiklerinden, helâl ve haramın bu çerçevede tayyib veya habîs olarak ilân edildiği de âyetin mefhûmu dışında değildir. Şu halde, bu ihtilâfı şöylece te’lif etmek kolaydır:                    
Allah, ezelî ilmiyle bazı şeylerin helâl, bazı şeylerin ise haram olmasına hükmetmiş, sonra helâl olacaklara tayyib, haram olacaklara habîs vasfı vermiş ve tayyib olanları insanlara helâl, habîs olanları da haram kılmıştır. Kaldı ki, haram-helâl konusu da bir imtihan mevzuudur ve insanlar, Allah’ın ahkâmına rağmen kendilerinden haram ve helâl uyduramazlar. Dolayısıyla, bir şeyin tayyib veya habîs oluşu, onun helâl ve haram oluşuna bağlıdır.
Yukarıda geçen A’râf 157. âyetinde de belirtildiği üzere, Rasûl-i Ekrem de neyin habîs, neyin tayyib olduğunu bilmekte ve o da habîsleri haram, tayyibleri de helâl kılmaktadır. İnsan, haram veya helâl hükümleri olmadan da habîs ve tayyibi bilebilir, ayırt edebilir. Ama, bunu her insan yapamaz; fıtraten helâl hükmüyle tayyib ve haram hükmüyle habîs olanları, ancak, fıtratlarını koruyan ve “habîslerle, günahlarla kirletmeyen ve tâhir ve mutahher olanlar” neyin tayyib ve neyin habîs olduğunu bilebilirler. Bu bakımdan, Allah’ın seçip görevlendirdiği kişilerin olmadığı dönemlerde bu konularda hüküm verecek olan müctehidlerin de hem ılme’l-yakîne, hem de ayne’l-yakîne ulaşan, fıtratlarını koruyan, kalplerini çeşitli habîsâtla, günahlarla kirletmeyen kişilerden olması gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği üzere, tayyibler tayyib; habîsler habîs içindir 24/Nûr, 26).
Demek oluyor ki, tayyib olmakla helâl olmak, habîs olmakla da haram olmak aynı şeydir. Helâlleri kendilerine haram kılanlar tayyib olanları habîs kabul etmiş olacaklarından, Allah onlara tayyibâtı da haram kılar:
“Allah’ın size helâl kıldığı tayyibâtı haram etmeyin.” (5/Mâide, 87).
“Yahûdilerden çıkan zulüm dolayısıyla, kendilerine helâl kılınmış olan tayyibâtı haram kıldık.” (4/Nisâ, 160)
Allah’ın helâllerini helâl, haramlarını haram kabul edenler tayyib olanlardır ve tayyibler tayyib içindir; helâllerini haramlaştırıp, haramlarını helâlleştirenlerse müşriktirler, habîstirler ve habîsler habîs içindir:
“Habîs kadınlar habîs erkekler, habîs erkeklerse habîs kadınlar için; tayyib kadınlar tayyib erkekler, tayyib erkeklerse tayyib kadınlar içindir.” (24/Nûr, 26).
“De ki: ‘Habîs ile tayyib bir değildir, aynı olmaz. Habîslerin çokluğu tuhafına gitse (yahut hoşunuza gitse) de (bu böyledir). Öyleyse ey akıl sahipleri, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (5/Mâide, 100).
“İman edip sâlih amellerde bulunan erkek ve kadınların hayatları tayyib hayattır.” (16/Nahl, 97).
Dünya denizinde tayyib rüzgârla (10/Yûnus, 22) gidenler, yani vahyi kendilerine gemilerinde dümen yapanların gemileri, oturdukları yerler tayyib meskenlerdir (9/Tevbe, 72) ve bunların bütün hareketleri, sözleri birer tayyib kelimedir, göğe yükselir; yemişini Allah’ın izniyle bol ve zamanında verir. Çünkü tayyib bir toprakta ve tayyib bir memlekettedir.
“Tayyib memleketin bitkisi Rabbinin izniyle çıkar; habîs olandan ise yararsız bitkiden başkası çıkmaz.” (7/A’râf, 58).
“Tayyib kelime tayyib ağaç gibidir; kökü sâbit, dalları göktedir. Yemişini her vakit Rabbinin izniyle verir. Habîs kelime habîs ağaç gibidir; gövdesi yerden koparılmış, kararı yoktur.” (14/İbrâhim, 24-26)
Tayyib hayat sürenlerin canlarını melekler tayyib olarak alırlar ve kendilerine “Selâm size, yaptıklarınıza karşılık cennete girin’ denilir.” (16/Nahl, 32). Tayyib mü’minler topluluğu içinde nifak habâsetiyle kirli habîsler de bulunabilir ve Allah mü’minleri böyle karışık bir durumda bırakmaz; çeşitli imtihanlarla tayyibleri habîslerden ayırır: “Allah mü’minleri üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, tayyibi habîsten ayıracaktır.” (3/Âl-i İmrân, 179). Bu ayırma işlemi, kabre kadar her dönemde ve her yerde sürecektir.                        
 
 
Bilindiği gibi amel; kişinin niyet ederek, bir şeyi kast ederek yaptığı işlere ve fiillere verilen addır. Bir niyete ve kasda bağlı olarak yapılan işlere ‘amel’ denilmektedir. ‘Sâlih amel’ ise, elverişli, faydalı, sağlam, fesat unsuru taşımayan iş, eylem ve aksiyon demektir. Sâlih; doğru yolda olan, fesat içinde olmayan, faydalı ve yarayışlı demektir.
Aynı kökten gelen ‘sulh’, doğruluk, uygunluk, düşmanlığa son verme, barış, fesâdın sona ermesi anlamına gelir. ‘Sulh ve salâh’; bozulma, kötülük, kavga, çekişme ve fesâdın karşıtıdır. Eylemlerinde ‘sulh ve salâhı’ esas alan kişinin davranışları sâlih olduğu gibi kendisi de faydalı ve doğru iş yapan insan ‘sâlih’ kimsedir.
‘Salâh’ kökünden gelen ‘ıslâh’, ıslâh etmek, fesâdı gidermek ve düzeltmek anlamlarına gelir. ‘Islâh’ aynı zamanda iki şeyin veya iki kişinin arasındaki fesâdı gidermek, düşmanlık ve çatışmayı sona erdirmek demektir. Allah’ın, kullarının soylarını ve mallarını sağlam ve faydalı yapması da bir ‘ıslâh’tır (46/Ahkaf, 15).
Yine aynı kökten gelen ‘maslahat’; sulhün, sağlam ve faydalı olmanın getirdiği menfaattir. Bir iş, insan ve topluma çeşitli bakımlardan zarar veriyorsa o işin fıkıh dilindeki adı ‘mefsedet’tir. Mefsedetin zıddı ise ‘maslahat’tır. Ameller, yani insanların yaptıkları işler maslahat ve mefsedet çizgisinde değerlendirilir. Maslahat unsuru taşıyan bütün ameller güzel görülür, yapılmasına izin verilir. İslâm, mefsedet özelliği taşıyan bütün amelleri mü’minlere yasaklamakta, onları bu gibi zararlı eylemlerden sakındırmaktadır.
‘Salâh, sâlih, sulh, ıslâh, maslahat, ıstılah’ gibi kavramlar birbirine yakın mânâlar taşımaktadırlar. Hemen hemen hepsinde, sağlam olma, faydalı olma, barışma, düzgün olma gibi anlamlar saklıdır. Kur’an-ı Kerim, mü’minlerin yaptığı doğru, faydalı ve düzgün işlere ‘sâlih amel’ adı vermektedir. Bunun tam zıddı olan yanlış, zararlı ve düzgün olmayan işlere de ‘fâsit amel’ demektedir. Kur’an, iman ile ‘sâlih ameli’ sürekli beraber anmaktadır. Kuran’da doksandan fazla yerde iman ve sâlih amel beraber geçmektedir. Bu olguya iki açıdan bakmamız mümkündür:   
a- İman gerçeği ancak sâlih amelle bütünleşir. İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran ve koruyan sâlih ameldir. Sâlih amel olmadan imanın olgunlaşması ve olduğu gibi korunması mümkün değildir.
b- İmanın gereği sâlih amel işlemektir diyebiliriz. Çünkü iman etmek; aynı zamanda, iyiyi, doğruyu, faydalıyı, düzgün olanı, fâsit olmayanı anlamak ve kabul etmektir. İman olgusunu tanıyan ve bunu kalbine yerleştiren mü’min, bu imanının bir sonucu olarak sâlih amel işler. İmanı onu sâlih amel işlemeye zorlar. İman etmenin zorunlu bir sonucu, sâlih amel işlemektir. Yani iman eden mü’min; işini, ibâdetini, eylemini doğru yapacaktır, faydalıyı isteyecektir, zararlıdan kaçınacaktır.
Amelleri sâlih olan “sâlih insanlar”, şüphesiz ki imanın gereğini yapanlar ve mükâfatı hak edenlerdir. Sâlih olan insanlar Adn cennetine girmek gibi üstün bir nimeti kazanırlar (13/Ra’d, 23). Sâlih amelin ne olduğunu bilmeyen ‘müfsitler’ Allah’ın emirlerine sürekli ters düşerler. Onların bu fesatlarına karşılık Allah (c.c.) onların amellerini ‘ıslâh’ etmez (10/Yûnus, 81). Yeryüzünün ıslâhı, sağlam bir kişi ve toplum düzeninin kurulması, ancak Allah’ın hükmüne uymakla mümkün olur. Rabbimiz, elçilerini bu görevle gönderir. İlâhî irâde toplum üzerinde gerçekleşir ve yeryüzü ‘ıslâh’ edilmiş olur. Ancak, müfsitler, yeryüzünü ve toplumu sürekli bozmaya çalışırlar. Rabbimiz onlara der ki:
“Islâh olduktan, sâlih bir duruma geldikten sonra yeryüzünü ifsâd etmeyin.” (7/A’râf, 56)
Yaratıcı olarak Allah (c.c.), yarattığı kullarından hep sâlih amel işlemelerini ister. Bu da ancak Allah’ın koyduğu ölçülere uymakla mümkün olabilir. Eğer kendi hevâlarına uyarlarsa sâlih amel işlemeleri mümkün değildir. Hevâlarına uyanlar fâsit amele yönelirler ve böylece karada ve denizde ‘fesâdı’ meydana getirirler. Yeryüzünde sulhün (barışın), salâhın (iyi ortamın) olabilmesi için, insanların ‘maslahat’ olan işleri tercih edip, sâlih amel işlemeleri; hallerini, niyetlerini, amellerini İslâmî ölçülerle ‘ıslâh’ etmeleri gerekir. Aksi halde insanların yanlış görüşleri, hevâları, onları bâtıla sürükler. Müfsitler de fesat işlemeye, fitne çıkarmaya devam ederler.
Sâlih amel sahipleri dünyada da, âhirette de kurtulurlar, sonsuz güzelliklere, faydalara ve mükâfatlara kavuşurlar (16/Nahl, 97; 22/Hacc, 56; 29/Ankebût, 7 vd.). Sâlih amel, hem Allah’ın rızâsına uygun ameldir, hem de insana faydalı, barışa hizmet eden her türlü düşünce, faâliyet ve ibâdettir. Rabbine kavuşmak isteyen kişi sâlih amel işler (18/Kehf, 110), sâlih insanlardan olmaya çalışır. Şüphesiz iman edip sâlih amel işleyenler, sabrı ve hakkı tavsiye edenler hâriç, diğer insanlar zarardadır 103/Asr, 1-3).
 
 
 
Bu kelimenin aslı sû’ veya sev’e’dir. Sû’, sözlükte, insanı üzüp kederlendiren dünya ve âhirete ait her türlü durumdur. Bu keder bedenî olabildiği gibi psikolojik de olabilir. Sû’, bir anlamda her türlü istenmeyen ve kötü olan durumları ifade etmek için kullanır. Buradan türeyen ‘seyyie’, Kur’an’da ‘günah’ olayını en geniş bir biçimde ifade etmektedir.
‘Seyyie’ ve bunun aslı olan sû’ kelimeleri bir taraftan olumsuz ve hoşlanılmayan durumları anlatır, bir taraftan da bir insanın Allah’ın irâdesine karşı gelerek işlediği kötü fiili ifâde eder. Bu kötü fiile de ‘ma’siyet’ adı verilmektedir. ‘Seyyie’ Kur’an’da ‘hasene’nin karşıtı olarak geçmektedir. Hasene her türlü güzelliği, iyi hali, hoşa giden şeyleri; seyyie ise her türlü çirkinliği, kötü hali ve itaatsizliği anlatır. Şu âyette her iki kelimenin de beraber kullanıldığını görmekteyiz: “Kim bir hasene (iyilik) yaparsa, ona o yaptığının on misli sevap vardır. Kim bir seyyie (kötülük) yaparsa, sadece onun dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (6/En’âm, 160; 28/Kasas, 84)
 
 
Seyyie, aynı zamanda küfr etmenin sonucudur. Kim dünya hayatında Allah’ın dâvetine uymaz ve doğru yol olan İslâm'a karşı çıkarsa, Kıyâmette kötü bir sonuçla karşılaşacaktır. Böyle bir kişi dünya malının hepsini veya bir o kadarını da verse o ‘seyyie’yi (kötülüğü), yani hak ettiği cezayı kendisinden savamayacaktır (39/Zümer, 47-48, 51).
 
 
Seyyie ve hasene kavramları değerlendirme açısından iki çeşittir: Birincisi; dinin ve aklın güzel ve çirkin gördüğü şeyler, İkincisi; insan yaratılışının güzel ve çirkin gördüğü şeyler. İslâm’ın tesbit ettiği seyyie ve hasene ölçülerinin ötesinde, insan aklı da bazı şeyleri çirkin veya güzel görebilir. Ancak bu konuda kesin ölçü İslâm'dır. İnsan aklının güzel ve çirkin gördüğü şeyler zamana ve mekana, insandan insana, kültürden kültüre göre değişebilir, doğru veya yanlış olabilir. Bu ölçülerden İslâm'a aykırı olmayanlar elbette kabul edilebilir. Kur’an’da bu anlayışa güzel bir örnek bulunmaktadır. İnkârcılar, mü’minlere Allah’tan gelenleri ‘seyyie-kötülük’ olarak değerlendirirler (3/Âl-i İmrân, 120; 9/Tevbe, 50). Bazı müşrikler, Allah’ın bir müjde ve göz nuru olarak verdiği kız çocuklarının doğumunu ‘seyyie’ olarak görürler. Kız çocuklarının doğumunu ‘seyyie-kötülük’ diye nitelendirmek ise, çok yanlıştır (16/Nahl, 59). Görüldüğü gibi kendi hevâsına uyan kimseler, vahyin getirdiği ölçülere aldırmayarak, sübjektif (bencil), yanlış ve kötü sonuçlara varabilirler.
                       
 
Bazı tefsirciler günahlar arasında küçük ve büyük diye ayırım yaparlar. Şu âyette geçtiği gibi:
“Sizler eğer size yasaklananların büyük (günah) olanlarından kaçınırsanız, sizin ‘seyyie’lerinizi (kusurlarınızı) örteriz ve sizi onurlu/üstün bir şekilde (cennete) sokarız.” (4/Nisâ, 31).
Onlara göre büyük günahlara ‘kebâir’, küçük günahlara da ‘seyyie’ denilir. Ancak bu iki günah çeşidi arasında kesin bir çizgi yoktur. Allah (c.c.), kendisine ortak koşulması (şirk) günahı dışındaki bütün günahları -tevbe edilirse- dilediği kimse için bağışlayacağını buyurmaktadır (4/Nisâ, 48). Peygamberimiz de bazı günahları ‘kebâir/büyük’ olarak nitelemiştir. ‘Seyyie’ kelimesi, anlam bakımından geniş olduğu için, sadece küçük günahlar ‘seyyie’dir demek pek isabetli olmasa gerek. Çünkü Kur’an bazı günahları saydıktan sonra, onlar hakkında “işte bunların kötülüğü (seyyiesi) Rabbinizin katında iğrenilecek bir şeydir” (17/İsrâ, 38) buyuruyor. Rabbimiz burada zinâyı, katilliği, fakirlik korkusuyla çocukları öldürmeyi, yetim malı yemeyi, ticarette hileyi, livâtayı; çirkin işler ve büyük günahlar olarak saymaktadır.
    
 
‘Seyyie’ kelimesi Kur’an’da başka anlamlarda da kullanılmaktadır: İsrâiloğulları, başlarına gelen haseneye/iyi duruma ‘bizimdir’ derlerdi. Ancak başlarına bir ‘seyyie’ (sıkıntı) gelince de bunu Mûsâ (a.s.)’nın uğursuzluğu sayarlardı (7/A’râf, 131). Seyyie, bir âyette kıtlık, ‘hasene’ ise bolluk olarak geçmektedir (7/A’râf, 95). Bir âyette de azap anlamında kullanılmaktadır (13/Ra’d, 6). Mü’minler Allah’a duâ ederlerken; “Yâ Rabbi, bizim seyyielerimizi ört, bizi affet” derler (3/Âl-i İmrân, 193). Allah (c.c.) mü’minlere bu konuda müjdeler vermektedir. Sadaka verenlerin, namazı kılanların, zekâtı ödeyenlerin, Peygambere inanıp onu savunanların, Allah’a güzel bir şekilde borç verenlerin, kendisinden korkanların seyyielerini örteceğini, onları altlarından ırmaklar akan Cennete koyacağını, onlara çıkış yolları göstereceğini haber veriyor (2/Bakara, 271; 4/Nisâ, 31; 5/Mâide, 12; 8/Enfâl, 29; 66/Tahrîm, .
Allah (c.c.) kötülüğü (seyyie’yi) iyilikle (hasene ile) savanları; sabredenler, namazı dosdoğru kılanlar, infakta bulunanlar ile birlikte anıyor ve onlar için güzel bir sonucun olduğunu müjdeliyor (13/Ra’d, 22). Rabbimiz, Peygambere ve bütün mü’minlere kötülüğün (seyyienin) güzellikle (hasene ile) savuşturulmasını, önlenmesini emrediyor (23/Mü’minûn, 96; 28/Kasas, 54). İnsanlara ‘rahmet’ olarak gelen şeyler Allah’tandır. İnsanlar bu rahmete kavuşunca sevinirler. Ancak kendi elleriyle yaptıkları kötülükten (seyyie’den) dolayı bir sıkıntıya uğrasalar hemen umutsuzluğa kapılırlar (30/Rûm, 36). Ama Rabbimiz bunu istemiyor.
Allah (c.c.), iyilikle (hasene ile) kötülüğün (seyyie’nin) bir olmadığını, kötülük yapanlara karşı iyilik yapıldığı zaman nice düşmanın dost olabileceğini haber veriyor (41/Fussilet, 34). İnsana ‘hasene’ olarak gelen şey Allah’tan, ‘seyyie’ olarak gelen şey de kendi nefsindendir (4/Nisâ, 79). İnsan seyyie olan bir fiili düşünse bile yapmadığı müddetçe günah kazanmıyor, ancak hasene olan bir şeyi yapmaya niyetlense de yapmadan da sevap kazanabiliyor (6/En’âm, 160). Mü’minler, insan olarak hata işlemişlerse, seyyie yapmışlarsa; buna karşılık ‘hasene’ işleyerek onu silebilirler. Böylece Allah onların seyyielerini haseneye dönüştürür. “Şüphesiz ki iyilikler (hasenât) kötülükleri (seyyiâtı) silip süpürür.” (11/Hûd, 114). Öyleyse günah işleyenler, bunu anladıktan sonra sürekli hasenât yapmalı ve duâlarında şöyle demeliler: “…Seyyielerimizi (kabahatlerimizi) ört (affet)...” (3/Âl-i İmrân, 193). “İman edip sâlih amellerde bulunanlar ise; Biz hiç şüphesiz onların seyyielerini örteceğiz ve hiç şüphesiz onlara yapmakta olduklarının en güzeliyle karşılık vereceğiz.” (29/Ankebût, 7)
Kur’an’da ‘seyyie’ kelimesinin fiili olan ‘sâe’ ve bunun farklı türevleri yakın anlamlarda sıkça kullanılmaktadır. Seyyie’nin kökü olan sev’ veya sû’, genellikle kötü, kötülük, kötülük arzusu gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Yusuf (a.s.) diyor ki: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis her zaman kötülüğü (sû’) emreder.” (12/Yûsuf, 53). Şeytan da insana kötülüğü (sû’) yapmasını öğütler, sürekli kötülük işlemesini emreder (2/Bakara, 169). Kısaca sû’, sev’ ve ondan türeyen seyyie kavramları, kötü olan fiilleri, hoşlanılmayan durumları, zararlı şeyleri ifade etmektedir.
 
 
Kubh, çirkinlikdemektir. Hüsün (husn) kelimesinin zıddıdır. Bazı Kelâmî tartışmalara konu olan husün-kubuh konusu, yukarıda konu edilmişti. Türkçe’deki kabâhat kelimesi, kubh kelimesinin türevidir. Kabâhat: Uygunsuz davranış, çirkin hareket, suç ve kusur anlamına gelir. Yine, hafif cezaya müstahak görülen suç için, cürümden daha hafif suç için kullanılır. Aynı kelimenin başka bir türevi olarak kabîh kelimesi de, çirkin, yakışıksız, fenâ anlamında kullanılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir âyette bu kökten bir kelime kullanılmıştır. “Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyâmet gününde de kötülenmişler/çirkinler (makbûhîn) arasındadır.” (28/Kasas, 42). Bu âyette kubh kelimesinin bir türevi olan makbûhîn kelimesi kullanılmıştır.
                               
 
Hubs, çirkin, pis, değersiz anlamlarına gelir. Habîs: Tayyibin zıddı olan habîs, hubs ve habâset kökünden olup "değersizlik ve bayağılığı yüzünden hoşa gitmeyen somut veya soyut varlık veya durum" anlamına gelir. Sözgelimi cinsel suçlarla (21/Enbiyâ, 74; 24/Nûr, 26) birlikte, insanın tab'an nefret ettiği kan, leş, domuz eti gibi bizzat murdar olan (somut) şeylerin yanında; hükmen murdar olan (soyut) ribâ, rüşvet vb. kazançlar da bu kapsama dâhildir. Haksız yollarla yenen "yetim malı"nı habîs olarak nitelendiren (4/Nisâ, 2) Kur'an, inançsızlık ifade eden kelimeleri de bu kavramla ifade eder (14/İbrâhim, 26). Livâtadan habâis diye bahseden 21/Enbiyâ sûresinin 74. âyetinde olduğu gibi habîs bazen fâhişe ve fahşâ ile eşanlamlı kullanılır. Tayyib-habîs şeklinde ikili kullanıldığında da haram-helâl (4/Nisâ, 2; 7/A'râf, 157); iman-küfür (14/İbrâhim, 24, 26); mü'min-kâfir (3/Âl-i İmrân, 179; 5/Mâide, 100; 8/Enfâl, 37; 16/Nahl, 32); ahlâklı-ahlâksız (24/Nûr, 26); verimli-verimsiz (7/A'râf, 58) anlamlarına gelir.
 
 
Fuhş, fahşâ; sözlükte, aşırı derecede çirkin söz ve davranış, iğrenç işler, büyük günâh, edep ve ahlâka aykırı her türlü kötülük ve çirkinlik demektir. ‘Fuhş ve fahşâ’, ölçüyü aşan her türlü edepsizliktir. Normal ölçülere sığmayan bütün çirkin işlere bu isim verilir. ‘Fâhiş’, bu ismin öznesi (fâil ismi) olup çirkin ve ölçüsüz iş yapan demektir. Bunun dişili (müennesi) hem çirkin ve ölçüsüz iş yapan kadın, hem de bizzat kötü fiil veya söz, çirkin davranış anlamlarına gelir. Türkçe’de aşırı olan şeylere ‘fâhiş’ denir; ‘fâhiş fiyat’ gibi. Yine bu kökten gelen ‘fuhuş’ da aynı anlamda olup bir kadının evlilik dışı ve meslek edinerek bir menfaat karşılığı vücudunu bir erkeğe cinsel tatmin için sunması demektir. Bununla beraber, sevicilik, lûtîlik ve erkeklerin evlilik dışı cinsel ilişkileri de fuhşun kapsamına girer. İslâm’a göre zinâkâr kadınla zinâkâr bir erkek arasında suç ve cezâ yönüyle hiçbir fark yoktur. Kur’an’ın hükümlerini önemsemeyen toplumlarda ise, zinâ eden kadına fâhişe denir, bu kadın ahlâksız kabul edilirken; aynı suçu işleyen erkeklere herhangi bir sıfat yakıştırılmaz ve namussuz kabul edilmez. Halbuki zinâ eden erkek de fâhiş bir suç işlemiştir, ahlâksızlık/namussuzluk ve fâhiş(e)lik yapmıştır. ‘Fahşâ veya fuhş’ temiz yaratılışın tiksindiği ve selim (sağlam) aklın reddettiği, normal ölçünün dışında tiksinti verici bütün davranış ve sözleri ifade eder.
Kur’an bu kelimeyi birkaç formda kullanmaktadır. Öncelikle ‘fahşâ-fâhişe’ şeytanın, kendini izleyenlere emrettiği ve güzel gösterdiği ölçüsüzlük ve çirkinliktir. “O (şeytan), size yalnızca kötülüğü (seyyieyi); çirkinliği/hayâsızlığı (fahşâyı) ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder.” (2/Bakara, 169; ayrıca bkz. 24/Nûr, 21). Kötülük etmek, acı verecek veya üzecek şeyleri yapmak anlamına gelen sû’ (seyyie), bu şekilde işlenilen bütün günâhların genel adı olmuştur. Fahşâ ise bu şekildeki günahların en kötüsü, en haddi aşmış olanıdır. Nisâ Sûresinin 15. ve 25. âyetlerinde geçen ‘fâhişe’ kelimesi zinâ anlamında kullanılmıştır. Aynı sûrenin 19. âyetinde geçen ‘fâhişe’ sözcüğü ise, çirkinlik ve hayâsızlık, serkeşlik, geçimsizlik yapma, aileyi bozacak denli bir edepsizlik veya zinâ etme şeklinde anlaşılmıştır. ‘Fâhişe’ kelimesi bir âyette ‘zinâ’ kelimesiyle birlikte zikredilip, onun çok kötü bir yol, bir fahşâ olduğu haber verilir (17/İsrâ, 32).
Lût kavminin (Sodom’un) işlediği çirkin iş de, yani livâta (homosexüellik) da Kur’an tarafından ‘fâhişe’; çok çirkin ve edepsiz bir fiil olarak nitelendiriliyor. İnsanlık tarihinde Lût kavmine kadar hiçbir toplum bu çirkin işi bu kadar yaygın ve normal hale getirmemişti. Allah (c.c.) onları Lût (a.s.) diliyle uyardı. Ancak onlar yine de bu hayâsızlığa devam ettiler, kadınları bırakıp erkeklere yanaştılar. Allah bu ölçüyü aşan (müsrif) kavmi toptan cezalandırdı (7/A’râf, 80-84).
Kur’an, babaların evlendiği kadınlarla evlenmeyi kesinlikle yasaklamakta, câhiliyye döneminden kalma bu âdeti yine ‘fâhişe’ kelimesiyle nitelemekte ve onun çok çirkin bir iş olduğunu vurgulamaktadır (4/Nisâ, 22). Kur’an’ın ifadesine göre ‘fahşâ’nın görüneni de, gizli olanı da vardır. Kimi ‘fahşâ’ olan fiiller açıktan, kimileri de insanların görmeyeceği şekilde işlenir. Her şeyi bilen ve gören Rabbimiz; fahşânın gizlisini de açığını da yasaklamakta, "bunlara yaklaşmayın!" demektedir (6/En’âm, 151; 7/A’râf, 33).
İslâm’dan yüz çeviren şirk dini mensupları ‘fahşâ’ olan fiilleri yapmaya devam ederler. O fiillerin çirkin ve edepsizlik olduğu söylense bile aldırmazlar. Ve derler ki ‘biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah böyle emretti.’ Rabbimiz onların bu iddialarını reddederek; "Allah (c.c.) kesinlikle ‘fahşâ’yı, çirkin hayâsızlıkları emretmez" buyurmaktadır (7/A’râf, 28). Buna karşılık; “Şüphe yok ki Allah adâleti, ihsânı, yakınlara vermeyi emreder. Fahşâdan (çirkin hayâsızlıktan), münkerden (kötülükten) ve bağy’den (zorbalık ve yoldan çıkmaktan) sakındırır. (O) size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.” (16/Nahl, 90)
‘Fahşâ-fâhişe’ kavramı her türlü çirkin tavırları, edep dışı hayâsızlıkları ifade eder. İslâm’ın getirdiği ölçüler insanın fıtratına uygun olduğu gibi, haya ve edep örnekleridir. Bunlar hem selim aklın kabul edeceği güzelliktedir, hem de insana bedenen ve rûhen zarar vermeyen şeylerdir. İslâm'ın emirleri, insanı rûhen olgunlaştırır, ahlâkını güzelleştirir. Buna göre "şeytanın dâvet ettiği bütün işler ve ameller ‘fahşâ-fâhişe’dir" diyebiliriz. Bunlar, insanın fıtratına uymayan, normal olmayan, iyi düşünen aklın çirkin saydığı ve hoş görmediği şeylerdir.
Müslüman toplum, ahlâklı ve edepli toplumdur. Bu toplumda ‘fahşâ-fâhişe’ sayılan sözler ve davranışlar yaygın değildir. Mü’minler bu türlü işlerden hoşlanmazlar, kaçınmaya çalışırlar. Mü’minler, onurlu ve haysiyet sahibi kimselerdir. Onlar, İslâm’ın getirdiği fazîlet ölçülerine bürünerek, işte, amelde, sözde ve toplumsal ilişkilerde düşük, bayağı, çirkin ve edep dışı şeylerden uzak dururlar. ‘Fahşâ’nın en büyüğü olan evlilik dışı ilişkilerden kaçınırlar. Aileyi ve nesilleri perişan eden, insan rûhunu olumsuz olarak etkileyen, kadının ve erkeğin değerini düşüren fuhşun her türlüsü ile mücâdele ederler.
Ancak birtakım münâfık tipliler ile şeytanın yardakçılığına soyunanlar, çeşitli araçlara başvurarak mü’minler arasında ‘fahşâ-fâhişe’nin yayılmasını isterler, bunun için çaba gösterirler. Müslüman bireylerin ve toplumun bozulması için ellerinden geleni yaparlar. Fırsat buldukları zaman kimilerini fuhşa iterler, bu işten zevk ve para kazanmaya çalışırlar. Kimileri de ellerindeki kitap, dergi, gazete, televizyon ve filmlerle bu tür ‘fahşâ’nın reklâm ve propagandasını yaparlar. Kimileri bazı kadınları kötü yola düşürürler, fuhuş yerleri kurarlar, işletirler. Kimileri de buna göz yumarlar, ya da teşvik ederler.
İslâm'a göre ‘fahşâ-fâhişe’ olan bütün bu hayâsızlıkları müslümanlar arasında yaymaya çalışanlara dünyada da âhirette de büyük bir azap vardır (24/Nûr, 19). Evet, Allah bu ‘fuhuş’ tâcirlerinin iki dünyada da azabı hak ettiklerini haber veriyor. Onların dünyada nasıl bir azap kazandıklarını belki net olarak göremiyoruz ama mutlaka cezalandırıldıkları açıktır. Nitekim bu çirkin işlerle uğraşanların hiç birinin mükemmel ve güzel insan olmadıkları bir gerçektir. Dikkat edilirse Kur’an, yalnızca evlilik dışı ilişkilere ‘fahşâ’ demiyor. Bunun yanında her türlü edep ve hayâ dışı davranış, söz ve fiiller, insanın temiz yaratılışına uymayan bütün işler ‘fahşâ-fâhişe’ ismiyle anılıyor. Bazı âyetlerde fâhişe kavramı, çoğul olarak ‘fevâhiş’ şeklinde geçmektedir. Bazı bilginlere göre bu kavram daha çok had (İslâm’ın tâyin ettiği ceza) uygulanan suçlar hakkında kullanılmaktadır.
İnsan, şehvete, yani birtakım istek ve duygulara sahiptir; mala, mülke, geçimliklere sahip olmak istediği gibi nefsinin cinsel istekleri de vardır. Mü’min, nefsinin isteklerini meşrû yoldan karşılar, mala helâl yoldan sahip olur, inancının dışına çıkan isteklerine sınır koymaya çalışır. Ancak imandan muhrum olanlar ile zayıf imanlılar, nefislerinin istekleri önünde sınır tanımazlar. İsteklerini normal olmayan, insanî ve fıtrî çizginin dışındaki yollardan karşılamaya çalışır. Böylece haddi aşar, normal yolun dışına çıkar, Allah’ın koyduğu ölçüleri çiğner geçer; günahkâr, isyankâr ve bağî olur, ya da nefsinin kulu kölesi haline gelir. Böyle bir duruma düşen, ‘fahşâ-fâhişe’ diye nitelenen çirkinlikleri yapmaktan çekinmez. Bu tür kişiler, edep dışı sözleri konuştukları, hayâya sığmayan şeylerle uğraştıkları gibi, ihtiyaçlarını gayri meşru yollardan giderirler.
       
 
Tarih boyunca bazı toplumlarda az, bazılarında ise fazlaca süregelen Türkçe’deki anlamıyla ‘fuhuş’; günümüzde -özellikle dünyanın bazı yörelerinde- oldukça yaygın hale gelmiştir. Bu gibi yerlerde İslâm’ın ‘fahşâ-fuhuş’ dediği çirkinlikler kanıksanıyor, ayıp sayılmıyor; hatta çok normal, sıradan davranışlar olarak kabul ediliyor. Fuhuş özellikle Batı toplumlarında geniş bir sektör haline gelmiştir. Bu sektörde mekânların yanında, bütün yazılı ve görsel basın ve en son teknoloji kullanılıyor. Bu konuda üretilen ürünler çok rahatlıkla kitlelere ulaştırılıyor. Evlilik dışı ilişkiler yaygın olduğu gibi, erkek ve kadının evlenmeksizin beraber yaşaması artık sosyal bir olgu olarak kabul görüyor. Bunun yanında aynı cinsler arasındaki ilişkiler, hatta evlilikler bile normal karşılanıyor. Bu ülkelerde fuhş’un sergilendiği mekanlar ise sayılamayacak kadar çoktur.
Mü’minler izzet ve şereflerini, haysiyet ve insanlıklarını, âile ve nesillerini; çağımızın bu hayâsız hastalığından ancak İslâm’ın getirdiği ölçülere uyarak, onları ahlâk haline getirerek koruyabilirler. Kişiyi bütün toplumlarda –bu kadar bozulmaya rağmen- küçülten, değerini düşüren, yüksek makamlara çıkmasına engel olan ve kötü tanınmasına sebep olan ‘fuhuş’ olayı, aslında iblisin bir çağrısı ve tuzağıdır (2/Bakara, 169). Aklı başında olan insanlar bu ezelî düşmanlarının böylesine kurnaz ve tehlikeli oyunu karşısında uyanık olmak, onun çirkin davranışları sevimli gösterme tuzağına düşmemek zorundadır.
İslâm, evlilik dışı ilişkilere fuhuş dediği gibi, bütün çirkin, bayağı, âdi, iffet ve hayâ dışı çirkinliklere de ‘fahşâ’ demekte ve hepsini müslümanlara uygun görmeyerek yasaklamaktadır.   Müslümanlar İslâm’ın getirdiği iffet, ahlâk, evlilik ve âile hayatı ölçülerine uyarak bu hayâsızlıklardan korunabilirler. Bu çirkin hayâsızlıklardan korunmanın daha pratik bir yolu da namaz kılmaktır. Kur’an şöyle buyuruyor: “Sana Kitaptan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, fahşâdan (bütün çirkin işlerden, hayâsızlıktan) korur ve münkerden (sevilmeyen davranışlardan) sakındırır. Allah’ı zikretmek ise en büyük (ibâdet)tür. Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir.” (29/Ankebût, 45). Mü’minler de beşerdirler. Onlar da hata edebilir, bazen fahşâ denilen çirkin davranışlara düşebilirler. Eğer onlar bu şekilde hataya düşer ve nefislerine zulmederlerse hemen Allah’a istiğfar ederek affedilmelerini isterler, işledikleri günâhtan tevbe ederler. Onlar imanlarında sâdık oldukları için, bile bile bu gibi hatalarda ısrar etmezler (3/Âl-i İmrân, 135).
 
 
Rics, sözlükte, pislik demektir. Rics, ayrıca pis, çirkin ve murdar şeyler, azabı gerektiren iş, ceza, haram, lânet ve küfür gibi anlamlara da gelmektedir. Rics, kalbi bir kir tabakası gibi örten pisliklerin yanı sıra, kendisi bizzat kir ve pis olan şeylere denilir.
Kur’ân-ı Kerim insanların yaptıkları yanlış fiillere çeşitli isimler vermektedir. Bunlar ‘ism, tuğyân, zulm, zenb, hatâ, isyan’ ve benzerleridir. Kişi bu yanlışları yapmaya devam ettikçe kalbinde karartılar meydana gelir. Artık Kur’an nurunun giremez hale geldiği kalp ‘mühürlenmiş’ bir kalptir. İşte böylesine bir kalbi örten günah kirlerine ve paslarına da ‘rics’ denmektedir. İslâm, insanları ‘câhiliyye’ anlayışının her türlü zulüm ve pisliklerinden temizleyip onları tertemiz ‘mutahhar’ kılmak istemektedir. Câhiliyye anlayışına uygun olan şirk, küfr, günah, haram fiilleri yapma, içki, kumar, putlara tapma, isyan, tuğyan etme ve benzeri bütün işler ‘rics’tir. İslâm bu kirlerden insanları temizlemek için gönderilen bir dindir.
Bu bağlamda Kur’an, câhiliyye hayatının getirdiği ve ‘rics’ diye tanımladığı fiilleri yasaklamıştır:
“Ey iman edenler! Alkollü içkiler (hamr), kumar, (tapınmak için) dikili taşlar ve şans okları şeytanın işlerinden birer pislik (rics)tir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (5/Mâide, 91)
‘Rics’ dört türlü olabilir:
1- Yaratılış yönünden,
2- Akıl yönünden,
3- Şeriat (din) yönünden,
4- Bunların tümü yönünden olabilir. Örneğin, ölü hayvan eti, doğasından pis olduğu gibi, akıl ve din yönünden de pis sayılmıştır. İslâm, akıl ve din yönünden ‘rics-pis’ olan içkiyi ve kumarı, müslümanlara kesinlikle yasaklamıştır (5/Mâide, 90-91). O, bunları, mutahhar (temiz) olarak ve temiz işler, güzel ameller yapmak için yaratılan insanın fıtratına uygun görmemektedir. Bütün bu çirkin ve murdar işlerle onun temizliğine zarar geleceğini bildirmektedir. Kur’an, domuz etine özellikle ‘rics’ (murdar) demektedir (6/En’âm, 145). Domuz eti ve şarap gibi maddî şeyler ricstir. Bunun yanında bazı insanların işledikleri kötülükler de tıpkı bunlar gibi mânevî pisliktirler. Müşrik ve kâfirler hem tâkip ettikleri yolun yanlış olması, hem de işledikleri ameller sebebiyle bu murdarlık derecesine düşerler.
İnsanların, Allah’ı bırakıp da tanrı diye tapındıkları putlar, Kur’an diliyle ‘rics’ olduğu gibi (22/Hacc, 30), bu putlara tapınan akılsız müşrikler de birer ‘rics’tirler (9/Tevbe, 95). Kur’an’ın âyetleri indikçe, bununla mü’minlerin imanları kat kat artar. Ancak kalplerinde hastalık bulunanlar Kur’an’a şüphe ile baktıkları için, o âyetler onların ‘ricslerine rics katar, murdarlıklarını fazlalaştırır. Çünkü onlar isyancı olarak zaten kalplerini rics ile örtmüşlerdir. Allah’ın âyetlerine karşı inatçılık yaptıkça murdarlıkları artar (9/Tevbe, 124-125).
Kur’an ‘rics’ kelimesini birkaç yerde sıkıntı veya azap anlamında kullanmaktadır:        
“Allah kimi doğru yoldan saptırmak isterse, onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üzerine işte böyle rics (sıkıntı) verir.” (6/En’âm, 125; 7/A’râf, 71).
Allah (c.c.) o iğrenç murdarlığı bazen aklını kullanmayan inkârcılara verir. Onlar, akıllı oldukları halde, var olan akıllarını kullanmadıklarından (akletmediklerinden) iman etmezler, Allah’ın âyetlerini yalanlamaya, kendi hevâlarına uymaya devam ederler. Onlar taşkınlık yaptıkça, yeryüzünde fitne çıkardıkça, insanlara zulmettikçe Allah (c.c.) da onlara rics/murdarlık veya azap göndermeye devam edecektir (10/Yûnus, 99-100). Allah, öncelikli olarak Peygamberimizin ehl-i beytini (ev halkını) ‘rics’ten/pislikten temizlemek istemektedir. Bu nedenle Peygamber'in ev halkı her türlü maddî ve mânevî ricsten, pislik, murdarlık, sıkıntı ve azaptan uzaktır (33/Ahzâb, 32-33).
Mü’minlere düşen Allah’ın rics/murdar diye nitelediği yiyecek ve içeceklerden uzak kalmak, rics dediği şirk, küfr, puta tapmak, kumar oynamak, içki içmek, fala bakmak gibi şeylerden korunmaktır. Bunun yanında kalbi karartan her türlü günâhtan (rics’ten) kaçınmak ve güzel ameller sonunda da Allah’ın isyancılara verdiği ‘rics’ten kurtulmaktır.
 
 
Daha çok dış pislik ve çirkinlik olan "rics"ten sonundaki harfle ayrılan "ricz" de bir pislik ve çirkinliktir. Ancak; rics'in insan elinin ürettiği pislik, yani günah olmasına karşın; ricz, insanın ürettiği kötülüğe göklerin verdiği bir tür azaptır. Nitekim, Râgıb, riczi "ıstırap" diye tanıtmaktadır. Ve Kur'an, azabın bir türünü "korkunç riczden bir parça" olarak tanıtıyor:
"Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için, en kötüsünden (riczden), elem verici bir azap vardır." (34/Sebe', 5).
"İşte bu Kur'an bir hidâyettir. Rablerinin âyetlerini inkâr edenlere gelince, onlara en kötüsünden (riczden), elem verici bir azap vardır." (45/Câsiye, 11)
Rics, yerden insan eliyle yükseltilen karanlık, ricz de gökten Allah eliyle buna bir kahır cevabıdır. Kur'an, göklerin bu cevabını "dengesizlik ve zulümler yüzünden" gelen sıkıntılar olarak gösteriyor:
"Zâlimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine Biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zâlimlerin üzerine gökten acı bir azap (ricz) indirdik." (2/Bakara, 59).
"Biz, şüphesiz, bu memleket halkının üzerine, fısklarına (yoldan çıkmalarına) karşılık gökten fecî bir azap (ricz) indireceğiz." (29/Ankebût, 34)
Gökler, müstahak olana ricz gönderdiği gibi, korunmaya lâyık olanı da, şeytanın riczinden uzak tutar, arıtır:
"O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın riczini/pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu." (8/Enfâl, 11)  
  
 
‘Şerr’ sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir. Bunun yanında fesat, bozukluk, kötülük, kötü şey, zulüm, cezayı gerektiren iş anlamında da kullanılmaktadır. Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet mânâsına gelir. ‘Şerr’in çoğulu ‘şurûr’dur. Şer, her türlü ‘hayr’ın ve iyiliğin karşıtıdır.
‘Hayır ve şer’ ölçüleri, ya mutlak, ya da izâfî (göreceli) olur. Meselâ, akıl, adâlet, iyilik duygusu her zaman mutlak olarak ‘hayr’dır. Zulüm, kötülük, adam öldürme gibi şeyler de mutlaka şerdirler. Bazı şeyler bazıları için geçici olarak ‘hayr’ veya ‘şer’ olabilir. Meselâ, mal sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için şer olabilir. Birisi mal ile kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için hayır değildir. Şer, istenmeyen, arzu edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü olan ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir.
Kur’an, akıl etmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır (8/Enfâl, 22, 55). Çünkü onların yaptıkları ‘hayr’ olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır. Şer, bir yerde insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani mutsuzluk veya talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi şeyleri ister; ancak kendisine bir şer (kötülük) dokununca ümitsizliğe düşer. Biraz rahata kavuşunca da nimetin kimden geldiğini unutur, nankörlük yapar (41/Fussılet, 49-50).
İnsana bazen iyilik halinin bazen sıkıntının isâbet etmesi aslında bir denemedir: “Sizi deneme/sınav olsun diye, önce kötülük (şer) ve iyilik (hayır) ile deneriz. Sonra Bize geri döndürülürsünüz.” (21/Enbiyâ, 35). Şer ile imtihan karşısında müslümanın en önemli dayanağı sabır ve duâdır. Mü’min, kendine göre şer saydığı belâ, musîbet, keder, zorluk ve yokluk ânında, kararlı davranarak bütün bunların bir deneme olduğunu düşünerek sabreder. Denemeyi başarmak için Rabbine niyaz eder. Yalnızca O’ndan yardım diler, halini yalnızca O’na arzeder. Çünkü mü’min duâ ile evrenin dehşet verici sessizliği içerisinde yalnız olmadığını anlar, duâ ile Rabbini yanı başında ve kalbinde bulur.
Hayır ve şer konusundaki hükümler, insanın onlardan hoşlanıp hoşlanmamasına göre değil, onların insanı götürdüğü sonuca göre verilmelidir. Çünkü bu konudaki değerlendirmeler çoğu zaman izâfî (göreceli) olmakta ve karar vermekte acele edilmektedir.
“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.” (2/Bakara, 216)
“….(hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Şayet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” (4/Nisâ, 19)
Hayır, Allah rızası düşünülmüş ve takvâya uygun bütün davranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Birisi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri de günâhı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak kim zerre miktarı hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görecektir (99/Zilzâl, 7-8).
Şer, bazen sû’, yani günah işleme duygusunu anlatır. Hayır ve şer kavramları iman ve küfür, itaat ve isyan yerine de kullanılır. Âmentü’de hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine, yani her ikisinin de Allah tarafından yaratıldığına iman ettiğimizi söyleriz. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Hayır ve şer Allah’tan geldiğine göre bizim çabamız ne işe yarar? İnsan hür iradeyle yaratılmış ve dünyaya gönderilmiştir. Hayrı da, şerri de seçme yeteneği vardır. Allah (c.c.) insanı başı boş bırakmamış, hayrı ve şerri anlatan peygamberler de göndermiştir. Bundan sonra dileyen hayır işler, dileyen şer işler. Ancak hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Bu bir anlamda Allah’ın insana bir izin vermesidir ve onu hareketlerinde serbest bırakmasıdır.
Allah insanı hayır ve şer konusunda denemektedir (21/Enbiyâ, 35). Cimrilik edip de mallarını Allah yolunda harcamayanların bu yaptıkları kendileri hakkında bir hayır değil, şerdir (3/Âl-i İmrân, 180). Bazı insanlar mü’minlerden hoşlanmazlar. Allah onlara bundan daha şer olan bir sonucu haber veriyor; Allah’ın lânet ettiği, kızdığı, başka şekillere çevirdiği, tâğuta tapanlar yaptığı kimselerin durumu (5/Mâide, 60) daha kötüdür. Cehenneme gidecek olanlar, halk arasında en şerli kimselerdir (98/Beyyine, 6). Mü’minler, şeytanın şerrinden, yaratıkların, gecenin, düğümlere üfleyenlerin, hasetçilerin, vesvese verenlerin şerrinden Allah’a sığınırlar (113/Felâk, 1-5; 114/Nâs, 1-6).
Çevremizde olan olaylara ve insanların işledikleri fillere hayır ve şer hükmünü verebilmemiz için elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü de ancak Allah tarafından bütün insanlara gönderilen son İlâhî din İslâm'dır. İnsanların aklı ve tarihsel tecrübeleri bu konuda kesin bir ölçü olamaz. Ancak hayır ve şer hükümleri akılla anlaşılır ve uygulanır. 
 
 
Şeriate göre murdar ve pis olan şeylere ‘necâset’ denir. Bunun kökü ‘necis’ kelimesidir ki, pis olan, temiz olmayan şey demektir. Necis kelimesi iki anlamda kullanılır: Birincisi, hislerle (duygularla) anlaşılan, ikincisi de gözle görülebilen, maddî olan necâset/pislik.
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de müşrikler için ‘necis’ kelimesini kullanıyor:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir (neces)..." (9/Tevbe, 28).
Bu âyette "pis (necis)" tâbiri değil de; "pislik (neces)" kavramı kullanılmıştır. Bu, hayli önemlidir. Pis bir şeyin temizlenmesi, çok zor değildir; ama pislik öyle değildir ve ilişkide olduğu başkalarına da kolaylıkla pisliği bulaşabilir. Şirk, mânevî bir pisliktir. Bu pisliği/necâseti gönlünde taşıyan, murdar sayılmaktadır. Bu hüküm, elbette onların insan olmaları yönünden değildir. Allah (c.c.) bütün insanları temiz ve en güzel şekilde yaratmıştır. Hiç kimse doğuştan necis değildir. Ancak, müşrikler, şirk gibi çirkin ve pis bir yola girmişlerdir. Girmekle kalmamaktalar, şirklerini savunmaktalar, bu inançları uğruna İslâm'la savaşmaya kalkışmaktalar.
Müşrikler ayrıca müslümanlar gibi istincâ yapmazlar (tahâretlenmezler), abdest almazlar, gusül bilmezler, İslâm'ın necâset dediği pisliklerden sakınmazlar. Yaşadıkları yerler dışarıdan temiz görünse bile, hükmen temiz sayılmaz. Müşrikler, ancak İslâm'a iman ederek ve imanın gereği olan tahâreti (temizliği) yaparak temiz olabilirler. O yüzden İslâm'ı kabul eden birisi, tevhid inancını söyleyerek mânevî kirlerden arındığı gibi, ikinci iş olarak gusül abdesti alarak maddî temizlikle de yükümlü tutulur.
 
 
Necâset, tahâretsizliğin (temiz olmayışın) adıdır. Fıkıh dilinde iki türlü necâset vardır:
1- Hakikî (gerçek) necâset; bunlar maddî pisliklerdir.
2- Hükmen necâset sayılan mânevî pislik (hades) ise, abdestsizlik veya cünüplük durumudur.
Gerçek necâset; ağır-hafif, katı-sıvı, görülen-görülmeyen diye üç gruba ayrılır. Necâseti temizlemek, ibâdet yapmaya başlamadam önce temizlenmek, cünüplüğü gidermek için yıkanmak İslâm'ın emridir. Ağır necâsetlerden bazıları şunlardır: İnsandan çıkan dışkı, sidik, kan, irin, meni, cinsel organdan gelen her çeşit sıvı, kusuntu, bedenden kesilen parçalar, kadınların aybaşı ve lohusalık kanları, eti yenmeyen hayvanların sidikleri, salyaları, bütün hayvanların kanları, kuşların dışındakilerin dışkıları, kümes hayvanlarının dışkıları, kesilmeden ölen hayvanın eti ve derisi, domuz eti, kılı ve derisi, içki gibi şeyler.        
Hafif necâsetlere örnek: Yük hayvanlarının sidikleri, eti yenen hayvanların dışkıları ve idrarları, pençesiyle avlanan kuşların dışkıları (tersleri), hayvanların ödleri. Ölü hayvan eti, dışkı, pis deri gibi necâsetler katı; kan, irin, içki gibi necâsetler ise sıvıdır. Bazı necâsetler gözle açıkça görülür, ama sidik, içki kuruduktan sonra görülmeyebilir.
Dinimize göre necis olan şeyleri temizlemek gerekir. Necis sayılan bazı şeyleri yemek, içmek veya kullanmak helâl değildir. Bazılarını ise kullanmak câizdir. Meselâ; kan, domuz eti, domuz derisi kullanılmaz, içki içilmez. Kümes hayvanlarının dışkısı pistir, ama tarlada gübre olarak kullanmak caizdir. Necâsetler; su ile yıkamak, silmek, ateşe sokmak, kazımak, ovmak, yapı değişikliği (suların temizlenmesi gibi), boğazlama veya tabaklamak yollarından biriyle giderilir. (Bunların ayrıntılı açıklaması fıkıh ktaplarında bulunmaktadır.)
Mü’minler, necis şeylerden uzak dururlar. Elbiselerini, bedenlerini, namaz kılacakları yerleri, evlerini, eşyalarını, çevrelerini... necâsetten temizlerler. Bilirler ki Allah, temiz kullarını sever (2/Bakara, 222). Mü’minler, en önemli ibâdet olan namaza kalktıkları zaman tertemiz olurlar. Bedenlerini, elbiselerini temizlerler, namaz kılacakları yeri ‘mescid, secde yeri’ haline getirirler. En güzel bir temizlik olan abdest ibâdetini yerine getirirler. Abdest, namaz için önemli bir hazırlıktır. Kişi, en yüce makam olan Allah’ın huzuruna çıkacaktır. O’na kulluğunu, ibâdetini, zelil oluşunu, duâsını ve yakarışını sunacaktır. Namaz kılma, bu Yüce Huzura çıkış; namaz kılma yeri, bu Yüce Makamın dünyadaki sembolik yeridir. Âciz kul ile Aziz olan Yüce Allah’ın sembolik buluşması olan bu kulluk hazırlıksız, rastgele olmaz.
Abdest alırken yıkanan organlar, mânevî necâsetten de temizlenmiş sayılır. Yani mü’min, abdest organlarını yıkarken onları mânevî pislik sayılan günah, hata ve özellikle şirke bulaştırmayacağına söz verir. Bir taraftan da geçmişte yaptıklarını bu yıkayış/temizleyiş ile mânen temizlemeye çalışır, arınır.
Mü’min, insan olması dolayısıyla cünüplük (meninin gelmesi durumu) halde olabilir. Bu duruma düştüğü zaman bilir ki, bu durum, gerçek bir pislik değildir; Allah’ın emrettiği gibi yıkanır, temizlenir, cünüp iken yapamadığı ibâdetleri yapmaya koşar.
Mü’min, Kur’an’ın necis dediği  (9/Tevbe, 28) müşriklikten, müşriklere benzemekten, onların ahlâkını almaktan şiddetle kaçınır. Şeytanın pis işleri sayılan (5/Mâide, 90) içki, kumar, puta tapma hatalarına düşmez. Kalbini her türlü kirletici düşünce ve niyetlerden arındırır. Necâset sayılan şeylerden kendini korur. Necâsetten ve necis yerlerden uzak durur.        
 
 
Peygamberimiz bir hadisinde "Bana kadın ve güzel koku sevdirildi. Gözümün nûru da namazdır" buyururlar.Bu hadis, Peygamberimiz'in güzel ve iyi olan şeye sevgisini dile getiriyor. Peygamberimiz, güzel kokuyu namazla birlikte anmıştır. Böylece, güzel kokunun değerini ve yerini belirtmiştir.
Peygamberimizin, güzel kokuyu reddetmediği gibi, saçına ve sakalına koku sürülmesine de itiraz etmezdi. Enes bin Mâlik (r.a.); "Hz. Peygamber (s.a.s.) hoş kokuyu reddetmezdi" (Buhârî, Libâs) buyuruyor.
 
 
Hüsn-i zan; güzel zan anlamındadır; iyi niyetli ve iyi düşünceli olma hali demektir. Hüsn-i zannın zıddı; "sû-i zan"dır. Sâlih bir mü'min, müslümanlar ve olaylar hakkında değerlendirmelerde bulunurken, olabildiğince iyi niyetli davranır ve hayra yorar. İyi niyetli ve güzel düşünceli olma, insanın iç güzelliğinin ve hayırhahlığının bir göstergesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
 "Şu üç özelliği taşıyan müslümanın kalbinde hıyânet ve kin bulunmaz; Allah için ihlâslı amel, bütün müslümanlara karşı iyi niyetli ve nasihatçı olma, fikir ve amelde müslümanlarla birlik olma." (İbn Mâce, Mukaddime 18)
İnsanların iyiliğini isteme, onları iyiliğe ve güzelliğe sevketme, temelde müslümanın aslî vazifelerindendir. Hz. Peygamber buna dikkat çekmek için, "bütün müslümanlara karşı iyi niyetli olmak" üzere insanlardan bey'at almıştır (Buhârî, İman 42). Burada unutulmaması gereken Hz. Peygamber'in "bütün müslümanlara" ifâdesidir. İslâm dâiresine giren istisnâsız bütün müslümanların iyiliğini, hayrını isteme ve onlar hakkında güzel düşüncelere sahip olmak, bir müslümanın görevidir. Müslüman, kâfir ve müşriklere karşı insanî münâsebetler açısından, davranış ve hareketlerinde onların kalbini İslâm'a ısındırmak için olgun ve kusursuz olmalı; kalbi ise onlara ve onların kötü huylarına karşı sevgi duymamalıdır.
Sâlih müslümanın sıfatlarından biri, diğer müslümanlara sû-i zanda bulunmamasıdır.
"Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; zira zannın bir kısmı günahtır." (49/Hucurât, 12).
Rasûlullah (s.a.s.) zan ve insanlar hakkında ileri-geri konuşma,arkalarından söylemek hususunda, "Zandan sakının; Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır." (Buhârî, Vesâyâ 8, Nikâh 45; Müslim, Birr 28) buyurarak, zannı sözlerin en yalanı olarak nitelendirmiştir. Sâdık müslümanın dilinden, üzerinde yalan kokusu olan sözler çıkmaz.                          
Müslüman, insanlar hakkında zâhirde gördükleri ile hükmetmeli; zan, şüphe, dedikodu ve evhâm ile başkalarına iftirâdan uzak durmalıdır. İnsanların gizli şeylerini ortaya çıkarmak, özel işlerine burnunu sokmak ve namusları hakkında ileri geri konuşmak, müslümanın ahlâkî vasıflarından değildir. Müslüman, zâhirde gördüğüne göre davranır. Ne gördüyse onu söyler. Şüphe ve zan ile hükmetmez. Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar Rasûlullah (s.a.s.) zamanında vahiy ile hükmediyorlardı. Şimdi vahiy kesilmiştir. Biz artık sizin amellerinizden gördüğümüze hükmederiz. Bize iyilik izhar edeni korur ve kendimize yaklaştırırız. Onun gizledikleri bizi ilgilendirmez. Gizleyip sakladıklarını Allah hesaba çeker. Bize şer izhar edene güvenmez ve tasdik etmeyiz; isterse kalbinin temiz olduğunu söylesin."
Bu sebeple şuurlu ve muttakî müslüman, konuştuğu her kelimede ve verdiği her hükümde şu âyeti asla aklından çıkarmaz: "Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz, kalp bunların hepsi o şeyden sorumlu olur." (17/İsrâ, 36). Dinî bir maslahat olmadıkça bir müslüman, başka müslümanların aleyhinde konuşmaz. Zira inanır ki, konuştuğu her kelime bir melek tarafından kayda alınmaktadır:
"Sağında ve solunda onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapteder." (50/Kaf, 17-18)
Bu emirlerin şuuruna ermiş bir müslüman, ağzından çıkan her kelimenin mes'ûliyetinden korkar. Bu yüzden konuştuğu her sözcükte onu, dikkatli ve sözlerini tartan bir vaziyette görürüz. Çünkü o, konuştuğu kelimenin, kendisini Rabbının rızâ makamına çıkaracağı gibi, cehennemin en alt tabakalarına indirilebileceğini de bilir. Bu hususta Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Kişi, Allah'ın rızâsına uygun bir kelime konuşur da bu kelimenin kendisini Allah katında ulaştıracağı yüksek mertebeyi hiç ummaz. Halbuki Allah, kendisine kavuşacağı güne kadar ona rızâsını yazar. Bir kişi de, Allah'ın azâbını celbeden bir kelime konuşur da, bu kelimenin onu ne dereceye düşüreceğini tahmin edemez. Halbuki Allah, bu kelimeye karşılık ona kıyâmet gününe kadar gazabını yazar." (Buhârî, Rikak 23; Müslim, Zühd, 49, 50)
Müttakî ve kalbi temiz müslüman, insanların mantıksız, delil ve ispatsız sözlerine kulak vermez; bugün toplumda kol gezen dedikodu, şâyia ve zanlardan kulağına gelenlere aldırış etmez. İnsanlardan ve medyadan duyup izlediği şeylerin doğruluğunu öğrenmeden nakletmez. Başkalarının naklettikleri şeyin, yalan veya doğru olduğunu araştırıp öğrenmeden aktarmayı Rasûlullah (s.a.s.)'ın haram olan yalandan saydığını bilir: "Kişiye duyduğu her şeyi nakletmesi günah olarak yeter" düsturuyla hareket eder.
 
 
Sözlükte "güzellik" anlamına gelen cemâl kelimesi, sanat felsefesi terimi olarak genellikle eşya ve olgularda varlığı hissedilen ve insan ruhunda beğenme, hoşlanma, zevk alma gibi olumlu duygular ve yargılar doğuran nitelikleri ifade eder. İlmü'l-cemâl ise "güzellik bilimi" demek olup güzelliğin mâhiyeti, ilkeleri, sanatla ilgili değer yargıları, güzellik teorileri gibi konuları araştıran "estetik" kelimesinin çağdaş Arapça'daki karşılığıdır.
 
 
Estetik kelimesi, Grekçe'de "duyum, duyular, algı" anlamına gelen aisthesis yahut "duyu ile algılamak" mânâsındaki aishanesthaiden gelir. Genellikle "güzelliğin bilimi" diye tarif edilmekle beraber, bu târifin sınırlarını çoktan aşmış bir disiplin olan estetik, sanat tarihi, sosyoloji, antropoloji ve hatta biyoloji ile dirsek teması bulunan felsefî ve psikolojik teoriler toplamı olarak ele alınabilir. Sanat eserinin ortaya konulması, bir varlık alanı olarak sanat eseri, sanat eseriyle ilişkileri açısından tabiat, sanat eserinin değerlendirilmesi (sanat eleştirisi), zevk ve bunlarla ilgili yan konuları içine alan bir bilgi dalıdır.                      
Bu çerçevede oluşturulmuş estetik teorileri, kökleri Greko-Latin kültürüne uzanan bir dünya görüşü (yahut gerçeklik kavrayışı) temeline dayandığı için, Batı dışındaki kültürlerin sanatlarını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Özellikle İslâm sanatlarını (daha doğrusu, müslümanların sanat eserlerini) açıklarken, bütünüyle Batı sanatları ve felsefesi etrafında oluşmuş bir kavram çerçevesine atıfta bulunmak, kaçınılmaz olarak yanlış değerlendirmelere yol açacaktır. İslâm medeniyet dâiresinde yer alan kültürlerin hemen tamamı, bu medeniyet dairesine girdikten sonra İslâmî dünya görüşü yönünde büyük bir dönüşüme uğramış; sanat gelenekleri de aynı şekilde, yeniden biçimlenmiştir. Bölgelerarası farklılıklar bulunmakla beraber, müslümanların sanatları olarak ortaya çıkan bütün ürünlerde, İslâmî temel prensiplerin değişen ölçülerde uygulandığı görülmektedir.
 
 
Estetiğin başlıca konularından biri olan “güzellik” ise, temel prensibini kısaca açıklamaya çalıştığımız estetiğin asıl hedeflerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat İslâm sanatlarında (daha doğrusu, müslümanların sanat eserlerinde) “güzellik” meselesi, Batı kaynaklı objektivist ve sübjektivist estetiklerin anladığı mânâda güzellik değil; “mutlak güzellik”tir ve mutlak güzelliğin görünen âlemdeki içkinliğidir. Müslüman sanatçı için, sözgelişi gül, kendiliğinden güzel olmadığı gibi, bizim onda kendimizi yaşamamız da değildir. Gülün güzelliği, Allah’ın “cemâl” sıfatının ondaki tezâhürüdür. Batı kaynaklı bazı estetik teorilerinin kavram çerçevesinde yer alan “çirkinlik”, bu estetiğin konularının tamamen dışında kalır. Çünkü çirkinlik, itibârîdir; başka bir deyişle, güzellik mutlak olduğuna göre, çirkinlik yoktur.
Sanatçının görevi, güzelliği kaynağında yakalamak, yani görünenlerin temelinde bulunanı araştırmaktır. Bu bakımdan dış dünyanın yerine benzerini geçirmek gibi bir kaygının tamamen dışında, sanatçının kendi ferdiyetinden de bağımsız bir arayıştır sanat. Sanatçı, bu çerçevede güzelliği yaratan değil; keşfeden adamdır. Çünkü sanat, zaten var olan bir niteliği, güzelliği araştırmaktır. Güzellik, objektif bir nitelik olmadığına göre, sözgelişi güzel bir ağacın resmini yaparak, yahut kelimelerle tasvir ederek güzele ulaşılamaz. Ağaç, sadece bir âyettir/işarettir. Güzelliğe bu işaretten hareketle ulaşmak gerekmektedir. Duyularımızla kavradığımız güzel ağaç, biz farkında değilizdir ama, sürekli değişme halindedir. “Ol!” emriyle sürekli yeniden yaratılmaktadır. Gerçek güzellik, ağacın değişen niteliklerinde değil; değişmeyen özündedir. Bu öze, ancak tecrit/soyutlama yoluyla ulaşmak mümkün olabilir. Soyutlamanın ilk aşaması stilizasyondur. Stilizasyon (üslûplaştırma),objeyi şematize etmektir.             
Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir. Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın, davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün tümünü kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm (6/En’am, 162). Müslüman da bu ilkelere severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır. Yoksa Allah ve Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü yoktur müslümanın (33/Ahzab, 36). Tabii, aynı zamanda güzellik ve estetik anlayışımızın da prensipleri O’nun çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde güzellikler sergilenecektir.
O’nun yaratıp terbiye ettiği fıtratımız ve fıtratımıza kılavuzluk yapıp istikamet veren dinimiz bizi her yönüyle gerçek güzelliğe götürecektir.
Bu anlayıştan sonra müslüman için sorun, bu ilkelerin yorumlanması ve hayata geçirilmesi noktalarında odaklaşacaktır. Müslümanca güzellik sergilemek için, öncelikle İslâm’ın çok iyi bilinmesi gerekir. Bütüncül bir anlayışla dinin prensiplerini, bakış açısını, hayat görüşünü, hikmetlerini bilmek, tefekkür ve tefakkuh kabiliyetini kazanmak, olay ve eserlere tevhidî yorum getirebilmek gerekir.
Sanat, müslümanın lügatındaki gerçek sanat, insanı şerlere değil; hayırlara, çirkinlik demek olan haramlara değil; sâlih amel ve takvâya ulaştıran unsurlardır. Gerçek sanat, insanı Allah’a ve O’nun sevdiklerine yaklaştırır. Tâğuta, şeytana ve nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey güzel de değildir, meşrû da, sanat da.                     
Sanat, câhiliyye toplumunda bir din haline gelmiş, sanatçı da ilâh. Sanat dinine göre ne ayıp vardır, ne günah. Sanat adı verilebiliyorsa her şey mubah. Sanatın doğruları, sanatın ilkeleri, sanatın özgürlük, estetik, güzel, moda ve imaj anlayışı... sanatın âmentülerinden başka bir şey değil. Sanatçıyı bağlayan tek ölçü vardır. O da sanat dininin kuralları. Sanatın ve sanatçının dini yoktur; sanat dini vardır. Sanat için, girilmeyecek boya yoktur. Hatırlarsınız, bir büyük kentin belediye başkanı: “tüküreyim böyle sanata” dediği için, nasıl sanat düşmanı ilân edildi ve kaldırmak istediği müstehcen bir kadın heykelini, bir başka yere dikmek mecbûriyetinde bırakıldı. Kadın sanatçı sanat için soyunur, ahlâksızlığı sanat içinse kabul görür. Bu sanat dini için tapınaklar, âyinler, törenler... irticâ kapsamına girmediği, tam tersine irticâyı önlediği için egemen güçlerin de sığınaklarıdır.
Salt sanatsal kaygıların göze alınarak sanat icrâsı, sanatı gâye kabul etmektir. En güzel araç bile, amaç olduğunda tüm değerini kaybeder, bir felâket sebebi olur amaçlaştıran için. Allah için sanat anlayışı olmayınca, ya sanatın kendisi ilâh yerine geçecek, ya da sanat, piyasadaki ilâhların birine hizmet edip onun kulu olacaktır. Emperyalizm, tâğutî düzen, fuhuş, moda, sanatçı... gibi ilâh taslakları bazen sanatın bir kulu, bazen de sanatın ilâhı konumundadır.       
Câhiliyye sanatçısı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nûruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan; evrendeki, doğadaki güzellikleri göremez. O, kendine göre bir güzel yaratma sevdasında ve cür’etindedir. Müslüman sanatçı ise, güzelliği gerçek yaratanı bildiğinden güzeli keşfetmeye tâliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellîlerini anlar. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini görerek hayran olur. Müslüman sanatçı, batılı sanatçı gibi kural, disiplin, ölçü tanımayan değil; haram-helâl hudutlarına ve kendi fıtratına uyan, ritme, ahenge, ölçüye, birliğe, sonsuza ulaşmak isteyen bir anlayış içindedir. O, nefsinin hevâ ve fantezilerinden ziyâde, mutlak güzelliğin peşinde koşar. Batıda estetik konusunda birbirini tutmayan, beşer kaynaklı estetik ölçü ve ölçüsüzlükleri onu bağlamaz. Müslüman için güzelin ölçüsü de farklıdır. Küfürde, Allah’a isyanda, haramlarda boş yere güzellik aramaya kalkmaz. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Çünkü güzel olan Allah sadece        güzel olan şeyleri emreder. Allah, kullarından inancın, düşüncenin, eylemin, davranışın, duyguların, sözün, sesin, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.
Müslüman, inanır ve bilir ki, mutlak güzel, cemâl sahibi Güzel Allah’tır. Sözün en güzeli, Allah’ın Kelâmı (Kitab’ı)dır. Yaratıkların en güzeli, insan; insanların en güzeli ise Hz. Muhammed (s.a.s.). En güzel yol, şeriat, hukuk ve din: İslâm. En güzel iş de Allah’a kulluk. Bu bilinç; müslümana sanat için gerekli ilhamları, örnekleri, çıkış ve varış yollarını verir, müslümanın her yaptığını sanat seviyesine çıkartır.
Batı sanatı, figüratif ve natüralist bir sanattır. O, tabiatın küçük ve basit tarzda benzerini çizmeye ve yontmaya çalışan bir taklitçi ve musavvirdir. Müslüman sanatçı, müşahhastan (somuttan) kaçınır, yüksek seviyede soyutlamaya yönelir. Bunun için hat sanatı (kaligrafi) çok önemli bir yere sahiptir. İslâm estetiğini bütün özellikleriyle hat sanatlarından çıkarmak mümkündür. Yazı sanatında belirgin olduğu gibi, sanatla tebliğ iç içedir; bulduğunu paylaşmak için başkalarına sunar, onları güzel araçlar ve güzel yöntemlerle güzele dâvet eder müslüman sanatçı.
Batılı da olsa, kâfir de olsa insan, fıtratına uyduğu oranda, güzellikten nasibini alacak, insanlığı icabı güzel şeyler ortaya çıkarmaya çalışacaktır. Böyle olmaktadır da. Yeter ki insan ve sanat yozlaşmanın, putlaşma ve putlaştırmanın her çeşidinden kurtulsun.
Müslümanlar, müslümanca sanat ortaya koyabilmek için, batılı araçlardan da yararlanabilirler. Fakat ortaya farklı şeyler, yani güzellikler çıkarırlar. Yalnız unutulmamalıdır ki, araçlar, bir yönüyle ortaya konacak eserleri de belirler. Bu bakımdan müslümanların işi zordur. Önemli olan, müslüman sanatçının kullandığı aracın kölesi olmaması, araca hükmedebilmesidir. Altını çizerek belirtmek istiyorum ki, araçların da doğru ve güzel olması gerekir. Meşrû olmayan araçlarla meşrû hedeflere gidilemeyeceğini unutmamak gerekir.  
                                                                                               
 
Güzellik duygusu, insan bünyesindeki hayret verici noktalardan biridir. İlim, bu duygunun mâhiyetini bütünüyle açıklamaktan âcizdir. İlim, sadece dışa yansıyan taraflarını tesbit ve tasvir eder, tezâhürlerini araştırıp inceler. İnsan, güzelliği, değişik şekillerde hisseder. Değişik şekilleri vardır bu duygunun. Zaman olur duygusal güzelliğe kapılır insan. Güzel bir manzaradan veya sevimli bir yüzden etkilenir. Güzel bir vücut, göz alıcı bir renk cümbüşü ve tatlı bir nağmeden büyülenir. Sayılamayacak kadar çok güzellik çeşitleri ve dereceleri vardır. Gün olur, mânevî bir güzellik sarar insanın duygularını... Güzel bir düşünce, güzel bir his, güzel bir hareket insanı duygulandırır.
Güzellik fıtrî bir duygudur. İnsan hayatındaki çok önemli ve büyük meseleler, güzellik duygusu üzerine binâ edilir. Sanat alanının en büyük dayanağı, güzellik duygusudur. Yine akîde için de en büyük hazine güzellik duygusudur. Normal bir yaratılışa sahip olan insan, güzellik duygusunun yüceliklerine daldıkça bu duygunun psişik sahadaki önemi artar, hayata yön verici gücü fazlalaşır.
Kur'ân-ı Kerim insanların dikkatlerini hep güzele döndürür. Güzelliği doyasıya seyretmek ve kavrayabilmek için şöyle buyurur: "O'dur ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı..." (32/Secde, 7). Bu insan fıtratının gördüğü, gözünün seyrettiği, zihninin kavradığı bir hakikattir, eşyanın şeklinde ortaya çıkan saf bir gerçektir. Allah'ın yarattığı her şeyde bir güzellik göze çarpar.
Her şeyde eşsiz bir güzelliğin hâkim olduğu eksiksiz bir âhenk vardır. Gören bir göz, hisseden bir gönül, düşünebilen bir zihin bu âlemde bütünüyle bir âhenk ve güzellik bulur.
"Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler (nakil vâsıtaları, binekler) yaratır." (16/Nahl, . Kur'an'ın ilk indiği toplumlarda ve o devirdeki diğer toplumlarda bu gibi hayvanların mühim bir yeri vardı. Deve, öküz, koyun, keçi, at, katır ve merkep türünden hayvanlar binek hayvanı ve süs olarak kullanılırdı.
 
Bu hayvanları ihtiyaçları için kullanmaktan başka, ayrıca sabahleyin salıverirken, akşamları dönerlerken güzelce zevklenirlerdi. Sevimli görünüşleri, alımlı yürüyüşleri bir başka güzellik arzederdi onlar için. "Binek ve süs hayvanı olarak" alımlı görünüşlerindeki güzellik, ayrı bir canlılık katardı duygularına. Bu da gösteriyor ki, Kur'an'ın hayata bakışında güzellik unsuru köklü bir yer işgal ediyor. İhtiyaçların ötesine taşan duyguların tatminine önem veriyor. Güzellik duygusunu tatmin etmeyi, hayvanî eğilim ve ihtiyaçların üstüne çıkmasını bilen insanın mânevî arzularını doyurmayı gerekli görüyor.   
 
 
İnsanın sîmâsının güzelliği, müşahhas/somut bir güzelliktir ve bu güzellik genellikle "cemâl" kelimesiyle ifade edilir. Onun, meselâ, ahlâkî güzelliği ise mücerret/soyut bir güzelliktir ve çoğu zaman "hüsün" kelimesinde ifadesini bulur. Mücerret güzellik gözle görülemez, ancak bir mânevî aynada kendini hissettirir. Meselâ, merhametin güzelliği, fakire verilen sadakada somutlaşır ve seyredilir.
İlim de mücerret/soyut bir güzellik. Onun tezâhürü de bir konuşma, yahut bir yazıda görülür. Misaller çoğaltılabilir. Ve mücerret güzelliklerin en mükemmeli: İman. Allah Rasûlünden bir hakikat dersi: "Sohbette insibâğ (boyanma) vardır." İman eden bir kalp, Allah'a teveccüh etmişti, O'nun kitaplarına, peygamberlerine ve imanın diğer rükünlerine yönelmiştir. Güneşle sohbet eden bir ayna parlaklaşır, güzelleşir. Muttakînin huzurundan feyiz, âlimin sohbetinden ilim alınır.
İman da kalbi yüceltir, ziyâlandırır, terakkî ettirir, feyizlendirir, nurlandırır. İmanın güzelliği, iman hakikatlerinin mücerret hüsnünden geliyor. Cennetin tarife sığmaz o muhteşem güzelliği, imandaki güzelliğin bir tezâhürüdür. Kürsüdeki ihtişam, ilmin haşmetindendir. Ve sofralar, misafirin ev sahibi yanındaki hatırı ölçüsünde mükemmelleşir.
 
 
Hemen her namazın son rekâtında duâ olarak tekrar ettiğimiz bir âyet var: "Rabbımız, bize dünyada da hasene; âhirette de hasene ver. Bizi ateşin azâbından koru!" (2/Bakara, 201). Bu âyet, "dünyada da hasene, âhirette de hasene"den söz ettiğine göre, istenen "hasene" her iki dünyada da geçerli ve elzem olan bir şeydir. Kezâ, her iki dünyada da hasenenin talep edilmesi, iki dünyanın uyumu zarûretine işaret etmektedir. Dünya ve âhireti, birbirinin rakibi ya da zıddı olan veya birbirinden kopuk ayrı dünyalar olarak görmemeyi, onları, en hayırlı şeyin ikisinde de "hasene" olduğu bir bütünlük içinde yorumlamayı gerektirmektedir.                                    
Nitekim, Kur'an'ın elçisi ve ilk muhâtabı olan Rasûl-i Ekrem, bize, dünyayı üç ayrı yüzüyle sunar: Fâni yüzü, âhirete bakan yüzü ve esmâ-i hüsnâya bakan yüzü. Ümmî nebînin hayatı, bu üçlemeye ilişkin nice dersler yüklüdür. O, meselâ, dünyanın fânîliğine aldanma tehlikesine karşı, şöyle demektedir: "Ben bu dünyayı ne yapayım? Ben ve bu dünya, yolcu ve altında gölgelendiği ağaç misaliyiz. Bir müddet sonra yolcu yoluna gider ve onu arkasında bırakır." Ama öte yandan, "dünya âhiretin tarlasıdır." Kezâ, pek çok hadisinde lafzen, diğerlerinde ise mânen vurguladığı üzere, şu dünya, Rabbimizi isimleriyle bildirmektedir.
Sözün kısası, tek boyutlu değildir dünya. O tek boyutu iyi veya o tek boyutu kötü olan bir şey değildir. Fâni yüzüne bakılırsa, adı üstünde denîdir, aşağıdır ve geçicidir. Nitekim, dikkatli bir müfessir Kur'ânî "hayâtü'd-dünyâ" ifadesini "denî hayat, aşağı hayat" olarak tefsir ederken bir hakikate işaret etmektedir. İbrâhim sûresinin üçüncü âyetinde geçen âhirete karşı hayâtü'd-dünyâyı sevenler, elbette dünyayı bu fâni ve denî yüzüyle sevenlerdir; onu âhiretin tarlası ve İlâhî isimlerin aynası kılmayanlardır. Dünya bizâtihî kötü değildir; ama âhiretin tarlası, İlâhî isimlerin aynası kılınmadığı sürece kötüdür. O yüzde hiçbir güzellik yoktur. Bilakis, o yüzde kalındığı sürece, en güzel şeyler bile çirkinliğe, en mükemmel şeyler bile abesiyete dönüşmektedir. Sonunda solup gitmesiyle bizi sonsuz acılara gark edecek bir çiçek, kimseyi cezbetmez. Hiç kimse "ileride terkedeceğim" diyen birini sevmez. Bütün aşklar "sonsuza kadar beraber olma" düşüncesiyle başlar; ancak o düşünceyle kalıcı olur.               
Tüm bu fıtrî gerçeklerden, "dünyadaki hasene"nin, dünyanın fâni yüzünde kalan şeyler olmadığı anlaşılır. Geçip giden bir güzellik, şükürsüz bir zenginlik, Allah'tan bilinmeyip O'nun adına kendisinden infak edilmeyen bir servet, ihtiyarlıkla birlikte sönüp gidecek bir hâfıza, bu nitelikte kaldığı sürece bir "hasene" değildir. Fâni yüzde kalan biri için, bugünün yüz güzelliği, yarın solup gitmesi mutlak olduğundan, şimdiden acılar yaşatır. Edinilen servet, onu kaybetme korkusuyla uykuları kaçan vesveseli bir hazine bekçisine dönüştürür. Şu dünyanın her bir metâı, Sahibi bilinmediği ve veriliş amacına uygun kullanılmadığı sürece, olsa olsa, insanın azâbını arttıracaktır. Açıkçası "Rabbımız! Bize dünyada hasene ver" derken istenen, dünyanın fâni yüzüne ilişkin bir şey değildir. O halde, kast olunan hasenenin, gelip geçer maddî güzellik kalıplarına değil; şu dünyada bize verilen metâın niteliğine; ona nasıl ve ne adına muhâtap olunduğuna baktığı açıkça ortaya çıkmaktadır.
Gençlik, zâhiren, insana güzel gelir. Ama, dünyanın fâni yüzüyle bakılırsa güzel değildir; çünkü daha o dönemi yaşarken, bir gün gelip gideceği endişesiyle kararır ve çirkinleşir. Üç beş yıl sonra geçip gider. Sonraki tüm yıllar, "nerede o gençlik günleri? Keşke geri gelseler!" gibi yakınmalarla dolar. Çokları da, "gençlik sarhoşluğu"ndan, "gençliğine aldanmış olmak"tan yakınır durur. Ama o gençlik, eğer iman ve ubûdiyet yolunda sarf edilmiş ise, bu hüznü ve acıyı yaşatmaz. Geçip gidiyor olsa bile, bilir ki insan, bu gençliği veren, onu yolunda ve yerinde kullanana ebedî bir gençlik bahşetmeye muktedirdir. Şu fâni gençlik tarlasına âhirette boy verecek iman ve ubûdiyet tohumları atan, âhiret hayatında ebedî bir gençlik içinde devamlı meyveler devşirecektir. Bu bakımdan, iman ve ubûdiyet şuuru, gençlik nimetini onun için şu dünyada da "hasene", âhirette de "hasene" kılmaktadır; gidişiyle insanı acılara gark eden ve bir daha asla gelmeyecek olan, acımasız bir sevgili değil.
Âhirete bakan yüzdeki "hasene", esmâ-i hüsnâya bakan yüz için de geçerlidir. Rabbimizin isimleri, adı üstünde hasendir, güzeldir. Zaten, bütün güzellikler, o Cemîl-i Zülcelâl'in "güzel isimleri"nin cilveleridir. Gençliğine dünyanın bu yüzüyle muhâtap olan biri, gençlik nimetinde cilveleri görülen Kadîr, Alîm, Cemîl, Latîf... gibi güzel isimleri okuyacaktır.
O isimlerin müsemmâsı olan Zât-ı Zülcelâl'i tanıyacaktır. Bütün güzel isimler O'nun olan Zâtı tanıdığında ise, ne gençliği onu şımartacak; ne gençliğinin gidişi acılara atacaktır. Şımarmayacaktır; çünkü, gençliğiyle üzerinde görünenler kendisinin değil, O'nundur. Acılara atılmayacaktır; çünkü, gençliğinde üzerinde görünenlerin Mutlak Sahibi, onları yine bahşetmeye muktedirdir. Böyle biri için gençlik; taşkınlık, bedbinlik veya şımarıklıkla çirkinleşmekten çıkarak, bir şükür ve hamd vesilesi olarak güzelleşecektir.
Demek ki, bir şeyin bizim için "hasene" oluşu, bizim ona muhâtap oluşumuzla ilgilidir. Ne şımartan bir gençlik güzeldir, ne acılara boğan bir ihtiyarlık. Ne azdıran zenginlik güzeldir, ne bezdiren fakirlik. Güzelliğin iksiri, ona bakışımızdadır. İmanî bir nazardan ve ubûdiyet halinden uzak olan zenginliğiyle azar, fakirliğiyle isyana girişirken; mü'min, imanı nisbetinde, zenginliği bir şükür ve hamd, fakirliğini ise bir duâ ve terbiye vesilesi kılmaktadır. İmansız bir nazar, en büyük nimetlere gark olduğu anda bile hayâlî felâket senaryoları ile hayatını zehir ederken; imanî bir nazar, musîbetleri dahi Hakîm-i Rahîm'in eseri olarak hikmet ve rahmet dürbünüyle seyretmektedir. Ona göre, "mâdem hayat, esmâ-i hüsnânın nakışlarını gösterir; hayatın başına gelen her şey güzeldir." Hastalıklar ve hatta ölüm bile.
Dolayısıyla "Rabbimiz, bize dünyada da hasene, âhirette de hasene ver!" duâ âyetinde istenen "hasene", imandır, imanî bir nazardır, ubûdiyettir, duâ, hamd ve şükürdür, bütün imanî hakikatlerdir. Bu dünyayı güzelleştiren, âhiretimizi ateşin azabından kurtarıp Rabbimizin güzel isimlerinin dâimî cilvelerine muhâtabiyetle doyumsuz bir güzelliğe ulaştıracak olan onlardır. Bu bakımdan, Rabbimiz, zaten dünyada "hasene" verdiğine, âhirette de "hasene" veriyor. Dünyada "esmâ-i hüsnâ"sıyla muhâtap oluyor. Şu dünyanın fâni yüzünde kalıp, sözümona en güzel dünya nimetlerine erişse bile, onu âhiret azığı yapmayan ve esmâ-i hüsnânın târifnâmesi kılmayanları ise, aynı âyet, devamla gelen "ateşin azâbı" ifadesiyle uyarıyor.
Kısacası, "Rabbim bize dünyada hasene ver" duâsını yaparken murâdımız şu olmalıdır: "Rabbim, şu dünya hayatımızda Senin esmâ-i hüsnânı tanımayı ve tüm ömrümüzü o isimleri tanımanın gerektirdiği bir ubûdiyet şuuruyla yaşamayı nasip et. Şu dünyada her neye muhâtap olursak olalım, o şeyde cilvelenen esmâ-i hüsnânı bize okuttur; o şeyi bizim için asıl meyvesini ebedî cennet yurdunda yiyeceğimiz bir fidan kıl. Bize bir an bile esmâ-i hüsnânı unutturma; bir an bile gayri imanî bir nazarla baktırma; bir an bile Sana kulluktan ayırma; tâ ki, mahkeme-i kübrâda hesaba ve cehennemde azaba dûçâr olmayalım."
İnşaallah bu duâyı hakkıyla yapana âhirette de hasene verilecek; esmâ-i hüsnânın devamlı cilvelerine mazhar edilecektir. Yoksa eşyaya, Sâniine ve âhirete nisbet etmeksizin, fâni yüzüyle dünyaya bakanlar, bu dünyada aldatıcı ve şeklî bir güzelliğe ulaşsalar bile, onu kaybetmenin elemiyle dünyalarını karartırken, öte dünyada ateşin azabını tadacaklardır.
 
 
Güzellik, fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın güzel olarak yarattığı insanın, güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta güzeli arar, bulur. Güzel, herkes için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz duyma ve kesin hüküm verme işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun heyecanını içinde duymaktır. Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber, onun uyanması güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve gelişmek için kendilerini uyandıracak vâsıtalara muhtaçtırlar. Güzel eserler içimizde bir âhenk duygusu uyandırdıkları için huzur, sükûn ve saâdet hissi doğururlar. Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana huzur verir.”
İnsan, hele duygulu ve uyanık gözlerle bakarsa ilk anda “güzel”i fark eder. Bu idrâk, düşünmeden, kendiliğinden oluşan bir duygudur. Güzelliğin kendisini isbata, bir sebebin yardımına ihtiyacı yoktur. “Güzel ve güzellik nedir, ne değildir”le ilgili, felsefe, “estetik” başlığıyla incelemeler yapmış, neticelenmeyen nice tartışmalara öncülük etmiş;   elbette   bir sonuca da ulaşamamıştır. Güzellik, psikolojik sistemlere dayalı olduğundan herkese göre değişen ne olduğu belirsiz, sınırları insandan insana değişen bir değer yargısı mıdır? Batı kafasına göre, “evet!” Batı literatüründeki estetik konusunda uzun uzadıya felsefî tartışmalar yapılagelmiş. “Güzel” kavramı, zihinle beraber, ondan daha çok psikolojik sistemlere dayalı olduğundan matematik gerçekler gibi kesin yargılarda bulunulmakta zorlanılıyor. Matematikte iki kere iki dört eder, ama sanat ve güzellik kavramı sözkonusu olduğunda iki kere iki dört mü eder, on dört mü? Haydi, ayıklayın pirincin taşını. Kimine göre öyle, kimine göre böyle.
Güzelin ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın hükmü. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Bütün fıkıh usûlü ile ilgili kitaplarda “husün-kubuh” (güzellik-çirkinlik) konusu işlenir. Bu konuda görüşler şöyle özetlenebilir: “Güzel olan Allah, sadece güzel olan şeylerin yapılmasını emreder” veya “güzel olan Allah’ın emrettiği her şey güzeldir.” “Allah sadece çirkin şeyleri yasaklar” veya “Allah’ın yasakladığı her şey çirkindir.”
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.” (Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10) hadis-i şerifi de, bu konuda müslümanlar açısından çıkış noktası kabul edilmiştir. Allah’ın emrettiği “ihsân”ın bir anlamı da güzelliktir. İslâm; düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin, davranışın, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.
Haramlar güzel olamaz. Duyular, duygular yanılabilir. “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilemezsiniz.” (2/Bakara, 216). Nefisle, arzu ile, hevâ ile, câhiliyyenin çirkeflikleriyle kirlenmiş ve fıtratı bozulmuş, selîm olmayan akılla güzelin tanımı ve ölçüsü tesbit edilmeye kalkılırsa, insan putlaştırılmış olur. Haram olduğu halde güzel zannedilenler, gerçek güzelden insanı alıkoyan yapay/sanal güzellerdir; daha doğrusu hallüsinasyonlardır. “Şeytan onlara yaptıkları işleri zînetlendirip güzel gösterdi ve onları yoldan saptırdı.” (29/Ankebût, 38)
Haram olan bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın ölçüsü, duyuları ve duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu değil; Allah’ın kuludur. “Hoşlandığı ve hoşlanmadığı” her konuda Rabbına itaat edecektir. İmanı nispetinde duyu ve duygularını da selîm/sağlam kılacak, onları da Rabbına teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbının emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. Bu, benliğini kaybetme değil; aksine, bulmadır. Bu, yok olma değil; Allah’ta var olmadır, kâmil insan olmadır.
Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O'nun cemâlinin vasfıdır. O'nun güzelliği de yaratıklara benzemez. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin gücü, hârika ve fevkalâde olaylar, bütün bu güzellikleri yaratan da Allah'tır. Evrendeki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Güzel olan Allah'ın yarattığı varlıklar, ya bizzat güzeldir veya sonuçları yönüyle güzeldir. Allah'tan daima güzellik zuhur eder.
Kötü ve çirkin, şeytanın ve insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (23/Mü'minûn, 14; 37/Saffât, 125). Allah, hüküm verme bakımından da en güzel olandır. Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme bakımından da en güzeldir (65/Talak, 11; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75).
Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır (2/Bakara, 138). Güzelin kaynağı ve tüm güzelliklerin sergileyicisi olan Allah, insandan da güzellik sergilemesini, yani ihsanı emreder: "...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et (güzellikler sergile, iyilik yap)..." (28/Kasas, 77)
Câhiliyye insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nûruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez. O, kendine göre, yapay bir güzel peşindedir. Müslüman ise, güzelliği yaratanı bildiğinden,   güzeli   keşfetmeye   tâliptir.
Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellîlerini anlar müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini görerek hayran olur. Güzellik mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın yarattıklarında çirkinlik yoktur.
Çirkinlik, itibârîdir, görecelidir. Birinin çirkin dediğine bir başkası sevgi gözüyle bakıp sevebildiği zaman güzellikler bulabilir. Allah, kötü ve çirkin bir şey yaratmamıştır. Bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü kullanıldığı yere göredir.
Meselâ, hayvan gübresi genellikle pis bir şey diye görülür. Fakat gübreyle meyveler, sebzeler büyür, gelişir. Bu açıdan ele alınınca gübrenin bir lütuf ve nimet olduğu ortaya çıkar. Ama birisi gübreyi alıp üstüne başına sürmüşse, o zaman, ona pis demek yerinde olur. Tarlasına, bahçesine gübre çeken bir çiftçi bu haliyle hiçbir zaman pis değildir.
 
 
Boşvermiş gençlerin haramları basite, hatta alaya alan Bektaşî mantığıyla söylediği bu sözü duymuşsunuzdur: “Güzele bakmak sevap!” Tabii, onların güzelde neyi anladığını irdelemek gerekir. Aklı, fikri, anlayışı yukarılarda (hayır, kafasından yaklaşık bir metre aşağılarda) olanların “güzel” denince anladıkları, bir hanımın fizikî güzelliğinden başka şey olmayabilir. İnsanın fizikî güzelliği ise güzellikten sadece bir parçadır. Hem de geçici, göreceli, aldatıcı, yalancı bir parça. Şâirin biri, sadece dış güzellikten hoşlananlara, hoşlanılanın ağzından şöyle der:
“El oğlu benim etimi budumu beğenmiş, neylersin?
Ulan sen et değil, kemik istersin!”
Hayvanî bir beğenmedir bu. Güzelliğin o kadarını hayvanlar bile fark eder. İnsanî güzellik daha derin, daha rûhî, daha kalıcıdır. “Güzele bakmak sevaptır” sözünün kullanılış amacı yanlıştır. Ama bu söz, anlam bakımından tümüyle doğrudur. Güzellik de, bakılandan ziyade bakana, görene, duyana ait bir özelliktir. Güzelliği gören göz, güzelden zevk alan ruh olmasaydı güzellik neye yarardı? O yüzden güzele, güzel bir niyetle ve güzel bir şekilde bakmak ibâdettir, sevaptır. Yalnız, unutmamak gerekir ki, güzelin tanımında güzel yoldan sapmamak, sınırı (hudûdullah) aşmamak esastır. Yine bilmeli ki, daha güzeli elde etmek için az güzeli terk etmek veya onu tahdit etmek, sınırlandırmak gerekir. Zevk aldığımız, güzel gördüğümüz dünyevî şeylerden sınırsız bir şekilde yararlanılmasının çok çeşitli dünyevî ve uhrevî zararlara sebep olacağını, bunların imtihan vesilesi olduğunu herkes bilir/bilmelidir.   
Ölüm olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat olmasaydı... O zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler bile. Evet, ölüm olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın veya çevrenin çizdiği güzellerin (!) ve güzelliklerin (!) belki bir değeri olurdu. O zaman dünya sadece eğlenmek ve zevk almaktan ibâret olabilirdi. Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm ve ölüm ötesi güzellikler. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte ve fâni güzellikleri o gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?
Güzellik; zevkle, haz duymakla, hoşlanmakla, beğenmekle ilgilidir. Kur’an bu konuda insanın hevâsının/arzusunun doğru bir ölçü olmadığını belirtir: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 216). Kur’an, hoşlanmanın, bir konunun güzelliği açısından yanlış yargıya götürebileceğini açıkladığı halde, halk arasında yaygın, atasözü halini almış ate sözlerinden biri şöyledir: “Zevkler ve renkler tartışılmaz!” İnsanın arzusu ilâh kabul edilirse tabii ki tartışılmaz. Hangi şeyden zevk alıyorsa saygı duyarsın, karışamazsın. “Ben zevkime karıştırmam. Özgürlük var. Zevk değil mi, herkesinki farklı olabilir; kimse kimsenin zevkine karışamaz.” Bütün bu anlayışlar hümanizm denilen insana tapma dininin iman esaslarından. Bu hümanizm dinine göre zevklere sınır da konulamaz, güzel yönler/hedefler de gösterilemez. Zevkleri kim tahdit edecek, onlara kim hedef gösterecek? -Hâşâ- insandan büyük başka ilâh mı var?
Bu tür vecize(!)lerle insanların zevkleri de yozlaştırılıp emperyalist oyunlara âlet edilmekte. Müslümanlar için insanın zevki de, renkleri seçmede de, her şeyi İlâhî ölçülere uymak zorundadır.
“Su sesi, kadın sesi, para sesi.” En güzel ses örnekleri için halkın kesin yargılarıdır bunlar. Tabiat güzelliği ile cinsellik ve kapitalizmin sentezidir bunlar. Ve bunların içine Kur’an sesi girmez, Hakk’a dâvet girmez...
Kâinattaki varlıkların rengi, şekli, tadı ne güzel... Hele sesleri ne güzel bir armoni, ne güzel bir mûsikî, ne güzel uyumlu orkestradır. Bülbülün şakıması, horozun ötüşü, kuşların cıvıltısı, suyun şırıltısı... anlayana sivrisineğin vızıltısı bile saz gibi âhenkli bir müziktir. Kâinat hep tesbih etmektedir, zikretmektedir. Bitkilerin ve hayvanların şekilleri, yapıları, renkleri, tatları hep farklı, hep ayrı güzel. Ve seslerindeki farklılıklar, güzellikler... Bir de çağdaş aygıtlara bakın: Fabrikalardaki sese, makine gürültülerine, araba motorlarına, evlerdeki küçüklü büyüklü âlet ve gereçlerden uçakların seslerine kadar... Ne çirkin bir gürültü; tabiatla ne uyumsuz şeyler ya Rabbi!
Yine, eyyamcı fâsıkların kulak ve göz gibi nimetleri verene nankörlük yaparak onu haramlarda kullanırken ifade ettikleri bir deyim vardır: “Kulakların pasını gidermek, göze bayram ettirmek!” Neyle? Haramlarla mı?
Bakmak ibâdettir, göze bayram ettirmedir. Doğru. Güzele bakmak da sevaptır. Kâbe’ye bakmak, aynen nâfile namaz kılmak gibi ibâdettir. Kur’an’a bakmak, göze nur ve cilâdır; bayramdır göz için. Büyük kitaba (kâinata) bakmak; emr-i İlâhîye uymak ve sevaba girmektir. Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Gözler bakmak içindir. Ama “göz oldur ki Hakkı göre, kulak oldur ki Hakkı duya!” Görmek, görebilmek bir ibâdet olduğu gibi, duymak, dinlemek de ibâdettir. Emîri dinlemek, ezanı dinlemek, Kur’an’ı dinlemek, kendini dinlemek, Hakka çağıranı dinlemek; kulakların pasını gideren birer kulluktur. Allah için yapılan her şey, atılan her adım, hikmet ve ibretle bakılan, dolayısıyla O’nun adıyla okunan her şey ibâdet; her ibâdet de güzel, güzeller güzeli.      
 
 
İhsan üzere olanlara Kur'an-ı Kerim muhsin der. Muhsin, güzellikler sergileyen ve güzel işleri gerektiği gibi en güzel şekilde yapan demektir. Allah (c.c.) muhsinleri sever (3/Âl-i İmrân, 134, 148; 2/Bakara 195; 5/Mâide, 13, 93). Allah muhsinlerle beraberdir (16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69). Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri lâyık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar (16/Nahl, 127; 2/Bakara, 112; 4/Nisâ, 125).
Muhsinler (ihsan sahipleri), bütün işlerini Allah’ın râzı olacağı şekilde güzel ve takvaya uygun yaparlar. Onlar, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve   faydasız   amellerden,   faaliyetlerden uzaktırlar. Muhsin olanlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler. Kur’an, Allah’ın muhsinlerle beraber olduğunu açıkladığı gibi (16/Nahl, 128; 29/ Ankebût, 69), onlara müjdeler verildiğini de belirtir (6/En’âm, 154; 22/Hacc, 37, v.d.). Kur’an, onlar için bir rahmettir (31/Lokman, 3). Muhsin olarak özlerini Hakk’a bağlayanlar gerçekten kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar (31/Lokman, 22). Allah (c.c.), mü’minlere adâletle beraber ihsanı da emrediyor (16/Nahl, 90). Allah (c.c.), insanlara ihsânla davrandığı gibi, insanın da ihsân sahibi olması en güzel şeydir (28/Kasas, 77).    
 
Sabır, secde, ağırbaşlılık, öfkeyi yutup insanların suçlarını bağışlama, hep hasen/güzel davranışlar olarak mihsinlerden sâdır olur (11/Hûd, 115; 7/A'râf, 161; 6/En'âm, 13; 3/Âl-i İmrân, 134). Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. Hârun muhsinlerden olup (37/Saffât, 110, 121, 181), aynı şekilde Hz. Dâvud, Süleyman, Eyyub, Yusuf da muhsinlerdir (6/En'âm, 84). Bilhassa Hz. Yusuf, kendi adıyla anılan sûrede beş defa muhsin olarak zikredilmektedir.                          
Mü’min, yalnızca ibâdette değil, bütün davranışlarında ihsân üzerinde bulunur. O zaman, güzel yaptığı bütün amelleri ibâdet seviyesine yükselir. İnsan, bir hayvan boğazlarken bile ‘ihsân’ ile, güzellik ve şefkatle boğazlaması emredilir (Müslim, Sayd 57; İbn Mâce, Zebâih 3; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyât 14; Nesâi, Dahâyâ 22). Genel olarak her durumda güzel davranış (sâlih amel, ihsân) emredilmekle birlikte, dinimiz, bazı konuların önemine binâen özel olarak güzel tavrı emreder. Kur’an ve hadislerde güzel davranmanın özellikle istendiği konulara özetle bakalım: 
 
 
Mü’minlerin birbirleriyle kaynaşmalarında, birbirlerine ihsân etmelerinin çok büyük rolü vardır. Müslümanların birbirine karşı şefkat, merhamet ve muhabbetli olmaları temel vasıflarındandır. Bir hadis-i şerifte: “Her müslüman, diğer müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmedemez, kin besleyemez.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58) buyrularak İslâm kardeşliği pekiştiriliyor. Bir başka hadis de müslümanların birbirleri üzerindeki bazı haklarını şöyle sıralamıştır: “Her müslümanın diğer müslümanlar üzerindeki hakları beştir: Selâm almak, hastayı ziyaret etmek, cenazesinin teşyiine iştirak etmek, dâvete icabet etmek, aksırınca ‘elhamdü lillâh’ diyene ‘yerhamukâllah’ diye karşılık vermek.” (Tirmizî, Edeb 1; Nesâî, Cenâiz 52). Bu sayılanların her biri, bir müslümanın diğer müslümanlara karşı görevi olduğu gibi, aynı zamanda güzel birer davranıştır. 
İslâm, bir mü’minin kâmil imana ermesini, kendisini düşündüğü kadar, müslüman kardeşini de düşünmesine bağlamıştır:
“Sizden hiç biriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.” (Buhâri, İman 7)
“Birbirinize kin tutmayınız, birbirinize haset etmeyiniz, birbiriniz hakkında kötü niyet beslemeyiniz. Hepiniz de Allah’ın kulu ve kardeş olduğunuzu biliniz.” (Buhâri, Edeb 57)
 
 
İslâm, insanların hayvanlara herhangi bir suretle işkence yapmalarını, onlara eziyet etmelerini yasaklamış ve onlara güzel muâmele etmelerini emretmiştir. “Bir kadın bir kedi sebebiyle azâb olundu. Onu bağlamış, doyurup sulamamış; bir şey yemesine de müsâade etmemişti.” (Müslim, Birr 134). Hayvan sahipleri, hayvanlarını yedirmek, içirmek ve bakımını yapmak zorundadırlar. Bu görevi yapmazlarsa, hayvanlarını birine baktırmaya, satmaya veya eti yeniyorsa kesmeye zorlanırlar.
Bir başka hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Canlı her varlığa iyilik etmek, güzel davranmak sevaptır.” (Buhâri, Edeb 27). İslâm yalnız hayvanlara değil; can taşıyan her varlığa ihsânın/güzelliğin ve iyiliğin gerekliliğini vurgulamıştır. Bitkiler ve ağaçlar da iyilik ve ihsâna muhtaçtır. Kâinat sarayı, yeryüzünün halifesi olan insanın istifadesine sunulmuş ve onun emânetine bırakılmıştır. Aslında insanın kendisi de kendisine emânettir. Bütün bu emanetlere riâyet, aslî görevlerimizdendir. İnsan, varlık âlemindeki her şeyin Allah'a âit ve O’nun mülkünde olduğunu unutmaz ise, bir karıncayı bile incitmez, bir yaprağı dahi gereksiz koparmaz ve bütün yaratıklara meşrû şartlar dahilinde ihsân etmeden, güzel davranmadan duramaz.                
 
 
İhsân, yani güzellik, güzel davranışlar sergileme, sadece namaz gibi ibâdetlerle ilgili meselelerde mü'minin yükümlü olduğu bir sorumluluk değil; bütün söz ve işlerindeki değişmez tavrıdır. Allah her şeyde ihsan/güzellik ile davranılmasını kullarının üzerine gerekli kılmıştır: “Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır)...” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ 22)
İhsân, söz ve davranış güzelliğidir.İhsân, diğer anlamları yanında temelde söz, mantık, vicdan ve davranışları güzelleştirmek anlamına gelir.
 
 
“Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler...” (17/İsrâ, 53). Güzel söz; doğru, faydalı, sevindirici ve muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür. Doğru sözdür: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, haramlardan sakının. Doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzene koysun ve günahlarınızı bağışlasın...” (33/Ahzâb, 70-71) “Acı da olsa doğruyu söyle...”
“Yalandan da sakının. Çünkü yalan, imana aykırıdır.” (Keşfu’l Hafâ, 1890, 865)
Güzel söz, faydalı olan sözdür:
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” (Et-Tâc, 5/183).
Kur’an’da gerçek mü’minlerin faydasız, mâlâyani konuşmalardan kaçındıkları belirtilir:
“Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...” (23/Mü’minûn, 1-3)
“Kendisini ilgilendirmeyen mâlâyaniyi (faydasız söz ve işleri) bırakması, mü’minin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır.” (Et-Tâc, 5/186)
Güzel söz, sevindirici sözdür:
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyin (sevdirin), nefret ettirmeyin.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722)
“(Sevdirici ve sevindirici) tatlı söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.” (Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947).  
Güzel   söz, muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür:
“(Rabbimiz tarafından) insanlara aklî seviyelerine uygun olarak konuşmakla emrolunduk.” (Keşfu’l Hafâ, hadis no: 592). 
Güzel söz, Allah'a dâvet eden ve sâlih amel işleyen, ben müslümanım diyenin sözüdür:
“(İnsanları) Allah'a çağıran, sâlih (iyi ve güzel) iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel (ahsen) sözlü kim vardır?” (41/Fussılet, 33).
Sözde ihsân, sadaka vermekle eş tutulur:
"...Güzel söz sadakadır." (Müslim, Zekât 56; Tirmizî, Birr 36)
Konuşma yeteneği, insanlar için verilmiş değerlerin en önemlilerinden biridir. Bu kabiliyet ile insan, hemcinsleriyle anlaşma imkânına sahip olur. Toplum halinde yaşamak mecbûriyetinde olan insan, her gün defalarca bu yeteneğini kullanarak etrafında dost veya düşman halkaları meydana getirir. Hayatımızı İlâhî ölçülere göre sürdürmemizi emreden Yüce Allah, çevremizde dost kazanmamızın sırrını açıklarken şöyle buyurur:
“(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih/iyi ve güzel iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? Hasene/güzellik, iyilik ile; seyyie/çirkinlik, kötülük bir olmaz. (Sen, çirkinliği/kötülüğü) en güzel olan şeyle uzaklaştır; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” (41/Fussılet, 33-34) 
 
 
“İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde (ahsen) mücadele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.” (29/Ankebût, 46)
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” (16/Nahl, 125)               
 
“Size bir selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzeli (ahseni) ile selâmlayın; yahut aynısıyla karşılık verin...” (4/Nisâ, 86)
 
 
“Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195).
Her davranışımızı güzelleştirmek, Rabbımızın emri olduğu için ibâdettir.
“Tâğuta (şeytana, putlara ve putlaştırılanlara) kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline (ahsen) uyan kullarımı müjdele...” (39/Zümer, 17-18)   
 
 
“(Seyyie ile hasene) iyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla (ahsen) önle. O zaman (görürüsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” ( 41/Fussılet, 34)
"...(O akıl sahipleri) ki, onlar kötülüğü iyilikle (seyyieyi hasene ile) savan kimselerdir..." (13/Ra'd, 22)
“Güzel ahlak; mahrum edene vermen, ilgiyi kesene alâka göstermen, sana karşı haksızlık yapanı affetmendir.”
 
 
“Rabbinin yoluna hikmet ve mev’ıza-i hasene ile (güzel öğütle) çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et...” (16/Nahl, 125)
“Ona tatlı dille konuşun, yumuşak söz söyleyin; belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20/Tâhâ, 44)
 
 
“De ki: ‘Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin, güzel davranın...” (6/En’âm, 151)
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da ihsânı/iyi ve güzel davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘of!’ bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle.” (17/İsrâ, 23).
Bu âyetlerde kesin bir dille emredilen ana babaya ihsânın/güzelliğin, onları doyurmaktan ziyâde, içten gelen bir anlayışla koruma ve saygıda kusur etmemek, yani güzel davranmak olduğunu görüyoruz.
 
 
Yenilen şeylerin helâl ve temiz (tayyib) olması Kur’an’ın emirlerindendir. Yeme ve giyme konularındaki âyetlerde de temizlik ve güzellikle ilgili emir ve tavsiyeler bulunur:
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdâların güzel, temiz ve helâl olanlarından yiyin...” (2/Bakara, 168)
“Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde zînetli elbiseler giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (7/A’râf, 31)
“Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır...” (7/A’râf, 26)
  Bütün yaptıklarımızı Allah’ın bizi gördüğü şuuruyla yapmak; her işte güzellik:
“Allah (yapılacak) bütün işlerin güzel bir şekilde yapılmasını farz kılmıştır...” (Et-Tâc, 3/105)
“İhsan (güzel davranış), Allah’a O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir.  Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63,64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88) 
 “Zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Aksi halde ateş size dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez. Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi) gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namazı kıl. Çünkü hasenât/güzellikler/iyilikler/sevaplar, seyyiâtı//kötülükleri/günahları giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır. Sabırlı ol, çünkü Allah ihsân sahibi olanların (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” (11/Hûd, 113-115)
 
 
Hakiki güzellik; Allah ve Rasûlü. Allah’ın emri ve hükmü; Rasûlünün tebliği ve örnekliği... Kulluk ve ibâdet...
Bütün yüceliklerle vasıflı ve tüm eksikliklerden münezzeh olan ve her şeye gücü yeten Allah’ımız güzeldir ve güzelliği sever (Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10). Güzelliği sevdiği için de, yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır (32/Secde, 71). Gökleri, yerleri ve insanları ahsen-i takvîm olarak, en güzel kıvamda/biçimde yaratmış (95/Tîn, 4), fıtratlarımızı ve sûretlerimizi güzelleştirmiştir. Yapmakla yükümlü kılındığımız güzel amellerin genel ölçülerini, sözlerin en güzeli kıldığı Kur’an (39/Zümer, 23) ile bildirmiş, ahlâkını azîm/yüce kıldığı elçisi (68/Kalem, 4) Hz. Muhammed (s.a.s.) ile örneklendirmiştir. Rasûlullah’ta güzel örnekler (33/Ahzâb, 21) tümüyle mevcut bulunduğundan, o, kendi görevini;
“Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk şeklinde özetlemişti. Güzel Rasûl, bizim görevimizi de şöyle hulâsa etmişti:
" Allah her şeyde ihsânı, yani iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır)...” (Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ 22).
Dinimizin temel kurallarından birini oluşturan bu hadis-i şerife göre, yatıp kalkmaktan yemek yemeye, kılık kıyafetten selâmlaşmaya, üretim-tüketimden ticarete, yargıdan siyasete kadar bütün hayatî faâliyetlerimizi güzelleştirmekle mükellefiz.
Güzelleştirmek, güzelleşmektir; daha doğrusu, fıtratımızdaki güzelliği ortaya çıkarmaktır. Amellerimizi güzelleştirmenin ise, bir arada bulunması gereken biri şekle; diğeri öze bağlı iki ana şartı vardır: Birincisi, yapılacak işin İlâhî yasaları içeren vahye uygun olmasıdır. Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarına uygun olarak gerçekleştirilen tüm sözler, davranışlar ve işler, güzelleştirilmiş ameller olduğu gibi, vahye ayarlı ve ilimle donanımlı aklın verilerine uygun olarak gerçekleştirilen eylemler de güzelleştirilmiş amellerdir. İkinci şart, öze ilişkin şart ise, şeklen dine ve akla uygun işleri Allah’ı görür gibi ve de O’nun tarafından görüldüğü şuuru içinde ibâdetleştirerek yapmaktır. Her şeyi ihsân üzere, yani güzelleştirerek yapmanın Güzel Rasûl’ün dilindeki ifadesi de budur. Bizim, her işi güzelleştirerek yapma yükümlülüğümüzün ana nedeni ise çok iyi bilinmelidir ki, yaratılış sebebimiz olan ubûdiyeti/kulluğu gerçekleştirmektir. Zira, açıklanan ölçülere göre davranışlarımızı güzelleştirmek, ibâdetleştirmektir; en geniş anlamda Allah’a ibâdet etmektir. Buna Kur’an tâbiri olarak; “sâlih amel”, “hasenât”, “ihsân”, “tayyibât” diye ad verilir ki, bunların hepsi “ibâdet” ve “ubûdiyet”tir. Güzelliklere olduğu gibi, çirkinliklere de eğilimli ve yetenekli olan insanın her işi “ihsân” üzere güzelleştirerek yapması, pek kolay değildir. Özellikle İslâm’ın evlere, çevreye, sokağa, okula, yönetime... hâkim olmadığı günümüz ortamında bu daha da zorlaşmaktadır. Bunun gerçekleşmesi için İlâhî yardım gereklidir. Bundan dolayı Kur’an bize şöyle duâ ederek güzellikler dilememizi öğütler:
“Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneh ve kınâ azâbe’n-nâr (Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de hasene/güzellik ver; bizi ateş azâbından koru)."(2/Bakara, 201)
 
 
“Kim verir ve sakınırsa, en güzeli (hüsnâyı) tasdik ederse Biz de onu en kolaya hazırlar, onda başarılı kılarız. Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp hakka boyun eğmez, en güzeli (hüsnâyı) de yalanlarsa, Biz de onu en zora yöneltiriz. Öylesi çukura yuvarlandığı zaman malı kendisine hiç fayda vermez.” (92/Leyl, 5-11).
Bu âyetlerde güzel davranışın takvâyı da kapsadığını görmekteyiz. Bundansonra, “en güzel (hüsnâ) söz olan tevhidi tasdik eden” ifadesi, verme ve takvâyı izlemektedir. İnancıyla birlikte güzel davranışlarda bulunan ve insanlara iyilik edip malını veren ve Allah’tan korkan böyle insanların işi, dünya ve âhirette kolaylaşmıştır. Davranışı Allah yanında makbuldür. Zira insanca/ihsânca davranışıyla Allah’ın istediklerini yerine getirmiştir.
Güzel davranış sahiplerine Allah ihsânla/güzellikle ve daha fazlasıyla karşılık verecektir.
“İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere, hüsnâ/daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (10/Yûnus, 26)
"Kim (Allah huzuruna) bir hasene/güzellikle gelirse, ona getirdiğinin on katı vardır." (6/En'âm, 160).
İnsan, ihsân üzere olur, güzel işler yaparsa, davranışlarını ihsân üzere gösterirse, bunun karşılığı olarak ihsân görür, güzellikle muâmele edilir.
“İhsânın karşılığı ihsândan başka bir şey midir?” (55/Rahmân, 60)
“Allah, ihsân sahiplerinin (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” (11/Hûd, 115)
İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195)
İhsâna ihsânla, güzel davranışa güzelliklerle karşılık; hem dünyada, hem de âhirette ayrı ayrı verilecektir (3/Âl-i İmrân, 148; 16/Nahl, 39; 39/Zümer, 10). İhsâna karşılığın en güzeli Allah katındadır (3/Âl-i İmrân, 14, 195; 13/Ra'd, 29; 38/Sâd, 25, 40, 49).
İnsanların dünyada işledikleri ameller ne kadar ihsân vasfında güzel olursa olsun, Allah'ın ihsânıyla, âhirette vereceği güzelliklerle mukayese edilmez. Zaten insanın ihsân üzere yaşayıp güzellikler sergilemesi de Allah'ın bir lutfu ve ihsânıdır, O'nun yardımıyladır. Bunları düşünen insan, yaptığı güzelliklerden dolayı nefsine pay çıkarıp kibirlenmemeli, ihsânını riyâ ve gurur pisliklerinde kirletmemelidir.  
Allah, güzel davranışlarda bulunan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir (2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/ A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd). Allah'ın rahmeti sürekli muhsinlerle, güzellik sergileyenlerle beraber olur (7/A'râf, 56). Muhsinler, kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar (31/Lokman, 22). Kur'an, muhsinlere rahmet sunar (31/Lokman, 3; 46/Ahkaf, 12). İhsân sahiplerinin aleyhine bir yol (onları yenik duruma düşürme) yoktur (9/Tevbe, 91).
"Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de hasene/güzellik ver." (2/Bakara, 201)
 
"Güzele güzel dersin naz eder; çirkine güzel dersin haz eder." (Atasözü)
"Güzele güzelsin deme. Belki gururundan çirkinleşebilir."
"Ben güzele güzel demem, / Güzel benim olmayınca."
"Güzelliğin on para etmez, / Bu bendeki aşk olmasa."
"Kişi kimi seviyorsa odur en güzel."
"Güzel olan şeyler, ancak kendilerinden anlayan ve hoşlanan kimselere güzel gelir."
"Rûhun güzelliği, bedenin güzelliği kadar kolaylıkla görülmez."
"Eserdir, sanattır, dildir rûhun güzelliğini gösteren."
"Güzelle faydalıyı aynı yerde bir araya getirmek, çoğu zaman mümkün değildir."
"İç hayatımızın hazinesini zenginleştiren her şey güzeldir."
"Yüz güzelliği, yaz yemişi gibidir. Çabuk çürür, çok dayanmaz."
"Zaman, o hırsızların en belâlısı, / Çalmış güzelin nesi var, nesi yoksa."
"Güzellik kanatlıdır, çok çabuk uçar."
"Satılan ve satın alınan güzellikler, yapay/sanal güzelliklerdir; saf/doğal değildir."
"Güzellik, Allah'ın armağanıdır."
"Asırlardır bu böyledir, / Bütün kötülükler geçer; / Yaşar iyi ve güzel olan."
"Bu hayata değer verdiren tek şey, sonsuz güzelliğin görülmesidir."
"İnsan, bu geçici dünyada güzelliği görünce gerçek güzelliği hatırlar ve ona doğru uçmak için yanar tutuşur."
"Güzelle iyinin arasında bir fark vardır; İyinin ispatlanmaya ihtiyacı vardır, güzel ise güzeldir."
"Güzel ve göz alıcı her şey iyi olmayabilir; ancak iyi olan her şey güzeldir."
"Doğru olan bir şey, hep güzel ve akla yakındır."
"Güzellik gerçektir; gerçek de güzelliktir."
"Bana Allah'ı hissettirmeyen câmi, ne kadar muhteşem olsa bile, güzel değildir." 
"Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır."
"Güzel ahlâklı, güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fenâ ahlâklı fenâ düşündüğünden, fenâ levhaları görür."
"Her şey ya hakikaten güzeldir; ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir."
"Bir kısım olaylar vardır ki, zâhiri çirkin ve karışıktır. Fakat o zahirî perde altında çok parlak güzellikler ve intizamlar vardır."
 "Her şeyin bir mülk, diğeri melekût; yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki yönü vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir ve şeffaftır; Aynanın dış yüzü gibi. O yüzden, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Aynı zamanda o çirkinlerin yaratılışı, güzellikleri tamamlamak içindir. O yüzden çirkinin de bir çeşit güzelliği vardır."
"Güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse, mânen ziyâdeleşir/artar; Şükredilmezse değişir, çirkinleşir."
"Güzel değil batmakla kaybolan mahbûp/sevgili. Çünkü, zevâle/yokluğa mahkûm, gerçek güzel olamaz. Ebedî sevgi için yaratılan ve İlâhî ayna olan kalp ile sevilmez/sevilmemeli.  
 
 


[1] Bayraktar Bayraklı, Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, 7-8.
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol