HARUN EBU HUSEYIN - YILDIRIM
  Tevhid 4
 
 
 
“Hamd, ancak Allah (c.c.) içindir. O'na hamdeder, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden, amel­lerimizin kötülüğünden O'na sığınırız. Allah (c.c.) kimi hi­dayete erdirirse onu saptıracak, kimi de saptırırsa onu hida­yete erdirecek yoktur.
Allah'tan (c.c.) başka ibadete layık ilah olmadığına şehadet ederim. O, tektir ve ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed (s.a.v.) O'nun kulu ve Rasulü'dür. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'tan sakınılması gerektiği şekilde sakının ve ancak müslümanlar olarak ölün." [1]
"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadın­lar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akra­balık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Al­lah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” [2]
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” [3]
Muhakkak ki, sözlerin en doğrusu Allah'ın Kelamı, yol­ların en hayırlısı Muhammed'in (s.a.v,) yoludur. İşlerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlardır. Sonradan uydurulup di­ne sokulan her amel bidat, her bidat sapıklık ve her sapık­lık da ateştedir.” [4]
 
 
Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun, Rasullerin önderi ve nebilerin sonuncusu Muhammed'e (s.a.v.) ve Onun ashabına salat ve selam olsun.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ben cinleri ve insanları, yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım.” [5]
Allah (c.c.) bu ayeti kerimede insanları ve cinleri sade­ce kendisine ibadet etmeleri için yarattığını bildiriyor. İşte tevhid budur. Nuh'tan (a.s.) Muhammed'e (s.a.v.) kadar gelen rasullerin getirdiği esas, hep bu olmuştur.
Tevhid, Vahhade-Yuvahhidu'nun mastarıdır.
Tevhid'in sözlük anlamı, bir şeyi tek olarak bilmektir.
Şer'i anlamı ise, Allah'ı (c.c.) zatında, sıfatlarında ve fi­illerinde eşi ve benzeri olmadığına inanarak tasdik etmek­le beraber, ibadet ile de birlemektir. Yani ibadeti O 'ndan baş­kasına yapmayıp, yalnız O'na tahsis etmektir.
Tevhid, İslam akidesini akli ve nakli delillere dayanarak açıklayan ilimdir. [6]
 
 
Tevhid üç kısma ayırılır: Rububiyyet Tevhidi, Uluhiyet Tevhîd, İsim ve Sıfat Tevhidi. [7]
 
 
Allahu Tealanın mahlukatı yarattığına, öldürdüğüne ve fiillerinde tek olduğuna inanmaktır.
Tevhidin bu türünü müşrik, yahudi, hristiyan, sabii ve mecusiler de kabul ederler. Geçmişte yaşamış olan dehrilerle zamanımızdaki komünistlerden başkası bu tevhidi inkar et­memiştir. [8]
 
 
Kerim olan Allah'ın rububiyetini inkar eden cahillere şöy­le denir:
"Akıl sahibi hiçbir kimse müessiri (yapıcısı) olma­yan bir eser, faili olmayan bir fiil ve yaratanı olmayan bir yaratığın bulunduğunu kabul etmez."
Sen bir iğne gördüğün zaman onun bir ustası bulunduğu­na inanırsın da akıllara durgunluk veren, düşünceleri altüst eden şu muazzam kainatın bir yaratıcısı olmadan yaratıldı­ğını nasıl söylersin? Bu evrendeki yıldızlar, bulutlar, şim­şekler, yıldırımlar, karalar, denizler, geceler, gündüzler, karanlıklar, aydınlıklar, ağaçlar, çiçekler, cinler, insanlar, melekler, hayvanlar, sayıları bilinmeyecek ve toplanamaya­cak cinsler nasıl olmuş da bir icat eden bulunmadığı halde vücuda gelmiş, yokluktan varlık alemine çıkmışlardır?
Allahım Sana sığınırım. Akıldan biraz hissesi ve anlayış­tan biraz nasibi olan bir kimse böyle bir şey söylemez, söy­leyemez. Sonuç olarak, Allah'ın (c.c.) rububiyeti hususun­daki deliller saymakla bitirilemez.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Yoksa kendileri, hiçbir şey olmadan (yani bir yaratı­cı olmadan, yahut boşu boşuna)mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri midir?" [9]
Hiçbir şeyin yaratıcısız yaratılmadığı ve kendi kendisini de yaratmadığı açıktır. Ne Arap müşrikleri ne de onlardan öncekiler veya sonrakiler, gökleri ve yeri kendilerinden birinin yarattığını iddia etmediler, o halde yaratan kimdir? Bu sorunun bir tek cevabı vardır:
İnsan, fıtratına kulak verdiği takdirde, müşriklerin de verdiği cevaptan kendini ala­maz. Bu cevap ise, her şeyi yaratanın Allah (c.c.) olduğu ger­çeğidir.
Ama Dehriler, Komünistler ve onların kirli talimatına bu­laşanlar, insanı, kainatı ve kainatın içinde olan her şeyi ta­biatın meydana getirdiğine ve onları yaratanın tabiat oldu­ğuna inanıyorlar.
Aynı zamanda onlar biliyorlar ki, O ilahlaştırdıkları ta­biat, bizatihi Allah'ın (c.c.) yaratıklarından bir varlıktır. Allah'u Teala onu birtakım sıfat ve hususiyetlerle tahsis et­miştir. Gök, yer, güneş, yıldızlar, denizler, ağaçlar... vs. gibi.
Tabiat, görüldüğü gibi ne hayat, ne ilim, ne işitme, ne gör­me, ne kudret, ne irade ve ne de akıl sahibidir. Bu kadar Yü­ce sıfatlarla muttasıf olan insanı nasıl olmuş da o kör ve sa­ğır tabiat yaratmıştır?
Hiç akıl alır mı ki; tabiat insana bunca kıymetli sıfatla­rı versin de, o insan denizlerin diplerinde araştırma yapsın, fezaları yıldızları keşfetsin ve kendisi bütün bu üstün sıfat­lardan yoksun kalsın. Bir kimse kendisinde olmayan şeyi başkasına veremez. Onlar akılsızlık, cehalet ve din ehline olan inatlarıyla, her türlü noksanlıktan münezzeh ve her türlü mükemmel sıfatlara sahip olan ve kainatı yaratan Al­lah'ın rububiyetini inkar ederek, kör ve sağır olan tabiatın yaratıcı olduğunu söylediler.
Ben inanıyorum ki, onların Allah'ı (c.c.) inkarları dille­riyle söylemelerinden öteye varmıyor ama, din ehline kar­şı inatçılık yapıyor ve bu zihniyetleri ile mallarını sömürü­yorlar. Bu küfrün yayılmasıyla hürriyet adına başıboşluk doğuyor ve insanlık adına utanç verici aşağılığa düşüyorlar böylece mal ve namusları da payimal ediliyor.
Onların bu görüş ve inançlarının ne kadar batıl olduğu­nu şöyle açıklamak da mümkündür: Madem ki tabiat insanın emrine musahhar (amade) ve insan yeryüzünde olan her şeyin efendisi kılındı, yapıp yıkarak istediğini istediği şekilde yaptı. Tabiat ise bu sırada kendisine hiç karşı çıkma­dı ve isyan da etmedi. Tabiat her şeyi yarattığı halde nasıl oldu da kendi nefsine bir menfaatin elde edilmesi veya bir zararın defi hususunda bir şeye malik olamadı? Bu nasıl ya­ratıcı olabilir? Büyük şeyleri bir tarafa bırakalım, en ufak bir iğneyi yapan ustanın dahi her şeyden önce canlı ve hayat sahibi olması daha sonra da akıl, ilim, kudret ve irade sahibi olması gerekir ki, murad ettiği şeyi yapması için gerekli yo­lu takip etsin. Bir cahil, akıl, hayat ve irade sahibi olduğu hal­de, ilmi olmadığından istediğini yapamazken nasıl olur da bu sıfatlardan hiç birine sahip olmayan tabiat bunları yara­tır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan her şeyi size boyun eğdirdi ve size zahir ve batın (dış ve iç; görülen, görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) ni­metleri bol bol verdi? Yine de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı ol­madan, Allah hakkında tartışır (durur)" [10]
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeyin yönetici" sidir. [11]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki, onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka: 'Allah' derler. 'Hamd Allah'a layıktır' de. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.” [12]
"De ki: "Göklerden ve yerden size rızık veren kim­dir? veya işitmenizi ve görmenizi sağlayan kimdir? Ölü­den diriyi çıkaran ve işleri düzenleyen kimdir? Elbette 'Allah' diyeceklerdir. De ki: O halde O'ndan sakınmaz mısınız? İşte gerçek Rabbiniz Allah budur. Haktan son­ra sapıklıktan başka ne var, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?" [13]
"Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" di­ye sorsan elbette diyecekler ki: "Onları, çok üstün, çok bilen (Allah) yarattı.” [14]
Müşriklerin bu ifadeleri onların Rububiyet tevhidini ka­bul ettiklerini ispatlamaktadır ancak, onlar ibadette Allah'a (c.c.) şirk koşmaktadırlar. Onlar ilahlarını yaratma, yoktan var etme, fayda ve zarar verme gibi konularda Allah'a (c.c.) eşit tutmuyorlar, fakat bazı kimseleri Allah'ı (c.c.) seviyormuş gibi seviyor ve huzurunda eğiliyorlar. İşte onlar bu halleri sebebiyle müşrik oluyorlar.
Şunu iyi bilmek gerekir ki sadece Rububiyyet tevhidini kabul eden bir kişi müslüman olmuş sayılmaz, malını ve ca­nını da kurtaramaz, bununla bilikte Uluhiyet tevhidini de sağlamadığı takdirde ahirette Cehennem azabından kurtula­maz. [15]
 
 
Buna ibadet tevhidi de denir. Bu, ibadette Allah'ı (c.c.) birlemektir. Makamı ve derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, Allah'tan (c.c.) başka hiç kimse ibadete layık değil­dir.
Rasullerin (a.s.) ümmetlerine getirdikleri tevhid, işte budur. Zira rasuller, ümmetlerini inandıkları Rububiyet tevhidine davet etmemişlerdir. Bütün rasuller kavimlerini Uluhiyet tevhidine, yani yalnızca Allah'a (c.c.) ibadet etme­ye, tağut ve putlara ibadetten kaçınmaya davet etmek için gönderildi. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Andolsun, biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik."[16]                                             
"Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan baş­ka herhangi bir ilahınız yoktur.” [17]
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Andolsun biz Nuh'u kavmine gönderdik: Ben sizin için kurtuluş yolunu açıkça gösteren bir uyarıcıyım, Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben hakikaten, sizin acı bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum' dedi." [18]                                                       
"Ad kavmine de kardeşleri Hud'u gönderdik; 'Ey kavmim' dedi, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ila­hınız yoktur, siz putları Allah'a ortak koşmakla sadece iftira ediyorsunuz.” [19]
"Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, O'ndan baş­ka ilahınız yoktur.” [20]
"Medyen’e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. 'Ey kav­mim' dedi, "Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur.” [21]
Allahu Teala; Musa (a.s.) ile Firavun'un mücadelesinden şöyle haber veriyor:
"Firavun dedi ki: "(Ey Musa) Alemlerin Rabbi nedir?" (Musa): 'Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin rabbidir, eğer bunları iyice düşünüp anlayabilen­lerden iseniz.” dedi. [22]
Musa (a.s.) İsrailoğullarına şöyle dedi:
"Ben size Allah'tan başka bir ilah mı arayayım, hal­buki O, sizi alemler üzerine üstün kıldı" dedi." [23]
İsa (a.s.) şöyle dedi:
"Allah, benim de sizin de Rabbinizdir, O'na ibadet edin, işte dosdoğru yol budur.” [24]
Allah (c.c.) nebisi Muhammed'e (s.a.v.), ehli kitaba şöyle söylemesini emretti:
"De ki: 'Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a ibadet edelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, birimiz, diğerini Allah'tan başka rab edinmesin..” [25]
Allahu Teala bütün beşeriyete şöyle çağrıda bulundu:
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekleri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, (Allah'ın azabından) korunasınız." [26]
 
 
Rububiyet ve uluhiyet tevhidini ayırd etmek bütün müslümanlar üzerine vaciptir. Çünkü bu mesele yalnız cahille­rin değil bir çok alimlerin de karıştırdığı bir meseledir.
Zira bu hataya düşenler, 'İlah' kelimesini; 'yoktan var et­meye kadir' veya 'malik' manasında tefsir etmişlerdir. Ger­çekte ise durum böyle değildir. 'İlah' hak da olsa batıl da ol­sa kendisine tapılan şeye denir. İlah kelimesi daha çok, sonradan hak olduğu iddia edilen varlıklar için kullanılmıştır. Onun içindir ki, Resulullah (s.a.v.) müşriklere;
"La ilahe illallah deyin de felah bulun, onunla Arap­lara malik olursunuz, Acemler de size tabi olurlar." dediğinde, Onlar şöyle dediler:
"İlahları bir tek ilah mı yaptı? Bu cidden tuhaf bir şeydir. Onlardan bir grup fırladı: 'Yürüyün, ilahlarını­za bağlı kalın ve sabredin. Çünkü bu arzu edilen bir şeydir.' Biz bunu(nun söylediğini) (babalarımızın bağlı olduğu) öteki dinde işitmedik. Bu, uydurmadan başka bir şey değildir.” [27]
Değişik varlıklara ilah denilebilmesine rağmen, "Allah" lafz-ı celali yalnız herşeyin yaratıcısı ve ibadete layık tek ilah olan Allah (c.c.) için kullanılır.
Arap müşrikleri 'ilah'ın manasını zamanımızın müşrik­lerinden daha iyi biliyorlardı.
Musibetin en büyüğü ve cehaletin en tehlikelisi, 'Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasulullah' denildiği halde bu iki şehadet kelimelerini söyle­yenlerden çoğunun bunun manasını bilmemeleridir!
Eğer günümüz müşrikleri La ilahe ilallah'ın manasını bil­miş olsalardı, varlıklar arasında Allah'tan (c.c.) başka iba­det edilmeye layık başka bir şey olmadığını bilirlerdi. [28]
 
 
Tağut; "tuğyan" kökünden türemiş olup, haddinini aşan, taşkınlık eden ve azgın anlamlarına gelir. Şeytana, kahine ve Allah'tan (c.c.) başka ibadet edilen her şeye tağut adı ve­rilir.
Allame İbn Kayyım bu kelimeyi özetle şöyle tanımla­mıştır:
"Tağut; ister kendisine ibadet edilen, ister tabi olunan ve itaat edilen olsun, kulun haddini aşmasına sebep olan her şeydir. Allah (c.c.) ve Rasulünden (s.a.v.) başka huzurunda muhakeme olunan kimse, o toplumun tağutudur. Allah'tan (c.c.) başka ibadet edilen veya Allah'tan bir basiret olmak­sızın tabi olunan, ya da Allah'a (c.c.) itaat edilmesi gereken hususlarda bilmeyerek dahi olsa itaat olunan her şey tağuttur.
Bu tanım üzerinde düşünüldüğünde beşeri sistemlerin bi­rer tağut olduğu görülür. Beşeri kanunlarla hükmeden hakim­ler de tağuttur. Çünkü onlar, Kur'an, Sünnet ve İcma-i Üm­mete dayanmayan beşeri sistemlerle hükmetmektedirler.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Hüküm (hakimiyet ve egemenlik) ancak Allah'a ait­tir.” [29]
"Gerçekten iman eden bir toplum için Allah'tan da­ha güzel hükmeden kimdir?" [30]
"Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikle­ri hususlarda seni hakem tayin edip, sonra da verdiğin hükme nefislerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar." [31]
"Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Al­lah'a ve Ahiret Gününe (gerçekten) inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasulüne götürün. Bu, daha iyi ve sonuç ba­kımından da daha güzeldir.” [32]
"Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." "...zalimlerin ta kendileridir, fasıkların ta kendileridir.” [33]
 
 
Lügat manası; Küçüklüğünü kabul etmek ve boyun eğ­mektir.
İbadet için iki temel rükün gereklidir: Biri küçülmenin ve eğilmenin, diğeri ise, muhabbetin son derecesidir.
Şeyhülislam (r.a.) şöyle demiştir:
İbadet, Allahu Teala'ya karşı son derece muhabbet ve halisane küçülmeyi ihtiva eder. Bir insana buğzettiği halde ona boyun eğen bir kimse ona ibadet etmiş olmayacağı gibi aynı şekilde çocu­ğunu, dostunu çok sevmesi sebebiyle de ona ibadet etmiş ol­maz. Dolayısıyla, Allah'a (c.c.) ibadette bunlardan birinin bulunması, ibadet manası için yeterli değildir. Bilakis kul, Allah'ı (c.c.) her şeyden çok severek, O'ndan daha büyük bir şey kabul etmeyecek Allah'tan (c.c.) başkasını, gerçek ma­nada sevgiye, saygıya ve boyun eğmeye layık görmeye­cektir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleri­niz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallarınız, zara­ra uğramasından korktuğunuz ticaretler, hoşlandığınız meskenler sizin için Allah'tan, Rasulünden ve O'nun yolundan cihat etmekten daha sevgiliyse o halde Allah emrini yerine getirinceye kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.” [34]
Şer’i manası ise, Allah'a (c.c.) itaat etmek ve Rasulullah'ın (s.a.v.) getirdiklerine tabi olmaktır.
Şeyhülislam şöyle der:
"İbadet, ister sözle ister fiille, is­ter açık, ister gizli olsun Allah'ın (c.c.) razı olduğu ve sev­diği amellerin tümünü içine alan kapsamlı bir isimdir. Müslümana düşen, her türlü ibadetinde Rabbini birlemesi, iba­detinde yalnız Allah (c.c.) için ihlasla amel etmesi ve bu iba­detleri tamamen Rasulullah'ın (s.a.s.) fiili, kavli ve ikrarı sünnetlerine uyarak yapmasıdır.  [35]
 
 
İbadet kelimesi; namaz, tavaf, hac, oruç, adak, itikaf, kur­ban, secde, rüku, korkmak, yönelmek, haşyet etmek, (çekin­mek), tevekkül etmek, sığınmak, ümid etmek gibi Allahu Teala’nın Kur'an-ı Mecidinde veya Rasulullah'ın (s.a.v.) sahih hadislerinde meşru kıldığı tüm kavli ve fiili amelleri içine alır.
Bunlardan herhangi birini Allah'tan (c.c.) başkası için ya­pan kimse Allah'a (c.c.) şirk koşmuş olur. Allah (c.c.) şöy­le buyuruyor:
"Kim Allah ile beraber delil bulunmadığı halde- bir ilaha taparsa, onun hesabı Rabbinin yanındadır. Muhak­kak ki kafirler kurtuluşa eremezler.” [36]
''Mescitler, Allah'a mahsustur. Allah ile beraber bir başkasına dua etmeyin.” [37]
Bu ayeti celilede "ehad" lafzı nehiy'den sonra nekra (belirsiz) olarak geldiğinden peygamberler, melekler ve salih kişilerden bütün mahlukatı içine alır. Şimdi ibadet türlerini delilleriyle görelim. [38]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey inananlar, rüku edin, secde edin, Rabbinize iba­det edin, hayır işleyin ki umduğunuza eresiniz..” [39]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"De ki: Benim namazım, kestiğim kurban, hayatım ve ölümüm hep alemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun or­tağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.” [40]
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Allah'tan başkası için kurban kesene Allah lanet etsin.” [42]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Adaklarını yerine getirsinler ve eski ev (Kabey)i ta­vaf etsinler.” [43]
Yani, "Allah'tan (c.c.) başkası için adak adamasınlar ve Allah'ın Evinden başkasını tavaf etmesinler." diye emredilmektedir. Evliyalar ve salihler için adak adamak ve onların kabirlerini tavaf etmek caiz değildir. Geylani, Hüseyin, Be­devi, Desuki ve benzeri zatların kabirlerini tavaf etmek şirktir. Bir çok bidatçi cahil ve hurafeciler salihler için adak adarlar, bazıları da Körfez'deki Arap ülkelerinden İran'a ev­liyaların türbe ve kubbelerinin tamiratı için para ve mal gönderirler. Bir çok Hind'li ve Pakistan'lı böyle yapmakta­dır. Bunlar Abdul-Kadir Geylani için çok miktarda mallar adar ve onun kabirine gönderirler, hem ehli sünnetten olduk­larını iddia ederler, hem de nehyedilen bu amelleri işlerler.
Hint, Pakistan ve İran şiileri ise, Necef’de, Kerbela'da, Horosan ve Kum'da bulunan Ehli Beyt'in kabirlerine mallar adarlar, beraberlerinde değişik ülkelerden yükler bağla­mak suretiyle o kabirleri tavaf etmek ve onlardan istiğase (yardım dilemek), ihtiyaçlarını karşılamak, üzüntülerini gi­dermek ve gökleri ve yeri yaratan Allahu Teala'dan başka kimsenin gücünün yetmeyeceği şeyleri istemek üzere onla­rın kabirlerini ziyaret ederler.
Evliya ve salihlerin kabirlerine adak adamak caiz olma­dığı gibi, bunlar adına vakıflarda bulunmak da caiz değildir.
Ev, arsa ve benzeri şeyler bunlar için vakfedilmez. Al­lah'tan (c.c.) başkasına adak adayanın, bu adağını yerine ge­tirmesi gerekmez. Bilakis Allah'a (c.c.) tevbe ve istiğfar et­mesi ve iki şehadeti birarada getirmesi gerekir. Çünkü Al­lah'tan (c.c.) başkasına adak adamak şirktir.
Evliyaların kabirlerine mülk veya hayvan vakfedenlerin bu vakıfları batıldır. Bunlar için vasiyet edilmişse, bu vasi­yetler geçersizdir ve sahiplerinin mülkiyetinden çıkmamış­tır. Böyle kimselere Allah’u Teala'dan hidayet ve rahmet di­liyoruz.
Bazıları da derler ki:
"Adak Allah için, sevabı veli için­dir." Bu sözün aslı yoktur, batıldır ve dalalettir. Veli bura­ya neden sokuşturuldu? Eğer sadaka ise, kendi nefsi, anası, babası ve akrabaları için fukaraya tasadduk etsin. Sonra, o kabir sahibinin veli olduğu nerden bilinecek? Bütün işler so­nuçlarına göredir, görünüşü sıddık olup da içi zındık olabi­lir.
Bazen, bu cahillerin yalanları ve dalaletleri onlar isteme­seler bile ortaya çıkıyor. Örneğin; kabirlerde koyun kesiyor­lar, kendilerine
"Bunu nasıl yaparsınız? Bu yaptığınız dini esaslara uyar mı?" diye sorularak yaptıklarına itiraz edince de,
"Biz bunu Allah için kesiyoruz, sevabı velinin oluyor" diyorlar. Bu sözleriyle yalnız insanları şaşırtmak ve hakikatleri değiştirmek istiyorlar, çünkü aslında veliden başkası­nı kasdetmiyorlar.
Kaldı ki ulema, Allah'tan (c.c.) başkası için kurban ke­silen yerde Allah (c.c.) için hayvan kesilmeyeceğini açıkça söylemişlerdir. Nitekim Sabit bin Dahhak'ın hadisinde bu açıkça görülmektedir:
"Adamın biri belirli bir yerde deve kesmeyi adamıştı. Rasulullah (s.a.v.) adama sordu:
"Orada cahiliye devrinde tapılan bir put var mıydı"?
"Hayır" dedi. Peygamber (s.a.v.) bir daha sordu:
"Önceden orası onların bayram yeri miydi?"
"Hayır", denilince, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"O halde adağını yerine getirebilirsin. Şunu bilin ki, Allah'a masiyet olacak adağın ifası yoktur ve Ademoğlunun elinde olmayan şeyde de ifa yoktur.” [44]
 
 
İbn-i Ömer'den (r.a) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Her kim Allah'tan başka bir şey ile yemin ederse, Al­lah'a şirk koşmuştur."
Başka bir lafızda ise "...kafir olmuştur [45] diye geçmek­tedir.[46]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
Eğer müminseniz Benden korkun.” [47]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
Sadece benden korkun.” [48]
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"...Eğer müminseniz yalnız Allah'a tevekkül edin." [49]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: 
"Ancak Sana kulluk eder. Ancak Senden yardım is­teriz." [50]
İbn Abbas'dan (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Dileyince Allah'tan dile, yardım isteyince de Allah'tan iste.” [51]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah'tan başka; sana ne fayda ne de zarar vereme­yecek olan şeylere yalvarma. Eğer böyle yaparsan, o takdirde muhakkak zalimlerden olursun." [52]
Görüldüğü gibi bu hitap Rasulullah'adır (s.a.v.) ve şöy­le denilmiştir;
"Ey Muhammed! Mabudun ve yaratanın (Allah)tan başka sana dünya ve ahirette hiçbir fayda ve zarar veremeyen şeylere dua etme."
Bununla ilahlar ve putlar kast edilmiştir. Eğer bunu ya­parsan, yani Allah'tan başkalarına dua edersen o zaman zalim ve müşrik olursun. Rasulullah (s.a.v.) Allah'a (c.c.) şirk koşmaktan ve büyük günah işlemekten masumdur, bu­rada ümmete öğretmek için böyle hitap edilmiştir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Eğer Allah sana bir zarar dokundursa onu, O'ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilese, O'nun keremini geri çevirecek de yoktur...” [53]
"Allah'ı bırakıp da Kıyamet Gününe kadar cevap vermeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kimdir? Çünkü yalvardıkları şeyler onların yalvarmalarından ha­bersizdirler. İnsanlar Kıyamet Günü toplatılınca putla­rı onlara düşman olurlar ve tapınmalarını inkar ederler." [54]
Rasulullah'tan (s.a.s.) veya başkalarından "Ya Rasulallah veya ya Abdulkadir, Desuki, Rufai" veya "Ya Bedevi, beni bunun sıkıntısından kurtar" diyen ve bunun gibi sözler söyleyerek Rasulullah'tan (s.a.v.) yardım isteyen kişi Allah'tan (c.c.) başkasından istemiş olur ve bu ve benzen ayetlerin kapsamı dahilindedir.
Aklı başında olan bir müminin bu ayeti delileleri okuduk­tan veya işittikten sonra Allah'tan (c.c.) başkasından yardım istemesi mümkün değildir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Yahut dua ettiği zaman darda kalmışa kim yetişiyor da kötülüğü (onun üzerinden kaldırıp) açıyor ve sizi (eskilerin yerine) yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah île beraber başka bir ilah (tanrı) mı var? Ne de az düşünü­yorsunuz?" [55]
Allahu Teala'nın bu ayetlerde beyan ettiği gibi, Araplar­dan veya diğer milletlerden olan müşrikler, daraldıkları za­man yaptıkları dualara cevap veren ve onların üzerindeki sı­kıntıları kaldıranın yalnız Allahu Teala olduğunu biliyorlar­dı. Buna karşın Allah'tan (c.c.) başkasından şefaat dileme­leri üzerine Allah (c.c), "Allah ile beraber bir ilah mı var." buyurarak soru ile inkarı birarada zikretmiş, darda kalacak olanların duasına cevap verecek ve onların sıkıntılarını gi­derecek olanın sadece kendisi olduğunu başka bir ilah olma­dığını belirtmiştir.
Rasulullah (s.a.v.) zamanında bir münafık vardı, mü­minlere eziyet ediyordu. Bazıları dediler ki, sıkıntımızı gidermesi için Rasulullah'a (s.a.v.) gidip ondan yardım iste­yelim, bu münafığın şerrinden sizi kurtarsın. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Benden yardım istenmez, yalnız Allah'tan istenir.” [56] Her kim Allah'tan (c.c) başka hayatta olan veya olma­yan birisine rüku veya secde ederse, evliya veya salihlerden birinin kabri için ya da ağaç, taş veya herhangi bir kaynak için adak adar veya kurban keserse, bir peygamberin ya da velinin kabrini tavaf ederse, peygamberlerden, Ali, Hasan, Hüseyin, Ali b. Musa Rıza, Abdul-Kadir-i Geylani, Bede­vi. Rufai ve başkalarından yardım isterse, sıkıntılarının kal­dırılması için yardıma çağırırsa... Mesela; "Ya Rasulallah! Beni kurtar, bana genişlik ver", "Meded ya Abdul-Kadir-i Geylani" derse... veya hastalıktan kurtarılması, başka birinin hastalığının kaldırılması, gurbetteki birinin getirilmesi, evlat rızık vermesi, sıkıntı ve üzüntüsünü kaldırması vb, Al­lah'tan (c.c.) başka birinin yapamayacağı, yaratıklardan hiç birinin kudreti dahilinde olmayan şeyleri onlardan ister­se Allah'a (c.c.) şirk koşmuş olur. Bütün bu amelleri büyük şirk olup bunları işleyen bir kişi tevbe etmediği takdirde Al­lah (c.c.) ona mağrifet etmez.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz, bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar, her kim Allah'a şirk koşarsa Allah'a büyük iftirada bulunmuş olur.” [57]
 
 
Şeyhülislam der ki: "Şirk iki türlüdür: büyük şirk ve kü­çük şirk. Bunlardan her ikisinden de kurtulabilen için Cen­net vacip olur. Büyük şirk üzerinde ölen kimse için ise Ce­hennem vaciptir. Büyük şirkten kurtulur da küçük şirkten ba­zılarına bulaşırsa, bunları bastıracak kadar salih ameli var­sa Cennete girer, onları bastıracak kadar salih ameli yoksa, ateşe girer. Kul büyük şirkten hesaba çekildiği gibi çok ol­duğu takdirde küçük şirkten de hesaba çekilir. [58]
 
 
Şirk, ilk olarak Nuh'un (a.s.) kavminde başlamıştır. Bu­nun üzerine Allahu Teala Nuh'u (a.s.) elçi olarak göndenniş, o da kavmini tek olan Allah'a (c.c.) ibadete davet etmiş, Al­lah'tan (c.c.) başka tapınılan putların terkedilmesini istemiş­tir. Kavminin Nuh'a (a.s.) cevabı, şirklerinde ısrar etmek ve onu küfürle karşılamak olmuştur.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Dediler ki: "İlahlarınızı bırakmayın, Ved, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nasrı terketmeyin.” [59]
İbni Abbas (r.a.) bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir:
"Bu isimler Nuh'un (a.s.) kavminden birtakım salih kişile­rin isimleri idi. Onlar ölünce, şeytan onların kavimlerine bun­ların oturduğu yerlere heykellerini yapmalarını ve bu hey­kellere o salih kişilerin-isimlerini vermelerini telkin etti. On­lar da böyle yaptılar. İnsanlar ilk başta bunlara tapmıyorlar­dı. Fakat bu heykelleri yapanlar öldükten sonra, yapılış ga­yesini unuttular ve daha sonra gelenler heykellere ibadet et­meye başladılar."
İbni Kayyım (r.a.) dedi ki:
"Seleften bir çoğu şöyle buyurdular:
Bu salih kişiler ölünce insanlar onların kabirleri­ni ibadet yeri yaptılar, sonra heykellerini diktiler aradan zaman geçince de, heykellerine taptılar." [60]
 
 
Bu olaydan anlıyoruz ki, salihler hakkında aşırı muhab­bet, insanoğlunun şirke düşmesine sebep olabilir.
Buradaki aşırılıktan murad, söz ve itikatla onları ta­zimde aşırı (ifrata) gitmektir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey kitap ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin. Meryemoğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisi ve O'nun Mer­yem'e yönelttiği kelimesidir.” [61]
Yani tazimde aşırı giderek onu, Allah'ın (c.c.) ona ver­diği dereceden daha fazla yüceltip, Allah'tan (c.c.) başkasına layık olmayan makama koymayın.
Buradaki hitap her ne kadar ehli kitaba ise de, umumidir ve bütün ümmetlere şamildir. Allah (c.c.) onları, Hristiyanların İsa (a.s.) ve Yahudilerin Uzeyir (a.s.) hakkında düştükleri gibi bir hataya düşmemeleri için sakındırmıştır.
Ömer'den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Hristiyanların İsa'yı överek göklere çıkardıkları gi­bi, siz de beni övüp göklere çıkarmayınız. Ben ancak bir kulum, benim için Allah'ın kulu ve Resulü deyiniz." [62]
Yani beni överken haddi aşmayın, sonra beni Allah’ın (c.c.) bana verdiği derecenin üstüne çıkarmış, hristiyanların yaptığını yapmış olursunuz. Nitekim hristiyanlar İsa (a.s.) hakkında böyle yaptılar ve sonunda onu ilah edindiler.
Bu uyarıya rağmen, cahiller ve hurafeciler Rasulullah'ın (s.a.v.) emirlerine karşı gelerek, onun yasakladığını yaptı­lar. Hristiyanların aşırılığının ve şirklerinin benzerini uygulayarak, evliya ve salihlerin kabirleri üzerine kubbeler ve mescitler yaparak, oralarda namaz kıldılar. Bu namazlar her ne kadar Allah (c.c.) için olsa da bununla kabir sahiple­rini tazim etmek istediler, kabirlerini tavaf ettiler, sıkıntıla­rını gidermek üzere onlardan yardım dilediler, ihtiyaçları­nı gidermeyi istediler, evliyaların türbelerinde kılman namaz­ları mescitlerde kılınan namazlardan daha faziletli olarak gördüler.
Aişe (r.a.) Rasulullah'tan (s.a.v.) şöyle rivayet etmiştir:
"Peygamber (s.a.v.) son hastalığa yakalandığında yü­zünü benekli bir peçe ile örter, nefesi daralınca açardı. Böylesine sıkıntılı bir esnada şöyle buyurdu:
"Allah'ın laneti Yahudiler ve Hristiyanlar üzerine ol­sun. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescit haline getirdiler.”
"Böylece ümmetini onların yaptıklarından sakındırdı. Eğer öyle olmasa idi, onun kabri açık tutulurdu, fakat mescit edinilmesinden korkuldu." [63]
Cahiller bu konuda o kadar aşırı gittiler ki, Allah'tan (c.c.) başkasından istenmesi açıkça şirk olan bazı taleplerini, şi­ir ve edebi sözlerle, peygamberden ve salihlerden istemeye başladılar. Onların gaybı bildiklerini söylediler. Bazıları o kadar ileri gittiler ki, "Rasulullah'ın (s.a.v.) dünyadan ayrılmadan önce olmuş ve olacak her şeyi biliyordu" dediler. Böylece Kur'an-ı Kerim'in açık naslarına muhalefet ettiler. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır. O'ndan baş­kası onu bilmez.”
"Saatin (Kıyametin ne zaman kopacağının) ilmi muhak­kak Allah'ın yanındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimler­de olanı bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse hangi yerde öleceğini bilmez. (Her şeyi) bilen, (her şeyden) haberi olan, yalnız Allah'tır.” [64]
Allah (c.c.) peygamberlerinden haber verirken şöyle bu­yurmuştur:
"Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır (mal ve men­faat) elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı.”[65]
"De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez.”[66]                                     
Bu ayette görüldüğü gibi gaybı Allah'tan (c.c.) başka kimse bilemez. Onun için Aişe (r.a.):
"Her kim Muhammed, gaybı biliyor diye iddia ederse, Allah'a (c.c.) en büyük if­tirayı yapmıştır [67] demiştir. Resulullah'ın bazı gaybi bilgi­leri bildirmiş olması ancak Allah'ın (c.c.) vahyi ile olmuş­tur.
Yeryüzünde şirk, ilk olarak salihler hakkında aşırı sevgi yüzünden ortaya çıkmıştır. İlkinden sonuncusuna kadar bü­tün peygamberler, insanları onları yaratanın Allah (c.c.) ol­duğu inancına değil yalnız Allah'a (c.c.) ibadete davet etmiş­lerdir. Çünkü daha önceden belirttiğimiz gibi, müşrikler herşeyin yaratıcının Allah (c.c.) olduğunu bilmekteydiler. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Sen bize babalarımızın ibadet ettiklerini terkederek yalnız Allah'a ibadet edelim diye mi geldin." [68]
Büyük şirk: Secde, adak vb. ibadet çeşitlerinden herhan­gi birini Allah'tan (c.c.) başkasına yapmaktır
Küçük şirk ise, riya, tazim kastı olmaksızın yaratıklar­dan birinin adına yemin etmek gibi ibadet seviyesine ulaşmamış amelleri Allah'tan (c.c.) başkası için yapmaktır.
Şair Ahmed Muharrem şöyle demiştir:
Şirkin fitnesi var ya, fitneler içinde yoktur benzeri.
Allah'tan başka kuvvetler içinde bir ilah yok ki, ona ibadet edilsin ve ondan korkulsun.
O, mülkün malikidir, O'nun şanına ibadet edilir ortağı, olmaktan münezzehtir.
Hayatta olan bir kişinin yine hayatta olan başka birisin­den, yaratılanların yapabileceği bir şeyi istemesinde veya yardım talep etmesinde ise bir sakınca yoktur. [69]
 
 
Kur'an-ı Kerim’de Allahu Tealaya ibadeti emreden ve teş­vik eden ayeti celileler çoktur.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın azabından) korunasınız." [70]
"Allah'a ibadet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya ve babaya, iyilik edin...” [71]
"Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi ve anaya babaya iyilik yapmanızı emretti.” [72]
Allah (c.c), müşriklerin ilahlaştırıp taptıkları şeylerin bir yarar sağlamaya veya bir zararı önlemeye güçlerinin yetme­yeceğini hatta kendilerini savunmaktan bile aciz oldukları­nı şöyle beyan eder:
"...O, Allah'tan başka yalvardıklarınız (var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamaz­lar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtara­mazlar. İsteyen de aciz, istenen de (yani puta tapan da aciz, tapılan put da aciz, sinek de aciz).” [73]
Allah (c.c.) yarar ve zararın yalnız kendi elinde bulundu­ğunu beyanen şöyle buyurmuştur:
"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa; onu yine O'ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse, O'nun keremini de geri çevirecek yoktur.” [74]
Allahu Teala hrıstiyanları İsa'ya (a.s.) yaptıkları iba­detten dolayı azarlayarak şöyle buyurdu:
"Allah demiştir ki: 'Ey Meryemoğlu İsa, sen mi insan­lara 'Beni ve annemi, Allah'tan başka iki ilah edinin dedin?' 'Haşa' dedi, 'Sen yücesin, ben eğer demiş olsam, Sen bunu bilirsin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gaypları bi­len yalnız Sensin, Sen!”
“Ben onlara 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin' diye senin bana emretmiş olduğundan baş­ka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sü­rece onlara şahittim, fakat Sen beni vefat ettirince onla­rı gözetleyen (yalnız) Sen oldun. Sen her şeyi görensin?" [75]
Görüldüğü gibi Mesih, kendisine ibadet eden hristiyanların yaptığı ibadetten kendisini beri (uzak) tutarak şöyle diyor:
"Ben onlara: 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin' diye Senin bana emretmiş olduğundan baş­ka bir şey söylemedim...” [76]
Allah (c.c.) elbette, Mesih'in onlara kendisine ibadet etmelerini emretmediğini ve onların yaptıkları ibadete razı olmadığını biliyordu. Fakat rasullerden olan Mesih'e ibade­tin caiz olmadığını, bilakis şirk olduğunu bu ayetlerle insanlara beyan etmek istedi. O halde peygamberlerden başkala­rına; evliyalara, ağaçlara, mağaralara ve benzerlerine ibadet etmek nasıl caiz olur?
O şaşkınlar, Allah'ın (c.c), alemlerin efendisine hitap ederek:
"Eğer Allah bana bir zarar dokundursa onu, yine O'ndan başka kaldıracak yoktur..." [77] buyurduğunu işitmediler mi? Madem ki peygamber (s.a.v.) kendisine gelen zararı gidermeye muktedir değildir o halde, başkasına gelen zararı gidermeye nasıl muktedir olur? Ay­nı şekilde peygamberin güç yetiremediği bu meseleye salihler ve evliyaların güç yetirmesi nasıl mümkündür?
Onlar Allah'ın (c.c.) şu sözünü işitmediler mi:
"O size melekleri ve peygamberleri rabler edinmeni­zi de emretmez... Siz müslüman olduktan sonra, size in­karı emreder mi?" [78]
Yine onlar Allah'ın (c.c.) haham ve rahiplerini Allah'tan (c.c.) başka rabler edindiklerine yahudi ve hristiyanlar hak­kında şöyle buyurduğunu işitmediler mi?
"Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler, Meryemoğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilah olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmiş­ti. Ondan başka ibadete layık ilah yoktur. O, onların or­tak koştukları şeylerden münezzehtir." [79]
Adiyy b. Hatem, Rasulullah'ın (s.a.v.) bu ayeti okuduğu­nu işitmiş ve ona:
"Biz onlara tapmıyor ve onları Rab edin­miyoruz." demişti. Rasulullah (s.a.v.):
"Allah'ın helal kıldığı şeyi haram, haram kıldığı şe­yi helal kıldıklarında onlara itaat etmiyor muydunuz?" diye sordu. Adiyy de:
"Evet" dedi. Rasulullah (s.a.v.) şöy­le buyurdu:
"İşte onlara ibadet budur.” [80]
Hadiste açıkça beyan edildiğine göre; Allah'ın (c.c.) he­lal kıldığını haram ve haram kıldığını helal kılan haham ve rahiplere itaat etmek ve onların hükümlerini kabul etmek su­retiyle Allah'a ve Resulüne (Burada İsa (a.s.) kastolunmaktadır) muhalefet etmek onlara ibadettir!
Şeyhülislam der ki; "Bu hadisin manası özet olarak şöy­ledir; Allah'ın (c.c.) haram kıldığını helal kılarak veya aksini yaparak haham ve rahipleri rab edinen mukallitler iki tür­lüdür.
Birincisi: Haham ve rahiplerin Allah'ın (c.c.) dininde­ki hükümleri değiştirdiğini bildiği halde onlara tabi olu­yor, Allah'ın (c.c.) hükümlerine ters düşen hükümlerini tasvip ediyor ve bunların meşru olduğuna inanıyor, böyle­ce başlarındakilere ve efendilerine bağlılıklarını gösteri­yorlar. İşte bunlar kafir, işledikleri de küfürdür. Bu kimse­ler her ne kadar onlara namaz kılmıyor ve secde etmiyorlar­sa da Allah (c.c.) ve Rasulü'nün (s.a.v.) bildirdiği üzere bu yaptıkları şirktir.
İkincisi: Haramın haram, helalin helal olduğunu biliyor ve böylece inanıyor, fakat Allah'a (c.c.) asi olmak pahası­na reislerine itaat ediyor. Bazı müslümanların günahı günah olarak bildikleri halde işlemeleri gibi bunların hükmü de, o günahkarların hükmü gibidir."
Kur'an ayetlerine ve sahih hadislerin açık manasına mu­halif olarak yalnız, "mezhep imamımızın görüşü böyledir" diyerek saplanıp kalan mukallitler yanlış yoldadır. Ayet ve hadisleri mezheplerinin görüşü istikametinde tevil etmele­ri, "belki sahih değildir veya neshedilmiş yada tahsis edil­miştir, biz bilmiyoruz" gibi korkunç ve ezici şüphelere sa­hip olmaları mazeret değildir. Onlar şu ayeti celileler kar­şısında ne diyecekler;
"Rabbinizden size indirilene uyun, O'ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!" [81]
"Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Al­lah'a ve Ahiret Gününe (gerçekten) inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasulune götürün. Bu, daha hayırlıdır ve so­nuç bakımından da daha güzeldir.” [82]
Allah (c.c), imamlara rahmet etsin. Onlar fazilet sahibi kimselerdir ve ilmin derlenmesinde büyük hizmetleri olmuş­tur. Onlar insanları kendilerini ve başkalarını (körü körüne) taklit etmekten nehyetmişlerdir. Ancak aciz olup kendi me­selesini halledemeyecek seviyede olan ve delilleri kavramayanların imamları taklit etmelerinde sakınca yoktur, çünkü onlar mazurdular. Bizim sözümüz ayetler ve hadislerden bi­raz anlayan ve çok fazla bir ilmi olmasa bile kendi mezhe­bine muhalif delillere vakıf olduğu halde mezhebine sapla­nıp kalanlaradır. Böyleleri nassi bırakıp taklidi tercih etmek­le mazur değildirler. [83]
 
 
La ilahe kelimesi: Allah'tan (c.c.) başka ibadet edilen bü­tün batıl ilahları inkar manasındadır.
İllallah kelimesi ise: Allah'ın (c.c.) ibadete layık yega­ne ilah olduğunu ispat anlamındadır.
Müşrikler bu kelimenin manasını bilselerdi, onların ev­liyalarına, efendilerine ve salihlerinin kabirlerine gidişlerinin, onlara kurban kesmek, adak adamak, bereket için kabir­lerinin toprağından almak, onlara bağışlarda bulunmak, on­lara yönelerek namaz kılmak, kabirlerini tavaf etmek, ihti­yaçlarının giderilmesi için onlara yalvarmak gibi yapageldikleri şeylerin onları İlahlaştırmak manasına geldiğini ve bu yapılanların büyük şirk olduğunu anlarlardı. Zira Uluhiyet yalnızca Allah'ın (c.c.) hakkıdır, Allah'tan (c.c.) başka­sına yaraşmaz.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Her kim Allah'a şirk koşarsa, Allah onun için Cen­neti haram kılar, onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin yardımcıları yoktur."  [84]
 
 
Eğer günümüz müşrikleri 'Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah'ın manasının, onun emirlerine itaat etmek, verdiği haberleri tasdik etmek, nehyettiği şeylerden kaçınmak, O'nun getirdiği şeriattan başka bir şeyle ne heva ve heves ve ne de bidatlerle Allah'a (c.c.) ibadet etmemek gerektir­diğini ve Allah'ın (c.c.) ayetlerini ve Rasulullah'ın (s.a.v.) hadislerini düşünseler o zaman bir çok namazların, duala­rın, zikir ve hiziplerin bir takım donuk fakihlerin ve batılcı mutasavvıfların çıkardıkları bidat ve şaşkınlıklar olduğu­nu, bunlar hakkında Allahu Teala'nın bir delil indirmediği­ni, örneğin; bazı müridlerin "Allah-Allah" veya "huhu" di­yerek tertip ettikleri uydurma zikir halkaları gibi Regaib na­mazı gibi, Hizbul-Bahr ve benzeri ilahilerin, salavatlarda ba­zı bidatlerin, Rasulullah (s.a.v.) hakkında kasidelerin, cuma günleri, cuma geceleri ve sabah namazlanndan önce mina­relerde getirilen salavatların, sünnette bulunmayan salavat türleri gibi şeylerin hepsi bidat türü uygulamalardandır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"...Rasul size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.” [85]
"Rabbine and olsun ki, aralarında vuku bulan ihtilaf­larda seni hakem tayin edip sonra da, senin verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” [86]
"...Allah Resulü'nün emrine aykırı davrananlar, ken­dilerine bir belanın çarpmasından, yahut acı bir azaba uğratılmaktan sakınsınlar.” [87]
Aişe'den (r.a.) Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Her kim bizim emrimize uymayan bir şey yaparsa, onun ameli geçersizdir." [88]
Müslim'den gelen diğer bir rivayette de şöyle denilmiş­tir:
"Her kim bizim emrimize uymayan bir şey yaparsa, onun ameli geçersizdir.” [89]
Ebu Necih Irbad b. Sariye'den (r.a.) şöyle nakletmiştir:
"Rasulullah (s.a.v.) (bir gün) bize öyle bir vaazda bulundu ki (dinleyenlerin) gönülleri titredi, gözleri yaşardı. Dedik ki:
"Ya Rasulallah, bu, veda edip gidecek kimsenin vaazı­na benziyor. (Bari) bize bazı tavsiyelerde bulun." Cevaben
buyurdu ki:
"Size Allah'tan korkmanızı ve Habeş’li köle de olsa üzerinize emir olan bir kimsenin, sözünü dinleyip ona ita­at etmenizi vasiyet ederim. Bir de, içinizden yaşayan olursa, bir çok ihtilaflar görecektir, işte böyle zamanlar­da benim sünnetime ve hidayet üzerine olan Hulefayı Raşidin'in sünnetine yapışınız. Sünnete dört elle sarılınız ve sonradan çıkartılan şeylerden sakınınız. Zira her bidat sapıklıktır. [90]
 
 
"La ilahe ilallah" selam (esenlik) yurdu Cennetin ve İslamin anahtarı, takvanın simgesidir ve "La ilahe ilallah"ı ya­şayabilmek birtakım şartlara bağlıdır.
La ilahe illallah'ın şartları yedidir:
1- Cehalete imkan bırakmayan ilim: Bir kişi bu kelime­nin manasını bilmiyorsa, bu kelimenin neye delalet ettiğini de bilmiyordur. Bunun manası: Allah'tan (c.c.) başka ibadet edilen her türlü şeyden ayrılıp, uzaklaşmak ve ihlasla yalnız Allah'a (c.c.) ibadet etmektir.
2- Şüpheye imkan bırakmayan yakin: İnsanlar arasında öyleleri vardır ki, bunu söylüyor, manasını da biliyor, fakat bu manın delalet ettiği şeyden şüphe duyuyordur.
3- Şirke imkan bırakmayan ihlas: Bütün amellerini yal­nız Allah (c.c.) için yapmayan kimsenin amelinde ihlas yoktur, İhlasın bulunmadığı yerde zıttı olan şirk vardır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"De ki: "Bana, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmem emredildi.” [91]
4- Nifağa imkan bırakmayan doğruluk: Münafıklar La ila­he illallah derler, fakat dilleriyle söyledikleri bu söz içlerin­deki inançlarına uymaz. Söyledikleri şey, gizledikleri şeye uymadığı için sözleri yalandır, Cenab-ı Hak onlardan haber verirken şöyle buyurur.:
"...Kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar.” [92]
5- İnkara imkan bırakmayan kabul: İnsanlar arasında öyleleri vardır ki, kelime-i şehadetin manasını bildikleri halde, bu kelimenin gereklerini uygulamaya, kibrinden, ha­sedinden veya herhangi bir sebepten kimsenin bu davetine yanaşmaz.
6- İsyana imkan bırakmayan itaat: Allah'ın (c.c.) farz kıldığı şeyleri yerine getirmek, haram kıldığı şeylerden de sa­kınmak suretiyle itaat hasıl olur. Çünkü İslamın hakikati, ku­lun kalp ve azalarıyla Allah'a (c.c.) teslim olmasıdır. O'nun vahdaniyetini ifade eden, ibadetlerle itaattir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Kim güzel davranarak özünü Allah'a teslim ederse o, en sağlam kulpa yapışmıştır.” [93]
7- Buğza imkan bırakmayan sevgi: Bu kelimeyi söyleyen­de muhabbet meydana gelmemişse ne marifet ne de kabul mevcuttur. Zira şirke zıt olan ihlas bunu gerektirir. Her ki­min Allah'a (c.c.) muhabbeti olursa O'nun dinine de muhab­beti olur. Allah'ın (c.c.) dinine muhabbeti olmayanın Allah'a (c.c.) da muhabbeti olmaz. [94]
 
 
1- İbadette Allah'a (c.c.) ortak koşmak.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.” [95]
"Allah kendisine şirk koşan kimseye Cenneti haram kılar. Onun durağı ateştir. Zalimleri için hiçbir yar­dımcı yoktur." [96]
Allah'tan (c.c.) başkası (cinler, kabirler vb. şeyler) adı­na kurban kesmek de şirktir.
2- Kim Allah (c.c.) ile kendisi araşına vasıtalar koyup, on­lara dua eder, onlardan şefaat diler ve onlara tevekkül eder­se; bütün müslümanların ittifakı (icmaı) ile kafir olmuştur.
3- Kim müşrikleri tekfir etmezse, onların küfründen şüphe ederse ve yollarını doğru bulursa o da kafir olur.
4- Her kim: "Başkasının yolu, Rasulullah'ın (s.a.v.) yo­lundan daha mükemmeldir" veya "tağutların hükmü, Rasullillah'ın (s.a.v.) hükmünden daha üstündür" diye kanaat ederse kafirdir.
5- Rasulullah'ın (s.a.v.) getirdiklerinden herhangi biri­ne buğzeden bir kimse, onunla amel etse de etmese de küf­re girmiştir. Her müslümanın Rasulullah'ın (s.a.v.) getirdi­ği tüm şeyleri sevgi ile karşılaması gereklidir.
6- Kim Rasulullah'tan (s.a.v.) Allah'tan (c.c.) getirdiği dinle, onun sevap ve ceza olarak bildirdiği şeylerden herhan­gi biriyle alay ederse, dinden çıkmıştır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"De ki: Allah, ayetleri ve Resulü ile mi alay ediyor­sunuz? Özür beyan etmeyiniz. Kesinlikle imanınızdan sonra kafir oldunuz?" [97]
7- Kim sihir yapar ve sihre razı olursa, kafir olmuştur. Al­lah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Onların ikisi herhangi bir kimseye: "Biz, ancak bir fitneyiz. Sakın sen küfre girme demedikten sonra sihri öğretmiyorlardı.” [98]
8- Müşriklere arka çıkmak müslümanlara karşı onları desteklemek de küfürdür. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Müslümanlardan kim onları dost edinirse, kesin­likle o da onlardandır. Hiç şüphesiz Allah zalim bir kav­me hidayet etmez.” [99]
9- Kim: "Hızır (a.s.), Musa'nın (a.s.) şeriatıyla yüküm­lü değildi, gerektiğinde onun şeriatı dışında hareket etme serbesitesine sahipti, Muhammed'in (s.a.v.) şeriatından da bir­takım kimseler, ona uyup uymama konusunda serbesttirler, diledikleri takdirde Muhammed'in (s.a.v.) şeriatına göre hareket etmeyebilirler" der ve buna inanırsa, kafir olur.
10- Allah'ın (c.c.) dininden yüzçevirmek, onu öğren­memek ve onunla amel etmemek. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Acaba Rabbinin ayetleriyle uyarılan, uyarıldıktan sonra da o ayetten yüzçevirenlerden daha zalim kim olabilir? Kesinlikle biz, mücrimlerden intikam alaca­ğız.” [100]
Bütün bu maddelerde açıklanan hususların şakayla, cid­di olarak ya da korku ile yapılması ya da söylenmesi arasında zerre kadar fark yoktur. Ancak ikrah (zorlama) altın­da olan kişi bundan müstesnadır. Bütün bu maddeler tehli­ke yönünden çok büyük olmakla beraber çokça rastlanılan durumlardır, Müslüman bir kişi bütün bu hususlardan sakın­malı ve nefsinin bunlara bulaşmasından korkmalıdır. Al­lah'ın (c.c.) gazabını ve elem verici azabını gerektiren se­beplerden Allah'a (c.c.) sığınırız. [101]
 
 
Lügatta, önceden benzeri geçmemiş bir işin sonradan icat edilmesidir.
Fıkıh ve Hadis alimleri de bidat hakkında bazı tarifler yapmışlardır. Bunlar arasında en güzeli ve en açık olanı: "Al­lah'a (c.c.) yakınlık kazanmak amacıyla Rasulullah'tan (s.a.v.) sonra icat edilen şeylerdir." şeklindeki tariftir.
Bu tanımdan anlaşılacağı üzere dünyevi bidatler olarak adlandırılabilecek barut, kahve, elektirik ve moturlu taşıt araçları ve uçaklar gibi ilmi ve teknolojik gelişmeler sonu­cu yapılan icatlar konumuz dışıdır.
Bazı alimlerin bidati; bidat-i hasene ve bidat-i seyyie di­ye ikiye ayırmaları da batıldır, şer'i bir dayanağı yoktur.
Bu konuyu özetle şöyle açıklayabiliriz:
1- Bidat-i hasene ve bidati-i seyyie diye bir bölümleme yapmak Kur'an'a aykırıdır:
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Bugün sizin dininizi kemale erdirdim." [102]
Allah (c.c.) bu ayet-i kelimesiyle bize dinini kemale er­dirdiğini ne ona eklenecek ne de ondan çıkartılacak herhan­gi bir şeyin olmadığını bildirmektedir.
Ayrıca, hüküm koyma hakkı yalnız Allah’u Teala'nındır. Beşerin şeriata karışmaya ya da katkıda bulunmaya hakkı yoktur. Eğer ilave yapmak caiz olarak kabul edilirse eksil­tilme yapmasınında da caiz olması gerekir ki bunu söyleyen ve tasvip eden hiçbir alim çıkmamıştır.
2- Böyle bir ayrım Rasullulah'ın (s.a.v.) Sünnetine de ay­kırıdır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Size Allah'tan korkmanızı ve üzerinize emir olan bir kimse Habeş'li köle de olsa, sözünü dinleyip ona ita­at etmenizi vasiyet ederim. Bir de, içinizden yaşayan olursa, bir çok ihtilaflar görecektir. İşte böyle zamanlarda benim sünnetime ve hidayet üzerine olan Hulefayı Raşidin'in sünnetine yapışınız. Sünnete dört elle sarılınız. Ve sonradan çıkartılan şeylerden sakınınız. Zira her bi­dat sapıklıktır.[103]
Hadisin lafzındaki "külle" (her) genellik ifade eder. Bundan dolayı, hiç bir bidat bu genellemenin dışında tutulamaz, ancak tahsis edici ile tahsis edilmiş olduğunda durum değişir. Peki böyle bir tahsis edici var mıdır ki buna daya­nılarak "Bu bidat, hasenedir" denilebilsin? Bazıları:
"Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da gü­zeldir" ifadelerinin hadis olduğu iddiasında bulunup, bunun delil alınarak (tahsis edici olarak kabul edilip) bidati hasene diye bir ayrım yapılabileceği kanaatine varmışlardır.
Birincisi, bu ifadeler hadis değil, İbn-i Mesud'un (r.a.) sözüdür.
İkincisi, bu hadisteki el kelimesi müslümanların tümünü içine alan istiğrak için ise o zaman, müslümanların icma'ı var demektir ki, icma bizzat delildir, buna söz yoktur. Eğer hadiste (e'l-müslimunede) ki "el" cins için ise, bazı müslümanlar bu bidati hoş karşılar, bazıları da çirkin görür. Nite­kim, bidatların çoğu da böyledir. Binaenaleyh bu sahabe sö­züyle delil getirme de düşmüştür, delil olma kuvvetini yitir­miştir, yani bu hadisle yeni bir hüküm verilmez.
Bidatlerin en çirkinlerinden biri de, cuma namazından sonra kılınan öğle namazıdır. "Cemaatin sayısı kırk kişiyi doldurmuyor" veya "cemaat okumayı beceremiyor" gibi bahanelerle ikinci bir öğle namazının kılınması bidattir. Cuma namazından sonra öğle namazının kılınmasını farz ka­bul etmek küfre götürür. Sünnet olarak kabul edilirse bidat ve dalalettir.
Rasulullah'a (s.a.v.) şu şekilde salavat getirmek de bidat olan amellerdendir:
"Allahümme salli ala Muhammedin adede ma fi ilmillah, salaten daimeten bidevami mülkillah" ve yine "Allahümme salli ala Muhammedin küllema zekerekez Zakirun ve gafele an zikrikel-ğafilun."
Rasulullah (s.a.v.) üzerine getirilen salavatlar elbette Allah'a (c.c.) yakın olmak O'na yaklaştırmak içindir, nitekim Allahu Teala Kur'an-ı Mecidinde bize şöyle emret­miştir.
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey inananlar siz de ona salat ve selam getirin." [104]
Rasulullah'a (s.a.v.) nasıl salavat getirileceği hadis kitap­larında bildirilmiştir, yani uydurmalar aramaya, bulmaya ih­tiyaç yoktur. Çünkü; Rasulullah'a (s.a.v.) salavat getirmek bir ibadettir. İbadetler ise ancak ayet ve hadislerle sabit olur. Müslümanın ölçüsü Kur'an ve Sünnet olduğuna göre, din bu ölçüler çerçevesinde uygulanmalı, değiştirme veya başka bir kalıba sokma gibi Allah'ın (c.c.) gazabını çekecek davranışlardan kaçınılmalıdır. [105]
 
 
Rasulullah'a (s.a.v.) nasıl salavat getirileceği hakkında Abdullah b. Nafi'es-Saig'den rivayetle sahabeler şöyle demişlerdir:
"Ya Rasulallah! Size salavat getirirken nasıl söy­leyeceğiz?" Rasulullah (s.a.v.).şöyle buyurdular:
Allahümme salli ala Muhammedin ve ezvacihi ve zürriyetihi kema salleyte ala al-i İbrahime, vebarik ala Muhammedin ve ezvacihi ve zürriyetihi kema barekte ala al-i İbrahime İnneke Hamidün Meciddeyiniz."[106]
Ebu Said El-Hudri'den şöyle rivayet edilmiştir:
"Biz dedik ki:
"Ya Rasulallah, bu selamı bildik ve anladık ama, sizin üzerinize salat nasıl olacak?" Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdular:
"Allahümme salli ala Muhammedin abdike ve Rasulike kema salleyte ala İbrahime ve barik ala Muhamme­din ve al-i Muhammedin kema barekte ala al-i İbrahime deyiniz." [107]
 
 
Uluhiyet tevhidi ile rububiyet tevhidini birbirine karış­tırmadan ayırmak muhakkak ki müslümanlar üzerine vacip­tir. Bir muvahhid kalkıp kabirlerde şirk ameller işleyenle­re:
"Sizin yaptığınız bu ibadet çeşitleri ve kabirler üzerin­deki hareketleriniz yersizdir ve bu ameliniz şirktir" dese, sinirlenir, gazaba gelir ve:
"Nasıl olur da bizi şirk ile itham edersin? Halbuki biz, Allah'tan (c.c.) başka ilah olmadığı­na ve Muhammed'in (s.a.v.) O'nun Rasulu olduğuna şehadet getiriyoruz ve biliyoruz ki, yaratan, rızık veren, yaşatan, öldüren, menfaat ve zararı elinde tutan ve sonunda kendisi­ne dönülecek olan Allah'tır (c.c.) Bunları biliyor ve itiraf ediyorken bizi nasıl şirkle itham edersiniz? Biz peygamber­leri ve salihleri sadece Allah (c.c.) katında bize şefaatçi ol­maları için aracı ediniyoruz. Bizler günah kirlerine bulaştı­ğımız için Allah'tan (c.c.) mağfiret dilemeye yüzümüz yok. Hacetlerimizin giderilmesini veya bize gelecek zararı defet­mesini Allah'tan (c.c.) bizzat isteyemeyediğimiz için onla­rı şefaatçi ve Allah (c.c.) ile bizim aramızda aracı tutuyoruz, çünkü biz biliyoruz ki, bu zatların Allah (c.c.) katında yer ve mevkileri vardır, bunlar padişahın yanındaki vezirler gibidirler. Nasıl ki, halk tabakasından birine bir zulüm ve­ya bir perişanlık geldiğinde kalkıp onu bizzat padişaha gö­türüp, derdini duyuramıyorlar, ya vezirinin veya padişahın yanında yeri olan birinin şefaatıyla padişaha gidip derdini duyurabiliyor, padişah da onun derdine derman oluyorsa bu da aynen böyledir.
Biz bu cahillere deriz ki: Sizin bu itikadınız bizzat müş­riklerin itikadıdır. Allah (c. c.) şöyle buyuruyor:
"Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar vermeyen şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar Allah katında bi­zim şefaatçılanmızdır' diyorlar. De ki: 'Göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsu­nuz?' Allah onların koştukları ortaklardan münezzeh­tir.” [108]
"İyi bilinmelidir ki, halis din Allah'ındır. Allah'ı bı­rakıp O'ndan başka dostlar edinenler: 'Biz bunlara sırf bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyo­ruz' derler.” [109]
Görüldüğü gibi müşrikler de Allah'ın (c.c.) yaratıcı ve rızık verici olduğuna inanıyorlardı, fakat bu itikat onlara bir menfaat sağlamadığı gibi kanlarını da haram kılmadı, çün­kü onlar kendilerini Allah'a (c.c.) yakınlaşırsın diye putla­ra tapıyor ve onlardan şefaat bekliyorlardı. O putlara ibadet ederlerken onların yaratıcı ve rızık verici olmadığını ve iş­leri düzene koymadığını da biliyorlardı. Bu durum, Kur'an okuyan ve düşünen kimseler için gayet açıktır.
Müşriklerin halini bilen hiçbir aklı başında insan, onla­rın kendi elleriyle yontarak yaptıkları putun kendilerini yarattığına, rızık verdiğine ve işlerini düzenlediğine inandık­larını düşünemez. Bu ne geçmiş putperestlerde ne de günü­müzdeki putperestlerde görülmüş bir durumdur. Onlar acak Kur'an'ı Kerimin bildirdiğine göre bazı salih insanların şe­killerini yaparak onlara ibadet etmek suretiyle yakınlıkları­nı kazanmak istemişler ve böylece onların Allah (c.c.) ka­tında kendilerine şefaatçi olacaklarını zannetmişlerdi. Bu ne­denle onlara dua ve ibadet ettiler. [110]
 
 
İkinci olarak, o cahiller adillerin adili ve rahmet edicile­rin en büyük rahmet edicisi olan Allah Azim'üşşanı beşerden olan bir padişaha, belki zalimler arasında en büyük za­lim olabilecek birine benzettiler.
Allah'ı (c.c.) bir mahluka benzetip birtakım kimseleri şe­faatçiler edinerek O'na tevessül ettiler. Ne ilahın bir mahluk ile ne de her şeyin Rabbi olan Allah'ın (c.c), bir kul ile kıyas edilemeyeceğini bilemediler. Halbuki Allah'ı (c.c.) mahlukata benzetmek şirktir.
Bunu özet olarak şöyle açıklayabiliriz:
Beşerden olan pa­dişah, kendisine veziriyle tevessül eden kimsenin zulme uğradığını bilmeyebilir veya zulüm padişahın yakınlarından, incitemeyeceği kimselerden hatta, belki de bizzat padişah'ın kendisinden gelmiş olabilir, bunların hepsi müm­kündür.
Bir yaratılmış nasıl olur da Allah (c.c.) ile mukayese edilir?
Allah (c.c), o kulun uğradığı zulmü, onun ihtiyacını bilmez mi hiç? Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah gözlerin hain (bakışlar)ını ve göğüslerin gizle­diği düşünceleri bilir.” [111]
Allah (c.c.) hiçbir ferde zulmeder mi? veya Allah'ın (c.c.) ak­rabaları mı var ki, onlar insanlardan birine zulmetsin?
Ya da Allah'ın (c.c.) veziri, yardımcısı ve desteği mi var ki, onlar kullarla tevessül etsinler ve Allah (c.c.) katında o vezirler yardımcılar veya destekçiler şefaatçi olsunlar?
Bu ne çirkin ve fasid bir kıyastır ve onlar da Allah'ın (c.c.) uluhiyyetini idraktan ne kadar uzak ve cahildirler. [112]
 
Yaratan İle Yaratılan Arasında Aracı Yoktur, Ancak Şeriatı Tebliğde Vasıta Aracı Vardır:
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
Biz ona (o kula) şah damarından daha yakınız." [113]
"Kullarım Beni senden sorduklarında, Ben onlara yakınım, Bana dua edenin duasına karşılık veririm.” [114]
Tebliğ için aracılara örnek bizzat rasullerdir (a.s.).
Zararı gidermek veya yarar sağlamak için aracı olduğu­na inanmak müşriklerin itikadıdır. Allah (c.c.) ile kulu ara­sında aracı nasıl olur? Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Rabbiniz buyurdu ki: "Bana dua edin, duanızı ka­bul edeyim. Bana kulluk etmekten büyüklenenler, aşa­ğılık olarak Cehenneme gireceklerdir." [115]
Allah (c.c), 'benim velilerime veya peygamberlerime dua edin, ahbaplarımdan veya kullarımın salinlerinden, yardım dileyin.' dememiş. Bilakis şöyle buyurmuştur:
"Bana dua edin duanızı kabul edeyim." [116]
"Kullarım Beni senden sorduklarında, Ben onlara yakınım, Bana dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da Bana karşılık versinler (Benim çağrıma uy­sunlar), Bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar." [117]
Rasulullah da (s.a.v.) 'nebilere ve rasullere dua edin de onlar sizin için vesile olsunlar' veya 'nebileri ve rasulleri, salihleri vesile edinin.' dememiş, sadece Allah'a (c.c.) dua edilmesini emretmiştir:
"Allah'a dua etmeyene, Allah gazab eder."[118]
"Allah'tan cevap alacağınıza kesin olarak inanmış olduğunuz halde dua edin." [119]
 
 
Tevessül iki kısımdır, biri caiz diğeri caiz olmayan teves­süldür.
 
 
Caiz olan da iki kısımdır:
Birincisi, Allah'a (c.c.) ve Rasulüne (s.a.v.) imanla ve amel-i salih ile tevessüldür. Bu tevessülün cevazı hakkında ulema ihtilaf etmemişlerdir, ister Rasulullah'ın (s.a.v.) ha­yatında, ister onun hayatından sonra olsun bu caizdir. Amel-i salihlerle tevessül edilebileceğine delil olarak şu hadis-i şe­rif zikredilir:
"Üç kişi mağaraya girdikleri sırada, mağaranın ağzı­nı bir kayanın kapatması nedeniyle içeride mahzur kalmışlardı. Bunun üzerine bunlardan biri, ana babasına karşı gösterdiği itaat ve yaptığı iyiliği, diğeri bir erkeğin kadının oturacak mahalline oturduktan sonra zinayı terketmek suretiyle gösterdiği iffeti, üçüncüsü de, çalış­tırdığı ücretlisi ücretini almadan gidip aradan bir müd­det geçtikten sonra dönerek ücretini istediğinde, geçen zaman içinde bu ücreti üretmek suretiyle çoğaltıp, ona çok miktarda mal ödediğini tevessül ederek dua etmiş­ler ve duaları kabul edilmek suretiyle mağaradaki mahzuriyetten kurtulmuşlardır. [120]
İkincisi ise, Rasulullah (s.a.v.) hayatta iken onun duasıyla tevessüldür.
Bir sahabi Rasulullah' a (s.a.v.) gidiyor ve onun için Al­lah'a (c.c.) dua etmesini istiyor. Rasulullah da (s.a.v.) o gelen kişi için Allah'tan (c.c.) afiyet diliyor.
Bir Arabinin Rasulullah'tan (s.a.v.) yağmur duası isteme­si, bir amanın gözünün iadesi için dua istemesi gibi.
Osman İbn-i Hanif’in (ama ile ilgili olan) hadisi hakkın­da 'Siyanetül İnsan' isimli kitapta bu hadisin sahih olmadığı söylenmiştir. Zira hadisin senedinde Eba Cafer Er-Razi isimli, hafızası kötü ve birçok şeyi karıştıran biri vardır. Bun­dan dolayı sadece onun rivayet ettiğini hadisle amel edilmez.
Sahih olduğu farzedildiği takdirde bu caiz olan tevessül­dür. Çünkü hadiste Osman b. Hanif'ten rivayet edilerek deniliyor ki; Gözleri görmeyen bir adam Rasulullah'a (s.a.v.) gelerek:
"Ya Rasulallah, bana dua et de, Allah bana afiyet versin" dedi ve Rasulullah (s.a.v.):
"İstersen sana tehir ederim ki, tehir etmek ahiretin için daha hayırlıdır, istersen senin için dua ederim.” de­yince adam:
"Dua etmenizi istiyorum Ya Rasulallah!" dedi. Bunun üze­rine Rasulullah (s.a.v.) ona, abdest alıp iki rekat namaz kılma­sını ve hadiste zikredilen duayı okumasını emir buyurdu. [121]
Hadis, Rasulullah'ın (s.a.v.) duasıyla tevessülün caiz olduğu hakkında bir delildir. Rasulullah (s.a.v.) hayattayken onun veya hayatta olan başkasının duasıyla tevessülün ce­vazında ihtilaf yoktur. Ancak bu hadiste:
"Eselüke bi hakk-ı Muhammedin veya bi cah-i Muhammedin" şeklinde bir söz yoktur ki, Rasulullah'ın (s.a.v.) ölümünden sonra onunla tevessül edilebileceğine dair bu ha­dis delil olarak alınabilsin.
Sara hastalığı olan siyah bir cariye (şifa bulması için) Ra­sulullah'ın (s.a.v.) kendisi için Allah'a (c.c.) dua etmesini istedi. Rasulullah (s.a.v.) ona:
"İstersen afiyetin için dua ederim, istersen sabret de ahirette sevabını alırsın." deyince, cariye sabrı tercih et­ti ancak, saranın kendisine geldiği zamanlarda açılıp avret yerlerinin görülmesine meydan verilmemesi için dua etmesini istedi. [122]
Bu tür tevessül Rasulullah'ın (s.a.v) vefatıyla sona ermiştir. [123]
 
 
Bir müslümanın Rasulullah'ın (s.a.v.) veya salih birinin kabrine gidip ona ihtiyaçlarını arzetmesi, günahının bağış­lanmasını istemesi veya zararının kaldırılması için Allah'a (c.c.) dua etmesini istemesi veya bunları bizzat Rasulullah'tan veya salih kişiden talep etmesi caiz değildir.
Nebi ve rasullerden bazılarının diğer bazılarıyla bu şekil­de tevessülü sabit olmadığı gibi, sahabelerin Rasuhüllah (s.a.v.) ile tevessül ettikleri de sabit olmamıştır. Keza tabi­inden veya muteber imamlardan tevessül işitilmemiştir.
Bunun delili şudur; Ömer (r.a.), hilafeti döneminde ku­raklık oldu, yağmur duasına çıkmak istedi ve şöyle dedi:
"Allah'ım, biz kıtlıklarda ve kuraklıkta Senin Rasulünü vesile ederek yağmur istiyorduk ve yağmur veriyordun, şimdi de Rasulullah'ın (s.a.v.) amcası Abbas ile tevessül edi­yoruz, dedikten sonra, Ömer (r.a.):
"Ya Abbas, kalk bize dua et." dedi. [124]
Eğer Rasulullah'ın (s.a.v) vefatından sonra da onunla te­vessül caiz olsa idi, sahabeler onu bırakıp Abbas (r.a.) ile te­vessül etmezlerdi. Bu, asabiyet ve inat ile gözü kör olmuş ve sapıklıkta fesadın yolunu tutmuş kimseden başkasının gö­receği apaçık bir gerçektir. [125]
 
 
Bu hususun daha da açıklık kazanmış olması bakımından bazı Rasullerin (a.s.) dualarından örnekler verelim:
İşte babamız Adem (a.s.) hataya düşünce şöyle dua etti: "Dediler: "Rabbimiz biz nefsimize zulmettik. Eğer bi­zi bağışlamaz ve merhamet etmezsen, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.” [126]
Babamız Adem (a.s.), hata yaptığında, bazılarının zannettik­leri gibi Ömer'den (r.a.) rivayet edildiği söylenen şöyle bir ha­dise dayanarak, Muhammed (s.a.v.) ile tevessül etmedi. Hadis şöyledir:
"Ömer (r.a.) dedi ki, Rasulullah (s.a.v.) şöyle demişlerdir:
"Adem (a.s.) hata işleyince:
"Ya Rabbi! Muhammed hakkı için yalvarıyorum be­ni bağışla." dedi. Allahu Teala:
"Ya Adem, sen Muhammed'i nasıl tanıdın, Ben henüz onu yaratmış değilim?” Adem (a.s.):
Ya Rabbi beni elinle yarattığın ve ruhundan üfledi­ğin zaman ben başımı kaldırdım baktım ki Arşın direk­leri üzerinde "La ilahe illallah Muhammed'un Rasulul­lah" yazılı idi. Bildim ki, Senin isminle beraber yazılan isim, yarattıkların arasında en çok sevdiğin kulunun is­midir, onun için, onunla dua ettim" deyince Allah (c.c.) şöyle buyurdu:
"Evet ya Adem, doğru söyledin. O gerçekten kullarım arasından en çok sevdiğim biridir. Onun hakkı için Ba­na dua ettiğin için Ben seni bağışladım. Eğer Muhammed olmasa idi seni de yaratmazdım.” [127]
İlim erbabı Hakim'i, hadislerin tashihinde laubali olmak­la, hatta (bazıları) onu itikadında bozuklukla itham ettiler. Zehebi, bu hadisle ilgili olarak şöyle dedi:
"Bu hadis uydurmadır, uydurma hadis delil kabul edil­mez, hatta zayıf hadis bile delil olarak kabul edilmez.”
Nuh (a.s.) hakkında Allah (c;c.) şöyle buyuruyor:
"Rabbim! Beni, anamı, babamı ve inanarak evime gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla. Zalimlere dünyada ve ahirette hüsrandan ve helaktan başkasını nasib etme.” [128]
İbrahim (a.s.) hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Rabbimiz hesap günü beni, anamı, babamı ve mü­minleri bağışla.” [129]
İbrahim'in (a.s.) bu duası, babasının Allah (c.c.) düşma­nı olduğu kendisine beyan edilmeden önce idi. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"...Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzak durdu. Gerçekten İbrahim, çok içli ve yumuşak huylu idi.” [130]
Eyyüb (a.s.) hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Eyyüb Rabbine: "Bu dert ve bu bela bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin!" diye dua etmişti.”[131]
Yunus (a.s.) hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Zunnun'a da lütfettik, hani o kavmine kızarak git­mişti. Bizim kendisine güç yetiremeyeceğîmizi, kavminin arasından çıkmakla kendisinin kurtulacağını sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde 'Senden başka ibadete layık ilah yoktur. Sen her türlü noksanlıklardan münezzehsin, ben zalimlerden oldum' diye dua etti. Biz de onun duasını kabul ettik ve kendisini kederden kurtardık. İşte biz inananları böyle kurtarırız.[132] Zekeriyya (a.s.) hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Zekeriyya'ya da lütfettik. O, Rabbine nida ederek: 'Rabbim beni yalnız bırakma, Sen varislerin en hayırhsısın' diye dua etmişti. Biz onun duasını da kabul ettik, ona Yahya'yı bahşettik. Eşini de kendisi için ıslah ettik. [133]
Yusuf (a.s.) hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Rabbim, bana mülkten bir nasip verdin ve rüyala­rın tevilini öğrettin, gökleri ve yeri yaratansın, dünya ve ahirette benim velim sensin, beni müslüman olarak öldür ve salihlere ilhak et, onlara arkadaş eyle.” [134]
Rasulullah'ın (s.a.v.) duaları pek çok olup, sünnet ve zikir kitaplarında bölümler halinde yer alır. Bunlardan bazıları:
"Allahümme inni es'eluke el afiyete fi dini ve dünya­ya ve ehli ve mali ve bedeni..."
"Allah'ım, din ve dünyam konusunda benim ve ehlim, malım ve bedenim için afiyet dilerim..."
"Allah'ım, bize emrettiğin gibi dua ediyoruz, bize vaadettiğin gibi duamızı kabul buyur, Allah'ım haşyetin­den, bizimle Sana isyan etmek arasında perde olacak ka­dar korku, itaatından bizi Cennetine kavuşturacak ka­dar itaat yakıynden bize dünya musibetlerini ehven gös­terecek cesaret nasip et, Allah'ım, yaşadığımız müddet­çe, kulaklarımızdan ve gözlerimizden ve kuvvetlerimiz­den bizleri faydalandır ve arkada bırakacağımız eserle­rimiz, varislerimiz hayrulhaleflerimiz olsun." Meşhur seyyidül istiğfar da bunlardandır. Kur'an’dan ve sahih sünnetten, nebi ve rasullerden veya başkalarından yardım istemenin, rasuller, nebiler veya salihlerle tevessül etmenin caiz olduğunu gösteren hiçbir de­lil yoktur.
Allah'tan (c.c.) başkasından yardım dilemenin (istiğase) şirk olduğunda hiç şüphe yoktur, fakat tevessül bidattir, küfür değildir.
Onlar tevessülün caiz olduğuna delil olarak şu ayeti gös­termektedirler
"Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve O'na (yaklaş­maya) yol arayın.” [135]
Bunun cevabı şöyledir:
Burada vesilenin manası Allah'a (c.c.) yakınlaştıracak ameli salihtir veya Allah'ın (c.c.) isim ve sıfatlarıyla O'na dua etmektir. Yukarıda bunlarla tevessülün meşru olduğu açıklanmıştı. Bidatçıların iddia ettiği gibi peygamberleri, salihleri şefaatçi kabul etmek ve Allah ile bizim aramızda onları aracı kılmak değildir. Onlar Peygamberlerin ve salihlerin vesile edinilmesini Allah'ın (c.c.) emri olarak iddia ederler ve ayeti böylece tefsir ederler. Derler ki:
"Rasulul­lah'ın (s.a.v.) şefaati sabittir ve ona dayanarak bizler de Rasulullah'tan (s.a.v.) şefaat dileriz, zira Allah (c.c), ona şe­faat etmesini ihsan etmiştir." [136]
 
 
Şüphe yok ki, Rasulullah'ın (s.a.v.) şefaati birkaç çeşit­tir. En büyükleri, Kıyamet Gününde insanları haşır gününün dehşetinden rahatlatacak olan Şefaat-i Uzma'dır. Bu şefa­at, Rasulullah'a (s.a.v.) mahsustur. O'nun başka şefaatleri de vardır ki, muvahhidlerden olup ateşe girenlerden bazısı­nı oradan Allah'ın (c.c.) izniyle çıkarır ve bazı müminlerin Cennetteki derecelerini yükseltir. Fakat bizim Rasulullah'ın (s.a.v.) şefaatine itikadımız, bir müslümanın onun şe­faatine dayanarak, dünyada Rasulullah'tan (s.a.v.) şefaat di­lemesine, günahının affını istemesine müsait değildir. Bir ki­şinin kalkıp:
"Ya Muhammed bana şefaat eyle, günahımı ba­ğışla, imdadıma yetiş, zalimin zulmünden sana sığınının" ve­ya "Muhammed senden şefaat istiyorum." demesi caiz de­ğildir.
Ancak şöyle dua edilebilir;
"Allah'ım! Muhammed'in şe­faatini bana nasip et, Allah'ım Muhammed'i bana şefaatçi kıl" veya "Allah'ım beni Muhammed'in şefaatinden mah­rum etme" İşte bu şekilde dua etmek caizdir.
Rasulullah'a (s.a.v.) hitaben:
"Bana şefaat et, bana yar­dım et, sana sığınıyorum" demek caiz olmadığına göre di­ğer evliyalara ve salihlere iltica etmek ve onlara yalvarmak, hiç caiz değildir. Bazı şairlerin şiirlerinde:
"Ey bütün yaratıkların ekremi! Tümüyle umumu kapsayacak olan o dehşetli olayda (Kıyamette) benim senden başka sığınacak yerim yoktur." diye söylemelerine aldanma. Bu söz şirktir, dalalettir. Fakat bunu söyleyen bu sözü üze­re mi öldü, yoksa ölmeden önce tevbe etti mi? bunu bilmi­yoruz. Allahu a'lern.
O: "Benim sığınacak yerim yok" diyor. Biz de deriz ki;
"Allah'a sığın. O'ndan başkasına sığınma. Her kim Al­lah'a sığınırsa, O, ona yeter."
Bir çok şair şiirlerinde, Rasulullah'a (s.a.v.) sesleniş ve ondan yardım isteği sıkça yer almıştır, hatta Rasulullah'tan (s.a.v) başkalarına da yalvarmışlardır.
Bazı şairler şöyle demişlerdir:
"Ya Muhammed! O deh­şetli korkulu günlerin endişesi kalbime yerleşti, nefesim daraldığı zaman ölüm anlarımın kolaylaşması için sizin ha­zır bulunmanızı rica ediyorum." Diğer biri şöyle der:
"Ey efendim, ey dinin özü ve ey dayanağım, kuvvetim ve övün­me kaynağım! Zararından korktuklarımdan, zamanın olay­larından sığınağım sensin." Bakın bu şairler ne kadar ileri gittiler ve ne çirkin ifadeler kullandılar.
Keza sonradan gelen alimlerin sözlerinde de tevessül ve istiğase türünden çok şey vardır. Onlar bazı korkunç şüphelerle de bunlara cevaz vermişlerdir. Onların bu şüphe­lerinde delil olacak bir şey bulunmadığı gibi, tasvip edile­cek bir taraf da yoktur. [137]
 
 
Onların delil olarak gösterdikleri şeyler şunlardır;
1- Adem'in (a.s.) tevessül hadisesi, ki yukarıda zikredil­miştir.
2- "Allah'ım Sana dua edenlerin Senin üzerindeki hakkı ve benim bu yolumun hakkı ile Sana yalvarıyo­rum." hadisi.
3- İbn-i Hibban, Hakim Enes b. Malik'ten şöyle der:
"Ali'nin (r.a.) annesi, Haşimoğlu Esed'in kızı Fatıma vefat edince ki, o kadın Rasulullah'ı (s.a.v.) beslemiş idi, Rasulullah (s.a.v.) onun yanına girdi ve başucunda oturarak şöyle dedi:
"Allah sana rahmet etsin ey anamdan sonra anam..." diye devam ettikten sonra onu kabre indirince şöyle dua etti:
"Allah'ım! Esed kızı anam Fatıma'yı mağfiret et, rasulünün hakkı ve benden önce geçen rasullerinin hakkı için onun yerini genişlet. Sen rahmet edicilerin en çok rahmet edenisin. Sen Rahman ve Rahimsin."
4- Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"... Musa'nın tarafından olan kimse, düşmanı üzeri­ne Musa'dan yardım istedi..” [138]
5- Allah'ın (c.c.) şu kavlinden delil gösterirler:
"Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gel­seler, Allah'tan mağfiret dileseler ve Rasul de onlar için mağfiret difese, Allah'ı tevbeleri kabul edici ve merha­metli olarak bulurlardı." [139]
6- Madem ki Rasulün hayatında onunla tevessül caizdi, onun ölümünden sonra da onunla tevessül caizdir, zira o kab­rinde de hayattadır, diğer rasuller de böyledir. Çünkü rasuller, şehitlerden makam itibariyle üstündürler. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah yolunda öldürülen kimseleri siz katiyyen ölü zannetmeyin, bilakis onlar hayatta olup (Rableri katında) rızıklandırılıyorlar.” [140]
7- "İşler sizi yorarsa, kabir ehline başvurun" şeklin­deki hadis.
8- "Benim cahımla (şanımla) tevessül edin, zira Allah katında benim cahım büyüktür" hadisi.
9- Bunlar muvahhidlere (tevhid ehline) derler ki:
"Siz putlar ve putlara tapanlar hakkında inen ayetleri getirip, salihlere tevessül eden ve rasulleri yardıma çağıran, dinin bütün gereklerini uygulayan müslümanlara hamledi­yorsunuz. Onlarla tevessül edeni de, putperestlerin seviye­sinde değerlendiriyorsunuz."
Yukarıda sıralananlar bidatçilerin delil olarak getirdik­lerinden bazılarıdır. Bütün bunlar ve benzenleri saçma olup delil olarak kabul edilmeyi değil, sadece onların gülünç hallerine acımayı gerektirir. [141]
 
 
Onlann şüphelerine cevap olarak, biz diyoruz ki;
Birincisi: Tevessül küfür değil, bidattir. Küfür olan, Rasulullah'tan (s.a.v.) ve başkalarından yardım istemek ve yardıma çağırmaktır.
İkincisi: Ölülerle tevessül etmenin caiz olduğunu ispat­layan sahih ya da hasen bir hadis mecvut değildir. Bu husus­taki hadislerin tümü zayıf veya mevzudur (uydurmadır).
Onların iddialarını cevaplayım:
1- Adem'in (a.s.) tevessülü hakkındaki geçen hadisin reddiyesi yukarıda geçmiştir.
2- "Allahümme inni es'eluke bihakkıssailin" hadisi de za­yıftır. Hafız Heysemi 'Mecme'üz Zevaid'inde bu hadisin za­yıflarla müselsel (zincirleme zayıf) olduğunu söyler. Hadis­te, Atiye el-Avfi, Fadl b. Merzuk, Fadl b. El-Muvaffak var­dır ki, bunların hepsi zayıftırlar. Fadl b. Merzuk hakkında ihtilaf olsa da olmasa da İbn-i Hibban, Nesai veEbu Hatem zayıf dediler ve İbn-i Main de tevsik etti.
Kastedilenin İbn-i Hibban onun hakkında:
"Atiyye El-Avfi'den uydurma hadisler rivayet ediliyor, bu hadis de Atiy­ye El- Avfi'den rivayet edilmiştir" dedi.
Cerh, ta’dilden önce gelir. Hadisin sıhhatini kabul etsek bile "isteyenin hakkı için"in yaratık olduğunu kabul edeme­yiz. Zira, isteyenin hakkından kasıt Allah'tır (c.c), Allah'tan (c.c.) istemesi ve Allah'ın (c.c.) istenileni vermesi­dir. Bu Allah'ın (c.c.) isteğe icabet sıfatlarındandır.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Müminlere yardım etmek üzerimize borç idi." [142]
3- Bu hadis de zayıftır. Bu hadiste Ruh bin Salih El-Misri vardır ki bu zat zayıftır.
Hadisin sıhhatini kabul etsek dahi, rasullerin hakkı "Al­lahümme inni es'eluke bihakkıssailin" hadisinde geçtiği gibi mahluk değildir. Bu hak, Allah'ın (c.c.) sıfatlarındandır. O da rasullerine yardım etmesi ve onları razı etmesi, onları düşmanları üzerine üstün kılmasıdır.
4- Musa'yla (a.s.) ilgili ayetten istiğase hakkında delil ge­tirmeleri ne kadar çirkindir. Orada, hayatta olan biri diğer hayatta olan birinden yapabileceği bir şey hakkında yardım talebinde bulunmuştur ki, bunun cevazında ihtilaf yoktur. İsrailoğullarından birinin yardım talebi veya Musa'nın (a.s.) ona icabet etmesi ve susması, delil değildir. Zira Musa'ya (a.s.) henüz vahiy gelmiş değildi.
Peygamberlerin bi'setinden (peygamberlik vazifesi baş­lamadan) önceki susmaları, o şeyin caiz olduğuna delil değildir. Ayrıca bu olay bizim şeriatimizde de olmuş bir olay değildir.
5- Nisa Suresinin 64. ayetindeki "Eğer onlar nefisleri­ne zulüm ettiklerinde..." ayetindeki istidlallerine gelin­ce, Allah (c.c.) onlara nefislerine zulmettikleri zaman Rasule gidip ondan kendilerinin bağışlanması için Allah'a (c.c.) dua etmesini istemelerini ve Allah'a (c.c.) tevbe etme­lerini tavsiye etmiş ve onlan her ikisini de yapmamaları se­bebiyle kınamıştır. Yoksa onların tevbelerinin kabul edilme­sini Rasule gitmelerine bağlayarak ille de böyle yapmalarının şart koşmamış yada emretmemiştir.
İkinci olarak, ayet Rasulullah'a (s.a.v.) gidilmesine bağ­lanmıştır. Rasulullah'ın (s.a.v.) vefatından sonra ona gidilemez, ancak kabrine gidilir. Kabre giden için "kabir sahi­bine gitti" denilmez, denilirse caizlik ve kolaylaştırma ma­nasında söylenir.
Üçüncü olarak, bu özel bir vak'adır ne manasıyla ne de lafzıyla genellik ifade etmez. Rasulullah'ın (s.a.v.) yaşadı­ğı sırada vuku bulmuştur. Bu vakadan Rasulullah'ın (s.a.v.) hayatını ve vefatını içine alacak, genel bir manayı nereden çıkardılar?
Şayet bu ayet Rasulullah'ın (s.a.v.) hayatını ve vefatını içi­ne alan bir genellik ifade ediyorsa, yalnız yaşadığı sırada tah­sis edilmiştir. Tahsis, edici delil şeriatın haberidir: Ölüler işitmez ve cevap veremezler. Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"Dirilerle ölüler bir olamaz, Allah dilediğine işittirir, yoksa sen kabirlerde bulunanlara işittirecek değilsin." [143]
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Ademoğlu ölünce üç şeyden başka ameli kesilir; sadaka-i cariye, kendisine dua eden salih evlat veya faydalanılan ilim.”[144]
Sahabeler ve onlardan sonra gelenler bu ayetin ölüye şamil olduğunu söylemiş ve böyle anlamıştırlar. Onun için Rasulullah'ın (s.a.v.) ölümünden sonra ondan dilekte bulun­madılar. Böyle bir haber bize kadar geldiği gibi, ölümünden sonra bunu yapanlar olsaydı onların haberi de gelirdi.
Kabirciler ve bidatçiler Kuleyb hadisini delil olarak alıp, ölülerin işittiğini iddia ederler. Çünkü Rasul-i Ekrem Be­dir Gününde kuyuya atılan müşriklerin cesetlerine seslen­diğinde Ömer (r.a.):
"Onlar işitirler mi ya Rasulallah?" diye sormuş, Rasulul­lah (s.a.v.) Ömer'e (r.a.):
"Siz benim onlara seslendiğimi onlardan iyi işitemezsiniz" cevabını vermişti.
Bir de şu hadisi delil getiriyorlar:
"İki melek ona geldiğinde ölü, gömenlerin ayak takır­tılarını işitir."[145]
Onlar ölülerin işittiklerine dair iddialarına bu iki hadisi delil getirerek: "madem ki ölüler işitiyorlar, o halde onlar­dan isteyenin de isteğini yerine getirirler" görüşünü savunur­lar. Yine bu hadislere dayanarak, "dirilerin ölülerin me­zarları üstünde okuması menduptur" hükmünü çıkarmış­lardır.
Buna cevaben deriz ki:
Kuleyb hadisi, Rasulullah'ın (s.a.v.) bir mucizesidir. Mucizeler, başka şeylerle kıyaslanamaz. Nasıl kıyas edilebilir ki?
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ölülerle diriler bir olmazlar. Kesinlikle Allah dile­diğine işittirir. Sen ise kabirde olanlara işittiremezsin." [146]
Îkinci hadise gelince;
İki meleğin geldiği sırada, ölünün onu gömenlerin ayak seslerini işitmesi olayı devamlılık arzetmez. Bu konu daha ayrıntılı olarak öğrenilmek istenirse, Alusi'nin "Risaletu'l Ayati'l-Beyyınat fi Adem-i Sima'i'l-Emvat" adlı eserin­den yararlanılabilir.    .
6- "Rasul ve evliyalarla tevessül ve istiğase caizdir" şeklindeki iddiaları Kur'an-ı Kerim'le çelişmektedir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Dirilerle ölüler bir olmaz. Allah dilediğine işittirir, yoksa sen kabirlerde bulunanlara işittirecek değilsin." [147]
"Sen ölüye işittiremezsin. Arkalarını dönüp giden sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.” [148]
Bu kabircilerin ve halkı sapıtan deccalların basiretlerini ölü ile diriyi ayıramayacak kadar kör eden Allah (c.c), hertürlü noksanlıktan münezzehtir.
Ayrıca onlar ruhların cisimden ayrıldıktan sonra tam ta­sarruf sahibi olduklarını hatta daha fazla tasarrufa sahip olduklarını söylerler.
Yazıklar olsun onların çılgın akıllarına! Ne kadar cahil ve ne kadar imansızlar, eğer onlar onların iddia ettikleri gibi sağ olsalardı, defnedilmeleri, mallarının taksimi ve eş­lerinin evlenmesi caiz olmazdı. Tabii Rasulullah'ın (s.a.v.) temiz eşleri müstesna.
Bazen, ölüye ihanet edildiğini, hatta cesedinin ayaklar altında çiğnendiğini görürüz; fakat bütün bunlara rağmen on­ların ne bir hareketle ne de bir sözle kendilerini savunduk­larına şahit olmuyoruz.
Acaba onlar kendilerine karşı yapılan bu işlerden razı mı­dırlar?
İnsanlar arasında sözleri bu denli geçersiz, kıyasları bu denli bozuk olana rastlanmamıştır.
Onların, "Ölülerin ruhu cisimlerden ayınldıktan sonra da hayattadır ve tasarrufları vardır" şeklindeki sözleri batıldır. Onların hangi konuda tasarrufları vardır, kendilerine dua eden ve yardım isteyenlere cevap verme kudretleri var mıdır? Eğer onlar hayatta oldukları için kendilerinden yardım is­teğinde bulunmamız caiz olursa; diri olduklarında ihtilaf ol­mayan meleklerden, hurilerden, vildanlardan, kafirlerin ruhlarından ve cinlerden de yardım istememiz caiz olmalı­dır. Çünkü onlar da canlı ve hayattadırlar.
Sübhanallah! Bu büyük bir iftiradır. Bunu nefsi kabarıp, aklı çelinen birinden başkası söyleyemez.
Allah'ım! Sen kendilerine doğru yolu göster, onları hak ve müstakim olan yolda yürüt.
7- "İşler sizi yorarsa kabir ehline müracaat edin" sözü, ha­dis değil yalandır, dini ifsad etmek isteyen zındıkların uydurmalarındandır.
8- "Benim şanımla tevessül edin" hadisi de, iki kişinin da­hi ihtilaf etmediği, herkesin bildiği gibi açık bir uydurma­dır.
9- Alimler açıkça "Lafzın umumisine itibar edilir, özel sebep itibara alınmaz" demişlerdir. İkincisi de: Geçmişteki müşrik ve kafirler arasında İsa (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) gibi nebi ve rasullere tapanlar vardı. Onların bazıları da Ved, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nasr gibi ölmüş ve putları dikilmiş ba­zı salih kullara ibadet ederlerdi. Yüce Allah, böyle davranan­ları kafir saydı. Zira "Allah'tan başka sana fayda sağla­mayanı çağırma" ayetindeki "Allah'tan başka" manası­na gelen "dünillah" kelimesi ve "Allah'tan başka sizin ma­budunuz yoktur" ayetindeki kelimeler, Allah'tan, (c.c.) başka tapılan bütün nesneleri kapsamaktadır. İsterse tapılan bir melek veya bir peygamber olsun fark etmez. Daha önce de gördük ki:
Yüce Allah yahudi ve hristiyanları, helali haram, haramı da helal kılma hususunda haham ve rahiple­rine itaat ettiklerinden dolayı kafir saymıştır. O halde Al­lah'tan (c.c.) başka kendisine secde edilen, adak adanan ve etraflarında (Ka'be gibi) tavaf edilenler nerede kalır?  [149]
 
 
Bütün müslümanlar şüphe etmeden bilirler ki, Rasulul­lah'ın (s.a.v.) şanı büyüktür, Makamı Mahmud sahibidir, ya­ratıkların en üstünü nebi ve rasullerin sonuncusudur. Fakat bütün bunlar, ona dua edip, onunla istiğasede bulunmamı­za delil değildir.
Dünyadaki ölümlerinden sonra peygamberlerin hayatı olduğu varsayılırsa bu hayat berzahi hayattır. Berzahi haya­tın mahiyetini ise Allah'tan (c.c.) başka kimse bilemez. Berzahi hayat, dünya hayatıyla mukayese edilemeyeceği gibi berzah hayatına, dünya hayatının hükmü de verilemez.
Bidat ve dalalet sahiplerinden olup nebi ve salihlerden olan ölülere ibadet etmeye davet edenler, peygamberlerin ve şehitlerin hayatını bizim dünya hayatımıza benzetiyor, on­ları yiyip içen, nikahlanan dünya ehliyle kıyaslıyorlar. Bun­dan dolayı onlardan yardım istemeyi, sıkıntılı zamanlarda onlara sığınmayı caiz görüyorlar. Hatta bunları mendup kabul ederek bu tür davranışlara engel olanları saptırarak, ölüleri alemlerin rabbine şirk koşuyorlar.
Biz deriz ki; onların kabir hayatları berzahi hayattır, bi­ze karanlıktır, mahiyetini Allah'tan (c.c.) başka kimse bilmez.
Onun için burada, kıymetli müfessirlerden bazılarının bu konuyla ilgili sözlerinden bir kısmını zikretmeyi gerekli gördüm. Bu husustaki sözün doğrusunu batıldan ayirdetmek için dört zatın sözleriyle yetindim. Okuyucu bunu inşaallah anlayacaktır:
"Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma; hayır, (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar."[150]                                           
mealindeki ayetin tefsirinde şöyle der:
"Allah (c.c.) Rasulullah'ın (s.a.v) ashabından Uhud harbinde şehit edilenler hakkında diyor ki:
"Ya Muhammed sakın onları, bir şey his­setmeyen, lezzet duymayan, nimet görmeyen ölüler san­ma, onlar Benim katımda diridirler, nimet ve rızık içinde, fe­rah, kendi fadl ve kerametimle onlara verdiğim bol nimet ve sevaptan sevinçlidirler" dedikten sonra bu konuda yirmiye yakın hadis ve eser zikretmiştir. Bunlardan biri şudur:
"Mesruk bin Ecda'dan şöyle rivayet edildi:
Biz "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma" ayeti hakkında İbn-i Mes'ud'dan sormuştuk. Dedi ki:
"Biz de bu ayet hakkında sormuştuk. Bize şöyle denildi:
"Uhud'da kardeşleriniz isabet alınca Allah (c.c.) onların ruhunu yeşil kuşların içine aldı, o kuşlar, o ruhları Cennet­te gezdiriyor, Cennet meyvesinden yiyor, Arş'ın gölgesin­deki altından kandillere konuyor, sonra Allah (c.c), onlara muttali oluyor ve şöyle söylüyor;
"Ey kullarım, ne isterseniz Ben size daha fazlasını ve­reyim." Onlar da;
"Ey Rabbimiz! Bize verdiğinden daha üstün ne var ki? Bi­ze Cennet verdin, nasıl istersek oradan öylece yiyoruz." sözlerini üç defa tekrar ettikten sonra Allah (c.c.) yine on­lara muttali oluyor ve:
"Ey kullarım ne isterseniz Ben size daha fazlasıyla zi­yade edeyim?" deyince onlar da:
"Ey Rabbimiz! Bizi bir daha dünyaya gönder de Senin yo­lunda cihad ederek bir daha şehit olalım" derler.[151]
El Hafız İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir:
"Allah (c.c.) bu dünyada Allah yolunda cihad ederek şe­hit olanların ruhlarının hayatta olup Allah (c.c.) katında rızık aldıklarını haber veriyor" diyor.
Daha sonra, İbn-i Kesir de İbn-i Cerir'in getirdiklerinden bir çoğunu delil olarak getirmiştir.
Allame İbn-i Cevzi:
"Allah yolunda öldürülenlere, "ölüler" demeyin; ha­yır onlar diridirler, ama siz farkında olamazsınız." [152]
Ayetinin tefsirinde:
"Ayetin nüzul sebebi Uhud şehitleridir." dedikten sonra şöyle devam eder:
"Onlar için 'ölüdür' demeyin, onların ruh­ları Cennete ulaşamayacak ve dirilerin nail olduğu nimetlere nail olamayacak değildir. Bilakis, onlar hayattadırlar ve ruhları yeşil kuşların içinde Cennette gezmektedir. Her ne kadar ruhları bedenlerinden çıkmış olması sebebiyle ölüler­den iseler de, rızıklandırılmış olmaları yönüyle diridirler. Bu­rada "Cennet nimetlerinden faydalanan yalnız şehitler mi­dir, halbuki bütün müminler onlardan faydalanıyor." şeklin­de sorulan soruya cevaben; "Şehitler, diğerlerinden daha faz­la nimete mazhar olmuş, Cennetin meyve ve yiyeceklerin­den daha fazla rızıklandırılmışlardır. Onlardan başkası da ni­met içindedir fakat onlarınki kadar değil." diye geçmektedir.
Allame Kasimi tefsirinde, Beydavi ve haşiyelerinden naklen şöyle der:
"Şehitlerin cesedinin batıl, bünyesinin fasid, şuurunun yok olduğu bir zamanda onlar için hayatın var olduğunun ispat edilmesi, onların bu hayatlarının ceset­le olmadığına veya hayvani hayat cinsinden olmadığına delildir, zira bizim söylediğimiz bu hayat, bünye ile ve mi­zacın mutedil olmasıyla olur; onların hayatı ise ancak vahiy ile bilinebilir, akıl ile bilinmez.
Şimdi İbn-i Cerir'in:
"Onlar Benim rızkımdan faydala­nan dirilerdir" ve İbn-i Cevzi'nin şu sözünü:
"Onlar rızıklandırılmış olmaları yönüyle diridirler, her ne kadar ruhla­rının çıkmış olması bakımından ölü iseler de..."
İbn-i Kesir'in sözü "Onlar her ne kadar bu dünyada öldürüldülerse de, ruhları Allah (c.c.) katında diridir ve rızıklandınlırlar."
Beydavi'nin sözünü düşünün:
"Onların hayatı cesetlerin veya diğer hayvanların hayatı gibi değildir."
Bütün bu açıklamalardan sonra, o hurafecilerin üzerin­de bulundukları yolun batıllığı ortaya çıkmıştır. Onların, pey­gamberlerin ve şehitlerin ölümlerinden sonraki hayatlarının bizim hayatımız gibi nitelendirip yiyip içtiklerine, nikahlandıklarına inanmaları tamamen geçersizdir. Böyle bir, itikadi ne aklı selim, ne de ehli ilim kabul eder. Akıl sahibi olan cahil bile bunu kabul etmeyeceği halde ilimle süslenen bi­ri nasıl kabul edebilir?
"...ama siz farkında olamazsınız."    [153]
"...diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar." [154]
Bu ayetler bidatçilerin, onların dünya hayatı gibi bir ha­yat sürmekte olduğunu ispatlamak amacıyla gittikleri yolun batıl olduğunu anlamak için yeterlidir; kaldı ki bazı müfessirler onların hayatlarından bahsederken:
"Onlar, hakların­da söylenilen güzel methiyeler ve senalarla hayattadır." demişlerdir.
Bazıları da "hayat ve ölümden murad, hidayet ve dalalet­tir." Yani, 'onlar dünyada ölüdürler, yani doğru yoldan ay­rıldılar' demeyin; bilakis onlar itaatlarıyla hayattadırlar ve ibadetleriyle de kaimdirler."demişlerdir.
Eğer müfessirlerin bu konudaki sözlerinin tamamını nakletmeye kalkışırsak ciltler doldurulur. Ana hatlarıyla anlatmak istediğimizden, bidat ve dalalet ehlinin kim oldu­ğunun anlaşıldığı kanaatindeyiz.
Lakin onların hayatlarının en güzel tefsiri, yukarıda ge­çen Rasulullah'ın (s.a.v.) hadisi ve müfessirlerin sözleridir. Konuyu şöyle özetleyebiliriz: Rasullerin ve şehitlerin hayatı, gayb ve berzah hayatıdır, nasıl olduğunu Allah'tan (c.c.) başkası bilemez. Her dünyanın (dünya ve ahiret) ay­rı bir hükmü vardır. Onlar bizim dünyamızdan ayrıldıktan sonra, onların üzerine dünya hükmünü uygulamak caiz de­ğildir. Rasulullah'in (s.a.v.) hayattayken kendisinden bizim için dua etmesini veya mağfiret dilemesini istememiz caiz oluyor diye, ölümünden sonra da, hayattayken kendisin­den istediklerimizi istememiz caiz değildir.
Yemenli Şeyh Ahmet b. Muhammed b. Avad "Hidayetül-Mürid" isimli manzumesinde şöyle der:
"Şehitler ve nebiler Allah katında diridirler. Fakat bu dünyada ölüdürler, çünkü onlar fani hayattan ayrılmışlardır. Her kim, "onların dünya hayatının son bulmadığını" söy­lerse o yalancı ve bidatçinin biridir, Kur'an'ı ve Rasulü yalanlamış, akli ve nakli delillere aykırı davranmıştır.
Bu şiirde şu ayete işaret ediliyor:
"Sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra siz, Kı­yamet Günü, Rabbinizin huzurunda davalaşacaksınız." [155]
"Muhammed ancak bir rasuldür. Ondan önce de bir çok rasuller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ardınıza (dininizden) dönecek misiniz?.." [156]
Yaşadığı sürece Allah'ın peygamberinden ihtiyaçları­mızın yerine getirmesi, günahlarımızın bağışlanması konusunda bizim için Allah'a (c.c.) dua etmesini istememiz, caizdir, fakat kabir hayatını da dünya hayatına kıyas ederek ölümünden sonra da aynı davranışı sürdürmek caiz değildir. Kur'an-ı Kerim açıkça ilan etmektedir ki; tasarruf yalnız Allah'ındır (c.c), zararı defetmek ve yarar sağlama kudre­ti yalnız O'na aittir. Onlar bu Kur'an ayetlerini işitmiyorlar mı? Allah (c.c), bu tasarruf kudretini ne bir peygamberine ne de bir başkasına vermediğini görmüyorlar mı?
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"...De ki: "O halde Allah'tan başka çağırdıklarınızı gördünüz mü? Şimdi Allah bana bir zarar vermek iste­se, onlar O'nun vereceği zararı kaldırabilirler mi? Ya­hut (Allah) bana bir rahmet (bir fayda) vermek dilerse on­lar O'nun rahmetini durdurabilirler mi?" De ki: "Allah bana yeter. Tevekkül edenler O'na dayansınlar." [157]
"De ki: "Ben size ne zarar ne fayda verme gücüne sa­hip değilim." "De ki: "Beni Allah'tan başka kimse kurtaramaz ve O'ndan başka sığınacağım kimse de bula­mam." [158]
"De ki: "Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır (mal ve menfaat) elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” [159]
Allah (c.c), bunlara benzer bir çok ayette Rasulüne (s.a.v.) hitaben fayda verme ve zararı giderme kudretine sahip olanın yalnız kendisi olduğunu bildirmiştir. Allah'tan (c.c) başka tapınılanların hiç biri buna yetkili değildir. Rasulullah (s.a.v.) gelmiş ve geçmiş bütün rasullerin efendisi olduğu halde herhangi bir fayda sağlamaya veya zararı ön­lemeye muktedir değil iken, bunu başkaları için yapması na­sıl mümkün olur?
Sahih hadiste göre, Rasulullah (s.a.v.) hakkında:,
"Sen yakın aşiretini uyar.” [160] Ayeti celilesi nazil olunca o şöyle buyurmuştur:
"Ey Beni Ka'b b. Lüey, nefsinizi ateşten kurtarın,
“Ey Abd-i Şemsoğulları kendinizi ateşten kurtarın,
“Ey Abd-i Menafoğulları kendinizi ateşten kurtarın.
“Ey Abd'ül-Muttaliboğulları kendinizi ateşten kurtarın.
“Ey Muhammed'in kızı Fatıma kendi nefsini ateşten kurtar!
Ben Allah'tan, size bir şeye malik değilim" Yani, Al­lah'ın (c.c.) izni olmadan ben size hiçbir şey yapamam. Diğer bir rivayette ise şöyle buyurmuştur:
"Ey Kureyş ahalisi! Nefsinizi Allah'tan satın alın, ben Allah'tan size bir şey yapamam, Ey Abdül Muttalipoğlu Abbas, ben Allah'tan sana bir şey yapamam, Ey Rasulul­lah'ın halası Safiyye, ben sana Allah'tan bir şey yapamam, Ey Rasulullah'ın kızı Fatıma, benim malımdan istediğini dile, ama Allah'tan sana bir şey yapamam!”[161]
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yar­dım isteriz.” [162]
Yani; "Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz, ibadetimizi, yalnız Sana tahsis ederiz ve Senden başkasına ibadet etmeyiz, dünya ve din işlerimizde yalnız Senden yardım ister Senden başka kimseden yardım dileme­yiz."
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Dileyince Allah'tan dile ve yardım isteyince Al­lah'tan iste.”  [163]
Eğer o bidatçiler, şu ayet ve hadisleri anlamaya çalışsa­lar ve bu ayeti tefsir eden, gerçeği araştıran imamların tefsirlerine ve bu hadisi şerifleri izah eden ulemanın kıymetli ve muteber şerhlerine müracaat etselerdi; dinin aslında on­ların anladığı ve uyguladığı manada Rasule, peygamberle­re ve salih insanlara tevessülün olmadığının farkına varcaklar, onlardan yardım isteme ve onlara istiğase etmenin açık­ça küfür ve şirk olduğunu anlayacaklardı. [164]
 
 
Bidatçiler, dalalet ehli ve tarikat erbabından bir çok kim­se, velilik iddiasında bulunur, kendilerinden keramet ve keşif meydana geldiğini iddia ederler ve bu iddialarını ca­hil ve saf insanlara yutturmaya çalışırlar. Cahiller de bu. durumdan çok etkilenirler. Bu cahillerin, eğer o iddiacı di­ri ise onun önünde, ölü ise kabri başında korkulu ve niyaz edici bir vaziyette durduklarına şahit olmak her zaman mümkündür.
Bazıları rükuya eğilirken, bazıları da huzurunda yeri öpüyor, onun etrafında dönüp ondan medet bekliyor, onla­ra adak adayıp, hediyeler götürüyorlar. Bu cahiller Allah'ın (c.c.) velisi ile şeytanın velisini birbirinden ayırdedemiyorlar.
Bu kitap, uluhiyetin birlenmesi hususu üzerinde diğer tevhid türlerinden daha fazla durduğundan, ibadetin Allah'tan (c.c.) başkasına yapılmasının en büyük şirk olduğunu güzel­ce açıklamaktadır. İbadetler; adak, tavaf, dua, yardıma çağırma ve yemin gibi kavramları kapsamaktadır. Fakat yemin ederken yaratılanları yaratıcı gibi ta'zim edip saygı duymaz­sa, büyük şirk olmayıp küçük şirk olur. İşte bu kitap bu hu­susları kapsadığından dolayı, veli kimdir, Allah'ın velisi kimdir, şeytanın velisi kimdir konularına kısaca değinmek istedim.
Veli kelimesi; düşman manasına gelen "adüvv" kelime­sinin zıttıdır. Yani düşmana adüvv, dosta ise veli denir.   
Vela kelime olarak; yakınlık, dostluk ve yağmurdan sonra gelen yağmur demektir. Veli, bu kökten alınmış bir isimdir. Sevgili, dost ve yardımcı manalarına gelir. Velaye­tin esas temeli, sevgi ve yakınlaşmaktır. Adavetin (düş­manlığın) temeli ise buğzetmek ve uzaklaşmadır. Allah'ın velisinden maksat; Allah'ı (c.c.) bilen, Allah'a itaate devam eden ve O'na ibadeti ihlasla yerine getiren kimsedir. Bu ko­nu, Buhari'nin şerhi "Fethu'l-Bari"de yer almaktadır. Veli kelimesini en güzel tanımlayan Allah'dır (c.c.): Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"İyi bilin ki, Allah'ın velilerine korku yoktur ve on­lar üzülmeyeceklerdir. Onlar ki, inandılar ve korundu­lar. Dünya hayatında da, ahirette de müjde onlara! Al­lah'ın kelimeleri değişmez. İşte bu, büyük kurtuluştur." [165]
"Sizin veliniz, ancak Allah, O 'nun Rasulü ve namaz­larını kılan, zekatlarını veren, rükuya varan mümin­lerdir. Kim Allah'ı, Rasulünü ve müminleri veli edinir­se (bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın taraftarlarıdır."[166]                                     
Yüce Allah velileri tanımlarken:
"O kimselerdir ki iman etmişler ve sakınmışlardır" buyurmaktadır. Bundan dolayı "iman etmişler" kelimesi Allah'a (c.c), rasullerine, meleklerine, kitaplarına Kıyamet Gününe ve Allah'ın kaza ve kaderine iman eden herkesi kapsamaktadır.
Allah'a (c.c.) iman etmek ancak Allah'ın (c.c.) Rabbliğini, uluhiyetini, isim ve sıfatlarını birlemekle olur. Bu sebeple, velilik taslayan bidatçiler gibi, Allah'ın (c.c.) Rabb oluşuna iman ettiği halde, uluhiyetinde şirk koşan ve bir çok ibadeti Allah'tan (c.c.) başkasına yönelten kimse de veli ola­maz. Namaz kılmayan, cuma ve cemaat namazlarını terkeden, 'ben Mekke veya Medine Hareminde namaz kılıyorum' diye iddiada bulunan kimse, Allah'ın (c.c.) velisi olamaz. Bu kişi olsa olsa büyük bir yalancı veya deccal olur. Böylesi kimseler halkın, huzurlarında rüku etmesine, eğilip yeri öpmesine, kendilerinden yardım beklemesine ve ken­dileri için adaklar adamasına rıza gösterirler. Bunlar talebe­lerine:
"Sana bir musibet ve bela dokunduğu zaman beni ça­ğır, benden yardım iste. Ben, bu musibeti senden uzaklaştırmak için Allah'tan (c.c.) istekte ve istediğini sana vermek hususunda dilekte bulunacağım. Çünkü Allah (c.c.) katın­daki mertebem büyüktür." derler. Hatta bazıları da, gaybı bildilerini iddia ederler.
İlim ehlinden biri, bana bir olay anlattı. Bu olay şöyle ce­reyan ediyor:
Hadramut seyyidlerinden birisi halk tarafın­dan çokça tazim ediliyor ve halk onun veli olduğuna inanı­yordu. Onun durumu öyle bir noktaya geldi ki, halktan bir kişi ona gelip:
"Ey efendim, ey şeyhim! Benim oğlum birkaç senedir se­ferde, ölü müdür diri midir hiçbir haberini alamıyoruz. Du­rumu hakkında hiçbir bilgimiz yoktur" dediğinde, Şeyh ba­şını önüne eğerek düşünmeye dalıyor, bir kaç dakika sonra başını kaldırıyor ve şunları söyleme cüretini gösteriyor:
"Ben Cennete gittim, oğlunu orada bulamadım. Cehen­neme gittim orada da bulamadım. Binaenaleyh, oğlun diridir şu anda rızıklanıyor.
Bazıları, "yedi kat göğü ben yücelttim, yeri ben yay­dım" diye iddia ederken, bazıları da "ilmimi Levh-i Mahfuz'dan alıyorum" derler. Bir kısmı "ne uyku halinde ne de uyanıklık halinde peygamberden hiç ayrılmıyorum" der ve fakihlerle Hadis alimlerinin sözlerine hiç mi hiç itibar etmez­ler. Hatta başkaları için zahir ehli, kendileri için de batın eh­li ismini kullanır, "Onların yanında kabuk vardır, bizim yanımızda ise öz vardır." derler. Bu tür iddialar oldukça çok­tur.
Bazıları da, Yüce Allah'ın bir şeye hulul ettiğini (bede­nine girdiğini) iddia ederek vahdet-i vücut görüşünü savunurlar. Yaratıcı ile yaratılanı aynı kefeye koyarak, 'birdir' derler. Mesela onlardan birisi:
"Rab kuldur, kul da Rabdır.
Keşke bilseydim hangisi mükelleftir" diyor.
Ey okuyucu! Rabbin hakkı için bana söyle, bu iddia sahipleri mi Allah'ın velileridir? Haşa! Bin defa haşa!... Bunlar olsa olsa şeytanın velileridir. Çünkü bunlar iman etme­mişlerdir. Zira Yüce Allah, veli olmak için iki şart ileri sürmektedir:
1- İman: İmanın rükünleri Allah'a (c.c), meleklerine, ki­taplarına, nebi ve rasullerle, öldükten sonra dirilmeye ve kadere inanmaktır.
2- Takva: Takva'nın temeli, kulun gerek büyük şirk gerek­se küçük şirk olsun, Allah'a (c.c.) şirk koşmaktan sakınmasıdır.
Şer'i emirleri yerine getirmek, yasaklardan kaçınmak da takvadan sayılır. Bir kulda bu vasıflar kemal bulursa, işte o, Allah'ın (c.c.) velisidir. O kul bazı günahları işlese da­hi, o günahlarından tevbe ettiği takdirde velilik mertebesin­den düşmez. Bununla birlikte veli, masum da değildir. İsmet sıfatı ancak nebiler ve rasuller içindir. Bu iddia sahiplerinin ve velilik iddiasında bulunanların gerçek yüzünü ve onlara kanan cahillerin durumunu bilmek istiyorsan peygamberle­rin siretini okumanı öneririm.
Hiç şüphe yok ki, Allah'ın (c.c.) velilerinin en üstünle­ri nebilerdir. Nebilerin en üstünleri rasullerdir. Rasullerin en üstünleri "Ulu'1-Azm" peygamberlerdir. Nebilerden ve re­sullerden sonra en üstün insanlar Rasulullah'ın (s.a.v.) ar­kadaşları (sahabiler)dir. Sahabilerin en üstünleri dört hali­fedir. Sonra Bedir savaşma katılanlar, daha sonra ağaç al­tında Rasulullah'a (s.a.v.) biat edenler, tabiin, daha sonra da teba'i tabiin gelmektedir. Nitekim bu durum:
"Kuşakların en hayırlısı benim kuşağımdır. Sonra onları takip eden kuşak yani tabiinlerdir. Sonra da tabiinleri takip eden teba'i tabiinlerdir." [167] Hadisi şerifinde açıkça belirtilmiştir. Allah (c.c.) rızası için bana söyler mi­sin, hiç bir rasul vahiy yoluyla kendisine bildirilen mesele­ler hariç, "gaybı biliyorum" iddiasında bulunmuş mudur?
Yüce Allah, Nuh'tan (a.s.) haber vererek şöyle diyor:
"Ben size 'katımda Allah'ın hazineleri vardır' demi­yorum. Ben gaybı bilmiyorum ve ben meleğim de demi­yorum. Ben gözleri yaşaranlar için 'Allah onlara bir hayır vermemiştir' demiyorum. Allah onların nefislerindekini daha iyi biliyor. Eğer bunları dersem, o zaman za­limlerden olurum." [168]
Nitekim Yakup (a.s.), oğlu Yusuf’un kaybolmasından do­layı imtihan edildi O, Yusuf'un başından geçenleri bilemiyordu. Yusuf’un kaybolmasıyla görmez olan gözleri onun gömleğinin yüzüne sürülmesiyle tekrar görür hale gelmişti.
Bazı zamanlar Rasulullah'tan (s.a.v.) bazı sorulara cevap vermesi isteniyordu da cevap vermiyor, vahyin gelmesini bekliyordu. Hatta tarihi meselelerde bile vahiy gelene kadar cevap vermiyordu. (Mesela Hızır, Musa ve Zülkarneyn hâ­diseleri.)
İkincisi: Aişe (r.a.), Rasulullah'ın (s.a.v.) en sevgili hanımlarındandı. Rasulullah (s.a.v.) iftira hadisesi meydana geldiğinde, (r.a.) Nur Suresinde Aişe'nin (r.a.) beraatıyla il­gili olarak "İşte onlar halkın dediklerinden beri kimseler­dir" ayeti nazil oluncaya kadar, olay hakkında hiçbir hüküm vermemiştir.
Kur'an-ı Kerim, Muhammed'in (s.a.v.) gaybı bilmediği­ni açıkça belirtmekledir:
"Eğer gaybı bilseydim çokça hayır işlerdim ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben, ancak iman eden bir kavim için korkutucu ve müjdeleyiciyim." [169]
"De ki: "Ben size ne bir zarar ve ne de bir hidayet ver­meye kadirim. De ki: "Beni Allah'ın azabından hiç kimse koruyamaz. Allah'tan başka hiçbir sığınak da bula­mam.” [170]
Madem ki rasuller gaybı bilmiyorlar ve onların elinde fay­da veya zarar verme yetkisi yoktur, acaba "sıkıntılı anlarda bizi çağıranlara cevap veririz" diye iddia edenler, halkın kendilerine secde ve rüku etmelerine gönül kaptıranlar, na­sıl olur da gaybı bilirler, nasıl olur fayda ve zarar verme yet­kisine sahip olurlar? Bu sıfatlar, Allah'ın (c.c.) velilerinin sı­fatlarından değil, şeytanın velilerinin sıfatlarındandır. Yani, zarar eden grubun sıfatlarındandır. Gerek Medine'de gerekse başka bir yerde yaşamış olan sahabilerin siretlerini okuduğumuzda, onları rasullerden son­ra insanların en üstünü olarak görürüz. Yüce Allah, bir çok ayette onlardan övgü ve sena ile bahsetmiştir. Bu ayetlerden Allah'ın (c.c), muhacirlerden, ensardan ve onları ihsan ile takip edenlerden razı olduğunu, onların da Allah'tan (c.c.) ra­zı olduğunu anlıyoruz. Acaba bu sahabilerden hiç birisi "ben gaybı biliyorum, ben belayı kaldırırım, ben hastaya şifa veririm" demiş midir? Sıkıntılı anlarda onlara sığınan, üzüntülü ve hadiseli zamanlarda onlara iltica eden olmuş mu­dur? Acaba Şam'da olsun, Irak'ta olsun, Mısır'da olsun Al­lah Rasulü’nün sahabelerinden herhangi birinin Cuma nama­zını veya cemaatle namazı terkettikleri görülmüş müdür? Acaba "biz namazımızı Mekke hareminde veya Medine Ha­reminde kılıyoruz" diyenleri olmuş mudur?
Acaba onlardan hiç birisi "ben ilmimi Levh-i Mahfuz'dan alıyorum veya ölümünden sonra Rasulullah'dan alıyorum" demiş midir? Acaba hiç biri keramet iddia etmiş midir? An­cak burada bir kısım sahabelerden meydana gelen bazı du­rumlar istisnadır. Çünkü Cenab-ı Hak, kendisinde velilik şartları bulunan bir kuluna, bazen duasını kabul etmek sure­tiyle bazen de kaybolan eşyaların bulunmasında onu başarı­lı kılmakla ona ikramda bulunur. Tabii bu da his ve feraset (önsezgi) yoluyladır. Nitekim hadisi şerifte şöyle buyurul­muştur:
"Müminin ferasetinden sakınınız, mümin kesinlikle, Allah'ın nuruyla bakar.” [171]
"Sizden önceki ümmetlerin içinde ilham alanlar var­dı. Eğer benim ümmetimde ilham alan biri varsa o da Ömer'dir.”  [172]
 
 
Cenab-ı Hak bazen salih kullarının bir kısmına keramet verir. Aşağıdaki olayları örnek olarak verebiliriz:
Halid b. Velid düşman kalelerinden birisini kuşatmıştı. Kaledekiler Halid b. Velid'e "Sen zehiri içmedikçe sana teslim olmayız" dediler. Bunun üzerine Halid b. Velid zehiri içti ve zehir Allah'ın (c.c.) izniyle ona bir zarar verme­di.
Sad bin Ebi Vakkas'ın bedduası hemen yerini bulurdu, O ne zaman dua etmişse Cenab-ı Allah onun duasına icabet etmiştir.
Abbad b. Beşir ve Esved b. Hudayr, gecenin karanlı­ğında Rasulullah'ın (s.a.v.) yanından çıktılar. Onların yo­lunu bastonların başlarında yansıyan ışık aydınlattı. Ayrıl­dıklarında bastonların ışıkları da ayrıldı.
Özetle: Bütün kullardan Allah'ı (c.c.) dost edinmeleri is­tenmektedir. Bu bir kişiye veya bir kavme özgü değildir. An­cak veliliği, Allah'ın (c.c.) dinine ve peygamberin Sünne­tine tabi olmak ölçüsüne bağlanmıştır.
Nitekim bu daha önceki ayetlerde geçmişti. Gerçek an­lamda Allah'a (c.c.) iman etmemiş, birtakım bidat ve dalaletleri işlemekte olan veya selefi salihin üzerinde bulunduğu inançlara zıt şeylere sarılmış bir kimse, hiçbir zaman Al­lah'ın (c.c.) velisi olamaz.
Herhangi bir erkek veya kadından olağanüstü bir olay meydana gelirse, bunların amellerini Allah'ın Kitabı ve Rasulünün Sünnetini ölçü kabul ederek tartarız. Eğer amel­leri tertemiz, Kitap ve Sünnete uygun gelirse, "onlar Allah'ın veli kullarındandır" deriz.
Harikulade bir olay bazen keramet olur, bazen de ol­maz. Şöyle ki:
Allah'a (c.c.) iman etmeyen, Allah'a (c.c.) şirk koşan, ibadetlere devam etmeyen, Allah'ın (c.c.) yasak­larından sakınmayan veya yasakların bir kısmını işleyen bir kimsede olağanüstü bir olay meydana gelirse o kimse Allah'ın (c.c.) velisi olamaz. Böylesi birinden olağanüstü bir olayın meydana gelmesi, onun kerametine delil değildir. Çünkü olağanüstü haller, bazen riyazet ve perhizde bulunan­lar ve birtakım rejimler tatbik edenlerde de meydana gelir. Tıpkı Hindistan putperestlerinin bir kısmında meydana gel­diği gibi. Bu putperestlerde harikuladenin her çeşidi mey­dana gelebilir. Bazen de olağanüstü haller, sihirbazlardan ve üfürükçülerden sadır olur.
Bazı kimseler de şeytanın velilerinden olur. Şeytan ona halkın bilmediği bazı haberleri getirip iletir veya halkın yanında olan ve gaybi bir durumu haber verir. Şeytanın onu havada uçurması veya suyun üzerinde yürütmesi gibi...
Böylece halk, bunların kerametlerden olduğunu sana­rak, o şahsı tazim eder, onun veli ve salih bir kul olduğuna inanırlar. İşte bu yüzden diyoruz ki, Allah'ın velileri ile şaytanın velileri arasındaki tek ayırdedici ölçü Allah'ın Ki­tabı ile Rasulünün Sünnetidir.
Nitekim Cüneydi Bağdadi (r.h.) şöyle demiştir:
"Ancak Rasulullah'ın izini takip edenin yolu açık, ondan başka bütün yollar kapalıdır." [173]
 
 
Bu tevhid, kulun Allah'ın (c.c.) Kitabında ve Rasulul­lah'ın (s.a.v) sahih sünnetinde haber verilen Allah'ın (c.c.) kemal sıfatlarına ve güzel isimlerine kesinlikle itikad etme­sidir.[174]
 
a- Hayat:   
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah, ki O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur, da­ima diri ve yarattıklarını koruyup yöneticidir..." [175]
 
 
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"...O'nun ilminden, ancak kendisinin dilediği kadarın­dan başka bir şey kavrayamazlar.”[176]
"Yaratan bilmez mi? O latiftir, her şeyden haber­dardır."[177]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"O'nun işi, bir şey (in olmasını) istedi mi ona sadece ‘ol' demektir, hemen oluverir.” [178]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah, her şeye kadirdir.”[179]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"...Allah işitendir, görendir.” [180]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"...Allah Musa ile konuşmuştu...” [181]
"Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya ge­lince, Rabbi onunla konuşmuştu..” [182]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"O Bismillahirrahmanirrahim" (Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla)dir.” [183]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"...O onları sever onlar da O'nu severler..."  [184]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"... Benim iki elimle yarattığıma.” [185]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Yalnız Rabbinin Celal ve İkram sahibi yüzü baki kalacaktır..” [186]
 
 
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Rahman Arşın üzerine istiva etti.” [187]
Allah'ın (c.c.) Arş'a istiva ettiği yedi ayette[188] geçmektedir. [189]
 
 
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Rabbimiz her gece dünya semasına iner: 'Mağrifet isteyen kimse var mı mağrifet edeyim, dilekte bulunan kimse var mı dileğine cevap vereyim, tevbe eden kimse var mı tevbesini kabul edeyim" diye nida eder." [190]
Yukarıda sıralanan sıfatlar Allah'ın (c.c.) sıfatlarından sadece bir kısmıdır. Bunları yirmi sıfat olarak sınırlayamayız. Bunları yirmide ya da yirmiden fazlası özerinde sınırlamak caiz değildir. Halefin (sonradan gelen alimlerin) ortaya koydukları bidatlerdendir. Bu hususta vacip olan tek şey, Kur'an'da ve sahih sünnette bildirilen bütün sıfatlara, temsil, teşbih ve ta'til etmeden tenzih etmek suretiyle iman et­mektir.
Bu konuda söylenecek en kapsamlı söz:
"Allah'ı (c.c.) kendi nefsini vasıflandırdığı gibi veya Rasulünün (s.a.v.) O'nu vasıflandırdığı gibi yada muteber büyük imamların Kur'an ve hadise karşı gelmeden vasıflandırdıkları gibi vasıflandırmaktır.
Selefin mezhebi, iki batıl arasında bir haktır, bu batıllar­dan biri temsil, diğeri ta'tildir (tevil). Bunlardan her ikisi de batıldır. Temsil eden (benzeten) puta tapıyor, ta'til eden yok olan şeye tapmakta, muvahhid ise yerin ve göğün ilahı­na kulluk etmektedir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"...Zatına benzer hiçbir şey yoktur. O işitendir, gören­dir.” [191]
Ayetin baş kısmı, Allah'u Teala'yı yaratıklara benzemek­ten tenzih edip, müşebbihe mezhebini (Allah'ı insana ben­zeten sapık bir mezhep), son kısmı ise Allah'ın (c.c.) işitme ve görme sıfatlarıyla vasıflanmış olduğunu ispat ederek muattilaları (tevilcileri) reddediyor.
Selef-i Salihin Allah'ın (c.c.) zatını, yaratıklarının zatı­na benzetmezler. Allah'u Tealanın mukaddes zatı nasıl diğer yaratıkların zatlarına benzemiyorsa, O'nun sıfatları da diğer yaratıkların zatlarına benzemez.
Biz, Allah'ın (c.c.) ve mahlukun ilmi olduğuna inanırız. Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerimde kendisinin alim (bilgin) ol­duğunu haber veriyor:
"...O, her şeyi bilendir.[192]
"Yaratan bilmez mi? O latiftir, her şeyden haber­dardır.” [193]
Yaratıkların ilminden haber verirken de şöyle buyuruy­or:
"...Biz onu (İbrahim'i) alim bir erkek evlatla müj­deledik." [194]
Yusuf'tan (a.s.) haber verirken de şöyle buyuruyor:
"Beni ülkenin hazineleri üzerinde memur yap, ben hakikaten korur ve bilirim." [195]                      
Hiç şüphe yok ki, Allahu Teala'nın ilmi Yusuf ve İshak'ın (a.s.) ilimleri gibi değildir.
Allahu Teala kendi nefsini şefkat ve merhamet ile vasıflandırmıştir:
"...O, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." [196]
"....Çok merhamet edendir.” [197]
Rasulullah (s.a.v.) hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Andolsun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki, sarsıntıya uğramanız ona ağır gelir. Size düşkün, müminlere şefkatli, merhametlidir.” [198]
Allah'ın (c.c) şefkati, kulların şefkati gibi rahmeti de kul­ların rahmeti gibi değildir.
Allah (c.c.) Kitabında kendi nefsini Semi (işitir), Bâsir (görür) sıfatlarıyla vasıflandırrmştır.
"Şüphesiz Allah, işitendir, görendir." [199]
"...Zatına benzer hiçbir şey yoktur. O, işitendir gören­dir." [200]                                                            
Kullan hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Biz insanı halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık.” [201]
Biz, Kur'an-ı Kerim'in haber verdiği şeyin hak olduğuna şüphe etmeden inanırız.
Allahu Teala'nın işitme ve görme sıfatları O'nun Ce­maline ve Kemaline layık bir şekildedir. İnsanın görmesi ve
işitmesi ise sınırlı ve fanidir. Yaratanla, yaratılanın işitme ve görmeleri arasındaki fark, yaratanla yaratılanın zatları arasındaki fark gibidir.
Allah (c.c), kendi nefsini hayat sıfatıyla vasıflandırmıştır:
"Allah ki, O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur, daima diri ve yarattıklarını koruyup yönetendir." [202]
"O diridir, O'ndan başka ilah yoktur." [203]
Cenab-ı Hak, kulunun hayat sıfatından haber verirken de şöyle buyurmuştur:
"Her canlı şeyi sudan yarattık.” [204]
"Onun (Yahya'nın) doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kaldırılacağı gün ona selam olsun."  [205]
Muhakkak ki, yaratanın hayatı, yaratılmışın hayatı gibi olmayacaktır. Allah (c.c):
"Rahman Arş üzerine istiva etti." [206]
Yaratılanlar hakkında da:
"Gemi Cudi üzerine oturdu..” [207]
Buyurmak suretiyle Nuh'un (a.s.) gemisinin oturduğunu Cudi dağı üzerinde istiva ettiğini haber vermiştir.
Tabii ki, Allah'ın (c.c.) Arş üzerindeki istivası ile gem­inin Cudi dağı üzerindeki istivası birbirine benzer değildir.
Sonuç olarak: Biz, Kur'an ve Sünnetin hududunun dışı­na çıkamayız. Allah'ın (c.c.) vahiy yoluyla gelen sıfatlarını Cehmiyye ve Mutezilenin (bidatçi mezheler) yaptıkları gibi de tevil etmeyiz. Cehmiye ve Mutezile Allah'ın sıfatlarını şöyle tevil ederler:
"Yed (el), nimet manasına, istiva, istila manasına, veh, zat manasına, rahmet fazilet göster­mek manasınadır. Ve Allah'ın nüzulü (inişi) O'nun em­rinin veya rahmetinin veya meleklerinin inişidir. Biz ise bunların sapık filozofların felsefelerinden kaynağını alan bu söz­leriyle yaptıkları fasid tevilleri kabul etmek mümkün değildir.[208]
 
 
Onlar, istivanın istila manasına geldiğine, aşağıdaki şi­iri delil getirirler:
Büşr, Irak'ı istiva etti.
Kılıçsız ve kan akıtmadan
Buna şu şekilde cevap veririz:
Öncelikle bu şiir insan yapısıdır, bu yüzden onunla delil getirilmez. Sonra da; 'Allah'ın (c.c.) istilası, Büşr'ün Irak'ı istilası gibidir' demek bizatihi teşbihin kendisidir. Halbuki Allah'ın istilası kendisine layık bir şekilde ve özel olarak ger­çekleşmektedir. Büşr'ün istilası da böyledir.
İbn Kayyım şiirinde şöyle diyor:
Kim azamet sahibi Allah'ı yaratıklarına benzetirse
O, Müşrik Hristiyanlara nispet edilir.
Ya da kim Rahman'ı O'nun sıfatlarından ta'til ederse
O da, imanı olmayan kafir kimsedir.
Şimdi istivanın hakikatini belirtmeye çalışalım:
Tevilciler istiva kelimesinin istevla manasına geldiğini iddia etmek­tedirler. Buna delil olarak da, istivanın istevla manasına geldiğim ifade eden bir şiiri getirirler. Şair şöyle diyor:
Büşr, Irak'ı istila etti (istiva).
Kılıçsız ve kan akıtmadan.
Bu münasebetle bizde tevillerinde delillerin takibinde yanlışlığa düştüklerini, yani isitvanın istevla manasında olmadığını tesbit etmeye çalışalım.
1. Hafız İbn Kayyım, bu şiirin tahrif edildiğini iddia et­mektedir. Çünkü şiirdeki ifade "istiva" değil de "istevla" şeklindedir. Ayrıca şairin kim olduğuda belli değildir. Bu şiirin şairi belli de olsa durum aynıdır. Halbuki bu şiir, Arap­ların şiir divanlarının hiç birinde bulunmamaktadır. Ay­rıca bu, Arapça hususunda delil olabilecek şiirlerin hiç birisinden değildir.
2. Şayet bu şiir doğru olsa yani istiva kelimesi kullanıl­mış ve tahrif edilmemiş olsa bile yine de delil olmaz. Belki tevilcilerin aleyhine bir delil olur. Şöyle ki istiva burada (şiirde) gerçek manasında kullanılmıştır. Çünkü bu şiirin konusu olan "Büşr" Abdulmelik b. Mervan'ın kardeşidir. Kendisi Irak'ın emiri idi. Saltanat tahtında oturmak kral ve kral vekillerinin adetidir. İşte bu, lafzın lügat manasına uygun olarak yapılmış bir tevildir.
Nitekim Cenab-ı Hak:
"Onların sırtlarında istiva edesiniz diye" ve başka bir ayette "...ekin kökünün üzerinde istiva etti" buyu­ruyor.
3- Eğer şiirde kastedilen, cebren ve saltanat yoluyla is­tila etmek ise, o zaman Irak'ı istila eden Abdulmelik b. Mervan'dır, onun kardeşi Büşr değildir. Çünkü Büşr hiçbir zaman krallık hususunda kardeşiyle mücadele etmemiş ve kral olmamıştır. Ancak Irak'ta onun vekili ve onun tayin et­tiği bir vali idi. Bu sebeple, Irak'ı istila eden Büşr değil de Abdulmelik'tir. Ama hakiki istiva onun aksinedir. Bu Irak'ta yerleşmesi ve Irak'ın saltanat tahtına oturmasıdır.
4- Bir memleketi istila edip de o memlekete giremeyen, oraya yerleşmeyen kendisiyle o memleket arasında uzun bir mesafe bulunan bir hükümdar veya bir kimse için bu zat, falan memleketi istiva etti denilmez. Mesela Ebu Bekir-i Sıddık için 'Ebu Bekir Şam'ı istiva etti.' Ömer için 'Ömer Mısır'ı istiva etti, Irak'ı istiva etti' denilmez. Rasulü Ekrem (s.a.v.) Yemeni istila ettiği halde onun için hiç kimse "Yemeni istiva etti" dememiştir. Ondan sonra halifeleri Şam'ı, Mısır'ı ve Irak'ı istila etmişlerdir. Şairler şiirlerin­de, istiarelerinde kral ve halifeleri fetihlerle övüp dururlar; bunlara geniş geniş yer verirler. Fakat ister cahiliye dönemin­deki, ister İslami dönemdeki, isterse sonradan İslam'a giren şairlerden olsun, hiç birinin herhangi bir kral yada hal­ifenin fethettiği bir memleket için 'falan memleketi istiva etti' dediğini göremezsin. Buna mevcut divanlarında rast­lamak mümkün değildir.
5- İstila ile istiva zıt anlamlı iki kelimedir. Onları eşan­lamlı kabul etmek vaz yoluyla mümkündür. Araplar, istiva lafzını hiçbir zaman istila manasında kullanmamışlardır. Eğer 'pratik kullanımda böyledir' denilirse, bu da yalandır. Buna onların nazım ve nesirleri delildir. Ayrıca Kur'an ve Sünnette istiva kelimesinin geçtiği yerlere bakıldığında, istila manasına kullanılmadığı görülür. Bu kelimelerin an­lamca aynı değerlendirilerek kullanımları sadece bu şiirde söz konusudur. Eğer istivayı mecazi kıyas yoluyla istila manasına alacak olursak, bu sadece bunu yapana has bir kul­lanım olur ve başkasına genellenemez. Bu yapılamaya­cağına göre Allah'ın Rasulüne ait olan kelamın buna hamledilmesi hiç mümkün değildir.
6- Onlar: "Allah mahlukatı yarattıktan sonra ister Arş'a olsun ister başkasına olsun, bütün mahlukatına istiva etmek­tedir" diyorlar. O zaman istivayı istila (mal edinme, kahret­me, galebe çalma) ya tevil etmelerinin hiçbir anlamı yoktur. İstivanın hakiki manası üzerinde bulunduğu "söz bakımın­dan Allah'tan daha doğru kim olabilir?" ayetiyle açık­lamaktadır.
Hakikat şudur ki: yüce Allah, zattyla Arşının üzerin­dedir; ancak Arşın üzerinde olması keyfiyetsizdir Cenab-ı Hak, bütün yaratıklardan ayrıdır ve Allah (c.c.), yarattığı bütün mekanlarda zatıyla değil ilmiyle hazırdır. Çünkü sınırlı olan mekanlar, O'nun sınırsız zatını kapsayamazlar. Ayrıca O'nun zatı, bütün mekanlardan daha büyüktür.
Cenab-i Hakkın:
"Siz nerede olursanız olun o sizinle beraberdir" ayetindeki beraberlikten maksat ilmi beraberliktir.
"Şüphesiz Allah, takva sahipleri ve ihsanda bulunan­larla beraberdir" ayetindeki beraberlikten maksat ise; on­lara yardım etmesi, onları desteklemesidir ve onları tak­viye etmesidir.
Özetle; gerek Kur'an nasları, gerek Sünnetteki hadisler gerekse selefi salihinin konuşmaları, yüce Allah'ın göklerde, Arş üzerinde celal ve kemaline yaraşır şekilde istiva ettiğinde ittifak halindedir. Yine Kur'an, Sünnet ve selefi sal­ihinin konuşmaları, bu sıfatı inkar etmenin çok açık ve çir­kin bir bid'at ve sapıklık olduğunda birleşmişlerdir. Böyle bir sıfatı inkar etmenin İslam diniyle bağdaşmayacağını, İs­lam'ın zaruri meselelerine ve bir çok nasslarına ters düş­tüğünü de ittifakla belirtmişlerdir. Kitap, Sünnet ve selefi sal­ihinin sözlerinde bu sıfatın inkarını gerekli kılacak tek bir delil yoktur. Araştıran böyle bir delile rastlayamaz. Ne Al­lah'ın Kitabında, ne de Peygamberinin Sünnetinde bu sıfatın yokluğuna delalet edebilecek bir tek lafız yoktur ki, Cenab-ı Hakkın bu sıfatla sıfatlanmasının doğru olmadığını açık­lasın ve yine hiçbir zaman, ne selefin kelamında, ne de Kur'an ve Sünnetin durduğu noktada duran, meşhur imam­ların kelamından bir tek kelime yoktur ki, Yüce Allah'ın se­mada olmadığına ve Arş üzerinde istiva etmediğine delalet etsin. Bu sıfatı Allah'a (c.c.) izafe etmenin teşbih ve tecsim (cisimlendirmek) olduğunu söyleyen de olmamıştır. Bu imamların hiç birisinden, bu hususta varit olan nassları, te'vil etmek ve zahirinin hilafıyla tefsir etmek gibi bir du­rum vaki olmadığı gibi, fasih insanların kelamında da böy­le bir şey yoktur.
Kitap, Sahih Sünnet veya sahabi, tabiin, tebei tabiin ya da selef kelamından, sıfatı tevil ettiklerine veya bu ispatı noksanlığa veya Allah'ın (c.c.) teşbih veya tecsimine (cisimleştirilmesine) delalet eden bir tek harf delil getirsinler. Yüce Allah onların söylediklerinden yüce ve büyüktür. Allah'a yemin ederim ki, onlar göklere yükselip, yedi kat yerin dibine inseler de kendilerini destekleyecek bir delil bulamaz­lar. Ancak bozuk teviller, Cehmiyye ve Mutezile'nin batıl sözleri hariçtir. Ve ben anlayamıyorum, onlar nasıl düşünemiyorlar ki Kur'an ve Sünnet; abdest, taharet, hayız, hela adabı ve haram çeşitlerini açık seçik hükme bağlarken, nasıl olur da onlarda Allah'ın (c.c.) semada olmadığına işaret eden bir tek lafız zikredilmez ve onların tevilinin doğruluğuna delalet edecek bir delil bulunmasın. İşte ben hitabımı İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'ari'ye tabi olduklarını iddia edenlere yöneltiyorum; eğer gerçekten ve hakkıyla Eş'ari iseler, İmam Eş'ari El-Mücez, Makalatu'l-İslamiyyin ve selefi salih akidesi üzerine yazılmış son eseri El-İbane’de kesinlikle istiva, vech, yedeyn gibi sıfatları ispat ettiğini bilirler. O, bu eserlerinde Kitap ve Sünnetle gelen sıfat­ları, keyfiyetsiz ve temsilsiz olarak nassan belirtmekte ve kendisinin İmam Ahmed b. Hanbel akidesi üzerine olduğunu bildirmektedir.
Vakıf olanlara ve okuyanlara İmam Ebu'I-Hasan'ın istiva hakkında İbane adlı kitabında söylediklerini tebliğ ediyorum. [209]
 
 
AlIah'u Teala Arş üzerine istiva etmiştir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Rahman Arş üzerine istiva etti."
İmam bu konudaki delilleri sıraladıktan sonra şöy­le dedi:
"Mutezile, Cehmiyye ve Haruriyye'nin görüşlerine katılanlardan bazılarına göre, bu ayetin manası; istila etti, malik oldu, egemen oldu, kesinlikle kendi tasarrufu altına aldı demektir. Bu gruplar, Allah'ın (c.c.) Arş üzerine istiva ettiğini inkar ederek, istiva'nın kudret anlamına geldiğini id­dia ettiler. Eğer istiva, onların dediği gibi kudret anlamına gelseydi, Arş ile yedi katlı süfli yer arasında fark olmazdı. Çünkü yüce Allah her şeye kadirdir; yer yüzü, gökler ve alemde olan her şey Allah'ın kudreti altındadır. Eğer Allah (c.c.) Arş'a istila ve kudret anlamında istiva etmiş olsaydı, bu mana ile yeryüzünün üstünde de istivası vardır. Hatta bu anlamda (Allah'ı tenzih ediyoruz) pis koku veren nesnelere, kazurata da istivası söz konusu olurdu. Çünkü Allah (c.c.) bütün eşya üzerine kadirdir. Bunlar da eşya'dan sayılır. Oysa biz, 'Allah pisliklere istiva etmiştir 'diyen bir müslüman görmedik. Binaenaleyh, Arş üzerine istiva ayetinin manasını, bütün eşyada genel olan bir mana olarak almak caiz değildir. İstiva'yı, sadece arş'a mahsus bir mana olarak almak vaciptir."
Bu konuda Zehebi'nin El-İstiva fî'i-Uluvv, İbn Kayyım'ın El-Cüyuşu'1-İslamiyye isimli eserleriyle, El Akaidu's-Selefiy" adlı kitabımdan yararlanılabilir. Bu kitapta istiva konusunda hiçbir kitapta bulunmayan bazı araştırmaları derleyerek karşı görüş taşıyanların akli ve nakli delillerini çürüttüm. Bundan dolayı hamd, sadece ve sadece Allah'a (c.c.) mahsustur.
Bu çeşit teviller insanı küfre götürür, bu batıl yıkıcıların elinde şeriati de oyuncak haline getirir, akideyi veya şeriatı yıkmak istemeseler ve öyle bir niyetleri olmasa bile, tevil kapısından girmek suretiyle bu korkunç tehlikeye yol açmış olmaları söz konusudur.
Rasulullah'ın (s.a.v.) asr-ı saadeti öyle geçmiş, saha­beler, tabiinler ve onlara tabi olan büyük imamlardan, İmam Ebu Hanife, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik, İmam-ı Ahmed b. Hanbel ve Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai, Ebu Davud, Sevri, İbn-i Uyeyne ve diğer muhaddisler, büyük fakihler, muhakkık (şeriata uygun) mutavasavvıflar Cüneyd, Geylani ve Ebu Naim gibi, Halil b. Ahmed ve Sa'leb gibi kuvvetli lügatçiler ve başkaları. (Allah cümlesinden razı olsun.) Allahu Teala’nın, Kur'an'ı Kerim'de kendisinin vasfettiği ve Rasulullah'ın (s.a.v.) sahih hadislerinde sabit olan sıfat­larını, temsil, tekyif (keyfiyet vermek) veya ta'til etmeden, olduğu gibi alarak itikad etmişlerdir. Bütün bunlar aynı itikadı muhafaza etmiş ve bu itikad üzere vefat etmişlerdir. Bizim son duamız alemlerin Rabbi olan Allahu Teala'yadır. Allahu Teala'dan bu risalemizi, Allah (c.c.) katında bizim için faydalı ve müslüman kardeşlerimizin de faydalanacağı bir hayra vesile kılmasını diliyorum. O, yakındır işiten ve cevap verendir. Salat ve selam efendimiz Muhammed'e (s.a.v.), onun ali ashabına ve tabiileri üzeri­ne olsun... [210]


[1] Al-i İmran: 3/102
[2] Nisa: 4/1
[3] Ahzab: 33/70-71
[4] Müslim Cuma: 13, Nesai Cuma: 24. Ahmed b. Hacer, : 10/4.
[5] Zariyat: 51/56
[6] Ahmed b. Hacer, : 10/5.
[7] Ahmed b. Hacer, : 10/5.
[8] Ahmed b. Hacer, : 10/6.
[9] Tur: 52/35
[10] Lokman: 31/20
[11] Zümer: 39/62. Ahmed b. Hacer, : 10/6-8.
[12] Lokman: 31/25
[13] Yunus: 10/31-32
[14] Zuhruf: 43/9
[15] Ahmed b. Hacer, : 10/8-9.
[16] Nahl: 16/36
[17] Hud: 11/50
[18] Hud: 11/25-26
[19] Hud: 11/50
[20] Hud: 11/61
[21] Hud: 11/84
[22] Şu'ara: 26/23-24
[23] A'raf: 7/140
[24] Al-i İmran: 3/51
[25] Al-i İmran: 3/64
[26] Bakara: 2/21. Ahmed b. Hacer, : 10/10-11.
[27] Sad: 38/5-7
[28] Ahmed b. Hacer, : 10/11-12.
[29] En'am: 6/57
[30] Maide: 5/50
[31] Nisa: 4/65
[32] Nisa: 4/59
[33] Maide: 5/44-45-47. Ahmed b. Hacer, : 10/13-14.
[34] Tevbe: 9/24
[35] Ahmed b. Hacer, : 10/15.
[36] Mü'minun: 23/117
[37] Cin: 72/18
[38] Ahmed b. Hacer, : 10/16.
[39] Hac: 22/77. Ahmed b. Hacer, : 10/16.
[40] En'am: 6/162-163 .
[41] Kevser: 108/2.
[42] Müslim; Edahi: 43, Nesai; Dahaya: 34. Kevser: 108/2-3. Ahmed b. Hacer, : 10/16-17.
[43] Hac: 22/29
[44] Ebu Davud; Eyman: 22, Elbani; Sahiliu'1-Cami: 2548. Ahmed b. Hacer, : 10/17-19.
[45] Tirmizi; Eyman: 8.
[46] Ahmed b. Hacer, : 10/20.
[47] Al-i İmran: 3/175. Ahmed b. Hacer, : 10/20.
[48] Nahl: 16/51. Ahmed b. Hacer, : 10/20.
[49] Maide: 5/23. Ahmed b. Hacer, : 10/20.
[50] Fatiha: 1/5
[51] Tirmizi; Kıyamet: 22, Ahmed; 1/293, 303, 307. Ahmed b. Hacer, : 10/20-21.
[52] Yunus: 10/106
[53] Yunus: 10/107
[54] Ahkaf: 46/5-6
[55] Neml: 27/62.
[56] Heysemi Mecmeu’z-zevaid; 10/159, Ahmed; 5/317.
[57] Nisa: 4/48 . Ahmed b. Hacer, : 10/21-22.
[58] Teysir el-Azîz el-Hamid. Ahmed b. Hacer, : 10/23.
[59] Nuh: 71/23
[60] Ahmed b. Hacer, : 10/23-24.
[61] Nisa: 4/171
[62] Buhari; Enbiya: 44, Darimi; Rikaak: 68, Ahmed; 1/23-24,47.
[63] Buhari; Namaz: 55, Müslim; Mesacid: 22, Nesai: Mesacid: 13.
Rasulullah (s.a.v.) peygamberlerin ve salihlerin kabirlerinin mescit, kilise ve mabed edinilmesini yasaklayarak böyle yapanları lanetledi. Bunu yaparlarken her ne kadar mescit edinme gayesiyle yapmasalar bi­le itibar isme değil manayadır. Peygamberlerin ve salihlerin kabirleri üze­rine kubbe ve mescit yapanlar lanetlenmiştir. Burada "Alim ve salihle­rin diğerlerinden ayırt edilmemeleri için, onların kabirleri üzerinde böy­lesi binalar yapmak caizdir" diyenlerin sözleri de reddedilmiş oluyor. Pey­gamberlerin kabirleri üzerinde mescit yapılması lanetlenince, diğerleri öncelikle lanetlenmiş olur. (Teysir el-Aziz el-Hamid)
[64] Lokman: 31/34
[65] A'raf: 7/188
[66] Neml: 27/65
[67] Müslim; İman: 77.
[68] A'raf: 7/70
[69] Ahmed b. Hacer, : 10/24-27.
[70] Bakara: 2/21
[71] Nisa: 4/36
[72] İsra: 17/23
[73] Hac: 22/73
[74] Yunus: 10/107
[75] Maide: 5/116-117
[76] Maide: 5/117
[77] Yunus: 10/107
[78] Al-i İmran: 3/80
[79] Tevbe: 9/31
[80] Tirmizi; Surelerin tefsiri: 10, Ahmed; 1/27, 52.
[81] A'raf: 7/3
[82] Nisa: 4/59
[83] Ahmed b. Hacer, : 10/27-31.
[84] Maide: 5 112. Ahmed b. Hacer, : 10/32.
[85] Haşr: 59/7
[86] Nisa: 4/65
[87] Nur: 24/63
[88] Bııhari; İ'tisam: 5, Buyu: 60; Sulh: 5, Müslim; Akdiye: 18, Ebu Davud; Sünnet: 6.
[89] Müslim; Akdiye: 19.
[90] Tirmizi; Îlim: 16, Ebu Davud; Sünnet: 6. Ahmed b. Hacer, : 10/33-34.
[91] Zümer: 39/11
[92] Fetih: 48/11
[93] Lokman: 31/22
[94] Ahmed b. Hacer, : 10/35-36.
[95] Nisa: 4/48
[96] Maide: 5/72
[97] Tevbe: 9/65-66
[98] Bakara: 2/102
[99] Maide: 5/51
[100] Secde: 32/22
[101] Ahmed b. Hacer, : 10/36-38.
[102] Maide: 5/3
[103] Tirmizi; İlim: 16, Ebu Davud; Sünnet: 6.
[104] Ahzab: 33/56
[105] Ahmed b. Hacer, : 10/39-41.
[106] Buhari; De'avat: 33; Enbiya: 8, Müslim; Salat: 69, Muvatta: Kasru's-Salat: 66, Ebu Davut; Salat: 183, Nesai; Sehv: 54.
[107] Buhari; De'avat: 33, Müslim; Salat: 66, Ebu Davud; Salat: 183, Nesai; Sehv: 51,Tirmizi; Vitr: 20. Ahmed b. Hacer, : 10/41-42.
[108] Yunus: 10/18
[109] Zümer: 39/3
[110] Ahmed b. Hacer, : 10/43-44.
[111] Mümin: 40/19
[112] Ahmed b. Hacer, : 10/44-45.
[113] Kaf: 50/16
[114] Bakara: 2/186
[115] Mümin: 40/60
[116] Mümin: 40/60
[117] Bakara: 2/186
[118] Tirmizi; De'avat: 3.
[119] Tirmizi; De'avat: 66. Ahmed b. Hacer, : 10/45-46.
[120] Buharı; Enbiya: 55, Müslim; Rikaak: 27.
[121] Ahmed; 4/138, İbni Mace; Mukaddime: 313.
[122] Buhari; Marda: 6, Müslim; Birr: 54.
[123] Ahmed b. Hacer, : 10/47-48.
[124] Buhari; İstiska: 3, Fadailü Eshabi'n-Nebi: 11.
[125] Ahmed b. Hacer, : 10/49.
[126] A'raf: 7/23
[127] Hakim; Müstedrek: 2/615. 50
[128] Nuh: 71/28
[129] İbrahim: 14/41
[130] Tevbe: 9/114
[131] Enbiya: 21/83
[132] Enbiya: 21/87-88
[133] Enbiya: 21/89-90
[134] Yusuf: 12/101
[135] Maide: 5/35
[136] Ahmed b. Hacer, : 10/49-53.
[137] Ahmed b. Hacer, : 10/53-54.
[138] Kasas: 28/15
[139] Nisa: 4/64
[140] Al-i İmran: 3/169
[141] Ahmed b. Hacer, : 10/54-56.
[142] Rum: 30/47
[143] Fatır: 35/22
[144] Müslim; Vasiyyet: 14, Ebu Davud; Vesaya: 10, Tirmizi; Ahkam: 36, Nesai; Vesaya: 8.
[145] Buhari; Meğazi: 71.
[146] Fatır: 35/22
[147] Fatır: 35/22
[148] Rum: 30/52
[149] Ahmed b. Hacer, : 10/56-61.
[150] Al-i İmran: 3/169
[151] Müslim İmaret: 108, 109, Ebu Davud Cihad: 27.
[152] Bakara: 2/154
[153] Bakara: 2/154
[154] Al-i İmran: 3/165
[155] Zümer: 39/30-31
[156] Al-i İmran: 3/144
[157] Zümer: 39/38
[158] Cin: 72/21-22
[159] Araf: 7/188
[160] Şuara: 26/214
[161] Buharı; Tefsir: Şuara: 2; Cenaiz: 98, Menakıb: 13, Müslim; İman: 355.
[162] Fatiha: l/5
[163] Daha önce geçti. Hadisin baş kısmı şöyledir: "Ben bir gün Rasulullah'ın terkisine binmiştim. Rasulullah
(s.a.v.) bana hitaben:
"Ey çocuk! Sana bazı kelimeler öğreteceğim" dedi ve: "Allah'ın dinini koru ki, Allah da seni korusun...." buyurdu. (Tirmizi, hadis hasen ve sahihtir demiştir)
[164] Ahmed b. Hacer, : 10/61-68.
[165] Yunus: 10/62-64
[166] Maide: 5/55-56
[167] Buhari; Şehadet: 9; Fedailu'l-Ashab: 1; Rikaak: 7; Eyman: 27, Müslim; Fedailu's-Sahabe: 214, Tirmizi; Filen: 45; Şehadet: 4, Ebu Davud; Sünnet: 10, Nesai; Eyman: 29.
[168] Hud: 11/31
[169] A'raf: 7/188
[170] Cin: 72/21-22
[171] Tirmizi; Tefsir: Hicr Suresi.
[172] Buhari; Enbiya: 56.
Ahmed b. Hacer, : 10/69-75.
[173] Ahmed b. Hacer, : 10/75-76.
[174] Ahmed b. Hacer, : 10/77.
[175] Al-i İmran: 3/2. Ahmed b. Hacer, : 10/77.
[176] Bakara: 2/255.
[177] Mülk: 67/14. Ahmed b. Hacer, : 10/77.
[178] Yasin: 36/82. Ahmed b. Hacer, : 10/77.
[179] Fetih: 48/21
[180] Nisa: 4/134. Ahmed b. Hacer, : 10/77.
[181] Nisa: 4/164
[182] Araf: 7/143. Ahmed b. Hacer, : 10/77.
[183] Neml: 27/30. Ahmed b. Hacer, : 10/78.
[184] Maide: 5/54. Ahmed b. Hacer, : 10/78.
[185] Sad: 38/75. Ahmed b. Hacer, : 10/78.
[186] Rahman: 55/27. Ahmed b. Hacer, : 10/78.
[187] Ta-Ha: 20/5
[188] Araf: 7/54, Yunus: 10/3, Rad: 13/2, Furkan: 25/59, Taha: 20/5, Secde: 32/4, Hadid: 57/4
[189] Ahmed b. Hacer, : 10/78.
[190] Buhari; Tevhid: 35; Telieccüd: 14; De'avat: 13, Müslim; Musafirin: 166, Muvalta; Kur'an: 30, Tirmizi; De'avat: 80, Ebu Davud; Salat: 311.
[191] Şura: 42/11
[192] Enam: 6/101
[193] Mülk: 67/14
[194] Zariyat: 51/28
[195] Yusuf: 12/55
[196] Tevbe: 9/117
[197] Ahzab: 33/43
[198] Tevbe: 9/128
[199] Lokman: 31/28
[200] Şura: 42/11
[201] İnsan: 76/2
[202] AI-i İmran:3/2
[203] Mümin: 40/65
[204] Enbiya: 21/30
[205] Meryem: 19/15
[206] Ta-Ha: 20/5
[207] Hud: 11/44
[208] Ahmed b. Hacer, : 10/78-82.
[209] Ahmed b. Hacer, : 10/82-86.
[210] Ahmed b. Hacer, : 10/86-88.
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol