HARUN EBU HUSEYIN - YILDIRIM
  İman
 
İMAN ADININ KAPSAMI
 
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat, selef-i salih’in akidesinin esaslarından birisi de şudur: Onlara göre iman kalb ile tasdik, dil ile söylemek, azalarla amel etmektir. İtaatle artar, masiyet dolayısıyla eksilir.
İmanhem söz, hem ameldir.
Kalb ile dilin sözü, kalb, dil ve azaların amelidir.
Kalbin sözü inanması, tasdik etmesi, ikrarı ve kesin olarak kabulüdür.
Dilin sözü ise ameli kabullenmesidir. Yani şehadet kelimelerini söyleyip, gerekleri ile amel etmesidir.
Kalbin ameli ise niyeti, teslimiyet göstermesi, ihlâsı, boyun eğmesi, sevmesi ve salih amelleri yapmak istemesidir.
Dil ile azaların ameli ise emrolunan şeyleri yapmak, yasak kılınmış şeyleri de terketmektir.
İman sözlükte tasdik etmek, boyun eğdiğini ortaya koymak ve ikrarda bulunmak demektir. Şer’an gizli ve açık bütün itaatlerdir. Gizli amellere kalbin amelleri örnek gösterilebilir. Bu da kalbin tasdik etmesi ile olur. Zahir (açık) ameller ise bedenen yapılan farz ve mendub fiillerdir. Kısacası iman kalbte yer eden amel tarafından da doğrulanan, meyveleri Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak sureti ile açıkça ortaya çıkan şeydir.
Eğer ilim amelden uzak kalacak olursa, bunun bir faydası yoktur. Amelden uzak ilimin herhangi bir kimseye faydası olsaydı, Allah’ın lanetine uğramış, İblis’e fayda vermesi gerekirdi. O yüce Allah’ın ortağı olmaksızın bir ve tek olduğunu, sonunda mutlaka O’na dönülüp bunda herhangi bir şüphenin bulunmadığını biliyordu. Fakat yüce Allah kendisine: Adem’e secde et! diye emir verince, o da büyüklük tasladı ve diretti. Kâfirlerden oldu. Allah’ın vahdaniyetini bilmiş olmasının ona bir faydası dokunmadı. Çünkü amelden ayrı bir ilmin âlemlerin Rabbinin terazisinde hiçbir ağırlığı yoktur.
İşte selef te bunu böylece anlamışlardır. İman da Kur’ân-ı Kerîm’de amelden soyut olarak kullanılmamıştır. Aksine pekçok âyet-i kerîme’de salih amel imana atıf edilerek, birlikte zikredilmiştir.
“Amel olmadıkça iman kâmil olamaz. Niyetsiz söz ve amel olmaz. Sünnete uygun olmadıkça da ne söz, ne amel, ne de niyet olur.”
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’e iman edip, iman etmiş oldukları dinin esasları ve fer’î hükümleri ile zahiri ile batını ile amel eden, imanın etkileri akidelerinde, sözlerinde açık ve gizli amellerinde ortaya çıkan kimseler hakkında “gerçek mü’min” niteliğini kullanmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer, âyetleri karşılarında okunduğu zaman imanlarını arttırır ve onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler. Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler. İşte onlar gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır.” (el-Enfal, 8/2-4)
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyet-i kerîmesinde iman ile salih ameli birlikte sözkonusu etmiştir. Şöyle buyurmaktadır:
“Gerçekten iman edip salih ameller işleyenlerin ise konakları Firdevs cennetleridir.” (el-Kehf, 18/107)
“Muhakkak Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru olanların üzerine melekler: Korkmayın, üzülmeyin ve size vaadolunan cennetle sevinin diye inerler.” (Fussilet, 41/30);”İşte bu cennet yapageldiğiniz ameller sebebi ile size miras verilmiştir.” (ez-Zuhruf, 43/72); “Andolsun asra ki, gerçekten insan ziyandadır. İman eden, salih ameller işleyen birbirine hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ.” (el-Asr, 103/1-3)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur: “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol.” (Müslim)
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır: “İman yetmiş küsur şubedir. Bunların en faziletlileri Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur demek, en alt derecede olanları yolda rahatsızlık veren şeyleri kaldırmaktır. Haya da imanın şubelerinden birisidir.” (Buharî)
İlim ve amel birbirinden ayrılmaz şeylerdir, biri diğerini bırakmaz. Amel ilmin şekli ve özüdür.
İmanın birtakım dereceleri ve şubeleri olduğuna, artıp eksildiğine, mü’minlerin aralarında fazilet farkının bulunduğuna dair pekçok âyet ve hadis nassı varid olmuştur.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”İman edenlerin de imanı artsın.” (el-Müddessir, 74/31);”Bir sure indirildiği zaman içlerinden bazıları: Bu hanginizin imanını arttırdı, derler. İman etmiş olanlara gelince, bu onların imanını arttırmıştır.” (et-Tevbe, 9/24);”Âyetleri karşılarında okunduğu zaman onların imanını arttırır ve onlar ancak Rablerine dayanıp, güvenirler.” (el-Enfal,
“İmanlarına iman katmaları için mü’minlerin kalbine sükûn ve huzur indiren O’dur.” (el-Feth, 48/4)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:
“Kim Allah için sever, Allah için buğzederse o imanını tamamlamış olur.”[1][45]
Yine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır: “Sizden kim bir münker görürse onu eliyle değiştirsin, eğer gücü yetmezse diliyle, eğer yine gücü yetmezse kalbi ile değiştirsin. Bu ise imanın en zayıf halidir.” (Müslim)
İşte ashab-ı kiram, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’den böylece imanın itikad, söz ve amel olduğunu, itaat ile artıp, masiyet dolayısıyla eksildiğini öğrenmiş ve kavramış oldular.
Emiru’l mü’minin Ali b. Ebi Talib -radıyallahu anh.- şöyle demiştir: “Sabrın imana göre durumu, başın vücuda göre durumudur. Sabrı olmayanın imanı da olmaz.”
Abdullah b. Mes’ud -radıyallahu anh- da şöyle demiştir: “Allah’ım! İmanımızı, yakînimizi ve fıkhımızı arttır.”
Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre ve Ebu’d-Derda (r.anhum): “İman artar ve eksilir” derlerdi.
İmam Vekî’ b. el-Cerrah -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derdi: “Ehl-i sünnet der ki: İman söz ve ameldir.”
Ehl-i sünnet’in imamı Ahmed b. Hambel -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: “İman artar ve eksilir. Artması amel ile eksilmesi de ameli terketmekledir.”
Hasan-ı Basri de -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: “İman ne birtakım süslenmelerle, ne de temennilerledir ama iman kalbe yerleşen ve amellerin doğruladığı şeydir.”
İmam Şafîi -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: “İman söz ve ameldir, artar ve eksilir. İtaatle artar, masiyetle eksilir.” Sonra da yüce Allah’ın:”Ve iman edenlerin imanı artsın diye...” buyruğunu okumuştur.
İmam Ebu Ömer b. Abdi’l-Berr, et-Temhid adlı eserinde şöyle demektedir: “Fıkıh ve hadis ehli şunu belirtmişlerdir: İman söz ve ameldir. Niyetsiz amel olmaz. Onlara göre iman itaatle artar, masiyet dolayısıyla eksilir. Onlara göre bütün itaatler de imandır.”
Bütün ashab-ı kiram, tabîin ve muhaddis, fukahâ dinin önder imamları ile onların peşinden gidenlerin oluşturduğu, onlara güzelce uyanlar hep bu kanaatte idiler. Selef ile halef’ten bu hususta haktan sapanların dışında onlara muhalefet eden kimse yoktur.
Ehl-i sünnet der ki: Ameli imanın dışına çıkartan bir kimse mürcie’dendir. Ondan olmayan şeyleri onun içine sokan kimse ise bid’atçidir.
Diliyle şehadet kelimesini söyleyen, kalbiyle yüce Allah’ın vahdaniyetine inanan, bununla birlikte azalarıyla İslam’ın rükünlerini eda etmeyen bir kimsenin imanı kamil değildir. Her ne kadar hükmen ya da ismen böyle bir kimse hakkında iman lafzını kullansak bile.
Ancak hiçbir şekilde şehadet kelimesini söylemeyen kimseye mü’min ismi verilemez.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat imandan istisnâda bulunmanın yani “inşaallah ben mü’minim” demenin ve kendileri hakkında kesin mü’min oldukları ifadesini kullanmamanın caiz olduğu görüşündedirler. Bu ise onların Allah’tan ileri derecedeki korkuları, kadere imanları ve nefislerini tezkiye etmekten uzak kalmaya çalışmalarından ötürüdür. Çünkü mutlak iman bütün itaatleri işlemeyi, bütün yasakları terketmeyi kapsar. Ancak istisna imanda şüphe dolayısıyla yapılacak olursa, bunu kabul etmezler. Buna dair kitabta, sünnette seleften gelen rivayetlerle ve ilim adamlarının görüşlerinde pekçok delil bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hiçbir şey hakkında sakın: Ben bunu mutlaka yarın yapacağım, deme. Meğer ki Allah dilemiş ola (inşaallah yapacağım de).” (el-Kehf, 18/23-24);”Artık kendinizi temize çıkarmayın. O kimin takvalı davrandığını en iyi bilendir.” (en-Necm, 53/32)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’de kabristana girdiği sırada şöyle derdi: “Ey mü’min ve müslüman kimselerin kaldığı diyarın sakinleri! İnşaallah biz de size kavuşacağız. Allah’tan bize ve size esenlik dilerim.” (Müslim)
Abdullah b. Mes’ud -radıyallahu anh.- da şöyle demiştir: “Her kim kendisi hakkında mü’min olduğuna dair şahitlik ederse, kendisinin cennette olduğuna da şahitlik etsin.”
Cerir dedi ki: Ben Mansur b. el-Mu’temir, Muğire, A’meş, Leys, Umare b. el-Ka’ka, İbn Şubrume, el-A’la b. el-Müseyyib, Yezid b. Ebi Ziyad, Süfyan es-Sevrî, İbnu’l-Mübarek ve yetiştiğim diğer imamların “imanda istisna yaptıklarını ve istisna yapmayanları ayıpladıklarını dinledim.”
İmam Ahmed b. Hambel’e imana dair soru sorulunca, o: “İman, söz, amel ve niyettir” diye cevab vermiş. Bu sefer ona: Adam: Sen mü’min misin? diye sorarsa, o: Bu bir bid’attir diye cevab vermiş. Bu sefer ona: Peki böylesine nasıl cevab verilir diye sorulunca: İnşaallah mü’minim der, diye cevab vermiş.
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’e göre iman ancak aslının ortadan kalkması ile gider. Yasakları işlemek, farzları terketmek suretiyle onun dallarının ortada olmamasına gelince, bu imanı eksiltir ve onun şeklini bozar, fakat onu büsbütün ortadan kaldırıp yok etmez. Kul ancak kendisini imana sokan şeyi inkar etmekle imandan çıkar. Kimi zaman bir kimsede hem küfür, hem de iman, hem şirk, hem tevhid, hem takva ve hem fücur (günahkârlık) birarada bulunabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onların çoğu şirk koşmaksızın (bir türlü) Allah’a iman etmezler.” (Yusuf, 12/106)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar.” (Al-i İmran, 3/167)
Büyük günah işleyen bir kimse imanın dışına çıkmış olmaz. O düyada imanı eksik bir mü’mindir. İmanı dolayısıyla mü’min, büyük günahı dolayısıyla fasıktır. Âhiretteki durumu ise Allah’ın dilemesine kalmıştır. Dilerse günahını bağışlar, dilerse onu azablandırır.
İman kısım ve parçalara ayrılmaya kabildir. Yüce Allah cehenneme girmiş olan kimseyi az bir iman sebebiyle oradan çıkartır. Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“...Kalbinde hardal tanesi ağırlığı kadar iman namına bir şey bulunan bir kimse cehenneme girmez (orada ebedî kalmaz).” (Müslim)
Bundan dolayı ehl-i sünnet ve’l-cemaat imanın aslını ortadan kaldıran günah dışında hiçbir günahtan ötürü kıble ehlinden kimsenin kâfir olduğunu söylemezler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar.” (en-Nisa, 4/48)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur:
“Cibril -aleyhisselam- bana geldi ve bana şu müjdeyi verdi: Senin ümmetinden Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ölen herkes cennete girecektir. Ben: Zina etse, hırsızlık yapsa da mı? O: Zina da etse, hırsızlık da yapsa diye cevab verdi.” (Müslim)
Ebu Hureyre -radıyallahu anh- şöyle demiştir: “İman kötülükle bağdaşmaz. Kim zina ederse, iman ondan ayrılır. Şâyet nefsini kınar ve doğruya dönerse, iman da ona döner.”
Ebu’d-Derda -radıyallahu anh.-’da şöyle demiştir: “İman ancak sizden herhangi bir kimsenin bir defa giydiği, diğerinde çıkardığı bir gömleğe benzer. Allah’a yemin ederim ki bir kul kendi imanından yana kendisini emniyette hissetti mi mutlaka onun kendisinden alınmış olduğunu görür ve onun yokluğunu hisseder.”
 
ÜÇÜNCÜ ESAS TEKFİR MESELESİ KARŞISINDA EHL-İ SÜNNET’İN TUTUMU
 
Selef-i salih olan ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in akidesinin esaslarından birisi de şudur: Onlar cahil ve tevilci bir kimsenin küfre götüren bir fiil işlemesi halinde -terkedenin kafir olmasına sebep teşkil edecek olan- delili ona karşı ortaya koymadıkça İslam’dan çıktığını söylemezler. Onlar yine kalbi iman ile dopdolu olup onunla rahat ve huzur bulmuş olması şartı ile zorlanan bir kimsenin de küfre götüren bir fiil işlemesiyle yahut sözüyle din’den çıktığını söylemezler.
Şirkten daha aşağı olan, büyük günahlardan hangisini işlerse işlesin, bu günahı dolayısıyla hiçbir müslümanın da kâfir olduğunu söylemezler. Böyle bir günahı işleyen kimsenin kâfir olduğu hükmünü vermezler. Onlar o kimsenin o günahı helal kabul etmediği sürece yahut ta dinden olduğu kesin (zaruri) olarak bilinen bir şeyi inkar etmediği sürece o kimsenin fasık ya da imanının eksik olduğuna hükmederler. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (en-Nisa, 4/48)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Muhakkak O, çok çok mağfiret edendir, rahmet edendir.” (ez-Zümer, 39/53)
Çünkü küfrün esası kasti olarak yalanlamak, kalbi ona açmak, kalbin huzur ile onu kabul etmesi, ruhun bundan rahatsız olmamasıdır. Özellikle bilgisizlikle birlikte olması halinde şirke ait birtakım inançların zaman zaman hatırdan geçmesine itibar edilmez. Çünkü yüce Allah:”Fakat küfre göğüs açarsa...” (en-Nahl, 16/106) diye buyurmaktadır.
Kitab ve sünnetten bir işin küfür olduğunu ortaya koyan bir delil bulunmadığı sürece kimsenin kâfir olduğuna hükmetmezler. Bir kimse bu hali üzere ölecek olursa, işi yüce Allah’a kalmıştır. Dilerse onu azablandırır, dilerse ona mağfiret eder. Büyük günah işleyen kimsenin kâfir olduğuna yahut ta iki menzile arasında bir yerde bulunduğuna hükmeden sapık fırkalardan bu konuda farklı kanaattedirler.
Ayrıca Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de bundan sakındırmış ve şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir kimse kardeşine: Ey kâfir diyecek olursa, bu söze onlardan birisi layık olur. Eğer dediği gibi ise mesele yok, aksi takdirde bu söz onu söyleyene döner.” (Müslim); “Bir kimse böyle olmadığı halde bir başkasını kâfir diye çağırır yahut ta Allah’ın düşmanı(dır) diyecek olursa, mutlaka o söz ona döner.” (Müslim); “Bir kimse bir diğerini fasıklıkla yahut kâfirlikle itham ederse, eğer o kişi böyle değil ise o söz mutlaka ona geri döner.” (Buharî); “Kim bir mü’mini bir küfürle itham ederse, bu onu öldürmek gibidir.” (Buharî); “Bir kimse kardeşine ey kâfir diyecek olursa, onlardan birisi bu söze müstehak olur.” (Buharî)
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat bid’at sahibi kimseler hakkında masiyet ya da küfür ile mutlak hüküm vermeyi kat’î olarak müslüman olduğu sabit olmakla birlikte herhangi bir bid’ati işlemiş muayyen bir kişi hakkında isyankâr, fasık ya da kâfir hükmünü vermekten ayırır, arasında fark gözetirler. Böyle bir kimseye hak açıklanmadığı sürece, onun hakkında böylece hüküm vermezler. Hakkın açıklanması ise ona karşı delilin ortaya konulması ve şüphesinin ortadan kaldırılması ile olur. Muayyen bir kimseyi de ancak gerekli şartların gerçekleşmesi ve engellerin ortada bulunmaması halinde tekfir ederler, kâfir olduğunu söylerler.
“Kesin olarak müslüman olduğu sabit olan kimsenin bu müslümanlığı şüphe ile ortadan kalkmaz.” şeklindeki selefî kaidenin ışığında selef-i salih’imiz hareket etmiş ve bu bakımdan insanları tekfir etmekten insanlar arasında en uzak kimseler olagelmişlerdir. Bundan dolayı Ali b. Ebi Talib (r.a)’a Nehrevan’lılar (Hariciler) hakkında. Onlar kâfir midir diye sorulduğunda, o: Küfürden kaçtılar diye cevab vermiştir. Peki onlar münafık mıdırlar diye sorulunca, bu sefer: Münafıklar Allah’ı ancak pek az zikrederler. Bunlar ise sabah akşam durmadan Allah’ı zikrederler. Onlar ancak bize karşı başkaldırmış kardeşlerimizdir. (Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübra, VIII, 173.)
Tekfir hususunda türü ile şahsı birbirinden ayırdetmemiz son derece gerekli bir şeydir. Şöyle ki küfür olan herbir şey dolayısıyla muayyen bir şahıs tekfir edilecek diye bir şey yoktur. Bir sözün bir küfür olduğuna hüküm vermek ile o sözü söyleyen kimsenin kâfir olduğuna hükmetmek arasında fark gözetmek gerekir. Mesela yüce Allah’ın zatının heryerde olduğunu söylemek küfürdür. Allah’ın sözünün mahluk olduğunu söylemek küfürdür. İlahi sıfatları kabul etmemek küfürdür... Bu gibi hususlar hakkında hüküm vermek tür ya da söz hakkında hüküm vermek kabilindendir. Ancak durum muayyen bir kişi ile alakalı olunca, işte o vakit durmak ve o kimseye soru sorup, onunla tartışmadan önce aleyhine küfür hükmünü vermemek gerekir. Zira böyle bir kimseye göre bu husustaki hadis sabit olmamış olabilir, yahut te’vilci bir kimse olabilir. Nassları anlayamayan bir kimse olabilir, cahil bir kimse olabilir. Tartışmadan sonra şüphe ortadan kalkar ve ona karşı delil ortaya konulacak olursa, artık bundan sonra durum farklı bir hal alır. Zira te’vil eden kimse ile cahil kimsenin hükmü, inad eden ve bilerek günaha yönelen kimsenin hükmü ile aynı değildir.
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiye -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: “Buna göre te’vil eden cahil kimse ile mazereti kabul edilebilir bir kimsenin hükmü hiçbir zaman inatçı ve bile bile inkâr edenin hükmü gibi değildir. Aksine yüce Allah bunların herbirisini ayrı bir şekilde değerlendirmiştir.” (Mecmuatu’r-Resâil ve’l-Mesâil, V, 382) Yine şöyle demektedir: “Bu husus bilindiğine göre bu cahillerden ve benzerlerinden muayyen bir kimsenin kâfirlerle birlikte olduğu anlamında hüküm vermek suretiyle tekfir edilmesi, bunlardan herhangi birisine onların Allah Rasûlüne muhalefet ettikleri açıkça belirtilerek risaletin delili ile onlara karşı delil ortaya konulmadıkça, böyle bir işe kalkışmak caiz değildir. Böyle bir söz söylemenin küfür olduğunda şüphe bulunmasa dahi bu böyledir. İşte muayyen birtakım kimselerin tekfir edilmesi ile ilgili olarak herkes hakkında bu söz aynen bu şekilde geçerlidir.” (Mecmuatu’r-Resâil ve’l-Mesâil, III, 348)
Bu hususu öğrendiğimize göre cahil ve benzeri muayyen kimselerin tekfir edilmesi onlara karşı delil ortaya konulmadıkça caiz değildir. Ortaya konulacak delilin de onların anlayabilecekleri bir seviyede olması gerekir. Delilleri ve belgeleri kavrayabilecek hale gelinceye kadar onların akli seviyeleri gerektiği gibi gözönünde bulundurulur.
Özetle söyleyecek olursak, küfür olduğu kabul edilen bir söz hakkında bu mutlak olarak bir küfürdür, denilir. Ancak bu sözü söyleyen herkesin kâfir olduğunu söyleyerek hüküm vermeyi gerektirmez; ta ki o kimse hakkında kâfir olduğunu söylemenin şartları sabit olup, bunun önündeki engeller ortada kalmayıncaya kadar. İlim adamlarından sahih olarak gelen, onların kıble ehlini tekfir etmedikleri şeklindeki rivayetler ise işlediği bid’ati küfre götüren türden olmayan kimseler hakkında yorumlanır. Çünkü onlar bid’ati küfre götüren türden olan kimsenin tekfir edileceğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Ebu Hureyre -radıyallahu anh- da dedi ki: Rasûlullah -sallahu aleyhi ve sellem-’ı şöyle buyururken dinledim: “İsrailoğulları arasında kendi aralarında kardeşlik bağı kurmuş iki kişi vardı. Bunlardan birisi günah işler, diğeri ise büyük bir gayretle ibadet ederdi. Gayretle ibadet eden kişi diğerini günah işlerken görüp durur ve hep ona: Bu işten vazgeç, derdi. Birgün yine onun bir günah işlemekte olduğunu görünce ona, terket dediği halde o: Sen beni Rabbimle başbaşa bırak, sen benim üzerime bir bekçi mi gönderildin? deyince, ibadet düşkünü şahıs: Allah’a yemin ederim, Allah sana mağfiret etmeyecektir -ya da Allah seni cennete sokmayacaktır- derdi. Derken ruhları kabzedildi, her ikisi de âlemlerin Rabbinin huzurunda biraraya geldiler. Gayretle ibadet eden kişiye: Sen beni bilen birisi miydin? Yoksa benim elimde bulunanlara güç yetiren birisi miydin? diye sordu. Günahkar kimseye de: Haydi git, rahmetimle cennete gir, dedi. Öteki hakkında ise: Alın bunu, cehennem ateşine götürün diye emir buyurdu. Ebu Hureyre dedi ki: Nefsim elinde olana yemin ederim ki o dünyasını da, âhiretini de mahveden bir söz söylemişti.”[2][60]
Küfür imanın zıttıdır. Şu kadar var ki küfür şer’î dilde iki türlüdür. Zira nasslarda küfür lafzı kullanılırken bazen kişiyi dinden çıkartan küfür anlamında, bazen de kişiyi dinden çıkarmayan küfür diye kullanılmaktadır. Bunun böyle olmasının sebebi ise, imanın birtakım şubelerinin olduğu gibi, küfrün de birtakım şubelerinin olmasıdır. Küfrün de birtakım esasları ve birbirinden farklı şubeleri vardır. Bunların bazıları küfrü gerektirir, bazıları ise kâfirlerin özelliklerindendir.
 
 
Bu, iman ile zıt, İslam’ı iptal eden, kendisi olmadığı takdirde İslam’ın tamamlanması imkânsız olan şeylerin inkâr edilmesidir. Böyle bir küfür cehennemde ebedi kalmayı gerektirir, imandan çıkartır. Böyle bir küfür itikad, söz ve fiil ile olur, bunun beş çeşidi vardır:
1- Yalanlama Küfrü: Bu peygamberlerin yalan söylediğine inanmak yahut peygamberin getirdiğinin hakka aykırı olduğunu ileri sürmek ya da Allah’ın emir ve yasağının bunun zıttı olduğunu bilmekle birlikte, Allah’ın bir şeyi haram yahut helal kıldığını iddia etmek.
2- Tasdik etmekle birlikte yüz çevirme ve istikbar (büyüklenme) küfrü: Bu da bir kimsenin rasûlün getirdiğinin Rabbinden gelen bir hak olduğunu kabul etmekle birlikte hakkı ve hak ehlini küçümseyerek şımarıklıkla ve azgınlığı sebebiyle hakka tabi olmayı reddetmekle olur, iblis’in küfrü gibi. Çünkü o Allah’ın emrini reddedip, inkar etmedi fakat O’na karşı koydu ve büyüklük tasladı.
3- Yüz çevirme küfrü: Kulağı ile kalbi ile Allah Rasûlünden yüz çevirmesi, O’nu tasdik de etmemesi, yalanlamaması, onu dost da edinmemesi, düşmanlık da beslememesi şeklinde olur fakat hiçbir şekilde ona kulak vermez. Hakkı terkeder, ne hakkı öğrenir, ne de hak ile amel eder. Hakkın sözkonusu edildiği yerlerden de kaçar gider. İşte böyle bir kimse yüz çevirme küfrü ile kâfirdir.
4- Münafıklık küfrü: Bu da kalbinden red ve inkar etmekle birlikte rasûlün getirdiği şeylere zahiren tabi olduğunu göstermektir. Böyle bir kimse aslında dışa karşı iman sahibi olduğunu açığa vurur fakat içinde küfrü gizler.
Münafıklık da itikadi nifak ve amel-i nifak olmak üzere iki türlüdür.
İtikadi münafıklık yahut büyük münafıklık kalbinde küfrü gizleyen ve dil ve azaları ile imanı açığa vuran kimseninkidir. Bu şekilde münafıklık eden bir kimse cehennem ateşinin en derin yerindedir. Peygamber’in Allah’tan getirdiklerini, kısmen ya da tamamen yalanlayan, rasûlü yahut onun getirdiklerinin bir kısmını yalanlayan yahut rasûlün dininin zafer kazanmasından hoşlanmayan kimsenin durumu ve buna benzer diğer küfrü gerektiren amelleri içinde gizleyenin durumu gibi.
Amelî münafıklık yahut küçük münafıklık ise şeriata aykırı olacak şekilde bir kimsenin yaptığı iştir. Bu işi yapan bir kimse dinin dışına çıkmaz. Mesela konuştuğu zaman yalan söyleyen, söz verdiği zaman yerine getirmeyen, kendisine emanet verildiği zaman hainlik eden, tartıştığı zaman işi çığırından çıkartan, sözleştiği zaman sözünde durmayan kimsenin tutumu gibi.
5- Şüphe küfrü: Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın doğru söylediğini de, yalan söylediğini de kesin olarak kabullenemeyip, bu hususta şüphe etmesi, ona tabi olup olmamak noktasında tereddüte düşmesidir. Çünkü istenen Allah Rasûlünün, Rabbinden getirdiklerinin hiçbir şüphenin sözkonusu olmayan bir hak olduğuna dair kesin kanaat sahibi olmak ve inanmaktır. Allah Rasûlünün getirdiklerine tabi olmak hususunda tereddüde düşen yahut ta hakkın bunun dışında olabileceğini kabul eden bir kimse şüphe ve zan küfrü ile kâfir olur.
Bir kimse bu küfür türlerinden birisi üzere öldüğü takdirde, ebedi olarak cehennemde kalmasını ve bütün amellerinin boşa çıkmasını gerektirir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Gerçek şu ki; ister kitab ehlinden olsun, ister müşriklerden olsun. O kâfir olanlar cehennem ateşindedirler. Orada ebedi kalıcıdırlar. Yaratılanların en kötüleri de işte bunlardır.” (el-Beyyine, 98/6)
Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:”Sana ve senden öncekilere vahyolundu ki: Eğer şirk koşarsan, andolsun ki amelin boşa çıkar ve muhakkak zarar edenlerden olursun.” (ez-Zümer, 39/65)
 
 
Şarî’ bu tür küfür hakkında azarlamak ve tehdit etmek maksadıyla “küfür” lafzını kullanmıştır. Bu gibi davranışlar ise cehennem ateşinde ebedi kalmamak üzere ilahi tehdidi hakettiren, gerektiren büyük günahlardandır. Bütün masiyetler bunun kapsamına girer, çünkü bütün masiyetler küfrün hasletlerindendir. Ancak bu küfürden kasıt imanın zıttı olan küfür değildir. Buna verilebilecek misallerin bazıları:
Müslüman kimse ile çarpışmak, Allah’tan başkası adına yemin etmek, inkâr ederek değil, cezayı hakettiğini de kabul etmekle birlikte isyan etmek suretiyle Allah’ın indirdiklerinden başkası ile hükmetmek, kâhinlere gitmek ve onları doğrulamak, kadına arkadan yaklaşmak, mü’minin mü’min kardeşine ey kâfir demesi ve daha başka küçük küfür şekilleri gibi... Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Eğer mü’minlerden iki taife birbirleriyle çarpışırlarsa, siz o ikisinin arasını bulup barıştırın.” (el-Hucurat, 49/9)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Mü’mine sövmek fasıklık, onunla çarpışmak küfürdür.” (Buharî ve Müslim) Yine Peygamber şöyle buyurmuştur: “Benden sonra biriniz diğerinin boynunu vuracak şekilde kâfirler olarak gerisin geri dönmeyin.” (Buharî ve Müslim)
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’tan başkası adına yemin ederse, şirk koşmuş ya da kâfir olmuş olur.”[3][62]
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Zina eden kişi zina ettiğinde mü’min olarak zina etmez. Hırsızlık yapan kimse, hırsızlık yaptığında mü’min olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen kişi içki içtiğinde mü’min olarak içki içmez. Tevbe de bundan sonra arzedilmiş haldedir.” (Buharî ve Müslim)
 
 


[1][45] el-Elbanî, Sahih-u Sünen-i Ebu Davud.
[2][60] El-Elbani, Sahih-u Sünen-i Ebi Davud.
[3][62] el-Elbanî, Sahih-u Sünen-i Ebî Davud.
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol