Haya, insanın mahiyetini gösteren gerçek bir alamettir. O, insanın iman kıymetini ve edeb miktarını belirler. İnsanı, yapılması uygun olmayan şeyler de zorlanır bir durumda veya kendisine layık olmayan şeyleri işlerken yüzünün kızardığının farkına varırsan bil ki o diri vicdanlı, temiz ma'denli, zeki unsurlu birisidir.
Bir de birinin utanmaz, şuursuz alıp verdiğini umursamayan bir vaziyette görürsen bil'ki o da kendisini günah ve kötülükten alıkoyacak hayadan mahrum ve hayasız biridir.
İslâm müslümanlara hayayı emretmiş ve onu İslam'ın en bariz ve onu diğer dinlerden ayıran en büyük faziletlerden kabul etmiştir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Her dinin (kendine mahsus) bir ahlâkı vardır, İslam'ın ahlâkı da hayadır "[1]
Musa (a.s.) dönemindeki yahudilerde cengâverlik, İsa (a.s.) dönemindeki hristiyanlarda da haya ile tebarüz eder. Bütün dinler her fazileti emredip mensuplarını ondan mes'ul tutar. Kerem sahibi Peygamber (s.a.v.) müslümanda kendini hayra götürecek, serden de koruyacak bir hassasiyetin oluşmasını murad etmiştir, müslüman bunun sayesinde hayır arzusu ve korkusu olmazsa bile hayrı kaybetme hayası ve kötülüğe bulaşma korkusundan dolayı en güzeli taleb edip kötülükten sakınır. İbnu Kayyum şöyle der: "Kabul et ki peygamberler bize dirilmekten haber vermemişler. Cehennem ateşi de yok ortada. Kulların kendilerine nimetler bahşedenden haya etmeleri gerekmez mi?" Allah'ın Rasulü (s.a.v.) insanların en ince duygulusu, en güzel siretlisi, görevine en bağlananı ve haramdan en çok nefret edeniydi. Ebu Musa el Hudri'den rivayet edilmiştir: "Allah'ın Resulü (s.a.v.) perde arkasındaki bakireden daha fazla haya sahibi idi. O, bir şeyden hoşlanmasaydı onu hemen yüzünden anlardık."
[2]
Şüphesiz ki îman, insanla Rabbi arasında yüce bir bağdır. Bu bağın ilk belirtileri, nefis tezkiyesi, ahlâk düzeltmesi ve hareket terbiyesidir. Kişide, kendisini kötülükten alıkoyan devamlı hatalardan koruyan sağlam bir şuur meydana gelmeden bu hasletler hasıl olmaz. Utanmadan kişiyi hakir duruma düşüren hasletleri işlemek, üzülmeden de küçük günahları işlemek, ilkin hayanın sonra da imanın yokluğunu gösterir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Haya ile iman birbirini tamamlar, biri gidince diğeri de gider." [3]
Bunun sebebi şudur: İnsan hayasından olunca, kötü durumdan daha kötü bir duruma, bir rezaletten daha büyük rezalete düşer. Bu düşüş, sahibi cehennemi boylayıncaya kadar yoluna devam eder. Hayadan olmayla başlayıp en kötü suçlarla neticelenen bu düşüşün merhalelerini gösteren bir hadisi şerif rivayet edilmiştir. Şöyle ki:
"Allah (c.c.) bir kulunu helak etmek isterse ondan hayasını alır. Hayası alındığında onu hep uğursuz bulursun. Onu hep böyle bulduğunda emanet duygusunu da yitirir. Yitirince onu hep hâin olarak görürsün. Onu bu halde görünce merhamet duygusunu da kaybeder. O bu hale düşünce onu tard edilmiş ve kovulmuş bir halde bulursun. En son onu böyle bir halde görürsün ki İslam halkası artık boynundan alınmıştır." [4] Bu hassas tertip, insanın nefsi hastalıklara düşme ve onun içindeki merhalelerini ve kötü bir merhaleden daha kötü olan diğer bir merhaleye nasıl vardığını vasfeder.
İnsan, haya perdesini yırtınca yaptığının hesabından korkmaz. Kimsenin kınamasından çekinmez, insanlara kötülük için elini uzatır ve menfaatine dokunan herkese saldırır. Böyle birine hiç kimse acımaz. Bilakis kalpler ona karşı kin beslemekle taşar. Allah ve insanlara karşı herşeyi yapmaktan çekinmeyen birinden ne hayır beklersin. İnsan bu duruma düşünce hiç bir hususta kendisine güvenilmez. Zaten insanların malını yemekten utanmayan, ırzlarını çiğnemekten, verdiği sözü tutmayan, vazifeyi ifa etmenin şuurunda olmayan, eşyada hiyanet etmekten ar duymayan birisine tüm bunlar nasıl emanet edilebilir?
İnsan, haya ve emanet duygularını yitirdi mi; bozguncu önüne geleni çiğneyen, arzuları için en temiz duygulara basan bir vahşi olur. O, fakirin-fukaranın malım acımasızca talan eder. Musibetzade ve mustazâfların gözyaşlarından yüreği sızlamaz. Musibet karşısında gözünü kırpar kendini azdıracak ve kendine fayda verecek şeylerden başkasına önem vermez, işte insan bu bataklığa düşünce din bağı ve islam halkasından sıyrılmış olur.
Haya etmenin en güzel olduğu birçok yer vardır. Müslüman, konuşunca ağzını kötülüklerden, dilini çirkinliklerden, insanları ayıplamaktan vazgeçmelidir. Kötü sözlerin doğuracağı neticeleri umursamadan ağzına gelen herşeyi söylemek su-î edeptendir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Haya imandandır. îman ise sahibiyle cennettedir. Arsızlık da kabalıktan sayılır. Kabalık ise sahibiyle ateştedir."[5]
Konuşmanın adabından biri de meclislerde mu'tedil davranmaktır. Bazı insanlar toplantı yerlerinde konuşmanın tamamını kendilerine tahsis etmekten çekinmezler, cemaattekileri de usandırırlar, İslam böyle insanlardan da memnun değildir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Sadece insanların övgülerini kazanmak gayesiyle edebiyat öğrenen kişilerin kıyamet gününde farz ve sünnetlerini Allah (c.c.) kabul etmez."[6]
"Allah (c.c.) davarın geviş getirdiği gibi kelimeleri ağzında çiğnemek suretiyle edebiyat yapmaya çalışanları sevmez." [7]
Allah'ın (c.c.) onları sevmeme sebebi, bunların konuştuğu şeylerin ilavelerden, hallerinin de gösterişten hali bulunmayışındandır. Meclislere katılıp intikam almaya çalışmaları fitrî bazı sebeplerden dolayı olabilir. Yapmak istedikleri takdirde bu duruma düşmemenin tek çıkar yolu haya göstermeleridir. Onun için bazı eserlerde şöyle denilmiştir: Dilsiz olmak böyle konuşmaktan yeğdir. Çünkü biri dilin kusuru, diğeri de kalbin kusurudur.
Hayanın bir çeşidi de kişinin kendisinden bir kötülüğün sadır olmasından utanması, kulağını, kötülükten arındırıp uzak bulundurmasıdır. Gıybet ,ancak durumu mezkur olanlar hakkında haram olur. Kim durumunu izhar edip kötülüğünü ifşa ederse insanların buna yapacakları, onun kendi nefsine yapacağı kadar değildir. Bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.v.) günah bataklığına düşmüş olanların gözlerden kaybolmalarını emretmiştir.. Bazen Resulullah mescitte hanımıyla konuşurken gelip geçenleri şüpheye düşmemeleri için durdurmuş ve konuştuğunun kendi hanımı olduğunu beyan etmiştir. Riyakâr biri ile, yaptıklarından insanları korumaya çalışan biri arasında ki fark açıktır. Müslümanın yaptığı hareketlerden dolayı insanlardan çekinmesi iyilikleri izhâr ve kötüleri saklamadan ibaret olan nifak demek değildir. Hayır... Bilakis bundan maksat kötülükleri ifşa etmemek ve onları apaçık gözler önünde işlemekten haya etmektir. Yaptığı kötülüğün açığa çıkmasından dolayı haya duyan biride hayır eserleri var demektir. Yaptığı iyiliklerin açığa çıkmasını isteyen birinde de kötülük eserleri var demektir.
Aslında bir şahıs, insanlardan utandığı gibi kendinden de utanmalıdır. Yapığı bir kötülüğü hiç kimsenin görmesini istemediği gibi kendi kendisinin de görmesini istememelidir. Fakat nefsini kendisinden hiç utanılmaz kadar düşük ve hakir görüyorsa, durum değişir... Eskiler şöyle demişlerdir: "Kim açıkta yapmaktan korktuğu birşeyi yalnız başına kalınca yaparsa, gözünde şahsının hiç bir kıymeti yok demektir. Onun için müslüman, gizli açık her yerde tüm kötülüklerden sakınmakla görevlidir. Bir başka eserde de şöyle denilmiştir: "Kendin duymak istediğin şeyi yap, duymak istemediğin şeyi de terket".
Haya, hayrın direği, karıştığı her iyiliğin de temel unsurudur. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Hayâsızlık bir şeyde oldu mu onu rencide eder. Haya ise bir işe girdi mi onu tezyin eder."[8]
Hayayı şekillendirmek mümkün olsaydı o, iyilik,ve güzellik şeklini alırdı. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Haya bir adam biçiminde olsaydı, gerçekten iyi bir adam olurdu. Arsızlık da bir adam biçiminde olsaydı şüphesiz ki kötü bir adam olurdu" (Taberâni).
Bir insanın, diğer insanların Allah (c.c.) katındaki makam ve mevkilerine göre kıymet ve değer biçmesi de haya örneklerindendir. Küçüğün büyüğe, öğrencinin öğretmene karşı edepli ve onlara öncelik tanıma hakkı vardır. Onların yanında sesini kaldırmaz, yürürken önlerine geçmez. Hadiste şöyle buyrulmuştur:
"Öğretmeninize karşı mütevâzi olunuz!''[9]
Diğer bir hadiste şöyledir:
"Allah'ım (c.c.) beni alime ittiba edilmeyen ve ağır başlı insandan da haya duyulmayan bir zamana yetiştirme."[10]
Abdullah bin Yûsr çoktan beri şu hadisi duyduğunu nakleder:
"Bir toplumdaki insanların hallerini şöyle bir kontrolden sonra içlerinde Allah (c.c.) için kendisine hürmet duyulan birini görmezsen bil ki kıyamet yaklaşmıştır."
Haya asla korkaklık değildir. Bazen haya sahibi bir insan kanının dökülmesini, yüz suyunun dökülmesine tercih eder. İşte bu en alasıyla kahramanlık demektir. Hayada bir miktar korkunun olması mümkündür. Bu, faziletli ve kâmil bir insanın basit durumlar karşısında değerinin düşmemesi için sakınması demektir. Böyle bir sakınma da yerine göre cesaretin ta kendisidir. Eskiden yahudiler mukaddes beldelerdeki zalimlerle savaşmaktan kaçınca:
"(Peygamberlerine muhalefetten)
korkmakta olan kimselerden Allah'ın kendilerine ihsan ettiği iki er onların üzerine (şehrin)
kapısından girin bir (kere)
ona girdiniz mi, hiç şüphesiz ki siz galipsiniz. Artık Allah'a güvenip dayanın (gerçekten)
iman etmiş kimselerseniz, dedi. "[11]
Allah'tan (c.c.) korkan, hayâsızlıktan çekinen ve firar etmekten haya duyanlar savaş anında düşmana hücum edecek ve zaferi gerçekleştirecek olan erlerdir. Şüphesiz ki kâmil bir haya için tam bir uygun bir fıtrat gerek. Aynı durum için bazı insanları haya eder görürken, bazılarını da utanmaz bulursun. Utanma hissi hayanın en bariz unsurudur. Utanma hem hayır hem de serde kendini gösterdiği için bazen sahibini kötülük bataklığına düşürdüğünü görürsün. Haya ise sadece meşru hudutlar içinde olmaktadır. Batıla göz yuman haya sahibi olamaz. Çünkü batılın karşısında susmak olmaz. İnsanlar dalalete düşerken hayatın onlarla alakası kesilmiş demektir. Haya (sahibi) hakk'a karşı cephe açmış olanlarla düşüp kalkmaz.
İslâm, putları zelil düşürüp, bir sineği yaratamayıp kendilerini bile bu sinekten koruyamadıkları için za1 aflarını ortaya koyunca müşrikler İslam'ı ayıplamaya kalkışmışlar ve "putlarımıza karşı düzenlenen bu hücumlar hayâsızlıktır." demişlerdir. O zaman şu ayetler nazil oldu:
"Hakikat bir sivrisinek olsun, daha üstündeki (büyüğü) olsun. Herhangi bir şeyi Allah misal getirmekten çekinmez. Artık iman edenler onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirken kafirler ise: "Allah bu misal ile ne murad etmiştir" derler."[12]
Putların acz ve za'flarını bu şekilde ortaya koymak haktır.
"Allah hakkı söylemekten çekinmez.”[13]
Müslüman, hakkı hakim kılma yolunda hiçbir insan ve engelden korkmaz.
Hayanın en güzeli Allah'a (c.c.) karşı yapılır. Bizler onun rızkından yer, havasını teneffüs eder, toprağında gezer, göğünün altında barınırız. Küçük bir iyiliğe karşı nankörlük etmek insanı üzerken, beşikten mezara nimetleri içinde yüzdüğümüz, sonra da bizleri ebedi bir hayata kavuşturacak olan Allah'a (c.c.) karşı nankör davranmaktan nasıl ürpermeyelim?
Allah'ın (c.c.) kulları üzerindeki hakkı büyüktür. Onlar gerçekten Allah'a (c.c.) olan haklarını gereği gibi ifa etselerdi onun yolunda hayır işler, kötülüklerden uzaklaşır, iyiliğe kötülükle karşılık vermekten utanırlardı. İbni Mes'ud Resulullah'ın (s.a..v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Allah'tan (c.c.) hakkıyla haya edin. Ashab: Ey allah'ın Resulü, hamd olsun bizler Allah'tan (c.c.) haya ediyoruz. “
Hayır sizin düşündüğünüz gibi değildir. Gerçek haya: Başını ve düşünceni muhafaza etmen, mide ve yiyeceklerini kontrol altına alıp ölüm ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim âhiret alemini isterse dünyanın faydasız zinetlerini terkedip ahireti dünyaya tercih eder. İşte kim bunları yaparsa gerçekten Allah'tan (c.c.) haya etmiştir."[14]
Bazılarına göre îbni Mes'ud'a ait bu nasihat, İslâm'ın birçok edep ve fazilet esaslarına şâmildir.
Müslümana dilini batıla dalmaktan ve konuşmaktan, gözünü avret yerlerine ve şehvetle bakmaktan, kulağını sırları dinlemek veya ayıpları ortaya çıkarmaktan muhafaza etmek vecibedir. O, midesini haramdan koruyup az fakat helal olana alıştırmak, vakitlerini Allah'ın (c.c.) rızasında harcamak, elinde olan hayırları değerlendirebilmek, hayatın hileli ve dünyanın aldatıcı metaı onu kaydırmamalıdır. Müslüman bunları, Allah'ın (c.c.) kendisini gözetlediği şuuru ve Allah'a (c.c.) karşı bir günah işlemekten günah duyar bir halde yaparsa hakkıyla Allah'tan (c.c.) haya etmiş sayılır.
İşte bu manası ile haya, dinin tamamıdır. Bunlardan bazısını işlerse imanın bir cüz'ünün gereğini ifa etmiş sayılır. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş:
"İman yetmiş küsür şubedir. Bunların en faziletlisi "Allah'tan başka ilah yoktur" cümlesi, sevapça en düşüğü ise eza verici şeyleri yoldan kaldırmaktır. Haya da imandan bir şubedir.”
[15]
İnsan hürmet gösterip hoşnutluklarını istediği şahıslar karşısında kendini kontrol altına alır. Konuşma ve hareketlerine dikkat eder. Dinin esaslarını bilen bir müslüman her zaman için Allah'ın (c.c.) kontrolünde olduğunu anlar. Çünkü o, gece gündüz onun huzurunda bulunmaktadır.
Onun için müminin Allah (c.c.) huzurundaki hürmeti daha çok, emirlerine karşı edebi de daha güçlü olmalıdır. Bunlar şu rivayetin manası sayılır:
"Toplumdaki bir makam sahibinden haya ettiğin gibi Allah'tan (c.c.) haya et".
İnsanın titremesi, bazı durumlar karşısında da yüzünün kızarması, yüce bir meziyet ve şerefli yaradılışa işarettir... "Hayânın tamamı hayırdır"...
Bir de yeşil çubuk üzerinden kamışın kalkması gibi, insanın yüzündeki haya boyası kalkarsa böyle birinden artık faziletlerin sonu gelmiş ve geri kalan cüssesi de cehenneme odun olmuş demektir. Böyleleri için de şöyle denilmiştir: "... Utanmadığın takdirde dilediğini yap".
İnsanları dağınık ve birbirine karşı merhametsiz yaşamaya zorlayacak herhangi makul bir sebep yoktur. Bilakis doğru mantık kaideleri ve sağlam bir duygu, insanları birbirine bağlamış, kenetlemiş, muhabbet içerisinde ve dünyaya sulhu yaymış bir vaziyette yaşamalarım gerekli kılar.
Allah (c.c.) tüm insanlığın neseb ve cinslerini bir anne ve babaya bağlamış ki bu bağ sayesinde, biri diğeriyle perçinleşip sağlamlaşan rabıta halkaları meydana gelsin.
"Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Hem de sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Biliniz ki Allah katında en iyiniz takvası en ziyade olanınızdır. Şüphesiz ki Allah herşeyi bilen ve herşeyden haberdardır."[16]
Nefret etme değil, tanışma insanlık arası bağların esasıdır. Bazen de tanışmayı engelleyen sebepler meydana gelip hayatın normal akışını engeller. İnsanların yaşama mücadelesinde çeşitli meslekleri ile hakk'ı anlayış, kabiliyet ve hayrın sınırlarını belirleme ihtilafları, insanlar arasındaki çekişmeyi doğurur. Ancak bu kötü durumlar, insanlığın yaradılış gayesinde saklı bulunan hikmetlerin unutulmasına ve hayırsız çalışmalarla yeryüzünün tahribine sebebiyet vermemelidir.
İnsanlığın tanışıp aralarındaki engelleri kaldırmaya yarayacak tüm bağlan pekiştirmek, yoldaki tüm fırsatlardan yararlanmak lazım. İslam, sadece az veya çok olan bir toplumu birleştirmekten ibaret değildir. O, insanların birbirleri ve Rableri arasındaki rabıtaları sağlayacak tüm bağlar demektir. Bundan dolayıdır ki, müslümanlar ve İslam davetçileri, Allah'ın (c.c.) kalblerini kendisiyle nurlandırdığı, meselelerim topladığı akidenin azametini bilip kendilerine yakışır biçimde onun etrafında tanışıp toplanmalıdırlar Bu tanışma, insanlar arasında çözülen yakınlığı tekrar bağlayıp Adem'e (a.s.) kadar varan aynı babadan gelme ruhunu kî İslam'da toplanan tüm semavi dinlerin esaslarından meydana gelmiştir. İşte böylelikle gerçek din, sağlam temelli kardeşliğin esası olacaktır.
Bu kardeşlik, aynı dine mensub şarklı ve garplı insanları toplayacak, yer ve zaman ayrılığına rağmen sağlam temele dayalı ve hiçbir menfi te'sir görmeyecek bir birlik meydana getirecektir. İşte bu kardeşlik, canlı bir imanın ruhu, mü’minin mü'min kardeşine beslediği ince duyguların özüdür... Mü'min bu iman ile mü'minlerle birlikte ve onlar için yaşar. Öyle ki onlar aynı ağacın dalları ve birçok gövdeye yayılan bir ruh timsali olacaklardır...
Aşırı bir hodbinlik insan için bir âfet, faziletleri için bir musibettir. Bu âfet, bir insana musallat olduğunda, hayırları azalır. Kötülükleri de alabildiğine artar, kendi menfaatından başka bir şey düşünmeyecek kadar dar bir duruma düşer. Sevinç ve üzülmede kendi menfaat veya zararı nisbetinde payı olur. O dünya nimetleri ve yığınlarca insana kendi menfeatince arzularını gerçekleştirdiği ve zararlarını bertaraf ettiği müddetçe tanır.
İslam, böyle gaddar bir hodbinlikle, kendi adilane kardeşliği vasıtasıyla savaşmış, hayatın sadece insanın kendisine ait olmadığı ve sadece kendisi ile düzelmeyeceğini de bildirmiştir. O, kendisi gibi diğer insanların varlığını da kabul etmeli, onlar üzerinde kendi hakkının bulunduğunu iddia ettiği gibi onların da kendi üzerinde haklarının bulunduğunu kabul etmelidir... İşte böyle bir şuur, insandan basit hodbinliği atar. Kendini düşündüğü gibi başkalarını da düşünür. O, ne fazlalık taleb eder, ne de sadece kendi görüşünü beğenme hastalığına düşer.
Müslüman kardeşinin senin üzerindeki haklarından biri de karşılaştığı zararlara üzülüp gidermeye çalışmandır. Ona bir eziyet dokunursa, şayet şefkat duyguların ölmemişse, nemelazım durumuna düşmediysen elem ve üzüntülerini paylaşırsın. Şayet şefkatsiz biri durumunda ise bu durum seni ilgilendirmez. Çünkü sana göre bu seninle alakası olmayan bir durumdur. Aslında bu alçakça bir harekettir. Böyle birinin üzüntüleriyle elemlendiren kardeşlik duyguları ölmüştür. Böyle bir durumu Resulullah'ı (s.a.v.) şu hadisleri tasvir eder:
"Müslümanların, muhabbetteki durumları tek bir cesed gibidir. Vücudda bir organ rahatsız olursa, vücudun diğer bütün organları da uykusuzluk ve kederle elemlenir."[17]
Gerçek bir elemlenme, seni kardeşlerinin sıkıntılarını gidermeye sevkettiren elemdir. Bu sıkıntıları gidermeden, karanlığını bastırmadan sana rahat gelmez. Sen bu durumda başarıya ulaşırsan vicdanın da, yüzün de parlar. Resul-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona ne zulmeder ne de zulme teslim eder. Kim müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah'da (c.c.) onun ihtiyaçlarını giderir. Kim kardeşinin bir sıkıntısını giderirse Allah'da (c.c.) kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın kusurunu örterse, Allah'da (c.c.) kıyamet gününde onun kusurunu örter. "[18]
Gerçek bir kardeşliğin belirtilerinden biri de sana gelen faydaya sevindiğin gibi, kardeşine de faydanın gitmesini arzulaman ve sevinmendir. Bunu gerçekleştirmeye çalışırsan Allah'a (c.c.) en makul bir ibadet ve büyük sevabla yaklaşmış olursun.
İbn Abbas'tan rivayet edildi ki: "Kendisi Mescid-i Nebi'de i'tikafta bulunuyorken ona bir adam gelip selam verdi ve oturdu. İbn Abbas: "Ey falan! Seni üzüntülü olarak görüyorum,” dedi. “Evet doğrudur. Ey peygamberin amcası oğlu... Falanın bende hakkı var, fakat bu kabir sahibinin hakkı için onu yerine getiremiyorum,” dedi. İbn Abbas: “ istediğin takdirde bu mes'elende konuşabilirim. Uygun bulduğun takdirde konuş. Adam diyor ki :İbn Abbas ayakkabılarını giyip mescidden çıktı. Sen i'tikafta olduğunu unuttun mu? Hayır (gözyaşları içinde) fakat durum şöledir, kısa bir zamandır, aramızdan giden şu kabrin sahibinden şöyle duymuşumdur:
"Kim, bir kardeşinin ihtiyacını gidermeye çalışır onda muvaffak olursa onun için on yıllık itikaftan daha hayırlıdır. Kim de Allah için bir gün itikafa girerse Allah onunla cehennem arasında her biri doğu ile batı arasındaki mesafeden daha geniş üç hendek kor."
[19] Diğer bir rivayetde de "Her bir hendek doğu ile batı arasındaki mesafeden daha geniştir," denilmiştir.
Bu hadis bize, İslam'ın kardeşliğin güzel bağlarını nasıl takviye ettiğini ve cemiyetin bünyesindeki temelleri sağlamlaştırmak için muhtaç olduğu hizmetler ne kadar takdir ettiğini gösterir.
İbn Abbas, vakti; zikir, oruç ve namazla geçirmek sayılan ve Allah (c.c.) indinde yüce bir kıymeti olan i'tikafı bir rekatı diğer mescidlere göre bin rek'at sayılan bir mescitte, (bir müslümanın ihtiyacı için) terketmeyi tercih etmiştir.
İşte îbn Abbas'ın fıkıh ilmi, yardım isteyen bir müslümanın yardımı için böyle bir ibadeti terketmesini gerekli kılmıştır. İşte İbn Abbasın Reslullah'dan (s.a.v.) almış olduğu ilim budur.
Dünya meşguliyetler; ve büyük yorgunlukları, yağmurun kurak ve nemli yere indiği gibi insanlara yağar. İnsan böyle şiddetli durumlara karşı uzun zaman yalnız başına durmaktan acizdir. O, ihvânlarıyla olduğu durumdan çok kısa bir zamanda yapacağı hususu, yalnız başına iken çok cehd sarfederek yapabilir. Şöyle denilmiş: "Kişi yalnız başına az, ihvânlarıyla ise çok sayılır". Kardeşliğin bir hakkı da, müslümanın bolluk ve darlıktan ihvanlarını kendine dayanarak bilmesi ve gücünün tek başına bir işe yaramıyacağının şuuruna varmasıdır. Onun kuvveti mü'minlerin kuvvetiyle destek bulup güçleşir... Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Mü'min, mü'min için birbirini pekiştiren duvar gibidir."[20]
Onun içindir ki halisane bir kardeşlik büyük bir nimettir.
Bu nimet sadece maddi bir tanışma olmayıp aynı zamanda maddi bir yardımlaşmadır da. Allah (c.c.) bu nimeti aynı ayette iki defa zikretmiştir.
"Hani siz (birbirinizin) düşmanları idiniz de O kalblerinizi ısındırıp birleştirmişti. İşte O'nun bu nimeti sayesinde din kardeşleri olmuştunuz. "[21]
İslâm kardeşliği, kör asabiyet yardımlaşmasını değil, hakiki yardımlaşmayı müslümanlar arasında farz kılmıştır. Hakk'ı ikame ve batılı yok etme, mütecavizi azarlama ve mazlumun hakkını kurtarma kardeşliğidir. Onun için cephede müslümanı tek başına bırakmak caiz olmaz, bilakis bilmediği zaman onu irşad etmek, tecavüze uğradığı zaman korumak, hücuma uğradığı an müdafaa etmek ve gerektiğinde onun için savaşmak... Ve işte tüm bunlar İslam'ın farz kıldığı yardımlaşmanın manasına dahildir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Zalim veya mazlum olsun müslüman kardeşine yardım et.” Birisi; Mazluma yardım ederim fakat zalime nasıl yardım edeyim? dedi: “
Sen zalimi zulmünden men edersen böylece zalime yardım etmiş olursun."[22]
Bir müslümanın zelil düşmesi söz konusuysa bütün müslümanların zelil düşmesi demektir. Çünkü bu zillet şeref ve dostluk bağlarını koparacak, zelil düşen de ister istemez gördüğü bu haksızlığa boyun eğecek, tek başına çekilip kendisine zulüm yapanlarla arasındaki kardeşlik bağları kopulacak ve müslümanlar fert ve cemiyet olarak fert fert kalacaklardır. Kardeşlik bağları kopulur, biri diğerine yalancı ve nefret gözüyle bakar ve biri diğerinin yanında küçültülür, o da elini sallayarak görmemezlikten geldiği an zelil düşmüşlerdir.
Bu düşüklük müslümanları zelil ve perişan etmiştir. İslâm bu aşağılık ile en çetin şekilde savaşmış öyle karanlık ve zulüm gölgelerinde durmak isteyenleri de lanetlemiştir. Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
"Haksız olarak birisinin dövüldüğü yerde durmayın Çünkü, böyle bir yerde durup da zulme uğrayana yardım etmeyenin üstüne lanet yağar."[23]
Müslüman kardeşine bir kötülük ve zarar geldiği zaman onun yardımına koşmaya ve yanında olmaya çalış ki senin sayende zulüm def edilip hak da yerini bulsun. Resûlüllah'dan (s.a.v.) şu hadis rivayet edildi:
"Kim bir mazlumun hakkını almak için onunla yürürse kıyamette ayakların kaydığı günde Allah onun ayaklarını sıratta sabit kılar."[24]
Bu görev, cemiyette bir makam veya insanların rağbet veya korku duydukları bir mevkide isen daha da çoğalır. Malın zekâtı olduğu gibi makam ve mevkiin de verilmesi gereken zekâtı vardır. Allah (c.c.) sana böyle bir makam nasîb ettiyse, bu sadece koltuklarını şişirmene veya, zelîl düştükten sonra kibir taslamana sebep olmasın. Allah (c.c.) böyle bir imkanı seninle bazı ihtiyâçların görülmesi için nâsîb etmiştir. Sen bunları ifâ ettiğin takdirde boynundaki farz görevi ve sevabı hak etmiş olursun aksi takdirde nimete karşı olan nankörlük ve bu nimetin zevalma ortam hazırlamış olursun. Resûlüllah (s.a.v.)'dan şu hadis rivayet edildi:
"Allah'ın (c.c.) bazı insanlar yanında, müslümanların ihtiyâçlarını görmeleri için emanet olarak vermiş olduğu bazı nimetleri vardır. Bunlar müslümanların ihtiyâçlarında kullandıkları müddetçe Allah (c.c.) onları devam ettirir. Onları müslümanların ihtiyâcında kullanmadıkları an Allah (c.c.) onları başkalarına devreder."[25]
İnsan makamını, insanların faydasına veya onlardan zararı defetme yolunda kullandığı takdirde ihlâs ve samimiyet Ölçülerine dikkat etsin. Kim bunu bir menfaat karşılığı yaparsa Allah (c.c.) indindeki sevabı kaybolup, bu hareketiyle haram yemiş sayılır. Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
"Kime, birine yaptığı bir iş karşılığı bir hediye verilir, o da kabul ederse, büyük günâhlardan birinin kapısını çalmış demektir."[26]
Kardeşlik adabına ters düştüğü ve onun esaslarını zedelediği için, İslâm'ın harp ilân ettiği birçok kötülük vardır. Safları pekiştirip, herkesi lâyık olduğu makama oturtan esas, kardeşlik esasıdır. İhvan arasında niza veya çekişmeler baş gösterdi mi, kardeşlik esası tatbikattan kalkıp herkes de te'sirini gösterir.
"Şüphesiz ki mü'minler kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını bulun. Allah'dan korkun ki merhamet bulasınız."[27]
Allah'ın Resulü (s.a.v.) mübarek hadisleriyle bu kötülüklerden sakındırmıştır. Basireti olmayana, ilk bakışta bunlar basit gözükebilir. Fakat iyi tefekkür edilirse bu kötülüklerin neticeleri kalpleri ürpertir, şefkat duygularını kurutur. O (s.a.v.), şöyle buyurdu :
"Zandan sakının; zan, konuşmanın en yalan olanıdır, kusurları araştırmayın bu hususta kulak hırsızlığı yapmayın kötülükte yarışmayın. Birbirinize hased etmeyin, buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Allah'ın sizlere emrettiği gibi birbirine kardeş olan Allah'ın (c.c.) kulları olun, Müslüman Müslüman'ın kardeşidir, ona zulmetmez, onu rencide etmez, onu hakir görmez, kötülük olarak, insana Müslüman kardeşini hakir görmesi yeter. Müslüman'ın kanı ırzı ve herşeyi diğerine haramdır. Allah, suret ve cisimlerinize bakmaz. O kalp ve amellerinize bakar. Takva kalptedir. Takva işte buradadır. (Resûlüllah (s.a.v.) bunu söylerken göğsüne işaret etti.) Haberdar olunuz. Birbirinizi alışverişini bozmayın. Allah için kardeş kullar olun. Müslümanlar için üç günden fazla Müslüman kardeşinden uzak durması (darılması) helâl olmaz,"[28]
Allah (c.c.) için birbirini sevenlerden meydana gelen cemiyetlerde akide kardeşliği, kan kardeşliği yerine geçer. Çoğu kez iman bağı kan bağını geçer. Şu bir gerçektir ki Allah (c.c.) için olan kardeşliğin bağları ilk Müslümanları toplamış, İslâm devletini ikâme etmiş ve sancağını dalgalandırmıştır. Resûlüllah (s.a.v.) bununla kinci ve putçu hücumlarla diğer düşmanlıklara karşı koyan bir ümmeti te'sis etmiştir. Bu ümmet büyük bir mücâdeleden sonra sağlam temel ve yüce sütunlarla ortaya çıktı. Onun düşmanları helak olup yok oldular. Her şey zıddı ile bilinir. Asrımızda yahudilerin batıl bir dava etrafında toplanmaları, kendileri için devlet kurma arzuları, tüm servet, şan ve ilk vatanlarını terkederek Doğu ve Batı'dan göçüp mukaddes topraklara yerleşmeleri... Evet bütün bunlar yahudilerin 1400 yıllık batıl inançlarından kaynaklanan ideolojilerinin kalıntılarıdır. Bu kin, müslümanlar'ın ilk İslâm devletlerini kurmak için seçtikleri ve her yerden akın ederek hicret ettikleri Medine kentine yerleştikleri zamandan beri devam etmektedir.
İslâm'a kucak açan, dâvâsını yücelten Medine şehri yerli ve yabancıların ilişkilerini, Allah'a (c.c.) iman, faziletli bir îsar, cins ve soylar arasında eşitlik, karşılıklı hürmet ve muhabbet, fazileti yayma, hakkın yüceltilmesi (sorumluluk olduğu için değil) sadece Allah (c.c.) rızası için iyiliği neşretme esasları üzerinde kuruyordu. Allah (c.c.) şöyle buyurur :
"Onlardan evvel Medine'yi yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç "meyli" bulmazlar. Kendileri de fakru ihtiyaç içinde olsalar bile onları öz canlarından daha üstün tutarlar."[29]
İşte bunlar, geçici dünya menfaat ve gayeleri için olan kardeşlik değil gerçek kardeşliğin ve Allah (c.c.) rızası olan akide kardeşliğinin alametleridir. İslâm'ın kardeşlik talimatı kimseyi rahatsız etmemeye riayet ediyordu. Bir Müslüman'ın kardeşinin huzursuz olmasına sebebiyet vermesi veya onu korkutacak şekilde işarette bulunması caiz değildir. Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurur :
"Müslümanın Müslümanı korkutması helâl olmaz."[30] Şu hadis te Resûlüllah'tan rivayet edilir.
"Kim haksız olarak Müslüman kardeşine onu korkutacak şekilde niza ederse Allah (c.c.) onu kıyamet gününde korkutur."[31]
Müslüman'ın eziyet ve zulüm görmesine sebebiyet veren şeyler İslâm'da büyük cinayet sayılırken bizzat ona eziyet veya zulüm etmek nasıl olur? Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Kim; ana, baba, kardeşi olsa bile, kardeşine demir ile işaret ederse vazgeçinceye kadar melekler ona lanet eder."[32]
İşte bu tavsiyelerle kardeşlik tam bir teminâttı öyle ki, cemiyete huzur ve sükûnu bu şekliyle yayabildi. İşte bu kardeşliğin sağlam temelinden dolayıdır ki İslâm sert bir şekilde kibir ve övünmeyi haram kılmıştır. Aynı ana baba ve aynı dine bağlı olmanın şuuruna erenleri hiçbir dünya menfaati düşman kılamaz. Üstünlüğün takvada takvanın da kalpte, kalplerinde sırrını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini anlayan bir toplumda batıl olan övünmenin yeri yoktur. Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
"Allah (c.c.) bana tevazuda bulunmanızı ve hiç kimsenin diğerine karşı kibirlik taslamamasını vakyetti."[33]
İslâm yeryüzünde yükselmek için şeytanın oyununa gelip kardeşlerine kibir taslamaktan insanları korkutmuştur. Şöyle ki : O, yükselmek isteyenlerin kıyamet gününde koltuklarını şişirdikleri nisbette, küçük düşüp ayaklar altında ezilen zerreler olacaklarını beyân etmiştir. Bu konudaki hadis şöyledir:
"Mütekebbirler kıyamet gününde adamlar şeklinde olan zerrecikler halinde haşrolacaklardır ki onları her taraftan horluk kaplayacakdır."[34]
Kardeşlik bağlarını kibir, insanları hakir görme ve onları küçük düşürme hasletleri yırtar. Tüm bunlar çirkin gaflet ve koyu cehaletin semereleridir. Zayıf kimseye sataşmak yerine yardım etmek, şaşkın kimseye de, gülmek yerine yardımcı olmak gerek. Birine belâ isabet edip bir kötülük işittiğinde bir müslümandan beklenen en son durum, sadece bu kötü duruma veya belanın onun küçük görülmesine sebebiyet vereceğini ta'kib etmesidir.
"Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavim ile alay etmesin olur ki (alay edilenler)
Allah indinde kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları (eğlenceye almasın)
olur ki onlar kendilerinden daha hayırlıdır."[35] Hasan Basri'den rivayet edildi: "Muhakkak ki insanlarla alay edenlere cennette bir kapı açılacaktır. Onlardan birine : "Haydi gir" denilecek. O da zahmet ve sıkıntı içinde gelecektir. Tam kapıya geldiğinde, kapı üstüne kapanır. Sonra ona bir kapı daha açılır. Ona : "Gir, gir" denilecek yine binbir türlü zahmet ve sıkıntı içinde geleceğinde kapı kapanır. Bu durum onlardan birine cennet kapısı açılıp "gir" denildiğinde ümitsizlikten ona girmeyeceği bir ana kadar devam eder."
[36]
İşte istihza edenlerin cezası budur. Bu ceza, yaptıklarını onlara hatırlatmak ve onları azarlayıp yaptıkları amelin cinsinden bir cezadır.
İslâm'ın umumî kardeşliği korumak ve yapmacık olan bölücülüğü yıkmak için başvurduğu yollardan biri de kan eşitliğini kuvvetlendirmek, tüm haklarda eşitliği sağlamak, ferdi ve umumî olarak soy sopla öğünmenin batıl olduğunu hatırlatmaktır... Çünkü Adem'in (a.s.) atalığı tüm insanları bir esasta toplamıştır. Bir şahsın ancak gayret ve çalışması ile kardeşi veya kendine denk olan insanlara üstünlük veya imtiyazı olabilir. Bir insanın güzel bir amel ile bir imtiyazı yok ise, ataları ahiretin sultanları bile olsalar kendisine bir fayda veremeyecektir. Ebu Hüreyre, (r.a.) Resûlüllah'ın şöyle dediğini rivayet eder:
"Kıyamet gününde Allah (c.c.) bir münâdiye şöyle çağırmasını emreder : "Dikkat edin. Ben sizleri belli bir soyda yarattım. Sizler de kendilerinize soylar edindiniz. Ben sizin en değerlinizi, en muttaki olanınız kıldım. Siz bundan yüz çevirip falan oğlu falanım dediniz. Ben bugün sizin için esas olarak kabul ettğim soy esasını kabul eder yüceltirim. Sizin tesbit ettiğiniz soyları ise alçaltırım."[37] Bu Hadisi Şerif şu ayetin bir nevi tefsiri mahiyetindedir.
"O vakit sûr üfrüldü mü, artık aralarında ne bir neseb yardımlaşması vardır ne de birbirinin halinden sorabilirler. O zaman kimin hasanet tartıları ağır gelirse (işte) onlar zafere kavuşacaklardır. Kimin de tartıları hafif gelirse işte kendilerini hüsrana düşürenler bunlardır. Cehennemde ebedi olarak kalacaklardır."[38]
Ne gariptir ki Arablar'ın soyla övünüp ataları ile üstünlük taslamaları, İslami esasları cemiyetlerinde tatbik hususunda kendilerine galebe çalmıştı. Bu mesele, geçmiş ve hazır olan durumumuz için tehlikeli âfetlere sebep olmuştur.
Müslümanlar arasında olan kardeşliğin muhafaza edilebilmesi için gerekli vasıtalardan biri de, onun ırk ve cins ile ilgili çekişmeleri yok etmesidir. İnsanın kavim ve vatanını sevmesi normaldir. Fakat bunun, Allah (c.c.) ile yaratıklarının unutulmasına sebebiyet vermesi asla caiz olmaz. Resulullah (s.a.v.):
"En hayırlınız, bu yolda günah işlemediği müddetçe aşiretini müdafaa edeninizdir"[39] Resulullah'a (s.a.v.) ırkçılık nedir? diye sorulunca:
"Haksız olarak kavmine yardım etmendir" buyurdu.
İslam kardeşliği, istikâmet, ihlâs, İslâmî emirleri tatbik, bunları umumi, hususi tüm bağlara tercih etmeyi, karşılaştığı problemleri onunla çözmeyi ve İslâm'dan başka her türlü ideoloji ve davaları terketmeyi gerekli kılmaktadır...
[38] Mü’minun: 25/ 101-103.