Kulluk Risalesi
Her ihtiyacımıza (kâfi) yeterli olan Allah (c.c)'a hamd, seçip beğendiği kullarına salat ve selam olsun.
Bu küçük risale iki kişi arasında geçen bir konuşmayı, tartışmayı (münazarayı) dile getirmektedir.
Kişilerden birisi:
"Allah (c.c) ile bizim aramızda mutlaka bir vasıta (aracı) olması lazımdır. Çünkü biz vasıtasız olarak Allah (c.c)'a vasıl olmaya muktedir değiliz" diyor.
İkincisi ise:
Bu sözlerin ifade ettiği manalara cevap veriyor...
1.BÖLÜM
Alemlerin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah (c.c)'a hamdolsun.
Eğer vasıta deyimiyle, Allah'ın emirlerini bize tebliğ eden kimseler kast ediliyorsa, bu söz haktır ve doğrudur.
Gerçekten insanoğlu; Allah (c.c)'ın neleri sevdiğini neleri sevmediğini, nelerden razı olup, neleri istemediğini, neleri emredip, nelerden yasakladığını, dostlarına hangi nimeti, düşmanlarına hangi (azabı) cezayı hazırladığını kendi başına bilemez.
Yine insanlar, Allah (c.c)'a layık olan güzel isimleri ve yüce sıfatları idrak edemezler ki, bunları akılla ve kendi kendine anlamak ve seçmekten aciz kalırlar.
İşte bütün bunlar ve benzerlerini bilebilmek için insanın Allah (c.c) ile kendisi arasında bir vasıtaya ihtiyaçları vardır. Ve bu vasıta da Allah'ın seçip görevlendirdiği Rasûllerdir. Ancak bunlar aracılığı ile Allah'ın istekleri bilinebilir.
Bu aracı Rasullere iman edenler, onlara tâbi olanlar ve hidayete erenlerdir. (onları takip edenler doğru yola ulaşanlardır). Allah (c.c) bunlara katında yüce makamlar verir, derecelerini yükseltir ve ahirette de nimet ve şeref bahşeder.
Rasûl ve nebilerine muhalefet edenler (karşı olanlar) ise, melun lanetliler, Allah (c.c)'ın yolundan sapanlar ve azıtanlardır.
Yüce Allah mealen buyuruyor:
"Ey adem oğulları! Eğer size aranızdan ayetlerimi tebliğ eden nebi ve Rasuller gelirse, artık kim onlara muhalefetten sakınır ve nefsini islah ederse, onlar için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onları kibirlerine yedirmeyenler ise, onlar ateşin dostudurlar ve onlar o ateşte ebedi kalıcıdırlar" (A'raf: 7/35-36)
"Artık ne zaman benden size doğru yola götürücü bir kitapla Rasul gelirse de kim benim doğru yoluma uyarsa, o kimse sapıtmaz ve bedbaht olmaz. Kim de benim doğru yolumu kabul etmezse, onun da hakkı dar bir geçimdir. Ve biz onu kıyamet gününde gözleri kör olarak hasrederiz. O, "Rabbim! Beni neden kör hasrettin, halbuki ben görüyordum" der. Allah da ona şöyle cevap verir: Sana ayetlerimiz geldiğinde sen onları görmedin ve unuttun. İşte bugün de sen görülmeyip unutuluyorsun!" (Taha: 20/123-127)
İbni Abbas:
"Kur'an-ı Kerim'i içindekileri anlayarak okuyan; ve ayetlere uygun hareket (amel) eden kimseyi Yüce Allah (c.c) bu dünyada sapıtmamayı, (ahirette) öbür dünyada da bedbaht etmemeyi vaad etti ve kefaleti (garanti) altına aldı" demektedir.
Cehennem ehlinden Yüce Allah şöyle haber veriyor:
"Öfkesinin şiddetinden neredeyse patlayıp parçalanacak. Her gün cehenneme atıldıkça, muhafızları onlara sorarlar: "Size azab ile sakındırıcı bir nebi gelmedi mi?" Onlar cevap verir: "Evet! Gerçek o ki. Bize azabla sakındırıcı ve korkutucu nebi gelmiştir. Fakat biz onu yalanlayarak dinlemedik. Allah seninle hiçbir şey indirmemiştir. Sen ancak büyük bir sapıklık içindesin demiştik" (Mülk: 67/8-9)
"O kafirler, ayrı ayrı bölükler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya geldikleri zaman onun kapıları açıldı. Cehennemin muhafızları onlara "Size aranızdan Rabbinizin ayetlerini karşınızda okuyacak, sizi bu günlere gelmekle korkutacak nebiler gelmedi mi?" diye sorarlar. Onlar "Evet, geldi" diyerek cevap verirler. Öyleyse azab hükmü kafirlerin üzerine bir hak oldu" (Zümer: 39/71)
"Biz elçileri müjde vericiler ve uyarıp-korkutucular olmaktan başka (bir nedenle) göndermiyoruz. Şu halde kim iman ederse ve (davranışlarını) düzeltirse, artık onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Ayetlerimizi yalanlayanlara, fıska sapmalarından dolayı azab dokunacaktır." (En'am: 6/48-49)
"Nuh'a ve ondan sonraki nebi ve Rasullere vahyettiğimiz ve İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve evlatları İsa, Eyyub, Yunus, Harun ve Süleyman'a vahyettiğimiz ve Davud'a Zebur'u verdiğimiz gibi, ey Muhammed hiç şüphesiz sana da vahyettik biz. Gönderdiğimiz nebi ve Rasullerin hikayelerini gerçek olarak sana bildirdik. Yine nebi ve Rasuller yolladık ki, onların hayatlarından sana bir haber vermedik. Allah Musa ile de hitap ederek konuştu. Biz nebi ve Rasullerimizi rahmet müjdecileri ve azab habercileri olarak gönderdik. Ta ki bu elçilerimizden sonra, insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak galibdir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa: 4/163-165)
Bu ayetlerin benzeri Kur'an-ı Kerim'de pek çoktur. Ve bu husus, müslüman, yahudi ve hıristiyanlar gibi bütün din ehlinin üzerinde ittifak ettikleri esaslardandır.
Böylece bütün dinlerin salikleri Allah (c.c) ile kulları arasında Allah (c.c)'ın emir ve yasaklarını tebliğ edici nebi ve rasulleri aracı olarak kabul ederler. Böyle bir vasıtayı hiç kimse inkar etmez herhangi bir semavi dine bağlı olarak.
Yüce Allah buyurur:
"Allah, melekler ve insanlar arasından (peygamberler) elçiler seçti, gönderdi" (Hacc: 75)
Bütün dinler ehlinin ittifakı ile bu vasıtaları kim inkâr ederse kafir olur.
Yüce Allah'ın Mekke'de indirdiği :
En'am, Â'raf ve başında Elif lam ra, Hâ mim, Tâ sîn gibi harfler bulunan ve benzeri sureler Allah (c.c)'a, Peygamberlere ve ahirete iman gibi İslâm'ın temel esaslarını beyan ve ihtiva ederler.
Yüce Allah bu surelerde (Peygamberlerini) elçilerini yalancı sayan kafirlerin hallerini ve onları nasıl helak eylediğini, elçilerine ve onlara iman edenlere nasıl yardımcı olduğunu beyan buyurmuştur...
İşte bu konudaki ayetlerden mealen bir kaçı:
"Andolsun ki peygamber olarak gönderilen kullarımız hakkında geçmiş bir sözümüz vardır: Muhakkak onlar muzafferdirler. Muhakkak bizim ordumuz, herhalükârda galip olacaklardır": (Saffât: 37/171-173)
"Muhakkak ki biz, (peygamberlerimizi) elçilerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında hem de meleklerin şahid olacağı kıyamet gününde muzaffer kılacağız" (Mü'min: 51)
Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, bu vasıtalara (nebi ve rasullere) uyulur ve kayıtsız şartsız onlara itaat edilir:
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." (Nisa: 4/64)
"Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa: 4/80)
"De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âli İmran: 3/31)
"İşte peygambere iman edenler, onu tazim edenler, ona yardım edenler ve onunla beraber indirilen Nur'a (Kur'an'a) tâbi olanlar; onlar selamete erenlerin ta kendileridir." (Araf: 7/157)
"Andolsun ki, Allah'ın Rasulünde sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için çok güzel örnekler vardır" (Ahzab: 33/21)
2.BÖLÜM
Eğer vasıta ile; menfaatları (faydaları) celb, zararları defetmek için mutlaka bir vasıtanın lâzım geleceği kastediliyorsa...
Mesela: Kulların rızıklandırılmasında, kendilerine imdad ve hidayet edilmesinde bir vasıtanın bulunması ve kulların bu menfaatleri böyle bir vasıtadan istemeleri ve ondan bunu ümit etmeleri gibi bir vasıtanın (lüzumu) olması murad ediliyorsa...
İşte böyle bir vasıta telakkisi en büyük bir şirktir. (Ki Yüce Allah müşrikleri de bundan dolayı kâfir ve müşrik saymıştır.)
Yüce Allah bu iddialarından ötürü hıristiyan ve Musevileri kafir saymıştır.
Şöyle ki; onlar Allah'dan başka kendilerine dost ve şefaatçılar ediniyorlar. O dost ve şefaatçıların vasıtası ile menfaatları celb, zararları defetmek istiyorlardı. Her ne kadar Allah (c.c)'ın izin verdiği insanların şefaat etmeleri hak ise de...
Şefaat hakkında Yüce Allah buyuruyor ki:
"Allah gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları altı günde yaratan ve sonra arşa istiva edendir. Sizin O'ndan başka hiçbir (dostunuz) yariniz , Allah'tan başka hiçbir şefaatçiniz yoktur. Artık iyice düşünmez misiniz?" (Secde: 32/4)
"Rabbilerin (götürülüp) toplanacaklarından korkanları sen onunla (Kur'an'la) sakındır ki, onların O'ndan (Rabblerinden) başka ne bir (dostu) yari ne de bir şefaatçisi yoktur. (Senin bu inzarın) onların sakınmaları içindir" (En'am: 6/51)
"...(Kur'an ile) va'z et ki, hiçbir kimse kazandığı (günah) yüzünden helake sürüklenip atılmasın, ona (her bir nefse) Allah'tan başka ne bir (dost) yâr, ne de bir şefaatçi yoktur." (Enam: 70)
"De ki; O'nu (Allah'ı) bırakıp boş yere (İlâh veya Allah ile aranızda vasıta ve şefaatçi) zannettiklerinizi çağırın, onlar sizden herhangi bir sıkıntıyı gideremeyecekleri gibi, değiştiremezler de. Onların dua edip taptıkları da (Allah ile kendileri arasına vasıta olarak kabul edip, dua ve istimdat ederek yardım ve şefaatlarını istedikleri melekler, peygamberler ve salih kimseler de) hangisi Rabblerine daha yakın (olacak) diye vesile (derece yakınlığı) arayıp duruyorlar, onun rahmetini umuyorlar, onun azabından korkuyorlar, çünkü Rabbinin azabı korkunçtur." (İsra: 56-57)
"(Müşriklere) de ki, Allah'tan başka (ilâh veya Allah ile aranızda şefaatçi ve vasıta) zannettiklerinize (istediğiniz kadar yalvarın, istimdat edin), onların ne göklerde, ne yerde bir zerre miktarına bile güçleri yetmez. Onların buralarda (yerde, gökte) hiçbir ortaklığı olmadığı gibi O'nun (Allah'ın) da bunlardan bir yardımcısı yoktur, O'nun nezdinde kendisine izin verdiği kimselerden başkasının şefaati faide vermez." (Sebe: 22-23)
Selefden bir grup diyor ki:
"Bir kısım kavimler Hz. İsa, Hz. Üzeyr ve Meleklere dua edip onlardan istimdat ediyorlardı. Allahu Teâla bir çok ayetlerle, meleklerin ve peygamberlerin herhangi bir zararı kaldırmaya ve tebdil etmeye muktedir olmadıklarını, meleklerin de, peygamberlerin de Allah'a yaklaşmaya çalıştıklarını, onların da Allah'ın rahmetini umduklarını, azabından korktuklarını beyan buyurdu..."
"Beşerden hiçbir kimseye yakışmaz ki kendisine, kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de sonra o insanlara "Allah'ı bırakıp da bana kul olun" desin, fakat "öğretmekte ve okuyup yazmakta olduğunuz kitap sayesinde Rabbaniler olun" (der). Sizin melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi de emretmez, o, size, siz müslümanlar olduktan sonra hiç kâfirliği emreder mi?" (Âli İmran: 3/79-80)
Görülüyor ki, Yüce Allah melekleri ve peygamberleri "Rab" edinmenin küfür ve şirk olduğunu beyan etmektedir.
Öyleyse, her kim melekleri ve peygamberleri Allah ile kendileri arasında vasıtalar edinir;
Onlara dua ve tevekkül eder ve onlardan menfaat celbini ve zararların defini isterse;
Meselâ; onlardan günahların affını, kalplerin hidayete ermesini, sıkıntıların giderilmesini, yoksulluğun önlenmesini taleb eylerse, o kimse müslümanların icmaı ile kâfir olur.
Yüce Allah buyurmaktadır mealen:
"Çok esirgeyici Allah bir evlat edindi dediler. O'nun şanı bundan yücedir, münezzehdir. Hayır, evlat dedikleri sadece ikrama nail olmuş kullardır. Bunlar sözle asla O'nun önüne geçemezler. Onlar Allah'ın emriyle hareket ederler. Önlerindekini de arkalarındakilerini de o bilir. Bunlar O'nun korkusundan titreyenlerdir. Bunlar ki "ilah o değil benim derse" biz O'nu derhal cehennemle cezalandırırız. Biz o zalimleri de cezalandıracağız" (Enbiya: 21/26-29)
"Ne Mesih, ne en yakın melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse, (düşünsün ki Allah) onların hepsini huzurunda toplayacaktır" (Nisa: 4/172)
"Dediler ki: Rahman (olan Allah) bir evlat edindi. Yemin ederim siz çok kötü bir söz söylediniz. Onlar O Rahman olan Allah'a evlat izafe ettikleri için, böyle bir sözden dolayı nerede ise gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar çöküp dağılacaktır. Halbuki o çok esirgeyen Allah için bir evlat edinmek asla yakıştırılacak bir iş değil. Göklerde ve yerde olan herkes, hiç istisnası olmamak üzere O Rahman olan Allah'a mutlak kul olarak gelecektir. Andolsun o bunları cemiyet olarak da saymış, ferd olarak da saymıştır. Her biri kıyamet günü O'na tek başına gelecektir" (Meryem: 19/88-93)
"Onlar Allah'ı bıkarıp kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere bağlanırlar. Bir de, "bunlar Allah yanında bizim şefaatçılarımızdır" derler. De ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyden mi haber veriyorsunuz?" Haşa! O şirk koşmakta oldukları her şeyden çok uzaktır, çok yücedir" (Yunus: 10/18)
"Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaaatları bile hiçbir işe yaramaz. Ancak o şefaat Allah'ın dileyeceği ve razı olacağı kimseler için vereceği izinden sonra olursa, o başka" (Necm: 53/26)
"Onun izni olmayan kimseye şefaatçi olan kimmiş?" (Bakara: 2/255)
"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu kendinden başka hiç bir giderici yoktur. Eğer sana bir hayır da dilerse O'nun bu hayrını geri çevirici hiçbir kuvvet de yoktur" (Yunus: 10/107)
"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak yoktur. Tutacağı bir şeyi de salıverecek yoktur" (Fatır: 35/2)
"De ki: "O halde bana haber verin. Allah bana herhangi bir zarar dilerse, sizin Allah'ı bırakıp da taptıklarınız O'nun bu zararım giderebilirler mi? Yahud Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini geri çevirebilirler mi?" De ki: "Bana Allah yeter, güven ve dayanak arayanlar da ancak O'na güvenip dayanırlar" (Zümer: 39/38)
Bunlara benzer ayetler Kur'an-ı Kerim'de daha bir çoktur.
3.BÖLÜM
Nebi ve Rasullerin dışındaki din ve ilim adamlarına gelince:
Bunları, nebi ve Rasûllerin ümmeti arasında, Rasûllerin getirdiği emirleri ümmete tebliğ edip (açıklayıp) talim ettiren, onlara edeb ve terbiyeyi öğreten ve ümmet tarafından (iktida edilen) dinlenen birer vasıta olarak kabul (ve ispat) eden kimseler bu inançlarında isabet kaydetmişlerdir, doğruyu görmüşlerdir.
Bu, din ve ilim adamları, bir mesele üzerinde icma ve ittifak ettikleri zaman, böyle bir ittifak kâfi (yeterli) bir hüccet ve şüphe edilmeyecek delil hükmüne girer. (delil niteliği kazanır.)
Çünkü Allah (c.c)'ın dininin gerçek alimleri (hata) dalâlet üzere ittifak etmezler.
Şayet ilim ve din adamları bir mesele üzerinde ittifak etmişlerse (birleşmişlerse); Onu Allah (c.c)'ın kitabına ve Rasulü'nün (s.a.v) hadislerine havale etmiş, bu iki mutlak kaynağa dayanarak, (bunların hükümleriyle fasletmiş ve) halletmişlerdir.
Çünkü, gerçek din ve ilim adamlarından hiçbiri, şahsen, ferdi bakımdan, mutlak surette masum değildirler. Zaten insanlar, hemen hepsinin, sözlerinin (ve hükümlerinin) bir kısmını kabul ve bir kısmını reddedebilirler.
Fakat Allah Rasûlü'nün (s.a.v) hiçbir sözü ve hükmü asla reddedilemez.
Onun için de din ve ilim adamları, ihtilafa düştüğü bir meseleyi Allah (c.c)'ın ve Rasulü'nün (s.a.v) hükmüne müracaat ederek çözümlerler.
Din ve ilim adamları hakkında Allah'ın Rasulü (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
"Alimler nebi ve Resûllerin mirasçılarıdır. Muhakkak ki Nebi ve Rasuller insanlara altını ve dirhemi (parayı) miras olarak bırakmazlar. Onların mirası sadece ilimdir. Kim onların bıraktığı ilmi elde ederse, çok büyük bir nasib elde etmiş demektir" (Buhari, İlim: 10; Ebu Davud; İlm: 1; İbn Mace, Mukaddime: 17)
4.BÖLÜM
"Bir kimse hükümdara yakın olan kimselerin, hükümdar ile halkı arasında vasıta oluşu gibi, din ve ilim adamlarını veya şeyhleri Allah (c.c) ile kulları arasında bir vasıta olarak görürse, böyle itikad ederse... "
Şöyle ki; kulların ihtiyaçlarını Allah (c.c)'a onlar sunuyor ve Allah (c.c) ancak kullarına onların vasıtasıyla hidayet ediyor ve rızık veriyor...
Halk onlardan, onlar da Allah (c.c)'tan istiyorlar.Tıpkı, hükümdar nezdindeki vasıtaların hükümdara halktan daha yakın oldukları için, halkın taleplerini bizzat melikten istememek için, edeben onlardan istemeleri gibi.
Yahut da, vasıtalar hükümdara ihtiyaç sahibinden daha yakın olduğu için, vasıtalardan istek ve talepte bulunmayı daha faydalı buluyor. (Elbette ki halk isteklerini doğrudan doğruya hükümdardan istememek için, onun yakınlarını araya koyar.
İşte her kim bu şekil üzere, Allah (c.c)'la kulları arasında vasıtaların varlığını kabul ve itikat ederse, o kimse kâfir ve müşrik olur.
Böyle bir kimsenin Şer'an tevbe etmesini istemek vacib olur. Tevbe ederlerse kurtulur, etmezlerse katledilirler. Çünkü; bu teşbihçiler, Hâlık'ı mahlûka, Allah (c.c)'ı insanlara benzetmiş ve böylelikle Allah (c.c)'a şirk koşmuş olurlar.
Kur'an-ı Kerim'de bunları reddeden ayetler, bu risaleye sığmayacak kadar çoktur.
(Meselâ şöyle olmaktadır:
Halk, kralın yakınlarından neden şefaat istemektedir? Şunun için...
Kral veya hükümdar, halkın ne istediklerini topyekün bilemeyecektir elbette...
Onun yanındaki memurlar ve hususi yakınları, halkla, kendisinden daha fazla içli dışlıdırlar. Yani, makam olarak halka daha yakındırlar. Halk hükümdarı ulaşılamıyacak kadar büyük kabul ettiği için, bu vasıtaları araya koymak zorunda kalırlar. Çünkü, kendileri bildirmedikçe, kral durumlarını bilememektedir. İşte burası mühim bir noktadır. Allah (c.c)'ı da (hâşâ) bir kral gibi bilgisiz kabul etmiş olmak ne büyük bir şirktir. Allah (c.c) herşeyi gören, işiten ve vasıtasız olarak bilen kudrettir. Onun için kulunun durumunu aracılardan daha iyi bilmektedir. Aksini kabul ve iddia etmek Allah (c.c)'a (hâşâ) eksiklik izafe etmek olur ki, işte bu yukarıda da belirtildiği gibi en büyük şirk olur.)
5.BÖLÜM
Hükümdar ile teb'ası arasındaki vasıtaların varlığı şu üç şekilden birine dayanır:
Birinci şekil:
Hükümdarın bilmediği halkın bir kısım ihtiyaçlarını vasıtaların hükümdarlara haber vermesi şeklinde olur. (Hükümdar her şeyi bilmez. Onun için, halkın isteklerini bildirmesi ancak aracı ile olur. )
Halbuki Allah (c.c), gizli açık her şeyi bilendir. Bir kimse, Allah (c.c)'a bilgisizlik izafe ederse şirke ve küfre düşmüş olur.
Melekler, Nebi ve Rasuller, Şeyhler ve başkaları haber verinceye kadar, Allah (c.c) kullarının durumundan haberdar olmaz, hallerini bilmez, gibi bir itikad sahibi, elbette ki küfrün en derin gayyasına düşer, (gerçekten kâfir olur.)
Allah (c.c) her türlü eksiklikten münezzeh olan mutlak bir kudrettir. Gökte ve yerde her ne oluyorsa, kim ne yapıyorsa, onu mutlak anlamda bilir. O herşeyi işitir, en küçük bir zerreyi bile görür. O, ayrı ayrı dillerden kendisine dua edip isteyen kullarının seslerini duyar, dillerini anlar. Birini dinlerken, öbürünü işitmekten uzak olmaz. İsteklilerin ve isteklerin çokluğu O'nu asla yanıltmaz.
İkinci şekil:
Hükümdar güçsüz ve iktidarsız olduğundan, her şeyi bilecek kaabiliyet ve güçde olmadığından, vasıtalar olmaksızın halkın isteklerini ve halini bilemez. Ve bilemediği için de, idare etmekten aciz kalır. İşte bundan ötürü hükümdar, bilgi edinmek için, yardımcılar edinir, onları halkla kendi arasında vasıta olarak kullanır.
Halbuki, yukarda da izah ettiğimiz gibi, Allah (c.c)'ın haşa böyle bir eksikliği ve zaafı olmadığı için, yardımcıya ve kulları ile arasında bir vasıta kullanmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü o her şeye kadir, her şeye mutlak anlamda güç yetirendir.
O, bütün mevcudatın, o mevcudad içindeki bütün külli sebeplerin yaratıcısı, maliki, hükmedici, Rabbidir. O yarattığı hiçbir mahlûka muhtaç değildir, fakat bütün mahlûkat ancak O'na muhtaçtır.
Yardımcı ve dayanaklarına muhtaç olan hükümdarlar böyle değildir. Hakikatte, hükümdarın yardımcıları ve vasıta olarak kullandıkları, onun mülk ve sultanlığına ortak olanlardır. Hükümdarlık haklarını bölüşenlerdir.
Halbuki Allah (c.c)'ın mahlûku üzerindeki hükümranlığında hiçbir şeriki ve ortağı yoktur. Allah (c.c) hiçbir şeriki ve ortağı olmayan sultandır, Mabud'dur ve mülk mutlak anlamda O'nundur. Hamdü sena yalnız O'nadır ve O her şeye (kadirdir) hükmedecek kudrettedir.
Üçüncü şekil:
Hükümdar, hariçten bir başkası tahrik ve teşvik etmedikçe, teb'asına (halkına) bir yardımda ve ihsanda bulunmayı arzulamaz ve düşünmez.
Ne zamanki, emrinden sakındığı ve desteğine muhtaç olduğu bir kimse hükümdara nasihat ve ikazda bulunur yol gösterirse; o zaman, ancak o zaman halkının ihtiyaçlarına çare bulmak üzere hükümdarın iradesi faaliyete geçer. Ama bu hareket, nasihat veren kişinin öğüdünden hükümdarın kalbinde hasıl olan bir merhamet de olabilir veya ona öğüt verenin ikazından meydana gelen bir korku da olabilir. Belki de sadece ikaz edenin hatırı...
Allah (c.c) ise herşeyin sahibi ve Rabbidir. O, kullarına annenin çocuğuna duyduğu şefkatten çok daha şefkatli ve çok daha merhametlidir.
Herşey O'nun dilemesi ile olur, ancak O'nun istediği şey olur, tahakkuk eder, istemediği hiçbir şey de olmaz.
Allah (c.c) kullarının bir kısmının diğerlerine faydalı olmasını irade ettiği zaman, falan, filana yardımda bulunur, ona dua eder ve şefkat gösterir ve daha birçok iyiliklerde bulunur. (Bütün yardımlar Allah (c.c)'ın isteği ile olur.Çünkü, aracıların öğüdü ve yol göstermesi ancak Allah (c.c) izin verirse hükümdarın kalbini yumuşatır. )
Bütün bunların yaratıcısı Odur. O, yardım edenin, dua yapanın ve şefkat gösterenin kalbinde, yardım, dua ve şefkat etme iradesini yaratan Allah (c.c)'tır.
Kâinatta hiçbir kimsenin, Allah (c.c)'ı iradesinden başka bir şey yapmaya zorlaması veya Allah (c.c)'ın (hâşâ) bilmediği bir şeyi O'na öğretmesi mümkün olamaz.
Kâinatta Allah (c.c)'ın ümit beklediği veya (hâşâ) korktuğu hiçbir varlık mevcut değildir.
Bundan dolayıdır ki, Allah'ın Rasûlü (s.a.v) :
"Sizden hiçbiriniz "Allahım beni istersen affet istersen bana rahmet eyle" demesin. Fakat istediğini kesin olarak söylesin, zira, Allah (c.c)'ı zorlayıcı hiçbir (kuvvet) kudret mevcut değildir" buyuruyor. (Buhari, Deavat: 21; Tevhid: 31; Müslim, Zikir: 7; Muvatta, Kur'an: 28 Tirmizi, Deavat: 79; Ebu Davud, Salat: 358; İbn Mace, Deavat:

6.BÖLÜM
Allah (c.c) katında şefaat edecek şeyler, sadece Allah (c.c)'ın izin verdiği şeylerdir ve ancak Allah (c.c)'ın izni ile şefaat edebilirler.
Cenab-ı Hakk buyuruyor:
"Allah, o Allah'dır ki, kendinden başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. O, geriye ve ileriye doğru sonu olmayan diridir. Zatıyla ve kemaliyle kaimdir. O'nu uyuklama hali yakalamaz ve asla uyumaz O. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de ortaksız olarak O'nun. O'nun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek olan da kimmiş? O herkesin önünde ve ardında ne olduğunu kesin kes bilir. O'nun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kabil değil kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Bunların varlığı O'na ağır gelmez. O çok yüce ve büyüktür" (Bakara: 2/255)
"Önlerindekini de arkalarındakini de hep O bilir. Bunlar Allah'ın rızasına kavuşmuş olan kimseden başkasına şefaat edemezler. Bunlar O'nun korkusundan tiril tiril titreyenlerdir" (Enbiya: 21/28)
"Ey Rasulüm! Onlara de ki: Allah'ı bırakıp da, O'nun yerine koyduklarınız efendilerinize istediğiniz kadar yalvarın. Onların güçleri ne yerde ne de gökte hayır ve şer yapmaya, bir zerre miktarı bile yetmez. Onların buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, Allah'ın da bunlardan hiçbir yardımcısı yoktur. O'nun nezdinde, ahirette O'nun izin verdiği kimselerden başka hiçbir şefaatçinin aracılığı fayda vermez. Nihayet ona izin çıktığı ve korku giderildiği zaman, birbirlerine: "Rabbimiz ne buyurur?" derler. O şefaat ediciler de: "Hakkı söyledi" derler.O Allah çok yüce ve çok büyüktür" (Sebe: 34/22-23)
Bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki;
Allah (c.c)'tan başka hiç kimsede ne verilecek bir mülk ne de herhangi bir başka şey var. Halbuki, istimdat istenecek, (dua edilecek) dilenilecek kimsede mülk ve istenen şeylerin hepsi olmalıdır.
- Her yaratılmış şey ortaksız olarak sadece Allah (c.c)'ın olduğuna göre, O'ndan başkası kimseye herhangi bir şey veremez.
- Böyle olduğuna göre, elbette ki, hiç kimse O'nun yardımcısı da olamaz.
- Allah (c.c)'ın izni olmadıkça, kimse kimseye şefaat edemez.
Hükümdarların durumu böyle değildir elbette.
Hükümdara aracılık yapacak kadar yakın olan bir kimsede, verebileceği bir miktar mülk vardır. Bazen de mülkde hükümdarlarla ortaktırlar. Mülkün idare edilmesinde hükümdarın yardımcısı, hatta hükümdarın dayandığı kuvvettirler zaman zaman...
Bu şefaatçılar (Hükümdarın yakınları ve yardımcıları), hükümdarın huzurunda, ne hükümdardan ve de bir başkasından izin almadan aracılık şefaatçilik yaparlar.
Hükümdar bu (aracılara) şefaatçılara bazen ihtiyacı olduğu için şefaatlarını kabul eder, bazen korktuğu için, bazen de, hükümdara daha evvelce yapmış oldukları bir iyiliğin ve ihsanın karşılığı, mükâfat ve borç olarak kabul eder.
Hatta hükümdar karısının ve çocuğunun şefaatini bile kabul eder. Çünkü, hükümdar karısına ve çocuğuna, muhtaçtır. O kadar ki, karısı ve çocuğu kendisinden yüz çevirse bundan zarar görür.
Hükümdar kölesinin dahi şefaatini kabul eder. Çünkü, eğer kabul etmezse kendisine sadakatle itaat etmeyeceğinden ve zararına çalışacağından korkar. Hükümdar kölesinin şefaatini bile kabul eder zaman zaman. Çünkü bazı isteklerinin yerine getirmediği kölesinin kendisine sadakatle itaat etmeyeceğinden, zararına çalışacağından, iyi hizmet vermeyeceğinden ve hatta kötülük yapacağından korkar.
Kulların bir kısmının diğer bir kısım nezdindeki şefaatinin hemen hepsi bu cinstendir. Kullardan biri diğerinin şefaatini, mutlaka ya bir şeye tamah gösterdiğinden, ya da bir şeyden korktuğundan kabul eder.
Halbuki, Allahu Teâlâ ne bir kimseden menfaat bekler, ne tamah sahibidir, ne kimseye muhtaçtır ve ne de bir kimseden korkar. O mutlak zengin ve mutlak güç sahibidir.
Bütün bunları anlatışımızdaki sebep şudur:
Allah hiçbir kula diğer bir kuldan herhangi bir şey istemesini emretmemiştir.
Ancak o istediği şeyde, kendisi için bir maslahat bahis konusu ise, böylesi bir istek yapmaya da engel bir hal yoktur. Bu maslahatın da, ya "vacib" ya "müstehap" olması lazımdır.
Yüce Allah kuldan bundan başkasını dilemez. (kulun bundan başkası için kimseden bir şey istemesini hoş görmez).
(Hele sadece kendisinin gücü dahilindeki ortaksız sahibi olduğu şeylerin bir kuldan istenmesini hiçbir şekilde izin vermez.) Hem Cenab-ı Hakk, mahlûktan bundan başkasını istemeyi nasıl emreder?
Kaldı ki Cenab-ı Hakk Zaruret olmaksızın, mecbur olmadıkça, (hayati bir konu olmadıkça), hiç kimsenin bir başkasından bir şey istemesini haram kılmıştır.
Yüce Allah buyuruyor:
"O gün onların hepsini bir araya toplayacağız. Sonra mülk ve hükümde Allah'a ortak koşanlara: "Siz de, ortak koştuklarınız da durunuz durduğunuz yerde" diyeceğiz. Onları birbirinden tamamen ayırmışızdır. Bize hükümde ortak koştukları (ilahları) onlara: "Siz dünyada bize tapmıyor ve itaat etmiyordunuz ki" diyerek, onları yalanlayacak" (Yunus: 10/28)
"Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde her ne varsa şüphe yok ki Allah'ındır. Allah'tan başkasına itaat edenler dahi, gerçekte, Allah'tan gayri itaat ettiklerine itaat etmiş olmuyorlar. Onlar ancak kendi boş zanlarına uymuş oluyorlar ve yalan söylemiş oluyorlar" (Yunus: 10/66)
7.BÖLÜM
Müşrikler şefaat saydıkları şeyler cinsinden şefaatçılar ediniyorlardı. (Müşrikler istediklerini elde etmek için şefaatçılar ediniyorlardı. )
Yüce Allah bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır mealen:
"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar ne de bir yarar sağlayamayacak şeylere bağlanırlar. Bir de bu bağlandıkları şeyler hakkında 'bunlar bizimle Allah arasında bir aracıdırlar, Allah katında bizim şefaatçımızdır' derler. De ki: "Allah'a göklerde ve yerde bilmeyeceği, bilemeyeceği bir şeyden mi haber veriyorsanız? Haşa, O eş tuttukları şeyden münezzehdir" (Yunus: 10/18)
"O vakit, Allah'ı bırakıp da kendilerine Rab ve şefaatçi edindikleri düzmece ilahları, onlara Allah'ın azabını savmada yardımcı olmalı değil mi idi? Tersine, bunlar, kendilerini terkedip başlarının çaresine düştüler. Bunlar onların yalanlarıdır, düzdükleri hayalleridir" (Ahkaf: 46/28)
" İyi bil ki! Halis din Allah'ındır. O Allah'ı bırakıp da kendilerine bir takım başka dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara, bizi biraz daha Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."
"Hiç şüphe yok yüce olan Allah, onlarla müminler arasında, ayrılıklara düşegeldikleri şeyler hakkında, hükmünü verecektir. Söyledikleri muhakkak ki yalandır ve gerçekten kafir olan öyle kimseleri Allah doğru yola götürmez" (Zümer: 39/3)
"Sizin melekleri ve nebileri ilahlar edinmenizi emretmez. O, size hiç Müslüman olduktan sonra, yeniden kafirliğe dönmenizi emreder mi?" (Al-i İmran: 3/80)
"De ki: Allah'ı bırakıp da O'nun yerine kendinize ilah edindiklerinizi çağırın yardımınıza! Onlar sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremiyecekleri gibi, size gelecek herhangi bir belayı da değiştiremezler. Onların yardım istedikleri ve böylece kendilerine Rab edindikleri de, Allah'a daha yakın olmak için yol arayıp duruyorlar. O'nun rahmetini umuyorlar ve azabından korkuyorlar. Çünkü Rabbin azabı ne kadar korkunç bir azabdır" (İsra: 17/56-57)
Naklettiğimiz son ayette, Yüce Allah, kendi dışındaki varlıklardan dua ve istimdat edilenlerin, (yardım istenenlerin, beklenenlerin), hiçbir zararı kaldıramayacaklarını, belayı defedemiyeceklerini, tebdil de edemeyeceklerini , böyle bir güçleri olmadığını açıklıyor.
O dua ve istimdat edilen (yardım beklenen) lerin de aynı kendileri gibi, yani dua ve istimdat edenler (yardım isteyenler) gibi yardıma muhtaç olduklarını, Allah (c.c)'ın azabından korktuklarını ve aynen isteyenler gibi, Allah (c.c)'a yaklaşmak ve sığınmak istediklerini beyan ediyor.
Böylece Cenab-ı Hakk müşriklerin melekler ve peygamberler hakkında ileri sürdükleri dua ve istimdat etmek ve onları şefaatçi edinmek telâkkisini red etmekte ve yasaklamaktadır. (Kendisinden başka hiç kimseyi duaya muhattab saymıyor Yüce Allah...)
Ancak izin verilen şefaat müstesnadır.
8.BÖLÜM
Şefaat bir biçimde duadır.
Hiç şüphe yok ki, insanlardan bir kısmının bir başka kısım için yaptığı dua fayda verir. İnsanların birbirine dua etmesi Allah (c.c)'ın emridir.
Fakat, şefaat ve dua eden kimse, ancak Allah (c.c)'ın kendisine bu hususta izin verdiği razı olduğu, kabul edeceği, kimselere dua ve şefaata bulunabilir.
(Müşriklere şefaat etmek, onların Allah (c.c)'tan affını istemek gibi, yasaklanmış olan şefaatta ve duayı yapmaz.)
Mesela, bir kimse bir müşrik için dua etmiş olsa karşılığı sadece bir hiçtir. Din düşmanlarına mağfiret dilese bir kimse, böyle bir kimsenin duası kendisine beddua olarak geri döner. Onun için hiçbir Müslüman, Allah (c.c)'ın yasakladığı kimseler için dua edemez, böyleleri için Allah (c.c)'tan hiçbir şey isteyemez.
Yüce Allah buyuruyor:
"Müşriklerin, o çılgın ateşin yoldaşlarının cehennemlik oldukları kesinlikle ortaya çıktıktan sonra, artık onların lehine ister en yakın akrabaları isterse rasul olsun, hiç kimsenin şefaat dilemeleri doğru değildir, İbrahim'in babası hakkında yapmış olduğu dua, ancak ona yapılmış bir vaadden ötürü idi. Yoksa, onun Allah'ın düşmanı olduğunu öğrendikten sonra ona şefaatçi olmaktan vazgeçti ve ondan uzaklaştı. İbrahim cidden çok tazarru ve niyaz eden bir hassas kalbe ve ezaya sabırla göğüs geren bir yüreğe sahipti" (Tevbe: 9/113-114)
Cenab-ı Hak müşrikler hakkında şöyle buyurmaktadır mealen:
"Ha istiğfar etmişsin onlara, ha etmemişsin, hiçbir şey değişmez. Allah onları asla bağışlamaz. Hiç şüphe yok Allah fasıklar grubunu doğru yola iletmez" (Münafikun: 63/6)
Yüce Allah kendi elçisini (Hazreti peygamberi (s.a.v) ) müşrik ve münafıklar hakkında af dilemekten menetmiştir ve böyle bir af istediği takdirde af etmeyeceğini açık açık beyan buyurmuştur...
Bu durum sahih bir hadisde de dile getirilmiştir...
Mesela şu ayeti celilede buyrulmaktadır:
"Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bundan başka suçlar için, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a bir ortak koşarsa, hiç şüphe yok ki iftira etmiş ve büyük bir günah işlemiş olur" (Nisa: 4/48)
Bir başka ayette mealen:
"Onlardan ölen bir kimseye ebedî dua etme. (Defin veya ziyaret için) kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ile kâfir oldular, onlar fasık kimseler olarak öldüler." (Tevbe: 84)
"Rabbinize yalvara yakara, gizlice dua edin. Şu asla değişmez bir gerçektir ki, Allah haddi aşanları sevmez" (A'raf:7/55)
Yukarda naklettiğimiz ayet, duada haddi aşmayın (tecavüz etmeyin) emrini vermektedir.
9.BÖLÜM
Yüce Allah (c.c)'ın yapmayacağı bir şeyi istemek, duada haddi aşmak (tecavüz etmek) demektir, ve karşılığı da cezadır.
Mesela:
Nebi ve Rasullerin derece ve makamlarını istemek, yahut müşriklerin affını dilemek ve benzeri dualar, haddi aşan dualardır.
Veya, içerisinde, küfre, isyan ve fasıklığa yardım etmesini istemek gibi, içinde Allah (c.c)'a karşı bir günah bulunan dualar, haddi aşan dualardır.
(Hasılı Allah (c.c)'ın günah saydığı herhangi bir şeyi dua ederek Allah (c.c)'tan istemek haddi aşmadır.)
Yüce Allah, ancak içinde günah olmayan duayı istediği kimseden kabul buyurur. Bir bakıma böyle bir dua, zaten hakedilmiş bir istektir. Kendisinin şefaati kabul edilebilir kullar, zaten bundan başkası için kimseye şefaat etmez. Şayet bilmeyerek, Allah (c.c)'ın razı olmadığı, dua edilen kimsenin haketmediği bir istekte bulunmuşsa, bu duasından hemen vazgeçer. Çünkü şefaat izni verilebilecek kullar, caiz olmayan bir fiili yapmaya devam etmekten uzak kimselerdir.
Nuh'un (a.s.) duası ve Allah (c.c)'ın verdiği cevabda olduğu gibi:
"Nuh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim ailemdendir. Senin vaadin şüphesiz ki haktır. Ve sen hakimlerin hakimisin" Allah da şöyle buyurdu: "Ey Nuh. O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı işlediği iş, bizim istemiş olduğum doğru iş değildir, tersine çok kötü bir iştir. O halde aslını bilmediğin bir şeyi benden isteme. Seni bilmez kimselerden olmaktan men ederim" Nuh: "Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir şeyi senden istemekten yine sana sığınırım. Eğer, beni yargılamazsan, esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum!" (Hud: 11/45-47)
10.BÖLÜM
Allahu Teâla'ya dua eden ve şefaat dileyen herkesin bu dua ve şefaati ancak Cenab-ı Hakk'ın kazası, kaderi ve dilemesi ile olur.
Duaya icabet eden, şefaati kabul buyuran O'dur. Sebebi ve neticeyi yaratan da O'dur. Dua da, Allah (c.c)'ın takdir buyurduğu sebeplerden biridir.
Gerçek bu olunca, Allah (c.c)'ın sebeplerine yönelmek sadece onlara güvenmek, tevhid inancına göre şirk sayılır. Sebepleri yok bilmek sebebi müsebbib (sebeb olan) yapmaktır ki, bu da büyük bir akıl eksikliğidir. Çünkü sebeplerden uzaklaşmak, onlara tevessül etmemek şeriata göre yasaktır.
Kul için vacib olan, zorunlu olan, tevekkülünü, istemesini, duasını ve itibar ve rağbetini yalnız Allah (c.c)'a yöneltmesidir.
Yüce Allah, kendisine sebeplerden, insanların duasından ve şefaatından dilediğini takdir ve nasib buyurur.
Derece ve makam olarak üstün olanın duasının kabul buyrulacağı gibi, derece ve mertebesi aşağı seviyede olanında duası kabul buyrulur.
Başka bir deyimle, derecesi yüksek olan bir kişinin kendinden aşağıda olan için yaptığı dua kabul olabileceği gibi, derecesi düşük olanın kendisinden daha üst derecede olan için yapmış olduğu dua da makbul olabilir. (caiz ve meşrudur).
11.BÖLÜM
Her Müslümanın başka Müslüman hakkında dua etmesi caizdir.
Rasûllerden dua ve şefaat talep edilmesi gibi...
Nasıl Ashab-ı kiram Resûlüllah'dan (s.a.v) yağmur yağması için dua ve şefaat istemişlerdir. Resûlüllah'dan sonra, Hazreti Ömer (r.a.)ve müslümanlar Resûlüllah'ın amcası Abbas'dan da aynı böyle yağmur duası yapmasını talep etmiş istemişlerdir.
İnsanlar kıyamet gününde, Rasulullah'dan (s.a.v.) ve diğer nebilerden şefaat (talep edecek) isteyeceklerdir. Allah (c.c)'ın Rasulü (s.a.v) şefaat edicilerin efendisidir. Onun kendisine mahsus şefaatları vardır.
Bununla birlikte, Sahihi Müslim ve Buhari'de Resûlüllah'ın şöyle bir buyuruğu yer almıştır:
"Ezan okuyan bir müezzinin ezanını duyduğunuz zaman, siz de müezzinle birlikte dediklerini tekrarlayın. Sonra da üzerime salât okuyun. Kim bana bir salât okursa, Allan ona on rahmet gönderir. Sonra Allah'tan benim için vesile isteyin. Vesile cennette bir mertebedir. Allah'ın kullarından bir kula nasib olacaktır. Ümit ediyorum ki ben o kul olayım. Kim Allah'tan benim için bir vesile isterse, kıyamette şefaatim ona helal olur" (Buhari, Ezan: 8; Müslim, Salat: 11; Ebu Davud, Salat: 36)
Ömer (r.a.) Umre haccı yapmak üzere Resûlüllah ile vedalaşırken, Resûlüllah (s.a.v) ona şöyle söylemişti:
"Ey kardeşim, beni de duadan unutma!" (Ebu Davud, Vitir: 23; Tirmizi, Deavat: 199; İbn Mace, Menasik: 5)
Anlaşılıyor ki, Allah'ın Rasûlü (s.a.v) ümmetinden kendisi için dua etmesini istemiştir.
Fakat bu istek, ümmetin istediği biçimde bir istek değildir. Bu, ümmetin amel ettiklerinde ve sevap kazandıkları diğer emirlerde olduğu gibi, ümmetine vermiş olduğu emirlerden bir emirdir. Allah'ın Rasulüne de, emirleri ile hareket eden ümmetinin kazandığı ecir kadar sevap ve mükafat ihsan buyrulur.
Bu hususda bir sahih hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:
"Bir kimse diğerlerini bir hidayete çağırsa, davetine uyan kimselerin sevabı kadar sevap kazanır. Davete icabet edenlerin ecirlerinden de zerre kadar eksilmez. Bir kimse bir başka kimseyi sapıklığa davet etse, aynı sapıklığa davet ettiği kişinin günahı kadar günah kazanmış olur. Davete icabet eden kişinin günahından da zerre kadar eksilmez" (Müslim, İlm: 16; Ebu Davud, Sünnet: 6; Tirmizi, İlm: 15)
Allah'ın Rasûlü (s.a.v) de insanları doğru yola, yani hidayete çağırmaktadır. Elbette ki davetine uyanların kazandığı sevap ve mükafatlar kadar mükafat ve sevap kazanmıştır Allah'ın Rasûlü (s.a.v)...
Ümmeti Resûlüllah'a (s.a.v) salât-u selâm eylediği zaman da durum böyledir. Bir salât-u selâm (edene) gönderene Allah on rahmet eder. Allah'ın Rasulü'ne de bu salât-u selâm getirenlerin (gönderenlerin) sevabı kadar sevap yazılır, mükafat ihsan edilir. Çünkü, ümmetin Allah'ın rahmetine ulaşması için gerekli çalışmayı o yapmıştır. Bir başka deyimle, ümmeti onun çalışmaları sonucu ulaştıkları İslamdan dolayı mükafatına ve ihsanına layık bulmuştur. Böyle olunca da ümmetinin hakettiği mükafatın aynısı Allah'ın Rasulü'ne de verilmektedir. Bu, Yüce Allah'ın Rasulü'ne layık gördüğü bir nimetidir.
Sahih bir hadiste Allah'ın Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
"Bir insan yanında olmayan bir kardeşine hayırlı bir dua ederse, Cenab-ı Hak ona muhakkak bir melek tayin eder ve yanına arkadaş olarak koyar ki, her dua edişte o görevli melek "Amin, bir o kadar da senin için" der" (Müslim, Zikr: 87)
Başka bir hadisde de şöyle buyurulmuştur:
"En çok kabul edilen dua, birbirinden uzak olan kişilerin birbirlerine ettiği duadır" (Buhari, Mezalim: 9; Müslim, Zikr: 88 Ebu Davud, Salat: 364; Tirmizi, Birr: 88)
Her ne kadar dua eden kişi dua edilen kişi değilse de, başkası için yapılan dua, hem hakkında dua edilen kişiye, hem de dua eden kişiye de menfaat temin eder.
Bir mü'minin diğer mü'min kardeşi için yaptığı hayırlı dua, hem ona hem de kendisine fayda verir.
Bir kimse diğer bir kimseye "bana dua et" dese ve bununla ikisinin de menfaatlanmasını kasteylese, takva ve iyilik üzerine birbirleriyle yardımlaşmış olurlar.
Duayı isteyen diğerini uyarmış ve ikisine de fayda verecek bir hayra önayak olmuştur. Dua etmesi istenen kişi de, o ikisine de menfaat sağlayacak fiili yapmıştır.
Bu, bir kimse başkasına iyilik ve takva ile emrettiği zaman emre uyan fiiline karşılık sevap alır, emreden de, yukarıda izah edildiği gibi hayra çağırdığı için emrine uyanın ecri kadar mükâfat kazanır.
Bilhassa, kulun emrolunduğu dualarda, Cenab-ı Hakk şöyle buyurur:
"Öyleyse, (fırsat elde iken) şu: "Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur" hakikatini bil, hem kendinin ve hem erkek hem de kadın mü'minlerin günahının bağışlanmasını iste. Allah hem dolaştığınız, hem de barındığınız yeri çok iyi bilir" (Muhammed: 47/19)
(AllahTeâla) Rasulüne mü'minler için istiğfar eylemesini emrediyor ve sonra buyuruyor:
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah'tan mağfiret dikselerdi onlara (sen) peygamber de mağfiret isteseydi(n) elbette Allah'ı tevbeleri hakkıyla kabul edici, çok esirgeyici bulacaklardı" (Nisa: 4/64)
Yüce Allah erkek ve kadın mü'minlerin günahları için af dilediklerini ve Allah'ın Rasûlü'nün de onlar için istiğfar eylediğini zikrediyor. Çünkü Allah Rasûlü'nün istiğfarı Allah'ın emirlerinden bir emirdir. Yüce Allah, Rasûlüne, mü'min erkekler ve mü'min kadınların günahlarının affı için af dilemesini ve bizzat istiğfar eylemesini emretmiştir.
Allah hiçbir (mahlûka) insana diğer bir (mahlûk) insan için bir şey istemesini emretmemiştir. Allah'ın böyle bir emri yok. Fakat mü'minlerin birbirlerine dua etmesini vacib veya müstehab olarak emretmiştir.
Öyleyse böyle bir emri yerine getirmek Allah'a ibadet ve itaat etmenin ta kendisidir. Bu Allah'a bir yakınlık sebebi ve failine salâh ve hasenedir (güzel bir iştir).
Bir başkasına dua etmek, onun için iyilik istemek, insan için en büyük nimet ve iman göstergesidir.
Belki de böylesi bir isteyiş Allah'ın kullarını gerçek anlamda, hakiki imana götürecek olan nimetini ihsan buyuracağı zamana rastlar ve Allah da vakti denk gelen isteği yerine getirir.
İman; tasdik, ikrar (karar (söz) vermek) ve ameldir. (verilen (sözü) kararı yerine getirmek için çalışmaktır).
Bu bakımdan kulun itaat ve hasenatı, hayırlı amelleri ne kadar artarsa imanı da o o derece artmış olur.
İşte bu, Fatiha süresindeki:
"Kendilerine nimet ihsan ettiklerimizin yoluna" ibaresinde ve Nisa suresinin 96. ayetinde zikredilen:
"hakiki nimetin" ta kendisidir.
12.BÖLÜM
Din nimeti olmaksızın yalnız dünya nimeti hakikî nimet midir, yoksa değil midir?
Bu konu hakkında asrımızın alimlerinin ve evvelkilerin iki görüşü vardır.
Hakikat şudur ki, tek başına dünya nimeti dört başı mamur bir nimet olmasa da, bir yönden yine de üstün bir nimettir.
İstenmesi gereken dînî nimetlere gelince, onlar, farz, vacib ve müstehab gibi Allah'ın emirleridir. Bunlar bütün müslümanların ittifakı ile taleb edilmesi lâzım gelen, gereken hayırlı nimetlerdir.
Ehl-i sünnete göre, hakiki nimetler bu dînî nimetlerdir. Çünkü, ehl-i sünnete göre, Yüce Allah, kullarını hayırlı işler yapmaya sevketmekle, onları nimetlendirmiş ve en büyük ihsanına mazhar kılmıştır.
Kaderiyeye göre ise, Cenab-ı Hakk yalnız kullara onunla iyilik veya kötülük yapmaya müsait olan kudreti bahşetmekle nimet vermiş ve ihsan eylemiştir.
Söylediklerimizin maksadı şudur:
Şüphesiz Yüce Allah (c.c), hiçbir yaratığın diğer yaratıktan bir şeyler istemesini emretmemiştir. Ancak mahlûk için bir maslahat (menfaat verici bir şey) olursa,böylesi bir istek sözümüzün dışında kalır. Bu maslahat da ya farz, ya vacib, ya da müstehab sayılmış olan işlerdir.Yüce Allah (c.c) kulundan bundan başka bir şey istemiyor.
Gene anlatmak istediğimiz manalardan biri de şudur:
Kim hükümdar ile teb'ası (halkı) arasında bulunan (vasıtalar) aracılar gibi bir aracı sınıfı, ya da kişileri; Allah ile kulları arasında da (vasıtalar tanır) ve kabul ederse, böyle bir telakki sahibinin "şirk" koştuğunu (müşrik olduğunu) vurgulamaktır.
Böylesi bir inanç müşriklerin ve putperestlerin dinidir, gerçeğini anlatmak istedik...
Nitekim müşrikler:
"Bu heykeller peygamberlerin ve salih kimselerin temsilleri ve sembolleridir. Bunlar Allah ile bizim aramızda vasıta ve vesilelerdir. Bunların vasıtalığı ile biz Allah'a yaklaşıyoruz" diyorlardı.
Yüce Allah (c.c) hıristiyanların bu kabil inançlarını şirk sayarak reddetti.
Yüce Allah (c.c) bu konuda buyuruyor ki:
"Onlar Allah'ı bırakıp, bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesihi Rabler edindiler. Halbuki bunlar da, ancak bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamıştır. 'Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur'. O, insanların ortak koştukları her şeyden yüce ve münezzehdir" (Tevbe: 9/31)
13.BÖLÜM
Vasıtaya gerek yok.
Çünkü Allah kuluna herkesten ve her şeyden yakındır.
Cenab-ı Hak buyuruyor:
"Kullarım sana (Habibim) beni sorarsa (haber ver ki) işte ben muhakkak yakınımdır. Bana dua edince bana dua edenin davetine icabet ederim. O halde onlar da benim davetime (itaatle) icabet ve bana iman (da devam) etsinler. Ta ki, O sayede doğru yola ulaşmış olalar" (Bakara: 2/186)
Yukardaki ayette Yüce Allah, emir ve yasaklarıma uymaları için onları çağırdığımda, bu davetime icabet etsinler ve bana iman eylesinler. Ben de onların, isteklerine, yakarışlarına, dualarına ve çağrılarına icabet ederim, demek istemektedir.
Aşağıdaki ayeti kerimeler de konumuz hakkında ikaz mahiyetindedir:
"O halde boş kaldın mı hemen (kalk) yorul. Ve (her işinde) ancak Rabbine sarıl." (İnşirah: 94/7-8)
"Denizde size bir sıkıntı isabet ettiği zaman, O'ndan başka bütün kendinize efendi edindikleriniz kaybolup gider. Sadece gerçek efendi olan Allah'tan yardım istersiniz. Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine O'ndan yüz çevirirsiniz. Şu insan ne de nankördür" (İsra: 17/67)
"Yoksa bunalmışsa, kendine dua ve iltica ettiği zaman icabet eden, fenalığı gideren, sizi yeryüzünün efendisi ve hükümdarı kılana mı? Allah ile birlikte bir başka ilah ha? Siz ne rezilane düşünüyorsunuz!" (Neml: 27/62)
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'ndan ister. O her an bir iştedir" (Rahman: 55/29)
14.BÖLÜM
Cenab-ı zü'l-Celâl hazretleri Kur'an-ı Kerim'de tevhidin bütün esaslarını pek açık bir biçimde beyan buyurmuş ve şirkin (bütün kollarını budayıp) her türlüsünü söküp atmıştır.
Öyle ki, hiç kimse Allah (c.c)'tan başka hiçbir şeyden korkmasın.
O'ndan başkasından ümit beklemesin ve
O'ndan başka hiçbir kuvvete tevekkül etmesin.
Maide 44, Al-i İmran 175. ayetlerde Yüce Allah bizi şeytanın dostlarından korkutur. Nisa 77, Tevbe 15, Nur 52. ayetlerinde de, itaatin sadece Allah (c.c)'a ve Rasulüne yapılması gerektiğini beyan eder.
Haşyet ve hayranlık da sadece Yüce Allah'a duyulur.
Cenab-ı Hakk buyuruyor:
"Onlar Allah ve Rasulü kendilerine ne verdiyse sadece buna razı olsalardı da "Bize yalnız Allah yeter, yakında bize kerim olan rızkından Allah da verir Rasulü de. Biz yalnız Allah'a rağbet edicileriz" deselerdi" (Tevbe: 9/59)
Ve başkası:
"Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine "düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun" dediler de, bu sözler onların imanlarını artırdı ve "Bize Allah yeter. O ne güzel vekildir" dediler" (Al-i İmran: 3/173)
Allah (c.c)'ın Rasulü de bu tevhid anlayışını ümmetine telkin ve tavsiye ediyordu. Allah (c.c)'ın kullarını (ümmetini) şirkin her çeşidinden kurtarmaya, sıyırmaya ve uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Allah Rasulü'nün bütün gayreti tevhidle ilgilidir. Her çalışmanın hedefi "La ilahe illallah" (Allah (c.c)'tan başka ibadete layık ilâh yoktur) lafzının hakikatidir. Zira:
"İlah", kalplerin bütün varlığı ile bağlandığı, bağlanacağı bir kudrettir (varlıktır).
Onun için, kalp böyle bir (varlığa) kudrete , kemâli (tam ve yüce, tecezzi / parçalanma ve bölünme kabul etmez) muhabbet (sevgi), tazim (saygı), iclâl (yüceltme) haşyet, korku, ihtiram (hürmet), ikram ve sonsuz ümitle bağlanmalıdır.
Kısacası;
"İlah", insanın kulluk (ibadet) ettiği, edebileceği kudret (varlık) demektir...
O kadar ki, bir kısım kimseler "Maşaallah ve şae Muhammed" (Allah ve Muhammed böyle diledi ) dediği zaman, Allah'ın Rasulü (s.a.v ) şöyle buyurmuştur:
"Böyle demeyin! önce Allah diledi sonra Muhammed diledi deyin" buyurdu.
"Allah ve sen diledin" diyen bir adama Allah'ın Rasulü (s.a.v ) şöyle buyurmuştur:
"Beni Allah'a şerik mi koşuyorsun? Yalnız Allah diledi; de" buyurdu.
Başka bir hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Kim yemin etmek diliyorsa (istiyorsa) Allah'a yemin etsin, değilse sussun" (Buhari, Eyman: 4; Müslim, Eyman: 1; Ebu Davud, Eyman: 5; Tirmizi, Eyman: 8; Nesai, Eyman: 5)
Bir başka hadisi şerifte:
"Kim Allah'tan başkasına yemin ederse Allah'a şirk koşmuştur" buyurdu. (Tirmizi, Nuzur: 9; Nesai, Eyman: 4)
İbni Abbas'a şöyle buyurmuştur:
"İstediğin zaman Allah'tan iste. İstimdad ve yardım istersen Allah'tan iste. Kalemin mürekkebi kurumuştur, sen karşılaştığın şey ilesin. Bütün yaratıklar uğraşsa, sana Allah'ın yazdığı faydalı şeyden başkasını veremezler ve gene bütün yaratıklar çalışsa, sana Allah'ın yazdığından başka hiçbir zarar veremezler" (İbn Mace, Keffaret: 2; Darimi, Nuzur: 6)
Bir başka hadisde:
"Hıristiyanların İsa'yı göklere çıkardıkları gibi, onu yücelttikleri gibi beni de yüceltmeyin, uçurmayın. Ben de ancak bir kulum. Onun için bana Allah'ın kulu ve Rasulü deyin" (Buhari, Enbiya: 48; Darimi, Rikak: 68; Ahmed: 1/23-24)
Allah Rasûlü (s.a.v ) Allah'a (c.c) şöyle yalvarıyordu:
"Allah'ım! Benim kabrimi ibadet edilen bir put haline getirme" (Muvatta, Kasr: 85)
Böyle dua eden Allah'ın Rasulü, Müslümanlara da şöyle diyordu:
"Kabrimi ziyaretgah edinmeyin, ama bana dua ve salâvat ediniz. Siz nerede olursanız olunuz, o dua ve salâvat bana ulaşır" (Ebu Davud, Menasik: 100; Ahmed: 2/367)
Allah Rasûlü (s.a.v ), hastalığı sırasında şöyle buyurdu:
"Nebilerinin ve Rasullerinin kabrini mescid ve secdegah yapan yahudi ve hıristiyanlara Allah lanet eylesin!" (Buhari, Enbiya: 50; Müslim, Mesacid: 22; Nesai, Mesacid: 13; Darimi, Salat: 120; Ahmed: 6/220-275)
Allah'ın Rasûlü böyle ifade ederek ümmetini, tevhidi anlayıştan sapmakdan, şirkten menetmeye çalışıyordu
Aişe (r.a.):
"Eğer Allah Rasulü böyle demeseydi, kabrini daha geniş bir hale getirirdim, şimdi yapamıyorum, çünkü o, kabrinin mescid haline getirilmesini yasaklamıştır" diyor.
Bu konu çok geniş bir konudur. Mü'min kişi her ne kadar, Allah (c.c)'ın herşeyin Rabbi olduğunu biliyor ve Allah (c.c)'ın yarattığı sebepleri inkar etmiyorsa da...
Mesela; Yağmuru, bitkileri yetiştirmeye sebep yaptığını (Bakara: 2/64) ve güneşle ayı onlar ile meydana getirdiği şeylere, şefaat ile duayı onlar için icra edeceği şeye tayin buyurduğunu...
Mesela, Müslümanların cenazeye namaz kılmaları, Allah (c.c)'ın o cenazeye rahmet eylemesine bir sebep teşkil ettiğini, ayrıca cenaze namazı kılanların da sevaplandığını biliyor ve inkar etmiyorsa da...
15.BÖLÜM
Sebepler konusunda üç şeyi iyice bilmek lazımdır:
Birincisi:
Bir istenen şeyi, muayyen tek bir sebep yerine getiremez. Belki bir çok sebebin bir araya gelmesi ile istenen şey elde edilebilir.
Bununla birlikte, o (matlubun) istenen şeyin elde edilmesine engel olacak birçok sebepler de vardır. Şayet Allah (c.c) elde edilmesini mümkün kılacak sebepleri bir araya getirmez, engelleyecek sebepleri de yok etmezse, maksada ulaşmanın imkanı yoktur. Mutlaka ve mutlaka, Allah (c.c)'ın dilediği şey meydana gelir, insanlar istese de istemese de...
İnsanların istediğini elde etmesine ancak Allah izin verirse imkan vardır...
İkincisi:
Bir şeyin diğer bir şeye sebep olduğuna itikad etmek, inanmak, ancak onu iyice bilmekle olur. Bilmeden ve şeriata muhalif olarak bir şeyi diğerine sebep tanıyan kişi batıla itikad etmiş olur.
Meselâ; Nezir'in (adağın) bazı belâları defetmeye, bazı nimetleri de meydana getirmeye sebep olduğunu zanneden kimseler gibi...
Çünkü sahih hadis-i şerifte, Allah'ın Rasûlünün (s.a.v) böyle bir itikadı yasak ettiği ve:
"O hiçbir hayır getirmez, ancak o, cimri olan kimseden mal çıkarılır" (Buhari, Kader: 6; Eyman: 26; Müslim, Nuzur: 3-7; Ebu Davud, Eyman: 18.) buyurduğu rivayet edilmiştir.
Üçüncüsü:
Dini amellerden herhangi birisi ancak meşru olacak bir şeye sebep teşkil eder.
Çünkü:
İbadetlerin temeli; mevkuttur (vakti belli olmaktır), sabit ve değiştirilemez olmaktır.
Binaenaleyh, ibadet adına insanoğlunun Allah (c.c)'tan başkasına dua ve istimdad ederek, Allah (c.c)'a şirk koşması asla caiz değildir. İnsan her ne kadar bazı arzularının yerine gelmesine sebep zannetse de...
Bu sebepten ötürü, şeriata muhalif, bid'atlarla (sonradan icad edilmiş şeylerle) Allah (c.c)'a ibadet edilmez, edilemez.
Her ne kadar böyle bir ibadetin doğru olduğu zannedilse de...
Çünkü insan Allah (c.c)'a şirk koştuğu zaman, insanın istikametini şeytan gösteriyor demek olur. Böyle kimseleri şeytan kendi maksadı için kullanır...
İnsanların maksatlarını, şayet Allah (c.c)'a şerik koşuyorsa, elbette ki şeytan yönlendirecektir...
Nitekim, küfür, fasıklık ve isyan ile de bazı arzular elde edilebilmektedir:
Fakat bunların hiçbiri helal olamaz. Zira bunlarla ortaya çıkan kötülük (fesat) elde edilen her şeyin (maslahattın) üzerindedir. Kötülük ağır basar sonunda, elde edilen ne kadar faydalı görünürse görünsün. Yani, kısacası, kötü işler yapılarak elde edilmiş karlar, zararları asla karşılamaz.
Allah'ın Rasûlü (s.a.v):
" Maslahatları (menfaatleri) tahsil ve ikmal etmek, ancak fesadları ve kötülükleri azaltmak için gönderilmiştir" buyurmaktadır.
En faydalı ve en makbul olan (maslahata uygun) şeyler, Allah (c.c)'ın emrettiklerini yaparak elde edilen şeylerdir. Onun için bunlar gerçek Müslümanlar tarafından kabul ve tercih edilir.
Bu cümleleri şu sahifelere sığmayacak kadar genişletmek mümkündür.
Her şeyin doğrusunu yalnız Yüce Allah bilir...