HARUN EBU HUSEYIN - YILDIRIM
  H E V Â
 

H E V Â

"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." (2/Bakara, 120)

Hevâ; Anlam ve Mâhiyeti

“Hevâ”; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Uzay ve yer arasında bulunan atmosfer boşluğuna bundan dolayı hevâ (hava) denilmektedir. Hevâ, aynı zamanda düşüşe de denilir. Bu anlamından dolayı, istenilen güzel davranış seviyesinden düşüşle ilgili olarak, hevâsını tanrılaştıranların düşeceği cehennemin isimlerinden birisi olan ve “çukur”, “düşülen uçurum” anlamına gelen ve hevâ kelimesiyle aynı kökü paylaşan “hâviye” ile olan ilgisi dikkat çekicidir. Istılahta hevâ ise, bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık, arzu ve istek, nefsin tabiatında olan hislerinin icabına göre hareket ederek yükseklerden yüz çevirip süflî tarafa eğilim göstermesi, benliğin şehvet tarafına geçerek ruha sırt çevirmesidir. Bu saptırıcılığından dolayı nefsin bu türden süslü isteklerine tâbi olması, hevâ olarak isimlendirilmiştir.

Hevâ, nefsin şehvete meyli için kullanıldığı gibi, bizzat şehvete meyyal nefis için de kullanılır (Râgıb, Müfredât, s. 769). Hevâ, nefsin, arzularını tatmin için şeriatın dışındaki şeylere meyletmesidir (Cürcânî, Ta’rîfât, s. 257). Meselâ kişinin nikâhlısına ilgi duyması, meyletmesi ibâdet iken; nikâhlısı olmayana meyli kabahat olmaktadır (Elmalılı, Eser Y. 7/4570).

Hevâ, aşağılık istek ve arzuların kaynağı olmasından dolayı, dalâletin başta gelen sebeplerinden biridir. Bu yüzden hevânın zıddı “hüdâ” (hidâyet) kabul edilir. Onun için hevâ kavramı, nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, uçurumlara ve Cehenneme düşürür. Hevâ, nefsin şehvet denilen hayvanî ve aşırı istek ve arzulara meyletmesi anlamında kullanılır. Hevâ, keyfe uymak, boş ve zararlı tutkuların güdümüne girmek demektir. Bu şehvete meyleden nefis için hevâ denir. Sahibini dünyada çeşitli belâlara sokan, âhirette de onu cehenneme düşüren şey diye de tanımlanır.

Hevâ, insan nefsinin şehvetlerinden ve hayvanî iştihadan doğan doğal eğilimi olmakla beraber, aynı zamanda insanı her türlü isyana götüren zaafın itici gücüdür; her türlü belânın, rezilliğin ve kötülüğün kaynağıdır. Hevânın zan ve şehvet ile de yakın bir anlam bağı bulunmaktadır. Çünkü zan, kişinin bir şeyin müsbet veya menfîliği hakkında, tahminle kendi nefsine göre bir hüküm vermesidir. Yani sübjektif olarak dış dünyaya bakması, değerlendirmesidir. Halbuki sübjektif dünya, izâfî bir dünya olduğundan, her şahsa göre değişebilen bir âlemdir. Bundan dolayı hevâ, zanda olduğu gibi aldatıcı ve zevke göredir.

İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına ‘hevâ’ denilmektedir. Nefsin sınırlı istekleri, meşrû arzuları normal ve helâl yoldan karşılandığı zaman hata değil, sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu isteklerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil, nefsin aşırı istekleridir. Kişi nefsinin meşrû isteklerini, inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulup yönelmesi; nefsin Allah'ın ölçülerine aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir durumdur. Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa; görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir. Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme/vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa bu nefis doğru yoldan sapan azgın bir nefistir ve o kişi hevâsına uymuş olur.

Yeryüzündeki bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi, hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet yaparken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına, ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer akıl Allah’tan gelen ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isabetli karar verir. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o akıl, sahibini yanıltacaktır ve o kişi hevâsına uymuş olacaktır.

Kurtubî, hevâyı şöyle açıklar: "Hevâya uymak insanın Hak'tan gayrısıyla şehâdet etmeye ve hükümde zulüm ve benzeri ile hüküm vermesine sebep olur." Hevâ, insan ruhunun şehvetlerden ve hayvanî iştiha ve arzulardan doğan doğal eğilimi anlamında kullanılır. Başka bir tanıma göre hevâ, delile dayanmadan sırf arzulardan kaynaklanan görüştür. Bu anlamından dolayı Kur'an, kelimenin karşıtı olarak Peygamberin dilinden, "beyyine" (delil, kanıt, ilim) kelimesini kullanır.

Hevâ kelimesinin bir anlamı da, iniş ve düşüş demektir (20/Tâhâ, 81). Aynı kökten türeyen "el-hâviye" kelimesi de düşüş anlamından dolayı Cehennem için kullanılmıştır (101/Kaaria, 9-11). Çünkü hevâsına teslim olup onun kulu haline gelerek Allah'ın gazabına uğrayan kimse, büyük bir irtifâ kaybına uğrayıp halifelik makamından inerek hayvanlardan daha aşağı derekeye düştüğünden cehenneme de benzer şekilde yukarıdan aşağıya düşecektir. Arapça'da bir kimsenin üst makamdan daha aşağı bir yere düşüşü de hevâ terimiyle ifade edilmektedir. Kur'an'da kullanılan "hevâ" kökünden gelen bir diğer kelime "istihvâ"dır. Bu, şeytanın insanı hevâya uymaya zorlamasıdır (6/En'âm, 71)

 

Hevâsına Uyanların Özellikleri: Hevânın yerleştiği kalpte, başta şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün kötülükler yerleşmeye başlar. Bu kimseler, hevânın bir benzeri olan zanlarının (boş kuruntularının) ve keyiflerinin peşinden giderler. Allah’ın gönderdiği hidâyet rehberine aldırmazlar bile (53/Necm, 23). Kişinin kendi hevâsına uyması, Haktan yüz çevirmesi demektir. Nitekim Kur’an, "kendi hevâlarına uyanlara tâbi olmayın" (38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77) demektedir. Böyle yapanlar zâlim olurlar. Zâlimler ise Hakk’tan yüz çevirenlerdir (2/Bakara, 145). Zaten onların Allah’ın hidâyetinden yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, vahyi bırakıp kendi hevâlarına uymalarıdır (6/En’âm, 150; 18/Kehf, 28).

Şu âyet hevâya uymanın zararlarını göstermesi açısından ne kadar dikkat çekicidir: “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” (23/Mü’minûn, 71). Hevâlarına uyanların özelliklerinden biri de istikbâr (kendini büyük görme) ve peygamberlerin getirdiği vahye karşı çıkmadır. Bu gün de keyiflerine göre yaşamak ve insanları kendi hevâlarına göre yönlendirmek isteyenler, hayata ve dünyaya kendi hevâları doğrultusunda yön vermeye kalkanlar, Kur’an mesajına, İslâm'ın güzelliklerine karşı çıkmaktadırlar (2/Bakara, 87; 5/Mâide, 70).

Hevâlarına uyanlar, Allah’tan gelen ilmi/vahyi bilgisizce bir tarafa atarlar. Onlar gerçekten câhillerdir (30/Rûm, 29). Kur’an, Hz. Peygamber'i ve onun şahsında müslümanları uyararak: "Sana gelen bu ilimden (Kur’an ve hükümlerinden) sonra onların hevâsına uyarsan, senin için Allah’tan bir velî ve yardımcı yoktur." (2/Bakara, 120; 13/Ra’d, 37). "Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevâsına uyma." (5/Mâide, 48, 49) "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve onların hevâsına uyma" (42/Şûrâ, 15) demektedir.

Kur’an, mü’minlere ayrıca "adâletten ayrılıp hevânıza uymayın" demektedir (4/Nisâ, 135). Şüphesiz ki hevâya uymak, dengeyi bozar, hakları ihlâl eder, tarafgirliğe ve taassuba sebep olur, düşmanlığı körükler. İnsan, Allah’ın hidâyet kitabı olarak gönderdiği Kur’an’ı, yani vahyi dışlayarak, her şeyi kendi aklına, kendi hevâsına göre çözmeye, her şeyin hükmünü işine geldiği gibi vermeye kalkışırsa, insanın gönlünde de, yeryüzünde de huzurun olması mümkün değildir. Vahyi dışlayanlar hem kendilerine yeni ilâhlar bulurlar, hem de küçük, önemsiz ve kısır çekişmelerin içinde, ucuz çıkarların peşinde koşar dururlar. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adâletin olması mümkün değildir. Bu gerçeğe hem tarih şâhittir, hem de içinde yaşadığımız şartlarda bunu açıkça görmekteyiz.

Mü’minler, sık sık hevâlarına uymamaları konusunda uyarılmaktadırlar. Yine yukarıda geçtiği gibi hevâlarına uyan veya hevâlarını tanrı haline getirenlerin peşinden gitmemelerini Kur'an ısrarla emretmektedir. Buna bağlı olarak da, en iyi barınma yeri Cennet’in Rabbinin makamından korkanlar ve nefsinin hevâsından sakınanlar için hazırlandığını Kur'an haber vermektedir (79/Nâziât, 40-41). Kur’an, Allah’ın âyetlerine tâbi olanlar ile hevâlarına uyanların bir olmayacağını belirtir: “Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevasına uyan kimse gibi midir?” (47/Muhammed, 14). Elbette bir olmaz. Birisi, Allah’tan gelen açık, sağlam, hak/mutlak doğru, hidâyet gösterici, iki dünyada da kurtuluşa götürücü, kişiyi adam yapan ilâhî belgelere, yani vahye (Allah’ın âyetlerine) uymakta; öbürü ise nefsinin aşırı isteklerine, kuruntulara, ilmî dayanağı olmayan zanlara, boş hayallere uymaktadır.

Hevâsına uyan insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir, fitne ve fesat çok yaygınlaşır, insanî değerler rağbet görmez, adâletle hareket etme ahlâkı zayıflar. Bu bakımdan insanlara düşen hevâlarına uymak değil; kendi hevâsından konuşmayan bir peygambere (53/Necm, 3-4) ve O’nunla beraber Allah’tan gelen ilme (vahye) tâbi olmaktır (2/Bakara, 120). (1)

Hevânın Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilmesi

Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’ân-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor: “Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” (25/Furkan, 43). Bu kimseler canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, canlarının istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolayısıyla kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar.

Bunlar, hakkı ve gerçeği kabul etmezler, ama keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz yine öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45/Câsiye, 23 ve yine bkz. 25/Furkan, 43; 53/Necm, 23)

Gazzâli, bu âyeti yorumlarken “ilâh” kelimesinin “ma’bûd” anlamına geldiğini, ma’bûdun da “emrine uyulan” demek olduğunu, buna göre davranışlarında hevâya uyup bedenî arzularının peşinden koşanların hevâlarını ilâh edinmiş sayılmaları gerektiğini ifade eder. (İhyâ, 3/28). Hevâlarına uyanlar, tam bir sapıklığa düştükleri gibi (45/Câsiye, 23); bunların peşinden gidenler de Allah’ın yolundan saparlar (5/Mâide, 77; 6/En’âm, 56). Mü’minler, çeşitli âyetlerde hem kendi hevâlarına ve hem de kâfir, zâlim, hak yoldan sapmış, kalpleri mühürlenmiş kimselerin hevâlarına uymaktan menedilmiştir.

İster nefsin hevâsına göre insanlar, tanrılar topluluğu (panteon) düşünüp onları kendi aralarında uzlaştırsın, savaştırsın, barıştırsın veya seviştirsin; ister arzularının istediği şeyleri onlara emrettirsin ve nehyettirsin, isteklerini güzel veya çirkin göstertsin; isterse yalnız kendi öz arzusunun geçerli ve tatmin olmaya değer en önemli gaye olduğunu düşünsün, bütün bu durumlarda insan, hevâsını tanrılaştırmış olmaktadır. (Mitolojiler, epiküriyenler, din dışı hutanistler, din dışı egzistansiyalistler, “yaratıcı sanatçılar”, tanrı yapmak ve yaratmak gibi kavramları ucuz ucuz dağıtan zihniyetler, sinema artistleri için “yıldız” ki bu tâbir, eskiden yıldızlara tapmanın hâtırasını saklamaktadır veya bir kısmı için “seks tanrıçası” gibi deyimleri bol bol kullananlar vb. ile birlikte hatırlayalım.) Nefsin hevâsı, insanlığın bütün çağlarında görülerek dar ve geniş anlamındaki bir şirkin, belli başlı kaynağı olmuştur. (2)

Hevâya Allah’a bağlanır, O’na teslim olur gibi yapışmak, büyük bir şirk, çirkin bir suçtur. “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.” (Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehefân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397). İnsanın keyfi ne istiyorsa onu elde etmeye çalışması ve bu konuda ilâhî sınırları hiç önemsememesi, bu hevâ putuna tapmak demektir. Zaten eski câhiliyye dönemindeki müşriklerin puta tapmaları da, böyle hevâya tâbi olmalarının bir sonucu idi (53/Necm, 23). Yine Lut kavminin yaptığı homoseksüellik gibi rezillik de, hevâ putunu yüceltip bütün şeytanî arzularına uymanın sonucu idi (29/Ankebût, 28-29; 45/Câsiye, 23).

Kötü temâyüllere düşkün, şehevî arzularının kölesi haline gelmiş, her türlü günahla yoğrulmuş kimseler, Allah’tan kaçabilmek için, önce O’nun hakkında şüphelere kulak verir, giderek inkâra varırlar. Böylece “her günahta inkâra giden bir yol vardır” gerçeğini ortaya koymuş olurlar. (3)

Mü’min; ilâhî nizama samimiyetle inanan, müslüman da o nizama teslim olan, uyan kimse demektir. Ferdiyetçi, hümanist bir espri ile kişinin kendi düşüncelerini yüceltip övmesi, kendi fikrinin üstünde bir şey görmemesi, kendi kanatlerine göre iyi-kötü, hayır-şer, güzel-çirkin hükümleri getirmesi, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kişinin hevâsını ilâhlaştırmasıdır. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” (45/Câsiye, 23)

Bu âyette geçen “bir ilim üzere”, yani “bilgisi olduğu halde” tâbiri, üzerinde durulması gereken bir noktaya dikkat çekmektedir. Hevâsını ilâhlaştıranlar, sıradan kimseler değil; “bilgisi olan” entelektüel kimselerdir. Yine âyette böyle sapıkların irşâdının çok zor olduğuna işaret edilmektedir. Öyleyse mutlak hakikatten/gerçek ve kesin bilgiden, Rabbânî ilimden/vahiyden uzaklaşarak, şeytanın kurulu dünyasındaki saltanatına râm olmuş modern zihniyeti, bu noktadan ele almalıyız. Tefsirlerde işaret edilen bu tip karakterle uygun kişilik sergileyen Bel’am bin Baura ve Umeyye bin Ebi’s-Salt ve her dönemdeki benzerleridir. Bel’am karakterlilerden olmamak için; hak ilme uymak ve dünyaya meyletmemek, hevâya kul olmamak gerekmektedir.

Bir başka âyette, hevâya uymak, yani dinî ölçülere ters düşen ölçüler, değerler koymak, bir başka ifadeyle ferdiyetçilik, egoizm, bencillik, menfaatperestlik sapıklığın en büyüğü olarak vurgulanmaktadır: “Allah’tan bir yol gösterici olmadan hevâsına uyanlardan daha sapık kim vardır?” (28/Kasas, 50). İbn Kesir’in dediği gibi, “kendi nefsinin arzusuna göre neyi güzel görmüşse, o şey o kimsenin dini ve mezhebi olmuştur.” (4) “Bir ruh ki, sâbit ölçüleri yitirir, belli mikyasları kaybeder, mazbut değerlerden mahrum olursa arzu ve isteklerinin mahkûmu olur, kendisine tapılırsa artık o ruh, hiçbir ölçüyü kabul etmez, hiçbir ciddîliği benimsemez. Hiçbir mantık kaidesini dinlemez. Azgın heveslerini tanrılaştırmaktan ve onlara tapınmaktan başka bir şey yapmaz.” (5)

Mevdûdî, Câsiye sûresi, 23. âyeti tefsir ederken şöyle der: “Hevâ ve hevesini tanrı edinmek” ifadesiyle bir kimsenin nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı, helâl mi olduğunu dikkate almadan davranması kast olunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse, nefsine itaat ettiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa şayet; o kimseleri, o kimselerin hevâlarını da tanrı edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, kendi keyfini ve o kimseleri ilâh ve mâbud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları tanrı edinmiştir. Çünkü bu kayıtsız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri tanrı edindiğinin bilfiil ispatıdır. Ve bu da apaçık şirktir. Allah’tan başkasına bu şekilde itaat eden kimse, itaat ettiği kimseye secde etmemekle ve diliyle onun ilâh olduğunu söylememekle, şirkten kurtulamaz. Nitekim diğer büyük müfessirler de bu âyeti, bu şekilde yorumlamışlardır. İbn Cerîr, “Allah’ın koyduğu helâl ve haramı dikkate almadan hevâsına/nefsinin arzusuna göre davranan kimse, nefsini ilâh edinmiş olur” demektedir. Cessâs ise, “böyle bir kimse, mü’minlerin Allah’a itaat ettiği gibi nefsine itaat eder” derken, Zemahşerî; ‘nefsinin yönlendirdiği gibi hareket eden kimse, nefsine tıpkı Allah’a itaat edildiği gibi itaat etmektedir’ der.” (6)

Her kötü iş ve söz, hevâdan, hevâsına tutsak olan kişinin cehâletinden ve zâlimliğinden kaynaklanır. İnsandaki her şerrin kaynağı odur. İnsan, hevânın kontrolüne girmek istemiyorsa, faydalı ilimle cehâleti, sâlih amelle zulmü bertaraf etmelidir. “Zulmedenler bilgisizce hevâlarına uydular.” (30/Rûm, 29) Bilgisizlikle hevâya uymak birleşince zulüm ve küfür ortaya çıkmaktadır. Allah Teâlâ, Dâvud (a.s.)’a şöyle tavsiyede bulunur: “Hevâna tâbi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır.” (38/Sâd, 26). Çünkü hevâ cismânî lezzetlere dalmaya, ruhânî saâdeti elde etmeyle meşgul olmamaya dâvet eder. (7)

İslâm’ın önemli hedeflerinden birisi, insanın arzu ve isteklerine boyun eğmesini engelleyip insanı olgunlaştırmak ve böylece yeryüzünü ıslah etmektir. Çünkü nefsin arzuları insanın fıtratını/doğal meyillerini bozar. İnsanın temâyüllerinin tabiatta özel bir düzen ve tertibi vardır. Bu âhenk ve nizam, itidal ve muvâzeneyi gerektirir. İnsan, hevâsına uyarsa bu itidal ve muvâzene, denge kaybolur, adâlet ölçüleri çiğnenir ve iş zulme varır. “Eğer hak, onların hevâlarına/arzularına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” (23/Mü’minûn, 71)

Demek istiyoruz ki; lüzumsuzlarla meşgul olan, lüzumludan mahrum kalır. İslâm’a tâbi olmayan mutlaka başka yollara düşer; Allah’a kul olmayan başkalarına kul köle olur. Rasûlullah’ın getirdiklerine teslim olmayan, mü’minlik sıfatını yitirir, hevâsını ilâhlaştırmış olur. Büyüklük/olgunluk, hevâya göre hareket değil; İslâm’a teslim olabilmektir. Firâsetli ve ihlâslı neslin yetişmesinden rahatsız olan bâtıl ideolojiler hep insanların hevâ ve heveslerine hoş gelecek işler yapmaktalar ve bu kanalla insanları kendilerine bağlamaktadırlar. Müslüman, Hakkın ölçüsüne uymak zorundadır. Hevâya uyanlar Hâviye’ye düşerler. Cehennem çukuru anlamındaki “hâviye”, “hevâ”dan gelmektedir. (8)

Materyalist düzen ve tüketim toplumu olmak, piyasadaki anlayış doğrultusunda özgürlük fikri, reklâmlarla galeyana getirilen mala karşı aşırı istek, “dünyaya bir defa geldik, ne kadar zevk alırsak o kârdır” zihniyeti, moda, teşhircilik, vitrine/kaportaya/makyaja verilen değer gibi konuların tümü hep hevâ kavramıyla, arzuları putlaştırmayla çok yakından ilgilidir.

Kur’ân-ı Kerim’de Hevâ Kavramı

“Hevâ” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 12 âyette zikredilir. Çoğulu olan “ehvâ” ise, 17 yerde konu edinilir. Hevâ kelimesi, türevleriyle toplam 38 yerde geçer.

Allah, "onların hevâlarına uyma" şeklinde sık sık Hz. Peygamber'i ve O'nun şahsında tüm ümmeti uyardığı âyetlerin çoğunda "hevâ" kelimesini çoğul şeklinde zikretmektedir. Bu kavramın toplam sayısı 38 olan bütün türevleri içinde 17 adedinin çoğul şeklinde olduğunu görüyoruz. Çünkü insanların her birinin kendine göre farklı bir hevâsı vardır. Hevâların sonu da gelmez. O yüzden onların hevâlarının sonu dalâlettir, şaşkınlıktır. Bu kavramın çoğunlukla çoğul şeklinin kullanılmış olması, hevânın genellikle nefse hoş gelen şehvet, zan, haset gibi zaaf şeklindeki bütün eğilimlerini kapsadığını ifade etmektedir.

Kur'an'da hevâ, yok oluş (20/Tâhâ, 81), yukarıdan aşağı düşüş (22/Hacc, 31), boşluk içinde bocalamak ve ne yaptığını bilmez şekilde davranmak (14/İbrâhim, 43; 6/En'âm, 71) gibi anlamlarla birlikte, genellikle ilmin ve hidâyetin zıddı, delilsiz, nefsin süslü ve kötü arzulara uymak anlamında kullanılmıştır (30/Rûm, 29; 2/Bakara, 120). Genellikle Kur'an'da hevânın en belirgin özelliği, nefsin kötü arzularının dürtüsü, sapması ve saptırması kaçınılmaz bir meyli olarak işaret edilmektedir (6/En'âm, 56; 38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77).

Mü’minlere düşen, hevâsına uyan kişilere değil; ilme tâbi olmaktır. İlmin kaynağı vahiy olduğuna göre, vahiy ile hevâ birbiriyle çelişen, birbirine zıt şeyler olmaktadır (2/Bakara, 120). İlmin karşısında yer alan olumsuz kavramlardan “zan” da, hevânın doğal destekçisidir. Çoğu zaman ikisi bir arada bulunur (53/Necm, 23; 6/En’âm, 116).

Kur'an, vahyi dışlayarak her türlü çözümü akıldan beklemenin insanı hevâya esir edeceğini ve bunun da fesada yol açacağını belirtir (18/Kehf, 28; 28/Kasas, 50; 38/Sâd, 56). Hevâ, her zaman zan, istikbâr, yani büyüklük taslama ve bilgisizlikle beraberdir (45/Câsiye, 18; 2/Bakara, 87, 120, 145; 5/Mâide, 48; 13/Ra'd, 37; 30/Rûm, 29; 6/En'âm, 119; 53/Necm, 23). Vahyin bir özelliği de hevâya bulaşmamış olmasıdır (53/Necm, 3). Kur'an, hevânın adâlete engel olacağını (4/Nisâ, 135) ve insanı şeytanın oyuncağı yapacağını (6/En'âm, 71) ifade eder. Hevâ, yer ve göklerin fesâda uğramasına yola açar (23/Mü'minûn, 71). Cennet, hevânın yönlendirmediği bir yolun sonucunda elde edilir (79/Nâziât, 40).

Kur'ân-ı Kerim, hevânın zıddı olarak, bazı âyetlerde "beyyine" kelimesini kullanır (6/En'âm, 56-57). Beyyine, hakkın/gerçeğin ortaya çıkmasına delâlet eden tüm belge, aklî delil, kanıt ve ilim demektir. O yüzden Kur'an, bir beyyinedir. Kur'an, hevâ kelimesinin karşıtı olarak bazen "ilim" kelimesini kullanır (2/Bakara, 145; 30/Rûm, 29-30). İlim, eşyanın gerçek mâhiyetini bilmek ve ona göre tavır almak olduğuna göre, hevâya dayalı yaklaşım, eşyanın bulunduğu hal ve durumun aksine davranmaktır. İşte bu, zulümdür. Böyle büyük bir zulmü işlememek için bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak, benliği kararlı bir şekilde hak olan dine çevirmek ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davranmak gerekmektedir.

Beyyine olan Kur'an, bir değerler kaynağı, varlıkla alâkalı Allah'ın açıklamalarıdır. Bunlar hakikatin belgeleridir. Zaten Kur'an, tüm insanlar için bir beyandır/açıklamadır. Öyle olunca, kişinin önce kendisi ve sonra tüm varlık ile, olması gerektiği şekilde ilişkilerini sürdürebilmesi için, Rabbinden gelen açıklamaları rehber edinmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, yanlış yaklaşımlar üzerinde olan ısrarlı tutumları sebebiyle, Allah'ın varlıklar üzerinde geçerli kıldığı yasa gereği, kalpleri mühürlenecektir. Artık hakikatle buluşma konusundaki potansiyel imkânlarını büsbütün kaybedecektir (47/Muhammed, 14, 16). (9)

İzutsu'nun da belirttiği gibi, hevânın Kur'an metninde hiç değişmeyen anlamı, "insanı doğru yoldan saptırması kaçınılmaz olan şer bir temâyül"dür. Böylelikle Kur'an'da hevâ; ilmin, yani Hakikat'ten beyan olunan bilginin zıddını oluşturur. (10)

Hevâya tâbi olmak, evrenin uyumlu düzeninin yıkılışı, anarşi ve kaosun sebebi olarak gösterilmiştir (23/Mü'minûn, 71). Nefsin hazlarını, yani hevâyı esas olan kişilerin müşrik ve bu hevâî özelliklere sahip ideolojilerin birer şirk düzeni olduğu değerlendirilir (45/Câsiye, 23).

Kur'an, hevâya karşı insanı mücâdeleye, onu dizginlemeye yöneltmektedir. "Her insan tabiatının gereği budur; bu, yapısında vardır" diyerek hevâ ve hevesini serbest bırakmaya kimse selâhiyet sahibi değildir. İnsan ruhunda her ne kadar hevâya meyletme hissi bırakılmışsa da, onunla mücâdele edebilecek yetenek ve kuvvet de bahşedilmiştir. (11)

Bazı âyetlerde “hevâ”, ilmin zıddı olarak sunulurken (2/Bakara, 120; 6/En’âm, 119; 30/Rûm, 29; 45/Câsiye, 18), bazı âyetlerde dalâlet/hidâyetsizlik (28/Kasas, 50), istikametsizlik (42/Şûrâ, 15), hüccetsizlik/delilsizlik (47/Muhammed, 14) anlamlarını göstermekte, böylece son kertede oluşan Allah’a kesin başkaldırının adım adım oluşan aşamaları belirtilmektedir. (12)

Hevâ, yani kişinin heves ve kaprisleri gurura; gurur da hakikatin reddine (2/Bakara, 87) ve adâletsizliğe (4/Nisâ, 135) yol açar. İnsanın, nefsin kötü arzularıyla mücâdelesinde Allah'ın yüce makamını düşünüp hesap günü korkusu, onu hevâya tâbi olmaktan kurtarabilir. Hevâ çukuruna düşmeyip yücelere yükselmenin bedeli cennet olacaktır. Kur'an, âhiret saâdetini elde etmek için hevâya göre hareket etmemenin şart olduğunu belirtir (79/Nâziât, 40-41).

"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." (2/Bakara, 120)

"Sana gelen ilimden sonra eğer onların (ehl-i kitabın) hevâlarına/keyiflerine uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyen zâlimlerden olursun." (2/Bakara, 145)

"... Hevânıza (hislerinize ve kötü arzularınıza) uyarak adâletten sapmayın..." (4/Nisâ, 135)

"... İnsanların arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma..." (5/Mâide, 48)

"(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmamalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." (5/Mâide, 49)

"... Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir toplumun hevâlarına/isteklerine uymayın." (5/Mâide, 77)

"De ki: 'Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi.' De ki: 'Ben sizin hevâlarınıza/arzularınıza uymam; aksi halde dalâlete uğrar, saptırırım da; hidâyete erenlerden olmam." 6/En’âm, 56)

"... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir." (6/En'âm,119)

"... Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhiret gününe inanmayanların hevâlarına/arzularına uyma. Onlar, Rablerine eş tutuyorlar." (6/En'âm, 150)

"Dileseydik elbette onu (Bel'am'ı) bu âyetler sâyesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevâsının/hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler." (7/A’râf, 176)

"Ve Biz onu (Kur'an'ı) Arapça bir hüküm (hikmetli söz) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâlarına/arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allah tarafından senin ne bir dostun, ne de koruyucun vardır?" (13/Ra’d, 37)

"Sabah akşam Rablerine, O'nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi zikirden/hatırlamak ve anmaktan gâfil kıldığımız, hevâsına/kötü arzusuna uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme." (18/Kehf, 28)

"Ona (Kıyâmete) inanmayan ve nefsinin hevâsına/arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (Kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!" (20/Tâhâ, 16)

“Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” (23/Mü’minûn, 71)

“Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” (25/Furkan, 43)

“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” (45/Câsiye, 23)

"(Rasûlüm!) De ki: 'Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (Tevrat ve Kur'an'dan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım! Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf hevâlarına/heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevâsına/hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?! Elbette Allah, zâlim kavmi doğru yola iletmez." (28/Kasas, 50)

"Zulmedenler, ilimsizce hevâlarına/kötü arzularına uydular. Allah'ın saptırdığını kim doğru yola eriştirebilir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur." (30/Rûm, 29)

"Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. O halde insanlar arasında adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma; sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır." (38/Sâd, 26)

"İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: 'ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır." (42/Şûrâ, 15)

"Sonra da Seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma." (45/Câsiye, 18)

“Rabbinden apaçık bir belge/delil üzerinde bulunan kimse; kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevâsına/heveslerine uyan kimse gibi olur mu?” (47/Muhammed, 14)

"Battığı (hevâ) zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed s.a.s.) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, hevâsından (kendi arzusuna göre) de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir." (53/Necm, 1-4)

"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin hevâsına/arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." (53/Necm, 23)

"Tuğyan edip azana ve dünya hayatını âhirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbinin makamından korkan ve nefsini hevâdan/kötü arzulardan uzaklaştıran için, şüphesiz cennet yegâne sığınaktır. (79/Nâziât, 37-41)

Hadis-i Şeriflerde Hevâ Kavramı

“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.” (Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397)

“Gerçek mücâhid, nefsiyle mücâhede edendir.” (Ahmed bin Hanbel, 6/2022)

"Dikkat edin, bir (büyük) fitne kopacaktır!" Hz. Ali (r.a.) bunun üzerine "Yâ Rasûlallah! Bu fitneden çıkış (kurtulu) nasıl (olacak)tır?" diye sordu. Peygamberimiz buyurdu ki: "Allah'ın kitabı(na sarılmakla). Sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ondadır. O, (hak ile bâtılı ayıran) kesin bir hükümdür; saçma değildir. Her kim zorbalığından ötürü onu bırakırsa Allah onu(n boynunu) kırar. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa Allah onu dalâlete düşürür. O, Allah'ın habl-i metîn'i (sağlam ipi)dir. O, zikr-i hakîm (hikmet dolu sözler)dir. O, sırât-ı müstakîm (doğru yol)dir. O; hevâların/arzuların hakikatten saptıramadığı, dillerin iltibâsa (karışıklığa) düşüremediği, ilim adamlarının doymadığı, fazla tekrarlanmaktan eskimeyen ve acâib (hayranlık veren tarafları) bitmeyen bir kitaptır. O, öyle bir kitaptır ki, cinn(den bir grup) onu dinlediği zaman 'biz, doğruluk ve olgunluğun yolunu gösteren hayretâmiz bir Kur'an dinledik ve ona derhal iman ettik!' demekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Ona dayanarak konuşan, doğru söz söylemiş, onunla amel eden sevap kazanmış, ona dayanarak hüküm veren adâlet etmiş ve ona dâvet eden doğru yola hidâyet edilmiş olur." (Tirmizî, Fezâlu'l-Kur'an, 14, hadis no: 3069)

"Sizden öncekilerin yollarına karış karış ve arşın arşın mutlaka tâbi olacaksınız. Hatta bir keler/sürüngen deliğine girseler, onların arkasından gideceksiniz." Ashâb sordu: "Yâ Rasûlallah! Yahûdilerle hıristiyanlara mı?" "Ya kime olacak?" (Müslim, İlim 6)

"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. (Müslim, İlim 7)

"Şüphesiz Allah ilmi insanlardan çekip alıvermez. Lâkim ilmi, ulemâyı almakla kaldırır. Nihayet hiçbir âlim bırakmadığı vakit, insanlar birtakım câhilleri baş edinirler. Onlara sual sorulur, ilimsiz fetvâ verirler; bu sûretle hem saparlar, hem saptırırlar." (Müslim, İlim 13)

Ebû Kulâbe, müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştur: "Hevâlarına/heveslerine tâbi olanlarla oturmayın, onlarla mücâdele de etmeyin; ben onların kendi bâtıl yollarına sizleri çekeceklerinden emin olamam, inandığınız değer yargılarına şüphe katarlar." (Tirmizî, Mukaddime, I/90)

Peygamberimiz (s.a.s.), ümmeti hakkında en çok endişe duyduğu hususlardan birinin, onların hevâları tarafından saptırılma ihtimali olduğunu ve ümmeti için böyle toplulukların çıkacağını belirtmiştir (Ahmed bin Hanbel, IV/102, 423).

Rasûlullah (s.a.s.) Kur’an’ı, insanların hevâları tarafından saptırılmasına engel olacak yegâne kaynak olarak göstermiştir (Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’an, 14). Yine Peygamberimiz, kişinin, hevâsını vahyedilmiş ilkelere tâbi kılmadıkça mü’min olamayacağını bildirmiştir (Ferrâ el-Beğavî, Mesâbihu’s-Sünne, -Beyrut, 1987- I/160).

Aklın, Hevânın/Kötü Arzuların Güdümüne Girmesi

Hz. Peygamber, evrensel bir ahlâk, üstün bir hayat tarzına sahiptir (68/Kalem, 4). Çünkü o hevâsına, yani arzu ve heveslerine göre konuşmaz. Bundan dolayı da sapmış (dâl) ve aldatılmış (ğâvî) değildir (53/Necm, 2-3). Zira kişi ancak aklını arzularının güdümüne teslim ederse, sapıtır ve dengenin en güzel ifadesi olan adâletten ayrılır. Bundan dolayı iman edenler hevâya uymaktan sakındırılmışlardır (4/Nisâ, 135). Gerçekten de hevâya tâbi olmak, Allah'la karşılıklı ilişki ve davranış tarzı anlamındaki hidâyetin kalbe yerleşmesine ve kişinin davranışlarına yansıyan bir nitelik olmasına, tevhid nûrunun kalbi aydınlatmasına engel teşkil etmektedir. Fertlerin dengede bulunmalarının en büyük dayanaklarından birisi olan âhiret ve hesap şuurunun unutulmasının perde arkasında da, hevâya/arzu ve heveslere uyma davranışı vardır (38/Sâd, 26). (13)

Şâtıbî'nin dediği gibi, iki düzen vardır. Biri, vahye dayalı düzen; diğeri de hevâ; üçüncüsü (bunun orta yolu) yoktur. Hevâ, insan hayatını düzenlemede dinin karşısına çıkışların genel adıdır. (14)

Hevâya uymanın temelindeki hastalıklardan biri, Allah ve Rasûlü’nün emrini dinlemeyip kendi nefsinin hoşgördüğü, şehvetinin, yani haram tutku ve ihtiraslarının tatmin olacağı şekilde hareket etmektir. İmam Kurtubî, azgınlığın kaynağı olan bu duygu ve davranışa hevâ denilmesinin sebebi, “sahibini cehenneme götürdüğü içindir” der (el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 19/208). Hevâ ile hâviye arasında kesin bir ilişki vardır; Hevâ, cehennem uçurumu anlamındaki hâviyeye düşüren şeydir.

Hevâ kavramını daha iyi tanıyabilmek için, “tuğyan”, “zulüm”, “istikbâr”, “ifsâd”, “ifsâd”, “fısk”, “zan” ve benzeri kavramları da çok iyi bilip anlamak gerekir. Zira bu ve benzeri kavramlar, hevânın ayrı ayrı tezâhürleridir. Hevâ, vahye karşı isyan edip Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyetine inanmayanların en büyük putlarıdır. Hevâ, sahibinin durumuna göre, belli aklî ve mantıkî silâhlarla silâhlanır. Bu silâhlar, “inkâr, câhil görme, şek/şüphe, te’vil, alaya ve hafife alma, kulak verir gibi görünüp ilgilenmeme, iftira ve en nihayet güç kullanarak Allah’ın emirlerine karşı koyma şeklinde ortaya çıkar.

Fitne ve şirkin temelinde hevâ yatmaktadır. Çünkü şirk ve küfür ehlinin, vahyin fıtrî akılla çatışmadığını kavrayamamaları sebebiyle ondan yüz çevirip istikbarda bulunmaları hevânın onların basîretlerini körleştirmesindendir. “Semûd (kavmine gelince), Biz onlara doğru yolu gösterdik. Ancak onlar körlüğü hidâyete (karşı tercihle) severek üstün tuttular.” (41/Fussılet, 17). Buradaki körlük, kalplerin körlüğüdür. İnsan, irâdesini hevâsının eline verdiğinde aldığı kararlar da, hevâsına uygun olacaktır. Hevânın irâdesinde; takvâ, adâlet, şefkat ve insaf yoktur. Çünkü Allah Kur’an’da; “Kendisinin yanında Allah’tan bir hidâyet olmaksızın, hevâsına uyandan daha dalâlete/sapıklığa düşmüş kim olabilir?” (28/Kasas, 50) buyururken, hevâya uymanın, dindeki tüm bozuluşların başlangıcı olduğunu haber vermektedir.

Rasûlullah’ın, Kur’an’ın emrine uyarak “sadece vahye uyduğunu ve müşriklerin hevâlarına asla uymayacağını söylemesi”nin özünde, tevhid dini İslâm’ın büyük siyaseti bulunmaktadır. “Velâ” (Allah’a, Rasûlüne ve mü’minlerin emîrine dostluk ve bağlılık) ve “berâ” (İslâmî olmayan herşeyden uzak olma ve onu inkâr) ancak hevâdan arınmakla mümkündür. İslâm’da hidâyetin ve imanın sıhhati, velâ ve berâ kavramlarının yerli yerince oturtulmasına bağlıdır.

İman ve şirki, hidâyet ve hevâyı Kur’an’a uygun tanımlayamayan bir topluluk, Kur’an’a bağlı bir topluluk olamaz. Çünkü iman, genel anlamda sadece kabul edilecek meselenin tasdiki değil; aynı zamanda “hüdâ”dır. Yani o, Allah’ın mü’minlerin kalbine koyduğu bir nurdur. “Bâtıl”ı tanımayan kişi, hakkı ve imanı da tanımamıştır. İşte bu bilgi, iman ve vahiy bilgisidir ki, insan ancak onunla hevâya uymaktan kendini kurtarabilir. (15)

Hevâ ehlinin diğer bir özelliği de, Allah’ın zikrinden uzak olup kalplerinin mühürlü olmasıdır. Hevâlarına uyanlar, Allah’ı, âhireti hatırlayıp bir adları da zikir olan Kur’an ve namazdan uzak olan kimselerdir. Ya sürekli kendi hevâlarının çizdiği yoldan giderek kendi arzu, görüş ve düşüncelerini putlaştırırlar veya ezilmiş mustaz’aflardan ise, nefisleri/egoları zayıfsa, bu kez de daha kuvvetli nefis veya hevânın çekim alanına girerler, uydukları kişilerin hevâlarını putlaştırırlar. “Zikrimizden kalbini gâfil kıldığımız ve hevâsına uyup da işinde aşırı giden(ler)e itaat etme, boyun eğme.” (18/Kehf, 28) "... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir." (6/En'âm,119) "Ona (Kıyâmete) inanmayan ve nefsinin hevâsına/arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (Kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!" (20/Tâhâ, 16)

Hevânın Siyasî Boyutu; Hevâya Uygun Düzenler

"(Ey Rasûl!) Sana, kendinden önceki Kitabı tasdik edici/doğrulayıcı ve ona karşı bir şâhid olarak , Hak olan Kitabı (Kur'an'ı) indirdik. O halde sen de onlar (insanlar) arasında Allah'ın indirdiği (Kur'an) ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma..." (5/Mâide, 48). Allah Teâlâ, Rasûlünü "hevâ"dan sakındırırken "vahy"i, "Kitab"ı, "Hakk"ı, "tasdik"i ve "hükm"ü zikretmesinin derin anlamları vardır. İşte "hevâ"yı tanımak için Yüce Allah'ın mü'mine verdiği Rabbânî nitelikte anahtar kelimeler... Bu kelime ve kavramların karşıtı olarak düşünebileceğimiz her beşerî davranış, bize “hevâ”nın ve “şerr”in anahtar kavramlarını verecektir. Bu yönüyle Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen tüm sistemler veya kurumlar, tüm ilâhî ve Rabbânî emirleri inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla beşer ürünü olan ve vahye dayanmayan tüm sistemler ve ölçüler, Kitab’ı esas almadıkları sürece “hevâ”dırlar ve şerrin bizzat kaynağını teşkil ederler.

Şerrin kaynağı olan her sistemde, âlemlerin Rabbi ve O’nun ilâhının şeriatine yer yoktur. Bunu derken, belli ölçü veya oranda Kitap’tan yararlanmalarını değil; onların Kitab’ı tamamen reddetmeleri ve O’nun nizamıyla savaşmalarını kasdediyoruz. Çünkü gerçekte bu iki durumun da iman açısından birbirinden farkı yoktur. Bu sistemlerin hepsi, Allah’a iman esası üzerine değil; “hêvâ”ya iman ve tapınma esası üzerine kurulmuştur. Bu düzenler; mantığını hile, nifak ve yalandan; gücünü zulüm ve sömürüden alır. Kanunlarını da, hevâ, kaba kuvvet ve sömürü üzerine inşâ eder. Artık orada bâtıl hak, hak ise bâtıl hükmünü almıştır.

Tüm bu sistemler ve rejimler bazen doğrudan doğruya Kitab’ı tahrip, inkâr ve aşağılamayı hedef almakla beraber, O’nun getirdiği Rabbânî yöntemin esası olan imanı, vahyi, Kitap’la yönetmeyi kabul etmemektedir. İşte bu da hevâya uymanın tarifi olarak Allah’ın Kitabında karşımıza çıkmaktadır. Bir insan veya topluluk “hevâya uymuştur” denildiğinde, anlamamız gereken husus, Kur’an’ı terkeden insan veya toplumdur. Zira nefsin bazı arzularına uymak (bazen mubah, bazı durumlarda günah olmasına rağmen), çoğu kez şirk ve küfür anlamında olan “hevâ” anlamına gelmez.

Allah Teâlâ, Rasûlü’nü “Onların hevâlarına sakın uyma!” (5/Mâide, 48) diye uyarırken, Mekke müşriklerini ve Mekke yönetimini elinde bulunduran Dâru’n-Nedve yönetiminin kural ve kanunlarına işaret etmekteydi. Bu bakımdan şirk düzenlerini tanımak ve tanıtmak, Kur’an’a imanın gereklerindendir. Kur’an’a imanın, “hevâ rejimleri” olan şirk düzenlerinin kanun ve kurallarını reddedip uymamakla çok yakın bir ilgisi vardır. Bugün de birçok insanın anlayamadığı gerçek de burada yatmaktadır. İslâm dışı rejimleri müslümanların düşünce, hareket ve taktiklerine itibar etmedikleri kuşatmaları, ancak müslümanların onların hevâlarına uymaları ile olmuştur. Müslümanlar, demokrasinin bir hevâ rejimi olduğunu kavrayamazlarsa, bu hevâ alanına girenler, şu veya bu şekilde Kur’an’a imanın esaslarını sarsacak ve artık Kur’an’ın kendilerine yönelik tekliflerini ya te’vil edecekler veya derinden derine Kur’ânî olan hidâyet prensiplerinde şüpheye düşeceklerdir.

“Hevâ” denilen çağdaş “Dâru’n-Nedve” etrafında kurumlaşan politik örgütlenmeleri, Allah’ın, Rasûlünü sakındırdığı şey olmadığını söyleyenler, Rasûlullah’ı ve dolayısıyla bütün mü’minleri muhâtap alan bu ilâhî emrin yorumunu nasıl yapacaklardır? Kur’an, “ehvâehum” (5/Mâide, 48) derken, hem “hevâ”yı, hem de “onlar” zamirini çoğul olarak zikrediyor. Buradan şunu anlıyoruz: Onların (müşriklerin) her birisinin ayrı ayrı hevâları vardır. Biz hevâyı onların yönetim sistemleri ve bu düzenleri ayakta tutan kurumlaşmalar olarak ele alırken, yine aynı âyetin (5/Mâide, 48) ikinci kısmına dayanarak gündeme getiriyoruz. Çünkü her sistem, bir inanç (iman) ve dünya görüşüdür. Bu nedenle her beşerî rejim, Allah’ın kitabını bilerek veya bilmeyerek inkâr etmektedir. Çünkü temelinde hevâ vardır. İslâm ise, temelde hakka ve adâlete dayanmaktadır. Kuvvet/dayatma ve hileyi esas alan sömürü rejimlerinde adâlet(!), egemen sınıfların veya ideolojilerin, aykırı düşünenlerin hayatlarını ve inançlarını tahakküm altına almasıdır. Buna da o düzenlerde sosyal sistemin teminat altına alınması denir ki, tüm karşıt davranışlar böylece mahkûm edilir.

İşte buradan hareketle tüm beşerî dinler, yeryüzünde ulûhiyet iddiasındadır. Eğer bunun böyle olmadığı inancında olan varsa, bu sistemlerin kanunlarına, insanları yargılama ve cezalandırma yöntemlerine ve bunun temelindeki mantığa baksınlar, o zaman bunun böyle olduğunu anlayacaklar ve beşerî sistemlerin geçirdiği değişim ve aşamaların olmadığını, insan fıtratıyla ve öldükten sonraki hayatla hiçbir bağlantısının olmadığını göreceklerdir. Dünya hayatını maddede başlayan ve onda biten bir hayat gibi gören sistemler/düzenler, özünde hevâ ideolojisini barındırır.

Kanunlarını yaparken insanların Rabbinin Kitabına dayanmayan tüm sistemler, birer hevâ putudur. İnsanların tepesinde Rablik iddiasında bulunan insanların hepsi de, nefislerini ve hevâlarını ilâh edinmişlerdir. Allah (c.c.); “Biz sizlerden her biriniz için, bir şeriat ve yol koyduk...” (5/Mâide, 48) derken, her insanın dünya görüşünü, bir şeriat (kanun) ve yol olarak tarif ediyor. Bu âyetin devamında Allah Teâlâ, yine aynı konuya değiniyor: “Onlar arasında Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmet, onların hevâlarına uyma! Seni Allah’ın sana indirdiklerinin bazısından fitneye kaptırarak saptırmalarından sakın!” (5/Mâide, 49). Zira ulûhiyet, Allah Teâlâ’nın zâtına mahsustur. Kullar arasında hüküm verme ise, ancak O’nun emrettiği şekilde olmak zorundadır.

Kur’an’da Allah Teâlâ, insanın nefsini ilâh edinmesinden söz eder (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23). Nefsini ilâh edinmenin aslı nefsini teşrî mercii (kanun koyucu) kabul etmektir. Burada, karşımıza aslında kendi nefsine “ibâdet” eden bir insan çıkmakta. Kitaba/vahye dayanmayan her sistem, gerçekte kendi kendisini ilâh edinmiştir. Zemahşerî, Keşşaf Tefsiri'nde bu âyeti açıklarken şöyle der: "Dininde yaptığı veya terk ettiği her şeyden hevâya boyun eğen, ne bir delile ve ne de bir burhana kulak asmayan kişi, hevâsının kulu olan ve onu ilâh edinendir." (16) Kurtubî de bu âyetin tefsirinde İbn Abbas (r.a.)'ın şu sözünü nakleder: " Hevâ Allah'tan gayrı kendisine ibâdet edilen bir ilâhtır." Yine Hasan el-Basrî (r.a.) der ki: "Hevâ, nefsi neyi çekerse ona uymak, onun peşinden gitmektir." (17) Kurtubî, "hevâsına uyan" (17/İsrâ, 28) lafzını açıklarken hevâyı şirk olarak adlandırmaktadır. (18)

Neyin "hevâ" ve neyin "hüdâ" olduğunu anlamadan, tâğûtî rejimlerin hile ve mâhiyetleri anlaşılamaz. Dolayısıyla şu gerçekle göz göze gelmekteyiz: Kur'an her kelimesiyle bize birçok imanî meseleyi açıklayıp tefsir etmektedir. Biz, Kur'an'ın iman atlasını, ancak kavramlarını tanımakla anlayabiliriz. Kur'an'da "hakk", "bâtıl", "tâğut", "i'tisâm" (Allah'ın ipine/Kitabına sarılma), "beraat", "velâyet" kavramlarının imanî boyutlarını ve sahalarını tanımadan, hangi imandan söz edebiliriz? İman, gerçek anlamıyla neyin hak ve neyin bâtıl olduğu bilindiği zaman iman olur. Müslümanlar, Kur'an'ı tanımadan ve O'nu pratik yaşayışlarında örnek almadan, beşerin hevâsının icadı olan yollarda kurtuluşu aramanın imanî bir yanlışlık olduğunu nasıl anlayabilirler?

Kur'an'ın iman ve amel olarak, müslümanların hayatında İslâm'a dâvetten uzak kalması felâketlerin başlangıcıdır. Zira artık dinde insanlar hevâlarına uymaya başlamışlardır. Çünkü İslâm şeriatı, mü'minlerin karşısına çıkan hiçbir meselede Kur'an ve sünnet dışında bir müracaat kaynağından söz etmemiştir. Haramların hâkim olduğu alanlara mü'minler "maslahat" bahanesiyle giremezler. Zira Kur'an'da şirk olarak tanımlanan şeyler, maslahat adına meşrûlaştırılamaz. Allah'a inandığını söyleyen insanlar böyle bir yola saptıklarında, onlar hem dünyada hem de âhirette acı bir neticeyle karşılaşacaklardır.

Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurur: “Eğer hakk, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” (23/Mü’minûn, 71). Ez-Zemahşerî bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Kur'an, bununla hakkın azametine delil getirdi, zira gökler ve yer, her ikisinde bulunan şeyler ancak "hak" ile vardır. Eğer hak, onların hevâsına uysaydı "bâtıl"a inkılâp ederdi ve kâinatı ayakta tutan kuvvetinden sonra fenaya uğrardı. Yahut Hz. Muhammed (s.a.s.)'in getirmiş olduğu hak, ki o İslâm'dır, onların hevâsına uysaydı "şirk"e inkılâp ederdi." (19)

Hak olan Kur'an'ın hükümlerinin insanların hevâsına uyması mümkün değildir. Kur'an'ın, insanların hevâlarına uymasına karşı çıkan kimselerin, bizzat kendileri, nasıl olur da Kur'an'ı reddedenlerin hevâlarına uyabilirler? Bunun İslâm'a göre açıklanabilecek hiçbir yönü yoktur. Çünkü iktidar olan "hevâ" ile bir araya gelindiğinde ancak hevânın istediği olacaktır. Bunun içindir ki Kur'an'da hiçbir nebînin şirk rejimleriyle ortaklaşa yönetimi üstlendiği gösterilemez. Zaten hak hâkim olsaydı, hevânın iktidar olması düşünülemezdi. Zemahşerî "Rabbinden apaçık bir delil üzere olan, kendisine amelinin kötüsü süslü gösterilip hevâlarına uyanlar gibi olur mu? (47/Muhammed, 14) âyetindeki "hevâ" kelimesini "şirk" olarak tefsir etmektedir. (20)

Öyleyse şirk rejimlerinin tamamı, kurum, kural ve kanunlarıyla "hevâ"dan başka bir şey değildir. Günümüz müslümanlarının, propagandacı bir tavırla yürüttükleri çalışmalardan bazıları; tâğutun rejimlerini işletmede, yalnız Firavun'un izniyle onun rejim ve yönetme oyununa katılmak ve kendini aldatmaktan başka bir şey değildir. Hevâ rejimleri ve tâğutlar, kendi hevâlarına uyanlardan asla sakınmazlar ve bunu kendileri için bir tehlike olarak da görmezler. Çünkü hevâ iktidarlarının elinde, yeteri kadar ihtiyaç duydukları güç ve hile vardır. Demokrasilerde hevâya uygun çare(!) tükenmez.

Burada, politik sahada kazanılan veya kaybedilen şeylerin hesaplanmasıyla Kur'an'ın uyulması gereken emirleri arasında hiçbir ilgi yoktur. Politik savaş veya bazılarının söylemlerine göre "demokratik cihad(!)" Allah ve Rasûlünün veya mü'minlerin velâyetinin pratik hayattan çıkarılması anlamına mı gelmektedir? Buna politik veya demokratik "takiyye" diyebilenler olabilir. Ancak bu, gerçekten insanları yavaş yavaş Kur'an'ı tanımaktan ve onu rehber edinmekten çok; bilerek veya bilmeyerek, ama düzenli bir şekilde ondan uzaklaştırmaktır.

Allah Kur'an'da: "(Onlar) yalanladılar ve hevâlarına uydular..." (54/Kamer, 3) âyetinde "hevâ"nın, temelde Kur'an'ı yalanlama olduğunu vurgulamıştır. Kur'an, Rasûlullah (s.a.s.)'ı onların hevâlarına uymaktan alıkoyarken, aynı zamanda da tüm müslümanlara, uymaları gereken İlâhî emri de tebliğ ediyordu. Rasûlullah'a gelen; hak, ilim ve hidâyet idi. Bununla hükmetmekle emrolunuyordu. Hevâ kavramının âyetlerde ilk indiği sıralarda daha "nifak" denen olay gündemde yoktu. Ancak, hevâyı şeytan Medine'ye taşıyacak ve orada da insanları onunla aldatacaktı. Bugün bazıları sergiledikleri pratiklerle sanki şunu söylemek istiyorlar: "Allah Rasûlü, Mekke müşriklerinin hevâlarına uymadı; Ancak, bugünkü şartlar, kendi hevâlarına uyan demokrasi ve laiklik savunucularının kılığına bürünmemizi gerektiriyor." Hevâdan kaynaklanan bu sözlerinin kabul edilecek İslâmî bir yanı yoktur.

Bugün insanlar, tâğutun birçok isteğine, şer'î ruhsatı olmadığı halde, boyun eğmekteler. Bunun demokrasi denen siyasî rejim mensuplarının ve apaçık Allah'a şirk koşan insanların hevâsına uymak olduğu söylenebilir. Mekke dönemine baktığımız zaman; Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in müşrikleri iman etmeye çağırmasına karşılık, müşriklerin de kendi dinlerine dâvet ettiklerini görürüz. Bu karşılıklı dâvet mücâdelesinde; Rasûlullah'ın rehberi Kur'an; müşriklerinki ise, atalarının sapık dini ve hevâlarıydı. Rasûl-i Ekrem'in vaad ettiği dünya ve âhiret saâdeti, cennet ve Allah'ın rızâsı; müşriklerin vaad ettikleri ise; (vahye uymaktan vazgeçmesi şartına bağlı olarak) iktidar, servet, şöhret, kadın vs. gibi hevânın eserleriydi.

Şimdi bu tarihî tablo, bütün berraklığı ile gözlerimizin önünde iken, "onların hevâlarına uyma!" diyerek Allah Rasûlü'nü ikaz eden âyet-i kerimelerin getirdiği mükellefiyeti hâlâ anlayamayacak mıyız? Bilindiği gibi bu mücâdelede kaybeden Mekke şirk devleti olmuştur. Zira onlar, vaadlerine rağmen, Rasûl-i Ekrem'i ne kendilerine lider, ne siyasî rejimlerinin ortağı olmaya ikna edememişlerdir. Eğer Peygamberimiz, müşriklerin bu tekliflerine birazcık da olsa meyletseydi, yukarıda zikredilen âyetlerdeki ilâhî tehditlerin muhâtabı olurdu. Rasûl-i Ekrem'in ümmeti de, müşriklerin hevâlarına uymama noktasında hassâsiyet göstermek mecbûriyetindedir.

İslâm'a kayıtsız ve şartsız teslim olmak yerine, demokrasi havâriliğine soyunan kimseler, kellerinin ne kadar dışarıda olduğunun farkında değiller. Tarihin hiçbir döneminde müslümanlar, düşmanlarınca bu denli kahredilmemişler ve bu kahredilmişliğe rağmen düşmanlarını gâfil sanma ahmaklığına düşmemişlerdir. (Kâfirlerin ve düzenlerinin hevâsına bir iki noktada uymayı geciktirenler veya tereddüde kapılanlar, düdük sesi, postal gürültüsü, tankların görüntüsü veya balans ayarıyla da metotlarını gözden geçirme gereksinimi duymayan hevâî bir gaflet içindeler. Defalarca aynı delikten ısırılmadık yerleri kalmadığı halde oyuna doymuyorlar.) Rasûl-i Ekrem, hem insanları İslâm'a dâvet edip, hem Dâru'n-Nedve'de görev yapamazdı. Çünkü bu nübüvvetin, hevâ ve tuğyan ile olan mücâdelesi açısından mümkün değildir. Esasen Kur'ân-ı Kerim, insanları tuğyana, şirke ve zulme dayanan yönetimlere karşı mücâdele etmeleri için imana dâvet etmiştir. Hevâ ve heveslerini ilâh edinen insanlarla, Rasûl-i Ekrem'in Dâru'n-Nedve'de el ele olması düşünülebilir mi?

Hevâya teslim olmanın aslı, Allah Teâlâ’dan gayrısına ibâdet/kulluk etmektir. Bu, kimi zaman ataların dinine bağlanmak, kimi zaman egemen bir beşerî ideolojinin veya tâğutun hükmüne iman etmek, kimi zaman da nefs-i emmâreye uymak şeklinde karşımıza çıkar. İnsanların hevâlarına uymalarının temelinde; vahiyle geleni tahrif etmek veya vahyi tamamen terk edip onun yerine arzulara tâbi olmak vardır. Bu sebeple bütün laik rejimler birer hevâ rejimleridir. Kökeninde, göklerin ve yerlerin Rabbinin olmadığını söyleyen ve Allah’ı hiç önemsemeyen bir felsefe vardır. Yeryüzünde Hz. Âdem’den bu yana devam eden tevhidî hareketin karşısına sürekli olarak “hevâ” çıkmıştır. Hevâ; şüphe, şek, câhiliyye veya kişilerle bazı sınıfların ilâhlığı üzerine kurulmuştur. Hevâ, Allah’ın emirlerine başkaldırının ilk çıkış noktasıdır.

Kur’an’da ehl-i kitabın ve müşriklerin hevâlarına uymayı yasaklayan âyetler, Allah ve Rasûlü’nü gerçekten dost edinip edinmemenin ölçüsünü bize vermektedir. “Ey kitap ehli, dininizde Hakkı bırakıp aşırılığa gitmeyin ve daha önce sapıtmış olan, birçoklarını da dalâlete uğratıp yoldan saptıran bir kavmin hevâsına uymayın.” (5/Mâide, 77) âyetini tefsir ederken Fahreddin Râzî, “Hevâ, herhangi bir hüccete/delile dayanmadan şehvetin/kötü arzuların dâvet ettiği anlayışlardır” diyor (Mefâtuhu’l-Gayb, c. 12, s. 66). Buradan da şunu anlıyoruz. Kur’an’daki hevâ kavramı, tüm şer sistemlerinin beslendiği kaynak olarak karşımıza çıkmakta. Âyet-i kerimede söz konusu edilen “fitne”, şirk koşmak veya şirke ortaklık etmektir. Bunun için, fitne kelimesinin biraz yukarısında, “onların arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet” denilmektedir. Onlarla beraber olunduğunda Allah’ın emri ile hükmedilmeyecektir. Çünkü müşrikler Allah’ın emriyle hükmetmezler. Dolayısıyla onların yönetimine iştirak eden, hidâyete değil; müşriklerin hevâsına uymak gibi yönetim ortaklığını üstelenmiştir. Konuya sadece bu açıdan baktığımızda bile nübüvvetin tahrif edildiği anlaşılır.

Şimdi aynı âyetteki şu üç kavram üzerinde biraz duralım: “İnsanlar arasında Allah’ınindirdiği ile hükmet”, “Onların hevâlarına uyma”, “Allah’ın sana indirdiği emirlerin bazısında seni fitneye düşürüp ondan saptırmalarından sakın.” (5/Mâide, 49). Bu kavramlardan her biri, başlı başına bir itikaddır. Birini diğerinden ayrı düşünemeyiz. İnsanlar arasında güç ve otorite sahibi olduktan sonra Allah’ın indirdikleriyle hükmetmemek, hevânın vardığı son sınırdır. Bu sınırın imanla hiçbir bağı yoktur. Fitnenin de tek sebebi, insanın kendisinin veya başkalarının hevâsına uymasıdır. Kur’an’da , “hevâya uymak” dalâlet olarak adlandırılır. Bu da hak ile amel edip hüküm vermek varken, bâtıl ile hükmetmeye denir. Allah Teâlâ, kitabında, müşriklerin hevâlarına uymamamız gerektiğini defalarca tekrarlamıştır. Bunda iman ve akıl sahipleri için alınacak ibretler vardır.

“Zulmedenler -Allah’tan- yanlarında bir ilim olmadan hevâlarına uymuşlardır. Allah’ın sapıttıklarını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur.” (30/Rûm, 29). Bu âyet-i kerimede gördüğümüz gibi hevâ; zulüm, cehâlet ve dalâleti beraberinde gündeme getirmektedir. Daha doğrusu, bu sayılan sıfatlar kişinin hevâsına uymasına yol açmaktadır.

“Ayetlerimizi yalanlayan ve âhirete iman etmeyip Rablerinden yüz çevirenlerin hevâsına uyma.” (6/En’âm, 148). Bu âyet-i kerimede bize Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar ve âhirete iman etmeyenlerin, Kur’an’la gelen emirleri uygulamayanlar olduğu söylenmektedir. Öyleyse “hevâ” kavramı, karşımıza bazı yeni şeyler daha çıkarmaktadır. Onlar da; âyetlerin yalanlanması, âhirete iman etmeme ve Allah’tan yüz çevirme. Bu yüzden hevâlarına uyanlara uymamak, imanî bir vecîbedir.

“Sonra seni bu dinden bir şeriat üzerine kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin hevâlarına uyma.” (45/Câsiye, 18). Biliyoruz ki, bu âyet Mekke’de nâzil olduğunda daha Kur’ân-ı Kerim tamamlanmamıştı. Burada Rasûlullah’a; uyması gereken şeriat, tevhide dâvet, inzâr ve tebliğ idi. Bunun yanında güzel ahlâk, mazlumlara yardım, sıla-i rahim, namaz ve tasadduk gibi ibâdetler başlıca esaslardı. Ancak, tevhid tüm berraklığı ve aydınlığı ile gelmiş; hak, bâtıldan ayrılmıştı. Artık imanla şirkin ne olduğunu iman edenler anlamışlardı.

Kur’an’ın tamamı ellerinde olan insanların, müşriklerin hevâlarına uymalarının Mekkî âyetler karşısında hiçbir mâzeretleri kalmamıştır. Korkaklık ve rejimlere yağcılığı siyaset edinenler, kendilerinin mümkün mertebe en az gündemde bulunmasını isteyenlerdir. Zira ihlâslı müslüman görünmeyi, “hevâ” rejimi ve onun kurumları reddetmektedir. Onun için; “oyunun kuralı” kelime-i câhiliyyesini, hevâlarının bir yorumu olarak insanlara sunmaktadırlar. Bu şeytanî ifade, müşriklerin de politika arenasında sûret-i haktan müslüman olduklarını söylemelerine fırsat tanımaktadır. Bu vesileyle politik nifakta onların sizin demokratikliğinizi onayladıkları gibi; siz de o müşriklerin müslümanlığını onaylar gibi görünür veya susarsınız. Bu tablo, kurallarına göre oyun oynamanın hikâyesidir. Müşriklerin hevâlarına bundan daha açık bir uyma örneği olamaz.

Aslında bu, iman cephesi adına Kur’an’ın onaylamadığı çok korkunç ve gizli bir uzlaşma alâmetidir. Eğer öyle değilse, Allah Rasûlü ve ashâbının Mekke dönemi tâvizsiz cihad ve imanlarını neyle izah edebiliriz? Bu politik oyuncular, imanın Kur’anî ve sünnete uygun mücâdelesini verenlere engel olmasınlar. Aksi halde, nassları te’vil veya tahrifte, nassa dosdoğru bağlanmaya çalışanları karşılarına almış olurlar. İnsan, kendi hevâsına uymadan, başkalarının hevâsına uymaz. Allah Teâlâ, Kitabında; “Sakın seni ondan (Allah’ın şeriatından) ona iman etmeyen ve hevâsına uyup cehenneme düşenler uzaklaştırmasın” (2/Tâhâ, 11) buyurur. Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyrulur: “Eğer onlar senin dâvetini kabul etmezlerse bil ki (onlar) ancak hevâlarına uyuyorlar. Allah’tan (yanında) bir hidâyet olmadan hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir? Allah zâlim kavimleri hidâyete erdirmez.” (28/Kasas, 50). Kur’an’daki bu tehdit içerikli âyetleri kendimize uygulamayı ihmal edip sadece bizden başkalarına inmiş gibi bakamayız. Eğer biz sadece kendimizi hidâyette, başkalarını da sadece dalâlette görüyorsak, bu bir nevi mâsumiyet iddiasında bulunmak demektir.

Peki, hevâyı nasıl anlayabiliriz? Hevâ; bir itikad, ahlâk, dünya görüşü ve sosyal bir olaydır. İnsanların hiçbir davranışını “hüdâ”dan veya “hevâ”dan soyutlamak mümkün değildir. Hüdânın alâmetleri, kişinin Kur’an ve Sünnete bağlılığıyla belli olur.

Mekke’li müşrikler, müslümanların ölmüş hayvan etinden yememelerini şöyle kınamışlardı: “Size ne oluyor ki, kendi ellerinizle öldürdüklerinizi (kestiklerinizi) yiyorsunuz da, Allah’ın öldürdüğünden yemiyorsunuz?” Bunun üzerine Allah Teâlâ, şüpheye düşen müslümanları şöyle uyardı: “Size ne oluyor ki, üzerine Allah’ın adı zikredilerek kesilenden yemiyorsunuz? Allah, zarûret halinde çaresiz (kalıp da) yemek zorunda kaldığınız şeyler dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır. Doğrusu insanların çoğu, ilimleri olmadan (cehâletle) hevâlarına uyarak saptırırlar. Şüphesiz ki Rabbin, hadlerini aşanları çok iyi bilir.” (6/En’âm, 119) Bu âyette Allah Teâlâ, kendi emirlerine karşı ideoloji ve düşünce üretenleri, “mu’tedî” (haddi/sınırı aşan)lar olarak nitelendirmektedir. Vahye karşı ideolojiyle karşı çıkanlar, cehâletle (ilimleri olmadan) hevâları aracılığıyla aldanmaktadır.

Bugün demokrasi, hümanizm, liberalizm veya laisizme uyanların İslâm’ı müslümanların gözünde değersiz ve geçersiz kılmak için Mekke müşriklerinin ideolojik tavırlarına benzer davranışlar sergilemekteler. Birçok mürted ve müşrik, İslâm’ın hayat nizamı olmasını yasaklayarak insanlara sanki; “bu ortaçağ düşüncesi olan irticâya karşı uyanık olun” diyerek, bu uğurda akıl almaz çabalar sarfetmekteler. Müşriklerin, müslümanlar üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanların etlerinden yemelerini isterlerken, belli bir itikadı yaymak ve bir gayeye ulaşmak istiyorlardı. Allah da en basit bir hayvanın kesim işinde bile şirki ve Allah’tan gâfil olmayı kabul etmedi: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilmiş olan hayvanın etinden yemeyin; Çünkü o fısktır/günahtır. Şeytanlar dostlarına sizinle mücâdele edip tartışmaları için telkin ederler. Eğer onlara itaat ederseniz (üzerine Allah’ın adı anılmayan etten yerseniz) şüphesiz siz de onlardan (müşriklerden) olursunuz.” (6/En’âm, 121)

Günümüzde İslâm topraklarında egemenlik kuran güçlerin çoğu bu konumdadır. Müslümanların bu güçleri tanıyıp onlara karşı mücâdele etmeleri şarttır. Zira onlara itaatte şirke giden yollar vardır. Bugün İslâm topraklarında müslüman olduğunu söyleyenlerin birçoğu, mürted ve müşriklerin çağrısına kapılarak İslâm’ı, Kur’an yolunu bırakarak onların hevâsına uymuş, bunu kendilerine mücâdele yöntemi, dünya görüşü ve hayat düzeni olarak kabulle acı bir duruma düşmüşlerdir. Müşriklerin hevâsına uymak, müşrikleri velî edinmek ve dünya hayatına onların hâkim olması için yardımda bulunmak, zulmün en büyüğüdür. Allah Teâlâ, Rasûl-i Ekrem’e: “Bunun için dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve onların hevâlarına uyma” (42/Şûrâ, 45) buyurmuştur. Bunun için hevâ, şirkin ve küfrün özünü teşkil eder. Şimdi Allah hevâyı bize böyle tanıtırken; iktidar olmuş hevâya millî bir kurum olarak sahip çıkanlara ne denilecektir?

Hevânın en tehlikelisi de “ulemâ” (hoca, ilâhiyatçı, din adamı) kisvesinde olan insanlarda olmasıdır. Çünkü hevâ sahibi, sürekli Kur’an ve Sünnet nasslarının karşıtı, nefsinin hoşuna giden ideolojiyi üretir. Nassları zorla te’vil etmeye çalışanlar ve müteşâbih âyetleri, muhkem gibi yorumlayanlar, artık nasslara karşı aslında yavaş yavaş güven ve inançlarını yitirmektedirler. Allah Teâlâ, Kur’an’da hevâ âlimlerine en güzel örneği İsrâiloğullarından Bel’am bin Baura ile vermiştir. Bel’am ve benzerleri, o günden bu güne bâtılı hakka tercih edenlerin önderleri olmuştur. İşte Kur’an’da “hevâsını ilâh edinen” âyetinin en bâriz örneği Bel’am bin Baura gibi insanlardır. Allah’tan gelen hidâyete uyan insanlar peygamberleri kendilerine önder edinmiş olan kişilerdir. Kendilerine hidâyet, güneşin aydınlığı gibi geldikten sonra dalâleti seçenler ise; Firavunları, Karun ve Bel’am’ları önder edinmiş kişilerdir. Bel’am kıssası, A’râf sûresi, 175-176. âyetlerde anlatılır.

Kur’an’daki Bel’am kıssasına dikkat edilince, Bel’am ile Sâmirî kıssası arasında büyük bir benzerlik olduğu görülecektir. Bel’am, Sâmirî ve Karun’un Firavun’la ortak özellikleri ise; hepsinin hevâya uymalarıdır. Demek ki hevâ, bu durumda, imanı inkâra götüren en saptırıcı bir yoldur. Zaten dalâlet yollarının hepsine birden hevâ denmesi, hüdâ yolundan çıkarmasından dolayıdır. Bu durumda, hevâ kavramının Allah’tan gelen ilâhî vahiy gerçeğiyle nasıl savaştığı daha iyi anlaşılır. İsrâiloğullarının Tevrat’ı, Hıristiyanların İncil’i tahrif ve tebdil edişlerinin ardında onların kendilerini saptıran âlim ve ruhbanlarının hevâsına uymaları vardır. Öyleyse hüdâ, iman; hevâ ise, dalâlettir.

Hevânın esâretine giren topluluklar, sonunda helâk olmaya mahkûmdurlar. Çünkü bir toplulukta hüdânın yerine hevâ, hakkın yerine bâtıl hâkim olursa, orada hayat fesada uğramış ve Allah’tan gayrı ilâhlara ibâdet edilmeye başlanmıştır. Hüdânın, hevâya üstün gelebilmesi için, iman ve hüdâ ümmetinin Kitaba bütün gücüyle sarılması ve O’nun uğrunda kuvvetli bir kıyamı başlatması gerekir. Öyle bir kıyam ki, yeryüzünde hâkimiyeti yeniden Allah’a iman edenlerin eline vermeli ve hüdânın (İslâm’ın) rahmet ve şefkat medeniyetini yeniden aklıllarda, ruhlarda ve kalplerde kurmalı. Bu da insanların akıllarını, kalplerini, düşünce ve duygularını baskı altına almış olan hevâ, bid’at ve câhiliyye ilâhlarına karşı bir “iman savaşı” başlatmak ve bunun için gerekli olan hazırlığı tamamlamakla olacaktır.

Câhiliyyenin tamamı hevâdır. Bu hevâları sebebiyle insanlar, İbrâhim (a.s.)’in hanif/Allah’ı birleyen dinini terkedip putlara tapmaya başladılar. Hevâ bugün dünya toplumlarının büyük bir kısmının dini haline gelmiştir. İnsanların çoğunun akıllarına hevâları hâkim olmuş durumda. Çağdaş uygarlık ve yeni dünya düzeni, globalleşme dedikleri şey, batının dünyayı sömürüp tahakkümü altına almak için insanlığın zihnine yerleştirmek istediği çağın en tehlikeli hevâsıdır. Hevâ, bir din haline gelmiş ve kendine has bir inanç, ahlâk, ekonomi, siyaset, eğitim-öğretim düzeni oluşmuştur. Eski câhiliyye müşriklerinden çok daha düzenli ve güçlü propaganda araçlarıyla yerkürenin dört bir yanına bu dinin ahlâk ve sistemi yayılmaktadır.

İnsanların çoğu, hevâ dinine mensuptur. Ve halkın çoğunluğuna uymak, hevâ dinine girmektir. “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmazlar ve ancak yalan söylerler.” (6/En’âm, 116) Hevânın İslâm’dan daha yoğun bir karakter arzetmesi, hevâî insanların hüdâya bağlı müslümanlardan sayıca daha çok olmasına gelince, bu, insanların nefislerinde, sevdikleri ve hoşlandıkları şeylere karşı direnç yönüyle çok zayıf ve istekli olmaları, bunda aceleci olmaları ve dünyanın imtihan vesilesi olmasındandır. Ancak, Allah’a kulluğun hakikati olan İslâm’da, insanın istekleri, arzuları, zevkleri ve davranışları belli fıtrî ve insanî disiplin içindedir. Dünyadaki nimetleri hazır bulmanın kendisine bir öncelik ve haklılık verdiğini zanneden insan, ilâhî disiplinlerin kurallarını ağır bulup nefsinin ve de şeytanının arzuları karşısında ilâhî emri hiç kabul etmeyebiliyor. (21)

Müslümanım diyen nice insan, direkt veya dolaylı olarak hevâyı ilâh edinmekte. Ya ahlâkî konularda keyfinin gereğini haram helâl deemeden yerine getirerek, ya toplumun hevâsına uyarak veya tâğutların hevâlarından ortaya çıkmış düzenlerini benimseyip gönülden itaat etmekle hevâîliklerini gösteriyorlar. Nice insan da yahûdi ve nasrânîlere, siyonist ve materyalistlere dost olanların hevâlarına uyarak, Allah’ın hüdâsına teslim olma gayreti içinde olan şuurlu müslümanları azınlık haline getiriyorlar.

Hevâlarına kulluk yapanların ellerine ne geçiyor dersiniz? Âhireti ne karşılığında satıyorlar? Dünyada kazandıkları neler? Ya kaybettikleri? Kendi hevâlarına veya itaat ve taklit ettiklerinin hevâlarına uyanlar, kendi hevâlarını doyurup tatmin edebiliyorlar, netice de gerçekten zevk alıp dünya huzuruna erebiliyorlar mı dersiniz? Peki, kendilerine kulluk yaptıkları müstekbirleri memnun edip ciddi bir menfaat elde edebiliyorlar mı? "Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." (2/Bakara, 120)

Hevâlarına uyan kişilerin egemen olduğu bir toprak parçasında fesadın yaygınlaşmaması mümkün değildir. Kişilerin hevâları çatışır ve bunun sonucu olarak “fitne” kabarır, “fesat” artar; yeryüzü zulmün, haksızlığın, öldürmelerin, işkencelerin merkezi haline gelir.

Hevânın İtikadî (ve Mezhebî?) Boyutu; Ehl-i Ehvâ

“Ehl-i ehvâ”, “ehl” kelimesiyle “nefsânî arzu ve eğilim” mânâsındaki “hevâ”nın çoğulu olan “ehvâ” kelimesinden oluşan “ehl-i ehvâ” (ehlü’l-ehvâ) tamlaması, sözlükte “nefsin arzularına uyanlar” anlamına gelir. Terim olarak “inanç ve davranışlarını, peygamberlerce tebliğ edilen ilâhî emirlere dayandırmaksızın sadece beşerî görüş ve arzulara göre oluşturanlar” şeklinde tanımlanabilir.

Kur’ân-ı Kerim’de ehl-i ehvâ tâbiri geçmemekle birlikte; yahûdiler, hıristiyanlar, müşrikler, putperestler, âhireti inkâr eden topluluklar gibi değişik zümrelerin Hz. Peygamber’e vahyedilen Kur’an’a iman etmeyip beşerî arzularına (hevâ-ehvâ) uydukları bildirilmiş, Rasûl-i Ekrem’e de onların din diye ileri sürdükleri arzularına uymaması emredilmiş, böylece beşerî görüşlere dayanan anlayışların din haline getirilmesinin yanlışlığına dikkat çekilmiştir. İslâm literatüründe bu tâbirin ortaya çıkışında Kur’an’daki bu kullanımların etkili olduğu düşünülebilir.

Hicrî II. yüzyıldan itibaren İslâm literatüründe yer alan bu tâbirle ilgili İmam Şâfiî, “er-Reddü alâ ehli’l-Ehvâ” (Ehl-i Ehvâya Reddiye) adıyla bir eser yazmıştır. Bu tâbirle, İslâm dışında kalan grupları veya İslâm’dan çıktığına hükmettiği bid’at fırkalarını kasdettiği söylenebilir. II. Yüzyıldan sonra itikadî mezhepler hakkında yazılan kitaplarda ehl-i ehvâ tamlaması ehl-i bid’atla eş anlamlı olarak kullanılmıştır. İbn Hazm’ın el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-Nihal adlı meşhur eserinde, daha çok semâvî kitapları tahrif edip beşerî arzuları doğrultusunda oluşturdukları dinî-felsefî anlayışları benimseyenleri kapsayacak şekilde geniş bir anlam verdiği görülür. Dinlerin ve mezheplerin tasnifi konusunda otoritelerden biri sayılan Şehristânî, bazı açılardan isabetli bir yaklaşımla ehl-i ehvâ tâbirine önemli bir açıklık getirmiştir. Ona göre insanlar inanç bakımından “ehlü’l-ehvâ ve’n-nihal” ve “ehlü’d-diyânât ve’l-milel”, yani kısaca “ehl-i ehvâ ve “ehl-i din” olarak iki kısma ayrılır. Varlıklar ve olaylar hakkındaki inançlarını ilâhî bir kaynağa dayandırmadan sadece kendi görüşlerine ve arzularına göre oluşturan insanlara ehl-i ehvâ denir.

Câhiliyye Araplarının görüşleri, Sâbiîler, çeşitli felsefî ekollere mensup filozoflar, bütün putperestler, yıldızperestler, materyalistler, Brahmanlar ehl-i ehvâ içinde mütâlaa edilir. İtikadî fırkaların doğmaya başladığı hicrî II. (milâdî VII.) yüzyıldan itibaren ortaya çıkıp literatüre geçtiği anlaşılan ehl-i ehvâya ilişkin görüşler iki noktada toplanmaktadır. a) Ehl-i ehvâ, ehl-i sünnet dışında kalan bütün İslâmî fırkaların ortak adıdır. b) Bu tâbir, inanç konularında ilâhî bir kitaba dayanmayan beşerî görüşleri benimseyenlere verilen addır. Ancak Kur’ân-ı Kerim’in yanı sıra bazı hadislerde hevâ ve ehvâ kelimelerinin, semâvî kökenli de olsa muharref olduklarından İslâm dışında kalan bütün dinleri veya ilâhî kaynaklı olmayan inançları içine alacak şekilde geniş bir muhtevâ kazanması dikkate alınarak ehl-i ehvânın müslüman olmayan herkesi ifade eden bir tâbir olarak kabul edilmesi (ve müslümanları hangi mezhepten olursa olsun kapsamaması) gerekir.

Selefiyye’ye mensup olan hadis âlimleriyle onların etkisinde kalan bazı ehl-i sünnet kelâmcıları ehl-i ehvâyı bid’at fırkalarından oluşan ehl-i kıbleye hasretmek istemişlerdir. Ancak bu görüşün isabetli olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira itikadî konularda aklın desteğine başvurmak veya nassları akılcı bir yaklaşımla anlamaya çalışmakla dinî konularda nefsânî arzular istikametinde hareket etmek ve duygusallığı ön plana çıkarmak arasında büyük farklar vardır. Çünkü Kur’an hevâ ve ehvâya uymayı değişik zümrelerden oluşan kâfirlere nisbet etmektedir. Ehl-i bid’atı kâfir kabul ederek ehl-i ehvâ ile özdeşleştirmek ise ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği ilkesine aykırı düşer. Ehl-i ehvâ ile ehl-i bid’atın farklı anlamlar taşıdığını ve ehl-i ehvânın kâfirler hakkında kullanılması gereken bir tâbir olduğunu kabul etmek daha uygun bir davranış olur. (22)

“Hevâ” ve “ehl-i ehvâ”yı daha iyi tanımak için dinde sonradan icad edilen bid’atlere de dikkatle bakmak gerekir. Bid’atin “hevâ” ile güçlü bir bağı vardır. Çünkü nefis, bid’ati ancak “hevâ”ile ihdas eder. Dinde sonradan çıkan ibâdet, zikir, duâ, namaz şekilleri tamamen hevânın ürünü bid’atlerdir. İşte bid’atle hevânın ortak noktası da budur. Çıkış kaynakları Kur’an ve Sünnet değildir. Bu ilişkiden dolayı “ehl-i ehvâ”ya bazı âlimler, “ehl-i ehvâ ve’l-bid’at” derler.

Ehl-i ehvâ ve’l-bid’at; Allah’ın şeriatında noksanlığın veya fazlalığın olduğuna itikad ederek kendi hevâ ve heveslerine göre şeriate eklemede veya çıkarmada bulunan “ehl-i ehvâ ve’l-bid’at, hem Allah’ın hem de mü’minlerin düşmanlarıdır. Allah Teâlâ, hayat kitabımız Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız (olanlar)ı dost edinmeyin.” (60/Mümtehıne, 1). Bu âyetin yorumunda İmam Gazzâli, şöyle diyor: “Bu âyette geçen “düşman” kelimesinden murad; insanları, bid’atlerine dâvet eden bid’at sahipleridir. İnsanları teşvik ettikleri bu bid’at, küfrü mûcip olan bir bid’atse, bu bid’at sahibi, zimmîlerden de kötüdür. Çünkü bu adam, ne cizye verir, ne de zimmîlik bağlantıları ile müsâmaha edilir. Şayet, küfrü gerektiren bid’atlerden değilse, (Allah ile kendi arasındaki hali) kâfirden ehvendir; fakat bunu reddetmek, kâfiri reddetmekten daha önemlidir.

Çünkü kâfirin kötülüğü başkasına geçmez. Müslümanlar onu kâfir bilir ve sözüne kıymet vermezler. Kendisi de müslüman olduğunu iddia etmez; ama bid’atine dâvet eden ve bid’atinin hakikat olduğunu zanneden bid’atçi, halkı aldatır ve kötülüğü müslümanlara da sirâyet eder. Buna karşı husûmeti izhar etmekte, sırt çevirip hakarette bulunmakta, bid’ati sebebiyle aleyhinde olmakta ve insanları ondan nefret ettirmekteki müstahaplık, daha kuvvetlidir. Yalnız iken verdiği selâmı iâde etmekte beis yoktur. Şayet, tarafına bakmamak ve kendisine iltifat etmemekle, bid’ati sebebiyle bu vaziyete düştüğünü anlar, kendisine tesir ederek bid’atinden vazgeçme ihtimali olursa, selâmına mukabele etmemek daha evlâdır. Zira selâmı almak, her ne kadar vâcip ise de, bazı sebeplerle bu vâcip, düşer. Hamamda olmak ve kazâ-i hâcette bulunmak gibi. Halbuki onu bid’atinden menetmek gayesi daha da mühimdir. Şayet kalabalıkta selâm vermişse, cevap vermemek daha evlâdır. Böylece insanları kendisinden nefret ettirir ve herkesin gözü önünde bid’atini takbih etmiş olur. Yine bu gibilere yardımda bulunmamak daha iyidir. (23)

Eh-i ehvâ ve’l-bid’atin egemen olduğu toplumlarda; yalancı bir din, tevhid dini ile karşı karşıyadır. Ehl-i ehvâ ve’l-bid’at, Hz. Peygamber zamanında olmayan bir dinin savunucusudur. Tevhidî hareket ise, Hz. Peygamber zamanında kemâle eren dinin savunucusudur. Dolayısıyla tevhidî hareket ile ehl-i ehvâ ve‘l-bid’at iki zıt kutupturlar. Sünnet ile bid’atin birleşmesi mümkün olmadığı gibi; bu zıt iki kutbun da birleşmesi mümkün değildir. Çünkü tarih, gece ile gündüzün birleştiğini kaydetmemiştir.

Ehl-i ehvâ ve’l-bid’at; hile ve tuzakların üzerine binâ olunmuş itikadî, amelî ve ahlâkî bir anlayıştır. Bunun için ehl-i ehvâ, ehl-i bid’atın oluşturduğu meclisleri, sohbetleri, cemaatleri terketmeliyiz. İbn Abbas (r.a.) şöyle diyor: “Ehl-i ehvâ ile beraber oturma; zira ehl-i ehvâ ile beraber oturma hali, kalpleri hasta eder.” (İmam Acurrrî, Eş-Şeriat, s. 61). İslâm nizamının hevâlara, bid’atlere, hurâfelere tahammülü yoktur.

Ehl-i ehvâ ve’l-bid’at; sırât-ı müstakîmin dışına çıkan ve çıkmaz sokaklarda çıkar yol arayanların oluşturdukları bir cehâlet cephesi olarak, İslâm coğrafyasının sosyal ve siyasal iktidarını elinde bulundurmaktadır. Bu nedenle işgal altındaki İslâm coğrafyasına ve bütün dünyaya İslâm’ı hâkim kılmaya çalışan Tevhidî hareket, kendisini sırât-ı müstakîmden saptırmak isteyen ehl-i ehvâ ve’l-bid’ate karşı uyanık olmalıdır. (24)

Hevânın Kişisel ve Toplumsal (Ahlâkî) Boyutu; Hevâî İnsanlar Topluluğu

Hevâ bir boşluktur. Kişinin herhangi bir iç dayanağa sahip olmamasıdır. Bu durum ise, kişinin her türlü etkiye açık olmasını, rüzgârın esişine göre vaziyet almasını doğurur. Kişiliksiz, hafif meşrep hale getirir. İşte bu tablo, dengesizliğe iten en müsait bir atmosferdir. Böylesine bir fert ve onlardan oluşmuş toplumlar, her türlü zulmü işleyebilir, haksızlık yapabilir. Nitekim Kabil'in, kardeşi Hâbil'i öldürmesi, "nefsinin kardeşini öldürmesini kendisine hoş göstermesi, onun da nefsine/hevâsına itaat etmesinin" (5/Mâide, 30) sonucudur. (25)

Takvâ giysisine bürünmeyen insan, çoğu zaman, nefsinin arzu ve irâdesini kendine rehber edinir. Arzu ettiğini elde etmek için nice zahmetlere katlanır, dolambaçlı yolları aşmaya çalışır. “Bu konuda İslâm’ın koyduğu hüküm nedir, bu arzum ve yaptığım Allah’ın rızâsına uygun mudur? Bunu Peygamberimiz’in huzurunda olsam yapabilir miyim? Yapmış olsam Efendimiz’in tavrı ne olurdu?...” gibi soruları ve cevaplarını hatırına bile getirmez. Hep kendi basit hesabını yapar ve planını kurar. Öbür âlemi unutur. Halbuki imanın insanı kurtaracak dereceye ulaşması için, insanın arzu ve irâdesini Hz. Peygamber’in getirdiği ahkâmın peşine takması gerekir. (26)

 

İnsanoğlu, ibâdet için yaratılmıştır (51/Zâriyât, 56). Fıtrat, nübüvvet ve Kitab gibi ilâhî yardımlara rağmen Allah’ı tanıyıp ibâdet/tapınma ihtiyacını O’na yönlendiremeyen hevâî tipler, her şeyden önce kendi arzularını, zanna dayanan bilgisizce görüşlerini, yanlış kanaatlerini, sapkın düşüncelerini, yani tek kelimeyle “hevâ”larını tanrılaştıracaklardır. Başka bütün putlar, hevâ putunun gölgesinde ortaya çıkacaktır. Hevâ putunu devirdiğinizde diğer putlar kendiliğinden devrilecektir.

Allah’a teslim olmayan kimsenin, bilinçsiz de olsa kendini (hevâsını) tanrılaştırdığı gibi; sadece Allah’ı en büyük kabul edip O’nu tekbir etmeyen kişi de kendini (nefsini, görüşünü, aklını...) en büyük görür. Her nimeti Allah’tan bilip sayısız nimetler için Allah’a şükür ve hamd etmeyen insan, bu fıtrî ihtiyacı, kendini övmekle, kendini methetmekle gidermeye çalışır.

Yine, hevâî şahıs, yaptığı sayısız hatayı kendi üzerine almaz da, nefsini yanlışlardan, kusurlardan, yanılgılardan uzak göstermek ister. Bunun da sebebi, ruhun Allah’ı tesbih etme ihtiyacını, gerçek hedefi olan Allah’a, O’nu tüm noksan sıfatlardan tenzih etmeye, tesbih etmeye yanaşmayan insanın hem kul hem tanrı olması gibi çelişkisidir bu. Hevâsı, yani kendisi bir taraftan tanrı rolünü üstlenirken, bir yandan da hevâ sahibi insan kulluk rolü oynar, arzusu neyi emrediyorsa ona teslim olup kendisi onun pespâye bir kulu ve kölesi olur. Bu iki zıt özelliğin (tanrılık-kulluk) aynı kişide bulunması ise tam bir anarşidir, kaostur, fitnedir, fesaddır, zulümdür, çelişkidir, karakter bozukluğu, şizofreni ve çifte standartlılıktır. Çünkü zıtlar birleşmediği halde, bu iki taban tabana zıt şeyi birleştirmeye kalkışmak, sadece küstahlık değil; sünnetullahın (Allah’ın yeryüzündeki yasalarının) çiğnenmek istenmesidir. Bu zulmün fecî cezasını, başta kendisi çekecek olan hevâî kişi, sonra ilişkide bulunduğu canlı cansız tüm çevresine hastalık bulaştırdığından cezasını topluma da çektirecektir. “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” (23/Mü’minûn, 71)

Yaratılış gayesini unutan insan, doymak bilmeyen canavar olan hevâsını tatmin etmek için hayat boyu çalışır, koşturur durur. Tüm enerjisini hevâsını doyurmak için harcayan, yine de onu tümüyle tatmin edemeyen zavallı, olumlu tüm cihazlarını, yani zihnini, bilgisini, sevgisini... tanrılaştırdığı bu canavarın hizmetine verdiğinden hakkı anlayamayacak, doğruları göremeyecek, işitemeyecek hale gelir. “Andolsun Biz cin ve insandan birçoğunu (sanki) cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır, ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lâkin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” (7/A’râf, 179). Hevâlarının emrine, denetim ve kulluğuna giren insanların; hakkı, Kur’an’ı ve Peygamber’in tebliğini anlayıp kavrayamadıklarını Rabbımız şu ifadelerle anlatır: “Onlardan kimi gelip seni dinler. Fakat senin yanından çıkıp gittikleri zaman, kendilerine bilgi verilenlere derler ki: ‘az önce ne demişti? (anlayamadık).’ Bunlar, Allah’ın kalplerini mühürlediği hevâlarına uyan kimselerdir.” (47/Muhammed, 16)

Hevâdan kurtulmak veya onun etkisine hiç girmemek için, hevânın zıddı hüdâya yönelmek gerekmektedir. Bunun için de hevânın, hedefini tersine çevirdiği, yozlaştırdığı tekbir, tesbih ve hamde sarılmak gerekiyor. Hevânın hoşlanmadığı gerçek tekbire, hamde, tesbihe ve bütün bunların en güzel şekilde içine serpildiği tevhid eylemi namaza sarılmak, hevâ zehrine panzehir olacaktır. Bütün bunlar, Allah'ın yardımıyla ve onun hüdâsı/hidâyetiyle olacaktır. Allah'ın hüdâsı ise, başta Kur'an olmak üzere, nübüvvet, yani Peygamber rehberliği/sünnet ve bu iki kaynağa bağlı olan selim akıl ve fıtrattır.

Hevâyı tanımak, hüdâya giden yolu açar. Çünkü, inkârı inkâr etmek ispata götürür. Kötüyü kötüleyen iyiye ve iyiliğe ulaşır. Yanlışın yanlışlığını ortaya koymak kişiyi doğruya erdirir. Ters yönün tersine gitmek, insanı düze çıkarır. Kur’an, kötü tipleri (Nemrud, Firavun, Hâmân, Karun, Bel’am, İblis vb.) onların kötülükleri anlaşılıp onlar gibi olunmasın diye, o kötülerden yola çıkılıp iyiliğe yol açılsın diye anlatır. Kötü ahlâklı kimse, itici davranışlarıyla kendine ve kendi çirkin ahlâkına düşmanları çoğaltırken, farkında olmadan iyi ahlâkın güzelliklerini tebliğ etmiş olur.

Hevâ; şehvetin, hırs ve şeytanın emrine insanı teslim etmekle, ruhu aşağılara düşürmeye ve bayağılıkların hizmetine sokmaya çalışan İblis oyuncağıdır. Hevâsına kul olan kimse, kötülüğe âşık, harama düşkün, sefâhete hayran, nâhoş zevklerle sarhoş olur. Pislerden ve pisliklerden hoşlanan zavallı biridir o. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgan, bozuk bir karakter, tağyîr edilen bir fıtrat, tahrif edilen ölçü... Bunlar hep hevânın eseri ve hevâî insanın renksiz veya çok renkli, yüzsüz veya çok yüzlü yapısı, kişiliksiz veya çok değişken şahsiyetidir.

Hevâî tip, Allah’ın hükmüne ve hakemliğine başvuracağına, kendi hevâsının yargısına mürâcaat eder. Doğru ve yanlışın, güzel ve çirkinin ölçüsü kendi hevâsı (arzusu, menfaati, görüşü, beşerî ideolojisi) dır. Bu, şehvet denilen şiddetli ve çirkin eğilimlerin kıble edinilmesidir. Hevâlîler, yaratılış amaçlarını akıllarıyla düşünmezler. İnsan ülkesinde ins ve cin şeytanlarının yardım ve hileleriyle, kalp adlı kralın da gafletinden yararlanarak yönetimi ele geçiren hevâ, egemenliğini pekiştirmek için, kendine karşı devrim yapabilecek düşman olan kalbi, selim aklı, fıtratı, vicdanı, haram-helâl, ayıp-günah duygusunu zincirlere bağlar, prangalara vurur. Artık ilâhlaşan ego, insan ülkesindeki fıtrî düzeni sarsmakta, dengeyi bozmakta, her şeyi altüst etmektedir. Kalp yerine nefsin tek egemen olduğu hevâî insan, sadece gözüyle düşünmekte, doymak bilmeyen midesine/aç gözüne hizmet etmekte, gücünün ve imkânının yettiği her istediğini yapmayı özgürlük saymaktadır.

Hevâsının gösterdiği istikamette imkân ve gücünden başka hiçbir hudut/sınır tanımayan insandır hevâsını tanrı edinen. Hiçbir dâvânın adamı olamayan, günü birlik yaşayan, tek dünyalı, tek gözlü, aç gözlü, at gözlüklü, dolayısıyla hakka karşı kör gözlü biridir o. Nefsinin zaafları, yani hevâsı doğrultusunda hareket eden, hoppa, hafifmeşrep, hayvanî zevkler peşinde koşan, heves ve arzularına düşkün ve düşük kişilere halk arasında “havâî” denir ki, aslı “hevâî”dir; hevâî, yani hevâsına uyan. Boşvermiş bir tiptir hevâî insan; top kafalı, top gibi içi boş (yani hava/hevâ ile dolu) kafa, top gibi boş şeyleri endâd edinerek, hevâ putuna ortak tanrılar arayan Hak’tan gâfil insancık... Allah’a ibâdete zamanı yoktur bu hevâî kişinin; ama faydasız bilgilere, magazin denilen âdî dedikodulara, muzır uğraşlara, geyik muhabbetlerine ve de çeşit çeşit haramlara hem vakit, hem fırsat, hem para ayırabilir. Eğlencede “ayıp”, hele hele “haram” diye bir engel tanımaz. Müzik tutkunu, tv. tutsağı, ilim yerine filmi tercih eden, haram-helâl diye bir ölçüyü unutan, nefsinin kulu kölesi bir tiptir hevâî. Ve bunların oluşturduğu insanat bahçesidir hevâ düzeninin oluşturduğu hevâî toplum.

Haram modayı mubaha, kumarı helâl ticarete, dünya rahatını âhiret saâdetine bilinçsizce tercih eden hevâî kimseler, nefis ve hevâlarına kulluk yapmayı Allah'a kulluğa, O'na teslim olmaya yeğlemiş insanlardır. “Özgürlüğüme kimseyi karıştırmam, memlekette demokrasi var, ben istediğimi yaparım” diyen, buna rağmen nefsinin kulu, kölesi olup arzuları tarafından yönlendirilen ve onun için de hevâsına tapınan, kendini tanrılaştıran azgın bir karakter, dejenere olmuş bir kişilik, menfaatperest bir tip... Yararlı-zararlı, helâl-haram demeden imkânının elverdiği her türlü gıda ile midesini doldurur, hatta bunu yaşama gayesi edinirken; ruhunun hemen hiçbir ihtiyacını giderip tatmin etmeye çalışmayan, süflî arzularının elinde oyuncak bir zavallı...

Bütün bunlar, kızılmaktan ziyade acınacak, çevre ve düzen kurbanlarıdır. Bizim yitik çocuklarımızdır bunlar. Kendilerine gelmeleri, benliklerini bulmaları, bayağı esâretten kurtulmaları için bize çok şey düştüğünü değerlendirmek içindir bu ifadeler. Yoksa, bu tiplerin özelliklerini anlatıp kendimizi onlarla mukayese ederek temize çıkarmak için anlaşılmamalı. Ve daha önemlisi, farkında olmayarak da olsa bu özelliklerin en küçüğü bizde, sorumluluğunu yüklendiğimiz yakınlarımızda var mıdır? Akrabalarımızda, komşularımızda, iş yerlerimizde, çevremizde, kısaca bizim ulaşabileceğimiz yerlerde hiç bulunmadığını iddia edebilir miyiz bu tiplerin? Bu konuda bize neler düşüyor? Bu sorulara, boş verirsek, ya da bu hastalıkları tedâvi için doktor rolünü üstlenmez, yakın çevremize kadar gelen bu hevâî ateşin tutuşturduğu yangını, havayı kaplayan ateşleri söndürmek için itfaiyecilik yapmaya çalışmazsak, bu tipler, dünyada değilse bile âhirette yakamıza yapışabilirler, bulduğumuz güzellikleri niye kendilerine ulaştırmadığımızın hesabını sorabilirler.

Hevâî tipin nasıl oluştuğu, sebepleri iyi değerlendirilmeli, sivrisinekle mücâdele için bataklığın kurutulmasının şart olduğu unutulmamalıdır. Hevâî düzen ve onun kurumları, düzenin oluşturduğu toplum yapısı ve çevre şartları değişmeden, ürünlerin değişmesini beklemek doğru olmaz. Düzen, müslüman gencin oluşmasını her taraftan engellerken, kurum ve kurallarıyla hevâî insanın ihtiyacı olacak, nefse hoş gelen her çeşit fitne ve fesadı, fuhuş ve kumarı... desteklemekte, hevâî insan, bu sistemin mücâdele ettiği değil; oluşturmayı hedeflediği tip olmaktadır. Darbe ile ele geçirdiği İspanya’yı kırk sene yöneten Franco, "nasıl halk ayaklanmadan bu kadar uzun süre iktidarda kaldın?” diye soranlara şöyle diyordu: “Futbol, müzik, kumar ve uyuşturucu sâyesinde!” İnsanları bunlarla meşgul edince, başka şeylere ayıracak zamanları kalmayacaktır. Bir de buna hayat pahalılığı, işsizlik, particilik, tv. hastalığı, kahvehane hayatını da eklerseniz, hevâî düzeninizi değil kırk, yüz kırk sene de sürdürürsünüz. Ama, unutmamalı ki, onların hevâî düzenlerini sürdürmeleri için hesabı varsa, Allah’ın da; sadece Allah’a kulluk yapan mü’minlerin de bir hesabı vardır: “Zâlimler, hangi inkılâbla devrileceklerini, nasıl bir dönüşe (âkıbete) döndürüleceklerini yakında bilecekler (ve görecekler).” (26/Şuarâ, 277)

Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın, toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; ilâhî kaynaklı hüdâya tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır.

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol