HARUN EBU HUSEYIN - YILDIRIM
  Daha Güzel Aleme
 
 
İslâm, beşeriyeti büyük adımlarla fazilet ve edeble yoğrulmuş bir hayata götürüp, bu hedefe ulaştırıcı tüm sebepleri de risaletin temel prensipleri kabul eder. Aynı zamanda bu sebepleri ihlal eden vasıtaları da risâletten çıkma ve uzak­laşma olarak telakki eder. Ahlâkî meseleler kişinin uzak kal­ması mümkün olan meseleler değildir. Bilakis onlar dinin razı olduğu ve hürmetle karşıladığı hayatın esaslarıdır.
İslâm tüm faziletleri tek tek sayıp mensuplarını onları iş­lemeye teşvik etmiştir. Peygamber (s.a.v.)'in iyi ahlâkla be­zenmeyi emreden sözlerim toplarsak, hiçbir ıslahatçı liderde bulunmayan bir eser meydana getirmiş oluruz. Bu fa­ziletlerin tafsilatına ve ayrı ayrı anlatıma geçmeden, Allah Resulü (s.a.v.)'ın iyi ahlak ve davranış güzelliğine yaptığı sıcak ve manalı davetinden bazı bölümler sunmak istiyoruz... Şüreyk oğlu Üsame anlatıyor:
"Bizler Resulullah (s.a.v.)'ın yanında iken sanki başımızda kuşlar varmış gibi hareketsiz otururduk. Kimseden ses seda yok! Tam o esnada bir grup insan gelip:
“Allah'a en sevimli kullar kimlerdir,” dediler. O da:
“Ahlâkça en iyi olanları " [1] buyurdu. Bir başka ri­vayette:“İnsana verilen en hayırlı şey nedir?" denilince:
"Güzel ahlak " [2] buyurdu. Yine şöyle buyurdu:
"Hayasızlık ve edepsizliğin İslâm'da yeri yoktur "[3]
"Sizin en hayırlınız ahlakça en iyi olanınızdır " yine: "îmânı en kâmil mümin kimdir ?" diye sorulunca:
"Ahlâkı en iyi olandır" [4] buyurmuşlardır. Yine Abdullah b. Amr şu hadisi nakleder. Allah Resulü (s.a.v.):
"Size bana en sevimli olup, kıyamette bana en yakın ola­nınızdan haber vereyim mi? diye iki veya üç defa tekrarladı. Ashâb: Buyurun söyleyin ey Allah'ın Resulü deyince:
"O, ahlâkça en iyi olanınızdır"[5] buyurdu. Yine:
"Kıyamet gününde müminin mizanında iyi ahlâktan daha ağır birşey yoktur. Allah (c.c.) hayasız ve arsızdan hoşlanmaz. Muhakkak ki, iyi ahlâk sahibi, namaz kılan ve oruç tutanların derecesine nail olur" [6] buyurdu.
Bu açık ifade, ahlâkı ıslah etmeye çalışan bir filozoftan sadır olsaydı pek acayip olmazdı. Esas garip olan, bir dinin peygamberinden sadır olmasıdır. Zira dinlerin önemi sadece ibadetlerde düğümlenir sanılır, İslam peygamberi (s.a.v.) bir yandan insanları çeşitli ibadetlere davet edip, düşmanları karşısında devletini cihad üzerine ikâme ederken, diğer yan­dan da ümmetinin kıyamet gününde terazilerinde en ağır ge­lecek amelinin iyi ahlak olduğunu vurgulamıştır ki, bu bile İslam'da ahlâkın önemine delâlet etmeye kâfidir.
Nice dinler vardır ki, "sadece belli bir akideye sarılmakla günahlar affolunur veya belli ibâdetleri yapmakla hatalar si­linir, prensibine inanır. Ama İslâm böyle demiyor. O, aki­deyi, iyilikleri işlemeye ve vecibeleri eda etmeye teşvik eden itici bir kuvvet kabul eder. O, ibadeti kötülükleri silen bir araç, kemâle ulaştıran bir hazırlık addeder. Yani kötülükleri, kişiyi yücelten iyilikler yok edebilir.
Bu esaslar çerçevesinde Resulullah (s.a.v.) ümmetine ahlâkın değerini küçümsemeyecekleri derecede kemale ulaş­malarını temin ettirinceye dek bu gerçekleri pekiştirip öğ­retmek için ısrar etmiştir. Enes (r.a.) şu hadisi rivayet eder:
"Kul iyi ahlâk sayesinde âhirette büyük derecelere ve en büyük makamlara erişir. Halbuki o, dünyada iken ibadetinde zayıf sayılırdı.Yine o, kötü ahlakı sebebiyle cehennemde en aşağı dereceleri boylar" [7]Aişe (r. anha)'dan:
"Mü'min iyi ahlâkı sayesinde gece namaz kılan ve gündüz oruç tutanların derecesine ulaşır"[8] Bir diğer rivayette; "gündüz" ve "gece" kelimeleri yoktur. Ibn Ömer'den:
"İbadetinde mutedil olan mü'min iyi ahlak ve üstün huyu sebebiyle çokça oruç tutan ve Allah'ın âyetlerini tatbik edip namaz kılanların derecesine ulaşır."[9] Ebu Hureyre (r.a.) den:
"Müminin; şerefi, dini, mürüvveti, akıl ve değeri ahlakı ile­dir"[10] Ebu Zerr (r.a.) şu hadisi rivayet eder:
"Kalbini ihlâsla dolduran, dürüst, lisanı doğru, nefsini mutmain ve ahlâkını da müstakim kılan kurtulmuştur"[11]
Güzel ahlâk, bir cemiyette sadece nazarî bilgiler ve eğitim, mücerred emir ve yasaklarla sağlanamaz. Çünkü kişileri fa­ziletlere alıştırmak ve öğretmenin "şöyle yap," "böyle yapma" demesi kâfi değildir. Bunun için köklü bir eğitim, uzun bir çalışma ve devamlı bir alıştırma gereklidir. Terbiye güzel bir numuneye dayanmazsa netice vermez. Kötü insan, çevresine iyi tesirler bırakamaz, iyi tesir, ancak gözlerin kendisinde ol­duğu kişilerden sadır olabilir. Böyle bir kişinin edebi ve yüce ahlakı sayesinde gözler ondan haya eder, insanlar hürmetle Önünde eğilir, isteyerek onu takip ederler. Takip ve ittiba eden kişinin, bir şeyler kazanabilmesi için tabi olduğu ve uyduğu kişinin, kendisinden kıymet ve değer bakımından daha önde olması gerekir. Allah Resulü (s.a.v.) ashabı arasında davet ettiği ahlâk için en güzel numune idi. O, davet ettiği yüce ahlakı ashabının kalbine muazzam siretiyle nak­şediyordu. Abdullah b. Amr (r.a) şöyle der:
"Resulullah (s.a.v.) kötü ahlâklı ve kötülükten hoşlanan biri değildi. O, şöyle buyururdu: "En iyileriniz ahlâkça en üstün olanlarınızdır."[12] Enes (r.a.) anlatıyor:
“Ben, Resulullah'a on yıl hizmet ettim. Allah'a yemin ede­rim ki bana bir defa bile "Öf”demedi. Herhangi bir şeyi niçin böyle yaptın veya şöyle yapmadın da demedi."[13] Yine Enes (r.a.)den:
"Dul bir kadın Resulullah'ı elinden tutar, ihtiyacı için onu dilediği yere kadar götürürdü. Bir insan onunla musafaha yapsaydı kendisi Resulullah'ın elini bırakmadan Resulullah onun elini bırakmazdı. O, yüzünü çevirmeden Resulullah çe­virmezdi. Arkadaşları arasında ayaklarını uzattığına kimse şahit olmazdı. Yani O, arkadaşları arasında kibirlilik tas­lamaz ve bu hususta çok titiz davranırdı"[14]  Aişe (r.anha)'den:
"Resulullah iki işten birini seçmekle karşı karşıya kalsaydı, günah olmadığı sürece kolay olanını tercih ederdi.
O: gü­nahlardan, insanların uzağı idi. Nefsi için intikam almış de­ğildi. Ancak karam işlediğinde intikam alırdı.
O: eliyle, ne bir kadın, ne bir hizmetçi ne de herhangi birşeyi dövmemişti. Sadece Allah yolunda cihad esnasında böyle değildi."[15] Enes (r.a.)'den:
"Resulullah ile yürüyordum. Üzerinde, kaba kenarları sert bir aba vardı. Bu esnada, bedevi biri gelip O'nun abasını çekti. Öyle ki Resulullah'ın omuzlarında abanın tesiriyle izler hasıl olmuştu. Bundan sonra adam "Ey Muhammed! Bana, Allah'ın senin yanındaki malından ver" dedi. Resulullah te­bessümle ona iltifat edip kendisine maldan verilmesini emretti."[16] Aişe (R.anha) den şu hadis rivayet edilir:
"Allah nezâket sahibidir. Öyle olmayı da sever. Nezâket karşısında verdiği mükafatı katılıkta veya başka herhangi birşeyde vermez."[17] Başka bir rivayet şöyledir:
"Nezâket birşeyde onu süsler, birşeyden alındı mı, onu da lekeler bırakır." Cerir (r.a.)'den:
"Allah yumuşaklığa karşı verdiğini hamakata karşı ve­recek değildir. Allah bir kulunu sevdi mi ona yumuşak huy ihsan eder. Bir ev halkı yumuşak huydan nasib almadılar mı hayrın tümünden mahrum sayılırlar."[18] Aişe (r.anha) den Resulullah'ın evde meşgul olduğu işler sorulunca şöyle cevap vermiştir:
"O, evinde aile efradının hizmetinde bulunurdu. Namaz vakti gelince de hemen abdest alır, namaza giderdi."[19] Ab­dullah b. el-Haris'ten:
"Ben Resulullah (s.a.v.)'den daha fazla tebessüm eden bi­rini görmedim."[20] Enes b. Malik Resulullah (s.a.v.)'ı şöyle anlatır:
"Resulullah insanların en güzel ahlâkına sahipti. Ebu Umeyr adında bir süt kardeşim ve "Nuğayr" adında hasta bir kuşu vardı. Resulullah (s.a.v.) bu çocuk ile latife eder ve "Ey Ebu Umeyr, Nuğayr'den ne haber?" derdi.[21] (Nuğayr, Arapçada kuşcuk manasına gelir)
Allah Resulü'nün cömertliği ve hiçbirşeyi saklamaması, cimrilik yapmaması şemail kitaplarında meşhurdur.
O, hiç­bir an haktan dönmeyecek kadar cesurdu. Hükmünde ebediyyen zulüm yapmayacak kadar adildi. Tüm hayatı boyunca sadık ve emindi. Cenab-ı Hak müslümanlara onun mübarek ve şerefli izlerini takip etmelerini emrederek şöyle bu­yurmuştur:
"Gerçekten Resulullah'ta sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umar olanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir (imtisal) numunesi vardır."[22]
Bu konuda Kadı el-îyaz şöyle der: "Resulullah (s.a.v.) in­sanların en iyisi, en cömerdi ve en cesuru idi. Bir gece du­yulan bir ses üzerine Medine ahalisini korku sardı. İnsanlar ses tarafına doğru gitti. Resulullah (s.a.v.) onları geride bı­rakarak ilerledi ve sesin olduğu yere varip haberi inceledi. Kendisi Ebu Talha'nın çıplak atı üzerinde, kılıcı da boynunda asılı duruyor ve "Hiç korkmayın" diyordu. Ali (r.a.) şöyle der:
"Savaş alevlenip gözler şaşkına çevrildiği zaman, biz Re­sulullah ile kendimizi korurduk. (O'na iltica ederdik).
(O anda) düşmana ondan daha yakın birisi olmazdı." Cabir b. Abdullah (r.a.)'dan:
"Resulullah (s.a.v.) kendisinden istenen hiçbir şeye yok de­mezdi. Hatice (r.anha) O'na şöyle dedi:
"Sen düşkünün yükünü kaldırır, yoksula verir ve musibetzedelere yardım edersin".
Biri gelip O'ndan birşeyler istedi: "Benim yanımda birşey yok, fakat benim hesabıma istediğini satın al. Bize birşeyler gelince onu öderiz" dedi. Ömer (r.a.): "Allah (c.c.) güç yetiremiyeceğiniz şeyi size yüklemedi" dedi. Resulullah (s.a.v.) bu görüşü beğenmedi. Ensar'dan biri de: "Ey Allah'ın Resulü infak et. Allah varken azalacağından endişelenme" dedi. Bunun üzerine Resulullah, yüzünde belirtileri hissedilecek derecede tebessüm etti ve: "Ben de bununla emrolundum" bu­yurdu.
Resulullah (s.a.v.) ashabı ile ülfet eder, nefret ettirmezdi. Her kabilenin ileri gelenleri ikram eder ve onu başlarına emir tayin ederdi. İnsanları korur, onları kötülükten sakındırırdı. Hiç kimseye karşı yüzünü ekşitmez ve ahlâkını nahoş etmezdi.
O, ashabını arar, herbirine ayrı ayrı değer verirdi. Öyle ki, her arkadaşı Resulullah'ın yanında kendisinden daha kıy­metli birinin olmadığı hissine kapılırdı.
Bir ihtiyaç için onu durduran biri ondan ayrılmadan o ay­rılmazdı. Ondan bir ihtiyacının giderilmesini isteyeni boş çevirmezdi, en az güzel bir söz ile de olsa razı etmeye çalışırdı, insanlara öyle nazik ve hoş davranırdı ki onlar için bir (büyük) baba yerine geçmişti. Hak hususunda herkes O'nun yanında eşitti.
Devamlı güler yüzlü, yumuşak huylu ve nezaketli bir ya­ratılışa sahipti. Sert ve kaba değildi. O, ne bağırır, ne çağırır, ne de ayıplar, ne de aşırı methederdi. Arzulamadığı birşeyi görmezlikten gelir, onu işleyenden tamamiyle ümit kes­mezdi. Aişe (r.anha):
"Resulullah'tan daha güzel ahlâklı kimse yoktu. Ar­kadaşları veya aile efradını çağırdıkları zaman "buyrun" manasına gelen "Lebbeyk" derdi diye nakleder. Cerir b. Ab­dullah (r.a.):
"Resulullah (s.a.v.) ta müslüman olalıdan beri her beni gördüğünde veya ayrıldığında mutlaka tebessüm etmişlerdir. Ashabıyla mizah eder, onlarla yarışlar tertib eder, çocukları okşar ve kucağına alırdı" der.
O; fakir, dul, köle herkesin davetine icabet eder. Me­dine'nin en ücra köşesinde bulunan hastayı ziyarette bu­lunur ve mazeret gösterenin mazeretini kabul eder'di.
Enes (r.a.)'den: "Biri Resulullah'ın kulağına eğilip birşeyler söylemek isteyince, dilediği gibi O'nun başım eğip arzusunu takdim ederdi. Biri elinden tutunca, o elini bırakmadan Re­sulullah bırakmazdı. Karşılaştığı kişiye selam verir, musafaha yapardı. Kimseye karşı ayaklarım uzatmaz, bu se­beple yeri daraltmazdı. Yanına gelene ikram eder, bazen onun için elbisesini yere serer, altında bulunan minderi verir ve üzerinde oturması için ısrar ederdi. Ashabına bazen kün­yeleri ile hitap eder, ikram olarak en güzel isimleriyle ça­ğırırdı. Konuşan bir kişi kendisi bırakıp, konuşmasını kes­meden onun konuşmasını yarıda kesmezdi" diye rivayet eder.
Yine Enes (r.a.) rivayeten: Resulullah (s.a.v.)'a bir hediye getirildiğinde "Falanca kadının evine götürün. Çünkü Ha­tice'nin sadık dostu olup, çok seviyordu" derdi. Diyor.
Aişe (r.anha): "Haticeyi kıskandığım kadar başka hiçbir kadını kıskanmadım. Resulullah O'nun bahsini çok yapar, bir hayvan kestiğimizde onu Hatice'nin arkadaşlarına hediye ederdi. Onun kız kardeşi yanına girmek için izin istediğinde izin verirdi. Bir gün yanına bir hanım geldi. Onun gelişine çok sevinip hal hatır sordu. Hanım gidince de: "Bu hanım bize Hatice hayatta iken de gelirdi. "Ahde sadık kalmak iman icabıdır" buyurdu.
Ebu Katâde: Necâşî heyeti gelince Resulullah onlara bizzat hizmette bulundu. Ashap: Biz hizmeti yapabiliriz, deyince: "Onlar ashabıma hizmet etmişlerdi. Ben de aynı şekilde on­ları mükafatlandırmak istiyorum" dedi.
Ebu Üsame (r.a.)'den: "Resulullah (s.a.v.) bastonuna dayalı olarak yanımıza geldi. Biz de ayağa kalktık. Bunun üzerine: "Acemlerin birbirini ta'zim ettikleri gibi ayağa kalkmayın. Ben kulum, kul gibi yer, kul gibi otururum" dedi.
O, merkebe biner, terkisine birini alır, fakir-fukarayı zi­yaret eder, onlarla oturur, arkadaşları arasına katılır, mecliste boş bulduğu yere otururdu.
Resulullah (s.a.v.) cılız bir deve üzerinde ve üzerinde dört dirhem etmeyen bir aba olduğu halde hac farizasını etti ve bu esnada şu duayı okudu: "Allah"ım içinde riya ve gösteriş olmayan bir hac olarak kabul eyle."
Mekke'ye fâtih olarak İslam ordusuyla girince, Allah'a tevazuundan dolayı başı neredeyse bineğinin ön kısmına de­ğecekti.
O, önderler önderi, çok sükut eder, ihtiyaç olmadan ko­nuşmaz, güzel konuşmayandan da yüz çevirirdi.
Gülmesi tebessüm şeklindeydi. Konuşmasını tane tane yapar, ne fazla uzatır, ne de çok kısa keserdi.
O'na iktida ve benzemek için ashabı da O'nun yanında sa­dece tebessüm ederlerdi. Meclisleri vakar, hayır ve emniyet meclisiydi. Orada ne sesler yükselir, ne de hürmetler ihlal edilirdi.
Resulullah (s.a.v.) konuşunca ashabı O'nu can kulağıyla dinler, sanki başları üstünde kuşlar duruyor gibi kımıldamazlardı. O, tam ahenk içinde yürür, ne acele eder, ne de gevşek davranırdı.
îbn'i Ebi Hale der ki: "Resulullah dört maksat için sükut ederdi: Vakar, takdir, dikkat, tefekkür."
Aişe (r.anha) der: "Resulullah başkası istediği takdirde ke­lime veya harflerini sayabileceği şekilde konuşurdu.
O, hoş ve güzel kokuları sever, çok kullanırdı. O'na tüm imkanlarıyla dünya takdim edilmişti. Fetihler arka arkaya nasib olduğu halde buna rağmen dünya süsüne önem vermez ve ondan yüz çevirirdi.
Vefat ettiği zaman ailesinin nafakasını temin için zırhı rehin olarak bir yahudide duruyordu. Allah'ın salat ve selamı O'nun, ailesinin ve ashabının üzerine olsun... (Amin).
 
 
Diğer semavi dinler gibi İslâm da herşeyden önce in­sanlığın nefsini terbiye etmek ister. İslam, bu terbiyeyi insandan ayrılmayacak şekilde empoze etmek için çok büyük gayretler sarfeder.
Bütün peygamberlerin risaletine "insanın kendisi" konu ol­duğu için, her zaman seve seve insanlar onların etrafında toplanmışlardır. Resullerin terbiyesi hayatın zor dö­nemlerinde yok olacak şekilde boş ve kuru kalıplar değildi. Onlar prensiplerini nefsin derinliklerine yerleştirdiler. Bu esaslar insanların damarlarına işleyecek kadar kuvvet buldu, insandan peyda olacak vesveseleri yok edip hedeflerine ulaşmada onlara yön verdi. Semavi risaletler in­sanların cemiyet halindeki bunalımlarından ve onların bu bunalımlarından kurtulmaları için gerekli ilaçtan bah­sederek, onları huzura kavuşturacak nizamı takdim etti. Ce­miyetlerin İslahı için "İyi insan" yetiştirmenin gerekli ol­duğunu beyan etti. Her medeniyet için "güçlü ahlâk"ın vazgeçilmez esas olduğu şuurunu yerleştirdi.
İlahî terbiyeden yoksun cemiyetlerin idari teşkilatlarında anarşi vardır. İdareyi elinde tutanlar yetkilerini hep kötüye kullanır. Ahlâkça iyi eğitilmiş idareci ise boş gedikleri ka­patmaya cemiyeti aydınlatmaya ve gidişatında devamlı iyi­liğe yönelmeyi esas alır. Bu insan, kasırga ve firtınalı za­manlarda da bu esaslara dikkat eder.
İyi bir hâkim, adaletiyle açıkları kapatabilir. Bunun ya­nında zâlim hakim ise, apaçık kanunları saptırabilir. İşte, insan nefsi de böyledir. O, dünyada vuku bulan olaylar, fikir, rağbet ve maslahatlar karşısında yalpalayabilir. Bunun için­dir ki, nefsi ıslah, hayata hayrın hakim kılınması için ilk esastır.
Nefisler terbiye edilmeden ufuklar aydınlanamaz. in­sanlığın halihazırda olan halleri de, gelecekleri de fitne ve desiselerden kurtulamaz. Onun için Cenab-ı Zülcelal şöyle buyurur:
"Muhakak ki Allah bir topluma verdiği nimeti onlar kendilerindeki iyi hali fenalığa çevirmedikçe bozmaz. Bir topluma da Allah bir kötülük diledi mi artık onun geri çevrilmesine hiçbir çare yoktur.[23]
Kur'an kötü milletlerin helak oluş sebeplerini şöyle îzah eder. "(Evet bunların gidişi) Firavun ve hanedanıyla onlardan evvelkilerin gidişi gibidir. Onlar Allah'ın ayetlerini (inkar ile) kafir olmuşlardı da, O da kendilerini, günahları yüzünden yakalamıştı. Çünkü Allah en büyük kuvvetin sa­hibidir, cezası pek çetindir.
Bunun hikmeti şudur: "Bir kavim nefislerinde olan (iyi hali) değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir ve şüphesiz ki O, (her şeyi) hak­kıyla işiticidir, kemâliyle bilicidir."[24]
İslâm, nefisleri terbiye meselesine iki açıdan bakar:
1. İnsan tabiatında hayra meyyal olan bir taraf vardır. Onun için devamlı hayır yapmak ister, hayrı elde edince se­vinir. Serden de üzüntü duyar. Hak ile hayatının huzur ve rahatını bulur.
2. Yine insan nefsinde onu doğru yoldan sapıtabilecek bazı düzensiz kuvvetler vardır. Bu kuvvetler bazen şerri hayır gösterip sahibini uçuruma yuvarlar.
İslam bu iki kuvvetin varlığını hiçbir zaman gözden uzak tutmaz ve eğitimini ona göre yapar. İslam yine bilir ki, insan bunlardan hangisine teslim olursa onu o yöne doğru çeker.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Herbir nefis ve onu dü­zenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki, onu tertemiz yapan kişi mu­hakkak umduğuna ermiş, onu alabildiğine örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır. "[25]
İslâm'ın bu konuda yaptığı, insan fıtratını kuvvetlendirip nurlandırmak ve hayra sevkedebilmek için her imkanı se­ferber etmektir. Böylece nefis de devamlı kendisiyle çekişen kötülük vesvesesinden kurtulmuş olur.
İslam kendini tüm lekelerden uzak, hâlis fıtrat dini olarak vasıflandırır ve insanların ona yönelmesini emreder.
"O halde (Habibim) sen yüzünü (hakiki) bir müslüman olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki O, in­sanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiçbir şey) bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler."[26]
Gözün vazifesi kör değilse görmek, kulağın ki işitmek, fıt­ratın vazifesi de suyun yüksekten akışı gibi hakka, kemâl ve fazilete koşmaktır. Evet, nefse lekeler bulaşıp yaratılışından uzaklaşmadıkça yakışan budur.
Nefislerine musallat olan kir ve lekeler, geçmiş asırların birikmiş pisliğinden veya helak olmuş kavimlerin taklidinden başka birşey değildir.
Her ikisi de beşer fıtratı için çok büyük tehlikelerdir. Ger­çek ıslahatçıların esas cihadı bu pislikleri yok etmek ve insan fıtratını bu lekelerden kurtarmaktır. Tâki insanlık bu sayede esas gayesine yönelsin ve vazifesini idrak etsin.
Yukarıda, Rum Suresi'nin 30. âyetinde İslâm dininin fitrat dini olduğunu okumuştuk. Bu âyetten hemen sonra şu âyetle karşı karşıya kalırız:
"Hepiniz ona dönün, ondan korkun, namazı dos­doğru kılın, müşriklerden olmayın."
(O müşrikler) ki onlar dinlerini darmadağınık et­mişler, fırka fırka olmuşlardır. (Bunlardan) her zümre, yanlarında olanla böbürlenicidirler. "[27]
Küfür değil îman... Fısk-u Fücur değil takva... Ayrılık değil, inananların birliği... İşte insanı dosdoğru yaratılışa (fıtrata) götürecek nasihat ve öğütler...
İnsan ancak bunlarla huzur ve felaha erişir. Bunlarla çe­kişmelerden, hırs ve tamahların çatışmasından, sırtlanlar gibi birbirini yemekten kurtulur.
Kur'an bunu şu şekilde ifade eder: "Biz, hakikat insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip te güzel amel­lerde bulunanlar müstesna..."[28]
Ayette bahsedilen güzel şekilden maksat hakkı bilip ona sarılmaktır. Onun gerektirdiğini yapmak ta fazilet ve şereftir. Bunları ise nefsinde ve insanlarla olan alakalarında tatbik kemâlin zirvesi ve hayatta herşeye adaletin hakim ol­ması demektir.
Fakat çok kişiler heva ve hevesine uyup kemal zirvesinden inip yere çakılmak ta, çok derin uçurumlara yuvarlanmaktadır. İşte "Esfel-i sâfılin" bu önünü göremiyen za­vallılar içindir. Cenab-ı Hak’ın onları gönderişi hidayet ve adalet kanunlarına uygundur. Bu kanunlar çok adil ve in­cedir. Bunları, alemlerin yaratıcısı şu ayetlerde izah bu­yurmuştur:
"Allah bir kavme hidayet ettikten sonra sa­kınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirinceye kadar onların sapıklığına (hükm) edecek değildir. Mu­hakkak ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir."[29]
"Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenleri ayetlerimi (idrak)den çevireceğim. Onlar her ayeti görseler ona inanmazlar, akl-ı selim'in yolunu (doğru yolu) görseler de onu bir yol edinmezler. (Fakat azgınlığın yolunu görürlerse (yol diye işte) onu edinirler! Bu âyetlerimizi yalan saydıklarından, onlardan gafil ol­malarındandır. "[30]
Bu sefil dünyada temiz yaratılışını muhafaza edip, çir­kefliğe bulaşmayan kimdir? Bunun cevabını şu ayet veriyor:
"iman edip iyi ameller işleyenler müstesna. "[31]
Bu izahlar ile îman ve iyi amellerin semeresinin iyi ahlâk olduğunu anlamış oldun. İşte İslâm'ın temiz insan fıtratı ve onu kuvvetlendirme karşısındaki tavrı budur.
Kötü huylar karşısındaki tavrı ise şudur: İnsana öğüt verir, isteklerine gem vurur, akl-ı selim ve temiz fıtrat kaidelerine boyun eğdirir.
İnsanda bulunan bazı kötü hususiyetlere Resul-ü Ekrem şöyle işaret etmektedir:
"İnsan ihtiyarladıkça iki haslet onunla devam eder: Hırs ve Tûl-i emel"[32]
"İnsanda en büyük kötülük, aşırı cimrilik ve fena korkaklıktır."[33]
"İnsanoğlunun altın dolu bir vadisi olsa, ikincisini, buna sahip olsa, üçüncüsünü temenni eder. Topraktan başkası in­sanoğlunun gözünü doyurmaz. Allah, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. "[34] Kur'an da bu hasletlerin bazısına işaret eder: "Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara (deve, sığır, koyun, keçi gibi) hay­vanlara, ekinlere, olan ihtiraskarane sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar dünya hayatının gecici birer fâidesidir. Allah (a gelince) nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği onun nezdindedir."[35]
İslâm'ın dikkat çektiği hakikat şudur: Nefsin hevasına uymak, vesvesesine cevap vermek ne nefsi doyurur, ne de Hakk'ı razı eder. Nefis bir yerde arzuladığını buldu mu hemen ordan başka yere atlamak ister. O dâimi olarak günah bataklığında olduğu halde, zulmü ve kötülükleri irtikab ettiğine aldırış etmez.
Kur'an haram olan hevadan men eder... " Ve hevaya tabi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır. Muhakkak ki Allah yolundan sapanlar hesap gününü unut­tuklarından kendilerine çok şiddetli bir azab vardır." [36]
Kur'an, kâfirlerin takip ettikleri yolu ve müslümanların bunlara muhalefet etme gereğini de şöyle beyan eder.
"Eğer Allah, onların hevalarına tabi olsaydı, göklerle yer ve bunlarda olanlar muhakkak fesada uğrardı. Hayır biz onlara izzet ve şerefleri olan Kur'an'ı ge­tirdik de onlar şereflerinden yüz çeviriyorlar."[37]
Nefsin haram olan istekleriyle mubah olanları ka­rıştırmamak gerek. Dindar kesimin çoğu bu iki hususu büyük bir hata olarak karıştırırlar. İnsanın makul dünya im­kanlarından faydalanmasında bir sakınca yoktur. İnsanın içindeki bu makul isteklerin sakıncalı olduğuna inanmak ha­tadır. Böyle bir inanç mâkul ihtiyaçları yaparken bile insana cinayet işliyormuş hissi verir.
İnsan devamlı kötülük içinde bulunduğuna inanırsa ve kö­tülüğün hayatının bir cüz'ü olduğunu kabul ederse bunun so­nucu olarak daha kötü münkerlere bulaşıp onları gerçek ve kaçınılması imkânsız şeyler olarak kabul etmeye başlar.
Kur'an buna dikkat çekmiş ve sarih olarak nefsin faydalı isteklerini mubah kılmış, güzel ve hoş nimetlerin kullanılmasına geniş çapta izin vermiş, güzel ve temiz rızıklardan faydalanmayı mahzurlu görmeyi ve mubahları haram ve dar çerçeveler içerisinde kabullenmeyi kötülük ve çirkinliğe eş bir hareket olarak kabul etmiştir.
Allah (c.c.) bu hususta:
"Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helal ve temiz olmak şartıyla yeyin. Şeytanın izini tâkib etmeyin. Çünkü
o hakikaten apaçık bir düşmandır. Şeytan size ancak kötülüğü, haksızlığı ve Allah'a karşı bil­meyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”[38]
Evet, helal ve hoş rızıkları mahzurlu kabul etmek, delilsiz olarak Allah'a iftira etmektir. Bu ise, şeytanın emri olan kö­tülük ve çirkinliğin tâ kendisidir. İslâm çirkin vesilelerle nefsi bu nimetlerden mahrum kılmayı kerih gördüğü gibi, ba­şıboş bir israfın da karşısındadır. İnsan her hususta orta yolu takip etmelidir. Allah Resulü (s.a.v.):
"İşlerin hayırlısı orta olanıdır" buyurarak bu esası perçinlemişlerdir.
İyi fıtratı destekleyen esaslar îman ve salahta olduğu gibi, çılgın arzuları düzenleyen esaslar da îman ve salahtadır. Yoksa küfür, herşeyi mubah görmek veya herşeyi haram gör­mekte değildir. Her iki durumda da nefsi kontrol ancak kuv­vetli bir ahlâk ile mümkündür.
Kuran insanı zaaf, tereddüt ve bencillikle va­sıflandırırken, bunlardan kurtulmanın da dinin emirleriyle mümkün olabileceğini hatırlatır.
"Gerçekten insan haris ve cimri olarak yaratılmıştır. Kendine bir zarar dokunduğu zaman feryadı basar. Ona hayır isabet edince de kıskanç olur. Namaz kı­lanlar müstesnadır. Namaz kılan o kimseler ki, onlar namazlarında devamlıdırlar. Onlar ki mallarında be­lirli bir hak vardır, hem dilenenin hem de iffetinden dilenmeyen için. Onlar ki, hesap gününü tasdik eder­ler. Onlar ki, Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü Rablerinin azabından emin bulunulmaz. Onlar ki avret yerlerini korurlar."[39]
Malumdur ki, ahlâk durup dururken nefis içinde oluşmaz. İnsanlarla birlikte olgun olarakta doğmaz. Bilakis o, za­manla çeşitli merhalelerle oluşur ve olgunlaşır. İşte ahlâkın, olgunlaşabilmesi için tekrarlanması gereken işlere bağlı ol­masının sırrı budur. Namaz, oruç, âhirete îman ve Allah aza­bından korkma gibi devam isteyen amellerde bu tekrar için vazgeçilmez unsurlardır. Madem ki kötü huy sahibini de­vamlı kötü yollarda sürüklemek ister.
O halde bu devamlı şerrin tehlikesi muvakkat ilaç ve tedbirlerle önlenemez.
Böyle tehlikeli gidişatı ancak kendisinden kuvvetli bir âmil durdurup, aralarındaki muvazeneyi te'min edebilir.
Hülâsa, İslâm insanın pak olan fıtratına önem verir ve bu fıtratın terbiyesini gerekli bulur. İnsana başı boş ve gereksiz isteklerden uzak durmayı öğütler. Onun karşısına dosdoğru bazı hudutlar çizer.
Şu bilinmelidir ki, İslâm'ın emrettiği tüm ibâdetler bizi yüce ahlak, doğru yol ve istikâmete ulaştırmadıkları müddetçe esas maksatlarına vâsıl olmamışlar ve yerlerine otur­tulup, hakkıyla yapılmamışlardır....


[1] Taberâni, I. Mace, Zühd, 31 H.No: 4259.
[2] Ibn Hibbân, ihya, 3/118.
[3] Tirmizi, K. Birr ves Sıla, 41
[4] Taberânil. Mace, Zühd, 31
[5] Ahmed b. Hanbel, Hindi, age, 2/139
[6] Ahmed b. Hanbel, Hindi, Kenzü'l-Ummal, 2/139
[7] Taberâni, ihya, 3/43
[8] I. Malik, Muvatta, 6.2/553
[9] Ahmed b. Hanbel, ihya, 3/120,121
[10] Hakim
[11] Buhari
[12] Buhari ,Edep, 38.39
[13] Müslim, K. Fedail, 13
[14] Tirmizi
[15] Müslim
[16] Buhari
[17] Müslim
[18] Taberâni
[19] Tirmizi
[20] Tirmizi
[21] Buhari
[22] Ahzab: 33/ 21.
[23] er-Râd: 13/ 11.
[24] Enfal: 8/ 52-53.
[25] eş-Şems: 91/ 7-10.
[26] er-Rum: 30/ 30. 
[27] er-Rum: 30/ 31-32.
[28] Tin: 95/ 4-6. 
[29] Tevbe: 9/ 115.
[30] A'raf: 7/ 146.
[31] Tin: 95/ 6. 
[32] Müslim, Tirmizi, Zühd, 21. 
[33] Ebu Davud , Cihad, 22.
[34] Buhâri, Tirmizi,, Zühd,
[35] Al-i İmran: 3/ 14. 
[36] es-Sâd: 38/ 26. 
[37] Mü'minun: 23/ 71.
[38]Bakara: 2/ 168-169. 
[39] el-Mearic: 70/ 19-20.
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol