Kelime anlamı; bozulma, kokuşma, orta yoldan ayrılma demektir.
Kur’an-ı Kerim’de; yeryüzünde fitne uyandırıp, insanların durumunu ve yaşama yollarını doğruluktan saptırıp, din ve dünyaya ait çıkarlarını zedelemek anlamında kullanılmıştır.
Bir şeyin faydalı olmaktan çıkıp zararlı olmaya başlaması fesattır.
Aynı kökten gelen ‘ifsat’ bozma, kokuşturma, geçersiz duruma düşürme anlamına gelir.
Müfsit; bozan, bozgunculuk yapan, ifsat eden demektir. Fasit ise, bozan, geçersiz kılan, batıl demektir.
Fesadın karşıtı sulh veya salah’tır. Sulh veya salah; iyi olma, düzelme, iyiliğe aracı olma anlamlarına gelir. Bunun çoğulu maslahattır. Maslahat, iyi olan halleri, düzelmeyi, faydalı olan şeyi ifade etmektedir.
İfsat eden şeylere, fesat’a sebep olan şeylerin hepsine ‘mefsedet’ denmiştir.
İnsanların din, can, akıl, nefis, nesil ve mal güvenliklerini çok önemli gören dinimiz, koyduğu hükümlerle ‘maslahatı kazanmak mefsedeti uzaklaştırmak’ istemiştir.
İnsanlardan bir kısmı kendi hevalarına (kendi görüşlerine-arzularına) uyarlar. Allah’tan gelen kuralları ve ölçüleri tanımazlar. Böyleleri isteklerine kavuşmak, arzularını gerçekleştirmek için her yola baş vururlar. İnsanların haklarına ve özgürlüklerine tecavüz ederler. İşte yeryüzünde fesat böyle kişilerin yüzünden çıkmaktadır.
Kendi nefsini ilâh haline getiren insanlar fesada sebep olurlar. Halbuki yerde ve gökte tek bir ilâh olan Allah vardır. O Allah ki, yeryüzüne ve gökyüzüne bir düzen (sulh) koymuştur. İnsan toplulukları da düzen içinde, fesattan uzak yaşasınlar diye peygamberler ve onlarla beraber din göndermiştir. Yani ilâhí kurallar göndermiştir. Bu ilâhi kurallar insanlar arasında ve toplumda düzeni sağlar, fesadı önler.
“Eğer o ikisinde (göklerde ve yerde) Allah’tan başka ilâhlar olsaydı muhakkak fesada uğrarlardı.” (Enbiya: 21/22)
Allah’a isyan eden, sınırı aşan veya arzularını tanrı haline getiren insanlar yeryüzünde fesada sebep olurlar. Onlar sulhun (düzenin ve iyiliğin) bozulmasına çalışırlar. Ya da onların yaptığı işler yüzünden fesat meydana gelir.
“İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatıyla ilgili bir sözü hoşunuza gider. Ve o kimse kalbinde olana Allah’ı tanık tutar. Halbuki o düşmanların en amansızıdır. O yönetime (velayete) geldiği zaman yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri mahvetmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez.” (Bakara: 2/205-206)
Yeryüzünde fesata sebep olan münafıklar ve inkarcılar korkak ve aç gözlüdürler. Bu yüzden birbirlerine her konuda yardım ederler. Özellikle fesat çıkarma işinde birbirlerinin yardımcılarıdır.
Yeryüzünün huzurunu bozan bu müfsitlere (fesatçılara) karşı ıslah edicilerin-muslihlerin (huzuru veya sulhu sağlayanların- yani müslümanların) işbirliği yapmaları gerekir.
Kur’an-ı Kerim diyor ki:
“Kafir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmezseniz) yeryüzünde bir fitne ve bir büyük fesat olur.” (Enfal: 8/73)
Âlemlerin Rabbi Allah’ı inkâr etmek, O’nun Rabbliğini kabul etmemek, ya da insanları O’nun yolundan alıkoymak fesatlıktır ve büyük azabı gerektirir. Hz. Salih (as) kavmine insanları Allah’ın yolundan alıkoymamalarını söylüyordu ve böyle bir eylemin fesat olduğunu, fesatçıların sonunun da iyi olmayacağı uyarısında bulunuyordu.[1]
Allah’ın peygamberler aracılığıyla gönderdiği mesajı yalanlamak, ona karşı gelmek bir çeşittir fesattır. Böyle bir fesada düşenler de zalimlerdir.[2]
Kur’an, peygamberlerin getirip tebliğ ettiği mesaja ve onların kurmaya çalıştıkları huzur ve mutluluk düzenine karşı çıkanlara müfsitler, yaptıkları bu bozgunculuk işlerine de fesat demektedir. Bu şekilde fesat çıkaran bütün topluluklar tarih boyunca zarara uğradılar. Bu bozgunculuk onlara bir fayda getirmedi. Nitekim Hz. Şuayb (as) kendisine karşı gelen kavmini ‘müfsitlerden olmayın’ diye uyarmıştı. Ancak Medyen halkı onu yalanladılar. Bu yüzden de cezaya çarptırıldılar.[3]
Firavunun ve kavminin ileri gelenlerinin Hz. Musa’yı (as) dinlememeleri, kurdukları zulüm düzeni, gönderilen âyetlere karşı haksızlık etmeleri ve kibirlenmeleri de fesattan başka bir şey değildir.[4]
Peygamberlerin görevi inançta ve sosyal düzende yerleri ve hedefleri sapmış, bozulmuş, yanlışa dönüşmüş her şeyi yerli yerine koymak, insanı ve onun yaşadığı hayatı ıslah etmektir. Ancak enbiya’nın bu çabasına rağmen insanlardan bir grup onların bu görevlerine karşı gelmişler, onları engellemeye çalışmışlardır. Böyleleri kargaşa ortamını, düzensizliğin, sömürü ve tahakküm düzeninin devam etmesini isterler. Bu da fesattır.
Fesadın en yaygın olarak işlendiği alan insanlara ait haklara tecavüzdür. Bu fesadın en önemlisi de insanın yaşama hakkına yapılan haksız saldırıdır. Kur’an bir kimsenin haksız yere başkasını öldürmesini ‘bütün insanları öldürmüş’ gibi saymaktadır.[5]
Fesat; iyilik, güzellik, doğruluk ve adalet ilkeleri esas alınarak oluşturulan ya da oluşturulmaya çalışılan bir sosyal düzene karşı çıkmayı simgeleyen bir kavramdır. Bu adalet ve huzur düzenine aykırı bütün kötülükler fesattır. Bu bağlamda hırsızlık[6], ölçüde ve tartıda hile yapmak[7], kamu düzenini bozma, ekini (ticaret ve iktisat hayatını) nesilleri mahvetme[8], hak ve adalet sınırını aşarak azmak (tuğyan etmek)[9], bozgunculuk yapmak, ya da buna sebep olmak[10], insanları zayıflatmak için gruplara ayırmak[11], zalim yöneticilerin hükmetme arzusu, iktidar tutkunluğu[12], her türlü aşırılığa sapmak[13] insanların haklarına zarar veren fesat türlerindendir.
İslâmın koyduğu bazı ahlâk kurallarını çiğnemek de Kur’an tarafından fesat olarak niteleniyor. Mesela, büyü yaparak kötülüğe sebep olmak[14], akrabalık bağlarını koparmak[15], yalan söylemek[16], mü’minlerin birbirlerine yardım etmemeleri[17], Hz. Lût kavminin işlediği çirkin davranış[18], mal yığarak, servet biriktirerek onunla övünmek, onunla insanlara hükmetmeye kalkışmak[19] gibi davranışlar birer fesattır.
Kısaca can, mal, nesil, din ve akıl güvenliğini tehlikeye sokan her şey fesat, bunu yapan müfsit, bu zararlı işlere de mefsedet denir.
Tefsirciler ‘fesad’ ve bunun türevlerinin bir kaç anlamda kullanıldığını söylüyorlar.
c- Helâk, bozulup gitme[22],
d- Öldürme, katillik[23],
e- Harap etme, bozup dağıtma[24].
‘Fesat’, muazzam bir düzene sahip olan alemin, toplumun ve ferdin yaratılıştan gelen ve doğal olan dengesinin bozulmasını ifade etmektedir.
Bu kelime toplumsal, hukukí ve diní boyutuyla değerlendirildiği zaman yine belli bir düzenin ve dengenin bozulmasını, faydalı olmaktan çıkmasını anlatır.
Sebe’ kraliçesi, ülkesinin Hz. Süleyman tarafından ele geçirilmesiyle, ülkesine hakim olan sosyal ve siyasí düzenin ‘fesad’a uğrayacağını düşünüyordu.[25]
Yine firavun Hz. Musa’yı yerleşik diní ve siyasí düzeni için tehdit sayıyor ve onu ifsat edici kabul ediyordu.[26] Bu endişeden dolayı onun Hz. Musa’yı öldürmeyi tasarlaması da bir fesattı.[27]
Hz. Yusuf’un kardeşleri hırsızlıkla itham edilince, kendilerinin o ülkeye fesat çıkarmak için gelmediklerini söylemişlerdi.[28]
Kur’an, ‘fesat’ kavramını bazen küfr’ün yerine kullanmaktadır. Bu, küfre düşenlerin yaptıkları işlerin adalete uygun olmaması, salih amel işlemekten uzak bulunmaları sebebiyledir. Çünkü onlar, kişiyi, toplumu ve çevreyi sulh’a (en iyi hale) götürmekten acizdir. Kendi hevalarına uygun hüküm verdikleri için kararları ve işleri ‘fesad’ı önleyemez.[29]
İman etmemek, Allah’ın yolundan alıkoymak, ya da ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ davetinden yüz çevirmek fesadın ta kendisidir.[30]
‘Fesat çıkarmak’ ile azgınlık (bağy) isyan ve israf (aşırılık) kavramları arasında bir bağlantı vardır. Nitekim Kur’an firavuna asi ve fesat çıkarıcı demektedir.[31] Salih (as) kavmine nasihat ederken, onlara müsriflerin (ölçüsüzce davrananların) emrine uymamalarını, çünkü onların yeryüzünde fesat çıkardıklarını ama ıslah etmediklerini söyler.[32]
‘Fesat çıkarmak’ üç şekilde olabilir:
1- Allah’a karşı isyan etmek şeklinde. Buradaki fesat itaatın karşılığıdır. Allah’ın hükümleri insanın ve toplumun düzenini sağlamak için gönderildi. Herkes kendi aklına estiği gibi davranırsa huzur ve düzen bozulur.
2- Münafıkların kafirlerle işbirliği yaparak müslümanların aleyhine çalışmaları şeklinde,
3- Dinden yana görünerek dine karşı şüphe uyandırıcı, insanları dinden uzaklaştırıcı tavır sergilemek şeklinde,
Öncelikli olarak inkârcılar fesat ehlidir. Onlar, insanın, toplumun ıslahını sağlayacak ilâhí hükümleri reddederler. Toplumun huzurunu bozmak, değerli olan şeyleri değersiz hale getirmek, hakları ihlâl etmek, insanları İslâmí hükümlerden uzaklaştırırak beden, aile, toplum ve sosyal hayat dengesini bozmak fesattır. Haksız yere kan akıtılması, tahrip edici savaşların çıkması, bazı insanların diğerlerinin yaptıkları yüzünden zarar görmesi, hatta çevre dengesinin bozulması fesattır.
Şüphesiz ki insanlar -hayr veya şer- bütün yaptıklarının karşılığını alırlar. Yeryüzünde çeşitli şekillerde fesat çıkarıp ilâhí düzeni, kişilerin ve toplumların ahlâklarını, ürünlerini ve nesillerini bozan, onların haklarına tecavüz edip zulme sebep olan ve saadet halini kargaşaya ve mutsuzluğa çeviren bütün müfsitler cezalarını bulurlar.
Kur’an, Allah’ın (cc) fesadı ve fesat çıkaran müfsitleri bildiğini, onların yaptıklarından haberdar olduğunu, dolaysıyla onlara hak ettiklerini mutlaka vereceğini bildiriyor.[33]
Allah (cc) fesat çıkaranlara, ahdini bozanlara ve birleştirilmesini istediği bağları koparanlara lânet ediyor ve yurdun kötüsünü (Cehennemi) onlar için hazırladığını haber veriyor.[35] Böyleleri aynı zamanda zarara (hüsrana) uğrarlar.[36]
İnsanların yaptıkları fiiller yüzünde ham karada, hem de denizde fesat çıkar. Bununla toplumların huzuru kaçar, haklar ihlâl edilir, tabiatın dengesi bile bozulur. Bu fesada sebep olanlar, yaptıklarının karşılığının bir kısmını dünyada tadarlar. Bazen bir belâya uğrarlar, bazen helâk edilirler. Tarihte bunun pek çok örnekleri vardır.[37]
Örneğin, Hz. Şuayb’i dinlemeyen ve fesat işlerden vazgeçmeyen Medyen halkı[38], kendilerini; ‘Allah’a kulluk edin, yeryüzünde fesat çıkarmayın’ diye uyaran Hz. Salih’e karşı kibirlenen ve alaya alan Semûd kavmi[39], kendilerini iffetli olmaya davet eden Hz. Lût’u dinlemeyen ahlâksız topluluk[40] çeşitli cezalara çarptırıldılar.
Bozguncuların ve müstekbirlerin en büyüğü firavun ve onu kendilerine örnek alan müfsitlerin sonu hiç te iyi olmadı ve olmayacak.[42]
Allah’ın âyetlerini inkâr eden ve peygamberlerin davetlerinden yüz çevirip, fesada teşebbüs edenler için ahirette azap üstüne azap verilir.[43]
Rabbimiz müfsitlerden ve onların yaptığı fesatlardan razı değildir. Fesadın kişi ve toplum bünyesinde sebep olduğu zararları önlemek için kullarına ısrarlı bir şekilde ‘fesat çıkarmayın’ diye ihtarda bulunmaktadır.[44]
Mü’minler, öncelikli olarak kendileri ıslah olmak ve fesat işlerden uzak durmak zorundadırlar. Sonra da birbirlerine destek olarak fitne ve onun bir benzeri olan fesada karşı mücadele etmeliler. Onlar, fesada ve fitneye yol açacak davranışlara fırsat vermezler. Fesatçılara karşı direnirler, onların ifsatlarını kolaylıkla yapmaları için meydanı boş bırakmazlar. Müslümanlar bu görevi yerine getirmedikleri zaman yeryüzünde fesat giderek yaygınlaşır.[45]
Müslümanlar, fitne ve fesadı önlemek üzere müfsitlerin (bozguncuların) peşlerinden gitmezler, onlara ve onların sistemlerine, fikirlerine, eylemlerine hiç bir şekilde destek olmazlar.[46] Onlar akıllı insanların yaptığı gibi yaparlar: Fesat zihniyetini iyi tanırlar ve onunla mücadele ederler.[47]
Önce kelime üzerinde duralım. Arapça olan fesad kelimesi, Fe-Se-De fiil kökünden gelir. Lûgatta: "Herhangi bir şeyin itidalden (faydalı ve âdil olmaktan) çıkması mânâsınadır. "Fesad, bir şeyin faydalı olmaktan çıkmasıdır. Bunun zıddı ise, salâhtır." şeklinde tarif etmiştir. Usûl-i fıkıh kitaplarının tamamında "maslahat" üzerinde hassasiyetle durulur. Genellikle maslahatlar; "zarûriyat, hâciyat ve tahsiniyat" kısımlarına ayrılmıştır. Maslahat Arapça bir kelime olup Sa-Le-Ha fül kökünden gelmektedir. Bu fesadın zıddı olup, iyi olma, düzelme, menfaat ve iyiliğe vasıta olma gibi mânâlara gelir. Zıddı ise, mefsedettir.
İslâm dini insanların canlarını, mallarını, akıllarını, dinlerini ve nesillerini korumayı "zaruriyat" mertebesinde görmüştür. Bu sebeple dinî hükümler; maslahatı celb ve mefsedeti (fesadı) defetme esasına dayanır. Nitekim İslâm ûleması: "Had cezalarının tatbikinden maksad, insanlığı fitne ve fesaddan kurtarmaktır." diyerek, bu inceliğe işaret etmişlerdir.
Hevâ ve heveslerini ilâh edinen insanlar, yeryüzünde kendi keyiflerine göre bir sistem kurmayı arzu ederler. Dünyevî şehvetlerini ve hırslarını tatmin için her yola başvururlar. Hedeflerine varabilmek için hiç bir kaide ve kural tanımazlar. Diğer insanların haklarına ve hürriyetlerine tecavüz ederler. İşte yeryüzünde fesadın kaynağı budur. İbn-i Kaffâl (ra)'m "fesad" ile ilgili açıklamasında bu nokta sarihtir: "Allahû Teâla (cc)'ya açıkça isyan, yeryüzünü fesada vermek olarak kabul edilmiştir. Çünkü İslâmî hükümler; insanlar için va'az olunmuş bir takım kanunlardır. İnsanlar buna sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün, hem de orada yaşayan insanların salâhı gerçekleşir. Ancak insanlar İslâm'a sımsıkı sarılmayı bırakıp, herkes kendi nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya başlarsa, o zaman fesad ortaya çıkar." Mesele bu açıdan ele alındığı zaman, yeryüzündeki fesadı ve fesadın kaynağını tesbit etmek kolaylaşır. Kâfirler ve münafıklar; gayrımeşrû amelleriyle fesadı gündeme getirirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde, `Allah'a ve ahiret gününe inandık derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildir. Allah'ı da iman edenleri de (güya) aldatırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatmazlar da, yine farkına varmazlar. Kalplerinde bir maraz (hastalık) vardır onların. Allah da marazlarmı (hastalıklarını) arttırmıştır!... Yalan söylemekte oldukları için de onlara acıklı bir azab vardır. Kendilerine `yeryüzünde fesad çıkarmayın' denildiği zaman `Biz ancak ıslâh edicileriz' derler. Gözünüzü açın!.. Onlar muhakkak ki fesadçıların (müfsidlerin) ta kendilerdir. Fakat şuurlarını işletemezler." (Bakara: 2/8-12) hükmü beyan buyurulmuştur.
İnsanların toplum içerisindeki haklarını tesbit etmek ve cemiyet düzenini tesis etmek, siyasetle yakından alâkalıdır. Malûm olduğu üzere siyaset; "insanları dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salâh ve menfaatlerine çalışmak" şeklinde tarif edilmiştir. İnsanların hevâ ve heveslerini tatmine yönelen "zâlim siyaset" fesadın yayılmasına vesile olur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, onun dünya hayatına âid sözü hoşunuza gider. Ve o (kimse) kalbinde olana Allah'ı şahid tutar. Halbuki o düşmanların en amansızıdır. O iktidara (velâyete) geldiğinde, yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez." (Bakara: 2/204-205) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahruddin-i Râzi, bu âyet-i kerimeleri tefsir ederken şunları zikreder: "Fesad kelimesini `tahrip etme' mânâsına alan kimse şöyle demiştir: Allahû Teâla (cc) bu kelimeyi önce icmâlen (genel olarak) zikredip liyufside fiha (orada fesad çıkarmak için) buyurmuş, sonra da bunun tafsilatını anlatarak ve yuhlikel harse ve'n-nesl (ekini ve nesli helâk etmek için) buyurmuştur. İfsadı `şüphe uyandırmak' ile tefsir eden kimse şöyle demektedir: Hak din; birincisi ilim, ikincisi de amel olan iki şeyden meydana geldiği gibi, bâtıl din de birincisi şüpheler, ikincisi de çirkin fiiller olmak üzere iki şeyden meydana gelmektedir. İşte burada Allahû Teâla (cc), ilk önce bu insanın şüphelerle meşgul olmasından bahsetmiştir ki, li yûfside fiha (orada fesad çıkarmak için) sözünden murad da budur. Daha sonra Cenab-ı Hak, bu kimselerin çirkin fiillere yönelmesini zikretmiştir. Bu da Allahû Teâla (cc)'nin ve yuhlike'l-harse ven-nesl (ekini ve nesli helâk etmek için) buyruğu ile murad edilendir. Hiç şüphe yok ki bu açıklama daha uygundur." Muhakkak ki zâlim siyasette; hem tahrip etme, hem şüphe uyandırma, geçerli birer usûldür. Günümüz müslümanları, düşmanın en amansızı olan zâlim politikacıları, daha yakından tanıma imkânma sahip olmuştur.
Yeryüzünde fesad çıkaranlar (kâfirler ve münafıklar), kalben korkaktırlar ve hırs sebebiyle birbirleriyle yardımlaşırlar. Hatta birbirlerinin velâyeti noktasında çok hassastırlar. Bu hakikat, tarih boyunca hissedilmiş ve yaşanmıştır. Dolayısıyla mü'minlerin (muslihlerin), fesada ve müfsidlere karşı ortak bir cephe meydana getirmeye gayret etmeleri zaruridir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Kâfir olanlar bile birbirlerinin velisidirler. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad (fesâdun kebiyr) olur." (Enfal: 8/73) hükmü beyan buyurulmuştur. Günümüzde fitne ve fesadın iktidarı, bütün müesseseleriyle ayaktadır. Müslümanlar ise, birbirlerinin velâyetine râzı olmamanın ızdırabını yaşamaktadırlar.
Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmedilen dârul-İslâm'da fesad gündeme girebilir mi? Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah'a ve Rasûlüne (ve mü'minlere) harp açanların, yeryüzünde (yol kesmek sûretiyle) fesadçılığa koşanların (yes'avne fiyle ardı fesâden) cezası; ancak öldürülmeleri, ya asılmaları (idam edilmeleri) yahud (sağ) elleriyle (sol) ayaklarını çaprazvâri kesilmesi, yahud da (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Âhirette ise onlara pek büyük bir azab vardır. Şu kadar ki siz kendileri üzerine kadir olmazdan evvel, tevbe edenler müstesnadırlar. Biliniz ki şüphesiz Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir." (Maide: 5/33-34) hükmü beyan buyurulmuştur. Yeryüzünü fesada veren veya fesadı başka türlü izale edilemeyen kimselerin öldürülmesi caizdir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: Yol kesen kimse mal alırsa eli kesilir, öldürürse öldürülür, hem mal alır, hem öldürürse idam edilir. buyurduğu sabittir. Şurası muhakkaktır ki fesad; dâru'I-İslâm'da da daima gündeme girebilir. Nitekim fûkaha "fesad ehli nasıl cezalandırılmalıdır?" sualine, şer'i şeriften delil getirerek cevap verıniştir.
Hevâ ve heveslerini ilâh edinen zümreler; yeryüzünde, fesadın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için müesseseler kurmuştur. Müslümanlara (muhlislere) düşen görev, şikayet ve sızlanmayı bir tarafa bırakıp, Allahû Teâla (cc)'nın râzı olacağı amelleri ihlâsla edâ etmeleridir. Bu gerçekleşmediği müddetçe, fesadm iktidarı devam eder. Zira sünnetullahta değişme olmaz. Firaset sahibi mü'minlerin, müfsidlere karşı sünnete uygun mücadele vermeleri zaruridir.
Fesad, "fe-se-de" fiil kökünden gelir; bir şeyi itidal (denge) dairesinden az veya çok çıkarmak demektir. Bu fiil, yiyecek ve içecekler için bozulma, kokma; ameller için geçersiz olma, hükmü olmama; bunların dışındaysa gerek nefis gerekse bedende meydana gelen maddî-manevî bozulma; toplumda ortaya çıkan kokuşma ve dengeden sapma durumlarını ifade etmek için kullanılır.
Fesad, sözünü ettiğimiz fiilin mastarıdır; bozulma, kokuşma, itidalden çıkma anlamlarına gelir. İfsad: Bozmak, fesad çıkarmak, ifsad etmek, itidalden (dengeden, faydalı ve âdil olmaktan) çıkarmak, kokuşturmak demektir. Faydalanılan bir şeyin bozulmasına fesad; bunun zıddına da salah denir ki, bu da bir şeyin doğru bir hale getirilmesidir. Fesat kelimesi, Kur'an'da çeşitli ayetlerde genellikle 'yeryüzünde fitne uyandırıp, insanların durumunu ve yaşama yollarını doğruluktan saptırıp, dünyevî ve uhrevî çıkarları zedelemek' anlamında kullanılır. Müfsid; bu fiilin ism-i fâili olup, bozan, bozgunculuk yapan demektir. Fesadın zıddı salah; ifsadın zıddı ıslah; müfsidin zıddı muslih ve fâsidin zıddı da sâlihdir.
Fesadın esasını varlık ve oluştaki dengeyi bozmak, bozgun ve yozlaşmaya sebep olmak oluşturur. Bu da, bazan insanın iç dünyasında, bazan bedenimizde, bazan da dışımızdaki dünyada meydana gelir.
Hevâlarını ilah edinen insanlar, yani böylesi hevâdan ilahlar birbirleriyle çatışacaklarından yeryüzündeki fesadın başlıca etkeni, yeryüzünün müfsidleridir. Kur'an, evrende egemen olan birliğin, düzenin ve dengenin, yani sulhun tevhidden, yani İlah'ın bir olmasından kaynaklandığını, eğer göklerde ve yerde birden fazla ilah olsaydı, sulhun bozulup, yerine fesadın hakim olacağını belirtir: "Eğer o ikisinde (göklerde ve yerde) Allah'tan başka ilahlar olsaydı muhakkak fesada uğrarlardı." (21/Enbiyâ, 22)
Göklerde yalnızca Allah'ın ilahlığı egemendir; yeryüzünde de insan elinin ulaşamadığı yerlerde yine Allah'ın ilahlığı egemen olup, buralarda fesad yerine sulh vardır. Fakat, yeryüzünde bazı insanlar Allah'ı değil de hevâlarını ilah edindiklerinden, dolayısıyla birden fazla hevâ birden fazla ilah ortaya çıkar. Bunun sonucunda böyle insanlar daha başka insanlar üzerinde rableşir, ellerinin ulaştıkları yerleri mülk edinmeye, buraları egemenlikleri altına almaya çalışır, yani Allah'ın rablık ve melikliğini tanımayıp, kendi hevâlarını bu makama oturturlar. Bu insanlar, ister kâfir, ister münafık olsun durum değişmez ve bunların işi, kendiliklerinden yeryüzünde fesad çıkarmaktır; kendilerini ıslah edici saysalar bile. "İnsanlardan mü'min olmadıkları halde, Allah'a ve ahiret gününe inandık diyenler vardır. Allah'ı kandırmaya çalışırlar, iman edenleri de; ama farkında olmadan yalnızca kendilerini kandırmaktadırlar. Kalplerinde hastalık vardır onlarn, Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemelerinden dolayı acıklı bir azap vardır onlar için. Kendilerine 'yeryüzünde fesat çıkarmayın' denildiği zaman, 'biz ancak ıslah edicileriz' derler. Dikkat edin, onlardır müfsid (fesat çıkarıcılar), ama şuurunda değillerdir." (2/Bakara, 8-11)
"Onlara 'yeryüzünde fesad çıkarmayın' denildiğinde; 'biz ıslahatçılarız' derler." (2/Bakara, 11) İlk insanın imanı tabiatın ilk yaratıldığı günlerdeki gibi tertemizdi. Karalar, denizler ve havalar, mü'minlerin imanı gibi pırıl pırıldı. Önce imana şirki bulaştırdılar. Allah'ın kanunlarını hiçe sayarak kendilerini ilahlaştırdılar. Ondan sonra tabiata da müdahale ederek gönüllerindeki pisliği tabiata da akıtmaya başladılar. Rabbimiz: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktir." (9/Tevbe, 28) buyurur.
Kendilerine sorarsanız, bozguncu değildirler. Hatta kafa tutarcasına, bu faaliyetlerinin yapıcı ve mâsum olduğunu söylemekten çekinmezler. O tertemiz elbiselerinin içinde kara gözlüklerinin gerisinde tabiatı kirletmek, dünyanın her tarafında anarşi çıkartıp insanların kanını paraya çevirmek, kimyasal silahlar satarak midesini şişirmek için koşan bu hasta adamlara: "yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" deseniz, onlar "biz Yalta, Malta zirvesinde, Londra zirvesinde insanları ıslah için bir araya geliyoruz" diyorlar. Peki ama, her zirvenizin sonunda Hama'da, Halepçe'de, Afganistan'da, İran'da, Azerbaycan'da yüzbinlerce insan öldürülüyor.
Bozgunculuğun en korkuncunu yaptıkları halde, dönüp de "bizim hareketlerimiz yapıcıdır" diyenler, her asırda pek çoktur. Böyle diyorlar, çünkü ellerindeki ölçü bozuktur. Evet, ihlasın, samimiyetin ve hüsn-i niyetin ölçüsü bozulunca bütün değer ve ölçüler hassasiyetini kaybeder. Niyet ve vicdanları her şeyi Allah için yapma samimiyetinden mahrum olanlar, davranışlarındaki bozgunculuğu görememekte mâzurdurlar. Çünkü onlarda, hayır-şer; iyilik-kötülük ölçüleri, Rabbânî bir temele oturmamıştır. Onlar, şahsî ihtiraslarının esiridirler.
Rabbimiz bizi uyarıyor: "Gözünüzü açın, asıl fesatçılar onlardır, ancak farkında değiller." (2/Bakara, 12) Islahatçıyız diyerek gelen, batının akıl hocalıklarına aldanmayalım. Bunlar bozguncudurlar. Ancak bozgunculuk yaptıklarının bozgunculuk olduğunu bilmezler. "Akrebin kimseye kin'i yoktur. Ancak, onun sokması fıtratının gereğidir." İyi niyetli kâfirler yönetici olsalar, içlerindekini dışa vuracaklar. İçlerindeki küfür zehir olunca iyi niyetlerle de olsa insanlığı ve tabiatı zehirleyecektir. Şeker hastasına çok iyi niyetlerle hergün baklava yediren cahil insan gibidirler.
Allah, yeri ve gökleri eşsiz bir nizam, ölçü ve uyum içinde yaratmıştır. Yeryüzünün düzenini ve huzuru bozan insandır. Kur'an, fesadın her türünün insanın eseri olduğunu açıkça belirtir. (Bkz. 2/Bakara, 30: 40/Mü'min, 26) Bu yüzdendir ki ilahî irade, yeryüzünü fesada veren kötü insanları, onlara musallat edilen başka insanlarla durdurmayı sünnetullahtan biri halinde işletmektedir. (bkz. 2/Bakara, 251) Yeryüzünde fesadın tek etkeninin insanlar olduğunu şu ayet çok net ve çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor: "İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı." (30/Rûm, 41)
Hevâ ve heveslerini ilah edinen insanlar, yeryüzünde kendi keyiflerine göre bir sistem kurmayı arzu ederler. Dünyevî hırslarını, iştah ve şehvetlerini tatmin için her yola baş vururlar. Hedeflerine varabilmek için hiçbir kural tanımazlar. Diğer insanların haklarına ve hürriyetlerine tecavüz ederler. İşte yeryüzünde fesadın kaynağı budur. Allah'a açıkça isyan, yeryüzünü fesada vermek olarak kabul edilmiştir. Çünkü İslamî hükümler, insanların huzuru için vaz' olunmuş kanunlardır. İnsanlar bu hükümlere sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün/doğanın, hem de orada yaşayan insanların salâhı gerçekleşir. Ancak, insanlar İslam'a sarılmayı bırakıp, herkes kendi nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya başlarsa, o zaman fesat ortaya çıkar. Mesele bu açıdan ele alınırsa, yeryüzündeki fesadı ve fesadın kaynağını tesbit etmek kolaylaşır. Kâfirler ve münafıklar, gayr-ı meşrû amelleriyle fesat üretmektedir.
Allah, halife olarak insanı yeryüzünde yerleştirme iradesini meleklere söylediği zaman, onlar Allah'ın vahyi dışına çıkıp çıkmamada serbest olacak bir varlığın hevâsına uyup yeryüzünde fesat çıkaracağını kestirmişler ve "orada kan döküp fesat çıkaracak birini mi var edeceksin?" (2/Bakara, 30) diye sormuşlardı. Fakat, her ne kadar insanların büyük bölümü müfsid olsa bile, içlerinde öyleleri vardır ki, meleklerin de üzerine çıkar ve Allah'a en yakın olan mertebeye yükselir. Bu bakımdan, "büyük hayır için az şer terkedilemeyeceği"nden Allah insanı yeryüzünde halife yapmış ve vahyine uyanlara müfsidlerle savaşma emrini vermiştir. Müfsidler kalben korkak ve kendilerini hep huzursuz hissettiklerinden, birbirleriyle fesadda yardımlaşırlar. O halde ıslah edicilerin de yardımlaşmaları ve müfsidlerle savaşmaları gerekir. Yoksa, yeryüzünde hep fesat egemen olur ve insanın hem yaratılışındaki, hem de hilafetindeki amaç gerçekleşmez: "Eğer Allah'ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir." (2/Bakara, 251)
İnsanın fesada meyilli yapısı da, sâlih mü'mini iç fesada karşı daima uyanık olmaya zorlamalıdır. Bu, nefisle cihdaddır; nefsin fesada meyline karşı cihad. Mücâhid, fesadı salâha çevirendir. Gerçek mücahidlik, kişinin içini salâha çevirmeden ortaya çıkmaz; çıkarsa bu cihad değil, terör olur.
Her şeyi bir ölçü ile yaratan Rabbimiz, imkânlarını verip düzen ve yolunu gösterdiği beşerî alandaki dengenin âkıbetini, iradeli davranışlarımıza bırakmış ve insan cinsi için imtihan sahası kılmıştır. Yaratıcımızın, doğru yolda olanları müjdelemek, sapanları uyarmak üzere elçiler gönderdiği insanlar, önce tek bir ümmet idi (2/Bakara, 213). Düzene konulmuş olan yeryüzünde ifsad/bozgunculuk yapmamalı ve kulluklarını unutmamalıydılar (7/A’râf, 56). Ama, insanlardan birçoğu hevâlarına uyarak Allah’ın ayetlerini unutup kendi başlarına büyüklük taslamaya, başıboş arzularını ilah ve birbirlerini veli edinmeye başladıklarında ulaşılan sonuç büyük bir fesat, bozgun ve kargaşa idi (8/Enfâl, 73). Sonsuz güç ve rahmet sahibi olan Rabbimiz, bozgunculukları sonucu kargaşa ve karanlık içine düşen Adem oğullarına, içlerinden gönderdiği elçiler aracılığıyla hidayet yolunu tekrar tekrar göstermiş ve kendilerini ıslah edip (düzeltip) kurtuluşa ermelerini dilemiştir (7/A’râf, 35)
Mü’minler, müfsidlerin fesatlarına karşı tavır almalı, inkılapçı bir düzeltme ile ıslahatçı olmalıdır. İradeli tercihlerle ulaşılacak olan iman ve salih amel yolunu bizlere mutluluk ve kurtuluş hedefi olarak gösteren Rabbimiz, aynı zamanda Musa (a.s.)’ın, kardeşine devrettiği ıslahat görevini (7/A’râf, 142) bütün mü’min kullarının da üstlenmesini istemiş ve bozgunculuk yapanların işlerini ıslah etmeyeceğini bildirmiştir (10/Yûnus, 81). Şu ayetler de bu konuyu yeterince anlatmaktadır: “Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.” (11/Hûd, 116-117)
Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde “salih amel” ile “iman” kavramları âdeta bağımsız düşünülemeyecek kadar iç içe bir birliktelikte kullanılmıştır. Salih amel, açıkça imanın dışa yansıyan gerekliliğidir. Salih amelde bulunabilmenin şartı olarak, ıslahat çabaları söz konusu olmakta ve bu da mü’minlerin temel görev alanlarını belirlemektedir. Yeryüzünün ifsad edildiği, zulüm ve şirkin alabildiğine azgınlaşıp cahilî kültür ve uygulamaları yaygınlaştığı ve vahyî ölçülerden uzaklaşıldığı her dönemde, ıslahat çabalarının gerçekleştirilmesi mü’minlerden beklenilen temel farîzalardır. Rabbimizin müjdelediği sonuca da, ancak bu konularda göstereceğimiz salih amellerimizle ulaşabiliriz. Zaten mü’minlerden beklenilen, zorbalara uymaları veya boyun eğmeleri değil; ıslah edicilerden olmalarıdır (28/Kasas, 19)
Muslihun (ıslahatçı olanlar), Rablerine ibadette kimseyi ortak koşmayan (18/Kehf, 110), Allah’ın kitabına sımsıkı sarılan (A’raf, 170), cehalet ve kötülükten arınmaya çalışan (17/İsrâ, 9), mü’min kardeşlerinin arasını ıslah eden (49/Hucurât, 10), rasullerin canından önce kendi canlarının kaygısına düşmeyip Allah yolunda susuzluğa, açlığa, yorgunluğa hazır olan (9/Tevbe, 120), iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve hayır işlerine koşan (3/Âl-i İmran, 114), Allah'a çağırıp ben müslümanlardanım diyen (41/Fussılet, 33) kimselerdir.
Islahat çabalarıyla verilen mücadele, egemen şirk güçlerinin hakimiyetini hayatın bütün şubelerinden söküp atmaya çalışan aktivite kadar (7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 116-117), en az, iman ettikten sonra imanlarına zulüm karıştıran ve kötü amellere meyleden müslümanları uyandırıp ıslah etmeyi amaçlayan iç aktiviteyi de (5/Mâide, 39; 3/Âl-i İmran, 86-89) bünyesinde barındırmaktadır. İster Yüce Allah’ın ilahlığını ve rububiyetini tanımayan veya O’na ortaklar koşarak azgınlık yapan tutumlar sonucu olsun, isterse tevhid dinine girdikten sonra cahilî arzu ve anlayışların tesiriyle itikadî ve amelî yanlışlıklara ve kötülüklere bulaşma sonucunda olsun, yeryüzünde ve toplumsal hayatta baş gösteren bozulma, çözülme, tuğyan ve zulüm karşısında ortaya konabilecek olumlu çabanın Kur’an’daki tanımı ıslahat ve salih ameldir. “Mevcut düzenin ıslah edilmesi” gibi ifadelerle karşımıza çıkan kısmî düzeltme, uzlaşma, düzenle müslümanı bağdaştırma şeklinde anlayış, ıslahat kavramını tahrif etmektir. Islahat, günümüzde yanlış olarak inkılapçı hareketlerin karşısında, düzen ve sistem içi hafif yumuşatma ve zalim düzenin devamı anlamlarında kullanılıyorsa, bu Kur’an’ın anlaşılmasını istediği bu kavramdan ve içeriğinden uzaklaşmadır, yanlıştır. Islahat, devrimci bir eylemdir. Bozulmuş ve sapmış olanı düzeltme ve vahyî hakikatleri yeniden egemen kılma çabasıdır. Islahatçı, insan ve toplumların düşünce ve eylemlerinde vahyî doğrular istikametinde köklü bir değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmeyi amaçlar ve bu işin sünnetine uygun bir mücadele içinde olmaya çalışır. Hasenât ise, genelde fıtrî bir iyiliği, insanlara hizmeti ifade eder. Ancak ıslahat çabaları doğrultusunda yapılan hasenatların, anlamlı ve kalıcı olan değerinden bahsedilebilir (18/Kehf, 30).
Islahat; kesin ve muhkem olan vahyî ölçüye dayanarak cahilî bütün tutum ve davranışları, ifsad edilmiş bütün kurumları tepeden tırnağa değiştirmeyi amaçlamış devrimci bir tavırdır. Islahatçı (muslih), ilahlık taslayan egemen şirk güçlerine karşı gösterdiği tavır kadar, şirk güçlerinin saldırısı karşısında ümmet bünyesinin mukavemetini yıkan, onu hastalıklı kılan iç bozulmaya karşı da mücadele vermek zorundadır. Islahatçı, kendi ümmetinin, dış güçlerin saldırılarından önce, kendi halini bozması, olumsuz olarak değiştirmesi sonucunda gerilediğini ve Allah’ın verdiği nimetleri elinden kaçırdığını bilir (8/Enfâl, 53). Islahatçı; Allah’ın düşmanlarıyla mücadele etmek kadar, düşmanla mücadele edecek sağlıklı bir bünyeye sahip olma çabasının da taşıyıcısıdır. O, bozulma ve zilletin nedenlerini, şeytanî güçlerin aslî görevi olan saldırılarından önce, çözülmeye ve hastalanmaya müsait hale gelmiş olan kendi ümmetinin itikadî ve amelî tutumlarında arar. Islahatçı, kurtuluşa kişisel iyiliklerle ulaşılamayacağını bildiği gibi; ıslah çabalarında kendi nefsini de unutmaz. Ve o yine bilir ki, iman edip salih amel işleyenler, insanların en hayırlılarındandır (98/Beyyine, 7).
Islah eylemi, her türlü bozulma, tuğyan ve şeytanî tuzak karşısında tevhidî ilkeleri yaşatmayı ve Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılmayı amaçlayan soylu ve köklü bir uğraştır. Islahatçı, vahiy temeline bağlı inkılapçı bir öz taşır. O, Rabbimiz'in ilettiği buyruklar doğrultusunda öncelikle kendini ıslah ederek (6/En’âm, 48) kendi nefsinde inkılabı gerçekleştirmiş ve bu olumlu değişimi çevresine, toplumuna ve yeryüzüne taşımayı amaçlamıştır. İman edip salih işlerde bulunalar, halkın en hayırlılarıdır (98/Beyyine, 7) ve onların da çok olmadığı bilinmektedir (38/Sâd, 24).
Kur’an bize, ıslah kavramının günümüzde olduğu gibi geçmiş tarihte de yanlış veya kasıtlı tutumlar nedeniyle Allah’ın rızası dışında kullanıldığını göstermektedir. Salih amelle kötü ameli (seyyiât) birbirine karıştıranlar (9/Tevbe, 102) olduğu gibi, kendilerine bozgunculuk yapmayın diye ihtar edilenlerden “biz ıslah edicileriz” (2/Bakara, 12) diye cevap verenler de çıkmıştır. Oysa Allah, bozgunculuk edeni (müfsid), ıslah edenden (muslih) ayırır (2/Bakara, 220). Allah’ın kitabı, salih kulların özelliklerini ortaya koyan en temel, muhkem ve mutlak ölçüdür.
Islah çabalarının birinci elden muhatapları, ilahî vahye kulaklarını tıkamamış, gerçekler karşısında gözlerini yummamış olanlardır. İnandıkları halde, bilmeyerek kötülük işleyenlere (En’am, 54) veya cehaletleri dolayısıyla bu duruma düşenlere (16/Nahl, 119), cahilî anlayış ve tavırlarından sonra tevbe etme ve kendilerini düzeltme (ıslah) kapıları açık tutulmaktadır. Bu bozulma ve kötülük hali, tarihî süreç içinde toplumların bünyesinde de tezahür edebilmektedir. İslam ümmetinin bugün yaşadığı hastalıklı ve cahilî durum, buna şahitlik etmektedir.
Müslümanlar, tevhidî bilinçlerini, rıza gösterdikleri sistemler içinde yozlaştırmışlar ve büyük ölçüde yitirmişlerdir. Peygamberimiz’den bu yana ıslahat çabalarını ve tevhidî mücadelelerini sürdüren muvahhid müslümanların gayretlerine rağmen, işbaşına geçtiklerinde bozgunculuk yapanlar (2/Bakara, 205), Allah’ın indirdiği apaçık belgeleri ve Kitap’ta açıkladığı hidayeti gizleyenler (2/Bakara, 159) İslam ümmetinin bilincini ifsad etmişler ve müslüman kitlelerin halini bozup değiştirmişlerdir. Ve İslam ümmeti, Rablerinin kendilerine verdiği arza vâris olma nimetini ellerinden kaçırmıştır. “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53)
Fakat Allah yeryüzünü salih kullarına vâris kılmak (21/Enbiyâ, 105); insanları kurtuluş ve mutluluk yoluna eriştirmek istemektedir (9/Tevbe, 20). Bununla birlikte değişim, yine bizim ve beraber olduğumuz toplumun iradesine bağlı tutulmuştur. Bireysel ve toplumsal alanda başarılı oluşun yolu, yine ıslahat çabalarıyla oluşacaktır. “Bir toplum, kendi nefsindekini değiştirmedikçe, kuşkusuz Allah da o toplumun bulunduğu durumu değiştirmeyecektir.” (13/Ra’d, 11) “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ki (Allah) işlerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasülüne itaat ederse, büyük bir başarıya erişmiş olur.” (33/Ahzâb, 70-71)
İlk aile kurumuyla oluşmaya başlayan toplumsal yaşam; şeytanî olanla Rabbanî olan arasındaki tartışma, çatışma ve imtihanlarla çeşitlenerek bugüne dek süregelmiştir. Tevhid-şirk kutuplaşmasında süregelen toplumsal mücadeleler tarihi, ıslah edilmiş olan yeryüzünde (7/A’râf, 56) Allah'a verilen sözden cayıp, bozgunculuk yapanlarla (13/Ra’d, 25), inanıp salih amellerde bulunanlar (98/Beyyine, 7) arasında devam edegelen sürekli bir çatışmayı oluşturmaktadır. Tevhid ile şirkin, hak ile bâtılın, ma’ruf ile münkerin, muhkem ile muharref olanın arasındaki çatışma bugün de sürüp gitmektedir.
Hidayet nimetine nankörlük eden, Yaratıcısı yanında başka velîler edinen, kendi aczini unutarak büyüklük taslayan ve böylece yeryüzünde bozgunculuk yapan, fitne çıkaran, kötülüğü yaygınlaştıran, vahiy dinini tahrif etmeye kalkışan veya bu konuda aracı olanların söz konusu cahilî eğilimleri ve bozgunculukları, rasullerin öncülüğünü yaptığı salih kulların ıslahat çabalarıyla insanlık tarihi süresince giderilmeye, düzeltilmeye çalışılmıştır. Tartışma, çatışma ve imtihan alanı dediğimiz tevhidî mücadele ortamı da bu çerçevede oluşmaktadır.
Özellikle mü'minlerin kâfirlere ve münafıklara, kısaca muslihlerin müfsidlere karşı savaşı yalnız insanlar için değil; tüm varlıklar için bir rahmettir. Yeryüzünü fesada boyayan kâfirler korkaklıkları, paylaşmak istedikleri rant ve sahip oldukları hırs sebebiyle birbirleriyle yardımlaşırlar. Bunlara karşı muslihlerin/müslümanların, fesada ve müfsidlere karşı ortak bir cephe meydana getirmeye gayret etmeleri kulluk ve hilafet görevleridir. "Küfredenler birbirlerinin velisi, gönül dostudurlar. Eğer siz bunu yapmazsanız (iman edip hicret ederek canlarınızla ve mallarınızla Allah yolunda cihad edip yardımlaşmaz ve böylece birbirinizin velisi olmazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat başgösterir." (8/Enfâl, 73) Günümüzde fitne ve fesadın iktidarı, bütün kurumları ve kurallarıyla ayaktadır. Müslümanlar da birbirlerinin velâyetine râzı olmamanın ve cihadı terk etmenin ızdırabını yaşamaktadırlar.
Fesadın temelinde insanın doğal değerleri ve evrendeki mevcut nizamı, kendi hevâsı ve doymazlıkları uğruna altüst etmesi yatar. (Bkz. 23/Mü'minûn, 71) Bunun sonucu, şirkin en büyük fesat olmasıdır. Çünkü şirk, tüm yaratıklardaki değer ve nizamı şuursuz maddeye yükleyerek bozmaya çalışmaktır. Kur'an'da fesat olarak sayılan eylemlerin başlıcaları, iman etmeyip insanları Allah yolundan alıkoymak, büyüklenmek, haksız yere kan dökmek, tuğyankârlık/azgınlık taşkınlık yapmak, fahşâ ve münker (çirkin ve kötü söz, fiil) işlemek, nesil ve ekini helak etmek, homoseksüellik, yol kesmek, hırsızlık, insanları gruplara ayırmak, sihirbazlıktır. (Bkz. 2/Bakara, 205; 12/Yûsuf, 37; 29/Ankebut, 28-30; 28/Kasas, 3-4; 10/Yûnus, 91; 16/Nahl, 88; 7/A'râf, 86; 27/Neml, 14; 89/Fecr, 12.) Kısaca, dinî hükümlerin dayandığı "nesil, mal, can, din ve akıl emniyetini/güvenliğini yok edici eylemler fesat sınırına girebilir.
İnsanın ürettiği fesattan en büyük payı putperestlik, ikinci olarak münafıklık, üçüncü olarak da yahudi kesimi almaktadır. (Bkz. 17/İsrâ, 4; 7/A'râf, 85; 2/Bakara, 11) En yıkıcı fesat, insanın saltanat ve sahip olma uğruna sergilediği fesattır. (Bkz. 27/Neml, 34) Böyle olduğu içindir ki, insanlık tarihi boyunca medeniyet ve saltanatların çöküşüne de fesatlar sebep olmuştur. (Bkz. 28/Kasas, 4, 83; 89/Fecr, 12; 40/Mü'min, 26; 27/Neml, 14).
Bakara suresinin 11-12. ayetlerinde olduğu gibi fesad, daha ziyade, münafıkların bir vasfı olarak zikredilmektedir. Ancak, fesad çıkarmanın, bozgunculuk yapmanın tasvip edilecek bir yanı olmadığı gibi, hiçbir kimse de, kendisinin böyle çirkin bir fiille vasıflanmasını istemez. Nitekim münafıklar da , kendilerinin böyle bir özellikle vasıflanmalarını kabullenmemektedirler. Münafıklar, kendilerinin müfsid değil; muslih olduklarını ileri sürmektedirler. (2/Bakara, 11-12) Bu ayette geçen fesad kelimesini, İbn Mes'ud ve sahabeden bazılarının "küfür ve ma'siyet işlemek" , İbn Abbas 'ın da, sadece "küfür" kelimeleri ile tefsir etmeleri bu fiilin son derece çirkin olduğunu ve her türlü kötülüğü içerisine alabileceğini göstermektedir. Genelde nefisleri, nesepleri, malı, aklı ve dini ifsâd etmek diye sıralanan bu kötülükler, fesâdın çerçevesi içerisinde mütalaa edilmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de "yeryüzünde fesâd çıkarmayın" veya "ıslah edildikten sonra yeryüzünde fesâd çıkarmayın" anlamlarındaki ifadeler, bazı ayetlerde tekrar edilir. Selef ulemasına göre "yeryüzünde fesat çıkarma" ifadesi, Allah'a açıktan isyan etmek demektir. Müfessirler, bu ifadeyi, genel olarak, Allah'a şirk koşma, Allah'a isyan, yeryüzünün fesatla dolması, peygamberleri yalanlama, nübüvveti inkâr etme dolayısıyla Allah'ın emirlerini kabul etmeme, Allah'ın dini hakkında şüphe etme, kibirlenme ve büyüklük taslama, harp ve fitne çıkarma şeklinde yorumlamaktadırlar.
Ayetlerde mutlak olarak zikredilen fesad, ister inanç, isterse amelî konularda olsun, insana zarar veren ve onu maddî ve manevî helaka götüren her türlü davranıştır. Fesat çıkaranları (müfsidleri) Allah'ın sevmeyeceği (5/Mâide, 64; 28/Kassas, 77), onların işlerini düzeltmeyeceği (10/Yûnus, 81) gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Allah'ı inkâr ve Allah yolundan alıkoymak, en büyük fesadlardandır, sonuçları da acıdır: "İnkâr (küfr) eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara fesatlarına/bozgunculuklarına karşılık azap üstüne azap veririz." (16/Nahl, 88)
Peygamberleri ve getirdiklerini yalanlama da fesadın büyüklerindendir. Kur'an'da, peygamberlerin getirip yerleştirmeye çalıştığı mesaja ve bu doğrultuda kurmaya çalıştığı İslamî düzene, birtakım sözde gerekçelerle karşı çıkan ve her türlü engelleme yollarını deneyen kimseler fesadçılar/bozguncular olarak adlandırılmakta ve bu olumsuz davranışlarının kendilerine bir yarar sağlamadığı; tam tersine helaklarına sebep olduğu vurgulanmaktadır. (Bkz. 29/Ankebut, 36-37; 7/A'râf, 103, 109-110, 127; 27/Neml, 13-14; 40/Mü'min, 26-27)
Fesadın yaygın görünüşü, insan hakları ihlalleridir. Bunlar, kan dökücülük, sömürü ve tahakküm ilişkileri biçiminde kendini gösterir. "...Kim bir kimseyi, bir kimseye (cinayete) veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden bir hayat kurtarırsa), bütün insanları diriltmiş gibi olur. And olsun ki onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi. Sonra buna rağmen onların pek çoğu, yeryüzünde taşkınlık edenler (müsrifûn) oldu." (5/Mâide, 32) Kadınları bırakıp erkekleri öldüren Firavun (7/A'raf, 127), kızlarını toprağa diri diri gömen Mekke câhiliyyesinin insanları (16/Nahl, 58-59; 81/Tekvir, 8-9), daha anne karnındayken kürtajla çocuklarının hayatlarına kıyan veya oğlan kız demeden tüm çocuklarının ebedî hayatlarını öldüren modern câhiliyyenin ortak tavrı yaşama hakkına tecavüzdür. Bu da, temel insan haklarının en başlarında gelen canın korunmasını ihlaldir ve fesadın en büyüklerindendir.
Yine malın korunmasını ihlal eden hırsızlık, ölçü ve tartıda eksiklik de fesattır. (Bkz. 12/Yûsuf, 70-73; 11/Hûd, 84-94; 7/A'râf, 85-93)
Bir toplumda bozgunculara engel olunamaması ve bozguncuların sayısının artması, bu toplumu ayakta tutan sosyal düzenin bozulması, işlerin çığırından çıkması, toplumsal hayatta hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve kargaşa ortamının hâkim olması demektir. Özellikle zalim yöneticiler ve politik seçkinler, toplumlarında kötülüğü ve fesadı yaygınlaştırırlar. Bu fesatçılar, ister peygamber, isterse kendi topluluklarından çıkan şuurlu insanlar olsun, bütün ıslahçılara karşı çıkarlar, onlarla mücadele ederler. "Dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutan, işbaşına geçince ortalığı fesada verip bozgunculuk yapmaya, "hars"ı (ürünü, ekini) ve nesli yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez." (2/Bakara, 204-205) Bu ayetin metninde yer alan "hars" (ekin, ürün) kelimesi iki şekilde yorumlanır:
Hars, emek yoluyla sağlanan kazanç ve gelirdir. Çoğunlukla dünyevî malları, özellikle de hem toprağın işlenmesi yoluyla elde edilen ürünü, hem de bizzat işlenmiş tarlanın kendisini gösterir. Hars, bu bağlamda ürün olarak anlaşılırsa, bu mecazî olarak, genelde insan davranışlarına, özelde de toplumsal tavırlara uygulanabilir. Onun için hars, günümüzde kültür kelimesinin karşılığı olarak da kullanılmaktadır.
Bazı müfessirler ise, görüşlerini "kadınlarınız sizin hars'ınızdır" (2/Bakara, 223) ifadesine dayandırarak, bu ayette de "hars"ın eşleri anlattığını öne sürerler. Bu durumda "harsın ve neslin yok edilmesi", aile hayatının sarsıntıya uğraması ile ve sonuçta bütün bir toplumsal yapının çökmesi ile eşanlamlı olur.
Tuğyân: Hak ve adalet sınırını aşma (tuğyan) ve fesad/bozgunculuk, birbirini tamamlayan özelliklerdir. (Bkz. 89/Fecr, 9-14)
"Musa'yı, Firavun ve erkânına gönderdik. Ayetlerimize karşı haksızlık ettiler. Fesatçıların/ bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak." (7/A'raf, 103) "Firavun, müfsidlerden (fesatçı/bozgunculardan) idi." (28/Kasas, 4) Kendileri fesatçı olan Firavun ve yandaşları, kendilerini ıslahatçı olarak görüyorlar, toplumu ıslah etmek isteyen Musa (a.s.)'ya fesatçı/bozguncu damgası vuruyorlar ve halkı onun aleyhine kışkırtıyorlardı: "Musa'yı ve milletini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni tanrılarınla başbaşa bıraksınlar diye mi koyveriyorsun?" (7/A'râf, 127) Firavun da şöyle demişti: "Bana izin verin de Musa'yı öldüreyim. O, Rabbine yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum." (40/Mü'min, 26) Firavun ve yandaşları, kendi düzenlerini değiştirip yıkacak olan Hz. Musa'yı, bozgunculuk yapmakla suçluyorlardı. Firavun düzenine karşı çıkan ve sosyal ıslah programı öneren Hz. Musa, karşı çıktığı düzen tarafından bozgunculuk suçlamasıyla, vatan haini, bölücü olarak görülüyor, böyle gösterilmek isteniyordu. Her devirde kâfirlerin tavrının farklı olmadığı, küfrün tek millet olduğundan tek tip tavır sahnelediği, günümüz dünyasındaki çok belirgin benzerliklerle değerlendirilebilir.
Kur'an'da insanları yapay ayrımlara tâbi tutup bölme, Firavunca bir fesad yöntemi olarak savunulmaktadır: "Firavun, memleketin başına geçti, halkını fırkalara (kastlara, yüksek ve aşağı sınıflara) ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, müfsidlerden/fesad çıkaranlardan idi." (28/Kasas, 4) Firavun'un zayıf, güçsüz gördüğü grup, Mısır toplumunda en aşağı basamaklara itilen ve hemen hemen bütün insan haklarından yoksun bırakılan İsrailoğullarıydı. İnsanları, sınıflara bölmek, bazı ırklara ayrıcalık vermek, kendileri devletin rantını yiyip halkı sömürerek elit tabakayı (burjuva, sömürücü, kapitalist, bürokrat kesim, mutlu ve putlu azınlık) oluşturup, toplumu da halk tabakası, orta direk, batılı-doğulu, Türk-Kürt, zengin-fakir, irticacı-modern vb. ayrımlarla insanları sınıflara, yapay gruplara ayırarak bölen fesadçılar; mü'min-müşrik ayrımına bölücülük damgası vurarak sömürüye ve zulme dayanan kendi bölücülüklerini unutturmak istemektedirler.
Çağımız buhranlarının temel nedenlerinden biri, bilime karıştırılan yalanlar, insan itikadını ve yaşayışını saptıran nifaklardır. Gerçekte ilim, ilahî sanatı tetkik hikmeti olduğu halde; hiç bağdaşmaması gereken cehaletle (cahiliyye) bilim, zorlama yollarla, şeytanî hile ve uydurmalarla bağdaştırılmış ve fesat araçlarından biri olmuştur.
Çağlar boyu toplumlar içinde ahlakı fesada verip, toplumları çökerten münafık ve müşriklerin devrimizdeki ulaştıkları durum, dört ayaklıları bile utandıracak boyutlara gelmiştir.
Dinimiz, insanların meşru ihtiyaçlarını karşılamak için belirli şartlarla helal dairesi içinde çalışmalarını ibadet kabul eder. Cimriliği haram kıldığı gibi, israfı da şeytanın kardeşliği olarak değerlendirir. Fesatçılar ise, israf ve tüketim hızlanması sloganlarıyla toplumları tüketim toplumu yaparak mahvetmektedir. Ülkeler, toplumlar, aileler, evlilik kurumları, iş bulma konuları... gibi yapılar, savurganlık ve kapitalist düzenin zulmü sebebiyle iflas etmiş durumdadır. Aç insanın, dini (dolayısıyla ahlakı ve tüm yaşama biçimi) de kolaylıkla yozlaşmış, insanlar karınlarını doyurmaktan ve bazıları da eşya sevgisinden ve yarışından başka şey düşünemez hale gelmiştir. Modernizmin, modanın, mal-eşya yarışının, lüksün ve reklâmın fesadı yaygınlaştırmadaki rolleri, tahmin edildiğinden de çok fazladır.
İnsanların inanç yapısını bozan ve huzurunu ciddî biçimde kaçıran belki en önemli fesad yolu budur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen, bu yüzden fâsık, zâlim ve kâfir olan tağutların zulmü her alanda karşımıza çıkmaktadır. Bu onlarca fesadın kaynağı olduğundan, müslümanların reddetmeleri ve mücadele etmeleri gereken fesadın başı sayılır.
Filozof, düşünür, yazar, öğretmen... sıfatları, fesadın cahil halk kesimlerince kabulünü kolaylaştırması açısından büyük ihanet özelliğindedir. Allah'a inanmayan, O’ndan hakkıyla korkmayan insanın hele ağzı laf yapıyor, kalemi yazabiliyorsa bunun fesadının şerrinden herhalde şeytan bile Allah'a sığınıyordur.
Uydular, casus uçaklar, bombalar, füzeler, cep telefonları, gizli kameralar, tele kulaklar...
TV. kanalları ve boyalı basın... Örnek vermeye gerek var mı?
Tüm kural, kurum ve kuruluşlarıyla doğurgan fesad. Diğer fesadlar, bu ananın gayr-ı meşrû çocukları. Tâğûtî düzenlerin tümü en büyük müfsiddir.
Fesâdın zıddı olan salâh ise, mü'minlerin belirgin vasfı ve peygamberin istekleri arasındadır. Ayette ifade edilen Hz. Yusuf'un duası bu gerçeği belirtmektedir: "Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlih insanlar arasına kat." (12/Yûsuf, 101) Râzî'nin yorumuna göre, seni Allah'a itaate çağıran her şey salâh; Allah'tan alıkoyan her şey de fesaddır. İbn Teymiye'ye göre ise, her çeşit hayrı içerisine alan salâh; şerrin her çeşidini içerisine alan da fesaddır. Yine Ebu Hayyan gibi bazı âlimlere göre salâh, mutedil ve güzel bir hal üzere olmaktır.
Salâh, mü'minlerin önemli bir vasfı olup, bu vasıfla mü'minler, Allah'ın emir ve yasaklarını gözetir, O'nun seçkin kulları arasına girmeye çalışır, tutum ve davranışlarında itidalli olmayı tercih ederek dünya ve ahiret saadetini elde etmek isterler. Çünkü salâh vasfı, hem dünyevî, hem de uhrevî özelliği bünyesinde taşımaktadır. Başka bir ifadeyle ahirette sâlih insanlardan olmanın yanında, bu dünyada da iyi insanlardan olmak önemli bir husustur. Allah, seçkin kullarını bu vasıfla ayırdetmektedir. Salâh, sıfatların en üstünü olup, bununla vasıflanmak ise, derecelerin en mükemmeline delâlet etmektedir. O halde, böyle bir hususiyet taşıyan vasfın, sadece uhrevî yönü olmayıp, dünyevî yönünün de bulunması gerekir.
Peygamberlerin önemli duaları içinde fesat üretenlere mağlup olmama dileği de yer almaktadır. (Bkz. 29/Ankebut, 30) Çünkü fesat, yurtları kaos ve mutsuzlukla doldurmakta, kitleleri lanet ve azabın kucağına itmektedir. (Bkz. 16/Nahl, 88; 13/Ra'd, 25)
Kur'an, fesat üreten birey ve kitlelerin insanların karşısına barış üreticileri olarak çıkabileceklerini de söylemektedir. (2/Bakara, 11) Sulh/barış taraftarı gözüken nice sahte barışçılar vardır. Bunlar barışçı kimliğiyle savaşların en gaddarcasını yapmakta, ıslah adına yeryüzünü ifsad etmektedirler. İnsanları mahvetmenin adına kurtarmak denilebilmekte, Firavunlara Musa adı verilmekte, nice sahte kahraman ve sahte kurtarıcılar insanları ifsad etmektedir.
Islah adıyla ifsadı, barışçılık iddiasıyla gerçek barışseverliği ayırmada kullanılacak ölçüleri Kur'an şöyle bildirmektedir: Allah'a Kur'an'ın istediği gibi iman, ahirete yakînen inanmak, salih amel, yani insanlığın hayrına katkıda bulunacak hizmetler gerçekleştirmek.
İnsanların toplum içerisindeki haklarını tesbit etmek ve toplum düzenini tesis etmek, siyasetle yakından ilgilidir. Bilindiği gibi siyaset: "insanları dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salah ve menfaatlerine çalışmak" şeklinde tarif edilmiştir. İnsanların hevâ ve heveslerini tatmine yönelen "zâlim siyaset/çirkin politika, tağutî yönetim" fesadın yayılmasına vesile olur. "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki; onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kimse kalbinde olana Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, düşmanların en amansızıdır. O, iktidara (velayete) geldiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helak etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez." (2/Bakara, 204-205) Zalim siyasette, hem tahrip etme, hem şüphe uyandırma sözkonusudur. Fesadın yaygınlaşması konusunda tağutî düzenlerde alabildiğine yarış vardır. Zâlim politikacılar, fitne ve fesat kumkuması boyalı basın, ahlaksız kanallar, hatta en masum kabul edilen resmî ve çoğu toplumsal kurumlar fesat yarışında şeytanı bile geride bırakma gayretindedirler.
"Allah, kimin muslih/düzelten, kimin de müfsid/bozguncu olduğunu bilir." (2/Bakara, 220) "Allah, fesadı sevmez." (2/Bakara, 205) Allah, ahdini bozanlara, bağları gözetmeyenlere ve fesad çıkaranlara lânet eder, yardım ve inayetini keser. (13/Ra'd, 25) Hüsrana (zarara) uğrayanlar işte onlardır. (2/Bakara, 27)
"İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler." (30/Rûm, 41) Pek çok toplum, fesat çıkarmaları yüzünden dünyevî bela görmüş ve helak olmuştur. Allah, A'raf suresinde peşpeşe Semud, Medyen ve Sodom halklarının bozgunculukları dolayısıyla başlarına gelen felaketleri anlatır. (Bkz. 7/A'râf, 85-94) İsrailoğulları da, yaptıkları fesadların karşılığını dünyevî felaketler halinde görmüşlerdi. (17/İsrâ, 4-7) Kur'an, fesad-helak ilişkisi çerçevesinde, geçmişte bozguncuların uğradığı sona dikkat çeker ve fesadçıların uğradığı sonun incelenmesini ister. Bu incelemeden amaç, bu konu üzerinde düşünülmesi ve aynı sonuçlarla karşılaşılmaması için davranışların gözden geçirilmesidir. İnkârcılık yapıp Allah yolundan alıkoyanlara, fesadlarına karşılık, azap üstüne azap verilir. (16/Nahl, 88)
Hevâ ve heveslerini ilah edinen zümreler, yeryüzünde fesadın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara düşen görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah'ın oluncaya kadar bütün gücüyle mücahede, mücadele ve mukatele etmektir.
[4] A’raf: 7/103; Neml: 27/14.
[10] A’raf: 7/127; Kehf: 18/93-94; Neml: 27/48.
[23] Kehf: 18/94; Ğafir: 40/26.
[24] Bakara: 2/205; Neml: 27/34.
[30] Nahl: 16/88; Ali İmran: 3/62-63.
[33] Âli İmran: 3/63; Yunus: 10/39-40.
[34] Bakara: 2/205; Maide: 5/64; Kasas: 5/30.
[38] A’raf: 7/85-94; Hûd: 11/84-94; Ankebût: 29/36-37.
[40] A’raf: 7/80-84; Ankebût: 29/33-35.
[42] A’raf: 7/103; Yunus: 10/89-92; Neml: 10/14.
[44] Bakara: 2/60; A’raf: 7/74; Hûd: 11/85; Şuara: 26/183; Ankebût: 29/36.