HARUN EBU HUSEYIN - YILDIRIM
  DÜNYA HAYATI
 
 
İnsanın doğumundan ölümüne kadar yaşadığı süre, ömür. İnsan bu sınırlı hayatını dünyada geçirir; orada yaratıcısı tarafından sunulan nimetlerden faydalanır. İyi veya kötü işlerle bu hayatını geçirir. Sonunda Allah'ın huzuruna gider.
"Hayat" hakkında tarih boyunca birçok felsefî nazariye ortaya atılmış; hayatın başlangıcı, gayesi, anlamı konularında tutarsız ve insanı tatmin etmekten uzak çeşitli yorumlar yapılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm bunlardan bazılarını örnek olarak bize tanıtmaktadır: "Dediler ki: Ne varsa dünya hayatımızdır, başka birşey yoktur. Ölürüz, yaşarız; bizi zamandan başkası helâk etmiyor (bizi öldüren yalnız zamandır). Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar." (Câsiye, 45/24) "Ne ise hep bu dünya hayatımızdır, ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir kısmımız doğar), biz öldükten sonra diriltilecek değiliz" (Mü'minûn, 23/37)
Âyetlerde bahsedilen inanç sahipleri "hayatın sadece bu dünya hayatından ibaret olduğunu" zanneden, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ateist (dinsiz) ve materyalistlerdir.
"Dünya Hayatı" konusunda en açık ve doyurucu bilgiyi Kur'ân-ı Kerim ve Hadîs-i Şerifler vermektedir. Kur'ân-ı Kerim'de "dünya hayatı" ifadesi kırka yakın yerde geçmektedir. Bunun karşılığında bazan "âhiret" kelimesi (el-Mü'min, 40/39) (Fussilet, 41/31; ez-Zuhruf, 43/35; el-A'lâ 87/16); bazen (yevmü'l-kıyame) (el-Kasas 28/61) terkibi kullanılmıştır.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.) ve eşi Hz. Havva Cennet'te kendilerine yasak edilmiş ağacın meyvesinden yiyince Allah (c.c.) onları yeryüzüne indirdi: "Derken Şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları (nimet yurdu)ndan çıkardı. (Biz de) dedik ki: "Birbirinize düşman olarak inin; sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır. " (el-Bakara, 2/36)
Kur'ân-ı Kerim, dünya hayatını şöyle tarif ve tasvir ediyor: "Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekicilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azap; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı ise, sadece aldatıcı bir geçinmedir" (el-Hadîd, 57/20)
"Onlara dünya hayalının tıpkı Şöyle olduğunu anlat: (Dünya hayatı) gökten indirdiğimiz bir su gibidir. Yerin bitkisi onunla karıştı ve (sonunda bitkiler) rüzgarların savurduğu çöp kırıntıları haline geliverdi. (İşte hayat böyle bir mevsim kadar kısadır. Hayatı yeşerten, kurutan, tekrar yeşertecek olan hep Allah'tır) Allah her şeye kâdirdir. " (el-Kehf, 18/45)
"Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Eğer inanır, (günahlardan) korunursanız (Allah) size mükâfatlarınızı verir ve sizden (bütün) mallarınızı istemez (sadece zekât ve sadaka gibi cüz ı bir miktar taleb eder) " (Muhammed, 47/36)
Allah, ölümü ve hayatı insanları imtihan etmek için yarattığını şöyle ifade ediyor: "O hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üslündür, bağışlayandır" (el-Mülk, 67/2)
"Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele" (el-Bakara, 2/155)
Allah, yapacağımız işlere göre bizi hesaba çekmek, iyi işlere mükâfat, kötü işlere ceza vermek üzere bu dünya hayatını yarattığından iyi ve kötü işleri peygamberleri ve kitapları aracılığıyla insanlara bildirmiştir. Bu, Allah'ın rahmetinin bir eseridir. İnsanlar Allah'ın gönderdiği programa göre hayatlarını düzenlerlerse kurtuluşa ererler. Bunu düşünüp muhakeme etsinler diye Allah insanlara akıl da vermiştir.
Allah'ın bildirdiği emir-yasak ve tavsiyeler aklı selim ile birlikte insanı sırat-ı müstakime (doğru yola) götürür. İnsanda meleklerden farklı olarak, kötü yola sevkeden nefis ve şeytan vardır. İnsan ne ıs ve şeytanın saptırmalarına karşı daima uyanık olmalı, onlarla devamlı mücadele halinde bulunmalıdır.
Dünyanın insanı cezbeden metaı vardır. Bunlar âyette şöyle sayılmıştır: "Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (cazip) gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır." (Âli İmrân, 3/14)
"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Bâki kalacak olan güzel işler ise Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır" (el-Kehf, 18/46)
Dünya (metaı)nın ne olduğu hakkında hadis-i şerifler de vardır: Buna göre nefse hoş gelen, insanı cezbeden şeyler dünya metaıdır: "Dünya tatlı ve hoş manzaralıdır. Allah sizi orada başkasının yerine geçirecek de nasıl iş göreceğinize bakacaktır. Bu sebeple dünyadan sakınınız, kadınlardan sakınınız. İsrailoğullarının (uğradıkları) fitnenin ilki kadınlar arasında (vâki) olmuştur. " (Riyazü's-Sâlihîn, çev. M. Emre, I, 84)
Dünya hayatından sonra ebedî olan âhiret hayatı vardır: Orası çalışma yeri değil, dünyadaki çalışmaların karşılığını görme yeridir. Ebedî saadet bu dünyada kazanıldığı için dünya hayatı çok değerlidir. İyi değerlendirilmeli, ömür boşa geçirilmemelidir. Yüce Allah şöyle buyurur: " Ey inananlar, Allah'tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın, Allah'tan korkun, çünkü Allah yaptığınızı haber âlmaktadır" (el-Haşr, 59/18)
Kur'ân-ı Kerim bize çalışmayı emretmiş, dünya nimetlerinden meşru şekilde istifade etmemizi tavsîye etmiştir:
"Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz" (el-Cum'a, 62/10)
"İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir" (en-Necm, 53/39-40)
Müslüman herşeyi yerli yerinde yapar, dünya hayatını iyi işle (salih amel) değerlendirir. Çocuklarının rızkını helâlinden kazanmak için çalışır, elinin emeğiyle geçimini temin eder. İbadetlerini vaktinde yapar, kazandığından Allah yolunda harcamada bulunur. İnsanlara faydalı olmaya gayret eder. Dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terketmez. İkisi arasında uyumlu ve dengeli bir hayat düzeni meydana getirir.
Allah Teâlâ düşmana karşı güçlü olmamızı, üstün silahlar hazırlamamızı, böylece Allah'ın düşmanlarını korkutmamızı istemiştir:
"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları) hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkulursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız." (el-Enfâl, 8/60)
Kur'ân-ı Kerim bizi esas olarak âhiret amellerine teşvik ediyor, fakat dünyadan da nasibimizi unutmamamızı hatırlatıyor. İyilik yapan da kötülük yapan da karşılığını eksiksiz görecektir:
"Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca Şer yapmışsa onu görür." (İnsana ameli gösterilir, insan yaptığını görür) (ez-Zilzâl, 99/7-8).
"Rabbinizden bir bağışa ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, takva sahipleri için hazırlanmış bulunan Cennet'e koşun" (Âlu İmrân, 3/133)
" Allah'ın sana verdiği (bu servet) içinde âhiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et; yeryüzünde bozgunculuk etmeyi isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez." (el-Kasas, 28/27)
Mal ve evlâd dünya hayatında insani en çok meşgul eden iki nimet olduğundan bunların tehlikesine işaret edilmiş, bunların Allah'a ibadete engel olmaması istenmiştir:
"Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitne (imtihan)dir. Allah'a gelince büyük mükâfat O'nun katındadır. " (el-Enfal, 8/28)
"Ey inananlar, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır. " (el-Münâfikun 63/9)
"Ey insanlar, Allah'ın va'di gerçektir sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (Şeytan) Allah'ın affına güvendirmek sureti ile sizi aldatmasın " (el-Fâtır, 35/5)
Hadîs-i Şeriflerde de dünya hayatının aldatıcılığı ve fânîliği üzerinde durulmuş, buna karşı insanlar uyarılmıştır:
"Haberdar olun! Dünya mel'undur. Dünyada olan (mal, mülk) de mel'un! Ancak Allah'ın zikri ve ona yaklaştıran şeylerle bilen ve öğreten (kimse) müstesna!"
"Siz akar edinip de dünyaya rağbet etmeyiniz. "
"Şayet dünya, Allah katında sivrisineğin kanadına denk olsaydı, O (Allah) hiçbir kâfire ondan bir yudum su bile içirmezdi. "
"Ademoğlu, malım malım diyor. Ey Ademoğlu, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, yahut tasadduk edip (sevabını) defterine geçirdiğinden başka senin malın mı var!"
Abdullah b. Mes'ud (r.a.) demiştir ki: Rasûlullah (s.a.s.) bir hasır üzerinde uyumuştu. Yan tarafında iz bırakmış olduğu halde kalktı. Biz: "Ey Allah'ın Rasûlü, sizin için bir döşek edinsek..." dedik. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): "Benim dünyaya ülfetim yoktur (ki yatağa rağbet edeyim). Bu dünyada ancak ağaç altında gölgelenen, sonra ayrılıp terk eden binekli (yolcu) gibiyim" buyurdular. (Riyazü's-Sâlihîn, çev. M. Emre, s. 354-356)
Kur'ân-ı Kerim Hz. Âdem'in şeytana uyarak işlediği hata dolayısıyla tövbe etmesinden ve Rabbinin onun bu hatasını bağışlamasından sonra ona dünyaya inme emrinin ve halifelik görevinin verildiğini, bu görevin kıyâmete kadar devam edeceğini, Âdem'in sadece şeytanın sapıttırması yüzünden yeryüzüne indirilmediğini, Âdem'in yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak yaratıldığını, halifelik görevine şeytana uyarak işlediği hatanın vebâlinden arınmış olarak başladığını ve dünya hayatında sadece Allah'a kullukla imtihan olmak zorunda bulunduğunu açıklamaktadır. Oysa muharref hristiyanlıkta insanların "günahla" doğdukları inancı vardır ki, bu, İslâm'ın açıklamasına ters düşmektedir. Allah, nimeti kendilerine ulaştıktan sonra onu değiştirenlere şiddetli bir ceza vereceğini Kur'ân'da açıklamakta ve: "Küfredenlere dünya hayatı cazip görünmekte ve bu sebeple iman edenlerle alay etmektedirler. Halbuki Allah'tan sakınanlar kıyâmet günü onların Çok üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir." buyurmuştur. (el-Bakara, 2/212) Dünyanın anlamını açıklarken: "İnsanlardan hangisinin daha iyi iş işlediklerini ortaya koyalım diye yeryüzündeki şeyleri ona süs yaptık. " buyurur. (el-Kehf, 18/7) Bütün belaların temeli dünya hayatını gaye edinmektir. Dünya hayatına ağırlık veren, öğütten yüz çevirir. Çünkü öğüde, hidâyete kulak vermek isteyen, yaşamını mutlaka âhiret temeline dayandıracaktır. Ancak iman ve salih amel insanı dünya hayatının aldanmasından alıkoyar. Âhirete inananlar dünya hayatını kaybetmez. Çünkü însana verilen hilâfet görevi, yeryüzünün imar edilip nimetlerinden faydalanılmasını gerektirir. Ama sadece dünya hayatını isteyenler haram, talan, zulüm sömürü düzenleriyle insanlığı doğru yoldan çıkarttıkları gibi, dosdoğru müslümanları da dünyaya uydurmak isterler. Halbuki dünya hayatı; iman ve ibadetin ulvîliğine denk olmayan br oyalanmadır. Asıl hayat âhirettedir. Dünya, sadece İslâm'ı yaşamak, İslâm'ı hâkim kılma mücadelesi vermek ve Allah'ın yolunda çalışmak içindir. Dünyaya bağlılık, sonu hüsranla bitecek bir maceradan ibarettir.
 
 
“Dünyâ” kelimesi, bizzat ve hükmen yaklaşmak, zaman ve yer açısından yakına gelmek, aşağı çekmek anlamına gelen ‘ednâ’ fiil kökünden türemiştir. Dünya sözcüğü, daha yakın, daha uygun manasındaki ‘ednâ’ kipinin dişil (müennes) şeklidir. Dünya kelimesinin “denâet” kökünden geldiğini söyleyenler de olmuştur.  Buna göre dünya; basit, iğreti, âdi, alçak anlamlarına gelir.
Dünya Hayatı: “Dünya” kavramı, âhiret veya âhiret hayatı’nın karşılığı olarak, “hayâtü’d-dünyâ: Yakın hayat” anlamındadır. Bu kelime Kur’an’da çok sık ve âhiretten veya ölümden önceki hayatın sıfatı olarak geçmektedir. Kur’an’ın yanlış anlaşılan kavramlarından bir tanesi de “dünya” kelimesidir. “Dünyâ” bir sıfat olmasına rağmen, üzerinde yaşadığımız yeryüzünün ismi olarak algılanmıştır. Bu yanlış adlandırma İslâm’ın dünya hayatına getirdiği tanım ve ölçünün yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Buradan hareketle, İslâm’ın üzerinde yaşadığımız dünyayı (yer küreyi) kötülediği sanılmış, bu dünyadan yüz çevirmenin fazilet ve yükselme sebebi olacağı iddia edilmiştir.
Halbuki Kur’an-ı Kerim, üzerinde yaşadığımız yer küresini, yani  jeolojik anlamdaki dünyayı anlatmak üzere ‘arz/yer’ kelimesini kullanmıştır. ‘Dünya’ kelimesi ise, yeryüzünde yaşanan hayatın basitliğini, değersizliğini, geçiciliğini ifade eden dinî ve ahlâkî bir anlam kazanmıştır. ‘Dünya’ kelimesi ile, burada yaşanılan hayat anlayışı kötülenmiş, hafife alınmış, bununla da yer küresi değil; âhireti geri plana bıraktıran, âhireti hesaba katmayan yaşama zihniyeti tenkit edilmiştir.
Şüphesiz arz, yani yer küre ile onun üzerinde yaşanan hayat arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır.  Bu ilişkiden dolayı ‘dünya’ kelimesi zaman içerisinde üzerinde  yaşadığımız gezegenin adı olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Kur’an, ‘dünya’ kelimesini, kişiyi Allah’tan uzaklaştıran iğreti, âdi, sefil bir hayatın karşılığı olarak kullanmaktadır. Bu kelimeyi çoğunlukla âhiret hayatı ile birlikte söz konusu etmektedir. İki hayat arasında karşılaştırma yapmakta, âhiret hayatının üstünlüğünü ve devamlılığını vurgulamaktadır. Kur’an, âhireti unutturmayan, kişinin kulluk görevlerine engel olmayan, insanı sapıklığa götürmeyen ‘dünya hayatını’ kötülemez. Hatta bunun bir mutluluk olduğunu, mü’minlerin bu anlamda duâ etmeleri gerektiğini öğütler. “Onlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize dünyada da hasene (iyilik ve güzellik) ver, âhirette de hasene (iyilik ve güzellik) ver  ve bizi ateş azabından koru’ der.” (2/Bakara, 201; ayrıca: 7/A’râf, 156; 16/Nahl, 122) “Müjde, dünya hayatında da, âhiret hayatında da onlarındır. Allah’ın sözleri için bir değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (10/Yûnus, 64)
Allah, yeryüzündeki her şeyi insanlar için yaratmıştır (2/Bakara, 29). Öyleyse onların bu maddî nimetlerden faydalanması, onlara sahip olmaya çalışması ve onlarla beraber dünyada bir mutluluk araması kötü ve haram değildir. Yani “dünya mutluluğu” âhiret mutluluğunun karşıtı olamaz. Bir başka deyişle, âhiretteki sonsuz saâdeti yakalamak için, insanın dünyadaki mutluluğu ve nimetleri terk etmesi gerekmez.
        
 
Dünyanın olumlu veya olumsuz olduğunu değerlendirmek için, “dünya” kavramından herkesin ne anladığına bakmak gerekir. İnsanlar onu, kendi meslek, arzu, istek, hedef ve gayelerine göre değerlendirirler. Herkesin kendine ait bir dünyası vardır. Dünya, bir çiftçiye göre ekmek-biçmek, bir ilim adamına göre ilim (bilgi) alanı, bir âbide (çok ibâdet edene) göre bir ibâdet yeri, bir sarhoşa göre içme sahası,  nefsinin esiri olan bir kimseye göre de gönlünce eğlenme mekânıdır. Bazıları onu geçici bir zaman olarak görür ve ona göre değerlendirir. Kimileri de hiç ölmeyecekmiş gibi ona sarılır, ölüm ve ötesini hesaba katmaz.
Kur’an’ın birçok âyetinde ve nice hadiste  dünya hayatı ve ona olan tutkunluk yerilmekte, bazen de dünya hayatı övülmektedir. Aslında bu iki yargı arasında bir çelişki yoktur. Her iki kaynak da dünyayı, insanların farklı yaklaşım ve algılamalarına göre değerlendirmektedir. Âhireti hesaba katıp güzel bir hayat yaşayanlar için dünya övülmüş; sefihçe ve âhireti hiç düşünmeden, nefsinin arzularına uyarak yaşayanlar, dünyayı Allah’a kulluk yapmaya tercih edenler için de yerilmiştir. (1)
 
 
“Dünyâ” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 115 yerde geçer. Dünyâ kelimesinin kökü olan “ednâ ve türevleriyle birlikte bu sayı, 133’e yükselir. “Dünya hayatı” anlamındaki “hayâtü’d-dünyâ” terkibi ise, 67 âyette kullanılır. “Ednâ” kelimesi Kur’an’da küçük, az veya eksik (58/Mücâdele, 7; 73/Müzemmil, 20), daha uygun, daha münasip, daha yakın (2/Bakara, 282; 5/Mâide, 108; 33/Ahzâb, 51), daha değersiz, âdi, hayır yönünden daha az (2/Bakara, 61; 32/Secde, 21), yakın mekân, yer olarak daha yakın (30/Rûm, 3) gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
Kur’an dünya ile âhiret arasında  bir tercih olursa, elbette âhiretin tercih edilmesini emrediyor. Çünkü âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır (93/Duhâ, 4). Dünya hayatını âhirete tercih edenler, uzak bir sapıklığa düşerler (14/İbrahim, 3). Allah’ın hükümlerine kulak  vermeyip âhireti unutanlar, dünyaya karşılık âhireti satanlardır. Böyle bir alış-veriş  hiç de kârlı değildir (2/Bakara, 86). Müslümanlardan bazıları da âhiretlerini kazanmak için dünyalarını satarlar. Kur’an, Allah yolunda cihad etmenin bu anlama geldiğini ve böylelerinin büyük bir sevaba kavuşacaklarını haber veriyor. Allah yolunun şehitleri bu çok kârlı alış-verişin canlı örneğidir (4/Nisâ, 74).
Kur’ân-ı Kerim’e göre dünya hayatı, bir oyun (oyalanma) ve bir eğlencedir (6/En’âm, 32; 47/Muhammed, 36, vd.), aldatıcı bir metâ (fayda, alınıp-satılan şey) (3/Âl-i İmrân, 14, 185; 9/ Tevbe, 38, vd.), geçici ve önemsizdir (4/Nisâ, 77). Dünya hayatı, yağmurla biten ve yeşeren, sonra da bir doğal âfetle yok olup giden ekin gibidir (10/Yûnus, 24; 18/Kehf, 45). Oyun, oyalanma, eğlence ve bir süs olmasının yanı sıra; mal ve çocuk bakımından bir övünme ve bir çoğalma yarışıdır. O, aldatıcı bir geçinme aracıdır (57/Hadîd, 20).  Mal sahibi olmak, çocuk edinmek ve diğer sahip olunan şeyler, aslında dünya hayatının süsüdür. Ancak, varılacak yerin en güzeli, mutluluğun en şahanesi Allah’ın katındadır (3/Âl-i İmrân, 14). Dünya hayatı, bu gibi özellikleriyle aldatıcı, oyalayıcı, gaflete düşürücü, asıl maksattan uzaklaştırıcı, gelip-geçici ve vefasızdır.
Kur’an, gerek dünya, gerekse âhiret nimetleri bakımından Allah’ın lütfunun sınırsızlığını ifade etmekte; servet, mevki, sağlık ve yaşayış güzelliği bakımından insanlar arasındaki farkların, ilâhî takdirin bir gereği olduğunu, dolayısıyla, bu dünyada mutlak eşitliğin imkânsızlığını vurgulamaktadır (17/İsrâ, 20). Bunun yanında, âhirette de insanlar eşit durumda olmayacaklar, insanların dünyada yapmış oldukları işlere göre diğer âlemde derece farkları daha da büyük olacaktır (17/İsrâ, 21). Ancak, para ve mevkî gibi dünyevî imkânlar, Allah nezdinde mutlak bir değer ifade etmediği için, dünya hayatını sırf bunların peşinde koşarak geçirenler, âhirette üstün derecelere ulaşmak hakkını kaybetmiş olacaklardır (17/İsrâ, 18).  
Din, dünyada yaşanır, âhiret dünyada kazanılır. Dünya bir imtihan alanıdır, o yüzden dünyayı âhiret için yaşamalıdır. Ebedî saâdet bu dünyada kazanıldığı için dünya hayatı çok değerlidir. Kıymeti bilinmeli, ömür boşa harcanmamalıdır. Kur’an’da dünya için “bugün” âhirete de “yarın” denilmiş, âhiretin bir gün kadar yakın olduğu ve ona azık hazırlanması istenmiştir (59/Haşr, 18). Bütün bunlarla birlikte Kur’an, dünyadan el etek çekilmesini emretmez. “Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan Allah’tır.” (2/Bakara, 29) buyurur. Kur’an, bize çalışmayı emretmiş, dünya nimetlerinden meşrû şekilde istifade etmemizi tavsiye etmiştir: “Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok zikredin/anın ki kurtuluşa eresiniz.” (62/Cum’a, 10) Dünyadan nasibimizi unutmamamızı hatırlatır (28/Kasas, 77).     
Kur’an’da “arz”, coğrafî, “dünya” ise dinî ve ahlâkî bir terim olarak yer almış; dünya kötülenir veya hafife alınırken kozmik varlığı değil; burada sürdürülen ve âhiret kaygısını geri plânda bırakan hayat tarzı kastedilmiştir. Dünya, sahih hadislerde de bu anlamda kullanılır. Kur’an’da kötülenen dünyadan maksat, madde ve şahsî çıkardır. Mal, mevkî, şehvet, lüks ve israf gibi tutku ve eğilimler kınanırken; mânevî değerlere ve uhrevî hayata bağlılık gösterilmesi istenmiştir.
Dünya hayatı, Kur’an’da genellikle âhiret hayatı ile birlikte anılmış, bazen ikisi arasında karşılaştırma yapılarak âhiret hayatının üstün olduğu belirtilmiştir. Kur’an’a göre, âhiret için amelleri engellemeyen ve aksatmayan dünya hayatı meşrû bir nimet, hatta saâdettir. Nitekim müslümanların, “Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de hasene/güzellik ve iyilik ver” (2/Bakara, 201) diye duâ etmeleri tavsiye edilmiş, “Allah dünyadaki şeylerin hepsini sizin için yarattı” (2/Bakara, 29) denilmiştir. Birçok âyette peygamberlere ve mü’minlere hitap edilirken dünya ve âhiret mutluluğu birlikte vurgulanmış, bu durum Allah’ın özel bir lutfu olarak kaydedilmiştir. Hz. İbrahim ve Hz. İsa, dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmışlardır (2/Bakara, 130; 3/Âl-i İmrân, 45). Çünkü dünya mutluluğu ile âhiret saâdeti birbirine zıt değildir; âhirette ödül kazanmanın yolu, dünyadan vazgeçmek değildir. Âhiretlerini kaybedenler dünyada da mutlu olamazlar. “Kâfirler için dünyada ve âhirette şiddetli bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 56; 5/Mâide, 33) İki cihanda yüzü ak olanlara karşılık yüzü kara olacaklar da vardır (3/Âl-i İmrân, 106-107).
Dünya ve âhiret arasında bir tercih yapma mecburiyeti ortaya çıktığı zaman hiç tereddüt etmeden âhiret hayatının tercih edilmesi istenmiş, aksi davranışta bulunanlar şiddetle kınanmıştır (14/İbrahim, 3; 79/Nâziât, 37-39). Çünkü âhiret, dünyadan daha hayırlıdır (93/Duhâ, 4). Geçici ve süreksiz olan, kalıcı ve daimî olana tercih edilemez. “Önce dünya” diyenler “dünya karşılığında âhireti satanlar” şeklinde nitelendirilmiş, değerli ve çok olanı verip değersiz ve az olanı satın almanın kârlı bir iş olmadığı ifade edilmiştir (2/Bakara, 86, 90). Bu anlayışa sahip olanların yaptıkları işler kendilerine dünyada da âhirette de bir yarar sağlamaz (2/Bakara, 217). Buna karşılık, âhiretlerini kazanmak için dünyalarını satanlar övülmüştür (4/Nisâ, 74).
“İşte onlar, âhirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek, ne de kendilerine yardım edilecektir.” (2/Bakara, 86)
“İnkâr edip kâfir olanlara dünya hayatı süslendi (süslü gösterildi). Bu yüzden onlar, iman edenlerden bazısı ile alay eder. Oysa ki (iman edip) ittika eden, Allah’ın azâbından korunanlar, kıyâmet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” (2/Bakara, 212)
“Onlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize dünyada da hasene (iyilik ve güzellik) ver, âhirette de hasene (iyilik ve güzellik) ver  ve bizi ateş azabından koru’ der.” (2/Bakara, 201; ayrıca: 7/A’râf, 156; 16/Nahl, 122)
“Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük, insanlara süslü (câzip) gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah’ın yanındadır.” (3/Âl-i İmrân, 14)
 “... De ki: Dünya metâı/menfaati azdır/önemsizdir. Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlık edilmez.” (4/Nisâ, 77)
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. İttika edenler, (Allah’ın azâbından) korkanlar için elbette âhiret yurdu daha hayırlıdır. (Dünya hayatının fâniliğine) hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (6/En’âm, 32)
“De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı (yarattığı) zîneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kılabilir?’ De ki: ‘Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız iman edenlerindir.’ İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklarız.” (7/A’râf, 32)
“İyi bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitneden/imtihandan ibarettir. Allah yanında ise büyük ecirler/mükâfatlar vardır.”(8/Enfâl, 28)
 “Ey iman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda savaşa çıkın!’ denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Âhiret (hayatına) dünya hayatını tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır.” (9/Tevbe, 38)
“Dünya hayatının (şu yakın hayatın) durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sebebiyle (ağ gibi birbirlerine örülüp) karışırlar. Nihayet yeryüzü zînetini takınıp, (rengârenk) süslendiği ve sahipleri de ona (ürünleri biçmeye, yemişleri toplamaya) kadir olduklarını sandıkları bir sırada, gece veya gündüz ona emrimiz (âfetimiz) gelir de onu sanki dün (öyle süslü) değilmiş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek toplumlar için âyetlerimizi böyle açıklarız.” (10/Yûnus, 24)
  “Müjde, dünya hayatında da, âhiret hayatında da onlarındır. Allah’ın sözleri için bir değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (10/Yûnus, 64)
“Allah dilediğine rızkını bollaştırır da, daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, (basit) eşyadan, geçici bir zevkten başka bir şey değildir.” (13/Ra’d, 26)
“Kim bu aceleciyi (çabuk geçen dünyayı) isterse, ona, dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını verir, sonra da onu, kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak gireceği cehenneme sokarız.
Kim de âhireti diler ve bir mü’min olarak kendine yaraşır bir çaba ile o gün için çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür. Hepsine; dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de, Rabbinin ihsânından, ayırdetmeksizin veririz. Rabbinin ihsânı kısıtlanmış değildir. Baksana, Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki âhiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür.” (17/İsrâ, 18-21)
“Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi, kendisine  bir zînet/süs yaptık. Bununla beraber Biz, mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız.” (18/Kehf, 7-8)
“Onlara, dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karışıp yeşerdi. Sonra (kuruyup) rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları haline geldi (işte bu dünya hayatı, böyle bir mevsim kadar kısadır). Allah her şeye kadirdir, her şey üzerinde iktidar sahibidir. Mal/servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Kalıcı ve ölümsüz olan güzel işler ise, Rabbinin katında hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit etmeye daha lâyıktır.” (18/Kehf, 45-46) 
“Sakın, kendilerini denemek için onlardan bazılarını faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem daha süreklidir.” (20/Tâhâ, 131)
“Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve debdebesi/süsüdür. Allah’ın yanında olan ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” (28/Kasas, 60)
“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde fesâdı/bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, müfsidleri/bozguncuları sevmez.” (28/Kasas, 77)
  “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Âhiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.” (29/Ankebût, 64)
“Onlar, sadece şu dünya hayatının/yakın hayatın görünen dış yüzünü bilirler; âhiretten ise onlar tamamen gâfildirler.” (30/Rûm, 7)
“Ey insanlar, Allah’ın vaadi gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (Şeytan) Allah’ın affına güvendirmek suretiyle sizi aldatmasın.” (35/Fâtır, 5)
“Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı, geçici bir eğlencedir. Ama âhiret, gerçekten karar yeri, kalınacak yurttur.” (40/Mü’min, 39)
“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun ekinini/kazancını arttırırız. Kim dünya ekinini/kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” (42/Şûrâ, 20) 
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. Şayet insanlar küfürde birleşen bir tek inkârcı ümmet olacak olmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık). Ve onları altın zînetlere boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici metâından ibarettir. Âhiret nimeti ise, Rabbinin yanında, Allah’ın azâbından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (43/Zuhruf, 32-35)
“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, ‘dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeyleri harcadınız, onların zevkini sürüp tükettiniz (burası için hiçbir şey bırakmadınız). Yeryüzünde haksız yere istikbâr etmenizden/büyüklük taslamanızdan ve fıskınızdan/yoldan çıkmanızdan dolayı bugün, alçaltıcı bir azap göreceksiniz’ denir.” (46/Ahkaf, 20)
“Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve ittika ederseniz (sakınırsanız) Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı tamamen sarfetmenizi istemez. Eğer onları isteseydi ve sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz ve bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı.” (47/Muhammed, 36-37)
“Bilin ki dünya hayatı, ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziyaretçilerin de hoşuna giden bir bitki gibi önce yeşerir sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çerçöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçinmeden başka bir şey değildir.” (57/Hadîd, 20)
“Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır. Herhangi birinize ölüm gelip de ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin, Allah için harcayın.” (63/Münâfıkun, 9-10)
 “O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O azîzdir (üstündür, yücedir), bağışlayandır.” (67/Mülk, 2)
“Hayır, siz aceleciyi, (çabuk geçen dünya hayatını ve nimetlerini) seviyor, âhireti bırakıyorsunuz.” (75/Kıyâmet, 20-21)
“Fakat siz (ey insanlar!) âhiret, daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını (yakın hayatı) tercih ediyorsunuz.” (87/A’lâ, 16-17)
 
 
Peygamberimiz, dünya âhiret dengesini bozma eğilimi gösteren eşlerini uyararak ya dünya hayatının süsünü ya da Allah’ı,  Rasûlünü  ve  âhiret  yurdunu  tercih  etmelerini istemiştir (33/Ahzâb, 28-29). Âhirete öncelik veren bu dengenin dünya lehinde bozulması yönündeki davranışlar tasvip edilmemiştir. Sahâbenin dünya malına fazlaca önem veren bazı hareketleri karşısında Hz. Peygamber, Allah katında dünyanın cılız bir ölü oğlak kadar bile değeri olmadığını (Müslim, Zühd 2) ifade etme ihtiyacını duymuş, dünyaya düşkün ve maddeye tutkun olmamaları için çevresindekileri uyarmıştır (Buhârî, Rikak 5; Müslim, Zekât 38).
Abdullah bin Ömer, Ebu’d-Derdâ ve Osman bin Maz’ûn gibi sürekli ibâdetle meşgul olup kendilerini ve ailelerini dünya nimetlerinden mahrum bırakan kimselerin davranışları da Hz. Peygamber tarafından hoş karşılanmamış (Buhârî, Savm 56, Nikâh 1), ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmak kadar; bir tür ruhbanlık hayatına yönelmek de doğru bulunmamıştır (Ahmed bin Hanbel, IV/226; Dârimî, Nikâh 3).
Hz. Peygamber, yaşadığı hayat itibariyle dünya karşısında takınılması gereken tavrın nasıl olması gerektiğini göstermiştir. Nitekim, “Uhud dağı kadar altınım olsa, üç günden fazla saklamazdım” (Buhârî, Zekât 4; Müslim, Zekât 10) demiş, hayatı boyunca dünyalığa önem vermemiş, vefatından sonra birkaç şahsî eşyasından ve çok az miktarda maldan başka bir şey bırakmamış, ilk iki halifesi de bu yolda onu takip etmiştir. Bununla beraber Hz. Peygamber, “Dünya malı tatlıdır, çekicidir” (Buhârî, Cihad 37; Tirmizî, Fiten 26) sözüyle herkesin dünyaya ve maddeye karşı kendisi gibi davranamayacağını da ifade etmiştir. Nitekim müslümanların servet edinmelerini tasvip etmiş, dinin servetle ilgili olarak getirdiği yükümlülüklerin ifa edilmesi şartıyla zenginliğin kötü bir şey olmadığını söylemiştir. Onun dünya karşısındaki tavrı ve sözleri bir tavsiye ve uyarı niteliğindedir. İnsanda maddeye ve şahsî çıkara karşı doğuştan bir eğilim, hatta hırs bulunduğundan İslâm, kişileri dünya nimetlerine teşvik etme yerine; onların dünya ile ilgili davranışlarını düzene koymaya özen göstermelerini istemiştir.
Peygamberimiz dünya hayatını aşırı sevip ona bağlanmaktan mü’minleri sakındırmıştır. Bazı hadislerinde dünya hayatını aşağılayıp tel’in ettiğini görüyoruz. Fakat Peygamberimiz’in aşağıladığı dünya, insanların nefs-i emmârelerine bakan fuhşiyatın, şerlerin, zulümlerin, isyanların işlendiği dünyadır. Âhiretin tarlası olan, Allah’a kulluk icrâ edilen, Allah’ın isimlerinin aynası, tecellî ettiği yer olan dünya değildir.
Aslında tek bir varlık olan yer küresi hakkında; her meslek, her karakter ve ruh sahibi için ayrı ayrı birçok dünya anlayışı, hayat görüşü olduğunu görüyoruz. Değişen ruh haline ve maddî şartlara göre bir insan için bile birçok dünya vardır. Bazıları hiç ölmeyecek gibi ona bağlanırken, bazıları artık yaşamayı değersiz bularak intiharı bile tercih edebilmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu bin bir yüzlü dünyanın bazen iyi, bazen kötü yönünden bahsetmiş, bazen âbidlerin, dindarların dünyasını, bazen de inançsız ve ahlâksızların ve âhireti hiç düşünmeyen, zâlimlerin dünyasını değerlendirmiştir. Bu sebeple bir hadiste (Tirmizî, Deavât 60, hadis no: 3458) dünya âhiret için bir ekim yeri, âhiret için ziraat yapılacak, lâ ilâhe illâllah ile ebedî cennet ağacı kazanılacak kadar kıymetli bir yer olarak belirtilirken, aynı dünya bir başka hadiste (Tirmizî, Zühd 13, hadis no: 2321; İbn Mâce, Zühd 11, hadis no: 2410) sinek kanadından değersiz ve hatta mel’un (Tirmizî, Zühd 14, hadis no: 2323; İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4112) olarak değerlendirilmiştir.
Dünyanın farklı açılardan farklı kişiler için ayırım yapılmadan, hepsine aynı zâviyeden bakıldığı takdirde hadislerdeki ifadeleri,  birbirleriyle  çelişkili  bulmak  mümkündür.  Bu  ayırım dikkate alındığında ise, herhangi bir çelişkinin olmadığı görülecektir. Hadis-i şerifleri ve bunların Kur’an’ın ve dinin prensipleriyle değerlendirilip yorumlanmasını nazar-ı dikkate alırsak şöyle bir sonuca varabiliriz: İnsanda mutlak bırakılmış, fıtrî ve vazgeçilmez duygulardan biri de dünya sevgisidir. Bir hadis-i şerifte bu husus şöyle ifade edilir: “İnsan yaşlandıkça iki duygu genç kalır: Dünya sevgisi ve tûl-i emel.” (Kütüb-i Sitte, 7/247) Dünya sevgisi, aslında gerekli bir duygudur. İnsan, bu duygusunu kontrol etmeden bırakıverir ve hırsının etkisinde kalırsa, âhireti unutmaya, terketmeye götüren aşırılıklara düşer, dünyevî arzuların peşine takılarak sûiistimallere, haramlara dalar. Her devirde görülen aşırı kazanç çılgınlıkları, bundan hâsıl olan bin bir çeşit hileler, skandallar, sahtekârlıklar, ölmeler, öldürmeler, İslâm’ın sınırlamaya çalıştığı bu tûl-i emel zaafının eseridir.
İslâm, her konuda olduğu gibi bu meselede de denge ister. Âhireti unutturmayacak, ibâdetten alıkoymayacak, harama yer vermeyecek ölçüde dünyalık istemeyi yasaklamaz. Güçlü müslümanın, zayıf müslümana nazaran Allah’a dava sevgili olduğunu söyleyen, veren elin alan elden üstün olduğunu beyan eden İslâm’ın, “dünyayı tamamen terk et” demeyeceği açıktır. (Kütüb-i Sitte7/248) Bir şeyin fazilet ve fenalığı, başka şeyle mukayese edilerek ortaya çıkar. Âhiretle mukayese ile, ona tercih edilen dünyanın olumsuzluğu değerlendirilir. Allah’a küfür, isyan ve fısklarla dolu olan dalâlet ehlinin dünyasıdır yerilen. Âhireti kazandıran, mü’minlere mescid, âhirete tarla, Allah’ın isimlerine ayna, ilâhî sanatlara sergi salonu olan dünya elbette kötü değildir.                 
Hadis-i şerifler, bu açıklamaların ışığında değerlendirilmelidir. Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor ki:
“Sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin size açılmasıdır...” (Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28; Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123; Nesâî, Zekât 81)
“Dünya tatlı ve hoştur. Allah sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize bakacaktır. Öyleyse dünyadan sakının, kadınlardan da sakının! Zira benî İsrâilin ilk fitnesi kadın yüzünden çıkmıştır.” (Müslim, Zikr 99; Tirmizî, Fiten 26; İbn Mâce, Fiten 19)
“Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur, ancak Allah’ı zikir ve zikrullaha yardımcı olanlarla âlimler ve ilim öğrenenler hâriç.” (Tirmizî, Zühd 14, hadis no: 2323; İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4112) (Farklı rivâyetlerde, “Dünya ve içindekiler mel’undur; Allah için olanlar hâriç, ...Allah rızâsı için yapılanlar hâriç, ...emr-i bil ma’rûf nehy-i ani’l-münker ve zikrullah hâriç” ifadeleri vardır.
“Eğer dünya Allah’ın yanında sivri sineğin kanadı kadar değer taşısaydı, tek bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” (İbn Mâce, Zühd 11, hadis no: 4110, 2/1377;  Tirmizî, Zühd 13, hadis no: 2321, 4/560)
“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Halbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” (İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104, 2/1378; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467)
“Dünya, mü’mine hapishane; kâfire cennettir.” (Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 16)
“Allah bir kulu sevdimi, onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinin (perhiz gerektiren hastalığa uğramış) hastasına suyu yasaklaması gibi.” (Tirmizî, Tıbb 1)
“Ben kim, dünya kim! Dünya (hayatı) ile benim ilgim, bir ağacın altında gölgelenip sonra da bırakıp giden yolcunun durumu gibidir.” (İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4109, 2/1386; Tirmizî, Zühd 44, hadis no: 2377, 4/588)
“Dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol!” Tirmizî’nin rivâyetinde, hadisin devamında şu ifade vardır: “Kendini kabir ehlinden say.” (Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334)
“Birinize dünyalık olarak bir yolcunun azığı kadar yeterlidir.” (Kütüb-i Sitte, 17/564)
“Müslüman olup da kendisine ancak yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın kendisine verdiği ile kanaat getirdiği kimse muhakkak felâh bulmuştur.” (Müslim, hadis no: 1054; S. Müslim Terc. ve şerhi, c. 5, s. 478)  
“Zenginlik, mal çokluğundan ibaret değildir. (Hakiki) zenginlik, gönül zenginliğidir.” (Müslim)
“Hayır, vallahi ey cemaat! Ben sizin için ancak Allah’ın size vereceği dünya ziynetlerinden korkuyorum.” (Müslim, hadis no: 1052; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu terc, 5/471)
“Sizin elde ettiğiniz dünya metâı, hayır değil; bir fitnedir. Evet, hayır, ancak hayır getirir. Lâkin bu dünya ziynetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âhiret hususuna yönelmekten meşgul olursunuz. Baharın yetiştirdiği nebatların bazısı, çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür, yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyacına kadar yiyenlere zarar vermez. Dünya malı da öyledir, insanlar ona hoş görerek meylederler. Bazısı mala gark oldu denilecek şekilde çok mal edinir, bazısı fazlasına tamah etmeyerek azı ile yetinir. Mala gark olanlar, ekseriyetle onun sebebiyle ya helâk olur, yahut helâke yaklaşırlar.” (Müslim, S. Müslim Terc. ve Şerhi, c. 5, s. 474)   
“Yâ Rab! Âl-i Muhammed’in rızkını ölmeyecek kadar (kut) ver.” Kut: Ancak ölmeyecek kadar az yiyecektir. Rasûlullah (s.a.s.) bütün hayatında rızık nâmına daima yetecek en az kadar ile yetinmiş, fazlasına asla iltifat buyurmamıştır. Bir gece elinde iki altın bulunduğu için uyuyamaması ve Hz. Bilâl’ı uyandırarak altınları onun vâsıtasıyla fakirlere göndermesi, bunun en bâriz delillerindendir. Âl-i Muhammed’in yaşayış tarzları da öyle olmuştur. (Müslim, hadis no: 1055; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/478) 
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.” (Naklen: Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 444-445)
“İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme hususunda gençtir: Yaşama sevgisi ile mal sevgisinde.” Diğer rivâyetler de şöyledir: “Âdemoğlu ihtiyarlar, fakat onun iki şeyi genç kalır: Yaşama sevgisi ve mal sevgisi.” “Âdemoğlu büyür, onunla beraber iki şey de büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi.” (Müslim, hadis no: 1046; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/463)
“Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü bir vâdi daha isterdi. Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey dolduramaz. Ama Allah tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.” (Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465)    
Sehl İbn Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor. “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım takdirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Dünyaya rağbet etme, Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!” (Kütüb-i Sitte, 17/563)
Ebû Eyyub (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana (dini) öğret, fakat çok özlü olsun!’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Namaza kalktığın vakit (dünyaya) vedâ edenin (namazı gibi) namaz kıl. Soınradan (pişman olup) özür dileyeceğin sözü söyleme. İnsanların elinde bulunan (dünyalık şeylerden) ümidini kesmeye azmet.” (Kütüb-i Sitte, 17/579)    
“Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır. Bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır yapar.” (Kütüb-i Sitte, 7/242; Beyhakî Şuabu’l İman; Ebû Dâvud, Edeb 125)
“İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredenler ve sabredenler arasına yazar: Din hususunda kendinden üstün olana bakıp ona uymak; Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din konusunda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemeyeceğine üzülürse Allah onu şükreden ve sabreden olarak yazmaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 59, hadis no: 2514)
“Himmet yönüyle insanların en yücesi, hem dünya hem de âhiret işine himmet gösteren mü’mindir.” (Kütüb-i Sitte, 17/245)
“Ey insanlar! Allah’a karşı muttakî olun ve (dünyevî) isteklerde mûtedil/ölçülü olun. Zira, hiçbir kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve talepte mûtedil olun, (gayr-ı meşrû yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terkedin.” (Kütüb-i Sitte, 17/245)
“(Bu dünyada malca) en çok olanlar, kıyâmet günü en aşağıda olacaklardır. Ancak malı şöyle şöyle (bol bol) harcayanlar ve onu temiz yoldan kazananlar hâriç.” (Kütüb-i Sitte, 17/571)
“Malı şöyle şöyle, şöyle ve şöyle dağıtanlar hâriç dünyalığı çok kazananlara yazıklar olsun!” “Şöyle” kelimesini Rasûlullah dört kere tekrar etti. Bunlarla “sağından, solundan, önünden ve arkasından (hayır için harcayanlar” demek istedi). (Kütüb-i Sitte, 17/571)
“Âdemoğlu, ‘malım, malım’ diyor. Ey Âdemoğlu, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, yahut tasadduk edip (sevabını) defterine geçirdiğinden başka senin malın mı var?!” (Riyâzu’s-Sâlihin, M. Emre Terc. s. 354)
“Kim gam ve tasalarını bire indirir ve sadece âhiret tasasına gönlünde yer verirse, onun dünyevî gamlarını Allah izâle eder. Kim de gam ve tasalarını dünya ahvâline dağıtacak olursa, Allah onun, vâdilerden hangisinde helâk olacağına aldırış etmez.” (Kütüb-i Sitte, 17/565)
Sehl İbn Sa’da (r.a.) anlatıyor: ‘Biz (hac sırasında) Zülhuleyfe’de Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. O, birden, şişkinlikten ayağı havaya kalkmış bir davar ölüsüyle karşılaştı. Bunun üzerine şöyle buyurdu:“Şu leşin, sahibine ne kadar değersiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, şu dünya, Allah yanında, bunun sahibi yanındaki değersizliğinden daha değersizdir. Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan ebediyyen tek damla su içirmezdi.” (Kütüb-i Sitte, 17/565)       
“Dört şey, şekavet (hüsran) alâmetidir: Gözün kuruması (günahlarına ağlamamak), kalbin katılaşması, tûl-i emel (dünyada hiç ölmeyecek gibi plânlar yapmak), dünyaya karşı hırs.” (Kütüb-i Sitte, 7/247)
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlâtları var. Siz âhiretin evlâtları olun. Sakın dünyanın çocukları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok; yarın ise hesap var amel yok.” (Buhârî, Rikak 4) (Hz. Ali’ye atfedilen bu söz, merfû hadis olarak da rivâyet edilmiştir.)
İbn Ömer (r.a.): “Akşama erdinmi sabahı bekleme, sabaha erdinmi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.” (Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334)
Görüldüğü gibi hadis-i şeriflerde dünyaya taparcasına bağlanmanın insanın helâki demek olduğu vurgulanmaktadır. İnsanı gaflete düşüren, sınav bilincini unutturan her türlü günahın arkasında bu dünyevîleşme vardır. Maalesef bu suçları, halktan önce ve daha fazla, kültürlü insanlar, ahmaklardan önce zeki kabul edilenler işliyor. Bu bulaşıcı ve müzmin hastalığın doğru tedavisi, dünyayı reddetmek ve terketmek değildir. İmtihan alanımızı terk etme hakkına sahip değiliz.
Dünyaya mahkûm olma yerine ona hâkim olup, Allah’ın rızâsına ve âhiret saâdetine engel olan basitliklerini küçümsemekle olur. Küfür, yeryüzüne hâkim olarak saltanatını gerçekleştirirken, bizim yeryüzüne hâkim olmaktan, ve arzın halifesi konumumuzdan yüz çevirmemiz, sevap değil günahtır. Bilmek zorundayız ki, dünyayı kötüleyen hadisler, belli sahalarda, belli hedefler için söylenmiştir. Bunlar, insanın alıp kullandığı ilâçlara benzer. İnsan bu ilâçlardan yararlanır ki, aşırı derecede dünyaya düşkün ve başına gelen bazı zorluklardan dolayı bedbaht olmasın.
Bütün mûteber hadis kitaplarında “Kitâbü’z-Zühd” başlığını taşıyan bölümler vardır.  Bu konudaki hadisleri, Peygamber’in diğer hadisleriyle, sünnetiyle/yaşayışıyla ve daha öncelikli olarak da Kur’an’ın  gösterdiği  bütüncül  değerlendirme  ile  karşılaştırmak  gerekir.  Kur’an  bir çerçevedir, hadisler o çerçeve içinde anlaşılır; hiçbir sahih hadis, Kur’an’ın sınırını aşmaz, aşamaz. Mü’minlerin mûtedil olmaları, her türlü aşırılıklardan uzak kalmaları, Kur’an ve hadislerin bütüncül değerlendirmesinden çıkan temel tavsiyedir.
Hz. Enes bin Mâlik (r.a.)’in rivâyetine göre, üç sahâbe, mü’minlerin annelerine müracaat etmiş ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın gizlice yaptığı ibâdetleri sormuşlardı. Aldıkları cevap kendilerini tatmin etmemiş ve “Biz nerede, Rasûl-i Ekrem nerede?! Allah, O’nun gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiştir” diyerek, değişik bir yorumda bulunmuşlardı. Bu üç sahâbeden biri, “Ben geceleri hep namaz kılacağım”, diğeri “Ben hayatım boyunca ara vermeksizin oruç tutacağım”, öbürü de “Ben evlenmeyeceğim” taahhüdünde bulunmuştu. Bunu haber alan Peygamberimiz, onlara “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?” demiş ve “Vallahi, şunu iyi bilin ki, ben sizin Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve sakınanızım. Fakat bazen nâfile oruç tutar, bazen tutmam. Bazen nâfile namaz kılar, bazen uyurum. Ben evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.” (Buhârî, Nikâh 1; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3) buyurmuştur. (Bu üç sahâbenin Hz. Ali, Abdullah bin Amr bin Âs ve Osman bin Maz’un olduğu rivâyet edilir.) Bu hadis-i şerif, sünnete göre amel etmenin önemini açıklar; dünyadan el etek çekme gibi aşırılıkların yanlışlığını vurgular.
Rasûlullah (s.a.s.) bir sahâbeye hitâben: “Hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Misafirlerinin de senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver” (Müslim, Savm 181) tavsiyesinde bulunur.      
Taberânî ve Kurtubî’nin tâbiûn fakihlerinden Hz. İkrime’den rivayet ettiğine göre; ashâb-ı kiramdan bazıları “cinsî duygularını köreltmek”, bazıları “et yememek”, bazıları da “şükrünü edâ edemeyecekleri nimetlerden uzak durmak” gibi taahhütlerde bulunmuşlardı. Bu aşırı taahhütler üzerine şu âyet nâzil olmuştur: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği şeyleri haram kılmayın, hudûdu aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.” (5/Mâide, 87) Yani, aşırı gitmeyin, helâli haram ve haramı helâl saymayın denilmiştir. (Kurtubî, el-Câmiul li Ahkâmi’l Kur’an, 6/263)
İslâm, her konuda ifrat ve tefritten uzak olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı, dengeyi tavsiye eder. Hz. Peygamber,  “Aşırı gidenler helâk olmuştur” (Ahmed bin Hanbel, I/386; Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5) buyurur ve bu hükmü üç kere tekrar eder.     
 
 
Bizim dışımızda iki dünya bulunmaktadır: Birincisi: İnsanın yalnızca et, kemik gibi maddî organlardan ibaret olmadığı; kalp, ruh, akıl, hâfıza ve benzeri özelliklerinin de olduğu gibi; dünya da sadece görünen yeryüzünden ibaret değil; gözle görülmeyen cin, melek ve diğer varlıkların da bulunduğu bir alandır.
İkincidünya ise, duyularımızın ilişkide olduğu hayattır. Yeme-içme isteğinden tutun da, uyumaya, üremeye, sahip olma arzusuna, hırs   ve  arzulara  kadar  geniş  bir  duyular  dünyası…
Nefsin arzu ettiği ve oyalandığı, kişiyi asıl hedefinden, âhirete giden yoldan şaşırtan dünya. Bir başka deyişle, insanın imtihana tâbi tutulduğu, kulluğunu yapabilme imkânı sağlayan geniş bir hayat.
İşte bu dünya, ‘ednâ’, yani aşağı, iğreti, değersiz ve geçici bir dünyadır. Allah’tan gelen vahye sırtını dönenler ve aklını kullanmayanlar işte bu ‘ednâ’ dünyayı tercih ederler, âhireti ve oradaki ebedî hayatı unuturlar.
Said Nursî’nin deyişi ile dünya hayatının üç yüzü vardır: Bunlardan birincisi; Allah’ın güzel isimlerine bakar. O isimlerin evrendeki nakışlarını görür, o isimlere aynalık yapar. Dünyanın bu yüzü güzeldir ve nefret değil, tam tersine aşk kaynağıdır. Dünyanın ikinciyüzü âhirete bakar. Bu anlamda âhiretin tarlasıdır, cenneti kazanma yeridir. Bu yüz de beğenilmeyip terkedilmeye değil; sevilmeye lâyık bir yüzdür. Dünyanın üçüncü yüzü insanın hevâsına bakar. Gaflet perdesidir  ve dünyayı çok sevenlerin hevâlarının arzu ettiği yüzüdür. Bu yüz çirkindir. Çünkü fânidir (geçicidir), yok olmaya mahkûmdur, üzüntü vericidir, aldatıcıdır. Bu yüzden, yüz çevirmek gerekir. (Kütüb-i Sitte, 7/248)
Kur’an, dünya hayatı karşısında mü’minlerin nasıl bir tavır takınacağını açıklar. Dünya hayatının insanı aldatmaması için insanı sık sık uyarır (63/Münâfikûn, 9; 35/Fâtır 5). Bütün insanlar, yarın için ne hazırladığına, ölürken yanında sâlih amel olarak ne götüreceğine bakmalıdır; Dünya hayatı şüphesiz ki “bir gün” gibi çabuk sona erecek ve âhiret hayatı “yarın” başlayacaktır (59/Haşr, 18).
İnsanların hangisinin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan Allah  (67/Mülk, 2), insanın gönlüne dünya malına ve geçimliklerine karşı bir meyil, bir tutku koymuştur. Yaratılan bütün mal ve geçimlikler dünya hayatının süsüdür. Onları kazanmaya çalışmak, onlara sahip olmak ve onlardan yararlanmak suç değildir. Kişide yeme içme, barınma ve giyinme ihtiyacı olduğu müddetçe; mala ve eşyaya olan arzu ve meyil de bitmeyecektir. Bir de buna insanın aşırı ihtirasını ve başkalarına hükmetme  arzusunu da eklersek, dünyalıklara karşı olan sevgi daha da anlaşılır olacaktır.
İslâm, her konuda olduğu gibi bu konuda da insan hayatına ve arzularına bir denge getirmektedir. Allah’ın insanlar için yarattığı zînetleri (süsleri ve geçimlikleri) kimsenin yasaklamaya,  haram kılmaya hakkı yoktur. Ancak insan bu zînetleri helâl yoldan temin etmeli, haram hususlarda kullanmamalı, mal ile şımarmamalı, malı zulme araç yapmamalı, mal ile fazla  meşgul olarak Allah’tan ve âhirete hazırlanmaktan uzaklaşmamalı, üzerinde (zekât, sadaka ve nafaka gibi) hakkı olanların hakkını vermelidir.
Peygamber (s.a.s.) dünyadan yüz çevirerek, devamlı ibadetle meşgul olup, kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamayan sahâbelerin tutumunu tenkit ettiği gibi, dünyalık ve mal sevgisini kalplerine yerleştirip kulluk görevlerini ihmal edenleri de uyarmıştır.
Dünya hayatı ve âhirete hazır olma arasında bir denge olmalıdır. İslâm’ın hoş görmediği ‘dünya hayatı’, insanı Allah’tan uzaklaştıran yaşama anlayışıdır. Mal, servet, makam ve mevki tutkusu, şöhret hastalığı, şehvetlere esir olma, lüks ve israf anlayışı, malla şımarma ve dünyalıklara köle olma akılsızlığıdır.
Şüphesiz yerilen, tenkit edilen dünya hayatı; ona ait şeyleri amaçlaştırıp ilâh haline getiren, mal peşinde koşmaktan başka bir hedef tanımayan, geçimlikleri kutsallaştıran kimselerin yaşantısıdır. Ve insanın yaratılış amacı da bunlar değildir.   
İslâm, her türlü meşrû çalışmayı övmüş, onu ibadet saymış ve insanın ancak çalışmasının karşılığını alabileceğini belirtmiştir (53/Necm, 39). “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir” (Buhârî, Büyû’ 15)diyerek el emeği ile geçinmeyi, yani çalışmayı teşvik etmiştir. Buna karşın İslâm, insandaki fıtrî birtakım meyilleri inkâr etmemiş, insanın dünyalıklara karşı arzusunu baskı altına almamış, ancak bu arzunun dengelenmesini, nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasını istemiştir. Bunun da yollarını ve prensiplerini açıklamıştır. (2)
Peygamberimiz (s.a.s.), “Uhud dağı kadar altınım olsa onu üç günden fazla saklamazdım (insanlara sadaka olarak verirdim)” (Buhârî, Zekât 4, 2/135; Müslim, Zekât 9, hadis no: 94, 2/687) buyurarak dünya geçimliklerinin nasıl ve ne kadar değerli olabileceğini haber veriyor. İnsanın dünya hayatını ise şu nefis benzetme ile değerlendiriyor: “…Dünya (hayatı) ile benim ilgim, bir ağacın altında gölgelenip sonra da bırakıp giden yolcunun durumu gibidir.” (İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4109, 2/1386; Tirmizî, Zühd 44, hadis no: 2377, 4/588)
İslâm’ın mânevî değerleri ve âhiret hayatını üstün tutan, ancak buna aykırı olmayan dünya nimetlerini ve zenginliğini de onaylayan tutumuna rağmen çok geçmeden İslâm toplumunda yozlaşmalar başladı. Toplumun bir bölümü kendini servet, lüks ve ihtişam hırsına kaptırıp âhireti ihmal ederken bir kesim de bütünüyle âhirete yönelip dünyayı dışladı. İç savaşlar, sefâhat ve dinden uzaklaşma hareketlerinin yanı sıra özellikle hıristiyanlık, isrâiliyât, Hint dinleri ve diğer dış kültürlerden gelen tesirlerle dünyadan el etek çekip kendini tamamıyla âhirete veren ve dünyaya küsenlerin sayısı gittikçe artmaya başladı.
İnsanlar, bütün bu dünyevî varlık ve imkânlara karşı takındıkları tavra göre başlıca üç zümreye ayrılırlar. 1- Âhirete iltifat etmeksizin yalnızca dünyaya bağlananlar. Bunlar, Kur’an’da “tâğutun kulları ve yaratıkların en kötüleri” olarak gösterilmiştir (5/Mâide, 60).  2- İlk zümrenin tam aksine bütün çabalarını âhirete yönelten ve dünyaya iltifat etmeyenler.  3- Dünya ve âhiretin hakkını verenler. Peygamberlerin de dahil olduğu bu zümre, insanların en faziletlisidir. Çünkü din ve dünya işlerini gerektiği şekilde yürüten kimse “yeryüzünün halifesi”dir. Âhiret saâdetini arzulamak Allah sevgisine aykırı olmadığı gibi; dünyanın huzur, sağlık ve esenliğini dilemek, bunun için çaba sarfetmek de Allah sevgisine ters düşmez.
“Dünya ve âhiret birbirini takip eden iki gerçek hal olduğuna göre insanın yarının hazlarını arzularken bugünün hazlarına ilgisiz kalması düşünülemez. Çünkü insan yarının hazlarını, yarın dediğimiz şey bir zaman sonra bugün olacağı için arzular. Yeter ki bu hazlar kişiyi uhrevî saâdetten mahrum edecek mâhiyette olmasın. Bu şarta bağlı olmak üzere dünyevî gayelerle uhrevî gayelerin birleştirilmesi imkânsız değildir.” (İhyâ, II-144-145). Böylece insan dinî bir şuurla, dünyaya mahkûm olmak yerine ona hâkim olduğu ve onları yönlendirdiği, dünyevî varlık ve imkânları Allah’ın rızâsına ve kendi âhiret saâdetine uygun şekilde kullandığı sürece bu varlık ve imkânlar kötülenen dünyadan değildir. İnsanın maddeye mahkûm ve bağımlı olması dünyadır, ancak ona hâkim olması dünya değildir. Maddenin önde ve üstün tutulması dünya, mânânın önde ve üstün tutulması âhirettir. Şu halde dünya, ruhla nesneler arasındaki sağlıksız ve olumsuz ilişkiden ibarettir. (3)         
Kur’ân-ı Kerim’in büyük mânâ kaybına uğramış kavramlarından birisidir dünya kavramı. Bu kelime, özellikle Türkçede hemen hemen bütünüyle “arz” karşılığı kullanılmaya başlanmıştır.  Bilindiği gibi, “arz” yeryüzü demektir. “Dünya” ise “en yakın” veya “daha aşağı, âdi, alçak” anlamlarına gelir. Duyularımıza hitap eden varlıklar, en aşağıda olan maddî varlıklar, yani cisimlerdir. İşte, duyularımıza yakın olması anlamında, daha doğrusu, yaratılış hiyerarşisinin en aşağısında yer almaları anlamında çevremiz “dünya”dır. Bu anlamıyla dünya, yalnızca yeryüzü için değil; insan duyularının ulaştığı her yer için kullanılır; sözgelimi, gördüğümüz göğe Kur’an’da “dünya semâsı”, yani “en yakın semâ, en alttaki semâ” denilir.
Dünya hayatı, dünya ile temasta olan duyuların hayatıdır; yani, bu hayatın sürdürülmesini sağlayan nebâtî ve hayvanî fakültelerin hayatıdır. Yemedir, içmedir, mübâşerettir, uyumadır, üreme, boşaltma, sindirmedir. Yalnızca duyulara hitap eden varlıkları görme, duyma, onları göründükleri yanlarıyla bilmedir. Bu bakımdan, dünya hayatı “en aşağı” hayattır. Kâfirler yalnızca “dünya hayatı”nı kabul edip âhireti ya inkâr ederler, ya da dünya hayatının çekiciliğine kapılarak âhireti unuturlar.
Nitekim, bugünkü Batı uygarlığı her yönden dünya hayatı yaşayan bir uygarlıktır. Bilgi konusunda duyumcudur; duyuların var dediği varlıkların dışında varlık kabul etmez; pozitivizmiyle, yalnızca bu varlıkların incelenebileceğini ve bilgiye konu olabileceğini savunur; idealizmiyle, bunların ötesinde varlıkların olduğunu kabul etse de, bilinemeyeceklerine inanır. Bu bakımdan, bu anlayıştaki Batı uygarlığının ve Batı insanının hayatı yalnızca dünya hayatı, yani en aşağı hayattır, duyuların hayatıdır. Gözün, kulağın ve şehvetin bayağı zevklerinden başka zevk olmadığını sanır, gaye olarak ancak dünya hayatını ister; bu bakımdan, onlar için âhirette hiçbir nasip yoktur. Böyleleri, yalnızca gözlerinin gördüğünü, kulaklarının duyduğunu, derilerinin dokunduğunu var kabul edip, bunların ötesine geçemediklerinden, Kur’an onları “kör, sağır ve ölü”  ve dolayısıyla “akletmeyenler, derin düşünemeyenler ve câhiller” olarak tavsif eder.          
Güzelliğinin zirvesindeyken gidiverir insan; kendileriyle övündüğü çocukları ve eşyası ölümle, depremle, selle veya daha başka sebeplerle elinden kayıverir. Sabah evden çıktığında akşama dönemez de, sonsuza kadar yaşayacağını sanarak biriktirdiği malları ve eşyaları başkalarına kalıverir. Böyledir işte dünya hayatı; ama, hayatı bu hayat sananlar bunu anlamaz da, hep dünya için çalışırlar. Oysa dünya, insanların önüne bütün aldatıcılığıyla yayılıp, insanları birbirlerine düşürerek helâk eder ve birbirlerinin boyunlarını vurmalarına sebep olur. Hayat, yalnızca dünya hayatından ibaret değildir; insana gerçek mutluluğu kazandıran, onu varlıklar hiyerarşisindeki gerçek yerine oturtan ve ona gerçeği öğreten bir başka hayat vardır; işte, bu başka hayat, âhirettir. (4)    
 
İlk müslüman nesillerin zihinlerinde sonraki nesillerde görülen dünya ve âhiret arasındaki kesin ayrım yoktu. Onların duygularında âhiretten tamamen kopmuş yalnız dünya için olan ve dünyadan kopmuş yalnız âhiret için olan ameller yoktu.
Evet, bazı ameller vardır ki, onlarda tabiatı icabı rûhî yön ağırdır: Namaz, duâ, zikir ve genelde ibâdetler. Bir de fikrî yönün ağır bastığı ameller vardır: İlim tahsili ve ilimde ilerleme, siyasî, iktisadî ve savaş-barış gibi hayata ait işlerin idaresi... Ve his yönünün egemen olduğu ameller de vardır: Yeme-içme, giyinme, mesken edinme ve cinsel tatmin gibi. Lâkin bu, birtakımıyla öbürünün arasını ayırmaz. Çünkü, bağlantılı ve tekleşmiş bir insanî yapıdan çıkmaktadır hepsi. Bunların hiç biri, dünya ve âhiretten, her ikisinden koparılıp, biriyle ilgisiz hale getirilemez.
Asr-ı Saâdet müslümanlarının hayatlarına hâkim olan, tasavvurlarını yönlendiren ibâdet kavramı, tüm dünyevî alanları kuşatıyordu. Onların anlayışında dünyanın âhiretten koparılması mümkün olmadığından, ibâdetleri, hayatları, ölümleri, her şeyleri Allah içindi (6/En’âm, 162). Bunun için de onların anlayışında hayat, biri öbüründen ayrılmayan birleşik halkalardı. Namaz, hac, yeme-içme, cinsel ilişki, Allah yolunda cihad, rızık peşinde koşma, ilim tahsili, dünyanın imarı... hepsi ibâdettir. Hepsi aynı anda dünya ve âhiret içindir. Gündüz veya gece insanın geçirdiği şuurlu her an ve Allah'a yönelerek O’nun indirdiğine uyarak yaptığı her amel, ibâdet çeşitlerinden biridir, birbirine de bağlıdır. O, sürekli bir ibâdetten öbürüne geçer.
Namaz, zekât, oruç gibi ibâdetler, rûhî yönü ağır iseler, bunun anlamı sadece onların ibâdet kabul edildiği veya onların dünya için değil de yalnız âhiret için oldukları değildir. Her birinin dünya hayatında gerçekleşmesi zorunlu olan gerekleri vardır. Namaz, kötülükten ve münkerden alıkoyar (29/Ankebût, 45); zekât, nefsi ve malı temizler; oruç takvâya alıştırır; hac iyiliğe çağırır... her biri dünya ve âhiret için olur aynı anda. İnsanın hayatta yaptığı diğer akıl veya duyuların ağırlıkta olduğu ameller de, geniş anlamıyla ibâdet sınırının dışında değildirler; elbette onlarla Allah’a yönelme amaçlandığı ve Allah’ın emirlerine uyulduğu sürece. Böylece onlar da âhiretten kopmuş ve yalnız dünya için değillerdir. İnsanın yaratılış amacı, ibâdet olduğu için (51/Zâriyât, 56) tüm davranışları bu amaca hizmet edebilir. İnsanın hayatının tamamı ve dünyadaki faaliyetlerinin tümü bütünleşerek, varlık gayesini gerçekleştirir ve duygularında dünya ile âhiret birleşir.
İlk müslüman nesillerin mantığında meseleler böyleydi. Bütün hayatlarını toplayan, aralarını birleştiren, görüşlerini aynı yapan, derin ve köklü anlamıyla “lâ ilâhe illâllah”tı. O zaman da bu tevhid, Allah’tan insanın dünya hayatını düzeltip âhirette güvene ulaştırması için indirilen kapsamlı bir din olur. Bu tevhid dininde bir meseleyle öbürünün arası ayrılamaz.
Câhiliyye Arapları çeşitli ilâhlara tapındığı için, hayatları da parça parça ve birleşemez haldeydi. Hislerinde dünya ile âhiret arasında bir bağ da yoktu. Tapınılan rabler çok olduğundan ibâdet de dağınıktı. Biraz putlar, biraz kabile, biraz baba-dede geleneği ve biraz da hevâya, nefsî isteklere tapılıyordu. Ya da hepsi, duyularında bir bağlantı ve irtibat olmadan aynı anda tanrı kabul ediliyordu. “Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zaman (zamanın geçişi) yokluğa sürükler’ derler. Onlar sadece zannediyorlar.”  (45/Câsiye, 24) Dünyadan sonra hayat olmadığına göre, sonrasını düşünmeden içinde yaşanılan şu an yaşanılır, sorumsuzca, hesap verme endişesi olmadan, canlarının istediği gibi...
Çağdaş câhiliyye, eski câhiliyyeden daha çok insan fıtratını, tevhidi/birliği, hayatı parçalamaktadır. Âhiretle bağını koparıp hayatı dünyadan ibaret kabul eden insan, huzuru dünyada da bulamamakta, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar intiharlar, çıldırmalar, bunalımlar, stresler, her çeşit psikolojik anormallikler içinde, dünya görüşündeki bu yanlışlığın âcil cezasını, avans olarak çekmektedir.
İslâm, tevhid dini olduğundan, aralarında kesin bir ayrım yapılarak, birbirinden kopuk şekilde dünya ve âhiret ikilemine yer vermez. Laiklik denilen çok tanrılı anlayıştadır birbirinden tümüyle bağımsız ve kopuk din-dindışı, din adamı-dünya adamı, dünya-âhiret, Sezar-Tanrı ayrımları.
Tevhid dini, insanın maddî dünyasıyla mânevî dünyasını birleştirdiği gibi; dünya ile âhiret yollarını da birleştirdi. Bunlar niçin iki yarı yol olsun ki? Biri, bir ilâhın, öbürü de başka bir ilâhın mı? Dünyaya hâkim olan ilâh, kıyâmet günü insanları hesaba çekip cezalandıracak veya ödüllendirecek ilâh değil mi? Allah, sadece göklerin ilâhı mı? Yeryüzünü ve tabiat olaylarını yönlendiren, dünyayı düzenleyen başka ilâh mı var ki, dünyâ ile âhiret birbirini ilgilendirmeyen kopuk ve bağımsız parçalar olsun. Âhiret hayatının ölçüsü, dünya hayatının terazisinden değişik midir ki, bir iş dünya ölçüleriyle güzel, âhiret hesabına göre çirkin veya aksi olsun. Halbuki dünyada güzel işlerin âhiretteki karşılığı da daha güzel, dünyada şer olanın da âhiretteki karşılığı cezadır. “Güzel iş yapanlara daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır... Kötü amel işleyenlere gelince, kötülüğün cezası kötülükleri kadardır. Onları bir de zillet kaplayacaktır...” (10/Yûnus, 26-27) “Kim zerre kadar hayır/iyilik yapmışsa onu görür; kim de zerre kadar şer/kötülük işlemişse onu görür.” (99/Zilzâl, 7-8)
“Hayâtu’d-dunyâ”, yakın hayat; “hayâtu’l-âhiret”  de diğer hayat, son hayat demek.Yol tektir; başı dünyada, sonu âhirette. İki şeritlidir bu yol; bölümlerden birini iyi amel sahipleri tutuyor ve onları cennete götürüyor. Diğerini de kötüler tutuyor ve onları azaba götürüyor. Dünya ve âhiret farklı yollar değil, yolun başının ve sonunun adlarından ibaret. “Sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz. Allah insanlardan birtakımını doğru yola eriştirdi, fakat birtakımı da sapıklığı hak etti. Çünkü bunlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmiş ve kendilerini doğru yolda sanmışlardı.” (7/A’râf, 29-30)  
İlk müslümanlarda dünya-âhiret birliği öyle bir noktaya gelmişti ki, gerçekte dünya hayatında yaşarlarken düşünce ve fikirleri âhirete bağlıydı, âhireti görür, önlerinde duruyormuş gibi yaşıyorlardı; “âhirete yakînen iman”, bu demekti çünkü. Kur’an’ın ba’s, hesap ve ceza üzerindeki yoğun tekrarı ve vurgusu, kıyamet sahnelerini canlı ve çekici bir üslûpla sunuşu, müslümanlara his ve hayalleri ile, önlerinde o an görüyor ve olaylarını yaşıyormuşçasına âhireti canlı yaşatıyordu. Hatta, bütün gerçekleriyle dünya geçmiş, âhiret de olaylarıyla hazır, şu anda yaşanıyor gibi! Melek değillerdi; zaten insan üstü olmaları, insanlıklarından çıkmaları da istenmiyordu onlardan. Onlar da beşeriyetleri icabı bazı günahlar işleyebiliyordu. Ama hataya düştüklerinde, yanlışlarında ısrar etmiyor, hemen tevbe ediyorlardı: “Onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Ve onlar, bile bile yaptıklarında ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı Rableri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Çalışanların ecri ne güzeldir.” (3/Âl-i İmrân, 135-136)  Evet, onların duygularında dünya ve âhiret, birleşik tek bir hesaptı, iki ayrı hesap değildi.
Dünya Kur’an’da zemmedilmiş, Rasûlullah’ın diliyle lânetlenmiştir, ona meyledip aşırı sevgi beslemek, ona bağlanmak yasaklanmıştır; doğru. Ama bu tavsiyeler Kur’an ve hadiste hangi konumda gelmiştir? İki durumda geldiğini görüyoruz. Bir: Dünya sevgisi ve ona bağlanmanın insanlarla Allah'a ve âhiret gününe iman arasında bir engel oluşturduğu zaman.  İki: Onlarla Allah yolunda cihadın arasına girdiği zaman. “Dünya hayatıyla sevindiler. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, bir geçimden ibarettir.” (13/Ra’d, 26) “Bize kavuşmayı ummayan, dünya hayatına râzı olup onunla rahat edenler ve Bizim âyetlerimizden gaflet edenler... İşte kazandıkları işlerden ötürü onların varacakları yer, ateştir.” (10/Yûnus, 7-8) “De ki: ‘Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan, Peygamberinden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (9/Tevbe, 24)
Bu iki alanda, âyetlerde açıklanan sebeplerle dünya zemmedilmiştir. Fakat bu iki alandaki gerçek durum, dünya, insanın hissinde âhiretten kopuktur. Ya hiç inanmadığı için, ya inancı zayıf, karmakarışık olduğundan düşünce, duygu ve tavırlarına tesir edemediği için... Onun idrâkinde problem şudur: İnanmadığı, ya da varlığıyla yokluğu eşit bir imana sahip olduğu bir cennete, can ve maldan fedâkârlıklara karşılık vaad edilmiş; o halde bu, varlıklardan mahrum olmaktır. Böyle bir kimse, dünya nimetleri konusunda Allah’ın mubah kıldıklarıyla yetinmek istemeyip şehvetlerinin ve hevâsının paralelinde yürümek arzusundadır. Bu problemden dolayı dünya hayatını tercih etmektedir. “İşte tuğyan ederek azıp da dünya hayatını tercih edenin varacağı yer şüphesiz cehennemdir.” (79/Nâziât, 37-39)  “Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz; oysa âhiret daha iyi ve daha bâkîdir.” (87/A’lâ, 16-17) “Durakları ateş olduğu halde kâfirler zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler.” (47/Muhammed, 12)
Kur’an’ın portresini çizdiği dünyayı âhirete tercih eden kimse, arzularının sınırsız tatminini yeğlemiştir; çünkü bu zevklerden mahrum olmak, onun yanında Allah’ın onu uyardığı azaptan daha önemlidir. Ya, âhirete aslında inanmadığı için ki, onun hissinde korkutulduğu azap bir vehimdir, hakikati yoktur. Ya da, âhirete imanı zayıftır; o azap, hayalinde, elindeki nimetten mahrum olmanın acısından daha hafif gelmektedir. Bu her iki durum da anormaldir, sahibinde denge bozukluğu getirir. “Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da sapıktırlar.” (7/A’râf, 179) Ya da o, gözünde ancak net olanı yakından görebildiği, uzağı göremeyen, görme kusuru olan gibidir. Algılama organı ancak yakında olanı var sayıyor; uzaktakini ise karışık, müphem birbirine karışmış, bulanık görüyor.
Normal bir insanın hissinde ise, olay tamamen değişiktir: Normal bir insan, ilk anda ruhunu gayb dünyasına kapatmaz; nefsini sadece organlarının algıladığı alana hapsetmez. Yaratıcısının kendisine yaratılış gayesi olan hilâfet misyonuna yardımcı olsun diye iki karşılıklı güç takdir ettiğinin bilinci içindedir. Her biriyle hilâfet ve kulluk görevinin bir bölümünü gerçekleştirir;  ikisiyle aynı anda dengede kalır. Birincisi, organlarının algıladığına inanmak, ikincisi de gayba imandır. Birinci gücüyle, yakındaki algılanan eşyaya, çevresindeki maddî varlıklara karşı davranışını düzenler. Maddenin özelliklerini öğrenir. Yeryüzündeki durumunu güzelleştirmek için Allah’ın hizmetine verdiği göklerde ve yerdeki enerjinin kullanılması için bilgisini geliştirir. İkinci gücüyle de fıtratına konulan doğrultuda iman esaslarına inanarak hakikatlerle muâmelesini sürdürür. “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet; ama dünyadan da nasibini unutma.” (28/Kasas, 77) “O size yeryüzünü musahhar kıldı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş O’nadır.” (67/Mülk, 15)
İnsan, birini seçerse mecburen öbüründen kopacağı şekilde; dünya ve âhireti karşılıklı iki olgu olarak değerlendirmenin Allah’ın dininde bir dayanağı yoktur. “De ki: ‘Allah’ın kulları için yarattığı ziyneti/süsü ve temiz rızıkları kim haram kılabilir?” (7/A’râf, 32) Burada ziynetin anılmasında özel bir anlam vardır. Ziynet, güzelliktir. Güzellik ise, zarûretten fazla bir şeydir. Yani, Allah’ın kullarında mubah kıldığı, nasıl olursa olsun hayatı koruyacak bir mecbûriyet değil; zarûretin de ötesi güzellik noktasına varan bir şeydir. Rasûlullah (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur: “Vallahi, ben sizin Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve sakınanızım. Fakat bazen nâfile oruç tutar, bazen tutmam. Bazen nâfile namaz kılar, bazen uyurum. Ben evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.” (Buhârî, Nikâh 1; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3) Bu hadis-i şerif, Allah’ın kulları için râzı olduğu ibâdette, dünya geçiminden el etek çekme ve ondan tamamen kopmanın bulunmadığını vurgulamaktadır. Çünkü bu el etek çekme ve sadece âhiret için gece gündüz ibâdet, Allah’tan haşyetin göstergesi değildir. Hz. Peygamber öyle yapmadığı gibi, bu tavrın sünnetinden kopma olduğunu sert bir ifadeyle belirtiyor.
Başlarında zâhidlerin efendisi (s.a.s.) olmak üzere ilk neslin zâhidlerinin zühdleri,  dünya varlığına karşı kendilerini Allah yolunda cihada iletiyordu. Sapıtmış bir ortamı düzeltip, yerine normalini getirmek için çalışma; emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker, ki bu iki şey Allah’ın hayırlı olması için çıkardığı ümmetin temel özelliğidir (3/Âl-i İmrân, 110). Başlarında Rasûlullah olmak üzere zâhidler, varlığı yasaklamıyor, onun üstüne tırmanıyorlardı. Mücadele ettikleri o yüksek ufuklar da onları cihaddan alıkoymuyor, gerçekler dünyasında ortaya koymak için çalıştıkları hedefler için çalışmalarını engellemiyordu. Onlar, nefisleriyle ve şeytanla olan cihadlarını turun sonu yapmadılar. Onların şeytanla ve nefisleriyle savaşları ve zaferleri esas hedeflerine yönelik hareketlerinde bir başlangıç noktasıydı: Cihada, mârufu emre, münkerden sakındırmaya, şirk kalesinin yıkılıp iman kalesinin kurulmasına, tâğutların egemenliğine son verip Rabbânî doğruların ikamesine, Allah düşmanlarının korkacağı gücün oluşturulmasına...
Nefislerindeki şeytanla cihada başlamasalar veya nefislerindeki şeytânî özelliklere savaşlarında kesin bir sonuç almadan savaşı bıraksalardı, bunları gerçekleştiremezlerdi. Ama onlar, nefisle mücadele yeter, hedef de budur diyerek durmadılar hiç. İçlerindeki şeytanla/nefisle mücadelede zâhidin yolu; şehvetleri, nefsin isteklerini öldürüp yok etme yoluyla “nefsin öldürülmesi” değildir. Onun Rabbânî metoddan aldığı yolu, şeytanın saptırmalarına karşı, gücü oranında “nefsine hâkim olması”, onu kuşatma altında tutmasıdır. Allah, insan nefsinde yarattığı bu motivleri boşuna yaratmamıştır. İnsanın yeryüzünde halifeliği, imtihana tâbi tutulması, dereceler alması, olgunlaşması için gereklidir nefsin istekleri.
Nefsi öldürmek, fenâya, yokluğa ulaşmakla; haram hudutları, setleri yıkacak şekilde arzuların salıverilmesi, alabildiğine özgürlük; her ikisi de aşırılıktır. Rabbânî metod, insanı ifrat ve tefritten kurtarır, dengeyi oluşturur. Nefsi, arzuları öldürmeden, bu isteklerin kontrol edilmesi istenir imtihanın kazanılması için ve bu mücadele bir ömür boyu sürecektir. Arzuları öldürüp de kurtulmak, cenneti garanti etmek, ya da bunu temel gaye edinmek yoktur nebevî hayatta. Motivler, nefsin arzu ve istekleri, imtihan alanlarıdır. “İnsanların hangisinin daha güzel amel işleyeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi, dünyanın ziyneti/süsü yaptık.” (18/Kehf, 7)
Yanlış zühd anlayışı içinde olan mistik kimsenin nefsinde, onu dünya gerçeğinde amelden alıkoyan pek çok etkenler oluşur. Bunlardan biri, dünyaya bakışıdır. Onun hissinde dünyanın âhiretle ilgisi yoktur; kurtulmaya çalıştığı bir zindandır dünya. Dünya bir zindan olunca, mahkûm zindanı hiç  imar  eder,  onun  ıslahıyla  ilgilenir  mi?  Ondan  kurtulacağı  günü gözetler sadece. İkinci etken, istekleri hareketlendiren motivlerin yok edilmesiyle isteklerin de yok olmasıdır. İnsan, yeme-içme, giyme, mesken edinme vb. dünyevî gereçlere rağbet eder. Bunları elde etmek için devamlı hareket halinde olur. Nefsindeki rağbetleri gerçekleştirmek için uğraşı halindedir hep. Ruhî riyâzetin gayesi, nefsi onlardan arındırmak için o istekleri öldürmek olunca, ne için hareket edecek, ne için çalışacak? O bu dünya hayatından hiçbir şey istemiyor ki! İstese bile asgari şartlara göre çok basit bir hayat ve onu koruyacak en hafif bir külfet ister. Üçüncü etken de fenâ lezzeti; vâsıl olduğu hayali. Nefse rızâ ve kanaat veren anlayış. Bu üç etken, yanlış kaza-kader anlayışıyla da birleşince, mistiği hayatın akışında harekete geçirecek bir şey kalmaz.                     
Sahâbenin zühdü, dünyanın geçici olduğu, gerçek nimetlerin âhirete ait olduğuna dayanan bir şuur idi. Bu zühd, sahiplerini cihad, mücadele ve dünyanın ıslah ve imarına iten öncü ve yapıcı bir zühddü, bir aktivite, bir aksiyon idi. İçine kapanık ve pasif bir ruh hali değildi. Nefsi fitneye karşı koruyan bir zühddü; fitneden korunmak için nefsi öldüren bir zühd değil!
Kur’an ve sünnetteki dünyanın kötülenmesi ile ilgili tavsiyeler, hatırlatma için gelmiştir. Ta ki insanlar dünyaya aldanıp âhireti unutmasınlar. Yoksa, dünya hayatındaki eylemleri, hareket ve faaliyetleri yasaklamak için gelmemiştir. Yol kenarındaki, insanları heyelân bölgelerine karşı uyaran trafik işaretlerine benzer bu uyarılar. Trafiği engellemek için değildir bu işaretler. Bir grup yolcu çıkıp da “biz bu yolda yürümeyiz, yolda heyelâna karşı uyaran işaretler var” dese, tedbirde aşırı oldukları ortaya çıkar. Yolculuğu bırakmaları, tedbirle korkaklığı karıştırdıklarını gösterir ki, yanlış tedbir anlayışı onları gidecekleri yere ulaşmalarını engeller. Kendine güvenen yola girer ama heyelândan da korunmaya çalışır; korkak ise yoldan kalır.
Din, yoldaki risklere karşı uyarırken, yolu bırakmamızı emretmiyor elbette. Rasûlullah’ın şu hadisine bakmak yeterlidir: “Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer günah işleyip tevbe ediyor olmasaydınız, Allah sizi kaldırıp sizin yerinize günah işleyen ve Allah’tan istiğfar edip Allah’ın da onları mağfiret edeceği bir kavim getirirdi.” (S. Müslim bi şerhi’n-Nevevî, 17/65) Bu hadis, tabii ki günah işlemeye teşvik etmiyor. Peygamber’in insanları günah işlemeye teşvik etmesi düşünülemez bile. O, insanları Allah'a itaate ve gücü nisbetinde günahlardan kaçınmaya çağırıyor. İnsanları sâlih amele teşvik ediyor.
İnsan, hayat gerçeğinde çalıştığı zaman, ondan günahların sâdır olması kaçınılmazdır. “Bütün Âdemoğulları hata eder; hata edenlerin hayırlıları da tevbe edenlerdir.” (İbn Mâce, 2/1420; Ahmed bin Hanbel, 3/198; et-Tâc, 5/515)O zaman, hayat gerçeğinde çalışıp günaha düşen mü’minin yapacağı iş istiğfar olacaktır (3/Âl-i İmrân, 135-136). Hiç günah işlememek için hiç çalışmamak gerekir; insanın üzerine farz olan görevlerin de terk edilmesidir bu. İnsandan istenen, günah işleme endişesinden dolayı dünyevî arzularını öldürmesi değildir. Zaten bu çaba, sonuçsuz kalır, insan fıtratındaki bu istekten ebediyyen kurtulamaz. Çünkü bu, yeryüzündeki halifelik misyonunu işlemez hale getirir. İnsandan istenen, dünyayı ıslah ve imar etmek için gücü oranında Allah’tan korkarak mubah olan bütün alanlarda çalışıp hareket etmesidir.
Yanlış zühd anlayışındaki bazı mistikler, sadece namaz, oruç ve zikirle yetinmeye başladılar. “Âhiret için istenen ameller bunlardır. Dünya işlerine bizim ihtiyacımız yoktur, çünkü dünyevî işler şeytanın ağına düşüren fitnelerdir...” Düşünceleri böyleydi. Bu şekilde dünya ve âhiret bütünlüğünü kopardılar. Sonra ne oldu? Yeryüzünün halifesi gibi davranıştan, rızık peşinde koşmaktan tamamen koptular. Tıp, astronomi, matematik, mühendislik, fizik, kimya gibi bilimleri fâni dünya ile ilgilidir diye  terkettiler.  Tehlikeye  götüren  dünya   hayatının  süsleridir diye maddî kalkınmayı terkettiler. Bâtılla savaşı, tâğutlara tavır almayı, zulüm ve fesada engel olmayı bıraktılar. Çünkü “her şey nefislerle mücadeleye bağlıydı. Allah, kullarını dilediği konuma yerleştiriyordu; başka türlü isteseydi öyle yapardı. İstediği zaman da O kendiliğinden değiştirirdi...” Böyle düşünüyorlar ve uzlete çekilip dünyayı kâfir ve fâsıklara bırakıyorlardı. Sonuç mu? İslâm dünyasının başına gelen fakirlik, cehalet, hastalıklar, güçsüzlük, maddî alanların tümünde geri kalmak ve bunların yanında küfrün egemenliği, zulüm ve sömürü...
Hepsi oturan, hepsi fakir, cahil, hasta bir ümmetin hali nasıl olur? Her insan sadece geçineceği asgarî rızkı temin için çalışırsa, İslâmî otorite, Allah yolunda harcayacağı fazlalığı nereden bulacak? Kur’an’da emredilen düşmanları korkutacak güç hazırlığı (8/Enfâl, 60), dünya bilimleri, maddî hazırlık ve birikim olmadan nasıl oluşacak?
Gerçek zühd, üretime ve çalışmaya engel değildir. Hakiki mü’min, çalıştığı alanda en güzel şekilde üretim yapar. Sonra da kendisi için hoş şeylerden en az miktarı kullanır ve gerisini Allah yolunda harcar. Bununla da toplumda sigorta, yardımlaşma ve irtibat sağlanır. Böylece toplumdaki bireylerin yaşam seviyeleri birbirine yakın olur. Aşırı zengin ve açlık noktasında fakir bulunmaz. İslâm devleti de, zekât ve infak gibi gelirlerden artırdıklarını İslâm mesajının yayılmasında ve düşmanları ürküten bir güç hazırlığında kullanır.
Dünyanın âhiretten koparılması ve her ikisinin zıt köşelere konulması, bunlardan birine yönelmenin öbüründen kopmayı gerektirmesi, ibâdetin dar kalıplara sıkıştırılıp insanın bütün faâliyetlerini kapsayan anlamının ihmal edilmesi, dünyaya meyletme aşırılığı gibi yanlışlardır. Allah’ın farz kıldığı ibâdetlerden sadece bir bölümünü alıp o konularda ısrar ve sebat gösterilmesi; ama dünya hayatıyla ilgili kabul edilip terk edilmesinde Allah’a yakınlık vardır diye başka bir bölümünün ihmal edilmesinin acılarını bütün ümmet çekmektedir. Bu yanlış, başka bir yanlışı doğurmuş, paraya taparcasına bağlanan, israf ve lüks içinde hayat süren, aç komşularını görmezden gelen dünyevîleşmiş insanlar çoğalmaya başlamıştır. Lüks başlayınca yıkım da başlar. Müslümanca yaşama haklarına her türlü darbe vurulurken, dinleri tehlikeye düştüğü halde, dünyevîleşen insan, işiyle gücüyle, dünya varlığıyla meşguldür. Parasına gelecek tehlikelere karşı takındığı tavrı dinine karşı saldırılarda göstermez. Rahat, barış, demokrasi, dünyaya bağlılık fısıltılarıyla uykudadır, uyarıcı seslere kulak vermez.
Yanlış zühd anlayışı olan mistisizm, dünyanın imarından ve halifeliğinden uzaklaşmayı sonuçlandıran yönüyle insanın maddî ve duygu yönünü çökertiyordu. İsraf ve lüks içinde, tüketmeye dayanan bir yaşayış da insanın rûhî ve mânevî yönünü mahvediyor. İslâm, hiçbir konuda aşırılığa müsaade etmez. Dünyaya tutkunluğu istemediği gibi, inzivâyı ve dünyanın imar ve ıslahını terk etmeyi de onaylamaz. İslâm’dan uzaklaştıkları için geri kalan ümmete, kalkınamamış olmalarının sebebinin İslâm olduğu görüşünü kabul ettirmeye çalıştı fikir emperyalizmi. Ümmet de kurtuluşu batı uygarlığında, materyalizmde, tüketim toplumu olmada aramaya başladı. Başta dünya-âhiret ikilemi/uyumsuzluğu olmak üzere, haram-helâl anlayışı, değerler, imanî ve ahlâkî ilkeler önemsiz görülmeye başlandı. İslâm’ın tüm bağlarından koparak âhireti hesaba katmayan bir dünyevîleşme ile uygarlaşmaya çalıştılar. Maddî gücün ve kalkınmanın batılılara göre çok azına sahip oldukları halde batılılardan daha fazla lükse boğuldular. Evler, döşemeler, lüks koltuklar, arabalar, mutfaklarda teknolojik aygıtlar, ürettiğinden çok fazlasını tüketme anlayışı, zevk eseri giyimler, bin bir çeşit kumarlar, içkiler, spor ve müzik bağımlılıkları, özgürlük kavramının içine konulan kadınların açılıp saçılması, modaya uyma, eğlenceler, fesatlar...
Gerçek müslümanların son asır câhiliyetindeki sapıtmış beşeriyete sunacağı çok şeyleri vardır, olmalıdır. Dünyanın imarı için gerekli imkânları diledikleri yerden alabilir müslüman. Ama gerçek bir medeniyet geliştirmek için onları kullanmada İslâmî ölçülere bağlılık şarttır. Bilimi, maddî ve teknolojik gelişmeyi alabilir ama onları nerede kullanacağını belirlemek şartıyla. Âdi zevkleri tatmin etmek için mi, âhireti unutmak için mi, israf ve aşırı tüketimle şeytanın kulluğunda mı kullanacaktır bütün bunları? O zaman ne kendisi zillet ve pasiflikten kurtulabilir, ne de beşeriyeti hüsrandan ve helâkten kurtarabilir. Ama bunları şer’î ölçüler ve Rabbânî programın tatbikinde kullandığında, İslâm’ın hâkimiyetini tekrar sağlamada, ilâhî adâletin icrâsında, hayatın her alanında fıtrata ters düşmeyen ilkeler için uygulandığında, insanın varlık gayesini gerçekleştirmiş olacaktır. Ancak o zaman ibâdet ve dünya-âhiret anlayışı yerli yerine oturur; o takdirde müslümanlar, kendilerini içinde bulundukları zilletten ve cehenneme adaylıktan kurtardıkları gibi, kurtuluş yolu arayan sapıtmış insanlığa da kurtarıcı eli uzatabilir. (5)
 
 
“Sahip olma” duygusunun tutkuya dönüşmesine “hırs” denir. İnsanoğlunun temel zaaflarından biri olan bu duygu terbiye edilmediği zaman, insanın gözünü, gönlünü ve zihnini bürüyerek onu esir eder. Onun, aşkınla olan, öteyle olan bağlarını birer birer koparır. Para, mal, makam, şöhret gibi her tür dünyalık onun duygu ve düşünce, basar ve basiretini dünyaya bağlayarak boynunda tasmaya, bileğinde kelepçeye, ayağında prangaya dönüşür. O, artık “dünyevîleşmiş” bir tiptir.
Dünyevîleşmiş tip, hiçbir dünyalığa sahip olamaz. Çünkü tüm dünyalıklar ona çoktan sahip olmuştur. Eşyanın emrine verildiği insan, eşyanın emrine girmiştir. Dünyanın efendisi olan insan, dünyanın kulu haline gelmiştir. Bu ise, insanın insanlığına karşı yapılabilecek en büyük hakarettir. İnsanın eşyaya kul olması, kula kul olmasından daha vahim bir sapmadır. İşte bu noktada "İslâm" insanı kendi zaaflarından korumak için devreye girmektedir.
Din’in gayesi, insanın “insanlığı”nı muhâfazadır. İnsanın insanlığı ise, biyolojik varlığından çok rûhî varlığıyla kaimdir. Dolayısıyla din, insanın geçici yanından çok; kalıcı boyutunu öne çıkarır. Söz konusu boyut, metafizik anlamda, insanın hem mâzisi, hem ebedî istikbalidir. İlâhî öğretide beden, bu muhteşem mâziyi muhteşem bir istikbale taşıyan bir binektir. Bedenle ilgili olan her şey ise “dünya” olarak adlandırılır. Din’in amacı, dünyanın, insanla ebedî istikbali arasındaki bağları koparmasına engel olmak, eğer bu bağlar kopmuşsa onları yeniden bağlamaktır. Din, dünya ile âhiret arasındaki atılan köprüleri yeniden imar eder. Peygamberler ise, insana ebedî istikbalini hatırlatan uyarıcılardır.
Dünyevîleşme hastalığı, İsrâiloğullarını yahûdileştiren unsurlardan biriydi. Kur’an’ın haber verdiğine göre, onların dünyevîleşme sevdası, onları sadece “yoksulluğa” mahkûm etmedi; “alçaklığa” da mahkûm etti. İsrâiloğullarının, taklit ettikleri putperest kavmin totemi olan ineği altın ve gümüşten yapmaları, aslında onların altına ve gümüşe tapmaları anlamına geliyordu. Aynı zamanda bu heykel, çağının şartlarında bir teknoloji hârikasıydı. Sâmirî, onu Mısırlılardan  alınan mücevherlerle yapmıştı.
İsrâiloğullarının bu tavrı, günümüz insanının tavrına ne kadar da benziyor. Yukarıda adı geçen iki unsur, bugün de kendisine tapınılan çağdaş totemlerin başında geliyor: 1- Para, 2- Teknoloji. İnsanların para ve teknoloji karşısındaki tavırlarını iyi gözlemleyen biri, bu tavrın içerisinde yer alan “tapınma” unsurlarını keşfetmekte gecikmeyecektir.
Dünyevîleşen İsrâiloğulları, bu zaaflarında öylesine ileri gittiler ki, Allah’a bile hile yapmaya kalktılar. Kendilerinin istedikleri ibâdet için tahsis edilen Cumartesi yasağını çiğnediler. Hesapta uyanıklık yaparak Cuma akşamından ağlarını denize atıyorlar, Cumartesi akşamı toplayarak güya yasağa uymuş oluyorlardı. Tabii Allah da onların hilelerini boşa çıkarmıştı. Onların bu tavrı, tarihte ve günümüzde “kitabına uydurularak” yapılanları hatırlatıyor. Onlara da yanlış olarak “hile-i şer’iyye” denilen “hile-i şerriyye”yi âlimleri öğretmiş, şeriatın emirlerine bir kılıf uydurmak isteyenlere sözde bir çıkış yolu göstermişlerdi. Bu suçun cezası, maymunlaşmaydı.
“Aşağılık maymunlar olun!” (2/Bakara, 65) emriyle gerçekleşen ilâhî cezada çok ilginç bir nükte de vardı. Bu nükteyi iyi anlayabilmemiz için Afrika’lı maymun avcılarının Avrupalılara satmak için maymunları canlı avlama yöntemlerini bilmemiz gerekiyor: Afrikalı avcılar, maymunlar ormanına dalarak onların görebileceği bir yere bir testi gömüyorlar. Bu testiye bir miktar fındık koyarak, başlıyorlar çıkarıp yemeğe. Daha sonra, orayı terkedip gizleniyorlar. Onları fındık yerken gören maymunlar aynen taklit ederek çömlekteki fındıkları yemeye geliyorlar. Lâkin çömleğin ağzı öyle hesaplı yapılmıştır ki, maymun elini boş olarak sokabilmekte, lâkin dolu olarak çıkaramamaktadır. Avcılar, maymunlar tam elini çömleğe daldırıp fındığı avuçladıklarında ortaya çıkıp maymunlara doğru koşmakta, fakat maymunlar avuçlarındaki fındıktan vazgeçemedikleri için kaçamamakta ve dolayısıyla fındık hatırına yakalanmaktadırlar.
İşte, tarih boyunca hayatını dünyevîleştiren kişi ve toplumlar, avuçlarındaki dünyayı elde etmek için âhiretlerini fedâ etmekten çekinmemektedirler. Fındık uğruna özgürlük, geçici zevkler uğruna âhiret. İkincisi birincisinden daha vahim bir aptallık.
“Bir ticaret ya da eğlence gördüklerinde dağılıp ona koşuştular ve seni ayakta bıraktılar. De ki: ‘Allah katında bulunan, eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (62/Cum’a, 11) Bu âyetin inişine sebep olan olay şudur:
Medine’de açlık ve pahalılığın hüküm sürdüğü kuraklık yıllarından biridir. Dıhye bin Halife el-Kelbî, müslüman olmadan önce Şam’dan yola çıkardığı bir ticaret kervanıyla Medine’ye girdi. Medine’liler âdetleri olduğu üzere kervanı tefler ve zillerle karşıladılar. Nebî tam o esnada Mescidde Cuma hutbesi veriyordu. 12 erkek ve bir miktar kadın dışında tüm cemaat Peygamber’in hutbesini terkedip kervana koştu. Hz. Nebî, bu duruma çok hiddetlendi ve buyurdu ki: “Eğer mescidde kimse kalmasaydı, şu vâdiyi ateş seli kaplardı.” Diğer bir rivâyette: “müslümanların üzerine taş yağardı.” (Buhârî, Tefsir 61; Müslim, Cum’a 11; Tirmizî, Tefsir 62)
Kur’an, müslümanların bu tavrıyla İsrâiloğullarının tavırları arasındaki benzerliğe Cuma sûresinde işaret buyurmaktadır. Sûrenin yahudilerden söz eden birinci bölümüyle Cuma’dan ve Cuma hutbesinde Rasûlullah’ı ayakta bırakıp kervana koşanlardan bahseden ikinci bölümü arasında ilişki kurulmaktadır. Konuyla ilgili tüm kaynaklar sûrenin ilk 8  âyetiyle son  3  âyetinin farklı zamanlarda nâzil olduğu konusunda müttefiktir. Buna rağmen şu aşağıdaki âyetle, sahâbenin Rasûlullah’ı “dünyalık” için mescidde yalnız bırakmaları arasında bağ kurulmaktadır: “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali, kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne fenadır. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete ulaştırmaz.” (62/Cum’a, 5)
Dünyevîleşmiş kimsenin prototipi Karun’dur. Kur’an, benî İsrâil içinde yaşayan bu kimseyi, her devirde görülebilecek karakter olması açısından dikkatlerimize sunar: “Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da helâk ettik. Yemin olsun, Mûsâ onlara apaçık delillerle geldi. Öne geçemedikleri halde yeryüzünde büyüklük tasladılar.” (29/Ankebût, 39) “Karun Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı taşkınlık/şımarıklık etti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak, güçlü-kuvvetli bir topluluğa dahi zor geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah şımarıkları sevmez.’ Allah’ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana lütufkâr olduğu gibi sen de lütufkâr ol, yeryüzünde fesat isteme, çünkü Allah fesatçıları sevmez. O dedi ki: ‘Bu servet bana, bendeki bir bilgi sayesinde verildi.’ Peki o bilmedi mi ki Allah, önceki nesiller içinden ondan daha güçlü, sayıca da daha çok olanları bile helâk etmiştir. Günahlarının ne olduğu günahkârlardan sorulmaz. Karun, süsü-püsü içinde toplumun önüne çıktı. Dünya hayatını isteyenler dediler ki: ‘Keşke Karun’a verilenin bir benzeri de bize verilseydi. O, cidden çok şanslı biri.’ İlim verilenler ise şöyle dediler: ‘Yuh size, iman eden ve sâlih amel işleyen kimseye Allah’ın vereceği karşılık daha hayırlıdır. Fakat buna yalnızca sabredenler kavuşturulur. Nihayet, Karun’u da sarayını da yere geçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edecek yandaşları da yoktu. Kendi kendisine yardım edebileceklerden de değildi. Akşam onun yerinde olmayı isteyenler, sabah şöyle demeye başladılar: ‘Vay be! Demek, Allah kullarından dilediğine rızkı genişletiyor, dilediğine de kısıyor. Allah bize lütufta bulunmasaydı, vallahi bizi de batırmıştı. Demek ki kâfirler asla iflâh olmazlar.” (28/Kasas, 76-82)
Kur’an’dan yola çıkarak Karun hakkında şu tesbitleri yapabiliriz:
1- Karun, Hz. Mûsâ’nın toplumuna mensup, hazinelere sahip olacak kadar zengin biridir. (28/Kasas, 76)
2- O, Hz. Mûsâ’nın yakını olmasına rağmen, ona karşı Firavun ve Hâmân’la birliktedir. (23/Mü’minûn, 24; 29/Ankebût, 39)
3- Servetiyle böbürlenip şımarmış, elindeki ekonomik imkânı vahye karşı kullanmıştır. (29/Ankebût, 39)
4- “Bu servet bana bilgim sayesinde verilmiştir” diyerek, mülkün asıl sahibini unutmuştur. (28/Kasas, 78)
5- Sonunda servetiyle birlikte yere geçmiş, helâk olmuştur. (28/Kasas, 81)
Âyetlerden çıkardığımız bu sonuçlara göre Karun, İsrâiloğulları içerisinden çıkmış olmasına rağmen, müslümanlara karşı Firavunla işbirliği yapacak kadar alçalabilen bir işbirlikçidir. Kendi ulusundan çıkan  peygambere  karşı  mazlum  ulusunun  düşmanı  olan  zâlim Firavun’la, servet yapma hatırına işbirliğine giriyordu. Ona yaltakçılık yapıyordu. Zaten, mantıken böyle yapmasa ne o serveti edinebilir, ne de elinde tutabilirdi. Karun, “Allah’ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara” uyarısı kendisine yapılınca, “Bu servet bana, bendeki bir bilgi sayesinde verildi’  biçiminde cevap verecektir. Bu, günümüz kapitalizminin yetiştirdiği rantçı insan tipi olan “homo ekonomikus” mantığıdır.
Âyette, bu tiplerin, bilinçsiz yığınların imrendiği tipler olduğu ifade edilmekle, dünyalığın ehl-i dünya yığınları nasıl cezbettiği vurgulanmaktadır. Ancak, Karun’un kötü âkıbetine şahit olan aynı yığınların, ne kadar günübirlik düşündüğü de, cezalandırmanın ardından söyledikleriyle ortaya çıkıyor.      
Bugünkü dünyevîleşme mantığıyla, eski çağlardaki ilkel dünyevîleşme mantığı arasında şaşılacak kadar benzerlik vardır. Aslında bu şaşılacak bir şey de değil. Çünkü insanın tabiatı, zaafları, zamanın değişmesiyle değişmiyor. İnsanın hakikat karşısında aldığı tavırlar, genellikle aynı. Dünyevîleşmiş çağdaş insan tipinin dini ekonomi, imanı para, kitabı çek koçanı, mâbedi bankadır. Dünyevîleşmiş tip, dindarsa dinini, ideolojisi varsa ideolojisini, dâvâsı varsa dâvâsını her fırsatta paraya tahvil etmenin yollarını arar.
Karunlaşmış bu tip, müslüman olduğu zaman, “Allah rızâsı, hizmet, tebliğ, dâvet, ihlâs, cihad, bereket, tekbir, cihad” gibi dinin kavramlarını kullanarak sömürür. Marksist olduğu zaman “halk, köylü, işçi, emekçi” gibi marksizmin kavramlarını kullanarak sömürür. Kemalist olduğu zaman “çağdaşlık, uygarlık, laiklik, milliyetçilik” gibi kemalizmin tekeline aldığı kavramları kullanarak sömürür. Fakat hepsinin de mantığı tektir. Hepsi de tüketimi körükler. Hepsi de rantçıdır. Hepsi de menfaatlerini dinlerinden, imanlarından, ideolojilerinden önde tutarlar. Hepsi de çıkarları gerektirdiği zaman her şey olurlar. Hepsi de iktidar ve güç odaklarının etrafında pervanedirler. Hepsi de “istikrar”ı çok severler. (6)      
Dünyevî belâların çoğu, uhrevî cezaların tümü, dünya-âhiret dengesini kuramamak, dünyayı âhiret için yaşayamamak ve dünya hayatını gaye edinmekten kaynaklanır. Ancak gerçek iman ve sâlih amel, insanı dünya hayatının aldatmasından koruyabilir. Âhireti tercih eden, dünyayı kaybetmez. Çünkü insana verilen hilâfet görevi, yeryüzünü imar edip nimetlerinden yararlanmayı gerektirir. Sadece dünya hayatını isteyenler, haram, zulüm ve sömürü düzenleriyle insanlığı doğru yoldan çıkarttıkları gibi, müslümanları da dünyaya uydurmak isterler. Halbuki, âhiretten kopuk bir dünya oyun ve eğlenceden ibarettir. Bir müslüman içinse dünya, İslâm’ı yaşamak, İslâm’ı hâkim kılma mücadelesi vermek (cihad), Allah yolunda hizmet ve meşrû şekilde çalışmak (ibâdet) içindir.                      
 
 
“Âhiret”, âhir kelimesinin dişil şeklidir ki, son, sonra olan demektir. Evvel (ûlâ) kelimesinin karşıtıdır.  “Âhiret”, kavram olarak, öbür dünya, ölümden sonraki hayat demektir. Kur’an’da çok sık yer alan bu kavram, bazen ‘yevmü’l âhira-âhiret günü’, ‘dârü'l âhira-son   yerleşim yeri’ şeklinde, ifade edilmektedir.
Dünya hayatı için ilk (ûlâ), ölümden sonraki hayat için ise “âhiret (son hayat)” denmiştir. Bu anlamda dünya, yakın ikamet yeri, “âhiret” ise son ikamet yeridir. Kur’an, âhiret kavramını sık sık dünya kelimesi ile birlikte kullanmaktadır. Her ikisi arasında sıkı bir ilişki vardır. Âhiret dünya hayatını takip eden, ama ölümsüz bir hayatın adıdır. Bir başka deyişle âhiret, dünya hayatının sonuçlarının alınacağı, dünya hayatının değerlendirileceği zamandır. Kelime anlamı yönunden, “sonradan gelen” olduğu için, insanın ölümüyle başlayan bir hayattır diyebiliriz.
Âhiret inancı sürekli bir diriliştir. Öldükten sonra dirileceğini, iyiliklerinin ve kötülüklerinin karşılığını alacağını bilen bir kimse devamlı hareket halinde olur, kendini yeniler, eksikliklerini tamamlar, dünyaya dalmakla, günaha batmakla, değersiz şeylerin peşine koşmakla öldürdüğü benliğini her gün yeniden diriltir, kalbini sonsuzluk sevdasıyla meşgul eder.
Âhiret inancı, yaratılışın, yani dünya hayatının var oluş sorusunun cevabıdır. Bir başka açıdan, bu hayatın devamıdır. Sürekli olan âhiret hayatının iyi veya kötü temelleri dünyada iken atılır. Burada yapılanlar, oradaki hayatın rengini belli edecektir. Buradaki tercih, orada hedeflediğimiz şeyin tercihidir. Geçici ve yalan zevkleri isteyenler; çok kısa, geçici ve evcilik oyununa benzeyen dünya hayatına râzı olurlar, az bir zevkle yetinirler. Bunun karşılığında ise, sonsuz mükâfatı ve saâdeti kaçırırlar, ateş azabını kendi elleriyle kazanırlar (57/Hadîd, 20; 47/Muhammed, 36; 6/En'am,  32).
Allah’a iman eden mü’min, hayatını inandığı dine göre yaşar,  sonra da âhiret kurtuluşunu umit eder, Cenneti kazanacağına umut besler. O bilir ki cennet, dünyada iken takvâ üzere yaşayan ‘müttakîler’ için hazırlanmıştır (3/Âl-i İmrân, 133).
"Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir." (6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20). Oyuncaktan hoşlanan çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
Her ânımızda dünya-âhiret dengesini kurmalı, dünyayı âhiret için ve sınav bilinciyle yaşamalı, ölümü sık sık düşünüp  kendimizi esas hayata hazırlamalıyız. Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri giderek şehâdet rabıtası yapmalıyız. Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz izzeti, insanlık onurumuzu da kazandıracak ve ölüm korkusunu yenen, ölümle sevdalanan bir  seviyeye çıkaracaktır. Ancak bu sayede haklarımızı söke söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini öğrenir ve canlı şehid olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahudi, teknik imkâna sahip milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil; intifâda coşkusunu sürdüren çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır. Ölümden korkan gayr-ı müslim, en çok ölümden korkmayanlardan korkar. Müslümanın müslümanca yaşayamadığı her ortamda müslümanca ölme imkânı her an vardır.
İslâm'da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek, ondan her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar için iyilik ve adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen emek ve uğraşıların hepsi, âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla çalışan ve Allah'ın rızâsını dileyerek gönülden bu güne inananların yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve bozgunculuklara göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar,  -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle beraber-  kendilerini, câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa; bu, Allah'a ve âhiret gününe inandıkları için değil; âhirete imanlarının zayıf oluşundandır. Dünyayı, esas hayatın tarlası olarak değerlendirmek ve bu inancın gereğini yapmak, kötülüğe koşan her nefis için bir gem, günahı seven her insan için de bir engeldir.
Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya kulluk/ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında oyuna dalan, gülüp eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne kadar olabilir?  Gençler, üniversite imtihanına verdikleri önemi, esas sınava, büyük imtihana  verseler,  Cennetin gölgesi nasıl hayata yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri için hazırlayıp biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler, örnek müslümanların sayısı nasıl artardı! "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." (59/Haşr, 18)
Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin olmadığı yerde dünya âhiret dengesi, hayatın emanet olduğu bilinci  yeterince yok demektir. Ana vatanımız, baba diyarımız cennet olduğuna göre, biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı karşılamak için  bu diyarda gurbete çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan azığı unutup, buradaki görevimizi ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak ne kadar mantıklılıktır?
Kur’an-ı Kerim’de Âhiret: Âhiret, Kur’an-ı Kerim’de 110 yerde geçer. Kur’an’da son gün anlamında yevmü’l-âhir şeklinde, dünya ile karşılaştırmalı olarak veya yalın halde geçer. Yalın halde el-âhire şeklinde kullanıldığı  yerlerde  ed-dâru’l-âhire  tamlaması,  yani  “âhiret yurdu”, “diğer ülke”  anlamında olduğu veya âhiret hayatı demek olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı gibi âhiret kavramı ile dünya kavramı arasında sıkı bir münasebet vardır.
Kur’an-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akidesi işlenir. Âhiretle ilgili ayetler hem Mekkî, hem de Medenî surelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ile ahiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak mü’minin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Bir çok sûrede kâinatın, özellikle insanın yaratılışından ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır. Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı bir “oyun ve eğlence” bir “süs ve öğünüş”tür; “mal, evlat ve nüfuz yarışı”dır. Netice itibariyle o geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat, âhiret hayatıdır. Gerçek anlamda huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir (bkz. 29/Ankebut, 64; 40/Mü’min, 39; 57/Hadîd, 20). Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. O yüzden birçok ayette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir.
Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar. Bir ömür boyu sürecek maaş karşılığında birkaç saat çalışma zahmetine kim katlanmaz? Aynen bunun gibi, âhiret hayatıyla karşılaştırıldığında çok kısa olan şu fâni dünyada, milyar dolarlara değişilmeyecek şerefli kulluk görevini terk etmek akıllılık mıdır? İnsan, çok aceleci ve unutkan. Allah da çok merhametli ve bizi uyarıyor ve bize âhireti hatırlatıyor. İstikbâl için yatırım yapmalıyız. Orada lâzım olacak azığı buradan hazırlayıp göndermeliyiz.
İnsan, teklifsiz, başı boş ve kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun yapacağı işler ve yapmaması gerekenler, ilâhî hükümlerle bildirilmiştir. Dünyada irâdesiyle Allah'a kulluk etmesi için ona her türlü imkân sağlanmıştır. Allah'ın kendisine verdiği, maddî mânevî tüm imkânları O'nun istediği gibi kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı kazanmış olur. Aksini yapan kişi de bu ebedî hayatın mutlu sonucunu elde edemez. Bunun içindir ki, her insanın âhiret hayatı, dünyadaki ömrüne göre değil; dünya hayatında yaptığı işlerine göre olacaktır.
Dünya, âhiretin habercisi, âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan adlı bu ölümsüz yolcu, birinden diğerine intikal ederek sürdürür sonsuz yolculuğunu. Çünkü ölüm, bir başka hayatın besmelesidir. Nübüvvet, insanlığın geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir. Kur'an da, bu tarihin akacağı yatağın ilâhî projesi. İnsan, bu projeye bakarak tarihi değiştiriyor ve tarihi tarihe bu projeyle taşıyor.
Âhiret olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği gün âhiret de verildi. Eğer seçiminin ödül ve cezasını görmeyecekse yaratıklar arasındaki bunca ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki?  İşte  bu  nedenle  âhiret,  seçme  hürriyetinin,  irâde  ve  şuurun  doğal  sonucudur.     İnsanın seçiminin Allah tarafından kaale alındığının, değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan, onu yeryüzüne halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen Allah'ın, en güzel kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini düşünmek abes olacaktır. Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine ve yaratılanların en muhteşemi olan insan? Boş yere, abes bir iş olarak mı yaratıldı evren ve içindekiler? Cennet niçin yaratıldı? Cehennem lüzumsuz mu?
Âhiret, Allah'ın  "vaad"  ve "vaîd"inin, yani ödül ve cezasının bir gereğidir. Suyu getirenle testiyi kıranı mahluk bile bir tutmazken Hâlık'ın bir tutması O'nun mutlak adâletine nasıl sığar? Eğer "şunu yaparsan ödüllendirilir, bunu yaparsan cezalandırılırsın" deniliyorsa elbette sonuçta "iyi"  olanla "kötü" olanın ayrılıp, yapana ödülü, yapmayana cezası verilecektir. Bu nedenle âhiret, adâlet-i ilâhînin kaçınılmaz sonucudur. Âhirete inanmamak adâlete inanmamak, adâleti istememek demektir.                                     
Âhirete iman, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa ve kronik bir illete dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanan, kendisini koyvermez.  Onun için, ölüm bir bitiş değil; bir intikaldir. Bu nedenle âhirete iman eden kâmil bir mü'min, hayatta bir kez ölür. Âhirete inanmayan kâfirse her ölümü hatırlayışta ölür. Bu nedenle âhireti inkâr edenler, mümkün olduğunca ölümü hatırlamak istemezler.  Kendilerine  ölümün  hatırlatılmasından rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler. Bir de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla sık sık selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar şehirlerin ortasına yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları için mezar ziyaretini Nebi'nin diliyle özendirmişti. (7)
 
 
Kur'an, her sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem istikbâline (âhirete) götürerek insana önünü ve sonunu hatırlatır.  Bu  nedenle mü'min,  her  ânında  üç  zamanı  birden  yaşayan insandır. Bu, ona süreklilik ve sorumluluk duygusu verir. Kur'an'daki kıyâmet, cennet, cehennem, mahşer, mîzan ve sorgu sahneleri, mü'minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek için istikbâline açılan birer penceredir.
Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişelerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların kafalarında taşıdıkları endişelerine bakın; tamamının veya tamamına yakınının dünyevî endişeler olduğunu göreceksiniz. Kalabalık bir şehrin en yoğun noktasında durun ve oradan geçen binlerce insandan her birine şu soruyu yöneltin: "Şu anda neyi düşünüyordunuz?"  Hiçbir insanın, "şu anda, bir gün öleceğimi ve yaşadığım hayatın hesabını vereceğimi düşünüyordum"  dediğini kolay kolay duyamayacaksınız. İnsan, başına yüzde yüz gelecek ölüm olayını ve hesaba çekilmeyi düşünmeden nasıl yaşar? Fakat, maalesef yaşıyorlar; buna yaşamak denirse.
Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Ahiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar âhiretle birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbal (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.
Bir ayağımız âhirette; bir ayağımız dünyada, bir gözümüz âhirette; bir gözümüz dünyada ve bir kulağımız İsrafil'in surunda; bir kulağımız dünyada olarak yaşarsak dünya-âhiret dengesini kurmuş oluruz. Yoksa hem kendimiz, hem de bizden etkilenen her şey fesâda uğrayacaktır.  "Öyle binalar ediniyorsunuz ki, sanki içinde ebedî kalacaksınız!" (26/Şuarâ, 129)  
Bütün meseleler gelip ahirete ve dirilişe ciddi manada iman (yakînî bir bilgi ve kesin bir inanç) noktasında düğümleniyor. "O (Allah), hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı." (67/Mülk, 2)  Bu âyetin ifadesiyle hayata baktığımızda sanki bir terslik varmış gibi görebiliriz. Çünkü biz insanlar, önce yaşar sonra ölürüz; ama âyette önce ölüm, sonra hayat denilmiş. Burada Allah bize şunu îma ediyor: "Hayatı anlamak ve doğru yaşamak istiyorsanız, önce ölümü anlamalısınız."
İnsanın hayatı nasıl anladığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer siz ölümü bir bitiş ve yok olma  şeklinde anlarsanız, hayatı da "nasıl olsa ölüm var; o halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır" şeklinde anlar ve öyle yaşarsınız. Ama ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak anlarsanız, o zaman hayatı;  "en ince teferruatına kadar hesabının verileceği bir olay"  olarak anlar ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun hesabını yapar, hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız.      
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme istemesi her yerde fesâdı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm'dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adâletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz'af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezalandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların  nihaî cezasını Allah, âhirete saklamıştır. Adâlet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. "Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helâk vardır. Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?" (38/Sâd, 27-28)
Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar 'dünyadadırlar'  ama,  'dünyadan ve dünyevî'  değildirler. Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler. Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla uzak gözüyle bakıl-mamalıdır. Çünkü "Dünya" kelimesi, denâ'dan gelir ve 'yakınlaştırılmış şey'  demektir. Demek ki dünya, insanın akıl ve idrak tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen şeyin (dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer, “daha sonra”  geldiğinden; bize  'uzak'  gibi gelir. Halbuki bu,  'yakın'  olanın/dünyanın sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek ve her ânımıza bir muhasebe yapmak durumundayız.           
Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fâni ve sıkıntılarla dolu bir diyardan; ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta, yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. "Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir"  cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr, Uhud savaşında "cennetin kokusunu Uhud'un arkasından duyar gibi oluyorum" diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe de cennete öyle acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.
İmam Gazali diyor ki: "Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor." Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi? "Onlar, geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevk ü sefa sürecekleri nice nimetler. İşte böyle oldu ve biz onları başka topluma miras verdik." (44/Duhân, 25-28) "Ey iman edenler, size ne oldu ki: 'Allah yolunda topluca  savaşa  çıkın'  denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı râzı oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi (zevki), âhiret yanında pek azdır." (9/Tevbe, 38)
Gerçek özgürlük, Allah'a koşmakta ve Allah'a yakın olmaktadır. İnsan, Allah'a ne kadar yakın olur, O'na ne kadar bağlanırsa o kadar özgür sayılır. Allah'tan uzak yaşayan insanlar köle insanlardır. Mesela; mobilyalarının ve arabalarının çizilmesine hiç dayanamazlar. Çünkü o çizilen şeylerin kölesi durumundadırlar. Efendilerinin zarar görmesinden rahatsız olurlar. Ama hergün dinleri, imanları, şerefleri, namusları çizilir, hiç rahatsız olmazlar. Başörtüsüne uzanan ele kızmaz; yeter ki o el, kendi putlarına, efendilerine zarar vermesin. Menfaatine dokunulduğunda etrafı velveleye boğanlar, dinlerine ve âhiretlerine yapılan hücumdan hiç rahatsızlık duymamaktalar.  Böyle insanların özgürlükten bahsetmeleri, kölelerin özgürlük dersi vermesine benzer.
Peygamberimiz'in tavsiyesi şöyle idi: "Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş, birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi yaşa." (Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25). Hayatın geçiciliğini kalbine ve kafasına oturtmuş bir müslüman geçici şeylere fazla sevgi beslemez ve kendini bağlamaz. Zaten şu bir gerçektir ki; Allah'ın dışındaki şeylere olan ilgi ile Allah'a olan ilgi arasında ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah'ın dışındaki varlıklara, eşyaya ilgisi ne kadar fazla ise, Allah'a olan ilgisi o kadar azdır. Böyle bir durumda ilgi duyulan şeyler Allah ile kul arasında engel  teşkil ederler. Bu yüzden İslâm, insanın duygularını âhirete yönetmek için Kur'an'da çok sık şekilde ölüm, âhiret, kıyâmet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî sûrelerin aşağı yukarı tamamında, diğer sûrelerin de genelinde bu havanın verilmeye çalışıldığını görürsünüz. "Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır." (57/Hadîd, 20)
Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta "gidici" olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme günü gelmeden önce kendini hesaba çeker. Aksi halde, insan gideceği saate kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. "Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (87/A'lâ, 16-17) Aşağı yukarı her insan, bir eşya satın alırken, önüne konan iki maldan "iyisi olsun, pahalı olsun" diyerek daha kalıcısını tercih ettiği halde, Allah'ın önüne koyduğu iki hayattan geçicisini tercih ediyor; kalıcısını bırakıyor. "Hayır, siz acele geçiveren şu dünyayı çok seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz!" (75/Kıyâme(t), 20-21). Hayır, siz yaptığınız işlerin karşılıklarının acele, peşin verildiği şu dünyayı çok sevdiğiniz için karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz. "Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele." (2/Bakara, 155) "Yoksa içinizden Alah cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" (3/Âl-i İmran, 142)
Görüldüğü gibi, dünyadaki acıların ve zevklerin altında imtihana çekilme esprisi yatmaktadır. O halde böyle durumlarda alınması gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu zevkler ve acılar geçicidir. Geçici olması da sabrı kolaylaştırıyor. Sabretmediğimizde ne olur? Geçici zevklere sabretmeyip dalarsak, âhiretteki ebedî ve hakiki zevklerden mahrum kalırız. Şu hayatın geçici elemlerine sabretmezsek, bu defa hem ebedî, hem de daha ağır âhiret azabına mâruz kalırız ve âhirette bize şöyle denilir: "İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara: 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz'  denir." (46/Ahkaf, 20)
Kur'an'a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. "Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar." (74/Müddessir, 53). Kur'an, terbiye etmeye  çalıştığı  insanda  ilk  etapta  âhiret  endişesi  oluşturmaya   çalışır.   Bu   endişe  belli bir boyuta ulaştığı zaman insanların hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şahit oluruz. Mesela; içki Medine döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır. Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince evdeki şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki, bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar o güne kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya malolacağı söylendiği anda hemen o işten vazgeçiyorlar.
Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre ahlaklı ve dürüst olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün cezasını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı bir iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Denilebilir ki; insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa  bir  süre içinde beni unutacaklar. Unutmasalar bile, öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek ki?
Ama düşünün ki "bir varlık" var ve "bir gün"  var. O varlık, o günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezasını verecek. O varlık ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adâletli, kimseye zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece O'nun rızasını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz bu insanları "Allah'ın rızâsını kazanma" amacıyla iyi şeylere kolayca yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabilirsiniz. Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu olmadan insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için kimsenin kimseye güveni olmaz.
Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç kofluğundan çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın, dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına oturtmak zorundadır.
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında özellikle ölümü, dirilişi, kıyameti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan sevdadan vazgeçelim. Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehadet râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım.
Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası  ve  mezar  taşında  da  senin  adın,  evet  senin  adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyâmetin koptu. İşte bu kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için?  Ölüm...  Ne zaman? Evet ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü, ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır. (8)
 
Allah, merhametini göstererek ikaz etmekte, dünyanın aldatıcılığını hatırlatmaktadır: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (31/Lokman, 33)
 “Dünya”ya, ister ‘yakın hayat’, ‘âhiretin önündeki hayat’ diyelim; isterse ‘ednâ’ kökünden alarak ‘en âdi, en değersiz, en iğreti en basit hayat’ diyelim; o insana ait istekler, arzular, şehvetler, uzun emeller ve bitip tükenmek bilmeyen hayaller olduğuna göre, gönül  ile Allah sevgisi ve O’na itaat arasına perde olan her şey “dünya” sayılabilir. Akıllı insan, Allah sevgisi ile gönlü arasına girerek perde ve engel olabilecek bu imtihan dünyasına dikkat etmeli, aldanmamalı; onu kulluk bilinciyle değerlendirmelidir. Esas hayat, sonsuz hayat, en hayırlı hayat; sonraki hayatımız, yani âhirettir. Dünyada ekilenin orada biçileceğine göre, bu dünya hayatını âhiret bilinciyle yaşamalı, dünyadaki görevlerimizi yaparak, orası için hazırlanmalıyız.
“Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” sözü gibi, “...Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış!” sözü de Kur’an ve sünnetin dünya konusundaki değerlendirme ve tavsiyelerine terstir; bunlar bazen hadis diye takdim edilmektedir, Kütüb-i Sitte’de böyle bir hadis rivâyeti yoktur.  Bazı insanlar da “Allah, nimetlerini kulu üzerinde görmekten hoşlanır” şeklindeki hadis rivâyetini, kendilerini gurur ve kibire, lüks ve isrâfa yönelten haramları nimet diye takdim ederek, farkında olmadan da olsa, davranışlarıyla Allah’a ve Rasûlüne iftira atma gibi büyük bir yanlışa düşebilmektedir. Bu hadisle cimrilik, malı gerektiği şekilde kullanmama, sadece biriktirmekten hoşlanma kınanmış olmakla birlikte; nimeti Allah yolunda ve meşrû bir şekilde kullanmak tavsiye edilmiştir. Ama unutulmak istenen “nimet” tanımıdır. Esas nimet; İslâm’dır, takvâdır, yardımlaşmadır, kötü değil; iyi örnek olmadır. Allah, her şeyden önce bu nimetleri kulu üzerinde görmek ister.   
Dünya bir aynadır. Aynanın rengi, büyüklüğü, çukur ve tümsekliğine, arkasındaki sırların dökülüp dökülmediğine göre şekil aldığı/yansıdığı, görüntüleri farklılaştırdığı görülür. Bir şeyin önemi, fazileti veya fenalığı, başka bir şeyle mukayese yapılarak anlaşılır. Dünya konusundaki değersizlik, kendi başına ifade edilirse yanlış olur. Dünya, Allah’ın imtihan alanı olarak yarattığı ve nice muhteşem sanatlarını sergilediği bir alan olduğu gibi; insanın da halifesi olduğu, sınav yeri olan, helâl nimetlerinden istifade edileceği, imar ederek gelişme ve kalkınmalarda bulunulacağı bir yerdir. Dolayısıyla kötü ve değersiz  değildir.  Ama  âhiretle  karşılaştırıldığında durum değişir. Âhiret devamlı ve dünyadaki eksik ve olumsuzlukların olmayacağı sonsuz bir mutluluk yeri olduğundan, âhirete göre dünya önemsizdir. Dünyayı değerlendirmede âhiret inancı temel ölçüdür. O yüzden âhirete inanmayanlar, onu başka bir şeyle karşılaştırma imkânından mahrum oldukları için veya yoklukla (ölüm, onlar için yok olmaktır) karşılaştırdıklarında câzip gelmekte ve dünyayı yalancı cennet gibi kabul etmektedirler.
Dünyanın zemmi, başlı başına bir hayır değildir. Her konuda olduğu gibi dünya konusunda da ölçü: “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek”tir. Eline geçmediği, sahip olamadığı için dünyayı kötüleyip tahkir eden kişi, erişemediği ciğere “pis” diyen kedi gibidir. Aslında eleştirisi, sevgisinden ileri gelmektedir. Yine, dünya, eline geçtiği halde, zaman akıp gidiyor, zamanla birlikte sahip olduğu dünyalıklar da azalıyor, eriyor diye teselli bulmak için kızdığından dünyayı kötülemek, dünyaya bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Makbul olan tahkir, Allah için, Allah sevgisinden, âhiret sevgisinden ileri gelendir. İnsanın, Allah’ın mağfiretine, muhabbet ve ibâdetine engel olduğu için, dünyanın zarûrî işlerinin, kendisini uhrevî güzelliklerden alıkoyduğu için veya cennetin güzelliklerine nisbetle dünyayı basit görmek, makbul olan bakıştır. Nasıl ki, Hz. Yusuf’la güzel/yakışıklı bir adam karşılaştırılsa, çirkin göründüğü gibi, dünyanın kıymet verilen güzellikleri de cennetin güzellikleriyle mukayese edildiğinde “hiç” hükmündedir.
Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş, eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey olmayacaktı, gafletle geçirilen, dolayısıyla kaybedilen zamandan başka. Hele o zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan sadece günah yükü olacaktı. Yok, dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de bugün için pek bir şey değişmeyecek, hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek, dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne ve yarınlara taşınacak kalan şey, sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Hayat oyun ve eğelenceden ibaret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş.
İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.”  Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arkaplandan koparılamaz. Sözgelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıda depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sadece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır makinesi alınca ister istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır almaz, artık  aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir.
İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?” ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar aramaya başlıyor. Kumarın binbir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor. “Haram” mı, “ayıp” mı? O da ne demek? Güldürmeyin insanı! Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz? 
Tüketim hastalığının mikrobu, moda, âdet, “ele güne karşı”, “iyi ama, herkeste var” ambalajlarıyla öyle çabuk bulaşıyor ki, kimini cebinden, kimini yüreğinden yaralıyor, hatta öldürüyor. Kendi değerini, eşyasının ve elbisesinin değeriyle ölçen insanlar, eşyasını ve giysisini teşhir ediyor; sözgelimi oturma odalarına, en dikkat çeken karşı duvara konulan vitrin, belki hayat boyu hiç kullanılmayan ve sadece göze hitap eden mutfak eşyalarının fuarı rolünü üstleniyor. Arabada motor olmasa da önemli değil; kaporta fiyakalı olsun yeter; insan, dış görünüşe, vitrine, makyaja değer vermeden çağdaş olabilir mi, ne dersiniz? Anadolu evlerinin çoğunda yer sofrasında yemek yenildiği halde, odanın biri veya büyükse salonun yarısı, süs ve gösteriş olsun diye yemek odası olarak düzenlenmiştir. Koltuklar da, evdeki hayatı daha rahat kılmak için değil; zorlaştırmak içindir. O halılar ve koltuklara şu kadar para verilmiştir, çoluk çocuk rahatça oturup keyfini çıkaramaz; annenin gözü oradadır, ya kirletirlerse...
En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, sahâbe belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı. Herkeste benzeri şeyler olduğundan, modanın temel felsefesi olan farklı ve özel görünme tutkusunun sanallığını,  eşyaya daha çok sahip olmada başkalarına ulaşılmaz fark atma imkânsızlığının ıstırabını yaşıyor. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor, ihtiyaçlar(!) tükenmiyor; âhirete yatırım yapamadan insan ölüp gidiyor.
Sadece moda için dökülen parayla neler yapılmaz? Hangi müslüman hanımın evindeki gardrobda boş yer vardır, buna rağmen alma isteği azalıyor mu dersiniz? Çeyizler, düğün ve evlilik için gerekli gereksiz masraflar... Kimileri için olmazsa olmaz ihtiyaç olan sigaraya yatırılan para, meselâ kitaba yatırılsa, vücudu zehirlemektense kafayı ve gönlü güçlendirse bu para, neler olur dersiniz? Eşya, para kötü bir şeydir demiyoruz. Eşyanın, maddenin, paranın insanı yöneten efendi olmasına, bunların insan için değil; insanın bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor olmasına sözümüz. Onlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Düşünmeyi, okumayı, ibadeti... engelleyen tv. başta olmak üzere medya ve reklâmlar... Taksitleri, ay sonunu düşünen insan, dünyada varoluş gayesini düşünemiyor.
Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı  parada parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam, dipsiz bir kuyu, bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış. Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü unutmuş, sabrı lügatından silmiş, şikâyetin ise binbir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını  olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü ibret levhası olmaktan çıkmış. Sahâbe birbirleriyle hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin hizmetçisi; gönül, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar.
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-tv. seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek müslüman için sözkonusu değildir.
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.” (61/Saff, 10-13). İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimiz, veya Rabbımız. Ya geçici menfaat, veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!                      
 
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol