KULLUK
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize Kulluk (ibadet) ediniz ki (O'na karşı gelmekten) sakınmış olabilesiniz." (Bakara: 21) Ayetinin Tefsiri
İslâm'da Allah (c.c) ile Kul Arasında Vasıta Var mıdır?
بســـم الله الرحمن الرحيم
Şeyhülislâm, büyük alim, sünnetin ihyacısı (Allah Rasûlünün İslam uygulamasını yeniden ortaya çıkaran), bid'atların yıkıcısı (dine sonradan sokulan zararlı hurafelerin en amansız düşmanı) , Teymiyye oğlu Abdullah'ın oğlu Ahmed'e:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize Kulluk (ibadet) ediniz ki (O'na karşı gelmekten) sakınmış olabilesiniz." (Bakara: 21) ayeti kerimesinin manasını sordular.
İbadet nedir?
Kulluk ne demektir?
Teferruata (bunlarla ilgili diğer küçük ayrıntılara) ait bilgiler nelerdir?
Dinin tamamı kulluk manasının içinde midir, yoksa değil midir? bundan daha başka odak deyimler varmıdır?
Kulluğun hakikati nedir?
Kulluk dünya ve ahirette en yüksek makam mıdır, yoksa onun üzerinde daha yüksek makamlar da var mıdır? (Kulluk dünyada ve öteki dünyada insanı en yüksek makama götüren bir faaliyetin adımıdır? Yoksa yüce makamlara götürücü kulluktan başka bir faaliyet, hareket alanı var mıdır insan için? )
Bize bu meselede geniş malumat vermenizi istirham ediyoruz. (Bizi bu konuda anlayacağımız bir biçimde aydınlatırmısınız. Öyle açıklayın ki, biz artık hiçbir teredüde düşmeden kulluk görevlerimizin ne olduğunu bilerek hareket edelim bundan sonraki hayatımızda.)
Allah (c.c)'ın, fazlı ihsanından iyi muamelede bulunmasını niyaz ederiz. (Allah (c.c) bizi iyi niyetimizden ötürü ödüllendirir ümidindeyiz!)
Merhum büyük alim ve düşünür İbni Teymiyye, bu soruların cevabını vermek için aşağıdaki risaleyi (kitabı) kaleme alıp, Müslümanları bu çok önemli konuda aydınlatmaya çalıştılar:
İbadet, İtaat, Kulluk
Alemlerin Rabbi olan Allaha hamdü sena ve O'nun Rasûlüne salât ve selâm olsun.
İbadet İtaat ve kulluk: Yüce Allah'ın sevip razı olduğu, gizli açık bütün söz ve amelleri ( fiil / iş ve davranışları), içine alan bir kavramdır.
- Namaz, zekat, oruç, hac,
- Doğru söz,
- İyiliği emretmek (Allah (c.c)'ın sevdiği, razı olduğu davranış ve tutumları emretmek),
- Kötülükten menetmek (Allah (c.c)'ın sevmediği, razı olmadığı davranış ve tutumlardan menetmek),
- Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad etmek (Dini reddedip düşmanlık yapanlara, dinden göründükleri halde onu gizli gizli arkadan vurmak isteyen münafıklara karşı savaş açmak);
- Komşuya, yetime, fakire, yolda kalmış gariblere, boğaz tokluğuna çalışan kölelere ve hayvanlara yardımda bulunmak;
- Kur'an'da olanları (manalarını düşünerek) okumak,
- Dua etmek (Allah (c.c)'tan istemek),
- Zikretmek (Konuşurken Allah (c.c)'ın emirlerini konuşmak, anlatmak) ve benzeri gibi fiil / iş ve hareketlerin hepsi itaat ve kulluğun ifade ettiği mana ve kavram içine girerler...
- Allah (c.c)'ı ve Rasulünü (s.a.v) sevmek,
- Allah (c.c)'tan başka hiç kimseden korkmamak,
- Sadece Allah (c.c)'a boyun eğmek,
- O'nun emrettiklerini rızasını kazanmak niyetiyle yerine getirmek;
- İnsana kötü gibi gelen hareket ve işlerde Allah (c.c)'ın hükümlerine uyup sabretmek ve nimetine şükretmek;
- Kaza ve kaderine rıza göstermek (Kaza ve kaderine hak nazarıyla bakmak);
- Allah (c.c)'a tevekkül etmek (Elinden geleni yaptıktan sonra hükmü Allah (c.c)'a bırakmak),
- Rahmetini ümid edip (Affediciliğine sığınıp), azabından korkmak ve benzeri bütün hal ve telakkiler hep itaat ve kulluk kavramı içine girerler.
Böylesi itaat ve kulluk, Allah (c.c)'ın sevdiği, razı olduğu ve insanları bunu yerine getirmek için yarattığı temel amaçtır.
Cenab-ı Hakk:
"İnsanları ve cinleri ancak bana kulluk etmeleri için yarattım" buyuruyor. (Zariyat: 56)
Kur'an'da Kulluk Kavramı
(Kulluk Makamı)
Nuh'un (a.s.) dilinden şunları aktarıyor:
"Allah'a itaatla (ibadet) kulluk edin. Sizin O'ndan başka itaatla sorumlu olduğunuz bir ilâhınız yoktur!" (A'raf: 7/59)
Bütün nebi ve rasuller de zaten sadece bu maksat için gönderilmişlerdir. Hud (a.s.), Şuayb, Salih ve diğer bütün nebiler de insanlara aynı şeyi söylemişlerdir.
"Allah (c.c)'tan başka hiç kimseye bir borcunuz yoktur, onun için sadece O'na itaatla (ibadet) kulluk ediniz!"
Evet hepsi de böyle demişlerdir.
Yüce Allah buyuruyor:
"Yemin ederim ki biz, her topluluğa, "Allah'a itaatla kulluk edin, O'ndan başkasına itaatla kulluk etmeyin!" diye ikaz eden nebi ve rasul göndermişizdir Fakat onların kimi itaat etmiş, kimileri ise gerçeği reddetmiş sapıklığa düşmüşlerdir." (Nahl: 16/36)
"Biz senden evvel gönderdiğimiz bütün nebi ve rasulere şöyle buyurmuşuzdur:
Gerçek şudur ki; benden başka ilâh (ibadet itaat ve kulluk edilecek hiçbir merci) yoktur, o halde sadece bana itaatla kulluk edin!" (Enbiya: 21/25)
"Ey nebi ve rasuller! Sizin için temiz helal saydığımız nimetlerimizden yiyin ve dediğimiz biçimde yaşayın. Ben her ne yaparsanız bilen ve görenim. Şu insanlar, sizin için tek bir topluluktur ve size bağlıdır. Sizin indinizde hiç birinin öbürüne üstünlüğü yahut eksikliği yoktur. Onlar sizin ümmetiniz, ben de sizin Rabbinizim, onun için yalnız benden korkun!" (Mü'minun: 23/51-52)
İtaatla kulluk görevi öyle bir temel görevdir ki, Allah (c.c) bizzat kendi Rasûlünüde bu görevle görevlendirmiştir: (Rasûlü için de ölünceye kadar lüzumlu kılmış ve emretmiştir.)
"Ölüm gelip seni alıncaya kadar Rabbine itaatla kulluk et" (Hicr: 15/99)
Gene yüce Allah (c.c), melekleri de tıpkı Rasuller gibi kendisine kul olmakla yükümlü saymıştır.
İşte Kur'an ayeti:
"Göklerde ve yerde her ne varsa hepsi de O'nundur. O'nun huzurunda olanlar O'na kulluk etmekten asla büyüklenip kaçmazlar, onlar yorulmazlar da. Ve yine onlar gece - gündüz demeden O'nun emirlerini tekrarlarlar ve her türlü zaaftan uzak tutarlar" (Enbiya: 21/19-20)
Bir başka ayet:
"Hiç şüphe yok ki, Allah'ın huzurunda olanlar, O'na kulluk etmekten asla küçüklük duymazlar. Daima O'nu hatırlarlar ve büyüklüğü karşısında boyun eğerler" (Araf: 7/206)
Yüce Allah kibirlerinden, büyüklük taslamalarından ötürü itaatla kulluktan kaçanları kötülüyor ve tehdid ediyor:
"Rabbiniz buyurdu ki; "Ben'den taleb edin, Ben de vereyim. Kendini büyük sanıp bana kulluk yapmaktan, Ben'den istemekten kaçınanlar horlanmış ve hakir bir biçimde cehenneme girecekleredir" (Mü'min: 40/60)
Yine yüce Allah, yaptıklarıyla, işledikleriyle cenneti hak etmiş insanları da kul olarak vasıflandırıyor ve buyuruyor ki:
"O kafur bir pınardır ki, onu ancak Allah'ın kulları içerler, onu nereye olursa akıtırlar, kolayca kullanırlar" (İnsan: 76/6)
İşte başka ayetler:
"O acıyan yüce Allah'ın kulları ki, onlar yeryüzünde vekar ile büyüklenmeden gezerler, beyinsizler kendilerine söz söyledikleri laf attıkları zaman "haydi işinize gidin" der başka cevap vermezler. Gene o kullar ki, geceleri Rableri için secdeye kapanırlar ve kıyam ederler" (Furkan: 25/63-64)
Hicr Suresinin 39 ve 40. ayetinde,
"Şeytan, "Rabbimin beni azdırdığı gibi, ben de muhakkak O'nun kullarını azdıracağım, yeryüzünde fenalık yapmalarına vesile olacağım. Ancak onlardan samimi inananları ebette ki azdıramam" dediği zaman, yüce Allah, "İşte bu söylediğinde doğrusun! Benim emirlerime samimi bir biçimde inanıp kulum olanlar üzerinde senin hiçbir hükmün yoktur ve olamaz da. Ancak sapıklar senin gösterdiğin azab yolunda gider olsunlar" (Hicr: 15/41-42-43)
Ortağı bulunmayan, hükümde hiç kimseyi kendisine eş kabul etmeyen yüce Allah, meleklerini de kul olarak vasıflandırıyor.
İşte ayetler:
"Rahman evlat edindi dediler. O'nun şanı bu halden çok yücedir, böyle zaaflardan uzaktır. Hayır onların evlat dedikleri, Allah'ın ikramına ulaşmış kul'dan başka bir şey değildir" (Enbiya: 21/26)
"Bunlar sözleriyle asla Allah'ın önüne geçemezler, olduğu gibi O'nun emri ile hareket ederler. Önlerindeki de arkalarındakileri de O bilir. Bunlar O'nun rızasını kazanmış olanlardan başkasına şefaat da edemezler. Onlar Allah korkusuyla tir tir titreyen kullardır" (Enbiya: 21/36-38)
"Allah bir evlat edindi dediler. Yemin ederim ki çok çirkin bir söz söylediler. Onlar Allah'ın bir oğlu olduğunu iddia ettikleri zaman neredeyse gökler paramparça olacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp dökülecekti. O Allah'a evlat edinmek asla yakıştırılamaz. Yerlerde ve göklerde her ne varsa hiç istisnasız O'na kul olarak yaratılmışlardır. Andolsun O bunları hem topluca hem de teker teker sayıp döküm etmiştir. Ve onların her biri tek tek, bir başına O'nun huzuruna gelecektir" (Meryem: 19/88-93)
"Ulûhiyet" izafe edilen (Kendisine "ilah" nazarıyla bakılan) ve Allah'ın oğlu olduğu iddia edilen İsa (a.s.) hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor:
"O (İsa) bizim nimet vediğimiz, İsrailoğullarına bir ibret dersi alsınlar diye örnek yaptığımız kulumuzdan başka hiçbir şey değildir" (Zuhruf: 43/59)
İşte bundan ötürü Allah'ın Rasûlü şu sözleri söylemiştir:
"Hıristiyanların, Meryem oğlu İsa'yı uçurdukları gibi, siz de beni lüzumdan çok methederek uçurmayınız. Ben ancak bir kulum. Bana onun için sadece Allah'ın kulu ve Rasulu deyiniz" (Buhari, Enbiya: 48; Darimi, Rikak: 68; Ahmed: 1/23-24-47) )
Allah (c.c), Resûlünü (s.a.v) en yüce hali olan "Miraç" anında bile "kul" olarak vasıflandırıyor:
"O Subhan ki, kulunu geceleyin götürdü" (İsra: 17/1)
Vahiy'den bahsederken de yine kul deyimini kullandı:
"Kuluna vahyettiği şeyi vahyetti" (Necm: 53/10)
Dua, isteme hakkında da şöyle buyurdu:
"Şu gerçek vahyedilmiştir: Allah'ın kulu O'ndan istemeye kalktığında, neredeyse onlar (cinler) etrafında keçeler gibi dertop oluyorlardı" (Cin: 72/19)
Kur'an'ın doğruluğu hakkında Yüce Allah meydan okuyup diyor ki:
"Eğer kulumuza kısım kısım indirdiğimiz Kur'an'ın bizden geldiğinde şüpheniz varsa. O zaman onun içindeki surelere benzer bir tanecik sure getirin de görelim!" (Bakara: 2/23)
Başlangıçtan bu yana naklettiğimiz bütün Kur'an ayetlerinde kul ve kulluğun vasıflarından bahsedilmektedir.
Bütün bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, dinin tamamı itaatla kulluğun ifade ettiği mana içindedir.
Cibril Hadisi
(Kulluk Makamı)
Cebrail'in (a.s.) bir Arabi kıyafetinde bürünerek Allah'ın Rasûlüne (s.a.v), İslam, imam ve ihsan hakkında sorular sorduğu rivayet edilmiştir.
Bunun gerçek olduğunu, Allah'ın Rasûlü (s.a.v) bir sahih hadislerinde şöyle anlatmaktadır:
"Cebrail bana "İslamdan haber ver, nedir İslam?" diye sorduğunda, şöyle cevap verdim:
"- Allah'tan başka kulluk (ibadet) yapılacak bir mabud , merci bulunmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Rasulu olduğuna iman etmen,
- Ramazan orcunu tutman,
- Namaz kılman,
- Zekat vermen ve
- Gücün varsa Hac yapmandır"
Cebrail'in "İman nedir?"sorusuna ise şu cevabı verdim:
"Allah'a,
- Meleklerine,
- Kitaplarına,
- Peygamberlerine,
- Ahiret gününe (Öldükten sonra yeniden dirilmeye),
- Kadere, hayrın da şerrin de yaratıcısının Allah olduğuna inanmandır (iman etmendir) "
En son olarak Cebrail (a.s) "İhsan nedir?" diye sormuştur. Buna Allah'ın Rasûlu (s.a.v) şu cevabı vermiştir:
"Sanki Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na itaatla kulluk etmendir. Zira sen onu görmüyorsan da, O'nun seni gördüğünü bilmelisin"
Hadisin sonunda buyurmuştur ki:
"Bu gelen Cebrail'dir ve size dininizi öğretmek için bana sorular sormuş, cevaplarını istemiştir. Kendisi için değil, sizin içindir bu cevaplar" (Buhari, İman: 1; Müslim, İman: 1.)
Zikredilenlerin nakledilenlerin hepsini dinden saymış ve din çerçevesinde açıklamıştır bunları.
Din Deyimi (Kavramı)
Din deyimi, boyun eğme, teslim olma, zelillik, kendini her şeyden büyük görmeme, tevâzû manalarını içinde barındıran odak bir deyimdir.
"Din" kelimesinin etimolojik kökünden Araplar "dânet hüve dâne" deyimini çıkarırlar. Yani:
"Onu zelil etti (küçümsedi, hor/ hakir gördü aşağıladı), boyun eğdirdi. O da zelil olup (küçüklüğünü, acizliğini kabul edip, diz çöküp) boyun eğdi" demektir.
Yine "Din" kökünden:
"nedinullahe ve nedinu lillahi" cümlesini çıkarırlar ki;
"Allah (c.c)'a itaatla kulluk eder ve yalnız O'na boyun eğeriz" demektir.
Allah (c.c)'ın dini demek: O'na itaat etmek, O'na kulluk (ibadet) etmek, O'na boyun eğmek, O'nun büyüklüğü önünde kendi küçüklüğünü bilip, kabul etmek ona göre hürmet etmektir. (İbadetin ve kulluğun hakiki manası da, yine boyun eğmek, tezellül yanında son derece sevgi demektir.)
Araplar; "Mabedin (İbadethanelerin) yolu tezellül yolu (kendini hor / hakir / küçük görmek. Son derece itaatkar, muti / uyumlu olmak) olduğu zaman ayakları kendine çeker" derler.
Fakat İslamda emrolunan "ibadet" :
Kulluk, boyun eğme, tezellül (kendini hor / hakir / küçük görmek. Son derece itaatkar, muti / uyumlu olmak) ve muhabbet (sevgi) manalarının hepsini birden ihtiva eder.
Allah (c.c)'a karşı nihayetsiz (sonsuz) tezellül (kendini hor / hakir / küçük görmek. Son derece itaatkar, muti / uyumlu olmak) ve muhabbet (sevgi)...
Sevginin En İleri Derecesi: Kulluk
Muhabbetin (Sevginin) en ileri derecesi kulluk, en alt derecesi ise alâkadır (ilgidir).
İlk başta insan kalbi sevgiyle ilgi ve "alâka" duyar, zaman geçtikçe, sevgi derinleştikçe sevdiğini sayıklamaya başlar. Daha ilerde kalpten bir sevgiyle insan çılgına döner. İşte bundan sonra muhabbet (sevgi) "aşka" inkılâb eder (dönüşür), aşktan sonra ise "kulluk" (ibadet), itaatkarlık derecesine yükselir.
Allah (c.c)'a itaatkarlıkla kul olan kişi; O'nu son derece seviyor, ihtiram (hürmet, saygı) duyuyor, tezellül (kendini hor / hakir / küçük görmek. Son derece itaatkar, muti / uyumlu olmak) gösteriyor demektir.
- Bir kimse sevmediği, nefret ettiği, buğz ettiği bir insana hürmet edip, hudû (tezellül) edip boyun eğerse, ona kulluk ediyor sayılmaz.
- Bir başka şekilde, tersine olarak, bir kimse bir kimseyi sevse fakat hudû (tezellül) etmese hürmet ve saygı duymasa, boyun eğmese yine kulluk ediyor sayılmaz.
Bir insan çocuklarını yahut arkadaşlarını sever, fakat bu sevgi kulluk değildir. İşte aynen bu durumdadır yukarıda tanımlanan kişiler.
Bundan ötürü, Allah (c.c)'a kulluk yapmada, sevgi yahut hudûdan (tezellül), saygıdan birinin bulunması yeterli olamaz.
Allah (c.c), kula her şeyden daha sevgili ve saygı değer olmalı, kul Allah (c.c)'ı her şeyden daha yüce, daha azametli bilmeli.
Yani;
Allah (c.c)'ı her şeyden daha fazla sevmeli, boyun eğmeli, itaat etmeli tezellül göstermeli ki, insanoğlu "kul" olabilsin.
Kul bilmelidir ki;
- Allah (c.c)'tan başkasına beslenen aşırı sevgi fasıklık,
- Allah'ın emri dışında tazim ve hürmet gösterdiği kimselerin azameti bâtıldır.
Bu durumu ayeti kerime ne kadar da güzel açıklamaktadır:
"De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinizdeki mallar, zarar etmekten korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan konutlar, size, Allah'tan, O'nun Rasulunden ve O'nun yolundaki cihattan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri ve hükmü gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fasıklar güruhunu asla himaye etmez, doğruluklarını kabul etmez" (Tevbe: 9/24)
Belli oluyor ki;
- En ileri derecedeki sevgi ve muhabbet, sadece Allah (c.c)'a ve O'nun Rasûlüne (s.a.v) gösterilendir.
- Zira itaat sadece Allah (c.c)'a ve O'nun rasûlüne yapılır.
- Kul sadece Allah (c.c)'ı ve rasûlünü razı etmek zorundadır.
Ayette şöyle buyuruluyor:
"Allah'ı ve rasûlünü razı etmeleri kendileri için daha hayırlıdır" (Tevbe: 9/62)
İbadet , İtaat Ve Kulluk Sadece Allah (c.c) İçin Olur (Allah (c.c)'a yapılır)
İbadet İtaat ve kulluk ve buna uygun düşen tevekkül, korku ve benzeri şeylere gelince; bunlar da sadece Allah (c.c) için olur. (Allah (c.c)'a yapılır). Çünkü yegane "Rab" Allah (c.c)'dır.
Yüce Allah buyuruyor:
"Rasulum, de ki: "Ey ellerinde kitap olan Yahudi ve hırıstıyanlar! Bizim ve sizin aranızda müşterek olan kelama gelin. Allah'tan başkasına itaat ve (İbadet) kulluk yapmayalım. O'na hiçbir şeyi eş ve ortak tutmayalım. Allah'ı bırakıp birbirimizi rabler kabul etmeyelim. Şayet ellerinde kitap bulunanlar bu davetine icabet etmezlerse, o zaman şöyle söyle: Şahit olun ki, biz gerçekten Müslüman olanlarız" (Al-i İmran: 3/64)
Başka bir ayette de şöyle buyrulmaktadır:
"Eğer onlar Allah'ın ve Rasulunün kendilerine verdiklerine razı olsalardı da, "bize bu yeter, bize Allah yeter ki, o Allah lütuf ve kereminden biz acizlere verendir, Rasulü de öyle. Biz ancak Allah'ın verdiklerine itibar ederiz" deselerdi" (Tevbe: 9/59)
İnsanların Uygulayacağı Hükümleri Koymak Sadece Allah (c.c)'a Ve Rasûlüne (s.a.v) Ait Bir İştir
İnsanların uygulayacağı hükümleri koymak sadece Allah (c.c)'a ve Rasûlüne (s.a.v) ait bir iştir. Vermek de Allah (c.c) ve Rasûlüne (s.a.v) aittir.
İşte bu hususta Allah (c.c)'ın buyruğu:
"Rasulüm size ne verdiyse alın, neyi de yasakladıysa ondan sakının!" (Haşr: 59/7)
Güvenilmek Ve Yeterli Bulunmak Gibi Yüce VasıflarYalnız Allah (c.c)'ındır
Güvenilmek ve yeterli bulunmak gibi yüce vasıflar da yalnız Allah (c.c)'ındır.
Nitekim Yüce Allah buyurmaktadır:
"Onlar o kimselerdir ki, insanlar onlara; "düşmanlarınız size karşı büyük ordular hazırladı, korkun onlardan!" dedikleri zaman, bu sözler onları korkutmadı,aksine imanlarını artırdı ve bir de üstüne "Allah bizim için yeterli bir koruyucudur ve o ne güzel bir koruyucudur!" dediler" (Al-i İmran: 3/173)
Bir başka Allah kelamı:
"Ey Nebi! Allah sana ve senin izinde olanlara yeterlidir, başka desteklere ihtiyaç yoktur" (Enfal: 8/64)
Bir başka ayetinde de şöyle buyuruyor:
"Allah kuluna her konuda yeterli değil mi?"
Bu ayeti kerimede "abid", yani "kul" ; Allah (c.c) karşısında aciz ve yetersiz olduğunu Allah (c.c)'ın lütuf ve keremine muhtaç olunduğunu bilmek; sadece O'nun tasarruf ve hüküm sahibi olduğuna kesin inanç anlamına gelmektedir.
Genel (Umumi) Kulluk
Allah (c.c)'ın Rububiyetine Karşılık Yapılan Bir Kulluktur.
Bu anlamdaki kullukta, ister sadık olsun isterse fasık, ister mümin olsun isterse de kafir, ister cennet ehli olsun isterse de cehennem, bütün insanlar Allah (c.c)'ın "kulu" ve "abdi" dir.
Zira Allahu Teâla bütün insanların Rabbi ve Mâlikidir. (insanların yaratıcısı ve tedbirleriyle kuşatıcısıdır.) Hiç kimse O'nun kudreti ve meşîeti (dilemesi) dışına çıkamaz. (O'nun tespit ettiği tabii kanunların dışına hiç kimse çıkamaz.) İstese de istemese de, O'nun koyduğu tabiat (doğa) kanunlarına uymak zorundadır. Hiç kimse O'nun kudretinin ve isteklerinin dışına çıkamaz. İster Allah (c.c)'a verdiği iman sözünden dönen fasık, isterse verdiği bu söze sadık olsun, kimse Allah (c.c)'ın hükümlerini değiştiremez. İnsanlar ister istesinler ister istemesinler Allah (c.c)'ın iradesi muhakkak tahakkuk eder. (Allah (c.c)'ın istediği şey mutlaka olur.) Allah (c.c) istemediği taktirde kimsenin istekleri sonuca ulaşamaz.
Allahu Teâla şöyle buyurur:
"Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Boşuna! Göklerde ve yerde her ne varsa, isteseler de istemeseler de O'na çevrilip götürüleceklerdir" (Al-i İmran: 3/83)
Demek ki Allahu Teâla bütün alemlerin Rabbi, halkedicisi (yaratıcısı), rızık vereni, öldürücüsü ve dirilticisidir.
Kalbleri (temayülleri) istediği yöne çeviren ve işlerinde ortaksız yetki ve tasarruf sahibi yegane kudret Allahü Teala'dır...
Hiç kimsenin Allah'tan başka Rabb'i ve Mâlik'i yoktur.
Herşeyin Hâlık'ı (yaratanı), Müdebbir'i (yarattıkları için kanun koyanı) ve Muharrik'i (hareket ettireni) yalnız O'dur.
İnsanlar ister kabul etsinler isterlerse etmesinler, ister bilsinler isterlerse de bilmesinler, sonuç değişmez, gerçek asla bozulmaz.
İnsanlardan ancak iman ehli olanlar (Allah (c.c)'a, Rasûlüne (s.a.v), Rasûl aracılığı ile indirilen Kitab'a inananlar) bunları bilirler. Bildikleri için iman ederler; Allah (c.c)'ın rahmetini umarak, azabından korkarak, O'na şükredip kulluk ederler.
Bu gerçekleri bilmeyen veya Allah (c.c)'a karşı kibirlenerek inkâr edenler böyle değildir. Kendilerini bir kudret sahibi sandıkları için gerçekleri reddedenler çok kötü bir durum içindedirler. Bunlar Allah (c.c)'ın yegâne Hâlık ve Rab olduğunu bildikleri halde bu bilgilerini ikrar etmez (açıklamaz, itiraf etmez) ve O'na boyun eğmezler. Kabullendikleri halde ve bildikleri halde kibirlerinden dolayı hakikati ikrar etmemeleri böylelerine büyük zarar getirir.
Zira Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Kalpleri ve vicdanları bunların tam doğru olduğuna kanaat getirdiği halde, büyüklenmeleri ve zülm etme temayülleri sebebiyle gerçekleri inkar ettiler. O ard niyetli bozguncuların halleri bak nice oldu!" (Neml: 27/14)
Bir başka ayeti celile:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, rasul ve nebilerimizi öz oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle olduğu halde bazı bilginler gerçeği halktan, sade insanlardan saklarlar, bile bile insanlarla hakkın arasına girer, gerçeği örteder" (Bakara: 2/146)
İşte o gözünün nuru ayetlerden biri daha:
"Onlar senin doğru söylediğini biliyorlar. Ama gene de o zalimler, Allah'ın ayetlerini inatla inkar ediyorlar" (En'am: 6/83)
Kul, Allahu Teâla'nın gerçekten Rabbi ve Hâlık'ı olduğunu ve kendisinin Allah (c.c)karşısında fakir ve muhtaç bulunduğunu bildiği zaman, Allah (c.c)'ın Rubûbiyetine ait ubudiyeti ve kulluğu bilir ve idrak eder.
İşte bu kul yalnız Rabbinden ister, O'ndan istimdat dilenir (medet umar), O'na boyun eğer ve yalnız O'na yönelir (O'na alçak gönüllülük tavrı içinde yalvarır) ve tevekkül eder. (O'nun verdiklerine ve vereceklerine gönüllü bir biçimde razı olur).
Fakat, Allah (c.c)'ın emirlerine bazen itaat ve bazen de isyan eder; bazen Allah (c.c)'a kulluk (ibadet) eder, bazen de şeytana, ve sair putlara kulluk ve ibadette bulunursa (emirleri kendilerini rab ilan edenlerden alırsa) bu şekildeki kulluk cennet ve cehennem ehlini birbirinden ayırır ve böyle bir kulluk ile kişi mü'minler safına dahil olamaz.
Çünkü Allah'ımız şöyle buyuruyor:
"Onların çoğu Allah'a hüküm ve kararda ortak koştuğu halde, kendilerini mümin sayarlar. Halbuki ise böyle ortak koşucular Allah'a iman etmiş değillerdir" (Yusuf: 12/106)
Gerçekten de yaratıp rızk verici olarak kabul (ikrar) ettikleri halde gene de Allah (c.c)'tan başkasına ibadet, itaat ve kulluk etmektedirler insanların bir çoğu.
İşte ayet:
"Andolsun ki, o müşriklere "şu gökleri ve bu yeri kim yarattı" diye soracak olsan, onlar; "muhakkak ki Allah'dır" diye cevap vereceklerdir"
"De ki: "Kimin o arz ve ondaki bütün varlıklar, biliyor musunuz?" Onlar; "Allah'ındır" diyeceklerdir. Öyleyse "onları düşünüp Allah'ın kudretini idrak edemiyor musunuz?" diye sor. Yine onlara de ki: "O yedi göğün sahibi kim? O çok büyük arşın rabbi kim? Onlar; Allah'dır" diyecekler. O halde de ki: "Bunları bildiğiniz halde, bütün varlıkların sahibi olan Allah'tan niçin korkmuyorsunuz? Yine de ki: "Herşeyin mülkiyeti ve bütün hazinlerini elinde tutan kimdir? kimdir hiçbir şeye ihtiyacı olmayan? Korunmaya muhtaç olmayan? Eğer biliyorsanız bana bildirin" Onlar yine şöyle cevap verecekler: "Allah'dır" O halde onlara söyle. "Bunları biliyorsunuz da, neden aldatılıyor ve Allah'a ortaklar koşuyorsunuz?" (Mü'minun: 23/84-88)
Hakikatten ve onu müşahededen bahseden bir çok kimse, bu kevnî hakikati (herşeyi yaratan, herşeyin Rabbi ve sahibinin ancak Allah (c.c) olduğu hakikatini), müşahede ediyorlar ki, bu kevnî hakikati bilmekte ve müşahede etmekte (yukarıda geçen ayetlerde olduğu gibi), mü'min-kâfir, sadık-facir müşterektir. (Gerçekten de, varlıklar aleminin sahibini bilmek hususunda bütün insanlar birbirinin aynıdır.)
Hatta o kadar ki; bu hakikati iblis ve ona bağlı cehennem ehlinin hepsi de bilip itiraf etmektedirler.
Nitekim iblis demektedir ki:
"Ey Rabbim! O halde insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver!"
Yine iblis şöyle demişti:
"İblis; "Rabbim" dedi. Beni azdırmandan ötürü andolsun ki ben de insanları günahlarla süsleyeceğim ve onların hepsini de azdıracağım" (Hicr: 15/39)
Ve gene iblis:
"Öyleyse yüceliğine yemin ederim ki, onların hepsini azdıracağım" (Sad: 38/89)
Yine iblis:
"Şu benden üstün saydığını gördün mü? Nesi varmış onun da benden üstün tuttun onu? Yemin ederim ki, bana kıyamet zamanına kadar izin verirsen, onun soyundan gelecek olanları çok azı müstesna olarak kötülükte peşimden sürükleyeceğim" (İsra: 17/62)
Allah (c.c)'ın herşeyle birlikte kendisinin de Rabbi ve Hâlık'ı olduğunu ikrar eden İblis'in, yukarıdaki ve daha bir çok yerdeki hitapları hep kevnî (varlıklar alemindeki) hakikatleri kabul ve itiraf eden belgelerdir.
Cehennem ehli de bu hakikati itiraf ederler, kabul ederler ve şöyle derler:
"Ey Rabbimiz" Aldanmışlığımız bize hakim olmuştu. Onun için doğru yolda olanlardan ayrılmış olduk"
Gene cehennem ehli şöyle der:
"Rabblerinin huzurunda suçlu suçlu durdukları zaman sen onları bir görsen! Allah huzurunda duran o cehennem ehline: "Size bildirdiklerim hak değilmi imiş. Emirlerimi yerine getirmediğiniz tadirde sizin için vaadettiğim şu cehennem de sîzin için hak değil midir?" Onlar: "Evet, Rabbimize yemin ederiz ki, bizim için belirlediğin ceza haktır" (En'am: 6/31)
İşte cehennem ehli de, kevnî hakikatleri (varlık aleminin gerçeklerini) olduğu gibi kabul ve ikrar etmektedir.
Bir kimse bu "kevnî hakikati" (varlıklar aleminin gerçeklerinden bir gerçeği) müşahede ederek durur ve Allah (c.c)'ın ulûhiyetine ait ibadetten, Allah (c.c)'ın ve Rasûlünün (s.a.v) emirlerine itaatten ibaret olan "dînî hakikati" yerine getirmez ve ibadetten ve emre itaatten geri durursa, iblis'in ve cehennem ehlinin fiili cinsinden (yaptığı işlerden) bir iş yapmış olur.
Bununla beraber "bunlar (Allah'ın kevnî hakikatini müşahede edip, dînî hakikatten ve kulluktan geri duranlar) Allah (c.c)'ın has evliyası, hakikat ve marifet ehlidir, bunlar şer'i emir ve yasaklardan muafdır" diye itikat edilirse, bu itikat sahipleri küfür ve ilhad ehlinin zümresine dahil olurlar (iblis ve cehennem ehli zümresinden olurlar.),onların sapıklığına ortak olmuş olurlar.
(kevnî hakikati) Varlık aleminin bazı gerçeklerini keşfetmek, kavramak başka, itaat ve kul olmak (dînî hakikat) gene başkadır.
Her kim, "Hızır ve diğer benzerlerini müşahede ettiğinden dolayı kendilerinden ilâhî emir ve nehiyler düştü" derse, bu sözleri Allah (c.c)'a ve O'nun Rasûlüne küfreden kâfirlerin sapık sözlerinden olur.
Ta ki, "Abd" kelimesinin manasının ikinci (özel kulluk) nevine girinceye kadar.
Özel (Hususi) Kulluk
Allah'ın "Ulûhiyetine" Karşılık Yapılan Bir Kulluktur
"Kulluk" "Abidlik" bir ikinci manaya gelir ki:
Bu mana Özeldir, lokaldir. Belli Ölçüleri vardır. Böyle bir kulluğa herkes, bütün insanlar sahip olamaz. Böyle bir "abidlik", bu çeşit bir "kulluk" insan için en bulunmaz bir nimettir.
(Allah (c.c)'ın vermiş olduğu bütün kaabiliyetleri ve o kaabiliyetlerle ulaşılacak her türlü ihtiyaç maddesini, Allah (c.c)'ın dediği biçimde kullanmak manasına gelen bu tür kulluk, sadece Kur'an ayetlerine bağlanmakla mümkün olur.)
Burada "abd", "abid" manasınadır.
- O zaman Allah (c.c)'a ibadet (kulluk) eden ve O'ndan başkasına ibadet etmeyen; (Rasûlü vasıtasıyla gönderdiği Kur'an'dan başka kitap kabul etmeyen, kabul ettiği Kur'an'ın bütün prensiplerini elinden geldiğince yerine getirmeye çalışan)
- Allah (c.c)'ın ve peygamberin emirlerine itaat eden;
- Allah (c.c)'ın mü'min ve muttaki kullarını kendine dost, fasık ve kâfirleri de kendine düşman edinceye kadar çalışan insanın abdiyeti...
(Allah (c.c)'ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilen bir İbadettir bu üstün kulluk makamı)...
(Böyle bir kulluk sadece Allah (c.c)'a ait kılınır. Her türlü hükümdarlık hakkı Allah (c.c)'a aittir böylesi bir kullukta)
Bu çeşit kulluk (ibadet) Allah'ın "ulûhiyetine" karşılık yapılan bir kulluktur.
İşte bundan dolayıdır ki, tevhidin mana ve medlulü "Lâ ilahe illâllah" (Allah (c.c)'tan başka ibadete layık ilah yoktur) hitabıyla ifade edilmiştir.
Allah (c.c)'ın rububiyetini ikrar edip, O'na ibadet ve kulluk etmeyen veya O'nunla birlikte başka bir ilâha da ibadet ve kulluk eden böyle değildir.
(Yalnız O'na itaatla kulluk etmek, O'ndan başka hüküm ve marifet sahibi, kudret merkezi kabul etmemek bu ikinci tür yüce "ulûhiyette" kulluktur ki, bu tiplerden başkası imkanı yok bu tür kulluğun ifade ettiği mana içine giremezler.)
Bunlar Allah (c.c)''ın herşeyin Rabbi, terbiye edeni, tekâmül ettireni ve Hâlık'ı olduğuna inanır; fakat ulûhiyetine; yani "kulluk (ibadet) edilmeye lâyık tek ilâh ve mabud" olduğuna inanmaz ve başkalarına kulluk eder.
(Bir insan Allah (c.c)'ın herşeyin Rabbi, yaratıcısı, terbiye edicisi, geliştireni olduğuna inanır, fakat O'nu yegane itaat ve ibadet edilecek kudret (varlık) bilmez, başkalarının sözlerine ve emirlerine de itaat ederse, ikinci tür "ulûhiyette" kulluk makamına giremez. )
"İlah", kâmil (tam ve yüce, tecezzi / bölünme parçalanma kabul etmez) bir muhabbet (sevgi) ve tazimle (saygıyla), iclâl (yüceltme) ve ikramla, korku ve ümitle ve benzeri ihtiramlarla (hürmetlerle) kalbin titreyerek yöneldiği, beğendiği tabi olduğu (bağlandığı) kudrettir (varlıktır).
İşte bu ibadet ve kulluk, Allah (c.c)'ın sevdiği ve razı olduğu bir ibadettir. (Böylesi bir kulluğa "abidlik" demektedir İslam dini.)
Allahu Teâla seçkin kullarını da bu ibadetle vasıflandırmıştır; Rasûl ve nebilerini de bu maksadı hasıl ettirmek için göndermiştir.
Abd, yaratık ve mahlûk manasına alındığı zaman, inkâr edenler de iman edenler de müsavidir (birbiriyle eşittir).
Bu manada mü'min ve münkir müşterektir (aynı statü içindedir). Hepsi de Allah (c.c)'ın mahlûku ve abdidir (kuludur).
Abdin ve kulun bu iki manası arasındaki fark ile:
Allah (c.c)'ın sevdiği ve razı olduğu, ibadetine, dinine ve şer'i emirlerine dahil olan ve O'nun ehlini (bu işleri mükemmel bir biçimde yerine getiren insanları) kendisine dost ve veli edineceği, onlara cennetle ikramda bulunacağı dînî hakikatlerle;
mü'minin, kâfirin, sadıkın ve facirin müşterek ve müsavi olduğu ve kevnî hakikatler (varlıklar alemindeki gerçeklere bağlılık) arasındaki fark anlaşılır.
Her kim ki, sadece kevnî hakikatler ile iktifa edip (varlıklar alemindeki müşahhas gerçeklerle yetinir), dînî hakikatlere tâbi olmaz (aldırış etmezse) ise, mel'un (lanete uğramış) İblis ve alemlerin Rabbine küfreden kâfirlerin tâbilerinden olur.
Kaza Ve Kader
Her kim dînî hakikatların bir kısmını terkederek diğer bir kısmı veya bazı mertebe ve hallerini terkederek diğer bazı mertebe ve halleri ile iktifa ederse, dînî hakikatlerden terkettiği nispette imanından ve Allah (c.c)'a yakınlığından kaybetmiş olur.
Bu mesele çok önemlidir. Nice nice kişiler bu konuda büyük hatalara düştüler. Bu konu da birçok kimse şüphe bataklığına daldılar, şaşkınlık içine girdiler. O kadar ki, tevhid, hakikat ve irfan ehli olduklarını iddia eden büyük şeyhlerden, sayısını ancak Yüce Allah'ın bildiği sayısız kişilerin ayağı kaydı bu konuda.
Şeyh Abdülkadir Geylani (Allah (c.c) ona rahmet eylesin) kedisinden nakledilen şu sözünde konuya temas edip diyor ki:
"Bu ricalden birçoğu kaza ve kadere razı oldular ve durdular. Ancak bana hakikatin pencerelerinden bir pencere açıldı. Hakkın kaderlerine gene hak ile mücadele açtım. Er kişi kader ile mücadele eder. Kadere muvafakat eden, evet diyen, boyun eğen er kişi değildir"
Rahmetli şeyhin bahsini ettiği şey Allah (c.c)'ın ve rasûlünün söylediği ve istediği (emrettiği) şeydir.
Fakat sayısız insan bu hususta hataya düştü ve yok oldu. Bunlar insanların yaptıkları bazı suçları yok etmek için kullanıyorlar kaza ve kaderi.
Bunlar kendilerinden veya halktan bir kimseye, günah, isyan ve hatta küfürden takdir edilen şeylere bazen şehadet ediyorlar ve bunun Allah (c.c)'ın dilemesinde, kaza ve kaderinde cereyan ettiğini, rubûbiyet hükmüne dahil bulunduğunu ve ilahi dilemenin sonucu olduğunu ileri sürüyorlar da; teslim ve razı olmanın ve muvafakat etmenin, din, tarikat ve ibadet olduğunu zannediyorlar. Böylece müşrikler gibi düşünmüş oluyorlar (Bu şekilde inkarcı cehennem ehlinin sözlerine çok yaklaşmış oluyorlar).
O müşrikler ki;
"Allah'a hüküm ve emirde ortak koşanlar ve böylece küfre düşenler şöyle diyecekler: Eğer Allah dileseydi, ne biz ortak koşucu müşrik olurduk, ne babalarımız. Ne de tek bir haram işleyebilirdik!" (En'am: 6/148)
Yine o müşrikler (ortak koşucular):
"O kimseye biz mi yedireceğiz ki? Allah dileseydi ona yiyeceğini verirdi" (Yasin: 36/47)
Ve yine:
"Eğer Rahman dileseydi, bizde kendinden başkalarına itaatla ibadet etmezdik"(Zuhruf: 43/20)
Şayet müşrikler ortak koşmayan doğrulayıcılar olsalardı (hidayet olunsalardı), kesinlikle bilirlerdi ki, her şey Allah (c.c)'ın emirlerini tatbik etmediklerinden ötürü kötüye gider.
Fakirlik, korku ve hastalık gibi kaderden olan işler sadece kendilerini yaratan ve terbiye eden Allah (c.c)'ın emirlerini yerine getirmemekten dolayı sık sık başlarına gelmektedir.
Allah (c.c)'ın emirlerini yerine getirdiği halde bazı kötülüklere duçar olursa insanoğlu, bunu kader kabul etmesi, genel ilahi kanunlar içinde bulunduğunu kabul etmesi gerekir. Böyle telakki ettiği zaman, başına gelen hesap dışı felaketleri selametlere çevirecek sabrı gösterebilir.Böyle bir sabır göstermekle emrolunduk çünkü:
"Allah (c.c)'ın izni olmadıkça, hiçbir şey kendiliğinden ortay çıkmaz. Kim Allah (c.c)'a inanırsa, Allah (c.c)onun kalbini doğru yola sevkeder"
Seleften bazıları demişlerdir ki:
"Er kişi odur ki, kendisine bir kötü iş isabet ettiğinde, bunun Allah'ın genel adetleri içinde bulunduğunu bilir, kusuru kendinde arayıp sabreder"
Yüce Allah buyuruyor:
"Kıtlık, kuraklık, hastalık ve tabiat afetleri gibi, bütün felaketlerin hepsi, daha yaratılmadan Allah indindeki bilgi defterinde kayıtlıdır. Böylesi Allah için çok kolay bir iştir" (Hadid: 57/22)
Buhari ve Müslim'de olan bir hadisi şerifde Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmaktadır:
"Adem (a.s.) ile Musa (a.s.) ruhlar aleminden karşılıklı konuştular; birbirlerine delil getirdiler.
Musa (a.s.) dedi ki:
"Sen o Ademsin ki, Allah seni eli ile yarattı, sana ruhundan üfledi, sonra sana melekleri secde ettirdi, her şeyin ismini öğretti. Böyleyken neden bizim cennetten kovulmamıza sebep oldun?" (yani cennette neden günah işledin?)
Adem (a.s.) Musa'ya (a.s.) şu cevabı verdi:
"Sen de Musa'sın ki, Allah sana kitap ve kelam verdi, bu nimete layık kıldı ve seni elçi olarak seçti. Böyle olduğu halde beni suçladığın konunun, daha ben yaratılmadan önce üzerime yazılı olduğunu görmedin mi?"
Musa (a.s.):
"Evet, gördüm!" dedi.
İşte Adem (a.s.) Musa'ya (a.s.) böyle delil getirdi" (Buhari, Kader: 11; Müslim, Kader: 13.)
Adem (a.s.), günah işleyenlerin günahlarına mazeret olarak kaderi getireceğini bildiği için, kaderi kullanmadı. Yani "Allah takdir etti, istedi ve ben de yaptım, benim suçum yok" demedi. Çünkü böyle bir sözü hiçbir Müslüman, hatta akıl sahibi hiçbir mahluk söylemez, söyleyemez. Şayet kaderde var olduğu için yaptım denebilseydi, böyle bir özür bulunsa idi, bu özrü şeytan da, Nuh ve Hud kavmi de, hatta bütün kafirler de der ve yakayı kurtarırlardı. Böyle olunca da küfürlerinde haklı olurlardı.
Yukarda zikredildiği gibi, Musa (a.s.) günah işlediğinden ötürü Adem'i (a.s.) suçlayıp çekiştirmemişti. Adem (a.s.) işlediği suç için Rabbine tevbe etmiş ve yeniden doğru yola girmesine izin vermişti. Fakat Musa (a.s.) O'nun işlediği suçta bizlere kadar ulaştığı için "neden kendini ve biz evlatlarını cennetten çıkaracak bir suç işledin" diyerek, bir merakını gidermeye çalışmıştır. Adem'de (a.s.) ona,"beni suçladığın konunun, daha ben yaratılmadan önce üzerime yazılı olduğunu görmedin mi?" diyerek, sınanmak için yaşanılacak dünyaya gönderilmek bahanesi içinde göstermiştir işlediği suçu.
İşte bu takdirde, böyle bir kadere rıza göstermek icab eder. İnsan için genel olarak takdir edilmiş, ve yapılması yahut yapılmaması kulun insiyatifine bırakılmış kadere, bu kaderin insan için var olan musibetlerine rıza göstermek kulluğun bir gereğidir.
Bu teslimiyet, Allah (c.c)'ı "Rab" kabul etmenin sonucudur.
Günah
Günah konusuna gelince:
Kul için "günah işlemem" diye bir mesele olamaz. İnsan bütün günahlardan kaçacak kadar güçlü değildir. Onun için günah işlememek değil, işlenen günahı günah bilerek, o günahdan tevbe etmektir, uzaklaşmaktır. Kula yakışan budur.
Günahlarından tevbe ile uzaklaşıp, kötü sonuçlarına rıza göstermek kul için vacibdir.
Yüce Allah bu konuda buyurmaktadır:
"Başına gelen belalara sabret. Allah'ın vaadi haktır ve işlediğin suçtan ötürü istiğfar et, bağışlanmanı iste" (Mü'minun:23/55)
"Eğer siz sabırlı olur, korunursanız, oların hileleri size hiçbir zarar vermez" (Al-i İmran: 3/186)
Yusuf (a.s.) şöyle demişti:
"Doğrusu kim Allah'tan korkar ve içine düştüğü felaketlere sabrederse, muhakkak ki Allah bu sabredenleri sabırlarından ötürü mükafatlandırır" (Yusuf: 12/90)
Kulların günahları da aynen böyle bir statü içindedir. Çünkü en büyük musibet günah işleyip Allah (c.c)'ın gazabına muhatab olmaktır.
Onun için her Müslümanın, (kudreti nisbetinde) elinden geldiği kadar;
- İyiliği emretmesi, kötülükten alıkoyması,
- Allah yolunda kâfirlerle ve münafıklarla cihad eylemesi;
- Allah'ın dostlarını dost, düşmanlarını ise düşman bilmesi;
- Allah için sevmesi ve Allah için buğz etmesi üzerine vacibdir.
Yüce Allah buyuruyor:
"Ey iman edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar Hak'tan size geleni (Kur'an'ı) inkar ettiler. Rabbiniz Allah'a iman ediyorsunuz diye sizi ve Peygamberi (Mekke'den) çıkarıyorlardı. Eğer sizler, benim yolumda ve rızam uğrunda cihad için çıktınızsa (düşmanlarımı dost edinmeyin!). Siz onlara sevgi göstererek sır veriyorsunuz. Halbuki Ben, sizin gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da hep bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, artık hak yolun ortasından sapmıştır.
Eğer onlar size üstün gelirlerse, hepinize düşman kesilirler ve size ellerini, dillerini kötülükle uzatırlar, küfretmenizi arzu ederler.
Ne hısımlarınız, ne de evlatlarınız size asla fayda vermez. Allah, kıyamet gününde aranızı ayıracaktır. Allah, bütün yaptıklarınızı en iyi görendir.
Gerçekten sizin için İbrahim'de ve beraberindekilerde güzel bir örnek vardı. Hani kavimlerine şöyle demişlerdi: "Biz sizlerden ve Allah'dan başka taptıklarınızdan beriyiz. Siz bir olan Allah'a iman edinceye kadar sizi tanımıyoruz Sizinle aramızda ebedi düşmanlık ve kin baş gösterdi" (Mümtehine: 60/1-4)
"Allah'a ve ahiret gününe imanda sebat eden hiçbir kavmin, Allah'a ve Rasule düşmanlık eden kimselerle, isterse bunlar onların babaları, yahut oğulları, veya biraderleri, yahut soysopları olsunlar, dostluk kurduklarını görmezsin. Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış, ve kendinden bir ruh ile desteklemiştir" (Mücadele: 58/22)
"Öyle ya! Biz Müslümanları o günahkarlar gibi yapar mıyız hiç?" (Kalem: 68/35)
"Yoksa biz, bize iman edip de güzel güzel hiçbir ard niyetsiz emirlerimizi yaşantılarına aksettiren Müslümanlarla, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk yapanlarla bir mi tutacağız? Veya Allah'tan korkanları, hesaba almayan ve doğru yoldan sapanlarla aynı mı sayacağız?" (Sad: 38/28)
"Yoksa kötü işler yaparak cezaya müstahak olanlar, iman etmiş ve güzel güzel iman ettiği Allah kanunlarını hayatlarına tatbik etmiş gibi mi davranacağımızı sanıyorlar kendilerine? Ölüm ve dirimleri aynı mı olacak sandılar? Bu zanları kendileri için ne kadar aldatıcı ve kötü bir son getirecek" (Casiye: 45/21)
"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölgelikle sıcaklık nasıl ki bir değildir, ölü ile diri de öyledir" (Fatır: 35/19-20)
"Allah'a hükmünde ve kudretinde ortak koşanlarla, O'nu ait olduğu müstesna yere ortaksız oturtanların durumuna dair Allah şöyle bir misal vermiştir: Köle bir adam ki, onun bir takım ortakları ve efendileri var. Her biri kendisine ayrı ayrı yol gösterip emirler verecek çekiştirip duruyorlar. Diğer bir köle de tek bir insana, özel bir efendiye sahip ve tek bir adamdan emir alıyor ve asla kafası karışmıyor. Bu iki köle arasında bir büyük fark yok mudur?" (Zümer: 39/29)
"Allah şöyle örnek getirdi: "Hiçbir şeye gücü yetmeyen memlûk bir kul, bir de hür bir zat ki, kendisine tarafımızdan güzel rızklar verilmiştir. O bu verdiklerimizden gizli aşikar bizim rızamız yolunda harcamaktadır. Bu iki insan hiç eşit olurlar mı? Bütün hamd Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmezler. Allah şu iki kişiyi de örnek gösterdi: Bunlardan birisi dilsizdir, hiçbir şey beceremeyerek efendisinin omuzlarına yük olmaktadır. Efendisi ona ne iş verse yerine getiremez. Şimdi böyle biri, doğru yola giderek adaleti emreden bir kimse gibi olabilir mi?" (Nahl: 16/ 75-76)
"Cehennem ehli ile cennet ehli bir olmaz asla. Cennet ehli, onlar ancak arzularına kavuşanlardır" (Haşr: 59/20)
- Ve hak ile batıl ehlini,
- İtaat edenle isyan edeni,
- Fesad güruhu (Bozguncu zümre) ile saadet erbabını (birleştirici) olanı,
- Hidayet yolcuları (doğru yolda olanlarla) dalâlet zümresini (iblisin yolunda olanları),
- Sapıklar topluluğu ile, raşidler cemaatını (Söz, amel ve hal bakımlarından şirkten uzaklaşmış bulunan kimseleri),
- Sadıklar (dosdoğru olanlar) ile yalancıları birbirinden ayıran daha nice ayeti kerimeler vardır Kur'an-ı Kerim'de...
Vahdedi Vücut Telakkisi
İşte her kim dini hakikatlerden ayrı bir biçimde, sadece kevnî hakikatleri (varlıklar aleminde olanları) hesaba alır, onları istediği biçimde kullanmaya kalkışırsa, Allah (c.c) da onu, varlık alemini Allah (c.c)'ın dini üzere keşfedip kullanan gerçek anlamdaki kulundan ayrı tutar ve hakkı olan cezayı verir.
Çünkü varlık aleminde olanları kendi istediği biçimde kullananlar, onlara kendilerince bir değer biçenler, Allahu Teâla'nın aralarını son derece hassas bir şekilde tefrik ettiği bu çeşitli sınıfların hepsini eşit sayar; hatta bu kanaat sonuçta Allah (c.c) ile putları denk görmeye kadar gider (Allah (c.c) ile kendince güya varlığını ellerinde tutanlara kulluğa kadar varır iş).
Yüce Allah bu tür insanları şöyle haber veriyor:
"Allah'a andolsun, gerçekten biz apaçık bir sapıklık içindeydik. Çünkü biz dünya metaı olan putlarla, kainatın haliki Allah'ı bir tutmaktaydık" (Şuara: 26/97-98)
Daha doğrusu bunlar, Allah ile bütün mahlukatı birbirinin aynı sayıyorlar; (tabii ki bu sapıklık sonucu) yalnız Allah (c.c)'ın lâyık olduğu ibadet ve taata bütün varlıklar içinde hak tanıyorlar.(Burada bahsi edilen sapıklık, yaratıcıyı yaratılanın içinde sanmak; yaratıcının yarattığı ile birlikte vücut bulması; Allah'ın, mahlukunun varlığında tecelli etmesi gibi; sonradan var edilmiş olanla var edeni bir görme sapıklığıdır)
Çünkü bunlar bütün mahlukatın vücudunu Allah (c.c)'ın bizzat kendisi olarak kabul ediyorlar. Bu ise alemlerin Rabbi olan Allah (c.c)'a karşı en büyük küfür ve inkârdır. (Şu koca, uçsuz bucaksız kainatın yaratıcısına yapılacak bundan daha büyük küfür olabilir mi?)
Bunların küfürleri o mertebeye, (o boyutlara) çıkıyor ki; hem abd ve hem de mabud olmak üzere, Allah'ın kulu olduklarını inkâr eder duruma düşüyorlar. (bunlar kendilerini hem abd hem de mabut sayıyor; böylece Allah (c.c)'a kulluğu ortadan kaldırıyorlar.) Zira kendi nefislerinin bizzat Hakk'ın kendisi olduğuna inanıyorlar. (Bir kişi kendi nefsini halikten bir parça olduğuna inanıyorsa, O'nun kulluk görevlerini yerine getireceği mabut nerede kalıyor?)
Bu hususu, tağutları olan "Füsusu'l Hikem" yazarı Muhyiddîn-i Arabi ve İbni Seb'în gibi iftiracı mülhitler apaçık söylüyorlar; ve kendilerinin bizzat hem abidler ve hem de mabudlar olduklarını iddia ediyorlar.
Bu telâkki, (iddia) ne kevnî ve ne de dînî bir hakikatin müşahedesi değildir. (ne kevni (varlıklar, sonradan yaratılmış olanlar) ne de dini hiçbir hakikate dayanmamaktadır elbette.)
Belki bu (tersine), Hâlık'ın vücudunu mahlûkun vücudu saydıkları ve her türlü güzel ve çirkin sıfatları Hâlık'ın ve mahlûkun sıfatı kabul ettikleri için, kevnî hakikatin müşahedesinden sapmak ve körleşmektir.
Çünkü bunlara göre; bir şeyin vücudu, aynı şekilde ayrı şeylerin de vücududur. Yani Allah (c.c)'ın vücudu aynı zamanda mahlûkun vücududur diyorlar. (Yani, Allah (c.c)'ın vücudu aynı zamanda mahlukatın da vücududur demekle, varlık aleminin, yaratılmış alemin gerçeklerinden de bihaber oluyorlar)
Kevni varlığın, yaratılmış bütün mevcudun vücudu bir olunca, yani;
İster Allah (c.c)'ı mahlûkun kendisi, ister mahlûku Allah (c.c)'ın aynısı olarak kabul ederek, varlığı bir adet kabul ettikleri için, İslâm dininin iman edilmesini emrettiği (bütün gerçekleri ve) Allah (c.c)'ı inkâr etmiş oluyorlar.
Kur'an Ehli Olan Mü'minler
Allah (c.c)'a ve Rasûlüne (s.a.v) iman edenlere gelince;
Bunların en basit ferdinden en üstün vasıflı olanına kadar herkes Kur'an ehlidir.
Allah'ın Rasûlü (s.a.v) buyurmaktadır:
"Şüphesiz insanlar içinde Allah (c.c) ehli olanlar vardır"
dediğinde, etrafındakiler, "kimdir onlar?" diye sordular. Cevaben buyurdu ki:
"Allah (c.c) ehli, Allah (c.c)'ın has kulu olanlar sadece Kur'an ehli olanlardır"
Kur'an ehli olan bu müminler; Allah (c.c)'ı herşeyin Rabbi, halikı ve mâliki olarak bilirler. Hâlıkın mahlûkun zıddı olduğu hâlıkın mahlûka hulul etmiyeceğine (yerleşmeyeceğine) hâlık ile mahlûkun birleşmiyeceğine ve hâlıkın vücudunun aynı zamanda, mahlûkun vücudu olmayacağına kesinlikle (bilerek) inanırlar.
Yüce Allah hıristiyanları, yalnızca Allah (c.c)'ın mahlûkta (hulul ettiğine) vücud bulduğuna ve İsa (a.s.) ile birleştiğine inandıkları için kafir saymıştır.
Allah (c.c)'ın bütün mahlûklara hulul ettiğini (vücud bulduğunu) ve her mahlûk ile birleştiğini iddia edenler nasıl olur da Müslüman olarak kabul edilebilirler? (nasıl müslüman kalırlar?)
O yegane kitap olan Kur'an'ın bağlıları (mü'minler), Allah (c.c)'ın, kendisine ve Rasûlüne itaati emrettiğini, gene kendisine ve Rasûlüne isyan edilmesini yasakladığını bilir ve inanırlar.
Gene bu müminler Yüce Allah'ın fesat çıkaranları sevmediğini, kullarının küfrüne razı olmadığını ve insanlara yalnız Allah (c.c)'a kulluk edip emirlerine itaat edilmesi lâzım geldiğini bilir ve böyle inanırlar.
Fatiha suresinde işaret buyurulduğu gibi, bütün bunları yapabilmek için:
"Ancak sana itaatla (ibadet) kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz" (Fatiha: 1/5) diyerek, yalnız Allah (c.c)'tan yardım istenmesi lâzım geldiğini idrak ederler.
Bir insanın kendi imkân ve gücü, kudreti oranında, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, başlıca kulluk görevleri arasındadır.
Allah (c.c)'a ve Rasulüne savaş açmış küfür ve nifak ehliyle, Allah (c.c)'ın emri galip gelsin diye cihad etmek (savaşmak), Allah (c.c)'a itaatla kulluk, ibadet görevlerinin en Önemlisidir.
Müminler Allah (c.c)'ın dinini idame ettirmek (yaymak için) gayretle canla başla ve şevkle çalışır didinirler. Bunu yaparken de Allah (c.c)'ın kendilerine yardım etmesini niyaz eder yalvarırlar. Böylece ellerinde olmadan, bilmeden yapmış oldukları günahlarının affını temin etmeye hak kazanırlar. Elbette ki günahlarından ötürü başlarına gelecek felâketleri, belaları da defetmiş olurlar.
Nasıl ki insan, acıktığı zaman açlığını yemek yemekle izale eder ve gelecekteki açlığı o yemekle defederse; nasıl ki soğuğu elbiseyle defederse; (Allah (c.c)'ın taleblerinden birini yapmakla da bir kötü iş defedilmiş olur.)
İşte aynı şekilde, her bir matlub ile bir mekruh defedilir. (İstenilerek yapılan her (iyi) bir şey ile, vukuu istenmeyen (kötü) bir şey önlenir.) (İstenilerek yapılan her iyi iş, istenmeyen kötü işlerden birini yapmaktan alıkoyar insanı.)
Nasıl ki, Allah'ın Rasûlüne (s.a.v) sordular:
"Ey Allah'ın Rasulü! Haber ver bize; birtakım ilaçlarla hastalıkları iyileştiriyoruz, bazı dualarla ve koruma usulleriyle kendimizi koruyoruz. Bu yaptıklarımız gerçekten Allah (c.c)'ın bizim için çizdiği kaderden herhangi birini önler mi?"
Allah'ın Rasulü cevap verdi:
"Bütün saydıklarınız da Allah (c.c)'ın yazmış olduğu kaderden cüzlerdir" (Tirmizi, Kader: 12; Tıbb: 21.)
Bir hadisi şerifte Allah'ın Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Tedbir alınarak yapılmış olan dua ile başınıza gelecek bela yerle gök arasında karşılaşır ve biri diğerine ilaç olur, üstün gelir" (Hakim.)
İşte bütün bunlar Allah (c.c)'a ve Rasûlüne (s.a.v) iman eden ve sadece Allah (c.c)'a itaatla kulluk eden müminlerin halidir ve saydıklarımızın hepsi de "ibadet" kelimesinin ifade ettiği mana içinde en önemli yerlere sahiptir.
Dalâlet Ehli Kaderiyecilerin Sınıfları
Sapıklar ise; Allah (c.c)'ın her şeyi yaratmasından ve terbiye etmesinden ibaret olan kevni hakikatları görüyor ve bunu dalâletteki mertebelerine göre, Allah (c.c)'ın dini ve şer'i emirlerine uymaya engel sayıyorlar.
Aşırı dalâlet (sapıklık) içinde olanlar ise, kevni hakikatları, dini hakikatlara uymaya engel saymayı, mutlak manada genel bir kaide olarak kabul ediyorlar. Şeriata uygun olmayan bütün işlerinin doğruluğuna da kader ölçüsünü delil olarak getiriyorlar.
Bütün bu sözler, yahudi ve hıristiyanların sözlerinden besbeter küfürdür ve şerlidir. (kötülük getiricidir).
Böyle sözler aynen müşriklerin sözlerine benzemektedir. Onlar şöyle demişlerdi:
"Allah dileseydi, ne biz ve ne de babalarımız Allah'a şirk koşamaz ve hiçbir helali haram sayamazdık" (En'am: 6/148)
Ve yine o müşrikler:
"Eğer Rahman isteseydi, biz onlara, yani putlara ilah nazarıyla bakamazdık" (Zuhruf: 43/20) demişlerdi.
Bunlar yeryüzünün, sözleriyle en çok çelişkiye (gerçeklere ters) düşen kimseleridir. Daha doğrusu, şeriata uymayan fiiline kaderi delil gösterirse, böyle bir kimse mutlaka tezada düşmüş olur. (Şeriata uymayan işlerine kaderi şahit getiren insandan daha şedid sapık yoktur yeryüzünde.)
Çünkü bütün insanların yaptıkları işin doğruluğunu ikrar etmek mümkün değildir. (insanların yaptığı herşeyin doğru olduğunu iddia etmekten daha korkunç bir hata olamaz. İnsanoğlu yapmış olduğu her işin doğru olduğunu kabul ederse, o zaman yaptıkları bütün zulümler de meşru duruma girer) Aksi halde; kendisine ve halka zulüm yapan bir zalim, yeryüzünde bozgunculuk yapan, halkın kanını döken, namusunu çiğneyen ve nesli helak eden, halkın takat getiremeyeceği çok ağır yükler yükleyen bir kimsenin bütün bu hareketlerini kadere yükleyerek bu zalimlere ceza vermemek lâzım gelirdi.
Bu zalimlere ceza vermek isteyen düşmanlarına da:
"Şayet kader bir hüküm ve hüccet ise, sana ve başkasına istediği herhangi bir şeyi yapan kimseyi bırak ve onu cezalandırma; çünkü bu senin ve başkalarının kaderi imiş; yok eğer, kader bir hüküm ve hüccet değilse, o zaman senin sözlerin ve iddiaların bâtıl olur ve yıkılır" denilmesi gerekir.
İşte, bu kevnî hakikatler (kader) ile hüccet (delil) getirenler bu iddiada bulunurlar, fakat onu iltizam etmezler. Yani, iddialarının icab ettirdiği neticelere razı olmazlar (Kendileri böyle sonuçları kaderden kabul edip boyun eğmezler). Bunlar sadece kendi arzu ve hevalarına uyuyorlar (Demek ki bunlar sadece kendi işlerine geldiği yerde heva ve heveslerine kullanmak için kaderi o şekilde mütalaa ediyorlar).
Bu insanlar hakkında bazı alimlerin şu tanımlamaları ne de uygundur:
"Sen itaat ederken kaderiye, isyan ederken cebriye oluyor; heva ve hevesine hangi mezheb uygun düşüyorsa (işine hangisi geliyorsa) sen onu kendine mezheb ediniyorsun."
Dalâlet erbabından bir grub da; kendilerinin hakikat ve marifet ehli olduklarını iddia ediyor ve yasakların haramların kendi nefsini fail görüp ona sıfatlar tanıyan kimselerle alakalı olduğunu zannediyor; fakat fiillerinin mahlûk olduğunu veya o fiile cebredildiğini ve -Allah (c.c)'ın diğer hareketleri meydana getirdiği gibi- kendisinin o fiilinin de bizzat Allah (c.c)'ın tasarrufunda olduğunu müşahede eden kimseden emir ve vaidin kalkacağını ileri sürüyorlar.
Bazen de külli iradeye şahit olanlardan emir ve vaadin kalkacağını ileri sürüyorlar. Hızır olayında, hızır külli iradeyi müşahede ettiği için ondan teklifin kalktığını zannediyorlar.
Bunlar bir de, sade bir insan, avam bir fertle, -kevnî hakikatleri müşahede edip Allah'ın, kullarının fiillerinin halikı (yaratıcısı), bütün kâinatın irade ve tedbir edicisi olduğuna şehadet eden - havasın arasını tefrik ediyorlar (birbirinden ayırıyorlar);
Bunu ilmen bilen ile şuhûden görenin (bizzat müşahede edenin) arasını tefrik ederek (birbirinden ayırarak),Bu mütalaa ile kevnî hakikata yalnız iman eden kimseden teklifi kaldırmıyorlar; fakat onu müşahede edib de kendi nefsi için asla mükellefiyet kabul etmeyen kimseden teklifi kaldırıyorlar.
Bunlar bu şekilde cebrî ve kaderin ispatını teklife engel saymıyorlar. Tevhid, tahkik ve marifet ehli olduklarını iddia eden bu taifelerin hepsinin ayakları kaydı ve beyin üstü düştüler.
Bunun sebebi ise, kulları üzerine takdir edilen şeye muhalif bir işle emrolunacağına dair sarfettikleri sözlerinin, mutezilenin ve kaderiyenin sözleri gibi eksik kısır ve yanlış olmasıdır. (Yani bu ayağı kayan kimseler; kul kendisine takdir edilen şeyin zıddı ile emrolunmaz diyerek veya zannederek delalete düşüyorlar.)
Sonra Mutezile şer'î emir ve yasakları, Allah (c.c)'ın umumi (genel) irade ve kulların fiillerini yaratmasından ibaret olan kaza ve kaderin dışında olarak kabul ediyor.
Bunlar ise kaza ve kaderi kabul ediyor ama, kadere bizzat şahit olan insanlar hakkında, emir ve yasakların olamayacağını iddia ediyorlar. Bunu böyle söylemelerinin, sebebi yani "avamı nas ve basit insan için; kaza ve kaderi ilmen bilen ve inanan için emir ve yasak vardır" demelerinin sebebi, yasak ve emirleri mutlak anlamda kullanmaktan çekinmeleridir.Çünkü emir ve yasakları mutlak surette inkâr etmeleri mümkün olmuyor.
Aslında bunların sözleri mutezilenin sözlerinden daha çirkindir. Bundan ötürü bunların içinde seleften büyüklerimizin hiç birini göremezsin. Çünkü bu (taife) sapıklar emir ve yasakları, kevni hakikatleri bizzat müşahede edemiyen bilgisiz avam için lüzumlu görmektedirler. Böylece bu hakikatları görenlerin üzerinden bütün kulluk yükümlülüklerini (emir ve yasakları) kaldırıyorlar:
"Artık bu kimse havâsdan oldu ve emir ve yasaklar kendinden düştü (hiç bir teklif bunlar için değildir) " diyorlar.
Bundan çirkin bir söz, Allah (c.c)'a yapılmış iftira olur mu?
Çok defa:
"Sana yakın (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et"
Mealindeki ayet-i kerimeyi tevil ediyor ve ayetteki "yakînin" kevnî hakikati bilmekten ibaret olduğunu iddia ediyorlar.
Bu kimselerin sözleri apaçık bir küfürdür. Her ne kadar birçok kimse bunun küfür olduğunu bilmeyerek taklid ile bu itikada düşüyorlarsa da, mazur değillerdir, çünkü gene küfür oluyor.
Zira hiçbir mazeret küfrü ortadan kaldırmaz.
Zira, aklı başında olduğu müddetçe, herkes ölünceye kadar emir ve yasaklara uymak mecburiyetindedir. (Elbette ki Şeytan, yahut Yahudi müstesna )
Bu (keyfiyet) kaide İslam dininin hiç değişmeyecek temel kaidelerindendir ve de bunu herkes bilmektedir.
Hiçbir kimseden emir ve yasaklar, ne kaderi müşahede etmekle ve ne de başka bir şeyle düşmez (kaldırılmaz, kaldırılamaz).
Herhangi Bir kimse bu esası (gerçeği) bilmezse, ona iyice anlatılır,ve bu kaide bütün açıklığıyla izah edilir; Buna rağmen hala eski (emir ve yasakların düşeceğine dair) itikadında ısrar eder,devam ederse, kendisi mürted kabul edilerek öldürülür.
Bir kısım insanlardan emir ve yasakların düşeceğine dair sözler, sonradan gelenlerin (müteahhirin) yazılarında pek çoktur.
İlk Müslümanların, yani sahabe ve onların arkasından gelen tabiin devrinde (tavrının içinde) yaşayan hiçbir kimsenin, böyle sapık sözler söylediğini hiç kimse ne duydu ve ne de gördü. Çünkü onlar (Allah ve Rasulünün dostları ise) böyle düşmanca sözler söylemezler. Onlar insanları Allah (c.c)'ın tayin ettiği doğru yoldan sapıtmaktan şiddetle kaçarlardı.
Çünkü bu sözler, Allah (c.c)'a ve Rasûlüne düşmanlık, Allah (c.c)'ın tayin ettiği yoldan sapıtmak, O'na karşı gelmek, peygamberini yalanlamak ve hükümlerine aykırı düşmektir. Bu sözleri söyleyen bir kimse, her ne kadar küfür olduğunu bilmese de üzerinde bulunduğu halin, peygamber ve hak ehli evliyaların yolu olduğunu zannetse de, netice yine değişmez...
Bu sözleri söyleyenler, kendisinde kalbi bir takım haller vehmederek namaza muhtaç olmadığını,namazın kendisine farz olmadığına itikad eden veya kendisinin havasdan olup zarar vermediği için ona şarabın helâl olduğuna itikat eden, veya kendisinin bir deniz, bir umman gibi olup onun için de her kirin ve pisliğin umman içinde kayboluşu gibi, bütün günahların kendisinden kaybolduğunu; onu kirletemediği için zinanın kendisine helâl olduğuna iman eden kimse mesabesinde (parelelinde) sayılır.
Hiç şüphe yok ki, Rasûlü ekremi tekzib eden (yalanlayan) böylesi müşrikler, Allah (c.c)'ın şeriatına aykırı uydurdukları bid'atlara ve Allah (c.c)'ın emirlerine muhalif işler üzerine kader ile delil getirme çabasındadırlar.
Bahsi geçen bu taifeler tıpa tıp müşriklerin benzeridirler. Zira, onlar ya bid'at uyduruyor, ya kaderle delil ve hüccet getiriyor veya bu iki hususu birleştiriyorlar. (günahları, yasakları, emirleri, hülasa insan için taşıması gerekli görevleri kader ve kaza gibi iki önemli hususu delil göstererek, ortadan kaldırıyor,Yani bir bakıma iki hususu birleştiriyorlar.)
(Bid'at ehlini ve küfrü ikiz kardeş yapıyorlar.)
Yüce Allah bu müşriklerin hallerini mealen şöyle açıklıyor:
"O iman etmeyenler bir hayasızlık yaptıkları zaman: "Biz atalarımızı da bunu yaparken bulduk, Allah bize de bunları yapmamızı emretti" dediler. Onlara söyle:
"Allah hiçbir zaman kötülük emretmez, bilmediğiniz şeyleri işinize geldiği için Allah'ın üzerine mi atmak istiyorsunuz?" (A'raf: 7/28)
Bir başka Kur'an ayetinde de mealen şöyle buyrulmaktadır:
"Allah'a eş ve ortak koşanlar diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız Allah'a ortak koşamazdık. Kendi kendimize hiçbir şeyi haram kılamazdık" (En'am: 6/148)
Yüce Allah, helali haram sayma, Allah (c.c)'ın şeriatında olmayan, hatta ona aykırı ibadetleri yapma gibi sapıklıklar, müşriklerin din adına uydurdukları bid'atlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Onlar batıl zanlarıyla dediler ki: "Bu davarlarla ekinler haramdır; onları bizim izin verdiklerimizden başkası yiyemez. Şu hayvanların sırtına binmek de haram edilmiştir. Bir takım davarlar da vardır ki, üzerlerine Allah'ın ismini anmazlar. Onlar Allah'a karşı iftira ederek uydurdular. Allah onları yapagelmekte oldukları iftiraları yüzünden cezalandıracaktır" (En'am: 6/138)
Bu hususta Yüce Allah'ın bir başka ifadesi:
"O iman etmeyenler bir hayasızlık yaptıkları zaman "biz babamızı da bu hal içinde bulduk. Allah da bize bunu böyle emretti" dediler. Onlara söyle: "Allah hiçbir zaman kötülük emretmez. Bilemediğiniz şeyleri işinize geldiği için Allah'ın üzerine mi yıkmaya çalışıyorsunuz?" De ki: "Rabbim adaleti emretti, her secdeye yönünüzü kıbleye döndürün" De ki: "Allah'ın kulları için yarattığı zineti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?" De ki: "Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açığını gizlisini, bununla birlikte her türlü günahı, haksız isyanı, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, bilmediğiniz şeyleri Allah'a isnat etmenizi haram kılmıştır" (A'raf: 7/26-32)
Bunlar kaderden olan bazı tecellilere, şahit oldukları bazı şeylere hakikat dedikleri gibi, bazen kendi uydurdukları bid'atlara da hakikat nazarıyla bakmaktadırlar. Bunlara göre, hakikatin yolu (gerçeğe giden yol), riyazet, halktan ayrılmak, az yemek yemek ve şeriatın sahibinin yasaklarıyla kayıtlı olmayan, bağdaşmayan, fakat Allah (c.c)'tan gafil kalbin de gördüğü zevk ve vecd ile mukayyed (kayıtlı) olan sülukdur. Bunlar her zaman kaderle hüccet göstermezler (delil getirmezler).
Daha doğru bir deyimle, dayanakları rey ve hevalarına uymak, arzu ve heveslerine uygun gördüklerini hakikat saymaktır. Allah (c.c)'ın ve Rasûlünün (s.a.v) emirlerine değil, kendi heva ve heveslerine uyulmasını isterler.
Bu kelâmcılardan Cehmiyye fırkası ve diğer fırkaların bid'atlarına benzer ki, bunlar kitab ve sünnete aykırı bid'at olarak uydurdukları bir kısım sözlerini, dînî hükümlerin delâlet ettiği esaslar değil, uyulması vacib olan aklî hakikatler olarak saymaktadırlar.
Sonra kitap ve sünnetteki hükümleri, ya te'vil veya tahrif ederek maksadından uzaklaştırıyorlar;
Ya da onlardan büsbütün yüz çeviriyorlar. Onlar düşünerek anlayamadıkları ve zıddına itikad ettikleri halde; "bu ayet ve hadisin manasını Allah (c.c)'a havale ederiz" derler.
Nasıl ki bu Cehmiyye fırkasının; Kur'an'a ve hadise muhalif aklî hakikat dedikleri fikirlerin mahiyeti incelendiği zaman, bu fikirlerin birer cehalet ve batıl inanç unsuru olduğu görülürse;
Sûfilerin de aynen, Allah (c.c)'ın evliyalarına ait hakikatlar olduğunu zannettikleri Kur'an'a ve sünnete muhalif fikirler de incelendiği zaman; bunların Allah (c.c)'ın evliyalarının değil de, düşmanlarının tâbi olduğu birer heva ve hevesten ibaret olduğu açıkça anlaşılır.
Dalâletin (Bütün Sapıklıkların) Gerçek Sebebi
Bütün sapıklıkların (dalâletin) esas sebebi şudur:
- Sadece kendi akli kıyasının ortaya çıkardığı sonuçları, Allah (c.c) katından inmiş bulunan Kur'an delillerinin önüne geçirmek ve
- Kendi nefsî hevasına (hudud tanımaz ihtiraslarına) uymayı Allah (c.c)'ın emirlerine tâbi olmaya (uymaya) tercih etmektir.
Zevk, Vecd ve Benzeri Şeyler
Zevk, vecd ve benzeri şeyler, kulun sevmesi ve nefsinin meyletmesi nispetindedir. Bir sevenin sevgisi, kendi gücü oranındadır ve elbette ki bu güç oranında zevk ve vecd duyabilir.
Demek ki, şu aşağıdaki Hadis-i şerifde buyrulduğu gibi, iman ehlinin, iman eden bir kimsenin de imanından dolayı duyacağı zevk ve vecd vardır:
"Üç şey vardır ki, bunlar her kimde bulunursa o kimse imanın lezzetini (halâvetini ve tadını) tatmıştır.
O bulunanlardan birisi, Allah ve Rasulünün kendisine başka her şeyden daha sevgili olması;
İkincisi, bir kimseyi Allah için, Allah razı olsun diye sevmesi;
Üçüncüsü, Yüce Allah bir kimseyi küfürden kurtardıktan sonra bir daha küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi (kötü ve kerih) telakki etmesi ve iğrenç bulması" (Buhari, İman: 9-14; İkrah: 1; Müslim, İman: 67; Tirmizi, İman: 10; Nesai, İman: 3; İbni Mace, Fiten: 23.)
Diğer bir sahih hadis-i şerifde de konuyla ilgili olarak şöyle buyrulmuştur:
"Tek Rab olarak Allah (c.c)'ı, yaşanılacak tek din olarak İslam'ı, kitap'ı elçi olarak da Muhammed'i seçip benimseyen bir kimse imanın lezzetini de almıştır" (Ebu Davud, Zekat: 4.)
Küfür, Bid'at ve Şehvet Ehli
Küfür, bid'at (dinde olmayanı onda varmış gibi gösterenler) ve şehvet (şehvetlerine mağlub olup kötülükler işleyenler) ehline gelince; bunların da her birinin sevdikleri şey nisbetinde, zevk, tad ve vecdler vardır.
Süfyan bin Üyeyne'ye sorulmuş:
"İnsanlardan heva ve heves ehli (kendi şehvet ve isteklerine tabi olanlar) nasıl oluyor da heva ve arzularına uygun şeylere bu kadar şiddetle bağlı oluyorlar?"
O da şöyle cevap vermiş:
"Yüce Allah'ın: "Küfürleri sebebiyle kalblerine altın buzağı sevgisi sinmişti" ayetini ve benzeri bir çok ayetleri unuttunuz mu?"
Demek ki küfürleri sebebiyle, kalpleri kendilerini esir eden şeylere meyletmiş ve köleleştiren birçok sahte sevgiyle kalpleri dolmuş.
Yüce Allah'ın bir çok ayeti kerimede beyan buyurduğu gibi;
Allah (c.c)'tan başka şeylere itaat edenler, itaat ettiklerini çok severler. (putlara tapanlar da ilahlarını (putlarını) severler.)
Yüce Allah mealen buyuruyor:
"İnsanlardan kimi de, Allah'tan gayrısına itaat ederler, O'na hükümde ve emirde ortak koşarlar ve bu ortak koştuklarını adeta Allah'ı severmiş gibi severler, muhabbet beslerler. Ama iman edenlerin Allah'a olan sevgileri bunlarınkinden çok kuvvetli, köklü ve devamlıdır" (Bakara: 2/165)
Bir başka Kur'an ayeti:
"Sana ibadet, itaat etmek istemezlerse bil ki: onlar kendi şehvet duygularının arkasından gitmektedirler. Halbuki Allah'tan dosdoğru bir delil olmaksızın dinde sadece kendi şahsi isteklerinin arkasında koşanlar her türlü sapıklardan daha sapıktır. Hiç şüphe yok nefsinin arkasında koşan, başka bir ölçü ve delil bilmeyen zalimlere Allah asla rıza göstermez" (Kasas: 28/50)
Bir başka ayet:
"Onlar kuruntudan ve nefislerinin arzu ettiği şevhetlerden başkasına tabi olmuyorlar" (Necm:53/23)
Nefislerinin arzularına uydukları için, kendilerine her şeyden fazla değer verdikleri için, insanlar Allah (c.c)'tan başkasına meylediyor, O'ndan başkasını sevebiliyor.
Mesela; şiir, ahenkli güzel ses ve iç gıcıklayan müzik parçaları dinlemeyi arzu ediyorlar ki, mûsikî âletleri, şiir ve ahenkli sesler şehveti galeyana getiren, arzuları tahrik eden şeylerdendir; mutlak muhabbeti tahrik eder;
Fakat bu muhabbet, iman ehline ait bir muhabbet değildir. (İman ehli böyle şeylerden zevk alıp vecde dalmaz).
(Fakat bugün, bu muhabbete müptela olmuştur hemen hemen herkes.)
Bu muhabbette, Allah (c.c)'ı seven de, putları seven de, (salibi) haçı seven de, vatanı seven de, kardeşleri seven de, yabancıları seven de, erkekleri seven de, kadınları seven de aynı durumdadırlar.
Bütün bu kimseler, Kur'an-ı Kerim'i hiç hesaba almadan, ilk Müslümanların itibar ettiği ve itibarda ittifak ettiği şeylerin hiç birisine bağlanmadan, (hiç birisini itibara almadan) sadece kendi şehvetlerinin arkasında koşuyorlar, nefislerinin arzuladığı her şeyi ister meşru isterse de gayrimeşru elde etmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar (sadece zevk ve vecdlerine tâbi oluyorlar).
Allah (c.c)'tan Başka Hiç Kimseyi Hüküm Sahibi Kabul Etmemek
Allah'ın Rasûlünün (s.a.v) Getirdiği Şeriata Sımsıkı Sarılmak
Hükmün sadece Allah (c.c)'a ait olduğuna, ibadetle itaatin sadece Allah (c.c)'a yapılacağına itikat etmeyen bir kimse asla inanmış biri olarak kabul edilemez.
Allah (c.c)'ın, Rasûlü Muhammed aracılığı ile göndermiş olduğu kitap olan Kur'an-ı Kerim'in hükümlerine uymayan Allah (c.c)'a ve Rasûlüne itaat etmenin lüzumuna dair Resûlu ile gönderdiği hükümlere muhalefet eden kimse, Allah (c.c)'ın dini olan İslam'a kesinlikle tâbi olmuş, girmiş sayılmaz.
Yüce Allah buyuruyor:
"Sonra ey Rasulüm! Seni dinden bir şeriat ile görevli kıldık. Onun için o şeriata uy da ilmi olmayanların arzu ve heveslerine tabi olma. Çünkü onlar sana Allah'tan gelecek hiç bir şeyi engelleyemezler. Muhakkak ki zalimler birbirlerinin dostlarıdırlar. Fakat Allah, sadece kendisine itaat edenin dostudur" (Casiye: 45/18-19)
Gene buyuruyor:
"Yoksa o kafirlerin bir takım ortakları var da, onun için mi Allah'ın izin vermediğini meşru hale getirdiler" (Şura: 42/21)
Bunlar, bazen Allah (c.c)'ın şeriatı üzerine tercih ettikleri ve hakikat yaftasını taktıkları bid'atlara uyarlar; bazen de Yüce Allah'ın müşriklerden haber verdiği gibi (ki yukarıda nakledildi) şeriat aleyhine kevnî kaderle delil getirmeye kalkarlar.(Yani varlıklar aleminden kader ölçüleri çıkarır ve yaptıklarını haklı gösterirler.)
Bir kısım bid'at ehli vardır ki bunlar bid'atçıların en ileri güruhudur ve bid'attaki dereceleri çok yüksektir.
Bunlar, dindeki meşhur farzları eda etmede ve meşhur haramlardan sakınmada nefsî hevalarına uygun olarak tercih ettiklerine sımsıkı yapışırlar.
(Yahut bunlar dindeki meşhur farzları veya açık haramları, nefislerinin şehvetlerine uyarak yapmayanlar,ve bu şirretliği Allah'ın kader hükmüne bağlayanlardır.)
(Bunlar Allah (c.c)'ın en meşhur emirlerini ve yasaklarını yerine getirmemekle kalmazlar, insanlara da kötü olarak onların da yapmamalarına sebebiyet verirler.)
Fakat bid'at ehli, tâbi olması birer ibadet olarak emredilen sebepleri terketmekle müslümanları sapıtırlar. Bunlar zannederler ki; arif olan kişi kadere şahit olduğu zaman sebepleri terkeder.
Bir örnek verelim:
Tevekkül, dua ve benzeri ibadetleri avam halkın hallerinden ve makamlarından sayıp, havasa ait olmadığını söylemeleri gibi...
Onlara göre; kaderi müşahede eden havas duaya ve tevekkül etmeye muhtaç değildir. Zira arif kişi bilir ki, evvelden çizilmiş belirli bir mukadderat mutlaka vuku bulur (gelir çatar insana). İşte bu telâkki ve inanç apaçık bir sapıklıktır.
Hiç şüphe yok ki, Allahu Teâla herşeyi sebepleri ile birlikte takdir etmiştir. Aynı şekilde saadet ve sekerâtı (mutsuzluğu) da sebepleri ile birlikte takdir etmiştir.
Rasûlü Ekrem bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
"Hiç şüphe yok Yüce Allah cenneti için bir takım insanlar yaratmıştır. Cenneti de bu insanlar için yaratmıştır. Halbuki bu insanlar daha babalarının sulbünde idiler. Bu kimseler cennete layık olacak işleri yaparlar. Cehennem için de bir kısım insanlar yarattı. Cehennemi de bu insanlar için halketti. Halbuki bunlar da babalarının sulbünde idiler. Bu kimseler cehenneme girecek olanların işlerini yaparlar" (Müslim, Kader: 3; Ebu Davud, Sünnet.)
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere, cennete veya cehenneme girişe kendi yaptıklarımız, yahut da yapmadıklarımız sebep olmaktadır
Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) ashabına (arkadaşlarına), Yüce Allah'ın kaderleri yazdığını söyleyince Sahabeler kendisine sordular:
"Böyle olduğuna göre, kadere rıza gösterip ameli, hareketi terk mi edeceğiz?"
Yüce Rasûl:
"Hayır! Çalışınız, hareket ediniz, iş yapınız. Her şey yaratıldığı şey için tesirli olur. Bir kimse saadet ehli ise, ona saadet ehlinin işlerini yapmak istidadı verilir. Bir kişi de cehennem ehli olmak isterse, ona kötülük yapma gücü verilir" (Buhari; Müslim; Kader: 3.)
Böylece belli oluyor ki, Cenab-ı Hakk'ın takdir ettiği sebeplere tevessül (müracaat) etmek birer ibadettir.
Yüce Allah tevekkül ile ibadet kavramını bir arada zikretmiştir ayeti kerimesinde:
"Allah'a tevekkülle itaat ve ibadet et!" (Hud: 11/123)
"De ki: "O Rahman benim Rabbimdir ve O'ndan başka ibadet edilecek ilah da yoktur. Ben ancak O'na tevekkül ettim ve tevbem yalnız O'nadır" (Ra'd: 13/30)
Bid'at ehlinden bazıları da, amellerin, ibadetlerin vacibini değil, müstehaplarını terkederler, Böylece elbette ki, faziletleri, üstünlükleri terkettikleri müstehapları oranında eksilir.
Bu gibi işlerle meşgul olmak çoğu zaman kişiyi meşhur eder ve mağrurluğa sokar.
Mesela, böyle kişilerin keşif ehli olduğu ve (muhalif) dualarının hemen kabul edildiği gibi iddialar ileri sürülür.
Bu gibi işlerle meşgul olanlar yapmakla mükellef oldukları ibadetten şükürden vesair dini vazifelerden uzaklaşırlar. Çünkü içine düştükleri gurur bunlara mani olur. Onlarda varolduğu kabul edilen ileriyi görme, olacakları evvelden bilme gibi harikulade hallerle oyalanırlar ve üzerelerine düşeni yapmazlar. (Bu mükâşefeyle harikulade işler ve haller seyri sülük ehline pek çok arız olur.)
Kul, ancak Allah'ın Rasulü'nün getirdiği şeriata sımsıkı sarılarak kendini böyle boş hayallerden kurtarabilir.
Zuhri'nin söylediği gibi:
"Önceki, ilk Müslümanlar şöyle söylerlerdi:
Kurtuluş ancak sünnete sımsıkı sarılındığı zaman mümkündür"
Bu söz İmam Malikin (r.a) şu sözü gibidir:
"Sünnet Nuh'un gemisi gibidir. Ona binen de kurtulmuştur. Eğer binemezsen (geri kalırsan) helak olursun"
İbadetlerin Temeli
İbadet, itaat, istikamet, sırat-ı müstakimi (doğru yolu) tercih gibi, manaları ve maksadı (hedefleri) bir olan bütün bu ıstılahlar (kavramlar) iki esası ifade ederler.
1 - Bir kimse Allah (c.c)'tan başka hiç kimseye itaatla ibadet (kulluk) etmemelidir.
2 - Allah'a ancak Kur'an'da belirlenen hudutlar içinde, şeriat dairesinde (şeriat prensiplerine göre) ibadet ve itaat etmelidir.
Hiç kimse, bid'atlarla, kendi nefsi heveslerinin arkasındaki zanlarla, şehvet duygularının götürdüğü aşırılıklarla ve benzeri şeriat dışı, sünnet harici şeylerle Allah (c.c)'a ibadet yapmamalıdır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor mealen:
"O halde bir kimse Rabbinin rızasını taleb ederse, emrettiğimiz bir ameli işlesin ve Rabbine ibadet ederken, O'na hiç kimseyi ortak olarak kabul etmesin" (Kehf: 18/110)
Bir başka ayette mealen:
"Hayır, onların dedikleri gibi değil! Her kim yaptığı işlerde Allah'ın kanunlarını kendine önder tanır, kendini tamamen Allah'a teslim ederse onun için Allah katında yaptığı iyi işlerin karşılığında cennet var. Ve onlar için herhangi bir korku da yoktur ve onlar asla mahzun da olmazlar" (Bakara: 2/112)
Bir başka ayet meali:
"İyilik eden bir kimse olarak kendini tam bir samimiyetle Allah'a teslim eden ve İbrahim'in tevhid dinine uymuş bulunan kimseden daha güzel din sahibi kimdir? Zira Allah İbrahim'i kendine dost edinmiştir" (Nisa: 4/125)
Salih Amel
Salih amel, yani Allah (c.c)'ın Kur'an'da belirlediği işleri yapmak ilahi ihsan'ın ta kendisidir. Çünkü, zaten ihsan, iyi işler yapmakla elde edilir.
Hasen ve doğru işler de, Allah (c.c) ve Rasûlü'nün (s.a.v) sevdiği şeylerdir.
Bunlar da, yukarda belirttiğimiz gibi, Allah (c.c) ve Rasulü'nün (s.a.v) vacib veya müstehab olarak insana yüklediği vazifeler, emirler manzumesidir.
Kur'an-ı Kerim'de ve sahih hadislerde, yani sünnette bulunmayan, sonradan heva heveslerine bağlı insanlar tarafından uydurularak dine sokulan bid'atlara gelince:
Söyleyen söylemeye, yapanlar yapmaya devam etselerde asla meşru olamazlar.
Çünkü şeriata aykırı her şey yasaktır İslam dininde.
Allah (c.c) ve Rasûlü (s.a.v) bunların hiç birini sevmez. Böyle olunca da, bid'atlar ne hasenattan, ne de iyi işlerden sayılmazlar. Nasıl ki fuhuş ve zulüm gibi caiz olmayan (yasaklanmış) bir fiili işleyen kimse, hasenat ve salih amel yapmış sayılmazsa...
Yüce Allah mealen şöyle buyurmaktadır:
"Rabbine ibadet ve itaat ederken, kimseyi ortak koşmasın O'na" (Kehf: 18/110)
Yine mealen:
"Bütün varlığını Allah'a teslim etti, tamamen O'na yöneldi"
Bu ayeti kerimede dini sadece Allah (c.c)'a ait kılma anlamı vardır. Din yalnız Allah (c.c)'ındır.
İhlas ve samimiyet hususunda Hattab'ın oğlu Ömer (r.a.) şunu söylemektedir:
" Allahım! amelimin (işlerimin) hepsinde beni samimi kabul et, ihlaslı kıl. Bütün yaptığım işleri yalnız senin için yapmama izin ver, başka hiç kimseye ondan pay düşürme!..."
İyazoğlu Fudayl Yüce Allah'ın:
"O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını sınamak (imtihan etmek) için ölümü dirimi de yaratandır" (Mülk: 67/2)
Ayeti kerimesini şöyle açıklamıştır:
"Âyette geçen amelce en güzel demek, "amelin en ihlâslı (halis) ve en doğrusu" demektir".
O'na sordular:
En ihlâslı (halis) ve en doğru amel ne demektir?
Fudayl şöyle cevap verdi:
" Bir amel ne kadar ihlâslı olsa da, doğru olmayınca kabul olunmaz.
Doğru olup da ihlâslı olmasa yine makbul (kabul) olmaz.
Ancak, hem ihlâslı ve hem de doğru olduğu zaman Allah (c.c) katında makbul (kabul) olur.
İhlâslı amel, amelin yalnız Allah (c.c) için yapılmış olmasıdır;
Doğru amel ise sünnet üzere (sünnete uygun) işlenmiş (yapılmış) amellerdir."
(İşte şu âyette kastedilen mânâ budur)
İbadetin Kapsamı (Çeşitleri)
Allah (c.c)'ın sevdiği bütün işler şayet ibadet kavramı içine giriyorsa; neden başka kelimelerle de ifade edilmektedir ibadet? (niçin ibadet kelimesinin üzerine daha başka bir çok isimler ilâve ediliyor?)
Mesela: Fatiha suresinde geçen;
"Yalnız sana ibadet eder ve sadece senden yardım isteriz!" (Fatiha: 1/5)
Rasûlullah'a (s.a.v.):
"O'na ibadet et ve sadece O'na tevekkül eyle!" (Hud: 11/123)
Nuh (a.s.):
"Allah'a ibadet edin! Sadece O'ndan korkarak bana itaat edin!"
(Nur suresi) gibi surelerde, bütün peygamberler aynı şeyleri söylemektedir.
İbadet kavramına daha birçok kelimeler ilave edilmiş, ve bu kavram içine birçok deyim sokulmuştur, diye sorulacak olursa şöyle cevap veririz bu soruya:
Aşağıdaki ayetler bu konuya biraz daha açıklık getirmektedir:
"Muhakkak ki, namaz fuhuş (aşırılıktan), münkerden (kötülüklerden) ve gerçekleri unutmaktan kurtarır insanı" (Ankebut: 29/45)
Dikkat edilirse, "fuhuş", yani aşırılık münkerden (kötülüklerden) bir cüz olduğu halde ayrıca ifade edilmiştir.
"Muhakkak Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; fuhuş; münker ve isyandan meneder" (Nahl: 90)
Akrabaya vermek adalet ve ihsana; fuhuş ve isyan münkere (kötülüğe) dahil olduğu halde, Yüce Allah bunları ayrı ayrı zikretmiştir.
Ve yine:
"Onlar ki kitaba yönelirler ve sımsıkı sarılırlar ve namazı ikame ederler..." (A'raf: 7/169) ayeti kerimesinde de böyledir.
"Namaz", kitaba yönelmenin ve ona sımsıkı sarılmanın ta kendisi olduğu halde, yönelmeye ilave olarak eklenmiştir.
Allah (c.c) kendi Rasûllerinin hallerini anlatırken de aynı tavır görülmektedir:
"Muhakkak onlar (nebi ve Rasuller) hayırlı işlere süratle koşuyorlardı; rağbet ve rehbetle (korku ve ümitle) bize yalvarıyorlardı" (Enbiya: 21/90)
Halbuki, "rağbet" (korku) ve "rehbetle" (umut) dua etmek, hayra dahildir; fakat yine de hayra ilâve edilerek zikredilmiştir. Bu şekildeki ayetler Kur'an-ı Kerim'de pek çoktur.
Kur'an-ı Kerim'de bu tarz ifadeler, bazen biri diğerinin cüzü (parçası) olduğu halde, özel olarak zikredilerek manayı pekiştirmek için ve onun genel ve özel anlamı ile de ifadesi arzulandığı için ilk kullanımın üzerine ek olarak zikredilir.
Bazen de, yalnız ve diğeri ile beraber zikredildiğinde kelimenin bu manaya delâleti çeşitli olur. Yalnız olduğu zaman genel manayı, başkasıyla birlikte olduğu zaman özel manayı ifade eder.
Mesela,"Fakir" ve "miskin" kelimeleri gibi.Bunların her biri yalnız olarak zikredildikleri (ifade edildiği) zaman, diğerinin manasını da yüklenirler (Yani bir manada genel anlam kazanır)
"Sadakalar kendini Allah yoluna adamış fakirler içindir" (Bakara: 2/273)
Buradaki "fakir" kelimesi aynı zamanda "miskin" kelimesini de içine alarak genelleşmektedir.
Bir başka örnek:
"Yemini bozmanın kefareti ailenize yedirmekte olduğunuz ortalama yemekten on miskini de doyurmanızdır" (Maide: 5/89)
Burada geçen "miskin" kelimesi de, aynı zamanda "fakir" kelimesini de içine alarak genelleşmektedir.
"Sadakalar ancak fakirler ve miskinler içindir..." (Tevbe: 9/60)
Bu ayette olduğu gibi, iki deyim ayrı ayrı kullanıldığı zaman manaları özelleşir ve iki mana ifade etmiş olurlar.
"Fakir", asli (gerekli) ihtiyacından artırıp zekat veremeyecek durumda olana, "miskin" ise hiç bir şeyi olmayana denir.
Denildi ki; genel manalının üzerine atfedilen özel manalı kelime, ikisi birlikte zikredildikleri zaman genel manalıya dahil olmaz; belki şu izahını yaptığımız şekilde olur:
"Kim Allah'a, meleklerine, resullerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa Allah o gibi kafirlere düşmandır". (Bakara: 98)
(Burada genel manalı olan melâike kelimesine, özel manalı olan Cebrail ve Mikail kelimeleri atfedilmiştir. Eğer genel manalının üzerine atfedilen özel manalı kelime o genel manalıya dahil olmaz ise, Cebrail'in de Mikâil'in de melek olmamaları lazım gelir.)
"Hatırla o zamanı ki biz Rasullerden misaklarını almıştık. Sen'den de, Nuh'dan da, İbrahim'den de, Musa ile Meryem'in oğlu isa'dan da. Evet biz onlardan öyle bir sağlam misak (ahid) aldık". (Ahzab: 7)
(Burada genel manalı olan Rasuller kelimesine; özel manalı olan isimler atfedilmiştir (ilave edilmiştir). Eğer genel manaların üzerine atfedilen özel manalı kelime, o genel manalıya dahil olmaz ise, isimleri geçen Rasullerin Rasul olmamaları icab ederdi ki, durum bunun tam aksinedir.)
Özel manalının genel manalı ile birlikte zikredilmesi çeşitli sebeblerden dolayı olur.
Bazen genel manalının diğer fertlerinde bulunmayan onun bir özelliği olduğu için, yukarıdaki ayeti kerimede isimleri geçen Rasûllerin diğer rasullerden ayrı bir özelliği olduğu için "Rasuller" kelimesinden sonra teker teker isimleri zikredilmiştir. (Onlar da diğer Rasûl ve nebiler gibidir ama, kendilerine ait özellikleri de vardır, manasında bir zikir.)
Bazen de umumi (genel) mana taşıyan kelimede, hududları belli mutlak bir vasıf vardır, sağa sola çekilecek yönü yoktur. Onun için genel olmasına rağmen özel bir mahiyette kabul edilir:
"O takva sahipleri ki, onlar gaybe inanırlar, namazlarını en iyi bir biçimde, hakkını vererek yerine getirirler, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah'ın istediği yerlerde kullanılmak üzere dağıtırlar. Onlar sana indirilene de, senden evvelki Rasuller vasıtasıyla indirilenlere de inanırlar" (Bakara: 2/3-4)
Yukardaki ayette geçen
"Gayba inanırlar" deyimi, inanılması gereken bütün "gayb" kavramını kapsar (içine alır). Çünkü genel manalı bir deyimdir. Fakat bu deyimde aynı zamanda özümleme ve dolayısı ile de icmal ve mutlaklık vardır.
"Sana indirilene ve senden evvelki Rasûllere indirilene" cümlesinin, "gayb" manası içine girdiğine dair bir delalet yoktur. Onun için de ayrıca zikredilmiştir. Bu ayetin kastı şöyle de olabilir:
"Haber verilene inanırlar, ki işte bu gaybdir"... "Gayb" ile haber vermeye de inanırlar, ki bu da:
"Sana ve senden evvelki Rasullere indirilene" cümlesidir.
Şu ayetler de aynı babdandır (durumdadır):
"Sana vahyedilen kitabı tilavet et" (Ankebut: 45)
"Bir de kitaba sımsıkı sarılanlar ve namaza dosdoğru kalkanlar." (Araf: 170)
Kitabı tilavet etmek (okumak); ona uymak ve onunla amel etmektir (emir almak ve alınan emirleri yerine getirmek, uygulamak demektir).
İbni Mes'ud'un Bakara 121. ayeti kerime ile ilgili olarak şöyle dediği gibi:
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu hakiki bir tilavetle okurlar" (Bakara: 121)
İbni Mesud yukarda zikredilen ayeti şöyle açıklamıştır:
"Kitabın helal kıldığını helal, haram ettiğini de haram sayarlar. Geniş anlamlar taşıyan, açıklanması zor müteşabih ayetlere olduğu gibi inanırlar, (muhkem) hüküm ayetleriyle ise hayatlarını tanzim ederler, onlarla amel ederler"
Böylece "kitaba ittiba etmek" (kitaba uymak),aynı zamanda, namazı ve diğer bütün ibadetleri de içine alan bir hadisedir. Fakat yukarıdaki ayeti kerimede, namaz kelimesi meziyetinden dolayı (özelliği itibariyle) ayrıca özel olarak zikredilmiştir.
Yüce Allah'ın Musa'ya (a.s.) hitabı da böyledir:
"Hiç şüphe yok ki, Yüce Allah Ben'im, ben! Ben'den başka itaat edilecek hiç bir ilah yoktur. Öyleyse bana itaatla ibadet et; Ben'i hatırlamak ve emirlerimi anlamak için namaz kıl!"(Taha: 20/14)
O'nu hatırlamak için, emir tekrarı yapmak için namaz kılmak, ibadetlerin en faziletlilerinden biri olmasına rağmen, namaz ayrıca zikredilmiştir.
Aşağıda zikredeceğimiz ayeti kerimeler de aynı mahiyettedir:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve her zaman doğruyu söyleyicilerden olun!" (Ahzab: 7/70)
"Ey iman edenler! Allah'dan korkun O'na yaklaşmaya yol arayın" (Maide: 35)
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun Allah'a sadakatle itaat eden kullarının yanında, onlarla birlik olun!" (Tevbe: 9/120)
Bu ayetlerde zikredilen, doğru söz, rızasını kazanarak yakınlaşma ve sadıklarla birlikte bulunma gibi haller, Allah (c.c)'tan korkmanın ta kendisidir. (korkunun tamamındandır.)
"O'na kulluk et, O'na güvenerek tevekkül et!" (Hud: 11/123)
Bu ayeti kerime de, aynı espiri içindedir.
Çünkü,"tevekkül"; "istiâneden" (yardım istemekten) niyaz etmekten ibarettir.
Bu ise Allah (c.c)'a ibadetin ta kendisidir. Fakat ibadet eden kimse tevekkülü özel olarak kasdetsin diye ayrıca zikredilmiştir.
Zira o tevekkül; bütün ibadet çeşitlerini yapabilme üzerine yapılan yardımdır.
Zira Allah (c.c)'a, ancak istekle, niyazla O'nun yardımıyla ibadet edilir.
İnsanların Kulluktaki Dereceleri
Anlatmak isteğimiz espri anlaşıldığına göre, artık mahlûkun kemali Allah (c.c)'a olan kulluğunu gerçekleştirmesindedir, esprisi anlaşılmış olmaktadır.
İnsan Allah (c.c)'a, kulluğunu ne kadar artırırsa, o nisbette kemali artar ve derecesi yükselir.
Herhangi bir kimse mahlûkun herhangi bir vecihle kulluktan çıkacağını sanırsa veya kulluktan çıkmanın daha yüksek bir kemâl olduğuna inanırsa, (kulluk dışında bir yücelik, bir üstünlük ararsa, kulluk yapmadan da bir takım dereceler kazanacağına inanırsa) o kimse mahlûkatın en cahili ve en sapığıdır.
Bütün mahlûkâtın (yaratıkların) Allah (c.c)'ın kulu olduğunu bildiren o kadar açık seçik ayeti kerimeler vardır ki, bunlar saymakla bitmez.
Herkesin Allah (c.c)'a kul olduğu anlaşıldıktan sonra, malumdur ki, insanlar bu hususda diğer yaratıklardan ve birbirlerinden çok farklı derecelere ayrılırlar ve fazilet dereceleri birbirinden farklıdır. (İyilikleri, üstünlükleri birbirine benzemez.)
Birbirlerinden farklı faziletlere sahip olmaları bizzat imanlarıyla alâkalıdır.
Bu hususda (vasıfda) insanlar, genel olarak topluluk, halk ve seçkinler olarak ikiye ayrılırlar. Yani, hâss (hususi) ve âmm (umumi) olarak vasıflanırlar.
Bundan dolayıdır ki, Rabbin ulûhiyetinde (Allah indinde) onlar için genellik (âmm) ve özellik (Hâss) vardır (iki değerlendiriş vardır).
Gene bundan dolayı, bu ümmette şirk, karıncanın izinden daha gizli bir mahiyet taşır.
Allah (c.c)'tan Başkasına Kul Olanlar
Sahih bir hadisi şerifde Yüce Rasul (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Paranın kulu yüzüstü düşsün (sürünsün), helak olsun! Dinarın kulu yüzüstü düşsün (sürünsün) helak olsun. Saçaklı ve şatafatlı (gösterişli) elbiselerin kulu yüzüstü düşsün (sürünsün)! Mide kulu yüzüstü düşsün (sürünsün) helak olsun, yıkılsın baş aşağı olsun! Bir şerre uğrarsa kurtulmasın ki o, kendisine verildiği zaman razı olur, verilmezse kızar ve gazablanır." (Buhari, Cihad: 7; Rikak: 10; İbn Mace, Zühd: 8.)
Allah (c.c)'tan başkasına kul olanları Allah'ın Rasûlü (s.a.v) böyle sıfatlandırıyor ve onlara acı ihtarlarda bulunuyor:
Tarif edilenler "mal" ve "midelerine" kul olmuşlardır.
Ayrıca bunlara verildiği zaman memnun, verilmediği zaman ise gazablı ve öfkeli oldukları vasfını da adeta sebeb olarak beyan buyuruyor. (bu tiplere, verildiği zaman iyisindir, vermediğin zaman kötüsündür. Sana kızar ve kinlenirler.) Hem de sadece kul oldukları şeyi onlara vermediğiniz için yaparlar bunu.
Yüce Allah da şöyle buyuruyor:
"Onlardan bir kısım münafıklar ganimetlerin bölünmeleri hususunda sana şikayette bulunurlar, baskı yaparlar, seni adaletsizlikle ithama kalkışırlar. Çünkü onlar ancak o ganimetlerden istediklerini elde ederlerse razı olurlar, verilmezse de işte böyle kızar kinlenirler" (Tevbe: 9/58)
Onların kızmaları da, rızaları da Allah (c.c)'tan başka mabudlar (ibadet edilenler) içindir.
Nefsinin (hevasının) arkasından koşanlar, (riyasete) hükmetmek için sultaya talib olanlar da aynen böyledirler.
Eğer onlar nefsi arzuları tatmin edilirlerse ancak tatmin olurlar, edilmezse kızıp kinlenirler.
Bu kimseler hangi nefsi arzularına bağlı iseler, bağlı olduklarına kuldurlar ve köledirler.
Bu istekleri uğruna feda etmeyecekleri hiçbir şey yoktur.
Kulluk Ve Kölelik Hakikatte Kalbin Kul Ve Köle Olmasıdır
Bir insanın kalbi neye çok meyletmiş, kalbi neyi en çok sevmişse, (bağlandığı nefsî istekleri ne ise) işte insan o şeylerin kulu, kölesi olur.
Çünkü, kulluk ve kölelik hakikatte kalbin kul ve köle olmasıdır. Kalb, neye aşırı tazim eder ve köleleşirse, işte insan o şeye kul olmuş olur.
Bundan dolayıdır ki, şairin biri:
"Köle, kanaat ettiği sürece hür, tamah ettikçe de köledir" demiştir.
Yine şairin biri:
"Nefsimin istekleri arkasına koştum (arzularıma uydum), beni köleleştirdi bu koşmalar.
Şayet nefsimin arzularına bu kadar bağlı olmasaydım (nefsî arzularıma uymasaydım), elbette ki köle olmayıp hür bir insan olacaktım!" demiştir.
Denilir ki, insanın sınırı geçen nefsî arzular boyunlarda bir esaret zinciri ve ayakta prangadır. Boyundan zincir kalkınca, ayakdan da pranga kendiliğinden çözülür.
Hattab oğlu Ömer (r.a.) demiştir ki:
"Nefsî arzular fakirlik, yeis (umutsuzluk) ise zenginliktir. Çünkü sizden biriniz bir şeyden ümidini kestiği zaman ondan müstağni (kurtulmuş) olur."
Bunu insan bizzat kendi nefsinde bulur. Ondan ümit kestiği bir şeyi istemez. Buna karşı tamah göstermez. Kalbinde ona bir ihtiyaç duymaz. Ve ne de ondan meydana gelecek şeye ihtiyaç hissetmez.
Amma, herhangi bir şeye tamah eder ve ondan ümitlenirse o zaman kalbini gitgide artan bir şiddetle ona bağlar ve onu elde etmeye uğraşır. Veya husulüne (meydana gelmesine) sebeb olacağına inandığı şeylere karşı hırs duymaya başlar;
Malda, makam hırsında, çeşitli şekil ve suretlerdeki sevgiler, bağlılıklar, istekler hep böyledir.
Elde etme umudu taşıdığı şeyi elde etmek için kendisini öldüresiye hırpalar, elde edinceye kadar rahat huzur görmez.
Yalnızca Allah (c.c)'tan İstemek, Ummak , Şikayetini Yalnızca Allah (c.c)'a Yapmak
Allah (c.c)'a Muhtaç Olmak
Allah'ın Rasulü (s.a.v) buyurmuştur ki:
"Rızkı sadece Allah (c.c)'tan isteyiniz! Yalnız Allah (c.c)'a kulluk ediniz. Çünkü sonunda götürebileceğiniz huzur O'nun huzurudur. Onun için sadece O'na şükür ediniz"
Kula mutlaka rızk lazımdır yaşaması için. Yaşamak için ihtiyacı vardır. Şayet rızkını Allah (c.c)'tan isterse, insan oğlu Allah (c.c)'a muhtaç, yani kul olur. Şayet mahluktan isterse rızkını, istediği kimseye muhtaç olarak kul ve köle olmuş olur.
Onun için herhangi bir mahlûkdan (kimseden) bir rızık istemek (dilenmek), dünyalıklar taleb etmek haram kılınmış, ancak ihtiyaçları, zaruri maddeleri istemek mubah kılınmıştır.
Rızkı kuldan istemeyi (dilenmeyi ve istimdadı) yasaklayan ve bu konuda bizleri uyaran birçok hadisi şerif söylemiştir Allah'ın Rasulü (s.a.v).
Mesela şu hadisi şerifleri:
"Başkasından taleb etmeye (istemeye) devam eden sizden herhangi biriniz, kıyamette Allah'ın huzuruna, yüzünde bir parçacık olsun et bulamayarak gelir" buyurmaktadır.(Buhari, Zekat: 52; Müslim, Zekat: 103; Nesai, Zekat: 83.)
Başka bir hadislerinde:
"Kendisinde yeteri miktar ihtiyaç maddesi olduğu halde bir kimse insanlardan bir şeyler isterse, kıyamette yüzü kaşıntılı yara ile Allah huzuruna çıkar" ( Ebu Davud, Zekat: 23; Tirmizi, Zekat: 22.)
Diğer bir hadis-i şerifde;
"Şu üç kimseden başkasına dilenmek helâl olmaz (haramdır):
- Rezil edici borç sahibi,
- Çok ızdırap verici hastalık sahibi,
- Yahut halsiz ve mecalsiz bırakan dehşetli yoksulluk hali içinde olan kimse" ( Ebu Davud, Zekat: 26; Tirmizi, Büyü: 10.)
Başka bir hadis-i şerif:
"Sizden birinizin ipini alıp, odun toplayıp satması veya buna benzer işler yaparak maişetini temin etmesi, halktan bir şeyler istemesinden çok daha hayırlıdır. İstediklerini halk ya verir veya vermez refuze eder zaten" (Buhari, Zekat: 50; Büyük: 15.)
Bir başkası:
"Sen istemediğin ve kalbin tamahkârlık etmediği halde, sana verilen malı al, şayet böyle değilse asla alma. Nefsini ona yöneltme!" (Buhari, Zekat: 50.)
Böylece Allah Rasûlu (s.a.v) dil ile isteyerek ve kalb ile arzulayarak bir malı (bedavadan hediye olarak) almayı çirkin görmüştür.
Allah'ın Rasulü (s.a.v) bir sahih hadislerinde şöyle buyurmuştur:
"Kim müstağni (tok gözlü) olursa, Allah onu zengin kılar (bolluk içinde tutar).Tok gönüllü (gözlü) olanı Allah doyurur. Bir kimse iffetini korumak isterse, Allah onun iffetini korumak hususunda destekler ve iffetini korur. Her kim sabır etmeyi isterse, Allah onu sabırlı kılar. Hiç kimseye sabırdan daha büyük bir nimet, ondan daha büyük bir ihsan yoktur" (Buharı, Zekat: 50; Rikak: 20; Müslim, Zekat: 124; Muvatta, Sadaka: 7; Ebu Davud, Zekat: 28.)
Allah'ın son Rasulü (s.a.v), ashabının ileri gelenlerinden insanlardan birşeyler istemelerini menetti ve vasiyet etti. Öyle ki, Ebu Bekir'in (r.a.) elinden bastonu düşerdi de hiç kimseye şunu bana verir misin? demezdi. Kendisine niye böyle yaptığı sorulduğu zaman;
"Sevgili efendim Muhammed Mustafa (s.a.v), bana:
"İnsanlardan hiçbir şey isteme" buyurmuştu" (İbn Mace, İkame: 182.)
Malikoğlu Avf bir toplulukla birlikte Allah'ın Rasulüne biat ederken, Allah'ın Rasulü onlara bir gizli kelime vasiyet etti:
"İnsanlardan hiçbir şey istemeyiniz!"
Bu cemaattan bazıları sonradan, ellerinden herhangi bir şeyleri düşecek olsa "o düşeni bana verir misin" dememişlerdi bir kula.
Dinin hükümleri, sadece Allah'tan istemenin emredildiğini, mahlûktan / yaratıktan istemenin ise yasaklandığını bize göstermektir.
Konuyla ilgili Allahü Teala buyuruyor ki:
"O halde memur olduğun işi bitirip görevini yerine getirdin, ve yükten kurtuldun mu, yine kalk bir başka iş için kolları sıva çalış ve yorul ve sadece Rabbine yönel ve yalnız O'ndan iste" (İnşirah: 94/7-8)
Allah Rasulü (s.a.v) İbni Abbas'a buyurdu:
"İstediğin zaman mutlaka Allah'tan iste! İstiane ve yardım istersen sadece Allah'tan dile yardımı"
İbni Abbas'ın yukarıda rivayet ettiği hadisi şerifte:
"Rızkı yalnız Allah (c.c)'tan isteyiniz" buyurulmaktadır.
"Allah (c.c)'tan rızk isteyin" buyurulmamıştır. "Zira rızkı yalnız Allah'tan isteyiniz" dendiği zaman, böyle bir cümle, "başkasından istemeyiniz" anlamını da içinde taşımaktadır.
Bir ayette de böyle denilmektedir:
"Yalnız Allah'ın Fazl-ı kereminden isteyiniz" (Nisa: 4/32)
İnsan'ın muhtaç olduğu rızk ve diğer şeyler mutlaka yerine gelmelidir, devreye girmelidir. İnsan'a zarar veren şeyler de ondan uzak olmalıdır. Bunlar insan hayatı için kaçınılmaz bir şeydir. Amma bütün ihtiyaçların Allah (c.c)'tan istenmesi, bütün zararlılardan, Allah (c.c)'ın koruması altına girilmesi de şarttır. (Ancak, bu her iki şeyin husulü için yalnız Allah (c.c)'a dua edilmesi emredilmiştir)
Kul ihtiyaçlarını ancak Allah (c.c)'tan isteyecek ve şikayetini sadece Allah'a yapacaktır.
Kur'an-ı Kerim'de Yakup Peygamberle (a.s) ilgili bir ayette:
"Yakup dedi ki: Ben büyük kederimi ve üzüntümü sadece Allah'a havale ederim, O'na şikayet ederim" (Yusuf: 12/86)
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'in'de; Hicr-i Cemil, Safh-u Cemil ve Sabr-ı Cemil gibi deyimler kullanmıştır. Bu deyimler için denildi ki;
Hicr-i Cemil eziyetsiz ayrılık;
Safh-u Cemil sitem edilmeksizin dönüş;
Sabr-ı Cemil ise, mahlûka şikayet etmeksizin sabretmektir,
İşte bu sebepledir ki, hastalığı zamanında Ahmed bin Hanbel'e;
"Tavus hastanın inlemesini çirkin bulmakta ve inlemenin şikayet olduğunu söylemektedir" dediler. Bu sözü duyduktan sonra Ahmed b. Hanbel ölünceye kadar asla inlemedi.
Ancak Allah'a şikayet etmek sabrı Cemil'e aykırı değildir. Nitekim, Yakub (a.s.) Sabr-ı Cemil dediği halde:
"Ben kederimi hüzünümü ancak Allah'a şikayet ederim" demişti.
Hattaboğlu Ömer sabah namazında; Yusuf, Yunus ve Nahl surelerini okuyor, Yakub'un (a.s.):
"Ben kederimi ve hüznümü ancak Allah'a şikayet ederim"
Ayetini okuduğu zaman da ağlıyordu. Musa'nın (a.s.) duasında da şu cümleler geçmektedir:
"Allahım! Hamd ancak sanadır; şikayetler ancak sanadır. Sensin ancak yardım istenecek, istimdat edilecek müsteân, Dönüş ancak sanadır. Hayra ve şerre güç yetirmek ancak sana mahsustur."
Taiflilerin kendisine eza ve cefa verdikleri Hazreti Rasûl (s.a.v) de şu mahzun dua ile niyazda bulunmuştur:
"İlahi! Kuvvetimin zaafını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana arzederim, ancak sana şikayet ederim.
Ey merhametlilerin en merhametlisi; herkesin hor görüp de dalına bindiği biçarelerin, zayıfların Rabbi sensin!
İlahi! Huysuz ve zalim bir düşman eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile bırakmayacak kadar beni esirgesin.
İlahi! Senin gazabına uğramayayım da, çektiğim mihnetlere ve belalara aldırmam. Senin af ve koruman bana bunları göstermeyecek kadar geniştir.
İlahi! Gazabına uğramaktan, rızasızlığa duçar olmaktan, senin o karanlıkları pırıl pırıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medar-ı selâhı olan yüzünün nuruna sığınırım.
İlahi! Sen razı olana kadar işte affını diliyorum. Her kudret ve kuvvet ancak seninle birlikte vardır ve devam eder"
Kulun, Allah (c.c)'ın rahmet ve nimetine olan tamah ve ihtiyaçlarının giderilmesine, sıkıntılarının defedilmesine olan ümidi ne kadar artar ve kuvvetlenirse, o nisbette Allah (c.c)'a olan kulluğu ve başka varlıklardan yüz çevirme duygusu artar ve kuvvetlenir.
(Bir insan ihtiyaçlarında, rızık isteklerinde ne kadar Allah (c.c)'a dayanır, O'ndan isterse, o nispette Allah (c.c)'tan başka mahluklara kul olmaktan kurtulur. Allah (c.c)'tan istemek, yalnız O'na yalvarmak, insan'ı diğer mahluklar karşısında eğilmekten kurtarır.)
Nasıl ki kulun mahlûka ihtiyacı ona kulluk yapmasını icab ettirir ve mahlûktan ümidini kestiği zaman kalbinin ondan gına getirmesini icab ettirirse...
Denilmiştir ki:
Naziri (benzeri,dengi) olmak istediğin kimseden müstağni ol.
Emîri olmak istediğin kimseden daha faziletli ol.
Esiri olmak istediğin kimseye muhtaç ol.
Yani:
Ancak müstağni olduğun kimsenin naziri (benzeri,dengi);
Daha faziletli olduğun kimsenin emîri ve
Muhtaç olduğun kimsenin esiri olabilirsin.
Yukarıdaki ölçülere uygun olarak;
- İnsanın Allah (c.c)'ın rahmetine olan iştiyakı ve umudu onun Allah (c.c)'a kulluğunu icab ettirir.
- Ve yine, kalbinin Allah (c.c)'tan istemekten ve O'ndan umutlanmaktan uzaklaşması, o insanın kalbinin Allah (c.c)'a kulluktan yön çevirmesi sonucunu doğurur.
Hele de bir kimse mahluktan bekler, halikten ummazsa...
Mesela:
Bir kimsenin kalbi, bir mahluk olan herhangi bir insan'ın kendisine hükmetmesine rıza gösterirse;
Hükümdarın askerlerinden, yandaşlarından, onların dünya imkanlarından, karılarından, arkadaşlarından çekinir;
Yahut, şeyhi, hükümdarı, oğlu gibi ölmüş ve ölecek büyüklerine ve efendilerine itimat besler, onlardan bir takım şeyler umarsa,
O zaman böyle bir kalbin sahibi Allah (c.c)'a değil, saydığımız şeylere kulluk yapmış olur.
Ayet sadece ölümsüz Allah (c.c)'a kulluk yapmamızı, yalnız O'na güvenmemizi emrediyor bize.
"Ölümün yaklaşamadığı o şanı Yüce Allah'a güvenip dayan. Yalnız O'na hamd et, sadece O'nu hatırla. O'nun kullarının bütün günahlarından haberdar olduğunu bilmen sana yeter" (Furkan: 25/58)
Kalbi Allah (c.c)'tan Başkasına Bağlamak
Bir Kimsenin Kalbini Yalnız Allah (c.c)'a Bağlamaması Halinde, Kurtuluşu Yoktur.
Herhangi bir kimse kendisine yardım etmelerini veya rızk vermelerini veya kendisini hidayete götürmelerini bekleyerek kalbini mahlûklara bağlarsa, (Onlara kalbinde büyük bir yer verip) onlara karşı kalbinde hudû (tezellül) alçaklık duyar ve o nisbette o varlıklara karşı kalbinde ubudiyet (kulluk) hissi bulunmuş olur (Onlara kul olmuş olur). İsterse o kimse, zahiren böyle kimselerin işlerini tasarruf ve idare eden emirleri olsun. (Üstelik de zahiren üstün görünen mahluklardır bunlar ve hepsi de geçicidirler.)
Zira, akıllı Akıllı kişiler görünüşe değil gerçeklere bakarak hareket ederler.
Mesela bir erkek gönlünü bir kadına bağlarsa, isterse o kadın helali olsun, istese de istemese de kalbi o kadına esir olmuş olur. Bu durumda sevilen bir kadın erkeğe istediği biçimde tasarruf ve tahakküm (hükm) eder. Fakat dışardan bakıldığı zaman, erkeğin kadına hükmettiği sanılır. Zira görüntüde erkek kadının maliki (sahibi) ve efendisi görünse de, hakikatta erkek kadının kulu kölesidir.Hele de kadın erkeğinin kendisine aşık olduğunu ve kendisinden vazgeçemiyeceğini biliyorsa, erkeğin kendinden başka hiç bir şeyden tatmin bulmadığının farkına varmışsa, o zaman kadın erkeğe azat kabul etmez bir köle gibi hükmeder, onu istediği biçime sokar. O kadar ki, dünyanın en zalim efendisinin kölesine yaptığı eziyetleri yapar ve hatta daha da ileri gider.
Çünkü, kalbin esir olması, bedenin esir olmasından çok daha korkunçtur; kalbin köleleşmesi, bedenin köleleşmesiyle mukayese bile edilemez.
Zira bir kimsenin bedeni köle ve esir olsa; kalbi hür ve mutmain olduğu sürece bedeni esirliğine aldırış etmez; içinde daima bir kurtuluş ümidi ve iştiyak vardır. Fakat, bedene hakim olan kalb esir ve köle durumuna düşerse; Allah (c.c)'tan başka şeylere de kul ve köle olursa; işte asıl zillet ve asıl esaret budur. Kulun bundan daha aşağı bir derecesi yoktur; bundan daha beter kölelik mevcut değildir Allah (c.c)'ın kulu için...
Mükafaata veya azaba hak kazanmak, ancak kalbin esareti veya kulluğuna bağlıdır. Mükafatı veya cezayı kalbin durumu tayin eder.
Bir müslümanı bir kâfir haksız olarak esir ve köle ederse; gücünün yettiği nisbette üzerine düşen vazifeleri yerine getirdiği taktirde, bu esaret ve kölelik o müslümana zarar vermez.
Bir kimse, haklı olarak köle yapılıp da, Allah (c.c)'ın ve (kendisini hak olarak köle eden) efendisinin hukukunu (gönüllü bir biçimde) yerine getirirse ona iki ecir vardır,
Şayet bir kimse küfretmeye zorlansa ve o da küfretse; fakat bunu söylediği zaman kalbi de iman ile mutmain bulunsa (kalbi Allah (c.c)'a iman ile dolu olsa), o kimseye zorla yaptırılan küfür bir zarar vermez.
Fakat bir kimsenin kalbi başkalarına kul köle olsa işte bu kimse Allah (c.c)'tan başkasına kul köle olmuş olduğundan (isterse dille küfretmesin) her türlü zarara duçar olur, isterse görünüşte halkın padişahı bulunsun (hükümdarı olsun)....
Anlaşılıyor ki, hürriyet ve kölelik kalbe nisbet edilmektedir (Kalbin işidir, kalple ilgili bir konudur). Hürriyet de, kölelik de aslında kalbin halleriyle alâkalı iki kavramdır.
Şayet kulluk kalbde değilse o kulluğun en küçük bir değeri yoktur.
Allah (c.c)'a yemin ederim ki, bir kimsenin kalbini Allah (c.c)'a bağlamaması halinde, kurtuluşu yoktur.
Hiç kimse kendisini kalben Allah (c.c)'a bağlamadan kurtaramaz.
Allah'ın Rasûlü (s.a.v):
"Zenginlik dünyalığın çokluğu değil, kalbin zenginliğidir" buyurmuştur. (Buhari ve Müslim)
Allah (c.c)'a kasem ederim ki, bir kimse şayet kalbini uygun bir şekilde Allah (c.c)'a köleleştirmişse ne alâ;
Fakat haram kılındığı bir tarzda, kalbini, meselâ kadına veya çocuğa köleleştirmişse... (yanmıştır böyle bir adam).
Böyle yapmışsa; işte bu hal, acıklı azabın ta kendisidir (Böylesi için çok acıklı azab vardır); hem de benzeri olmayan bir azab...
Bu suret ve şekil aşkları, insan'ların azab bakımından en ağırı ve tevbe bakımından kabulü en zor olanıdır.
Surete, zahiri görüntüye aşık olanların tevbesi çok zor kabul edilir ve böyle olduğu için de büyük azablara en yakın olanlarıdır.
Çünkü bir surete, geçici zevkler veren herhangi bir zahiri görüntüye aşık olanlar, kalpleri bu surete bağlı kaldığı sürece, köleliğe devam ettiği müddetçe, kendilerinde sayısını ancak Yüce Allah'ın bileceği çeşitli şer, fesat ve hüsranlar toplanır. İsterse bunlar büyük bir suç olan zinadan uzak dursunlar.
Bir insan zina suçu işlemese, fakat kalbi bağı devam etse, böyle bir durum suçu işleyip, sonradan tevbe etmekten daha beter sonuçlar doğurur. Bir başka deyişle, kalben bağlı olmayarak işlenen bir suçtan sonra, tevbe insan'ı kurtarır da, kalben suçu benimseyip onu işlememek çok daha büyük bir sorumluluk getirir insan'a.
Yok eğer, nefsinde o fiili silmek için mücahede ediyorsa, bu Allah (c.c)'a taatındadır; mutlaka şer olduğu hükmü doğru olmaz. Yukarıda tefsir edildiği gibi; kalbin bir surete bağlılığının devamı, elbette ki kişiyi bir cihetle de olsa şeriata muhalefete sürükler, fakat zinaya taalluk etmez. (Şahsî ve ailevî bazı vecibelerini ihmal edip yerine getirmeyişi gibi).
Şu beyitlerde denildiği gibi, bunlar (kalbini bir surete bağlayan aşıklar) sarhoş ve çılgındırlar. Sarhoşluk heva sarhoşluğu, içki sarhoşluğudur. Kendisinde sarhoşluk olan kimsenin ayılması ne zamandır?
Dediler ki: Bir kimseyi nefsî hevası deli etmiş; onlara dedim ki; aşk delilikden daha ileri bir haldir. Aşk insanı yıllarca ayıktırmaz; deli ise bazı zamanlar saralanır ve bazı zamanlar ayılır. Aşk ayılmaya hiçbir zaman meydan vermez.
Böyle ayılmaz sarhoşluğa götüren en büyük sebep, kalbi Allah (c.c)'tan başkasına bağlamaktır.
Gerçekten bir kalp Allah (c.c)'a bağlanmadığında, bu bağlılığın (Allah (c.c)'a kulluğun ve O'na ihlâsın) tadını aldığında, bundan başka bir sevgi aramaz.
Böyle bir kalbe sahip insan'a, Allah (c.c) sevgisinden daha tatlı, daha lezzetli bir şey yoktur.
İnsan Yalnızca Allah (c.c)'a Kulluk İle Başka Şeylere Kulluktan Kurtulur
İnsan bir sevgiliyi, ancak ondan daha çok yer verdiği bir başka sevgiliye sahip olmakla terkedebilir. Bir sevgiliyi, sevgisini yitirmekten daha çok ürktüğü bir başka sevgili uğruna veya korktuğu bir belâ karşılığında terkedebilir.
Kalb, kendisini esir eden fasid (doğru olmayıp bozuk olan) bir sevgiden, salih (elverişli uygun) bir sevgi veya kendisini korkutan bir zarar ile vazgeçer.
Yüce Allah Yusuf (a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur:
"İşte biz ondan, yani Yusuf'tan kötülüğü ve fuhuşu uzaklaştıralım diye böyle deliller gösterdik. Çünkü o ihlasa erdirilmiş kullarımızdan idi" (Yusuf: 12/24)
Allahu Teâla Yusuf'u (a.s.) kendisi için ihlâslı kılarak, ondan surete meyl ve bağlılıkdan ibaret olan fenalığı ve fuhşu uzaklaştırmıştır. Bu fenalık ve fuhuş, Allah (c.c)'a ubudiyet ve ihlâsın tadını tatmadan (Allah'a tam bağlılıktan) önce oluyordu. Çünkü, kadının arzusuna uymak üzere, nefsi galebe çalmıştı. Fakat Allah (c.c)'a ihlâsın tadını tattığı ve bu his kalbinde kuvvetlendiği zaman; Başka bir ilaca ihtiyaç hissetmeden (ilâçsız bir şekilde) nefsî hevesi kayboldu ve arzusu söndü. (sadece Allah'a olan meyli, onu bu kötülükten korumuştu).
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sana vahyedilen kitabı oku; namazını gereklerini yerine getirerek kıl, zira gerekleri yerine getirilerek kılınmış namaz, insan'ları münkerden (kötülüklerden), edebsizliklerden ve akıl ve şeriata uymayan diğer bütün iğrenç işlerden korur. Allah'ı hatırlamak, O'nun emirlerini tekrar etmek elbette ki en büyük bir ibadettir. Her ne yaparsanız Allah onu mutlaka eksiksiz bilir" (Ankebut: 25/45)
Namazda kötülükleri defetme, çirkin işlerden kaçındırma haleti ve fazileti vardır.Defettiği kötülükler bütün fuhuş (haddi aşmalar) ve diğer münkerler (yasaklar) dir.
Yine namazda çok hayırlı ve de sevimli bir vasıf vardır ve bu hayır, ecir kazandırıcı vasıf, Allah (c.c)'ı zikretmektir (Allah (c.c)'ı hatırlayıp, O'nun emirlerini tekrarlamaktır).
Böyle bir hayrın meydana gelmesinin kıymeti, menettiği yasaklardan daha ileri derecededir. Zira Allah (c.c)'ı zikretmektir (anıp, emirlerini tekrarlamaktır). Böyle bir hayrın meydana gelmesinin kıymeti, menetiği yasaklardan daha ileri derecededir. Zira Allah (c.c)'ı zikretmek (anıp, emirlerini tekrarlamak) en büyük ibadetlerdendir.
Bir insan'ın ibadetinin sahih olması için, kalbin o ibadete coşku ile iştirak etmesi gerekmektedir.
Kalp Allah (c.c)'a kul olmadıkça, ibadet sahih olmaz.
Halbuki, kalbden şerri defetmek ise, "maksudun li gayrihîdir"; yani, şerrin defi diğer başka bir şeyin kalpte vücut bulması için lâzımdır, kendisi için değil.
Çünkü kalb hakkı sever; bunu sevecek ve irade edecek şekilde yaratılmıştır. Kötülüğe ne kadar itilecek ve zorlanacak olsa, gene de kalp daima iyi işleri güzel şeyleri arar. Kötü ve çirkin hastalıklardan kurtulmaya çalışır. Şerri, kötüyü irade etme hastalığı ona musallat olursa da, her zaman bu hastalıktan kurtulmayı taleb eder. Zira o irade-i şer (kötüyü irade etmek) yabancı ve parazit otların ekini ifsad ettiği gibi, kalbi ifsad eder, bozar.
Bundan dolayı Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:
"Nefsini tertemiz yapan muhakkak ki umduğuna ermiştir. Onu alabildiğince günahla örten ise, elbette ki büyük bir ziyana uğramıştır" (Şems: 91/9-10)
"Gerçek o ki, iyice temizlenen ve Rabbinin şanını zikrederek namazını kılan kimse umduğu iyiliklere ermiştir" (A'la: 87/14-15)
"Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendilerini koruyan çok temiz bir harekettir" (Nur: 24/21)
Görülüyor ki, Yüce Allah, gözü haramdan sakınmayı,kaçırmayı ve ırzı korumayı nefs için en güzel temizlik ve arınma olarak kabul buyurmuştur. Fuhşu terketmenin, ondan uzaklaşmanın nefsi temizleyen hareketlerden olduğunu beyan buyurmuştur.
Nefislerin temizlenmesi, kirliliklerden arınması için: fuhuş, zulm, şirk, yalan ve benzeri hareketlerin terkedilmesi gerekmektedir. (Nefislerin temizlenmesi ise; fuhuş, zulüm, şirk, yalan ve benzeri bütün şerlerin zail olmasını ve yok olup gitmesini sağlar.)
Bu Dünyada Yücelik, Üstünlük ve Riyasetin Kulu ve Kölesi Olanlar
Bu dünyada yücelik, üstünlük ve riyaset (hakimiyet, makam) isteyen kimseler de böyledir.
İnsanoğlu kendisini hükümdar kılan, büyüten, güçlendiren kimselere bağlı olduğu için, bir bakıma köledir.
İsterse, kendisini o hakimiyet makamına çıkaranların üstünde olsun, lideri gibi görünsün, onlar kendilerine itaat ediyormuş gibi davransınlar.
Gerçekte, kendisine güç kazanmak için destek verenlerden korkar, bir takım şeyleri de umut eder. Onun için de, onları itaat ve yardımlarını devam ettirmeleri için, mal ve makam vererek kazanmaya çalışır. İtaat ve yardımlarını devam ettirmeleri için, kendisine karşı işledikleri suçları affetmek yoluna gider.
Durum bu olunca da, kendisine itaat ettikleri zannedilen destekçiler, aslında efendi durumuna çıkmış olur. Böylece, görünüşte itaat edilen reis fakat gerçekte ise kendisine itaat edenlere kul ve köledir.
Bir başka deyimle, gerçek anlamda bu iki taraf da birbirinin kulu ve kölesidir. Çünkü her iki taraf da Allah (c.c)'a kul olmayı terketmişler birbirlerini kul edinmişlerdir.
Bunların birbirleriyle yardımlaşmaları, bu dünyada haksız bir yücelik, güç elde etmek içinse:
O zaman bunlar yol kesen eşkiyaların birbirleriyle yardımlaşmalarına benzer bir hal içinde olurlar. Bu iki kesim de, (kendilerini köleleştiren) nefsinin (hevalarına) istediklerine ulaşmak için, diğerinin kulu olmuş olurlar.
Malın ve Midesinin Kulu ve Kölesi Olanlar
Mal istemede "ihtiras" gösterenlerin durumu da aynen böyledir.
Zira, "ihtiras" (aşırı mal istemek), istediği malın kulu yapar insanı. Bu mesele iki türlü vasfa sahiptir:
1 - Yiyecek, içecek, mesken, cinsi tatmin ve benzeri, bir insanın doğal ihtiyacı olan şeyler. Bir kimse bunları Allah (c.c)'tan ister, elde etmek için sadece O'ndan yardım beklerse, ihtiyacı olan bu şeyler insana basit ve tabii gelir. Adeta bindiği herhangi bir binek, yahut oturduğu bir iskemle gibi. Ve hatta hacetini giderdiği hela (yüz numara) gibi basit bir şeydir bütün ihtiyaçlar, onları Allah (c.c)'tan isteyen için.
Fakat o eşyaya, yahut ihtiyaçlara hırsla sarılan, onu elde etmek için her işi mubah sayan bir aşırı muhteris insan için bunlara malik olmamak, tabii ihtiyaçlarında kendi arzusunca tatmin bulmamak dehşetli bir azabdır. Hırsına mağlub olan insan, kendi nefsine istemediği bir bela geldiği zaman feryadı basar, şikayetleri ayyuka çıkar. Fakat kendisine hayır ve zenginlik isabet ederse cimrileşir ve kendisinde iyiliğe doğru herhangi bir hareket göremezsin.
2 - Kulun hiç de ihtiyacı olmayan, hayatını sürdürmesi için mutlak gerekli olmayan şeyler. Mesela, bir binek, yahut şatafatlı yatak yorgan, yahut haddinden fazla gösterişli bina, veya kullanacağından fazla ev eşyası gibi...
İnsanın, kalbini böyle şeylere meylettirmemesi gerekir. Çünkü kalbi bunlara bağlayan insan, bağlandığı eşyanın kulu kölesi olur. Hemen hemen her zaman. Allah (c.c)'tan başka destek aramak zorunda kalır. O zaman da Allah (c.c)'a kul olmanın ve tevekkülün bütün manası ve gerçeği yok olur gider.
Hatta Allah (c.c)'tan başkasını ihtiyaç gidermede güvenen bir insan, bir bakıma Allah (c.c)'tan başkasına kul köle olma girdabına yuvarlanır ve Allah (c.c)'tan başkasına kulluk (ibadet) ve tevekkül etmiş duruma düşer.
Böyle bir duruma düşmüş kimseler Allah Rasulü'nün şu sözlerine muhatab olurlar:
"Paranın kulu yüzüstü düşsün (sürünsün), helak olsun! Dinarın kulu yüzüstü düşsün (sürünsün) helak olsun. Saçaklı ve şatafatlı (gösterişli) elbiselerin kulu yüzüstü düşsün (sürünsün)! Mide kulu yüzüstü düşsün (sürünsün) helak olsun, yıkılsın baş aşağı olsun! Bir şerre uğrarsa kurtulmasın ki o, kendisine verildiği zaman razı olur, verilmezse kızar ve gazablanır." (Buhari, Cihad: 7; Rikak: 10; İbn Mace, Zühd: 8.)
Allah Rasulü'nün saydığı şeylere kalben meyleden (tevekkül etmiş) kişi, meylettiği o şeylerin kulu kölesi olmuştur. Bütün bunları Allah'tan istediği zaman, Allah isteğini karşılarsa razı olur, sevinir, fakat karşılamazsa kızar ve küser.
Yalnız Allah (c.c)'ın Kulu Olanlar
Halbuki;
Allah (c.c)'ın razı olduğuna razı olan,
Allah (c.c)'ın kızdığına kızan;
Allah (c.c)'ın ve Rasûlü'nün sevdiğini seven,
Allah (c.c) ve Rasûlünün (s.a.v) buğzettiğine (sevmediğini) buğzeden (sevmeyen);
Allah (c.c)'ın dostlarını dost edinen, düşmanlarını ise düşman sayan kimseler ancak Allah (c.c)'a kul olmuş sayılır. (ancak (bunlar) Allah (c.c)'ın kulu ve hizmetçisidir.)
Hadiste belirtildiği üzere ancak bu kimseler iman açısından yüce makamlara (kemâle) ermiş, Allah (c.c)'ın kulu olmuşlardır:
"Bir kimse Allah'ın sevdiğini sever, nefret ettiğinde nefret eder; Allah için verir ve gene Allah için kötülüklerden menederse, imanını yüceltmiş, kemale erdirmiş olur" (Ebu Davud, Sünnet: 17.)
"İmanı sağlamlaştıracak, gerçek iman haline getirecek en kuvvetli destek, Allah için sevmek, yine Allah için nefret etmektir" (Taberanî ve Ahmed)
Bir başka sahih hadisi şerifde şöyle buyurulmaktadır:
"Her kimde şu üç şey bulunursa, o kişi imanın tadını tatmıştır.
- Allah'ın ve Rasûlünün kendisine, başka herşeyden daha sevgili olması,
- Kişinin başkalarını ancak Allah (sevdiği) için sevmesi, bir de,
- Allah'ın kendisini küfürden kurtardıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi şiddetli bir azab olarak görmesi, kerih (çirkin) telakki etmesidir." (Buhari ve Müslim)
İşte ancak böyle bir kimse, Rabbinin sevdiğine ve sevmediğine aynen iştirak ettiği için, Allah (c.c) ve Rasûlü (s.a.v) kendisine başka herşeyden daha sevgili olan kimsedir.
Bu kimse mahlûku (yaratılmışı) Allah (c.c) için sever, başka bir düşünceyle değil. İşte bu Allah (c.c)'ı sevmenin tamamlayıcısıdır.
Çünkü sevgilinin sevdiğini sevmek, bizzat sevgiliyi sevmektir. Bir kimse böyle yaptığı zaman Allah (c.c)'ın sevdiği, razı olduğu bir şeyi yapmış olur. Onun için de böyle bir kimseyi Yüce Allah mutlaka sever.
Yüce Allah kendisini sevenler için iki alamet, iki tanıtıcı işaret göstermiştir.
1 - Seçip gönderdiği Rasûlüne (s.a.v) uymak,
2 - Kendi yolunda cihad etmek.
Cihadın Gerçek Anlamı
Cihadın gerçek anlamı; Allah (c.c)'ın sevdiği ve istediği imanın ve iyi amelin (iş ve hareketin) yeryüzünde geçerli hale gelmesi, buğzettiği (istemediği ve nefret ettiği) küfür fasıklık ve isyanın hayattan çıkarılıp atılmasıdır. Kulun bu amaç için didinip gayret sarfetmesidir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır mealen:
"(Ey Rasulüm! Hicreti terkedenlere) de ki: "Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soyunuzdan olan kimseler, kazandığınız güzel mallar, geçersiz olabileceğinden korktuğunuz bir ticaret, size çok keyf veren sevimli meskenler, eğer size Allah ve Rasulü'nden ve Allah'ın yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah'ın gazabı gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar güruhunu asla kurtuluşa erdirmez" (Tevbe: 9/24)
İşte ailesi ve malı Allah ve Rasulü'nden ve Allah (c.c) için yolunda cihattan daha sevgili gelen insana böyle şiddetli bir (âkibet) azab gösterilmektedir ayette. Dahası da var.
Bir sahih hadisde şöyle buyurulmaktadır:
"Nefsimi yed-i kudretinde (ellerinde) tutan Allah'a yemin ederim ki, beni kendi çocuğundan, babasından ve bütün sevdiği insanlardan daha fazla sevmeyen kimse iman etmiş sayılmaz" (Buhari, İman: 8; Müslim, İman: 70; Nesai, İman: 19.)
Yine bir sahih hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Ömer (r.a) Allah'ın Rasulü'ne (s.a.v) hitaben:
"Allah'a yemin ederim ki ya Rasûlallah! Sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevgilisin" dediği zaman, Allah'ın Resulü (s.a.v) şöyle cevap verdiler:
"Hayır (olmadı) ya Ömer! Ben sana nefsinden daha sevgili oluncaya kadar tam iman etmiş sayılmazsın".
Bunun üzerine Ömer (r.a):
"Allah'a yemin ederim ki ya Rasûlallah, sen şimdi bana nefsimden daha sevgilisin." dedi.
O zaman Allah'ın Rasûlü (s.a.v):
"İşte şimdi imanın kemale erdi (tamamlandı) ya Ömer" buyurdular. (Buhari ve Müslim)
Gerçek Sevgi Sevgiliyi Dost Edinmekle Sonuçlanır
Gerçek sevgi, sevgiliyi dost edinmekle sonuçlanır.
Bir dost da, dostun sevdiğini sever, buğz ettiği (sevmediğini) sevmez. Sevgide ve nefrette dostunun yanında olur daima.
Allah (c.c) iman etmeyi ve takvayı (imanın gereğini yaşamayı) sever, küfür, fasıklık ve isyandan ise nefret (buğz) eder. Onun için, O'nun kulu, O'nu kendisine efendi ve sevgili yapmış bir kimse, Allah (c.c)'ın sevmediği küfür, fasıklık ve isyanı elbette ki buğzeder sevmez.
Herkes, bilir ki sevgi insanın kalbinin iradesini tahrik eder. Sevgi kalpte kuvvetlendiği derinleştiği ve iyice yerleştirdiği zaman, sevgi oranında sevilenin istediklerini yapmayı arzular. Şayet sevgi kesin bir hal alınca her emri, her isteği itirazsız yerine getirilir. (Sevgi tamamlandığı zaman, sevilenin elde edilmesini arzulayan kesin bir irade gerekir. Bu durumda eğer kul gücü yeterse, onu meydana getirir).
Kul gücünün yettiği son noktaya kadar, sevgiliye yaranmak için uğraşır didinir. Eğer güçsüz olursa, gücünün yettiği kadarını ifaya çalışır. Sevgilinin her istediğini bütün gayretine rağmen yerine getirememişse, sırf o samimi gayretinden ötürü, yapamadıklarını da yapmış sayılır, ve bütün ecirleri alır.
Bu konuda Allah Rasulü (s.a.v) bir sahih hadislerinde şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse başkalarını, doğru yola, hidayet yoluna davet ederse, böyle bir kimseye kendisine uyanların sevabı kadar ecir verilir; davetine icabet edenlerin ecirlerinde de bir şey eksilmez. Bir kimse de insanları eğri yola, delalet yoluna davet ederse, kendisine uyanların günahları kadar günah kazanır ve bu durum iştirak edenlerin günahlarını eksiltmez" (Müslim, Zekat: 69; Nisai, Zekat: 64.)
Bir başka hadislerinde Allah'ın Rasulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Medine'de öyle kimseler vardır ki, siz hayır için hangi dereyi geçerseniz, hangi yolda yürürseniz, kazandığınız sevabda sizinle aynı dereceyi kazanırlar!"
"Onlar Medine'den hiç hareket etmedikleri halde mi, kazanacaklar sevabı ey Allah'ın Rasulü?" diye sordular sahabiler. Allah'ın Rasulü:
"Evet, çünkü oları Medine'de alıkoyan özürleri, sebepleri vardı" diye cevap verdiler." (Müslim, İmaret: 159.)
Cihad; Yüce Allah'ın (sevdiğinin yapılması), sevdiği şeylerin insan hayatına hakim olması, (sevmediğinin terkedilmesi), sevmediklerinin de defolması için, insanın bütün kudretiyle çalışmasıdır.
Kul gücünden daha aşağı bir gayret sarfederse, gücü yettiği halde bazı işleri yapmaktan kaçınırsa, böyle bir kulun kalbinde Allah (c.c) ve Rasulü'nün (s.a.v) sevgisi yeteri kadar yok demektir.
Herkes bilir ki, şüphesiz sevilenlere, ekseriya sevilmeyen şeylerin vukuu ihtimali ile nail olunur. (insanoğlu sevdiği şeylere, genellikle sevmediği işleri yaparak ulaşır.)
(Muhabbette) sevgide ister salih (samimi) olsun, isterse de fasık olsun, bu böyledir.
Demek ki, dünyada mal, riyaset, makam, mansıp ve çeşitli suretleri sevenler, ancak bu arzularına, dünyada kendilerine gelecek bir zarar karşılığı ulaşırlar. (Sevdiklerine ulaşmak için, bazı zararları göze almalıdırlar. Sevdiklerinden bazılarını terketmek zorunda kalırlar çünkü. )
Tabii ki dünyada zarara uğrayanlar ahiretde de zarara uğramışlardır.
İşte Allah (c.c)'ı ve Rasulü'nü (s.a.v) seven bir kimse:
Birçok sevdiklerinin zarara uğramasını göze alarak; mal, makam ve suret arkasında koşanların katlandığı ve tahammül ettiği eziyet ve cefa kadarını göze almalıdır en azından.
Dünyalık elde etmeye çalışanların terketmek zorunda kaldıkları, feda etmek mecburiyetinde oldukları diğer sevdiği şeylerden vazgeçerken duydukları ızdırapları çektikleri eziyetleri duymalı ve çekmelidir.
Böyle eziyet ve cefalara tahammül etmez ve katlanmaz ise; bu o kimsenin Allah (c.c)'a ve Resulüne olan sevgisinin zayıflığına ve samimi olmadığına delâlet eder. Bu durumu aklı olan herkes böyle bilir ve inanır.
Yine herkes bilmektedir ki, mümin, diğer insanların sevdiği şeyleri sevme derecesinin çok üzerinde Allah (c.c)'ı seven kimsedir. Diğer insanların dünyalık sevgisinden çok üstün derecede olmayan Allah (c.c) sevgisi müminlik sayılamaz.
İşte bu konudaki Allah (c.c)'ın kelamı:
"İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'ın dışındaki sevdiği şeyleri, Allah'ı sever gibi severler. Ama iman edenlerin Allah sevgisi, onların Allah'tan gayrilerine duydukları sevgiden çok daha şiddetli ve çok daha sağlamdır" (Bakara: 2/165)
Bazen seven kişi akıl zayıflığı ve düşünce kısırlığı içinde bulunduğundan, Allah (c.c)'tan başka sevdiği şeylere ulaşma işinde yanlış yollara sapar ve sevdiğini elde edemez. Bu çeşit sevgi sahipleri, yani sevgilisine ulaşacak aklı olmayan, yanlış yollara sapan kişi, samimi sevse de, riya yapsa da, övgüye layık bir iş yapmış sayılmaz.
Sorulacaktır. Salt sevgi, bilinen bir yolda kullanıldığı halde arzu edilene ulaştırmazsa, mal çokluğu ve riyaset (iktidar makamı) nasıl olur da insanı maksada ulaştırabilir?
Elbette ulaştıramaz. İnsanoğlu her şeye aklı selimle bakarsa, iyi düşünerek hareket ederse ancak ulaşabilir.
Salt sevgi, yahut mal, riyaset (makam) ve suret aşkı insanoğlunu akıl ve düşünce sahibi olmadan hiçbir yere götürmez.
Maksut (İstenilenin elde edilmesi), ancak akl-ı selim sahibi olan insanların takip ettikleri yolu takip etmekle mümkündür.
Anlattıklarımız eğer anlaşılmışsa, iyi kavranılmışsa;
Kalpte Allah (c.c) sevgisi ne derecede yerleşmiş ve sağlamlaşmışsa, o derece de kulluğun arttığı anlaşılmış olacaktır.
Allah (c.c)'a kulluk ne derecede artarsa, diğer mahlûkları, nesneleri sevmek yüzünden düşünülen kölelik o derece azalır, hürriyete o derecede ulaşır insanoğlu.
Kalb Allah (c.c)'a Muhtaçtır
Kalb, bizzat iki cihetten (yönden, bakımdan) Allah (c.c)'a muhtaçtır:
Birincisi, İbadet cihetindendir ki, bu insanın yaratılışının gayesidir ve insan ibadet yapsın diye yaratılmıştır.
İkincisi ise, istiâne (yardım isteme) ve tevekkül (her işinde Allah (c.c)'ı vekili tutma) cihetindendir ki; Çünkü o, illet-i failedir (Allah (c.c) bütün faaliyetlerin tek çıkış kaynağıdır). Allah (c.c) yapan ve yaratandır.
Kalp, kendisini yaratıp terbiye eden Allah (c.c)'a ibadet edilmediği takdirde salah bulmaz, felah görmez (rahata kavuşmaz), nimetlenmez, sevinç ve neşe duymaz, tad ve lezzet almaz, hoşnut olmaz, sükunet bulamaz ve asla tatmin olmaz. (Ancak, yalnız Rabbine ibadet ve O'na sevgi ve tevekkül ile sükun bulur, tatmin olur).
Allah (c.c)'a ibadetin meydana gelmesi için de, O'na sevgi duymak ve yalnız O'ndan yardım istemek şarttır.
İnsan isterse bütün zevklerin sahibi olmaya kudret göstersin ve bütün mahlukatın zevklerini tatsın, kalp yine de Allah (c.c)'ın dışında mutmain (tatmin) olmaz, sükûnet bulmaz (sakinleşmez).
Zira, Mabud'u (ibadet mercii), Mahbub'u (sevgili) ve Matlub'u (taleb edilecek) olması itibariyle, fıtratı icabı kalb bizzat Allah (c.c)'a, yani Rabbine muhtaçtır.
Bundan dolayı,ancak ibadet ile kalbde ferah, sürür, huzur, lezzet, tat, nimet, sükûn ve itminan hasıl olur.
Bu da ancak Allah (c.c)'ın kendisine yardım etmesiyle meydana gelir. Allah (c.c) yardım etmediği takdirde, hiç kimse böyle bir Sevinç ve itminanı insanın kalbine sokamaz. Böyle bir işe kimsenin gücü yetmez. Onun için insanoğlu her zaman:
"Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım isteriz" ayetinin hakikatına muhtaçdır.
Eğer bir kimseye sevdiği, arzuladığı, iştahlandığı ve istediği her şeyi elde etmesi için, yardım edilse ve Allah (c.c)'a ibadet etmek üzere kendisine yardım edilmese; o kimsenin ancak, elem, hasret ve azaba duçar olmasına yardım edilmiş olur.
Dünya elemlerinden ve geçim sıkıntılarından, ancak ihlâs ile (samimi bir biçimde) Allah (c.c)'ı sevmek insanı kurtarabilir.
Arzuladığı dünya nimetlerine ulaşamayan insanın içine düştüğü azabdan ve hüsrandan kurtulması ancak Allah (c.c) sevgisiyle ve O'na ibadet etmesiyle mümkündür.
Allah (c.c) sevgisini her sevginin üstüne koyan, her sevgiden daha yüce sayanlar dünya zevklerinden ulaşamadıklarına hasretlik duymaz ve kahrolmaz.
Öyle ki, Bir insanın Allah (c.c) muradının gayesi, maksudunun nihayeti ve kasdı evvel ile de sevgilisi olacak; Allah (c.c)'tan başka bütün sevdiklerini de, ancak O'nun için sevecek; hiçbir şeyi şahsı (nefsi) adına sevmeyip, yalnız Allah (c.c) için sevecek. (ki bir insan mümin olsun).
Bir kimsede bu hal hasıl olmadığı sürece "Lâ ilâhe ilallah" (Allah (c.c)'tan başka ibadete layık hiç bir ilah yoktur) demenin bir manası kalmaz. Çükü kendi adına, Allah (c.c)'ı hesaba koymadan severse insanoğlu, böyle bir sevgiden tevhit, kulluk ve Allah'a sevgi tahakkuk etmez. (doğmaz).
Onda, tevhid ve iman eksikliği var demektir. Hatta, elem, hasret ve azabda da o nisbettedir.
Eğer insan bu matlubu (arzu ettiği bir şeyi) elde etmek üzere çalışsa; fakat, elde edilmesi için Allah (c.c)'tan yardım istemese, O'na tevekkül edip, O'na boyun eğip, muhtaçlık göstermese (belirtilmezse), böyle bir çalışma boşuna bir gayretten öteye geçmez (boşuna yapılmış olur). Çünkü Allah (c.c)'ın yardımı olmadıkça netice hasıl olmaz, hiçbir şeye ulaşılamaz. Zira her zaman Allah (c.c)'ın dilediği şey olur, dilemediği ise olmaz.
Allah (c.c):
Matlub (taleb edilen,istenecek merci),
Mahbub (sevilen,sevgili),
Murad (istenen, irade edilen) ve
Mabud (ibadet edilen, itaat edilen), olduğu için, kul O'na her zaman muhtaçtır.
Allah (c.c), arzu edilen, her zaman yardımı istenen, güvenilip tevekkül olunan (dayanılan) bir mabud (kudret) olması bakımından, kul her zaman için O'na muhtaçtır.
Çünkü, O, kendisinden başka mabud (ibadet edilen, itaat edilen) bulunmayan (yegane) bir tek ilahdır.
Çünkü, O, kendisinden başka yetiştirip büyüteni olmayan yegane Rab'dır.
Onun için Allah (c.c)'a kulluk bu iki şeyle tamamlanır. (İbadet ve istiâne)...
Allah (c.c) İçin Sevmekle Sadece Kendisi İçin Sevmek Arasındaki Fark
İnsan, Allah (c.c)'ın dışında sevdiklerini, Allah (c.c) için değil sadece kendisi için severse veya Allah (c.c)'tan başkasına, kendisine yardım edecek diye iltifat ve itibar eder ve yönelirse; böyle bir insan, o sevgi duyduğuna, iltifat ettiğine ve medet beklediğine; sevdiği, iltifat ettiği ve ümit beslediği oranda kulluk etmiş olur.
Amma her bir sevdiğini sadece kendi nefsi istediği için değil de, Allah (c.c) istediği için severse, Allah (c.c)'tan başka sevdiği ne varsa yalnız Allah (c.c)'ın rızasını kazanmak için severse,
Allah (c.c)'tan başka hiç bir kimseden yardım taleb etmez, imdad beklemez; yalnız Allah (c.c)'tan ümitlenirse;
Bir neticeye ulaşmak için o neticeye ulaşmanın sebeplerine gücü yettiğince sarılır ve çalışırsa; Aynı zamanda o sebeplerin yaratıcısı takdir edeni ve sahibi olarak sadece Allah (c.c)'ı görür ve itikad ederse;
Gökte ve yerde ne varsa, bütün mevcudatın haliki (yaratıcısı) ve maliki (sahibi) olarak yalnız Allah (c.c)'ı görürse; Her yaratığın Rabbi, maliki, haliki ve teshir edip yönetenin Allah (c.c) olduğuna iman eder ve kendisinin de yalnız O'na muhtaç bulunduğunu müşahade eder inanırsa;
O zaman vesilelere sarılarak iş başarmak ve varılan sonuçlar da geçerli ve caiz olur.
Kendisinin her işte O'na muhtaç olduğunu bilen insan, vesilelere sarılarak maksuda ulaştığı takdirde o sonuç Allah (c.c)'ın rızasına uygun bir sonuç olur. Bu Allah (c.c)'a (iman etmenin) kulluk anlayışının içinde derin bir hal olarak sayılır.
İnsanoğlu, kendisine kulluk görevlerinde yüklenebildiği miktarda itibar kazanır Allah (c.c) indinde. Kulluktan nasibine düşen oranda büyür insanoğlu.
Fakat insanlar bu konuda derece derecedir. Bu derecelerin sayısını ancak Yüce Allah bilir.
İnsanların en mükemmel, en faziletlisi, en yücesi, Allah (c.c)'a en yakın olanı,en kuvvetli, en doğru yolda (hidayet bulmuş) olanı, Allah (c.c)'a izah edilen biçimde en iyi kulluk yapanıdır.
Yani, Allah (c.c)'a "ubudiyeti" (kulluğu) ve "itaati" en çok olanın derecesi en yüksektir.
İşte bu; Yalnız Allah (c.c)'ı sevmek, Allah (c.c)'ı sevdiği için de, Allah (c.c)'ın sevmesini istediği şeyleri sevmek Allah (c.c)'ın gönderdiği dinin en büyük gerçeğidir.
Allah (c.c)'ın Rasûlleri, ve indirdiği kitapları ile gönderdiği İslâm dininin temel hakikatidir bu.
Bu hakikat,bir kulun sadece ve yalnız Allah (c.c)'a teslim olması, başkasına kul olmamasıdır.
Bütün ilahi emirlerin nirengi noktasıdır bu.
Hem Allah (c.c)'a ve hem de başkalarına teslim olan (kimse) "müşrik",
O'na teslimiyetten yüz çevirmiş Allah (c.c)'a sırtını dönmüş (kimse) "mütekebbirlerden" olur.
Şirk Ve Kibir
Bir sahih hadisde şöyle buyurulmuştur:
"Kalbinde zerre miktarı kibirlenme olan bir kimse hiç şüphesiz cennete giremez" (Müslim, İman: 147; Ebu Davud, Edeb: 29; Tirmizi, Birr: 61.)
Rasûl sözünde zikredilen kibir, Allah (c.c)'a kulluktan, O'na itaatten engelleyen kibirdir. Kalbinde zerre miktarı iman olan bir kimse nasıl ki sonsuza kadar cehennemde kalmazsa, zerre kadar büyüklenme de cennetten mahrum bırakır.
Demek ki; Kibir imanın karşılığıdır. Zira kibir, ubudiyetin, abidliğin, hakikatına zıttır. (kulluğun gerçeğine uymamaktadır).
Bir kutsi hadisde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah buyuruyor ki: "Azamet gömleğim, (kibriya) büyüklenme de kaftanımdır. Bir kimse bunları Ben'den soyup almaya kalkışırsa, ona azab ederim" (Müslim, Birr: 136; Ebu Davud, Libas: 29.)
Azamet, kibriya ve büyüklük Rubûbiyetin özelliklerindendir. Kibriya (büyüklük), azametten daha yüksektir. Bundan dolayıdır ki, azameti gömleğe benzetirken, kibriyayı onun üzerinde kaftana benzetmiştir.
Bundan dolayıdır ki, namazın, ezanın ve bayramların alameti ve şiarı, tekbir yani ululaştırma olmuştur (Hep O'nu ululaştırma ile açılır kapılar).
Safa ve Merve gibi yüksek yerlerde, insan bir şerefe yükseldiği veya bir bineğe bindiği zaman ve benzeri yerlerde tekbir getirmek müstehab olarak kabul edilmiştir...
Bir yangın ne kadar büyük olursa olsun, yürekten çıkan bir tekbirle söndürülür.
Ezan okunurken, tekbirle başladığı için şeytan kaçar.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır mealen:
"Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size karşılığını vereyim. Bana itaat ve ibadet (kulluk) etmekten büyüklenip (kibirlenip) yüz çevirenler, bu kibirleri yüzünden muhakkak küçülmüş ve zelil olarak cehenneme gireceklerdir" (Mü'min; 60)
Kibrinden kendisini büyük zannetmesinden (kibirinden) ötürü; Allah (c.c)'a ibadetten kul olmaktan uzak duran kimse, mutlaka başkalarına boyun eğip zillet içine düşer. Zira insanoğlu iradesiyle hareket etme istidadındaki hassas bir yaratıktır.
Bir gerçek hadisde şöyle buyurulmaktadır:
"İsimlerin en güzeli ve doğrusu, Haris ve Hemam'dır" (Ebu Davud: 69; Nesai, Hayl: 3.)
"Haris" çalışan ve kazanan demektir.
"Hemam" ise, hemme kelimesinden türemektir, ve Hemme ise, ilk adım, başlangıç, depara kalkıştır. Yani iradenin teşekkül anı ve yerine getirilme ilk hamlesi.
Her iradenin de elbette bir maksudu, irade edileni olacaktır.
İnsanın devamlı olarak iradesi vardır. Her iradenin de mutlaka bir maksudu, muradı (irade edileni, istenileni) vardır. (bulunması gerekir. İşte bu murad "ilâh" tır)
Demek ki, her kulun sevgi ve iradesinin sonuçlandığı, nihayete erdiği bir (mahbubu) sevgilisi ve (matlubu, muradı) hedefi, amacı vardır.
Bir kimsenin sevgi ve iradesinin nihayeti, hedefi, gayesi demek olan muradı; Allah (c.c) olmazsa, kibrinden dolayı Allah (c.c)'tan yüz çevirirse; elbette ki böyle bir kimsenin başka bir muradı ve mahbubu vardır.
Böyle kimseler, ya malı ya makamı, ya suretleri, yahut peygamberlerden, salihlerden ve meleklerden bir kısmını kendisine "ilâh" edinmiştir.
Bazı kimseler peygamber ve evliyaları rabler ediniyorlar. Daha başka şeyleri de ibadetlerine hedef ittihaz (kabul) ediyorlar (ibadetlerine muhatab sayıyorlar).
Bir insan Allah (c.c)'tan başkasını kulluk yapmaya layık gördü mü, böyle biri mutlaka müşrik olur.
Kulluğundan ötürü kibirlenen kimseler de müşriktir.
Bunun içindir ki; Firavun, Allah (c.c)'a ibadet yapmaktan kaçınan, kulluğa yanaşmaktan uzak duran, kibirlenip yüz çevirenlerin en ileri geleni ve en azılısı idi ve elbette ki müşrikti.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Doğrusu biz Musa'yı mucizelerle ve apaçık bir delillle Firavun'a, (veziri) Haman'a ve Karun'a gönderdik. Onlar (Musa için şöyle) dediler: ''Bu bir sihirbazdır, yalancıdır", ayetinden;
"Musa da şöyle dedi: 'Ben hesap gününe inanmayan her kibir ve azamet sahibinden Rabbime ve rabbinize sığındım." ayetine kadar.
"İşte Allah her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler" (Mü'min: 23)
Yine Allahu Teâla şöyle buyuruyor:
"Karun'u da, Firavun'u da, (onun veziri) Haman'ı da helak ettik. Gerçekten Musa onlara apaçık delillerle gelmişti de, onlar yeryüzünde kibirlenip başkaldırdılar. Halbuki, (azabdan) kurtulacak değillerdir." (Ankebut: 39)
"Çünkü Firavun o yerde (Mısır da) başkaldırmış (kibirlenmiş) ve ahalisini parçalara bölüp kendisine bağlamıştı. Onlardan bir topluluğu ezmek isteyerek oğullarını boğazlatıyor, kadınlarını ise diri bırakıyordu. Şüphesiz o fesatçılardan idi." (Kasas: 4)
"Kalbleri ile yakînen bildikleri halde nefislerine zulüm yaparak ve kibirlenerek bütün mucizeleri inkâr ettiler. Ey Rasûlüm! Bak ki nefislerin akıbeti nasıl oldu?" (Neml: 14)
Bunların benzeri ayetler Kur'an-ı Kerim'de çoktur. Kur'an-ı Kerim Firavun'u müşrik olarak tavsif ediyor (nitelendiriyor, tarif ediyor):
İşte bir başka ayet meali:
"Firavun'un kavminden ileri gelenler, Firavun'a şöyle dediler: "Musa'yı ve kavmini, fesatçılık yapmaları ve Musa'nın hem seni ve hem de senin tanrılarını terketmesi için mi bu yerde bırakacaksın?" (Araf: 127)
Bütün araştırmalar göstermiştir ki:
Bir insan Allah (c.c)'a ibadet ve kulluk yapmaktan kibri yüzünden ne kadar kaçınırsa, Allah (c.c)'a şirk koşmada o kadar ileri gitmiş olur.
Çünkü, ne kadar Allah (c.c)'a kulluktan kibirlenip yüz çevrilirse: kasdı evvel ile (o nispette), kalbinin maksudu olan (elde etmeyi istediği) sevgili muradına (nihai hedef ve amacına) olan fakr ve ihtiyacı (Allah (c.c)'tan başkalarına kulluğu) o kadar artar.
Böylece o, yönelip kul olduğu Allah (c.c)'ın yerine koymuş olduğu şeyi, Allah (c.c)'a şirk koşmuş olur.
Kalp asla bütün yaratıklardan müstağni olamaz, uzak duramaz onlara sevgi beslemekten kaçınamaz. Ancak:
- Allah (c.c) sevgisi bütün sevgilerin üzerinde olacak.
- Allah (c.c)'a kulluk etmede,
- Yalnız O'ndan yardım dilemede, İstimdad etmede,
- Sadece O'na güvenip dayanmada, tevekkül etmede,
- Tek O'nun sevdiğini sevmede, sevmediğini sevmemede,
- Razı olmadığından razı olmamada, Razı olduklarından ferahlık duymada,
- Allah (c.c)'ın kerih ve iğrenç gördüğünü iğrenç görmede ve kötü bir şeyi yapmamada,
- Allah (c.c)'ın dostluk kurduklarıyla dostluk kurmada,
- Allah (c.c)'ın düşman tanıdıklarını düşman olarak tanımada,
- Allah (c.c) için sevmede, gene Allah (c.c) için nefret etmede,
- Allah (c.c) için vermede yine O'nun için vermemede,
- Asla O'na ortak koşmayacaktır.
Allah (c.c)'a olan sevgisini ve dinine olan bağlılığını artırdıkça kulluğu (ubudiyeti) da güçlenir, kuvvetlenir ve Allah (c.c)'tan başkasına ihtiyaç duyma, güvenme halinden kurtulur insanoğlu.
Allah (c.c)'a kul olmanın kemâl derecesine çıkmış olmanın verdiği kuvvetle şirkten ve kibirden kurtuluşu da kemâle erer. (Allah (c.c)'tan başkasına kul olmayan kimsenin kibri ve şirki olmaz. Çünkü, yalnız Allah (c.c)'a kul olmanın gücü bunlara engeldir).
Nasaraya (Hristiyana) şirk, yahudiye ise kibir galip gelmiştir.
Yüce Allah (c.c) "hıristiyanlar" (nasaralar) hakkında mealen şöyle buyurmaktadır:
"Onlar (hıristiyanlar) alimlerini ve rahiplerini, Allah'ın yerine koyup Allah'dan başka Rabler edindiler. Meryem'in oğlu İsa'yı da. Halbuki onlar da tek olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka ibadet (itaat ) edilecek hiçbir ilah yok. O, müşriklerden kendisine ortak koştuklarından tamamen münezzehtir" (Tevbe: 9/31)
"Yahudiler" hakkında da Allahu Teâla şöyle buyuruyor:
"Artık size (ey yahudiler) nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle her bir peygamber geldikçe kibirlendiniz ve inat ettiniz. Peygamberlerden bir kısmını yalanladınız ve bir kısmını da öldürdünüz." (Bakara: 2/87)
"Yeryüzünde haksız olarak kibirlenenleri ayetlerimi anlamaktan men edeceğim. Onlar doğru yolda hangi mucizeyi görseler, ona inanmazlar da, eğri yolda, sapıklıkta kendilerine bir yol bulduklarında, o yola giderler. Onların böyle hareket etmeleri, ayetlerimizi yalan saymalarından ve bilgi edinememelerindendir" (A'raf: 7/146)
Kibir şirki (celbeder) davet eder.
Şirk ise İslam kelimesinin ifade ettiği mananın tam ve kamil zıddıdır.
O öyle bir günah ki, Allah (c.c) bu günahı (suçu) asla affetmez.
Yüce Allah bu konuda mealen şöyle buyurmaktadır:
"Doğrusu, Allah şirk koşanı bağışlamaz. Fakat bundan başka suçları, diledikleri için bağışlar ve affeder. Kim de Allah'a şirk koşarsa, pek büyük bir günah işlemiş olur" (Nisa: 4/48)
"Muhakkak ki Allah kendisine ortak koşanları asla bağışlamaz. Bu korkunç suçtan başkalarını mağfiret buyurur. Kim Allah'a ortak koşarsa, kendisini Allah'tan çok uzaklaştıran bir sapıklığa düşmüştür" (Nisa: 4/116)
Bütün Rasul Ve Nebiler İslam Dini İle Gönderilmiştir
Bütün Rasûl ve nebiler İslam dini ile gönderilmiştir. O öyle bir dindir ki, Yüce Allah ondan başka bir dini din olarak kabul etmez. Ne evvelkilerden ve ne de sonra gelecek olanlardan.
Nuh'dan (a.s.) bahseden bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
"Nuh: "Davetimden yüz çevirdiğiniz takdirde size yazık olur. Davetime icabet ederseniz kazanırsınız. Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum ki. Benim mükafatım ancak Allah'a aittir. Ve ben yalnız O'nun birliğine ve emirlerine boyun eğmekle emrolundum." (Yunus: 12/72)
İbrahim (a.s.) hakkında da şöyle buyurulmaktadır:
"Kendini bilmeyenden başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? Hakikat ki biz İbrahim'i seçtik o ahirette sahillerdendir. İbrahim'e Rabbi "Müslüman ol. (emrime teslim ol)" buyurduğu zaman o şöyle demişti:
"Kendimi alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim ettim (müslüman oldum.)" Bu dini İbrahim kendi oğullarına vasiyet ettiği gibi, Yakub da vasiyet etti:
"Ey oğullarım! Şüphe yok ki Allah razı olduğu İslâm dinini sizin için seçti. O halde siz ancak müslümanlar olarak can verin dendi." (Bakara: 2/132-133)
Yusuf'tan (a.s.) naklen:
"Beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların arasına kat" (Yusuf: 12/101)
Musa'dan (a.s.) naklen:
"Musa şöyle dedi: "Ey kavmim! Siz gerçekten Allah'a iman etmişseniz ve O'nun birliğine ihlâs ile teslim olmuş müslümanlar iseniz, artık Allah'a tevekkül edip güvenin." (Yunus: 10/84)
Yine Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hiç şüphe yok ki, Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve nur vardı. Müslüman olan nebiler Yahudiler arasında onunla hüküm verirlerdi"(Maide: 5/44)
Belkıs'dan naklen şöyle buyuruluyor:
"(Belkıs) dedi: Ey Rabbim, ben gerçekten de nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman'ın rehberliğinde, alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olup Müslüman oldum!" (Neml: 27/44)
Yine Yüce Allah buyuruyor:
"Hani İsa'ya bağlı olanlara: "Bana ve Rasulüme iman edin!" diye ilham etmiştim de, onlar: "İman ettik, bizim gerçekten Müslüman olduğumuza şahit ol!" demişlerdi." (Maide: 5/111)
"Kim İslam'dan başka bir din ararsa, o din asla kendisinden kabul edilmez ve ahirette ebediyen zarar çekenlerden olur" (Al-i İmran: 3/85)
"Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar. Halbuki göklerde ve yerde ne varsa, hepsi ister istemez O'na teslim (müslüman) olmuştur ve ahirette O'na çevrilip götürüleceklerdir." (Âli İmran: 3/83)
Demek ki böylece; Yüce Allah, bu kainatta her ne kadar yaratık varsa, gerek isteyerek gerekse istemeyerek Müslüman (Allah'a teslim) olduklarını beyan buyurmuştur.
Çünkü bütün mahlükat (varlıklar), genelde Allah (c.c)'a kul olmaları için yaratılmıştır. Bunu ister kabul etsin, isterse etmesin, asla farketmez, sonuç değişmez.
Bütün mahlükat (yaratıklar), isteseler de istemeseler de, O'na yönelmekte, O'na borçlu ve muhtaç olarak yaşamak zorunda kalmaktadır (Böylece bütün kâinat isteyerek veya istemeyerek Allah (c.c)'a teslim (müslüman) olmuştur).
Mahlûkattan hiçbir şey Allah (c.c)'ın çizdiği kader çizgisinin dışına çıkamamaktadır. Takdir ve kaza nasıl yazılmışsa, öylece yaşamak zorundadır yaratık.
Hayra da şerre de güç ancak O'ndan gelir.
O bütün alemlerin Rabbi ve Melikidir. O istediği şekilde tasarruf ve idare eder.
O her şeyin halikı (yaratıcısı); mucidi ve şekil verenidir.
Allah (c.c)'tan gayrı her şey sonradan var edilip yaratılmış, tanzim edilmiştir ve mahluktûr. Fakir, zelil ve muhtaç olarak yaratılmıştır. Onun için de kuldur.
Allah (c.c) ise her türlü bildiğimiz ve bilmediğimiz noksanlardan münezzehtir. O her türlü vasıfda tek ve birdir. Yaratıcı, icad edici, şekil verici ve kahredicidir.
O her ne kadar sebeplere yapışılmasını emretmişse de, o sebeplerin halikı (yaratanı) ve takdir edeni de yine O'dur. Kendisi için sebep kılınan şey de, sebepler gibi sadece O'na muhtaçtır.
Mahlûkatta, bir hayrı yapmak veya bir şerri defetmek için müstakil, özel bir sebep yoktur. Belki bütün sebepler kendisine yardım edici diğer bir sebebe ve kendisine karşı çıkan ve engel olan zararı def ediciye muhtaçtır. İşte o son sebebi yaratan da Yüce Allah'dır. (Veya son sebeb Allahu Teâla'nın bizzat kendisidir)
O bir ve mahlûkattan ganîdir.O herhangi bir yaratıktan yardım almaz. Hiçbir şeye muhtaç değildir.
O'nun kendisine yardım edecek bir ortağı, yahut karşı koyacak ve engel olacak bir rakibi zıddı da yoktur.
Yüce Allah buyuruyor:
"O halde bana haber verin bakalım. Allah bana bir keder dilerse sizin Allah'tan başka taptıklarınız O'nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut Allah bana bir nimet ve afiyet dilerse, onlar O'nun bu nimetini engelleyebilirler mi? De ki: "Allah bana yeter. Her Mütevekkilin (tevekkül edenin) tevekkülü ancak O'nadır" (Zümer: 39/38)
"Eğer Allah sana bir belâ (keder) isabet ettirirse, o isabet eden belayı artık O'ndan başka kimse senden gideremez. Sana bir hayır dilerse (verirse) , yine bu hayrı devam ettirmeye ve her şeye kadirdir" (En'am: 6/17)
İmana Zulüm Karıştırmak Ne Demektir?
Allahu Teâla İbrahim aleyhisselâmdan şöyle nakil buyuruyor:
"Şüphesiz ben sadece hak dine (tevhide) boyun eğip yöneldim ve yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na şirk koşanlardan değilim." Kavmi de kendisine karşı mücadeleye kalkıştı. O şöyle dedi:
"Allah beni doğru yola iletmişken; siz Onun hakkında benimle çekişmeye mi kalkıyorsunuz? Ben O'na ortak koştuğunuz şeylerden (putlardan) asla korkmam. Rabbim dilemedikçe, onlar bana hiçbir şey yapamaz, Rabbim her şeyi ilmiyle ihata etmiştir. Artık düşünüp, hisse almayacak mısınız?" İman edip de imanlarını zulüm ve şirke karıştırmayanlar (var ya) işte korkudan emin olmak onların hakkıdır ve hidayete (doğru yola) erenler de onlardır." (En'am: 6/79-80 ve 82)
Abdullah İbni Mesud'dan rivayet edilen sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Bu ayet indiği zaman Allah (c.c)'ın Rasûlünün ashabına çok şiddetli ve meşekkatli geldi ve dediler ki:
"Ya Rasûlallah! Hangimiz imanına zulüm bulaştırmamış ve karıştırmamıştır ki?"
Allah'ın Resulü (s.a.v) şöyle cevap buyurmuşlardır:
"Salih kulun sözüne kulak vermediniz mi? O ancak şirktir ve şüphe yok ki şirk en büyük zulümdür" (Buhari, İman: 23; Enbiya: 8- 41; Tefsir En'am: 3; Lokman: 1; İstitabe: 1-9; Müslim, İman: 197; Tirmizi, Tefsir En'am.)
İbrahim'in (a.s.) Özellikleri
İhlâsa erdirilmiş ve iyiye, doğruya yönelenlerin imamı Halil İbrahim (a.s); Rasûl olarak gönderildiği zaman, bütün yeryüzünü müşriklerin dini kaplamıştı.
Allahu Teâla şöyle buyuruyor:
"Hatırlayın ki bir vakit İbrahim'i Rabbi bir takım kelimelerle (emir ve yasaklarla) imtihan etti. İbrahim o kelimeleri tamamen yerine getirdi. Allah: "Ben seni insanlara imam yapacağım" buyurdu. İbrahim: "Benim zürriyetimi de imam yap" diye yalvardı. Allah: "Senin zürriyetinden olan zalimler benim ahdime (imametime) asla nail olamaz" buyurdu." (Bakara: 124) buyurdu.
Görülüyor ki, Allahu Teâla'nın imameti ve ahdi zalime ait değildir. Demek ki Allah (c.c) zalimin imam (önder) olmasını istememektedir.
Zulmün en ileri derecesi ise, evvelce de belirttiğimiz gibi, şirktir. Yani, Allah'ın mahlûkatından herhangi birine, Allah (c.c)'a güvenildiği gibi güvenilmektir. Mahlûktan imdad dilenmek, belaları defedeceğine inanmaktır.
Kısacası Allah (c.c)'ın yed-i kudretinde (ellerinde) olan işleri mahlûkattan beklemektir.
Allahu Teâla şöyle buyuruyor:
"Gerçekten İbrahim hak dine yönelen, Allah'a itaat üzere bulunan bir ümmetti (imam idi) ve o hiçbir zaman müşriklerden olmamıştı." (Nahl: 16/120)
Ümmet kelimesinin asli manası; kendisine tabi olunan ve hayır öğretici kimse anlamına gelmektedir. Kıdve kelimesinin, kendisine uyulan kimse demek olduğu gibi.
Yüce Allah İbrahim'in (a.s.) zürriyetine peygamberlik ve kitap ihsan etti. Kendisinden sonra gelen bütün nebi ve Rasulleri onun soyundan getirdi.
Yine, Allahu Teâla şöyle buyuruyor:
"Sonra ey Rasûlüm! Sana şöyle vahyettik: Doğru yola yönelerek İbrahim'in milletine (dinine, İslâm'a) uy! O hiçbir zaman müşriklerden olmadı." (Nahl: 16/123)
"Gerçekten İbrahim'e insanların en yakını, zamanında ona bağlı olanlarla, şu Rasûl (Hz. Muhammed) ve ona, iman edenlerdir. Allah mü'minlerin yardımcısıdır." (Âli İmran: 3/68)
"İbrahim ne bir yahudi, ne de hıristiyandı. Fakat Allah'ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı ve müşriklerden de değildi;" (Âli İmran: 3/67)
"Yahudi ve hıristiyanlar müslümanlara şöyle dediler: "Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" Habibim sen de ki: "Hayır biz hak yol İbrahim'in milletindeniz (dinindeniz). O hiçbir zaman müşriklerden olmadı". Ey müminler şöyle deyin: "Biz Allah'a ve bize indirilen (Kur'an'a); İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilenlere, İsa'ya ve isa'ya verilenlere ve Rableri tarafından bütün nebilere verilen kitaplara iman ettik, onların hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ancak Allah'a boyun eğen müslümanlarız." (Bakara: 2/135-136)
Allah'ın Rasûlü (s.a.v) sahih bir hadisde şöyle buyurmuştur:
"Hiç şüphesiz, İbrahim insanların en hayırlısıdır!" (Müslim, Fedail: 150.)
İbrahim (a.s.) Rasûlullah'tan (s.a.v.) sonra Rasûllerin en efdalidir en ileri gelen kuldur. Çünkü o "Halilullah" tır. Yani, Allah'ın dostu.
Yine sahih bir hadisde şöyle buyurulmuştur:
"Şüphesiz Allah İbrahim'i dost edindiği gibi beni de dost edindi." (Müslim)
Başka bir hadisde şöyle buyuruluyor:
"Eğer yeryüzü ehlinden bir dost edinseydim, Ebu Bekir'i dost edinirdim. Fakat (kendisini kastederek) aradaşınız Allah'ın Halili ve dostudur" (Tirmizi, Menakıb: 14; İbn Mace, Mukaddime: 11; Ahmed: 11.)
Ebu Bekir (r.a.) hakkında söylenen bir başka sahih hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Mescid-i saadete açılan hiçbir kapı bıkarılmadı, hepsi kapatıldı. Ancak Ebu Bekir'in kapısı açık bırakıldı" (Buhari, Menakıb: 45; Müslim, Fedail: 2.)
Diğer bir hadis-i şerifde şöyle buyuruldu:
"Dikkat ediniz ki, sizden evvelki bir çok kimseler kabirleri mescidler, yani secde yeri ediniyorlardı. Dikkat ediniz ve kabirleri mescid edinmeyiniz. Ben sizi bundan mutlaka menediyorum" (Müslim, Cenaiz: 97.)
Bütün bunlar sahih hadiselerdendir. Yine sahih hadislerde beyan edildiğine göre, Allah'ın Rasulü, yukarıdaki kabirleri mescid edinme hakkındaki sözlerini ve diğerlerini ölümünden birkaç gün önce söylemişlerdir.
Onun için bu hadisler, Rasûl-ü Ekrem'in risaletini tamamlayan hadislerdir. Çünkü burada Allah dostluğunun hakikatinin tamamı vardır. O dostluk ki, aslı, Allah (c.c)'ın kula sevgisi, kulun da Allah (c.c)'a sevgisidir.
Bu hususa "Cehmiyye" fırkası (ekolü) itiraz etmiştir.
Yine bu hadislerde;
Müşriklere benziyenlere red olarak, Allah (c.c)'ın tevhidinin (birliğinin) hakikati ve O'ndan başka kimseye kulluk (ibadet) etmeme gerçeği vardır.
Ayrıca bu hadislerde;
Ebu Bekr sıddîkın (r.a.) hakkını ayaklar altına almaya çalışan "Rafizîlere" de red vardır. O Rafizîler ki, kıble ehli olan Ali'ye (r.a.) ve diğer bir kısım büyük insanlara ibadet etmekle en büyük müşriklerden olmuşlardır.
Hillet (Halil Kökenli Dostluk) Yalnızca Allah (c.c)'a Mahsustur
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Halil’liği
Hillet (Halil Kökenli Dostluk) Yalnızca Allah (c.c)'a Mahsustur.
Hillet (Halil kökünden gelen dostluk) o kemâli muhabbettir ki, kulda Allah (c.c)'a kâmil bir şekilde "ubudiyeti" gerektirir. Allah (c.c)'tan ise kullarına kâmil "rubûbiyeti" ifade etmektedir. O kullar ki, Allah (c.c) onları sever, onlar da Allah (c.c)'ı...
"Ubûdiyet" (kulluk) kelimesi kâmil muhabbet (sevgi) ve kâmil tezellülü (Tevâzû, alçakgönüllülük, kendini her şeyden büyük görmemek, küçüklüğünü bilip, kabul etmek) kapsar.
Araplar; "Kalb sevgiliye kul köle olduğu zaman muti' olur (İtirazsız itaat doğar sevdiğine karşı)." derler. İtirazsız itaat da gerçek kulluğun ta kendisidir.
Zira Muti', kul olmak demektir. Teymullah, Abdullah demektir. Bu, Hz. İbrahim ve Hz. Rasûlde kemale, en son noktaya ulaşan bir haldir.
Bundan dolayıdır ki, Rasûlü ekremin yeryüzünde hiçbir Halili (halil ve hillet kelimelerinin ifade ettiği manada tek bir dostu) yoktur. Çünkü "Hillet" çokluk kabul etmez bir mana içindedir. Allah'ın Rasûlünün tek halili bizzat Allahu Teâla'dır.
Fakat, sevginin (muhabbetin) aslı (hillet gibi) değildir. Çünkü Resulü ekrem (s.a.v) bir sahih hadisde Hazreti Hasan ve Usame (r.a) hakkında şöyle buyurmuştur:
"Allah'ım! Ben şüphesiz onları (Hasan ve Usame'yi) seviyorum. Sen de sev onları. Ben onları seveni de seviyorum" (Buhari, Fedail: 22; Müslim, Fedail: 58-59.)
Amr b. As sordu:
"Ey Allah'ın Rasulü! Sana kadınların hangisi daha sevimli gelmektedir?"
Allah Rasulü buyurdular:
"Aişe"
Amr b. As:
"Peki erkeklerden hangisini daha fazla seviyorsunuz? diye sordu.
Allah Rasulü:
"Onun babası Ebu Bekir'i" diye cevap verdi. (Müslim, Fedail: 33; Ahmed: 2/384.)
Allah Rasulü şöyle buyurdular:
"Bayrağı yarın bir adama vereceğim ki, Allah'ı ve Rasulü'nü sever, Allah ve Rasulü de onu sever" (Buhari, Fedail: 9; Müslim, Fedail: 32.)
Sevgi konusunda bunlara benzer daha bir çok beyan vardır, ama bütün bu sevgililer hilletin ifade ettiği mana içine girmezler.
Yüce Allah Kur'an'da mealen şöyle buyurmaktadır:
"Allah muttakileri sever" (Al-i İmran: 3/76)
"Allah ihsan eden muhsinleri sever" (Bakara: 2/195)
"Allah adaletle hareket edenleri sever" (Hucurat: 49/9)
"Allah tevbe ederek günahlarından temizlenenleri sever" (Bakara: 2/222)
"Hiç şüphe yok Yüce Allah kendi yolunda birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever" (Saf: 61/4)
"Allah öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler" (Maide: 5/57)
Bu ayetlerde Allahu Teâla mü'min kullarını sevdiğini, mü'min kullarının da kendisini sevdiğini haber vermektedir. Hatta bir ayeti celîlede şöyle buyurmaktadır:
"İman edenlerin Allah'a olan sevgileri daha kuvvetli ve şiddetlidir." (Bakara: 2/165)
Hillete gelince (halillik, halil edinme şeklinde dostluk), bu hususî (özel) bir dostluktur. Sevgi ise umumîdir (genel anlam taşır).
Bazı kimseler Allah (c.c)'ın Rasulü (s.a.v)'e "Habibullah" (Allah (c.c)'ın sevgilisi) İbrahim'e (a.s.) ise "Halilullah" (Allah (c.c)'ın halili) demektedirler. Bu kimseler muhabbetin hilletten üstün olduğunu sanıyorlar. Bu kavl çok zayıf bir kavldir. Allah'ın Rasûlü (s.a.v) de aynı şekilde İbrahim (a.s.) gibi "Halilullah" dır. Yani Allah (c.c)'ın dostudur.
Yukarıda zikrettiğimiz sahih hadis bunu ifade buyurmaktadır. Hz. Abbas'ın (r.a) bir habib ile halilin arasında haşr olunacağına dâir ve benzeri rivayet edilen sözler mevzu hadislerdir ve onlara itibar etmek asla (doğru) caiz değildir.
Sahih hadisin ifadesine uygun olarak, biz, yukarıda:
Allah (c.c)'a muhabbetin; hem Allah (c.c)'ı sevmek ve hem de Allah (c.c)'ın sevdiklerini sevmek olduğunu beyan edip, belirttik.
Sevginin Hakikati
Sahih bir Hadis-i şerifde buyurulmaktadır:
"Üç şey vardır ki, bunlar her kimde bulunursa o kimse imanın lezzetini (halâvetini ve tadını) tatmıştır.
O bulunanlardan birisi, Allah ve Rasulünün kendisine başka her şeyden daha sevgili olması;
İkincisi, bir kimseyi Allah için, Allah razı olsun diye sevmesi;
Üçüncüsü, Yüce Allah bir kimseyi küfürden kurtardıktan sonra bir daha küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi (kötü ve kerih) telakki etmesi ve iğrenç bulması" (Buhari, İman: 9-14; İkrah: 1; Müslim, İman: 67; Tirmizi, İman: 10; Nesai, İman: 3; İbni Mace, Fiten: 23.)
Allah'ın Rasûlü (s.a.v) üç şey kendisinde bulunan kimsenin imanın tadını tadacağını haber veriyor. Çünkü, bir şeyde halavetin (lezzetin) bulunması, ona muhabbet duyulmasına bağlıdır (Bir insanın bir şeyden lezzet alabilmesi için, o şeyi çok sevmesi, muhabbet duyması gerekmektedir).
Bir kimse bir şeyi severse veya bir şeye iştahlanırsa, o zaman o kimse için o şeyde lezzet ve murad hasıl olur (o şeyden büyük lezzet alır). İnsan o sevdiği şeyde, tad, lezzet, halavet ve sürûru bulur.
Lezzet, mülayim (iyi, uygun, faydalı) olan sevgili veya kendisine iştahlanılana kavuşmanın peşinden hasıl olan bir şeydir.
Felsefe ve tıb ehlinden bazı kişilerin dediği gibi:
"Lezzet mülayime (iyiye, uyguna, faydalıya) kavuşmaktır: Yani, idrak etmektir." diyen kimse, bu hususta çok fahiş bir yanılma içine yuvarlanmış olur. Çünkü, idrak sevgi ile lezzetin arasında olan bir haldir. Meselâ, insan, bir yemeğe iştahlanırsa ve onu yerse, lezzet alır. Bir kimse, bir şeye bakmayı arzular da ona bakarsa yine lezzet duyar. Nazara ittiba eden lezzet, bizzat nazar ve bakma değildir (Sadece bakmış olmak için bakmak insana lezzet vermez). Demek ki o bir şeyi görmek değil, görmenin peşinden duyulan hazdır (lezzettir).
Allahu Teâla Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Cennette canların isteyeceği (iştahlanacağı) ve gözlerin lezzetleneceği her şey var.." (Zuhruf: 43/71)
Böylece, nefis için hasıl olan bütün lezzet ve elemler, ferah ve hüzündendir. Bunlar da, sevileni (mahbubu) veya sevilmeyeni (mekruhu) şuurlu bir şekilde anlamaktır. Fakat anlamanın bizzat kendisi, idrak etmek, ferahlık ve hüzün değildir.
Netice; Ferahlanma ve lezzetlenmeyi içine alan imanın halaveti ki, bunu imanın lezzetini tadan mü'min bulur,bu kulun, Allah (c.c)'a muhabbetinin kemaline ittiba eder (tabi olur) ve O'na bağlanır.
Bu hal üç şeyle meydana gelir:
1 - Muhabbeti kemâle erdirmek;
2 - Onu tarif etmek ve
3 - Zıddını def etmek.
Muhabbetin kemale ermesi: Allah (c.c) ve Rasûlünün (s.a.v) muhabbetinin, onlardan başka herşeyden üstün olmasıdır: Allah (c.c) ve Rasûlünü (s.a.v) normal bir sevgiyle sevmek yeterli değildir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Allah (c.c) ve Rasûlünün (s.a.v) sevgisi herşeyden ve her sevgiden daha üstün olacak.
Muhabbetin tarifi: Sevdiğini ancak Allah (c.c) için sevmek ve
Muhabbetin zıddını defetmektir, imanın zıddı olan küfürden, ateşe atılmaktan nefret edildiği gibi nefret edip tiksinmektir.
Dost Edinmek Sadece Allah (c.c)'a Mahsustur.
Allah'ın Rasûlü'nü ve bütün mü'minleri sevmenin Allah (c.c) sevgisinden geldiğini bir iyi anladıktan sonra (ki, Allah (c.c)'ın Rasûlü de mü'minleri, Allah (c.c) sevdiği için severdi. Zira o, Allah (c.c)'a duyulan muhabbet konusunda, bütün insanların en üstünüydü ve sevdiğini sevmeye, sevmediğini sevmemeye en layık olanı idi.) Hilleti daha iyi anlamış olacağız.
Hillette , yani (Halil) dost edinmede, Allah (c.c)'tan başkası için hiç bir hak yoktur. Başka bir deyimle, Allah (c.c)'tan başkasını dost edinme diye bir mesele olamaz. Dost (Halil) edinmek sadece Allah'a mahsustur.
Allah'ın Rasulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Eğer yeryüzünde olanlardan birini dost edinmek hakkım olsaydı, elbette ki Ebu Bekr'i dost edinirdim" (Buhari, Salat: 80; Feraiz: 9; Fedail: 3-5; Müslim, Mesacid: 38; Fedail: 27.)
Demek ki, Allah Rasulü bile Allah (c.c)'tan başkasını kendisine (Halil) dost edinemiyor. Çünkü, dostluk sadece Allah (c.c)'a mahsustur, O'na ait kılınmıştır.
İşte bütün bunlar böyle anlaşılınca, "hilletin" mutlak, tecezzi (parçalara ayrılma ve bölünme) kabul etmez bir muhabbet olduğu ve her muhabbetin üzerinde olduğu anlaşılmış olur.
Allah (c.c)'a Korku,Umut,Sevgi İle Birlikte İbadet Etmek
Maksud (amaç, gaye) : Allah (c.c)'a "muhabbet" ve "hilletin" (dostluğun) ve O'na "ubudiyetin" (kulluğun) gerçekleşmesinden ibarettir.
Bu hususda bir çok kimse yanılmış ve kulluğun, beraberinde muhabbet bulunmaksızın, yalnız boyun eğmek ve tezellülden bunun lezzetini almaktan ibaret olduğunu zannetmişlerdir.
Kullukta muhabbet, heva ve nefsi arzularda ferahlamak ve rububiyetin tahammül edemiyeceği bir zillete düşmektir.
Bundan dolayı rivayet edilir ki:
Etrafındakiler muhabbet meselesi hakkında konuştuğu vakit Zünnûn şöyle demiştir:
"Durunuz ve bu meseleden bahsetmeyiniz! Nefisler muhabbeti işitmez ki, onu iddia etsin."
İlim ve marifet ehlinden birçoğu, haşyet (bilerek korkmak) duymadan muhabbetten çok bahsedenlerin meclisinde bulunmayı (kerih) kötü saymış ve bu gibi meclislere itibar etmemişlerdir (böyle toplantılara asla katılmamışlardır).
Selefden biri şöyle söylemiştir:
"Bir kimse sadece sevgi ve muhabbetle ibadet ve kulluk yaparsa böyle bir kimse zındıktır.
Bir kimse Allah'a sadece ümid bekleyerek bir şeyler umarak Allah'a ibadet ve kulluk yaparsa, bu kimse mürcielerden olur.
Bir kimse Allah'a sadece korku ile kulluk ve ibadet yaparsa, böyle bir kimse de Haruriyelerden olur.
Her kim, Allah'a, sevgi, ümit, ve korku ile birlikte kulluk ve ibadet ederse, işte bunlar mü'min ve muvahhiddir."
(Zındık, küfrü içinde sakladığı halde dışarıda iman izhar eden (iman ehli olarak görünen) kişi)
(Mürcie mezhebi; küfürle itaatin bir fayda vermeyeceğine ve imanla da günah işlemenin bir zarar getirmeyeceğine itikat eder.)
(Harûriye; hakem meselesi sebebiyle askerlerin içinden Hz. Ali'ye karşı çıkıp onunla bir köy yakınında harbedenlerdir. O köyün ismi Harûra olduğundan bu cemaata Harûra ismi verilmiştir.).
Sevgi Konusunda Hududu Aşanlar
Seleften sonra gelenlerden bazıları, muhabbet konusunda o kadar ileri gitti, ki, inşirahlanıp ferahladılar. Hatta onu bir çeşit ahmaklık ve kulluğa zıd ve ancak Allah (c.c) için caiz olan bir çeşit rubûbiyet mertebesine çıkaran bir mesele haline getirdiler.
Bunlardan bazıları öylesine aşırı gidiyorlar ki enbiya ve resûllerin bile söylediğini aşan, bazı davalar ileri sürüyorlar. Yahut Allah (c.c)'tan öyle bir şey istiyorlar ki; o, ancak Allah (c.c) hakkında caiz ve mümkün olur. Enbiyalar ve rasûller hakkında bile caiz olmaz.
Bu bahis, bir çok şeyhin ayağının kayıp düştüğü bir bahistir:
Düşüşlerinin sebebi;
Rasûllerin beyan eylediği ve getirdiği emir ve yasakların tespit etmiş olduğu "ubudiyeti" (kulluğu) yeterince tahkik ve talim etmemiş olmalarıdır.
Belki de "ubudiyeti" (kulluğu) anlayacak kafa yapısına sahip bulunmamaları onları çukura düşürmüştü. Elbette ki akıl zayıf olunca, dini anlamak müşkül olur.
Neticede, sapık ve cahilane bir muhabbet vardır. Nefis, ahmaklığından dolayı bu muhabbetle ferahlık duyuyor. Nasıl ki bir insan, diğer bir insana olan muhabbetinde, cehalet ve hamakatı (ahmaklığı) ile birlikte ferahlar ve der ki:
"Ben onu seviyorum; kendisine karşı yapacağım her türlü kötülük ve kabalık sebebiyle muaheze edilemem ve sorumlu tutulamam! Sevgim beni temizler her türlü kirlilikten"
İşte bu düşünce, dalâletin zirvesidir. Böyle düşünen ve inanan kimse, dalaletin en derin gayyasında boğulmuştur. Çünkü bu söz Kur'an'da nakledilen Yahudi ve hıristiyanların sözlerine bezemektedir:
"Yahudiler ve hıristiyanlar: "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. Yüce Allah onlara şöyle cevap verdi: "Onlara de ki: O halde neden günahlarınızdan ötürü Allah size azab ediyor? Hayır, doğrusu siz O'nun yarattığı insansınız. Dilediğini bağışlar dilediğine azab eder" (Maide: 5/18)
Bu ayette Allah (c.c) onlara, günahları sebebiyle azab edeceğini, onların Allah (c.c) katında sevgili olmadıklarını ve oğul nisbeti ile (haşa) Allah (c.c)'a mensub bulunmadıklarını ortaya koyuyor. Kendilerinin de diğer insanlar gibi, yaratılmış, büyütülmüş ve tanzim edilmiş bir mahlûk olduklarını ispatlıyor.
Allah (c.c) bir kimseyi severse, onu sevdiği muhabbet duyduğu işlerde kullanır.
Allah (c.c)'ın sevgilisi, Allah'ın, küfür, fasıklık ve isyan gibi buğz ve gazab ettiği şeyleri yapmaz. Bir kimse büyük günahları işler, ona devam eder ve tevbe de etmezse; şüphesiz Allah (c.c) ona da onun yaptıklarına da buğz eder kızar ve cezalandırır. Nasıl ki, mü'min kulunu ve onun yaptığını sever ve razı olursa...
Zira Allahu Teâla, kulunu imanı ve takvası oranında sever.
Allah (c.c) kendisini seviyor diye, işlediği günahlara devam eden kimse ve hele bunun kendisine bir zarar vermeyeceğine inanan bir insan;
Zehir içtiği halde, bünyesi sağlam olduğu için bu zehri yeneceğine kendisine zarar vermeyeceğine inanan ve ve tedaviye de lüzum görmeyen ahmak kimse gibidir.
Eğer böyle ahmaklar;
Allah (c.c)'ın Rasûllerinin kıssalarında beyan buyurduklarını;
Onların devam eden tevbe ve istiğfarlarını,
İçinde onlar için halisleştirme ve temizleme bulunan uğradıkları çeşitli bela ve musibetleri,
(Kendilerine indirilen kitaplardaki emir ve yasaklara uymak için, ne büyük eziyetlere katlandıklarını, ne acı bela ve zorlukları karşılamak zorunda olduklarını) bilselerdi (düşünmüş olsalardı), elbette ki, böyle bir ahmaklığa düşmezlerdi.
Ki o Rasûllerin insanların Allah (c.c) katında çıkacakları en yüksek makamlara çıktıklarını, yücelikte ve Allah (c.c)'ın sevdiklerinde müstesna yeri olduklarını bilirler (işledikleri günahların kendilerine zarar vereceğini anlarlar) ve belki de doğru yola gelebilirlerdi (birazcık akılları olsaydı).
Bir kimse, bir mahlûku (başka kimseyi) gerçekten sevse bile, o sevdiğini umursamaz, irade etmez, sevilenin dediklerini yapmaz, onu memnun etmeye çalışmazsa bir de üstüne üstlük yaptığı işlerde de cahillik, kabalık, zulüm olursa (sevdiğine kaba muamele ederse); Bu durum, sevilen mahlûkun (sevilenin), kendisini sevene buğz ve nefret etmesine ve hatta ceza vermesine sebebiyet verir.
Dine bağlı olan bir çok kimse sırf cahillikleri ve idaresizlikleri sebebiyle, Allah (c.c)'a kulluğu sadece sevgide aradılar. Bunlar Allah (c.c)'ın hududlarına tecavüz ettikleri (yasaklarını) çiğnedikleri, Allah (c.c)'ın hukukunu zayi ettikleri (hakkını vermedikleri), batıl ve sapık iddialar ileri sürdükleri halde, sevginin kendilerini kurtaracağı (zannederek) sapıklığına düştüler. O kadar sapık şeyler söylediler ki, bu sözleri Allah (c.c)'ın affetmesi mümkün değildir. Mesela:
- "Benim hangi müridim ki bir kimseyi cehennemde bırakırsa ben ondan uzağım" diyen, meselâ:
- "Benim hangi müridim ki, mü'minlerden bir tanesini cehenneme bırakırsa ben ondan uzağım" gibi batıl sözler söyleyenler bile sevgiye sığınmak hatasına düştüler.
Hepsi Allah (c.c)'ın hududlarını çiğnemişlerdir.
Bunlardan birincisi, müridi, cehennemde bulunan herkesi oradan çıkarabilecek güçte görüyor.
İkincisi ise, müridini cehenneme girmesine mani olacak kudrette görüyor.
Burada ihtimal mürid kelimesi şeyh yerine kullanılmıştır: Yahut da şeyh, değil kendisinin, müridinin bile insanları cehennemden kurtarabileceğini ifade etmek istiyor.
(Müridini böyle bir güçte görmekten daha sapık görüş var mıdır insanlık aleminde. Mürid, yani talebe bile bu güçde olduktan sonra, siz varın hesap edin, şeyh hangi güçtedir).
Bazısı da şöyle söyler:
"Kıyamet günü cehennemin üzerine benim çadırım örtülür ve örtüyü aşıp da hiç kimse cehenneme gönderilemez"
Çok meşhur şeyhlerden bu ve buna benzer sapık sözler duyulmuş ve rivayet edilmiştir:
Bunlar ya o şeyhlere yapılar iftiralardır ya da bizzat kendilerinden sadır olmuş sapık sözlerdir.
Bu gibi sözler bazen insanoğlu sarhoş haldeyken ağızdan çıkar ve fena hallerinde sadır olur. Bu gibi hallerde insan temyiz gücünü, muhakeme yeteneğini kaybeder, ne söylediğini bilmeyecek kadar güçsüz kalır.
Sekr, yani sarhoşluk, temyiz olmaksızın (iyiyi kötüden ayırma gücünde olunmadığı zamanlarda) tadılan bir lezzettir. Bundan ötürü, bu sözleri sarfedenler, sekr halinden çıkıp ayıldıkları zaman, söylediklerinden pişmanlık duyup tevbe ve istiğfar etmişlerdir ekseri.
(Burada çok ciddi bir mesele çıkıyor ortaya. Madem ki sarhoşluk ve fenafillah anında cezbelenen kişi Allah (c.c)'a layık olduğu zamandan daha yakındır, öyleyse, sarhoşluk ve fena hallerinde Allah (c.c)'a isyan dolu sözler değil de, ayık oldukları zaman söylediklerinden daha doğru sözler söylemeleri lazım gelmez mi? Böyle olmadığına göre demek ki, bu hallerde Allah (c.c)'tan uzaklaşma vaki oluyor...)
Sevgiden, şevkden, levmden, (nefsi kötülemekten) melametten ve aşktan bahseden kasideleri dinlemeye meşreblerinde - tarikatlarında geniş yer veren bazı şeyhlerin asıl maksadı budur. Çünkü bu çeşit kasideler, neye karşı (neye ait söylenmiş) olursa olsun, dinleyen ve okuyan kişinin kalbindeki sevgiyi tahrik eder ve sevgi doğurur.
Yüce Allah ne kadar açık anlatıyor bu gerçeği:
"Allah sevgisini ve muhabbetini indirdi, onunla sevenleri imtihan ediyor"
Ve yine;
"De ki; eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz (ki), Allah da sizi sevsin.." (Âli İmran: 31) buyuruyor.
Demek ki, ancak Rasûlü'ne tâbi olanları (uyanları) seviyor Yüce Allah.
Demek ki, Rasûlü'ne ittiba etmiş (uymuş) olanlar gerçekten sevmiş oluyorlar Allah (c.c)'ı başkaları değil...
Allah (c.c)'ı Sevmek Rasulene (s.a.v) Uymakla Gerçekleşir
Rasûle itaat etme ve tâbi olma ise; ancak "ubudiyeti" (kulluğu) (ne olduğunu araştırıp öğrenmekle) hakkiyle ifa etmekle gerçekleştirilebilir.
Halbuki, Allah (c.c)'a muhabbeti olduğunu iddia eden pek çok kimse, Allah (c.c)'ın gönderdiği şeriattan ve Rasûlullah'ın sünnetinden çıkmakta ve bu hacimsiz yerde izah edemeyeceğimiz çeşitli sapıklıklar ileri sürmektedirler.
Hatta bunlardan bazıları, kendisinden emirlerin iskad olduğunu düştüğünü ve haramların helâl olduğunu ve daha birçok, Allah (c.c)'ın şeriatına Rasûlü ekremin, sünnetlerine ve taatlarına aykırı iddialar ileri sürüyor.
Bir ayeti kerimede, Yüce Allah, yalnız kendisine ve Rasûlüne itaat edip muhabbet duymayı ve akabinde de Allah (c.c) ve Rasûl için cihad etmeyi imanın temeli saymaktadır.
"Cihad", Allah (c.c)'ın emrettiğini sevip yüceltmek, yasak ettiği şeylerden de nefret (buğz) edip defetmek için yapılan mücadeledir.
"Cihad" Allah (c.c) ve Rasul sevgisinin en tabii sonucudur.
Bundan dolayıdır ki, Allahu Teâla, kendisinin sevdiği ve onların da kendisini sevdikleri kimselerin sıfatları hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minlere şefkatli, müşriklere ve kafirlere izzetli ve şecaatlı (şeci şiddetli) davranırlar, Allah yolunda mallarıyla canları ile cihad ederler ve kınayıcının (dedikoducunun) kınamasından (dedikodusundan) korkmazlar" (Maide: 5/54)
İşte bunun içindir ki;
- Bu ümmetin Allah (c.c)'a olan muhabbeti, diğer geçmiş ümmetin muhabbetinden çok daha kâmil, şiddetli ve ileridir.
- Bu ümmetin Allah (c.c)'a olan kulluğu (ubudiyeti) eski ümmetlerin kulluğundan daha kâmildir, çok daha üstündür.
- Bu ümmetin en kâmili (üstünü) ise, Allah Rasûlü'nün (s.a.v) ashabıdır. Onların içinde de en ileri olanı, Rasûle en çok benzeyenidir.
Durum böyle olunca, muhabbet iddia edenlerin durumu acaba nerede kalır?
Şeyhlerden şöyle sözler duyulmuştur:
"Muhabbet kalpde var olan bir ateştir ki, mahbubu, muhabbet duyulanı (sevileni) murad (irade) etmekten gayri her şeyi yakar kül eder"
Bu sözlerle, meydana gelen her şey, vakıa halinde ortaya çıkan her oluş ancak Allah (c.c) istediği için var olur. Allah (c.c)'ın istemediği hiç bir şey meydana gelemez. Böyle olunca da, elbette ki Allah (c.c)'ı sevdiğimiz için, onun murad edip ortaya çıkardığı her ne varsa sevmemiz gerekmektedir. Hatta küfür, fasıklık ve isyanı bile. Evet böyle zannetmektedirler. Madem ki, kalpde doğan bir hali Allah (c.c)'a olan sevgi yakmamıştır, öyleyse o şey güzeldir telakkisi.
Halbuki, bir insanın varlık aleminden bulunan her şeyi sevmesine imkan yoktur.
İnsan ancak kendisine iyi (uygun) gelen, faydası olan şeyleri sever. Kendisine zıd olan, karşı koyan, zarar veren şeyleri ise hiç sevmez.
Bu adamlar hiç şüphe yok, kendi nefsi isteklerine uyarak böyle hatalara düştüler. Tabii ki, kendi nefislerinin istediği şeye uydukları için, nefsi istekleri gelişip çoğaldı, böylece şehvetlerine daldıkça daldılar.
Böylece, siretler, riyaset, fazla mal ve sapık bid'atlar gibi nefsî hevalarına uygun düşen şeyleri Allah (c.c) muhabbetinden sayarak, sevmeye başladılar; yalan söyleyip sapıttılar (Her türlü sapıklığı Allah (c.c) sevgisinden ötürü sevdiklerini iddia ettiler). Halbuki;
Allah (c.c)'a muhabbet (sevgi) ancak:
- Rasûlünün (s.a.v) getirdiklerini sevmekle,
- Buğzettiği, yasakladığı şeyden nefret etmek (sevmemekle) ve
- Küfür ehline (kâfire) karşı, canla ve malla cihad etmekle mümkün ve belli olur.
Bunların dalâletlerinin aslı:
"Muhabbet kalpde var olan bir ateştir ki, mahbubu, muhabbet duyulanı (sevileni) murad etmekten gayri her şeyi yakar kül eder" sözünü sarfeden sûfiler; Allah (c.c)'ın muradı ile, bütün varlıklardaki irade-i kevniyeyi (oluş, meydana geliş iradesinde iyi ve kötüsüyle birlikte) kasdediyor.
Fakat bunları bu sûfilerden başka, Allah (c.c)'a, kitaplarına ve rasûllerine iman eden bir mü'min söylemiş olsa; o, murad-ı ilâhî ile, rızasını ve muhabbeti manasına olan dînî ve şer'i iradeyi kasdetmiş olur.
Bu mü'min yukarıdaki sözü söylediği zaman "muhabbet kalbde Allah (c.c) sevgisinden başka herşeyi yakar" manasına söylemiş olur.
Çünkü, ancak Allah (c.c)'ın sevdiğini sevmek; Allah (c.c)'ı sevmenin gerekli kıldığı bir haldir. O'nun sevmediğini sevdiğin zaman; O'na olan sevgiyi ortadan kaldırır.
Allah (c.c)'ın, sevmediği, nefret edip buğz ve gazap ettiği, hasılı yasakladığı şeylere ait kaza ve kader konusuna gelince:
Şayet bir insan O'nun buğz ve gazab ettiği ve çirkin gördüğü şeyleri, aynı şekilde göremezse, yani, gazab ve nefretine muhatab saymazsa, Allah (c.c)'ı sevmemiş ve aksine, O'nun buğzettiğini sevmiş olur ve böyle bir kişinin başına geleceklerden şikayeti olamaz.
İslam Şeriatına Uymak Ve Onun Adına Cihad Etmek
Gelelim İslam şeriatına uymak ve onun adına cihad etmek meselesine:
Bu gerçek mü'minlerle, sahtelerini birbirinden ayıran en geçerli endazedir.
"Cihad" Allah (c.c)'ı sevenlerle, yani, Allah (c.c)'a muhabbet ehli ve Allah (c.c)'ın onları onların da Allah (c.c)'ı sevdiği evliyaları ile, genel rubûbiyetine bakarak Allah (c.c)'a muhabbet ettiklerini iddia edenlerin arasını ayıran en kesin çizgidir
"Cihad" Kur'an'a uyanlarla, şeriata muhalif bir kısım bid'atlara uyanları, İslam'da olmayanların arkasında koşanları birbirinden ayırt eden çok kesin bir şablondur.
Gönderdiği şeriata, yani kanunlara uymadan, Allah (c.c)'a muhabbet beslediğini söyleyenlerin muhabbeti, hıristiyanlarla yahudilerin beslediği muhabbete benzer.
Hatta bunların durumu Yahudi ve hıristiyanlardan kötüdür. Şirki onlarınkinden daha beter bir şirktir. Çünkü, onlarda öyle bir nifak vardır ki, onlar bu nifak sebebiyle cehennemin en aşağı derecesindedirler.
Bazen de, yahudi ve hıristiyanların küfrü seviyesine varamadıkları zaman; Tevrat'ta ve İncil'de Allah (c.c) sevgisinin teşvik edildiği, onların üzerinde ittifak ettiği hususlardandır. Hatta bu keyfiyet, onlara göre dînî emirlerin en büyüğüdür.
Nitekim İncil'de İsa aleyhisselâmın en büyük vasiyeti:
"Bütün, kalbinle, nefsinle ve aklınla Allah (c.c)'ı seveceksin!"
Hıristiyanlar, bu vasiyeti yerine getirip, çoğu zaman bu sevgiye sahip olduklarını ileri sürerler. Onlarda zühd ve ibadet çoğunlukla sevgi üzerine oturur.
Halbuki onlar, Allah (c.c)'ın şeriatına (kanunlarına) muhalefet ettikleri uymadıkları için, Allah (c.c)'a muhabbetten çok uzaktırlar ve bu sevgileri boş bir sevgidir. Allah (c.c)'ın sevdiklerini sevmedikçe, iddia ettikleri sevginin onlara hiçbir faydası yoktur.
Allah (c.c)'ın sevdiklerine uymuyorlar ve tam tersine, gazab ettiklerine uyuyorlar ve böylece Allah (c.c)'ın rızasına kulak asmıyor, hakir görüyorlar. Bunun için de bütün amelleri heba olup gitmektedir.
Zira Yüce Allah kafirlere lanet etmektedir. Ancak kendisini sevenleri sever. Kul Allah (c.c)'ı sevmediği takdirde, Allah (c.c)'ın öyle bir kulu sevmesi bahis konusu bile edilemez. Ancak, kul Allah (c.c)'ı hangi miktarda seviyorsa, Allah (c.c) da o kulu sevdiği miktarca sever. (Her ne kadar, Allah (c.c) kulun yaptığından daha çok verecektir amma, kul bir verirse Allah (c.c) on verecektir )...
Sahih bir hadis-i şerifde ifade buyurulduğu üzere:
"Her kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona on karış yaklaşırım; Kim bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona on kulaç yaklaşırım; Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim" (Müslim, Rikak: 38; Müslim, Zikir: 20-22.)
Yüce Allah, muttakileri, muhsinleri, tevbe ederek günahlarından temizlenenleri sevmekte olduğunu haber vermektedir. Daha başka bir deyimle, aşağıdaki hadis-i kudside beyan buyrulduğu üzere;
Yüce Allah, farz ve müstehabları (emrettiklerini) yapan, yasakladıklarını da yapmayan herkesi sever.
Kudsi hadisde şöyle buyrulmaktadır:
"Kulum kendisine farz kıldığım şeyleri yapmakla bana yaklaştığı gibi hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder, taki onu sevdiğim zamana kadar. Onu sevdiğim zaman ise, sevdiğimin işiten kulağı, gören gözü olurum" (Buhari, Rikak: 38; Müslim, Zikir: 20-22; İbn Mace, Fiten: 16.)
(Yani, benim istediğim biçimde görür, istediğim biçimde işitir denmek istenmektedir.)
Sayısız hataya düşen bu akılsızlar, zühd ve takva adına misli görülmedik sayıda bid'at uydurdular.
Aynen yahudi ve hırıstiyanlar gibi;
- Kendi şeriatlarına (kanunlarına) muhalefet ettikleri (uymadıkları),
- Şeriatlarının (kanunlarının) egemen olması için hiç bir teşebbüse ve mücadeleye girişmedikleri ve
- Uğrunda mücahedeyi terk ettikleri halde;
Allah (c.c)'a muhabbet iddia etmelerine benzer bir duruma düşmüşlerdir. Düşünün siz sapıklığın derecesini.
Sözde Rablarına yakınlaşmak maksadıyla, aynen hıristiyanların yaptıkları gibi, müteşabih ayetlere, yahut da doğrumudur eğrimidir bakmadan (ki isterse doğru söyleyen biri olsun, bu hükmü değiştirmez, çünkü hiçbir insan masum değildir) bazı veli zannedilen insanların anlattıkları hikâyelere ve sözlerine itibar ettiler. Bunları (kendileri için delil sayarak) dinin değişmez ölçüsü olarak kabul ettiler.
Tabii ki, sözlerini kabul ettiği şeyhleri kendileri için hüccet olarak kabul ediyor, gide gide her sözleri birer kanun oluyor bu şeyhlerin. Hayatlarını böyle yanılmaz kabul ettikleri şeyhlerin sözlerine göre yaşıyor ve elbette ki böylece onları "Rab" yerine koymuş oluyorlar.
Tabii ki sözleri senet olarak kabul edilen kişiler daha da çok şaşırıyor, şaşırdıkça da bid'atları artıyordu. Aynen hıristiyan ruhbanlarının durumuna benziyordu bunların durumu.
Onlarda aynen "ubudiyeti" (kulluğu) rencide eden hıristiyanların İsa aleyhisselâm ve din reislerinde (azizlerinde) var olduğunu ileri sürdükleri iddia ettikleri bir takım yetkiler ve kaabiliyetler gibi; yetkiler ve kaabiliyetler vehmediyor görüyorlar şeyhlerinde. Hatta Allah (c.c)'ın yetkilerini onlar da var sanıyorlar.
(Ve hıristiyanların, Hz. İsa, annesi, din reisleri ve ruhbanlar hakkında ileri sürdükleri şirkin daha tehlikelisini bunlar da kendi şeyhleri ve tâbi oldukları büyükleri hakkında ileri sürüyorlar). Ve bu inançlarını da şiddetle savunuyorlar.
Böylece hıristiyanların şirk telâkkisine ortak oluyorlar.
(Hıristiyan telakkilerini benimsemiş ve müşrik olmuş oluyorlar.)
Hak Din İslam
Hak din İslam, her yönüyle Allah (c.c)'a "ubudiyeti" (kulluğu), sadece O'na itaat ve ibadet etmeyi gerçekleştirmektedir.
Bu da her derece ile Allah (c.c)'a muhabbeti ve sevgiyi gerçekleştirir.
"Ubudiyet" (Kulluk) kemâle erdiği (geliştiği) oranda Allah (c.c)'a karşı duyulan sevgi ve muhabbet de kemâle erer (çoğalır ve doruğa ulaşır). "Ubudiyet" (Kulluk) eksildiği oranda da, muhabbet (sevgi) de eksilir ve nihayet yok olur gider.
Bir insanın kalbinde Allah (c.c)'tan başka şeylere karşı ne kadar sevgi ve yer varsa, o kişi de sevgi duyduğu şeylere o kadar kulluk var demektir.
Allah (c.c) için olmayan her sevgi (şey) bâtıldır.
Bir amelde Allah (c.c)'ın rızası murad edilmese, böyle bir iş ve amel bâtıldır.
Dünya ve onun içindekiler melun olur, eğer onun içindeki insanlar dünyada var olanları Allah (c.c) rızası için kullanmazsa.
Uzun sözün kısası: Allah (c.c) ve Rasûlü'nün (s.a.v) sevdiği ve meşru saydığı şer'i şeyler dışında her hareket batıldır. Allah (c.c) için olamaz ve asla insana fayda vermez.
İbadette İki Esas (İhlas Ve Rasûle Uymak)
- Herhangi bir iş ki, Allah (c.c) rızası için yapılmamıştır, Allah (c.c)'tan gayrisi murad edilmiştir, Allah (c.c)'tan başka bir amaç için işlenmiştir, Allah (c.c) için işlenmemiş ve yapılmamış sayılır.
- Herhangi bir iş ki, Allah (c.c)'ın şeriatına uygun olmaz, (Allah (c.c)'ın belirttiği kanunlar çerçevesinde yapılmazsa) o iş Allah (c.c) için olamaz.
Daha doğru bir deyimle, şu iki hali kendinde birleştirmeyen hiçbir şey Allah (c.c) için değildir ve olamaz:
1 - Bir iş Allah (c.c) için olmalı,
2 - Rasûlüllah'ın sevgisine muvafık bulunmalı (Rasulün sevdiği bir iş olmalı).
Bunlar da Allahu Teâlâ'nın Kur'an'da buyurduğu gibi farz ve müstehablardır. (Vacib farza, sünnet de müstehaba dahildir.)
Yüce Allah mealen şöyle buyuruyor:
"Her kim Rabbinin rızasına kavuşmayı arzu ederse salih bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin" (Kehf: 18/110)
Demek ki salih amel işlemek lazımdır. Elbette ki salih amel Allah (c.c)'ın Kur'an'da belirlediği ve yapılmasını istediği bütün işlerdir. Bunlar da farz ve müstehablardır.
Yüce Allah'ın da mealen buyurduğu gibi; her iş ancak sadece Allah (c.c) için olmalıdır:
"Hayır, onların dediği gibi değil! Her kim itaat ve amelinde muvahhid ve mü'min olduğu halde kendini tamamen Allah'a teslim ederse, onun için Rabinin katında mükafat olarak cennet vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar mahzun da olmazlar" (Bakara: 2/112)
Allah'ın Rasûlü (s.a.v) de şöyle buyurmaktadır:
"Her kim bizim üzerinde emrimiz olmayan bir iş yaparsa, o iş ondan reddolunur" (Müslim ve Ahmed.)
Yine:
"Ameler ancak niyetlere göredir. Her kişi için ancak niyet ettiği şey vardır. Her kimin hicreti Allah'a ve Rasûlü'ne ise, onun hicreti Allah'a ve Rasûlü'nedir. Her kimin hicreti kavuşmak istediği bir dünya malına veya kadına ise, o kimsenin hicreti onlaradır. (hicreti kasd ettiği şeyedir)" (Buhari, Bedil-Vahy:1; Itk: 6; Menakıb: 45; Nikah: 5; Eyman: 23; Hiyel: 1; Müslim, İmaret: 155; Ebu Davud, Talak: 11; Tirmizi, Cihad: 16.)
İşte bu iki hadisi şerifde bildirilen iki esas, dinin temelidir.
Bir kimse bu iki esas kaideyi gerçekleştirdiği oranda dinini gerçekleştirir.
Yüce Allah, Rasûllerini bu iki esası bildirmek için göndermiş, kitablarını bunun için indirmiştir.
Allah (c.c)'ın Rasûlü (s.a.v) bunlara davet etmiş, bunlar için cihad etmiş (savaşmış), bunları emretmiş ve teşvik etmiştir.
Bunlar ve özellikle niyet, dinin üzerine oturduğu en kuvvetli sütundur.
Bir hadis-i şerifde buyurulduğu gibi, nefislere şirk galebe çalar:
"Bu ümmette şirk bir karıncanın yürüyüşünden daha gizlidir" (Bu hadisi Bezzaz rivayet etmiştir ve zayıf bir hadistir.)
Bu sözü üzerine Ebu Bekir (r.a.) Allah'ın Rasulü'ne (s.a.v) sordu:
"Madem ki bizdeki şirk karınca yürüyüşünden daha gizlidir, biz ondan nasıl kurtuluruz?"
Allah'ın Rasulü (s.a.v) cevap verdi:
"Sana bir kelime öğreteceğim, dikkatle dinle!
Bu kelimeyi iyi anlar ve seversen, şirkin büyüğünden de küçüğünden de kurtulursun!
Allah'ım sana şirk koşmaktan yine sana sığınırım ve bildiğim ve bilmediğim her türlü şeyden dolayı senden af dilerim" (Ebu Yal'a rivayet etmiştir ancak bu hadis Metruk'tur.)
Ömer (r.a.) duasında:
"Allahım amelimin hepsini (bütün işlerimi) salih (güzel) kıl ve hepsini de sırf rızan için halis eyle; o amelden başkaları için nasib ayırma" diyordu.
Çoğu zaman cahil nefislere; Allah (c.c)'a muhabbetin ve kulluğun gerçekleşmesinde ve dinin ona ihlaslaştırılmasında bazen gizli şehvetler karışır.
Evsoğlu Şeddad'ın dediği gibi:
"Ey yaşayan Araplar! Üzerinize en ziyade korktuğum şey riya ve gizli şehvetlerdir."
Davud Sicistanî'ye, "Gizli şehvet nedir?" diye sordular.
"Riyaset (Baş olmak) sevgisi" diye cevap verdi.
Kâ'b b. Malik Allah'ın Rasûlünden şöyle nakletmiştir:
"Koyunlar içine salınan iki aç kurtun o koyunları dağıtmasından daha berbadı, kişinin mala ve şan hırsından ötürü, dinini dağıtmasıdır" (Tirmizi, Fiten)
Görülüyor ki, Allah'ın Rasûlü (s.a.v) mal ve şerefe karşı hırslanmayı, dini ifsad eden iki aç kurda benzetiyor ve hatta koyun ağılını bozguna uğratmasından daha şiddetli görüyor. Şüphesiz ihlâslı bir mü'minde böylesi bir hırs bulunmaz.
Şüphesiz kalb Allah (c.c)'a kulluk ve muhabbet lezzetini tattığı zaman, ona hiçbir şey bundan daha sevgili olamaz ki, onun önüne geçebilsin (kalbini Allah ve Rasulü'nün sevgisi her sevginin üzerinde doldurmuştur). İşte bunun ile ihlâs ehlinden kötülük ve çirkinlikler bertaraf edilir.
Allahu Teâlâ'nın buyurduğu gibi:
"İşte biz ondan fenalığı ve çirkinliği (fuhuşu) gidermek için böyle yaparız. Çünkü o, ihlâslı kullarımdandır." (Yusuf: 12/24)
Çünkü ihlâslı kimse; kendisini başkasına kul olmaktan kurtaran, Allah (c.c)'a kul olmanın lezzetini tadan ve kendisini Allah (c.c)'tan başkasını sevmekten meneden kimsedir. Ancak böyle bir insan Allah (c.c) sevgisinin tadını tatmış olabilir.
Zira ihlâslı bir kalb için ; İçinde Allah (c.c)'a kulluk ve ihlâs bulunan "iman"dan daha şirin, daha lezzetli, daha güzel, daha sevinçli, daha nimetli ve daha tatlı bir şey yoktur. Bu kalbin Allah (c.c)'a cezbelenmesini (şiddetle yönelmesini) iktiza eder. (gerekli kılar). Böylece kalb, korkarak ve ümid ederek Allah (c.c)'a döner.
Yüce Allah'ın da mealen buyurmuş olduğu gibi:
"Cennet Rahman olan Allah'a gıyabî haşyet ve saygı gösteren ve (Allah'ın rızasına) yönelmiş bir kalble gelen kimselere mahsustur". (Kâf: 50/33)
Zira seven kişi, matlubunun zevalinden (sevdiğini kaybetmekten) ve korktuğunun başına gelmesinden ürker.
Böylece; Allah (c.c)'a kulluk eden ve O'na muhabbet besleyen kimse korku ile ümid arasında bulunur.
Yüce Allah mealen şöyle buyuruyor:
"Onların (müşriklerin) tapındıkları da (hangisi daha yakın olacak diye) bizzat vesile (derece yakınlığı) arayıp duruyorlar. Onun rahmetini umuyorlar, O'nun azabından korkuyorlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur." (İsra:17/57)
Kul Allah (c.c)'a ihlasla bağlı olduğu zaman, Rabbi onu sever, kalbini diriltir ve onu kendisine doğru yöneltir. Böylece kendisine sıkıntı veren fenalığı ve çirkinliği bertaraf eder (kötülüklerden uzaklaştırarak korur onu). Artık o, bunun zıddının zuhura gelmesinden korkar. (Artık o Allah'ın rızasına aykırı şeyler yapmaktan çok korkar).
Amma Allah (c.c)'a bağlılıkta ihlaslı olmayan kalbin sahibi böyle değildir. Onda, irade,arzu ve mutlak manada sevgi yoktur. Böylesi bir kalbin sahibi, Allah (c.c)'ı değil, fakat, kendi nefsine hoş görünen her şeyi büyük bir sorhoşlukla arzular, heveslenir . Ve arzu ettiği ve hevasına uygun olan bu şeyi elde edebilmek için her teşebbüste bulunur, her yolu meşru sayar.
Rüzgarın önündeki yaprak gibi, arzu ettiği şeyin arkasında yalpalayarak, daldan dala çarparak uçar gider. Yani artık onu irade değil, şehevi arzuları yönetir. Onu bazen bakılması haram olan veya olmayan suretler cezbeder. (Nefsinin arzuladığı suretlere koşturur durur ).
Öyle kimselere kul ve köle olur ki, o kimse kendisini resmen köle edinmiş olsa, bu kendisine ayıp, noksanlık ve zül olur. (köle olduğu kimseye resmen köle olmuş olsa kurtuluş imkanı vardır da, böylesi bir kölelikten kurtuluş imkanı yoktur...)
Bazen onu bir şan, şeref ve bir riyaset (makam) cezbeder (kendisine bağlar, çeker) de, artık onu bir kelime razı eder, bir kelime öfkelendirir. Batıl ile de olsa (Hakkı olmayan) birinden bir dayak yese de, ona kölelik hali devam eder, fakat hak da olsa (hakkı olan) birinin basit bir tenkidine düşmanlıkla karşılık verir.
Bazen onu, para, altın ve kalbleri köleleştiren ve onun arzuladığı istediği şeyler köleleştirir. ?
Böyle kimseler heva ve hevesini (kendi nefsi arzularını) kendisine "ilah" edinir. Allah (c.c)'ın hidayetine (doğru yoluna) değil de kendi nefsinin hevasına (arzularına) uyar.
Herhangi bir insan ihlasla, samimiyetle, canla başla Allah (c.c)'ı sevmez ve yalnız O'na kulluk yapmazsa, Allah (c.c)'tan başkasına sevgi beslemesi (kulluk ve tevazu) açısından, o kalbi tek ve şeriksiz olan Rabbine kullaştırılmamış ve zelil ettirilmemiş olur. (Rabbine değil, başkalarına kul olur, zelil duruma düşer).
- İnsan ya Allah (c.c)'a kul olur, sadece O'na boyun eğer,
- Yahut da bu dünyanın varlıklarına kul olur (bütün kâinat kendisini kul eder), şeytanlar kölelik zincirini boynuna geçirir. Kalbini şeytanlar istila eder. (Şeytanın sapıtmış yoldaşlarından olur).
Bu iki şıktan dışarı çıkmaya gücü yoktur insanın.
Böyle kimseler, dışta insanlara karşı saklayabilseler bile, Allah (c.c)'ın bileceği kötülük ve (fuhuş) aşırılık sahibidirler. Bu hiç kaçınılmayacak bir sonuçtur.
Yani Allah (c.c)'a kul olmayan, mutlaka O'ndan başkasına (en basit maddi varlıklara bile) kul olur.
Eğer insanoğlu kalbini kötülük arzulamaktan çevirmez, alıkoymaz ve Allah (c.c)'tan başkasına teveccüh etmekten, meyletmekten kaçındıramazsa, o zaman müşrik olur.
Allahu Teâla buyuruyor:
"O halde gerçek Müslüman olarak kendini dine yönelt. Allah'ın dinine ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmez. Hep Allah'a dönüp O'na itaat edin. O'ndan korkun ve namaza devam edin. Müşriklerden olmayın. O müşriklerden ki, dinlerini parçalara ayırdılar ve böylece bölük bölük oldular. Her ayrı din sahibi bölük (grup) kendinde var olan dine inanıp güvenmektedir" (Rum: 30/30-32)
Yüce Allah İbrahim (a.s.) ve evlatlarını bu kötülüklerden yüz çeviren, ihlâslı olarak (samimi bir biçimde) Allah (c.c)'ı sevip O'na (kulluk) itaat eden ve dinlerinde samimi olanlara, imamlar, önderler, Rasûller yapmıştır. Nasıl ki, Firavun ve evlatlarını nefsi hevalarına (isteklerine) uyan, arzularının arkasında koşan sapıklara, müşriklere önder ve imam yapmışsa.
Allahu Teâla Hz. İbrahim aleyhisselâm hakkında şöyle buyurmaktadır:
"İbrahim'e (evlât olarak) İshak'ı, üstelik bir de Yakub'u ihsan ettik ve herbirini salih kimselerden yaptık. Kendilerine hayırlar işlemeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyeyledik. Onlar hep bize ibadet (kulluk) ediyorlar." (Enbiya: 21/72-73)
Firavun hakkında da Allahu Teâla, şöyle buyurmaktadır:
"Biz onları ateşe (küfür ve şirke) çağıran öncüler yaptık. Kıyamet gününde onlar yardım olunmazlar. Hem kendilerine bu dünyada aralarından bir lanet yağdırmaktayız, hem de kıyamet günü onlar yüzleri çirkin olanlardır." (Kasas: 28/41-42)
İşte bu lanetten ötürü firavun'a bağlı olanlar, Allah (c.c)'ın sevdiği ve razı olduğu şeyle, kaza ve kaderi arasındaki farkı ayırd edemiyorlar, edemezler de...
Daha doğrusu, mutlak meşîete bakıyorlar. Sonuçta hâlık ile mahlûk arasındaki farkı ayırd edemez duruma düşüyorlar Böylece, hâlıkın vücudunu mahlûkun vücudu ile bir sayıyorlar.
Firavuna tâbi olanların muhakkikleri (ileri gelen alimleri) diyor ki:
"Şeriat taat ve masiyettir. Hakikat ise, sadece taatsız masiyyettir. Gerçek incelemede ise, onda ne taat vardır ve ne de masiyet."
İşte böyle bir itikad ve anlayış (tahkik), Hâlik'in kendi kulu Musa ile konuşmasını ve O'nun gönderdiği emir ve yasakları inkar eden firavun ve onun kavminin mezhebidir
Hanîf Rasûllerden olan İbrahim (a.s.), Âli İbrahim (onun evlatlarına) ve onlara iman edenlere gelince:
Bunlar hâlık ile mahlûk arasındaki farkı benzersizliği muhakkak surette bilirler. Ve gene bilirler ki, kul bu konuda (farkı anlamanın tahkikinde) ne kadar derinleşirse, kalbindeki Allah (c.c) sevgisi muhabbeti o oranda artar. Sevgi de artınca, itaat ve kulluk doruk noktaya doğru yol alır. Böyle olunca da, kendisi gibi ve hatta kendisinden çok daha aciz şeylere kulluktan muhabbetten ve taattan kurtulur ve gerçek hürriyet yolunda ilerler.
Bu sapık müşrikler Allah (c.c) ile mahluku (müsavi) eşit görmektedirler.
Halil İbrahim aleyhisselâm diyor ki:
"İbrahim şöyle dedi: "Şimdi gördünüz mü, o sizin ve geçmiş atalarınızın taptıklarını; muhakkak onlar benim düşmanlarımdır. Bundan ancak alemlerin Rabbi müstesnadır" (Şuara: 26/75-77)
Fena Kelimesi
Hıristiyanların yaptıkları gibi, bu sapık müşrikler de şeyhlerinin benzer (müteşabih) sözlerine sarılıyorlar. Bunlardan bir tanesi "Fena" kelimesidir.
Hiç kuşkusuz fena üç çeşittir:
1 - Enbiya ve kâmil evliyaların fenası.
2 - Enbiya ve salihlerden kasîdinin (bir kast taleb edenlerin) fenası.
3 - Münafık, mülhid, müfsid ve müşebbihlerin (Allah (c.c)'ı mahluka bezetenlerin) fenası.
1 - Enbiya Ve Kamil Evliyaların Fenası
Birinci gruba girenlerin fenası:
Bunların fenası, Allah (c.c)'tan başka hiç bir şeyi istememektir. Başkalarını (irade etmekten) istemekten kurtulmaktır. O kadar ki, bunlar sadece Allah (c.c)'ı sever ve yalnız O'na kulluk eder. Sadece O'na tevekkül eder (O'nu kendine vekil tayin eder) ve güvenir. Allah (c.c)'tan başka hiçbir şeyden istimdat (yardım ve destek) dilemez. Bu, Ebu Yezid'in ifade ettiği ve kastettiği manadır. O şöyle ifade etmiştir bu manayı:
"O'nun irade ettiği şeyden başka hiçbir şeyi murad etmiyorum."
Yani, mahbubun razı olduğu muradını (sevgili Allah (c.c)'ın) murad ettiğinden başka hiçbir isteği yok). Elbette ki, böyle bir murad, dinin emrettiği, istediği muraddır. (Bu da dînî iradeyi murad etmekten başka bir şey değildir) Böyle bir istek sahibi kimse, dinin istediklerini ister, istemediklerini ise reddeder.
Kulu yücelten, kemâle erdiren şey; Allah'ın irade ettiği, dilediği, istediği, razı olduğu ve sevdiği şeyden başkasını istememek, dilememek, sevmemek ve O'nun razı olduğundan başka hiçbir şeye razı olmamaktır.
Bu da Allah'ın farz ve müstehab olarak emrettiği şeylerden başkası değildir. Melekler, Rasuller ve salih kullar gibi, Allah (c.c)'ın sevdiklerinden başka hiçbir şeyi sevmez.
Böyle bir hal, Yüce Allah'ın anlattığı şu haldir:
"O gün ki ne mal bir fayda verir, ne de oğullar. Ancak Allah'a selim bir kalple gitmek müstesna" (Şuara: 26/88-89)
Diyorlar ki:
"Selim bir kalp Allah'tan başka şeylerden selim olan bir kalpdir".
Yani, Allah'a kulluktan başka veya Allah'ın iradesinden başka her şeyden selim olmak, kurtulmuş olmak.
Mana birdir. Bu manaya, ister "Fena" ismi verilsin, isterse verilmesin. (Bu manayı "Fena" kelimesiyle izah et, istersen de başka başka kelimelerle), netice değişmez.
Çünkü, bu mana: İslam dininin hem evveli hem de sonu, hem bâtını ve hem de zahiridir.
2 - Enbiya Ve Salihlerden Bir Kast Taleb Edenlerin Fenası
İkinci gruba girenlerin fenası:
Allah (c.c)'ın dışındaki bütün varlıklardan "fena" bulmaktır. Mahlukları müşahede etmekten uzaklaşmış olmaktır. Bu hal birçok salikte meydana gelen bir haldir. Hiç şüphe yok ki, bunların kalpleri Allah (c.c)'ın zikri ile, O'na kulluk ve sevgi göstermeye o kadar çok bağlanmıştır ki, bağlandığı ve zikrettiği Allah'tan başkasını görememektedir. Göremediği için de, Allah (c.c)'tan başkasını hatırlamaz. Hatta belki düşünemez bile.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır mealen:
"Musa'nın anasının kalbi, evlat derdinden başka her şeyden boş olarak sabahladı. Eğer vaadimizi tastik edenlerden olması için kalbine sabır vermeseydik, az kalsın onu açığa vuracaktı" (Kasas: 28/10)
Bu ayet hakkında diyorlar ki:
"Musa'yı hatırlamaktan dolayı, ondan başka herşeyi unutmuştu".
Bu hal, kendini sevgi, korku veya ümid gibi şeyler istila eden kimselerde sık sık olan bir haldir. Bu hallerde insan kalbi, o sevdiği, korktuğu veya ümitlendiği şeyden başka ne varsa yüz çevirir. Öyle ki, istiğrak (dalıp mestolma) halinde sevdiğinden başka hiçbir şeyi müşahede ve idrak edemez olur.
Bu şekildeki fena hali, sahibinin üzerinde artıp kuvvetlendiği zaman; onun varlığında kendi varlığını,onu müşahededen kendini müşahedeyi, onu seyretmekten kendini seyretmeyi, onu hatırlamaktan kendini hatırlamayı, onu tanımaktan, bilmekten kendini bilmeyi unutur, her hali yok olur gider (yani fenaya erişir). Hatta her şey, kulun bizzat kendisi ve bütün diğer varlıklar varlıklarını sürdüğü halde, onun idrakinden silinir gider. Ve sadece ezeli ve ebedi olan varlık baki kalır ki, O da Yüce Allah'dır.
Murad, yani niyet, kast, kulun hafızasında ve müşahedesinde (görüşünde) Allah (c.c)'tan başka ne varsa, hepsinin yok olması, fena bulmasıdır. ve kulun da mahlukatı müşahede etmekten ve hatırlamaktan fena haline gelmesidir.
Bu hal insanda kuvvetlendiği zaman, seven kişi zaaf içine girer, iyiyi kötüyü, yaratığı, yaratanı birbirinden ayırd etmesi fevkalade zorlaşır. Artık mahbubun sevilmesi lazım gelenin bizzat kendisi olduğunu vehmetmeye, zannetmeye başlar. Bir bakıma kendisini ilahla birleşik görmeye başlar. Anlatıldığı gibi...
Birisi denize düşer, onu sevenlerden birisi de arkasından denize bırakır kendini.
Denize düşen arkasından denize atlayana sorar:
"Ben düştüm. Seni benim arkamdan suya atan sebep nedir? "
Cevap verir atlayan:
"Seni ben sandım. Çünkü kendimi sende kaybetmiştim, yok etmiştim"
Bu konuda böyle inanan bir kimsenin ayağı kaydı ve helak (yok) oldu. Onlar fena bulmayı birleşme zanettiler. Sevenle sevileni bir görmeye başladılar. Bir başka deyimle, halikle mahluk bir vücuda birleşiktir zannına kapıldılar, ikisinin varlığı hakkında bir fark görmediler. Bu azim bir hata, müthiş bir yanılmadır. Çünkü, kesin bir gerçek vardır ve bu gerçek;
Hâlık (Hâlkedici) olan Yüce Allah, mahlûkuyla (halkettiği varlıkla) birleşmez.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
"O'nun misli, benzeyeni yoktur. O bütün söylenenleri işitir ve bütün yapılanları mutlak bilir" (Şura: 42/11)
O birdir ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şey varlığını sürdürmek için O'na muhtaçtır. Doğmamış ve doğurulmamıştır. O'na denk olacak hiçbir şey yoktur.
Hayır, hayır...
Hayır hiçbir şey, bir başka şeyle birleşemez. Ancak istihale geçirebilir, Varlıkları değişebilir. Varlıklar değişime uğrayarak iki şeyi birbirine bağlar yahut birleştirir ve üçüncü bir şeyi meydana getirirse, bu olabilir. Böyle bir sonuçda da, ortaya çıkan üçüncü şey, ne birincidir, ne ikincisi. Ne biridir ve ne de öbürü. Su ile sütün, su ile şarabın birleşiminde olduğu gibi...
Fakat murat ile mahbub, murat ile mekrin, yani sevilmeyen, nefret edilen birleşebilir. Bunlar irade ile kerahat (istek ile çirkinlik) çeşitlerinde ittifak edebilirler (birleşebilirler). Biri diğerinin sevdiğini sevebilir ve bir başkası öbürünün nefret ettiğinden nefret edebilir. Razı olduğuna razı olur, kızdığına kızar. Şiddetli davrandığına şiddetli davranır, tiksindiğinden tiksinebilir. Dost edindiğini dost, düşman saydığını düşman sayabilir. Ama bütün bu fenaların hepsinde eksiklik vardır.
Ebu Bekir (r.a.), Ömer (r.a.) ve muhacir ve Ensar'dan önce gelip geçen bütün büyük evliyalar bile arz ettiğimiz bu fena biçimine düşmediler. Nerede kaldı Rasuller düşsün. Onlar böyle bir fena durumuna asla düşmemişlerdir. Bütün bu hallerin sahibi olduğu gibi iddialar ashabı kiramdan sonra oraya çıkmıştır. Bu kabil, kalbe arız olan iman hallerinden, aklı terketmek yahut kaybetmek, hayırla şerri, iyiyle kötüyü birbirinden ayırd edememek gibi haller sahabelerden sonra ortaya çıkan arızalardır.
Hiç şüphe yok ki sahabeler (Allah onların hepsinden razı olsun) akli bakımdan herkesten daha üstün, daha (kâmil) ileri idiler. İmanları, akıllarını kaybetme, baygınlık geçirme, kendinden geçme sorhoşluk veya delilik gibi hallere düşmeyecek kadar sağlamdı.
Bu işlerin başlangıcı, tabiîn devrinde ve Basra'da aşırı ibadetle meşgul olan kimseler arasında zuhur etti. Bunların içinde Kur'an-ı Kerim'i dinlediği zaman bayılıp düşen kimseler vardı.
Ebu Cüheyri Darırî ve Basra Kadısı Ebu Evfa oğlu Zerare gibi adamlar vardı.
Aynen böyle, sûfiyenin şeyhlerinde de, kendisine fena hali, onunla iyiyi kötüden ayırd etme gücünün zayıfladığı sarhoşluklara müptelâ insanlar vardır.
Bu kimseler bu sarhoşluk ve kendini kaybetme zamanlarında bir takım sözler söylediler, fakat bu halden ayılıp kendilerine geldikleri zaman sarhoşken söyledikleri sözlerden ötürü tevbe ve istiğfar ettiler.
Mesela: Ebu Yezid'i Bestami, Ebu Hasan en-Nuri, Ebu Bekri Şibli gibiler hep böyledir.
Ebu Süleyman-ed-Darani, Ma'ruf-u Kerhi, Fudayl bin Iyaz ve Cüneyd-i Bağdadi ve daha bir çokları böyle değildir. Bunlar seyri sülük halinde iken akılları başlarında iyiyle kötüyü birbirinden ayıracak şuurda idiler ve onun için asla şeriata aykırı sözler söylemediler. Aklı şaşırtan bu çeşit bir fena haline hiç duçar olmadılar. Hayır, bin kere hayır. Onlar, sarhoşluk içinde saçmalamadılar.
Bunlar kitap ve sünnetin hidayeti ile hidayetlenen (doğru yolu ile beslenen), kalplerinde Allah sevgisinden, Allah'ı istemekten, O'na kulluk etmekten başka bir şey bulunmayan, (düşünmeyen ve yapmayan) büyük kâmil mü'minlerdir.
Çünkü, onlar her hallerinde içinde bulundukları durumu çok iyi, şuurlu bir biçimde müşahede etmişlerdir. Böyle olmaları onların (müşahede ettiklerinden iyisini ve kötüsünü ayırd edecek kadar) ilim sahibi olduklarını gösterir elbette.
Daha başka bir deyimle, bunlar, bütün mahlukatın Allah (c.c)'ın emri ile kaim ve O'nun diriltmesiyle hareket ettiğini ve bütün yaratılmışların Allah (c.c)'ı tesbih ve dua eder olarak müşahede ederler. Böylece mahlûkatın (yaratıkların) bu hallerinde, kendilerinde basiret ve tezekkür hasıl olmakta ve bu müşahede ettikleri şeyler onların kalplerinde dinin ihlasını, Allah (c.c)'a tevhidin sadeleşmesini, şeriksiz ve eşsiz olan Allah (c.c)'a, sadece O'na kulluk etmelerini sağlamlaştırır ve kökleştirir.
Bu Kur'an-ı Kerim'in tanımladığı, davet ettiği gerçek iman sahiplerinin ve üstün ve kâmil irfan ehlinin yerine getirdiği bir gerçektir. Son nebi, sevgili Rasulümüz Muhammed (s.a.v.) bunların önderi ve en kâmilidir (en üstünüdür). Bundan ötürüdür ki, semavata uruç ettiği (yükseldiği) ve çeşitli alametler gördüğü, rabbinin ona çeşitli biçimlerde münacaatlardan vahyeylediği ve Mekke insanlarının içinde sabahladığı halde, durumu hiç değişmemiş ve kendisinde reddedilmesi gereken bir fena ve sarhoşluk gibi bir hal zuhur etmemiştir (görülmemiştir). Hiçbir sarhoş edici şartta kendisini kaybetmemiştir. Fakat baygınlık geçiren Musa (a.s.) böyle değildir. O bile dayanamamıştır harikuladeliklere.
3 - Münafık,Müfsid Ve Müşebbihlerin (Allah (c.c)'ı Mahluka Benzetenlerin) Fenası
Fena hali dedikleri üçüncü şekil fenaya gelince:
Bu Allah (c.c)'tan başka hiçbir varlık müşahede etmemek, halikin vücudunu mahlûkun vücudu sanmaktır. Elbette ki böyle bir hal, Allah (c.c) ile kul arasındaki farkı olduğu gibi kaldırmaktadır. Allah (c.c) ile kulu birleştirmektedir.
Bu "hulûliye", yahut "Vahded-i Vücud" sapık telakkisine düşenler, zındıkların ve dinsizlerin en kötüsüdür.
Sahabe ve hidayet kılavuzu (doğru yolun öncüleri) din imamları ve sünnetin hidayeti üzerine müstakim olan alimler bu çeşit fenadan beridirler.
Eğer bunlardan birisi:
"Allah (c.c)'tan başka hiçbir şeygörmüyorum veya Allah (c.c)'tan başkasına bakmıyorum" ve benzeri şeyler söylerse; söylediği ispat edilebilirse, onların bu sözlerden muradı (kastı), söylemek istediği:
"Allah (c.c)'tan başka Rab, O'ndan başka müdebbir ve hâlık, O'ndan başka kendim için ilâh görmüyorum. Sevgi, korku ve ümid itibariyle Allah (c.c)'tann başkasına nazar etmiyorum O'ndan başka bir kudret kabul etmiyorum", demektir. Çünkü göz, kalbin kapıldığı, takıldığı, şeye nazar eder ona bakar.
Bir kimse bir şeyi sever veya ümitlenir veya ondan korkarsa, ona iltifat eder ve elbette ona yönelir.
Kalbte ona sevgi, ondan ümitlenme ve korkma, o şeye nefret ve kalbe ait diğer hallerden her hangi bir ilgi olmadığı zaman, kalp ona iltifat etmeyi, ona bakmayı asla istemez ona nazar etmeyi kastetmez. Sadece onu (muvafıkan) üstünkörü görür belki.
Kalbin meyletmediği şeylere bakan göz, sadece bir eşyaya bakar gibi bakar fakat aslında görmez. (Bu kalbinde ilgisi olamayan bir perde ve benzeri şeylere bakmış gibi haldir).
Büyük alimler ve salih Müslümanlar. Tevhid-i Rabbaniyi tecrit ve dinin tamamında ihlası gerçekleştirme konusunda öyle şeyler zikrediyorlar ki...
Kul Allah (c.c)'tan başka hiçbir şey en küçük bir iltifat göstermeyecek, nazar etmeyecek (bakmayacak), korkmayacak, ümitlenmeyecek.
O kadar ki, kalbi bütün yaratıklardan azade olacak, müstağni kalacak,
Böyle bir insan, mahlûka (yaratığa) Allah (c.c) nuru ile bakar,
Böylece hak ile (hakkın yardımı ile) işitir, görür, hak ile görür, hak ile tutar ve hak ile yürür,
Yaratıklardan Allah (c.c)'ın sevdiğini sever, sevmediğini de sevmez (kin ve nefret ettiğine kin ve nefret eder),
Allah (c.c)'ın dost (edindiğini) saydığını dost, düşman (edindiğini ) saydığını düşman (edinir) sayar.
Yalnız Allah (c.c)'tan korkar ve Allah (c.c)'tan korktuğu için dünyada hiçbir şeyden korkmaz.
Dünyada bütün işlerinde Allah (c.c)'a ümit bağlar, Allah (c.c) için dünyaya ümid bağlamaz.(Yani Allah (c.c)'ı bırakıp dünyaya umut bağlamaz.)
İşte bu, kötülükten yüz çeviren, muvahhid, müslim, mü'min, enbiya ve Rasûllerin marifetini, hakikatini ve tevhidini gerçekleştirebilen, kalb-i selimin ta kendisidir.Gerçek tevhid budur.
Üçüncü gruba girenlerin tevhidi ise:
Yani, vücudda yok olmak, vahded-i vücud tevhidi ise, Firavun'un ve onun yolunda gidenlerin tevhididir. Yahudi "karamita" teşkilatlarının ve bu teşkilatın yolunda giden, Hallaç, Muhyiddin Arabi, İbni Fariz, İbni Sebin ve Afif Telemasani'nin ileri sürdüğü vahded-i vücudu kendilerine din edinen ve kabul eden insanlar gibi...
Allah (c.c)'ın Rasulü'ne tâbi (bağlı) olanların fenası ise:
Bu çeşit fena övülen, methedilen cinsden bir gerçektir. Böyle bir halle hallenen kişi, Allah (c.c)'ın övdüğü, sevdiği muttaki evliyalarından kurtuluşa eren cemaatından ve galib gelen, zafer kazanan askerlerinden olur.
Yukarıda geçen sözler ile meşayih (büyük alimler) ve salihler (hâşâ) "Allah (c.c)'ı mahlukattan görüyorum" demek istemiyorlar. Çünkü Allah (c.c) yer gök ve onun içinde olan herşeyin Rabbidir.
Böyle bir sözü ancak; dalâlet ve fesadın en son derecesine düşmüş insanlar söyleyebilir. Bu da, ya akıl bozukluğundan veya itikad bozukluğundan gelir. Böyle kimseler, ilhad (dinsizlik) ile delilik arasında bocalayan kimselerdir.
Din yolunda kendisine uyulan büyük alimler, ümmetin selefinin önde gelen imamlarının ittifak ettiği, birleştiği şeyler üzerinde ittifak etmiş, buluşmuşlardır.
Bu ittifak ettikleri (birleştikleri) şey, Yüce Allah'ın yaratıklardan ayrı olduğu gerçeğidir. O'nun zatından yaratıkların da hiç bir parça bile yoktur. Yaratıklardan hiçbirisi de O'nun zatında mevcut değildir. Ezeli olanı, kadim olanı sonradan var edilmiş olandan ayırd etmek, halikı mahlûktan, temyiz ve tefrik etmek ve haliki ait olduğu eşsiz ve benzersiz yere oturtmak her mümin insan için farzdır. Ve bu söz büyük din önderlerinin söylediği en büyük gerçektir. Onlar kalplere musallat olan arızalardan ötürü pek çok gerçek sözler söylemişlerdir. Mesela:
İnsanlardan bazılar zaman zaman mahlukatın vücudunu görür, somut varlığını müşahede eder, fakat onun mücerredini, soyutunu, iç yüzünü göremez, müşahede edemez, idrak edemez. Çünkü kalbinde farkları görücü, birbirinden ayırıcı hassa tefrik ve temyiz etme gücü yok olmuştur. Aslı göremediğinden, gerçeğe nüfuz edemediğinden, surette, görüntüde kaldığından, görebildiğini yerin ve göğün sahibi zanneder. Güneş ışığını gören ve bu gördüğünü güneş zanneden insanın durumunda olduğu gibi.
Onlar bazen hem fark hem de vahdetten (birlikten) bahsediyorlar. Fena kavramı hakkında birçok sözler bulunduğu gibi bu konuda birçok yazılı ibareler vardır...
Sağlam Ve Doğru Şuhud: "Ulûhiyeti" (İlâhlığı) Müşahede
"La ilahe illallah" Şehadetinin Gerçekleşmesi
Hiç şüphe yok ki, insanoğlu yaratıkların çokluğuna ve çeşitliliğine şahit olduğu zaman şaşıp kalır. Bu şaşkınlık kalbini, kalbi bağlarını böler dağıtır. Kalbin çokluk karşısındaki şaşkınlığı, yaratıklara bağlar onu. Fakat bu bağlılık, ya muhabbet, ya korku yahut da umut şeklindedir.
Fakat mahlukatı birleşik olarak tekleşmiş gördüğü zaman, kalbi Allah (c.c)'ın tevhidi, ortağı olmayan o mabuda kulluk etmek üzere içtima eder ve birleşir.
Böylece bütün yaratıklara iltifat ettiği halde, kalbi tek başına Allah (c.c)'a iltifat eder. Bu iltifat, Rab korkusu, ümidi ve yardım isteme şeklinde tecelli eder. Bu durumda bazen yaratan ile yaratılanın arasını ayırdedebilmek için, yaratığa bakma fırsatı bulamayacak kadar kalbi Allah (c.c) ile meşguldür. Durum bu olunca, yaratıklardan nazari ve kasti olarak yüz çevirir. Bütün düşüncesini bir noktaya, sadece Hakka yöneltir.
Böyle bir hal, fena deyiminin ikinci tipine girer.
Fakat ikincisinden biraz farkı vardır. Bu fark kulun, yaratığın Allah (c.c) ile kaim olduğunu, ancak O'nun emriyle hareket ettiğini bilmesidir.
Yaratıkların çokluğunun ve çeşitliliğinin Allah (c.c)'ın vahdaniyeti (birliği) içinde yok olduğunu; Allah (c.c)'ın bütün yaratılmışların Rabbi, ilahı, halikı (yaratanı) ve maliki olduğunu görür.
Böylece;
İhlâs, muhabbet, korku, ümid, istiâne (isteme), tevekkül; O'nun için dostluk ve O'nun için düşmanlık etmek, İtibarı ve kalbi Allah (c.c) üzerinde birleşmekle birlikte; hâlık ile mahlûk arasındaki farkı ikisini birbirinden ayırtederek müşahede eder. Ve mahlûkatın çok ve çeşitli oluşunu müşahede eder;
Allah (c.c)'ın her şeyin Rabbi, maliki ve halikı olduğunu ve O'ndan başka ibadete layık ilâh bulunmadığını tahkiki olarak bilir ve buna inanır.
İşte bu şuhud; yani müşahede ve görüş, sağlam ve doğru görüşün ta kendisidir.
Ve bu görüş; kalbin ilminde, şehadetinde, zikri ve marifetinde, kalbin hal ve ibadetinde, kasd ve iradesinde, muhabbet, dostluk ve taatında vacibdir.
"Allah (c.c)'tan başka ibadete layık ilah yoktur", yani; "La ilahe illallah" gerçeğine şehadetin ta kendisidir. "Tevhidin" gerçekleşmesidir.
Zira bu şehadet;
- Kalbten, Hakk'dan başkasının ulûhiyetini (ilahlığını) "nefyedip" silmek, silkip atmaktır.
- Sadece Hakk'ın ulûhiyetini (ilahlığını) "isbat" tesbit etmektir. (Allah (c.c)'ı tek ilâh, tek hükmedici olarak kabul etmektir).
Şehadet;
- Bütün yaratıklardan "ulûhiyet" (ilâhlık) hakkını ve vasfını (reddeder) kaldırır.
- Böylece; "Ulûhiyetin" (ilâhlığın) sadece yerin ve göğün Rabbi yaratıcısı ve tek sahibi olan Allahu Teâlâ'nın hakkı olduğu (isbat) kabul edilmiş olur.
Böyle bir şehadet; kalbin Allah (c.c)'tan başka herşeyden ayrılmasını, temizlenmesini ve Allah (c.c)'ın üzerinde karar kılmasını gerekli kılar.
Bu durumda kul, bilgi ve kasdında, şehadet ve iradesinde, marifet ve muhabbetinde, hâlık ile mahlûkun arasını ayırıcı olur.
Öyle ki, sadece Allah (c.c)'ı bilir, O'nu zikreder ve kalbini O'nun hikmetleriyle doldurur. (O'na arif olur)
Fakat bununla beraber o; Allah ( c.c)'ın mahlûkata zıd, onlardan ayrı ve mahlûkat olmadan da O'nun bir olduğunu (tek başına var olacağını) bilir ve bunu hiçbir zaman aklından çıkarmaz.
- Böylece, sadece Allah (c.c)'ı sever,
- O'nu yüceltir ve yalnız O'na kul olur.
- Ümidini sadece O'na bağlar ve yalnız O'ndan korkar.
- Sadece O'nun için sever,
- O'nun dost olduklarına dost, düşman olduklarına ise düşman olur.
- Yalnız ondan istimdad (yardım) dilenir ve sadece O'ndan taleb eder.
- O'na tevekkül edip güvenir. O'nu kendine vekil ve sahip kabul eder,
(- O'ndan başkasına kulluk (ibadet) etmekten,
- İstimdad (yardım) dilenip, tevekkül etmekten,
- O'ndan başkasından korkmaktan ve ümitlenmekten;
- O'ndan başkası için (velayet) dostluk kurmaktan, (Adavet) düşmanlık yapmaktan sakınır.
- O'ndan başkasının meşru olmayan emirlerine tabi olup, itaat etmekten (Hüküm konusunda O'ndan başkasının mahkemesini kabul etmekten), sakınır, uzak durur.)
Bütün bu haller Allah-u Teâlâ'yı yegane "ilâh" olarak kabul etmenin tabii sonucudur.
Bütün bu haller O'nun "rubûbiyetini" ikrar eden, yalnızca Allah (c.c)'ın "ulûhiyetini" kabul ettiren hususiyetlerdendir.
Ki o, herşeyin Rabbi, Meliki; Hâlık ve Müdebbiridir,
İşte bu şekilde iman edip inanılırsa, Allah (c.c)'ın muvahhid ve gerçek kulu olunur.
En Efdal (Geçerli) Zikir
Beyan olunur ki, Tirmizi'nin de rivayet ettiği gibi; zikrin en gerçek ve efdali:
"Lâ ilahe illallah" dır
Tirmizi'nin ve diğer muhaddislerin zikrettiği hadis-i şerif şöyledir:
"Zikrin en efdali "la ilahe illallah", duanın en faziletlisi ise "Elhamdülillah" dır" (İbn Mace Edeb: 55; Tirmizi Deavat: 8.)
Muvatta ve diğer hadis kitaplarında Ubeydullah oğlu Talha'dan rivayet edildiğine göre, Allah'ın Rasulü şöyle (s.a.v) buyurmuştur:
"Benim ve benden evvel gelen Rasûllerin söylediklerinin en faziletlisi:
"Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike lehu lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve huve alâ külli şey'in kadîr"dir." ("Allah (c.c)'tan başka ibadete layık hiç bir ilâh yoktur. O (birdir) tektir ve (eşi) şeriki yoktur. Mülk ve hamd O'nundur. O her şeye kadirdir.") (Malik, Muvatta, Kurlen: 20.)
Her kim zan ve iddia ederse ki bu, avam halkın zikridir, havasın (ileri sûfilerin) zikri müfred isimdir. Halbuki bu zamir ismidir. Yani, zikir yalnız "Allah" kelimesinden ibarettir derse, bunu söyleyenler, sapıtmış, fahiş bir hataya düşmüş ve yoldan çıkmış olurlar.
Bazılarının, Allahu Teâlâ'nın:
"Sen, "Allah" (o kitabı indirdi) de, sonra onları bırak, bâtıl dedikodularında oynaya dursunlar" (En'am: 6/91)
ayetini alıp da iddialarına delil getirmeleri, bunların en açık ve büyük yanılgılarıdır.
Çünkü ayetteki "Allah" ismi, istifhamın, yani sorunun ve acabanın cevabındaki emirde zikredilmiştir. Ki ayetin evveli:
"Musa'nın nur ve insanlara hidayet olarak getirdiği kitabı kim indirdi?"
şeklindedir. Ayetin arka kısmında da "Allah de" denmektedir. Böylece yurakıdaki soruya cevap verilmiş olmaktadır. Yani, "Musa aleyhisselâmın getirdiği kitabı Allah indirdi de" denmektedir. Tek olarak "Allah" demek değildir bu. "Allah" ismi (müpteba) başlangıç, haberi de sorunun delalet ettiği cümledir. Mesela:
Sana kim geldi? diye sorulduğu zaman, cevaben Zeyd denildiği gibi...
Sonra tek bir isim, ister şahıs zamiri, isterse gayb zamiri olsun, tam bir kelam ve mana ifade eden bir cümle değildir. Yani, "Allah Allah Allah", "hu hu hu" kelimeleri tam bir anlam ifade eden kelime değildir.
Bu çeşit tek kelime ne iman, ne küfür, ne emir, ne nehiy ifade etmez.
Bu tarz (çeşit) zikri, selefden ve ashabdan hiç bir kimse yapmamış ve Allah'ın Rasûlü (s.a.v) de yapılmasını söylememiş, meşru kılmamıştır.
Bir tek özel ya da sıfat isimini zikretmek, kalbde bir (marifet) bilgi meydana getirmez ve kişiyi faydalı biri yapacak hale sokmaz. Sadece kalbe mutlak bir tasavvur verir ve bir kımıldama meydana getirir ki, bu tasavvurun üzerine ne menfi ve ne de müspet hiçbir fikir bina edilmez.
(Yani, Allah, Allah, Hu, Hu, deyince, hiçbir mana kasdedilmiş olmaz. Fakat, "Lâ ilahe illallah" deyince, "Allah (c.c)'tan başka ibadete layık hiç bir ilâh olmadığı" ifade edilmiş olur.)
Bizatihi mana ifade etmez, kalbe bir bilgi ve marifet kazandırmaz ise, böyle bir zikir faydasız ve boşuna yapılmış olur.
Şeriat ise, bizatihi (tek başına) manalar ifade eden zikirleri meşru saymıştır. Başka kelimelerle destekli değil, (sadece) bizzat kendisi bir mana ifade etmesi lazımdır, fayda verecek zikirlerin.
Şüphesiz, bu çeşit tek isim, "Allah, Allah; Hu, Hu" zikrine devam edenlerin bazısı çeşitli "ilhada" (dinsizliğe), çeşitli "ittihada" (vahdet-i vücuda, Allah (c.c) ile mahlûkatı birleştiren, ikisini aynı şey sayan itikada) düştüler. Ki, bazı şeyhlerin söylediği rivayet edilen:
" Nefyi (yok) ile isbat arasında ölmekten korkuyorum" sözleri bu kabilden sözlerdir. Yani, "La ilahe illallah" derken, "la ilahe", ( (ibadete layık) hiçbir ilah yoktur) deyip, "illallah" (ancak (ibadete layık) Allah vardır) demeden ölürsem, kafir olarak ölüp giderim diye korkarım denmek istenmektedir. Bir başka deyimle işte bu korkudan dolayı, sadece "Allah" "Allah" derim denmeye getiriliyor.
İşte böyle bir te'vil sakattır. Zira bu sözün korkunç bir hata olduğu apaçıktır. Ve asla böyle bir söze iltifat ve itibar edilemez. Çünkü ameller, hareketler niyetlere göre olmaktadır.
Allah'ın Rasûlü (s.a.v) bir sahih hadisde can çekişmekte olan bir kişiye:
"Lâ ilahe illallah" kelâmı şerifini telkin etmeyi emretmiş ve:
"Bir kimsenin son sözü "La ilahe illallah" olursa, cennete girer" buyurmuştur. (Müslim, İman: 53-154.)
Eğer bu mübarek cümle zikredilmesi mahzurlu bir cümle olsaydı; o, söylerken her an ölmesi beklenen bir kimseye telkin edilmez, kötü bir şekilde ölmesine meydan verilmez ve bu kelâmın yerine müfred bir isim telkin edilirdi.
Özetle: yalnızca (münferid) tek isim olarak, "Allah, Allah; Hu, Hu; Hay, Hay, diye zikretmek sünnetten çok uzak, bid'atın en içinde ve şeytanın dalâletine (sapıklığına) en yakın düşen bir faaliyettir:
Çünkü bir kimse, "ya hu, ya hu"; veya "hu, hu" (Ey O, Ey O; veya O, O,) dediği zaman, bu zamir (O zamiri) ancak kalpten geçen anlama, manaya göre şekil alır. Yani kalbinde tasavvur ettiği şeye ait (uygun) olur. Kalp ise, bazen iyi düşünür, bazen ise kötü...
Füsus sahibi Muhyiddin-i Arabî bir kitap yazarak adını "Kitabu'l-Hu" koymuştur!...
Bunlardan bazısı Âli İmran süresindeki yedinci ayet olan "Ve mâ yâ'lemu te'vilehu illallah"ın manasını "Lehu" isminin tevilini Allah (c.c)'tan başka kimse bilmez şeklinde tefsir etmiştir. Halbuki ayetteki "hu", yukarıda geçen müteşabih ayetlere ait olan zamirdir.
Ayetin manası ise, "O müteşabih ayetlerin tevilini (gerçek manasını) Allah (c.c)'tan başka kimse bilmez" şeklindedir. Her ne kadar bütün müslümanlar, hatta aklı başında bütün insanlar böyle bir iddianın apaçık bir bâtıl olduğunda ittifak etmiş iseler de, yine de bunlardan birisine şöyle dedim:
"Eğer bu, sizin dediğiniz gibi olsaydı,ayeti kerimede "Te'vilehu" diye bitişik yazılmaz da; "Te'vile-hu" diye münferid (ayrı) yazılırdı.
Kur'an'da Allah Teala şöyle buyurmaktadır mealen:
"Hem Rabbinin ismini zikret, hem de yalnız O'nu yücelt" (Müzemmil: 73/8)
"Yüce Rabbinin ismini tesbih (tenzih) et." (A'la: 87/1)
""Temizlenen (zekat vererek malını temizleyen) ve rabbinin ismini zikredip de namaz kılan şüphesiz felaha ermiştir." (A'la: 87/14)
"Azim olan Rabbinin ismini tesbih et" (Vakıa: 56/74)
Bunların benzeri ayeti kerimelerde emredilen zikirlerin tek isim olarak (Allah, Allah) gibi yapılması iktiza etmez (gerekmez). Çünkü, Allah Rasulü'nün sünnetinde sabit olmuştur ki:
"Azim olan Rabbinin ismini tesbih et" (Vakıa: 7) ayeti kerimesi nazil olduğu zaman, Allah'ın Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Bunu secdenizde yapınız" (Ebu Davud ve Ahmed) diye emir buyurmuştur.
Bunun üzerine müslümanlar için rükuda:
"Sübhane rabbiye'l-azim" (azim olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim) secdede:
"Sübhane rabbiye'l-a'lâ" (Yüce olan Rabbimi tesbih ederim.) diye zikir ve tesbih eylemek sünnet kılınmıştır.
Sahih olan rivayete göre Allah'ın Rasûlü (s.a.v) rükûunda aynen (yukarda zikrettiğimiz tesbihi söylüyordu) "sübhane rabbiye'l-a'lâ" diyordu. Bunda bütün müslümanlar ittifak etmişlerdir.
Hülâsa; (Demek ki), yüce olan Rabbin ismini tesbih etmek ve Allah (c.c)'ın ismini zikretmek emri tek isim olarak, "Allah Allah" şeklinde değil de, tam bir mana ifade eden cümle halinde (yüce rabbimin ismini tesbih ederim) şeklinde tatbik olunmuş ve sünnet kılınmıştır.
Nasıl ki bir sahih hadis-i şerifde de Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmaktadır:
"Kur'an-ı Kerimden sonra en faziletli kelâm:
"Sübhanallah, vel-hamdülülah ve lâilahe illallahu vallahu ekber (Allah'ı tesbih ve tenzih ederim. Hamd Allah'a mahsustur. Allah (c.c)'tan başka ibadete layık hiç bir ilâh yoktur. Allah her şeyden büyüktür) kelâmıdır." (Buhari, iman: 19; Müslim, Edeb: 12; Tirmizi, Deavat: 127; İbn Mace, Edeb: 56; Ahmed: 5/10-11-20-21.)
Diğer bir sahih hadis-i şerifde şöyle buyrulmaktadır:
"İki kelime vardır ki, dilde hafif, fakat mizanda, keyfiyette ağır ve Rahman'a göre sevgilidir. Bunlar: Sübhanallahu ve bihamdihi, sübhanallahilazim" (Buhari, Deavat: 65; Tevhid: 58; Müslim, Deavat: 31; Tirmizi, Deavat: 59; İbn Mace, Edeb: 56; Ahmed: 2/232.)
Başka bir sahih hadisde şöyle buyurulmuştur:
"Her kim günde yüz defa;
"Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike lehu, lehü'l-mülkü ve lehu'l-hamdü ve hüve alâ külli şeyin kadir" (Allah (c.c)'tan başka ibadete layık hiç bir ilâh yoktur, O birdir, şeriki yoktur; mülk O'nun, hamd O'nundur; O herşeye kadirdir.) derse;
Allah o kimseyi o gün şeytanın şerrinden emin kılar, ta akşamlayıncaya kadar, kendi gibi veya kendinden fazla söyleyenden başka hiç kimse o adamdan daha faziletli olamaz." (Buhari, Deavat: 54; Bedil-Halk: 10; Müslim, Zikir: 28; Tirmizi, Deavat: 61.)
Başka bir hadisde de şöyle buyurulmuştur:
"Her kim günde yüz kere:
"Subhanallahi ve bihamdihi sübhanallahilazim" (hamd ile Allah'ı tesbih ve tenzih ederim; azim olan Allah noksanlardan münezzehdir) derse o kimselerin hataları silinir isterse deniz köpüğü kadar olsun". (Buhari ve Müslim)
Malik'in (Allah (c.c) ondan razı olsun) "Muvatta" isimli hadis kitabında rivayet edilen bir hadisi şerifde Allah'ın Resulü (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
"Ben ve benden önceki nebilerin söylediği en faziletli kelâm:
Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike lehu, lehü'l-mülkü ve lehu'l-hamdü ve hüve alâ külli şeyin kadir" kelamıdır"
İbni Mace'nin ve diğerlerinin sahih hadis kitaplarında Allah'ın Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Zikrin en efdali ve faziletlisi "lâ ilahe illallah"; duanın en faziletlisi "Elhamdülillah" dır."
Zikir ve dua konusunda bunlara benzer hadis-i şerifler çoktur.
Kur'an-ı Kerim'de de birçok ayet-i kerime zikir ve duayı talim ve beyan buyurur. Fakat hiç birinde bir tek ismin zikredilmesi gerektiği söylenmemiş böyle bir şey emredilmemiştir. Emredilen bütün zikirler ya cümle halinde, veya tek başına bir anlam taşıyan (mana ifade eden) kelâmlardır.
Müslümanlara namazlarında, ezanlarında, bayramlarında bir tek ismin zikredilmesi emredilmemiştir. Hepsi, söylenmesi gerek bütün kelamlar, (ancak ve ancak tam mana ifade eden cümlelerdir) mutlaka bir anlamı tam olarak ifade etmelidir.
Mesela müezzin;
"Allahu ekber Allahu ekber, eşhedü enlâ lâ ilahe illallahu ve eşhedu enne Muhammeden Rasûlüllah" demektedir.
Namazda ise;
"Allahu ekber, sübhane rabbiye'l-azîm, sübhane rabbiye'l-alâ, semiallahu li-menhamide, rabbena leke'l-hamd, ettehiyyatü lillahi",
ve hac yapmakta olanın;
"lebbeyk Allahumme lebbeyk" ve diğer ibadetlerimizdeki bütün zikirler hep bir mana ifade eden cümleler halindedir. Allah (c.c) böyle emretmiştir. Hiçbirinde, tek bir ismin veya zamirin zikredilmesi emredilmemiştir.
Hülâsa, maksadımız, anlatmak istediğimiz şudur:
Allah (c.c)'ı zikretmede şüphesiz meşru kılman kelimeler tam mana ifade eden kelimelerdir. Buna kelam ismi verilir. (Kelâm, en az iki kelimeden ibaret cümlelerdir.)
Bu çeşit zikir; (kalpleri takviye eder ve kalbin sahibine iyi işler yaptırır). Kalblere fayda verir, onunla sevab ve ecir hasıl olur. (Böylece insana sevap ve mükafat kazandırır). Kalbleri Allah (c.c)'a, marifetine, muhabbetine ve haşyetine çeker,cezbeder. (büyüklüğü karşısında boyun eğmeye zorlar).
Bu çeşit zikir ile daha nice yüksek arzular ve büyük maksatlar hasıl olur. (Bu çeşit zikirde burada sayıp dökmeye imkan bulamadığımız nice faydalar vardır.)
Bu isterse "Allah, Allah" gibi tek isim, isterse "hu, hu" gibi zamir olsun, (üstün önderlerin) hassların ve ariflerin zikri olduğu şöyle dursun, bu çeşit (tek isim veya zamirle yapılan) zikirlerin hiçbir aslı esası yoktur.
Tam aksine bu çeşit zikir, çeşitli dalâlet ve bid'atlara vesile ve vahdet-i vücud ve ilhâd (zındık) ehlinin fasit hallerine ve tasavvurlarına, niyetlerine bir vasıtadır. Bunlar hakkındaki fikirlerimiz başka yerlerde beyan edilmiştir. (bu kitabın başka satırlarında ifade edilmiştir.)
Bütün Dinler İki Büyük Esas Getirmiştir
Bütün dinler iki büyük esas getirmiştir:
1 - Allah (c.c)'tan başka hiç kimseye kulluk ve ibadet etmemek.
2 - Allah (c.c)'a kulluğu ancak (meşru şekilde) dinin kaynağından öğrenip yapmak, kendi kafamızın, hevai hevesimizin bize telkin ettiği bid'atlara dayalı olarak ibadet yapmamak...
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır mealen:
"Bir kimse Rabbinin rızasına kavuşmak arzusu taşıyorsa, salih bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadette kimseyi O'na şerik (ortak) koşmasın" (Kehf: 18/110)
Bu aynı zamanda iki şehadetin gerçekleşmesidir.
1 - Allah (c.c)'tan başka ibadete layık hiç bir ilâh olmadığına şehadet ve
2 - Muhammed (s.a.v)'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet.
Birinci şehadette, O'ndan başka kimseye itaatla ibadet etmememiz gerektiğini.
İkinci şahadette ise, Muhammed (s.a.v) adlı Rasûl aracılığı ile gönderilen şeriata, Kur'an'a göre bu ibadet ve itaati yapmamız gerektiğini belirtmekteyiz.
Ettiğimiz şu şehadete göre; Üzerimize farz olan şey; Rasûlün (s.a.v) tebliğ ettiği, haberini getirdiklerini, tasdik ve emirlerine itaat etmemizdir.
Hiç şüphe yok ki Allah'ın Rasûlü (s.a.v) bize, Allah (c.c)'a ne ile (nasıl) ibadet edeceğimizi bildirmiş ve bid'atler ile ibadet etmeyi menetmiş ve onların birer dalâlet ve sapıklık olduğunu haber vermiştir.
Allahu Teâla şöyle buyuruyor mealen:
"Hayır, onların dediği gibi değil. Her kim itaat ve amelinde muvahhid bir mümin olarak kendini tamamen Allah'a teslim ederse, onun için Rabbi katında amelinin mükafatı olarak cennet vardır. Onlar için hiç bir korku da yoktur ve onlar mahzun da olmazlar" (Bakara: 2/112)
Ve biz şüphesiz nasıl ki:
- Ancak Allah (c.c)'tan korkmakla, ancak O'na tevekkül etmekle, ancak Allah (c.c)'a rağbet etmekle, ancak Allah (c.c)'tan yardım istemekle ve ibadetlerimizi sadece Allah (c.c) için yapmakla memur, mükellef isek;
Aynı şekilde biz;
- Rasûle (s.a.v) uymakla, emrine itaat etmekle ve yasaklarından kaçınmakla da memuruz, mükellefiz.
Helal sadece O'nun helal ettiği, haram sadece O'nun haram saydığı ve meşru din sadece O'nun meşru saydığı şeydir.
Yüce yaratan mealen şöyle buyuruyor:
"Ne olurdu bunlar Allah ve Rasûlü kendilerine ne verdiyse razı olsaydılar da, şöyle deseydiler: "Bize Allah yeter. Allah bize fazlından yine verir, Rasûlü de... Biz ancak Allah'a rağbet edicileriz..." (Tevbe: 9/59)
Allahu Teâla vermeyi kendine ve Rasûlüne ait kılmıştır. Başka bir ayette olduğu gibi...
Allahu Teâla buyuruyor:
"Rasûlün size verdiği şeyi alın, size menettiginden geri durun" (Haşr: 59/7)
Tevekkülü ise sadece kendine ait kılmıştır yüce Allah:
"Allah bize yeter dediler". (Tevbe: 9/59)
Dikkat edilirse, Allah ve Rasûlü bize yeter denmemiştir ayeti celilede.
Ashabın (Sahabilerin) vasıflarını anlatan ayetlerde de şöyle buyurulmuştur:
"Onlar o kimselerdir ki, insanlar onlara "halk size fenalık yapmak üzere birleştiler onlardan korkun" dedikleri zaman bu onların imanlarını artırır ve derler ki: "Allah bize yeter; O ne güzel bir vekildir". (Âli İmran: 3/173)
"Ey Nebi Allah sana yeter, sana uyan mü'minlere de." (Enfal: 8/64)
Diğer bir ayeti kerimede:
"Allah kuluna kâfi değil midir?" (Zümer: 36) buyurulmaktadır.
Allah'ın Resulü (s.a.v) İbni Abbas'a şöyle buyurmuştur:
"İstediğin zaman Allah'dan iste; istiâne (istimdat) ettiğin zaman Allah'dan istiâne et." (Tirmizi Kıyamet: 59; Ahmed: 1/293-303-307.)
Kur'an-ı Kerim bir çok ayeti celilede bu manaya işaret etmektedir.
- İbadet, haşyet ve takva Allah (c.c)'a ait kılınmış,
- Muhabbet ve sevgi hususu ise, Allah ve Resulüne ait kılınmış (birlikte zikredilmiştir).
Nuh aleyhiselamın dediği gibi:
"Allah'a ibadet edin ve Yalnız O'ndan korkun (O'na karşı takva sahibi olun) ve bana itaat edin." (Nuh:71/ 3)
Diğer bir ayet-i kerimede mealen şöyle buyuruluyor:
"Her kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder, Allah'dan korkar ve takva sahibi olursa işte kurtuluşa erenler bunlardır." (Nur: 24/52)
Eğer özetlersek: Rasûller, yalnız Allah (c.c)'a ibadet, rağbet, tevekkül edilmesini ve Allah (c.c)'a ve kendilerine itaat edilmesini emrettiler. Fakat şeytan (nasarayı) hıristiyanları ve benzerlerini aldattı sapıttı da, Allah (c.c)'a şirk koştular ve Rasûlüne asi oldular.
Rahiplerini ve ruhbanlarını ve Hz. İsa aleyhisselâmı Allah (c.c)'tan ayrı olarak rabler edindiler.
Başladılar onlara rağbet ve tevekkül etmeye, emirlerine karşı ve sünnetlerine muhalif oldukları halde onlardan yalvarıp istemeye başladılar.
Fakat bunlara mukabil (karşılık) Allah Teala ihlaslı kullarını, yani mü'minleri, hakkı bilen ve ona uyanların yoluna, sırat-ı müstakime (doğru yola) hidayet etti. ve:
- Böylece gazaba uğrayanlardan ve sapıtanlardan olmadılar (yollarından gitmediler).
- Dinlerini sadece Allah (c.c) için ihlâsla benimsediler.
- Allah (c.c)'ı sevip, yalnız O'na güvendiler,
- Ümitlerini sadece O'na bağladılar,
- Yalnız O'ndan koktular ve sadece O'ndan istediler,
- Bir tek O'na rağbet ve iltifat ettiler,
- İşlerini O'na havale ettiler,
- O'na tevekkül ettiler (O'nu kendilerine vekil edindiler),
- Rasûllerine de itaat ettiler.
- Rasûllerini aziz bildiler (üstün bir yere koyup) hürmet ettiler ve onları sevdiler.
- Onları dost edinip onlara uydular, (sözlerini dinlediler).
- Eserlerine sarılıp (meylettiler), önderliklerini kabul ederek (onların kılavuzluğu sayesinde) doğru yolu buldular.
İşte bu Allahu Teâla'nın evvelki ve sonrakilere gönderdiği Rasûlleri ve gönderdiği İslâm dininin ta kendisidir.
Bu öyle bir dindir ki; Allah Teâla hiçbir kimseden ondan başka bir din (ve bu dinden başkasına bağlanmayı) asla kabul etmiyor.
Allah (c.c)'a kulluğun ve ibadetin tek yolu bu dinden geçmektedir.
İbadet ve kulluğun gerçeği sadece bu dinde bulunmaktadır. (Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c)'a kulluğun (ibadetin) hakikatidir bu).
Yüce Allah (c.c)'tan, bizi bu dinin üzerinde sebatkar kılmasını, ve bizi yine bu dinle yüceltmesini niyaz ederiz.
Bizi ve diğer Müslüman kardeşlerimizi bu dinin gereklerini yerine getirirken dünyadan (ukbaya) göçürmesini, intikal ettirmesini (dua) niyaz ederiz.
Yalnız Allah (c.c)'a hamdolsun ve Allah (c.c)'ın selât ve selamı efendimiz Muhammed Mustafa'nın ve onun Âli ve ashabının üzerine olsun...